-ev bk. -av / ev vb.
ev is. 1. Yalnız bir ailenin oturabileceği biçimde yapılmış yapı. 2. Bir kimsenin veya ailenin içinde yaşadığı yer, konut, hane: "A-na oğul, yeni kiraladıkları eve bir pazar günü taşındılar." -N. Cumalı. 3. Evin iç düzeni, eşyası vb: Düzenli bir ev. Evi çok temiz. 4. mec. Aile: Evine bağlı bir adam. 5. esk. Soy, nesil, ev açmak 1) ayrı bir eve yerleşmek, ayrı bir eve geçmek; 2) evlenmek. ev alma, komşu al komşuya verilen değeri anlatan bir söz. ev bozmak 1) kan koca ayrılmak; 2) karı kocanın ayrılmalarına sebep olmak, ev ev dolaşmak (veya gezmek) her eve uğrayarak dolaşmak (gezmek), ev işletmek genelev sahibi olmak. ev tutmak ev kiralamak: "Annemden kalma bir evim vardı. Onu rehine koyarak bir ev tuttuk." -Ö. Seyfettin, evde kalmak tkz. kız evlenme çağı geçmiş olmak, evdeki pazar (veya hesap) çarşıya uymamak önceden tasarlanan bir iş umulduğu gibi sonuçlanmamak, düşünüldüğü gibi olmamak. evlerden ırak (veya uzak) hlk. ölüm veya kötü bir durumdan söz edilirken dinleyenlerin aynı durumla karşılaşmamalarını dilemek İçin söylenen bir söz: Evlerden ırak, dağ gibi delikanlı iki günde devrildi gitti.
evlere şenlik alay beğenilmeyen, olumsuz karşılanan bir durum, bir davranış karşısında söylenen bir söz.
→ ev adamı, ev altı, ev bark, ev ekmeği, ev ekonomisi, ev eşyası, ev gailesi, ev halkı, ev işi, ev kadım, ev kirası, ev sahibi, ev sineği, ev yemeği, genelev, Allahın evi, antımevi, aşevi, ayevi, babaevi, bağ evi, bakımevi, basımevi, bıçkıevi, buğuevi, camevi, canevi, cezaevi, ciltevi, çayevi, çiçekevi, dağ evi, dağüımevi, dernekevi, dikimevi, doğumevi, doyumevi, dökümevi, düğün evi, dümenevi, dünyaevi, düşkünlerevi, erkekevi, ezimevi, gîyimevi, gökevi, gözevi, gözlemevi, halkevi, huzurevi, ıslahevi, imamevi, kadınevi, kayakevi, kesimevi, kızevi, kitabevi, konukevi, kuş evi, merdivenevi, modaevi, oğlanevi, orduevi, orman evi, öğretmenevi, ölü evi, polisevi, radyoevi, randevuevi, sağlıkevi, sanatevi, sayrılarevi, sazevi, sergievi, tecimevi, tutukevi, Üretimevi, yapımevi, yargıevi, yarı açık cezaevi, yayınevi, evi sırtında, evin direği, evinin kadını
ev adamı is. Evine bağlı erkek.
ev altı is. Eski evlerde ambar, ahır olarak kullanılan zemin katı.
evaze sf. Fr. evase Etek ucuna doğru genişleyen (giysi): Evaze etek.
ev bark is. 1. Ev, mülk: "Almanya'da ev bark düzerek bir daha dönmemişti." -Ö. Seyfettin. 2. Aile, çoluk çocuk: "Ev bark sahibi olunca hepsinden vazgeçti. Karısını da gül gibi geçindirdi." -M. Ş. Esendal. ev bark yıkmak kan kocayı birbirinden ayırmak: "... bir kızı vardı ki dünyanın bütün kusurları bir araya gelse onun kadar ev bark yıkamazdı." -P. Safa.
evcara is. Ar. eve + Far. -ârâ muz. Klasik Türk müziğinde bir makam.
evce zf. (e'vce) Evcek.
evcek zf. (e'vcek) hlk. Bütün ev halkı birlikte: "Sinemaya evcek gidiyoruz." -T. Buğra.
evci is. Tatil günlerini evinde geçiren yatılı öğrenci, er vb. evci çıkmak tatil günlerinde okul, kışla vb.nden eve gelmek.
evcik, -ği is. Küçük, sevimli ev: "Birbirinden bahçelerle, evlerle ayrılmış; güneş, çiçek, ağaç içinde evciklerdi." -S. F. Abasıyanık.
→ evcikkıran, bir evcikti, iki evcikti
evcikkıran is. bot. Köygöçüren.
evcil sf. 1. Eve ve insana alışmış, kendisinden yararlanabilen (hayvan), ehlî, yabani karşıti: "Ham ağaçları evcile çeviririm, aşı yapmayı bilirim, budamayı bilirim." -N. Araz. 2. Yerli.
→ evcil hayvan
evcil hayvan is. Evde bakılabilen, insana alışmış olan, evcilleştirilmiş hayvan: "... bazı kimselerin üç dört koyun ve ineğinden başka evcil hayvanı yoktur." -Halikarnas Balıkçısı.
evcilik, -ği is. Genellikle kız çocuklarının ev İşlerini örnek alarak oynadıkları oyun.
evcilleşme is. Evcilleşmek işi, ehlîleşme.
evcilleşmek (nsz) Evcil bir duruma gelmek, ehlîleşmek.
evcilleştirilme is. Evcilleştirmek işi.
evcilleştirilmek (nsz) Evcil duruma getirilmek, ehlîleştirilmek.
evcilleştirme is. Evcilleştirmek işi, ehlîleştirme.
evcilleştirmek (-i) Evcil bir duruma getirmek, ehlîleştirmek.
evcillik, -ği is. Evcil olma durumu: "İşler ilerledikçe dışarıdan geçenleri içeriye çağıran bir evcillik kazanırdı." -N. Cumalı.
evcimen sf. 1. Evine, ailesine çok bağlı (kimse): Evcimen bir erkek 2. Ev işlerini iyi bilen, becerikli (kadın): "Reçel, evlerde, evcimen hanımların ellerinde kıvamına eren bir bal değil midir?" -A. Ş. Hisar. 3. Aklı başında, sakin: "Nağmeler ve hanende sesleri, uslu ve evcimen halkı heyecana ve galeyana getiriyordu." -A. Ş. Hisar.
evç, -cı is. Ar. eve esk 1. En yüce yer. 2. astr. Yeröte. 3. astr. Günöte. 4. müz. Eviç.
evdeci is. hlk. Çiftliklerde işçilere yemek hazırlayan aşçı: "Evdecinin karısı, yakası açılmadık laflarla bizi gülmekten kırar geçirirdi." -O. Kemal.
evdemonizm is. Fr. eudemonisme fel. Mutçuluk.
evdeş is. hlk. Aynı evde oturanlardan her biri.
evdeştik, -ği is. Evdeş olma durumu.
ev ekmeği is. Ev tipi fırınlarda veya tandırlarda mayalı hamurdan pişirilen çeşitli boyda ve kalınlıkta ekmek.
ev ekonomisi is. ekon. Evin bakımı, geçimi ve yaşayışı ile ilgili bilim dah.
eveleme develeme is. Eveleme geveleme: "Mirasyedi onun evelemesinden develemesinden ve verdiği karşılıktan hoşlanmaz." S. Birsel.
eveleme geveleme is. Evelemek gevelemek işi, eveleme develeme.
evelemek develemek (-i) Eveleme gevelemek.
evelemek gevelemek (-i) Bir sözü tam söylememek, ağzının içinde mırıldanmak, evelemek develemek.
everme is. Evermek işi.
evermek (-i) hlk. Evlendirmek.
ev eşyası is. Evde kullanılan değişik nitelikli eşyaların bütünü.
evet e. 1. "Öyledir" anlamında doğrulama veya tasdik kelimesi, olur, oldu, peki, tamam, ya, beli, ha, he: "Evet, bu bahsin en canlı noktası buradadır." -Y. K. Beyatlı. 2. Konuşma arasında cümlenin olumlu anlamını pekiştirmek için kullanılan bir söz: Gidip kendisiyle konuştum, evet sonra da...
→ evet efertdimci
evet efendimci is. Kendine özgü bir düşüncesi olmadığından veya hoş görünmek için karşısındakinin her sözüne "evet efendim" diyen kimse.
evet efendimcilik, -ği is. Evet efendimci olma durumu.
evetleme is. Evetlemek işi veya durumu.
evetlemek (-i) Evet demek, onaylamak.
ev gailesi is. Evin maddi ve manevi yükü.
evgin sf. hlk. Acil: Bu, evgin bir iştir, fazla geciktirmeyiniz.
ev halkı is. Bir evde yaşayanların hepsi: "Karısını kadınlığın baş tacı eder, bütün ev halkını methe başlardı." -R. H. Karay.
evham ç. is. (-ha:mı) Ar. evham Kuruntu, kuşku, işkil, vehim, vesvese.
evhamlanma is. Evhamlanmak işi.
evhamlanmak (nsz) Kuruntu duymak, kuruntuya kapılmak, kuşkulanmak, vehmetmek.
evhamlı sf. Kuruntulu, kuşkulu, vehimli, mütevehhim.
evhamsız sf. Evhamı olmayan: "İkimiz de toprağın üstündeki büyük boşluğa aynı evhamsız gözle bakıyoruz." -R. N. Güntekin.
eviç, -vci is. Ar. eve müz. Klasik Türk müziğinde bir çeşit birleşik makam, evç.
evin is. hlk. 1. Bir şeyin içindeki öz, lüp. 2. Buğday tanesinin olgunlaşmış içi, Özü, habbe. evin bağlamak ürün tanelenmek, tane bağlamak, olgunlaşmak.
evin direği is. Ailenin en önemli kişisi: "Kızım, Ferit Bey'i kurtarırsanız, size Ömrüm boyunca dua ederim, minnettarınız olurum, evimin direğidir, giderse dünya başıma çöker."-A. İlhan.
evinin kadını is. Evine, kocasına bağlı ve bunlarla ilgili işleri başarır nitelikte olan kadın.
evinlenme is. Evinlenmek işi.
evinlenmek (nsz) hlk. Buğday, arpa vb. olgunlaşmak.
evinli sf. hlk. Özlü ve dolgun (tohum).
evinsiz sf. hlk. Özsüz, boş, kof.
evire çevire zf İyice, istediği gibi, adamakıllı: "Kravatımın ucunu yakalamış, nasıl örüldüğünü, nasıl dikildiğini evire çevire tetkik ediyor." -R. N. Güntekin.
evirgen sf. hlk. İşini bilen, ölçülü ve hesaplı iş gören.
evirme is. 1. fız. Evirtim. 2. man. Bir önermenin konusunu yüklem, yüklemini de konu durumuna getirerek vargısı doğru olan yeni bir önerme çıkarma, akis: "Hiçbir insan ölümsüz değildir" önermesinden evirme yoluyla "hiçbir ölümsüz insan değildir" önermesi çıkarılabilir.
→ ters evirme
evirmek (-i) 1. Döndürmek, çevirmek. 2. Yapısını değiştirmek, taklip etmek, evirmek çevirmek iyice, istediği gibi, adamakıllı gözden geçirmek: "Veznedar lirayı aldı, evirdi çevirdi, dudak büktü..." -H. Z. Uşaklıgil.
→ evire çevire
evirtik, -ği sf kim. Evirtime uğramış.
evirtim is. kim. vefiz. Evirtme İşi, akis: Aynaların eşya görüntülerini ters göstermesi bir evirtimdir.
evirtme is. Evirtmek işi.
evirtmek (-i) kim. 1. Sakkarozu glikoz ve levüloza çevirmek. 2. fiz. Bakışımlı olarak ters çevirmek: Aynalar eşyanın görüntülerini evirterek gösterirler.
evi sırtında sf. Evi yurdu olmadan herhangi bir yerde yaşayan.
ev işi is. Evdekilerin ev içindeki gereksinimlerini sağlayan işler.
eviye is. Fr. evier Mutfakta musluk altında bulaşık yıkamaya yarayan tekne.
→ eviye sifonu
eviye sifonu is. Mutfaklarda bulaşık yıkamaya yarayan teknenin altına konan ve pis suları ana atık su kanalına aktaran araç.
ev kadını is. 1. Ev işleriyle uğraşan ve bu işi iyi başaran kadın. 2. Dışanda çalışmayıp evinin işlerini yapan kadın.
evkaf ç. is. (evka:f) Ar. evkaf esk. 1. Vakıflar. 2. Vakıf mallarını yöneten kuruluş.
ev kirası is. Kiralanan ev için ödenen para: "Bu sekiz liranın içinden hem ev kirası veriyorlar hem de para biriktiriyorlar." -Ö. Seyfettin.
evla sf (evlâ:) Ar. evlâ' esk. Daha iyi, yeğ: "Bir şeyi bilmek, onun cahili olmaktan evladır, diyen bir hadis vardır." -A. Ş. Hisar.
evladiyelik, -ği sf. (evlâ:diyelik) esk. Evlattan evlada eskimeden kalacak kadar dayanıklı (eşya).
evladüiyal is. (evlâ:düiya:l) Ar. evlâd+ ' iyül esk. Çoluk çocuk, ev halkı.
evlat, -di is. (-lâ:dı) Ar. evlâd 1. Bir kimsenin oğlu veya kızı, çocuk: "Zengin adamlarda evlat muhabbeti daha fazla mı oluyor?" -R. H. Karay. 2. Soy, döl: "Yüksek bir tahsil görmedim ama ben de efendi evladıyım." -P. Safa. 3. ünl. Yaşlı kimselerin çocukları yaşmdakilere kullandıkları bir seslenme sözü: "Evladım, sakın kimseciklere borç etme!" -Y. Z. Ortaç, evlat edinmek yasayla belirtilmiş şartlar içinde bir kimseyi evlat olarak nüfusuna geçirmek: "Daha yüzünü görmeden o da seni kendine evlat edindi." -H. R. Gürpınar, evlat gibi (veya evladı gibi) özenle, titizlikle: "Çiçekleri suluyor, evlat gibi büyütüyordu." -P. Safa.
→ emeksiz evlat, manevi evlat, üvey evlat, âdem evladı, bel evladı, hanım evladı, insan evladı, yol evladı
evlattı sf. Evladı olan.
evlatlık, -ğı is. 1. Evlat olma durumu: "Evdekiler Tanrı huzurunda şahit tutup Seyit'i evlatlıktan reddetti." -L. Tekin. 2. Küçük yaştan beri eve alınıp yetiştirilen kimse: "Albayın evlatlığı kendini göstermek için terliklerini şaplata şaplata aşırı bir kırıtışla geçmişti." -H. Taner. 3. huk. Birinin yasayla evlat hakkı tanıdığı kimse.
evlatsız sf. Evladı olmayan: "Kadınları dul, çocukları yetim, aileleri evlatsız bırakmadık." -Ç. Altan.
evlek, -ği is. Yun. hlk. 1. Tarlanın, tohum ekmek için saban iziyle bölünen bölümlerinden her biri: "Bu korkunç mücadeleye üç evlek toprak için Mustafa'dan başka bizim köyde kimse girişmezdi." -S. F. Abasıyanık. 2. Dönümün dörtte biri kadar olan alan ölçüsü. 3. Tarlalarda suyun akması için açılan su yolu. 4. esk. On liralık kâğıt para.
evlekleme is. Evlekiemek işi.
evleklemek (nsz) Sürülecek tarlayı eşit bölümlere ayırmak.
evlendirilme is. Evlendirilmek işi.
evlendirilmek (-le) Evlenmesi sağlanmak.
evlendirme is. Evlendirmek işi.
evlendirmek (-i) Evlenmesini sağlamak: "Uşağından yazıcılarına, hizmetçilerinden mürebbiyelerine kadar evlendirdi." -R. H. Karay.
evleniş is. Evlenme işi veya biçimi.
evlenme is. Evlenmek işi, izdivaç: "Ama bu evlenmesinden şimdi pek pişmandır." -H. R. Gürpınar.
evlenmek (nsz, -le) Erkekle kadın, aile kurmak için yasaya uygun olarak birleşmek, izdivaç etmek: "Karımla benim, sanki, yeni evlenmiş gibi bir hâlimiz vardı." -Y. K. Karaosmanoğlu. evlenmek barklanmak evlenerek bir aile kurmak.
evleviyet is. Ar. evleviyyet esk. Öncelik.
evleviyetle zf. (evleviye'tle) esk. Öncelikle, haydi haydi.
evli sf. 1. Evlenmiş olan (kadın veya erkek): "İlk tanıştığı adamlara derhâl evli olup olmadıklarını sorar." -R. H. Karay. 2. Herhangi bir sayıda ev bulunan (yer): Yirmi evli bir köy. 3. Evi olan. evli evine, köylü köyüne artık dağılalım, herkes evine, işine gitsin.
→ evli barklı, tek evli
evli barklı sf. Evlenmiş, çocukları olan (kimse): "Evli barklı, döllü döşlü insan öyle mi ya? " -H. Taner.
evlik, -ği sf. Herhangi bir sayıda evi olan, hanelik.
evlilik, -ği is. Evli olma durumu: "Yağmurun evliliğe uğur sayıldığını aklından geçirdi." -H. Taner.
→ evlilik birliği, evlilik dışı, dış evlilik, iç evlilik, içten evlilik, tek evlilik
evlilik birliği is. huk. Karı ve kocadan oluşan topluluk.
evlilik dışı sf. Yasal olmayan, yasaya uygun olmayan, gayrimeşru: Evlilik dışı çocuk.
evliya is. (evliya:) Ar. evliya 1. Eren, ermiş, veli. 2. Yatır: "Yeşil sarıklı evliya yataklarının huzurunda gibiyim." -R. H. Karay, evliya gibi 1) uysal (kimse); 2) iyi ahlaklı (kimse).
→ evliya otu
evliyalık, -ği is. Ermişlik.
evliya otu is. bot. Baklagillerden, hayvanlara yedirilmek için ekilen bir bitki, eşek otu (Onobrychis).
evmek, -er bk. ivmek.
evolüsyon is. Fr. evolution biy. Değişme, gelişme.
evrak ç. is. (evra:k) Ar. evrak 1. Kâğıt yaprakları, kitap sayfaları. 2. Resmî kurumlarda işlem gören belgeler. 3. Yazılmış kitaplar, mektuplar veya yazılar: "Mektupçu evrak okur, cevap yazar, muhabere işlerini İdare ederdi." -S. Ayverdi.
→ evrak çantası, evrak dolabı, kıymetli evrak
evrak çantası is. İçinde belge veya dosya bulunan ve taşınabilen, kösele, deri, kumaş vb. yapılan Özel kap: "Evrak çantası içinden türlü türlü renklerde birtakım kâğıtlar çıkarıp göstererek ilave etti." -Y. K. Karaosmanoğlu.
evrak dolabı is. Dosyalan, diğer yazı ve belgeleri saklamakta kullanılan dolap: "Arkadaşım Doktor Nâzım'in küçük lojmanında, bir eski evrak dolabı vardı." -Y. K. Beyatlı.
evrat, -di ç. is. (evra:t) Ar. evrüd din b. esk. Müslümanlarca belirli zamanlarda okunması âdet olan dualar ve Kur'an ayetleri, evrat çekmek okunması âdet olan duaları ve Kur'an ayetlerini sürekli tekrarlamak: "Geceleri Hüsnü'nün evinde toplanır, zikreder, evrat çekerlermiş." -M. Ş. Esendal.
evre is. Bir olayda birbiri ardınca görülen, bir işte birbiri ardınca beliren, gelişen değişik durumların her biri, aşama, safha, merhale, faz.
evren is. 1. astr. Gök varlıklarının bütünü, kâinat, cihan, âlem, kozmos; "Eski yorumcular daha ileri gitmiş, evrenin yaratılmasında ve doğanın kurallarında bile matematik bir öz bulmuşlardır." -H. Taner. 2. Düzenli ve uyumlu bir bütün olarak düşünülen bütün varlıklar: "Yemeyi, içmeyi, konuşmayı, düşmanlarımı, dostlarımı, orta malı hislerimi ve evreni unuttum." -R. H. Karay. 3. mec. Kişinin içinde yaşadığı, ilişkide bulunduğu ortam: "Kendi evrenine dalmış olan Halim, ürkerek sıçradı, bir adım geriye attı."-A. İlhan.
evren bilimi is. 1. Evreni yöneten genel yasalar bilimi, kozmoloji, 2. fel. Evrenin oluşumunu, yapısını inceleyen felsefe ve bilimsel öğreti.
evren bilimsel is. fiz. Evren bilimiyle ilgili, kozmolojik.
evren doğumu is. fel. Evrenin oluşumu, kökeni, doğuşu ve yaradılışı ile ilgili kuram, kozmogoni.
evren pulu is. min. Mika.
evrensel sf. 1. Evrenle ilgili. 2. Bütün insanlığı ilgilendiren, âlemşümul, cihanşümul, üniversal: Bilim, evrenseldir. 3. Dünya ölçüsünde, dünya çapında.
evrenselleşme is. Evrenselleşmek işi.
evren selleşmek (nsz) Evrensel duruma gelmek.
evrenselleştirilme is. Evrenselleştirilmek işi.
evrenselleştirilmek (nsz) Evrensel duruma getirilmek.
evrenselleştirme is. Evrenselleştirmek işi.
evrenselleştirmek (-i) Evrensel duruma getirmek.
evrensellik, -ği is. Evrensel olma durumu.
evrik, -ği sf. man. ve mat. Başka bir önermeye, teoreme veya probleme göre terimleri ters durumda olan (önerme, teorem veya problem): "Üçün altıya oranı, altının on ikiye oram gibidir" ve "on ikinin altıya oranı, altının üçe oranı gibidir" önermeleri, birbirinin evriğidir.
evrilir sf. 1. man. Konu ile yüklemin birbirinin yerine geçmesiyle doğruluğu bozulmayan (önerme): "Her insan güler" evrilir bir önerme sayılır, çünkü "her gülen insandır" yargısı yanlış olmaz. 2. sin. ve TV Alıcıda kullanılıp kimyasal işlemden geçtikten sonra doğrudan doğruya pozitife dönebilen (film).
evrilme is. Evrilmek işi.
evrilmek (nsz) Bir biçimden başka bir biçime doğal olarak dönmek.
evrim is. 1. Zaman içinde birdenbire olmayan, kesintisiz, niteliksel ve niceliksel gelişme süreci. 2. biy. Bir canlıyı ötekilerden ayırt eden biçimsel ve yapısal karakterlerin gelişmesi yolunda geçirilen bir dizi değişme olayı, tekâmül. 3. İnkılap.
evrimci is. 1. Evrimcilik yanlısı olan kimse. 2. sf. Evrimcilikle ilgili.
evrimcilik, -ği is. fel. Evrimi temel alan doğa bilimi ve felsefe Öğretisi.
evrişik, -ği sf. man. Evirme yoluyla elde edilen (önerme): "Her insan güler" önermesinin evrişiği, "her gülen insandır" biçiminde olur.
evropiyum is. Fr. Europium kim. Atom numarası 63, atom ağırlığı 122 olan, yalnız tuzlan ve bir tek oksidi bulunan, parlak gri renkte bir element (simgesi Eu).
evsaf ç. is. (evsaıf) Ar. evsâf esk. Nitelikler, vasıflar.
ev sahibi is. Evi veya konutu yasalara göre tasarrufu altında bulunduran, evin sahibi olan kimse, mülk sahibi: "Salacak'ta otururken ev sahibimizin bir kızı vardı." -H. Taner.
ev sahipliği is. Ev sahibi olma durumu, ev sahipliği yapmak 1) herhangi bir toplantının düzenlenmesi için gerekli hazırlıkları üstlenmek; 2) konukları güler yüzlü davranıp iyi ağırlamak.
evsel sf. Evle ilgili: Evsel atıklar.
→ evsel atık
evsel atık, -ğı is. Evde kullanımdan düşmüş, eskimiş, yıpranmış veya çöp durumuna gelmiş maddeler.
evseme is. Evsemek işi veya durumu.
evsemek (nsz) Evini, yurdunu özlemek.
evsin is. Avlanırken avcıların hayvanlardan gizlendiği yer: "Avcılar evsinler yapmışlardı ağaçlıkların arasında ..." -A. Kutlu.
ev sineği is. zool. Böcekler sınıfının, çift kanatlılar takımından, kül renkli, dizanteri ve tifo mikropları taşıyan bir eklem bacaklı türü (Musca domestica).
evsiz sf. Evi olmayan: "Zavallı evsizler ne zaman başlarının üstünde bir dama kavuşacaklar, diye her ağızdan bir nakarat..." -H. E. Adıvar.
→ evsiz barksız
evsiz barksız sf. İşsiz güçsüz, avare, başıboş.
evsizlik, -ği is. Evsiz olma durumu.
evvel zf. Ar. evvel 1. Önce: "Hikâyeye girmeden evvel uzun uzun gevezelikler yapmamalıyız. " -S. F. Abasıyanık. 2. sf. İlk, önceki, geçmiş, evvel Allah "önce Tanrı yardımıyla" anlamında bir pekiştirme sözü: "Korkma, evvel Allah, seni üşütmeyiz. Ben sana odun bulur getiririm." -R. N. Güntekin. evvel zaman içinde, kalbur saman içinde "çok zaman önce" anlamında bir tekerleme.
→ evvel ahir, evvel bahar, evvelemirde, evvel zaman, aklıevvel, cemaziyelevvel, kânunuevvel, rebiyülevvel, teşrinievvel
evvela zf. (e 'vvelâ:) Ar. evvelâ Önce, ilk önce, ilkin: "Başım ellerinin içine alarak evvela kendini bir tartmak istedi." -P. Safa. evvela can, sonra canan önce can, sonra sevgili.
evvel ahir zf. Önünde sonunda.
evvel bahar is. esk. İlkbahar: "Yollar evvel bahar gibiydi, aldanıp oyalandık." -R. H. Karay.
evvelce zf. (evve'lce) 1. Önce. 2. Önceleri, eskiden: "Evvelce, yolda bir yere çarpmaktan, bir şey devirmekten korkar gibi, sünepe sünepe yürürdü." -R. H. Karay.
evvelden zf. (evvelden) Önceden, eskiden, evvelce.
evvelemirde zf. (evvelemirde) esk. Öncelikle, ilk Önce, her şeyden önce: "Şunu evvelemirde doktoruna götürün, muayene etsin." -A. Gündüz.
evveli sf hlk. 1. Önceki: Evveli gün. 2. zf. Eskiden: Evveli böyle derlerdi.
evveliyat ç. is. (evveliyaıt) Ar. evveliyyüt Bir işin önceki evreleri, öncesi, önceleri: "İşin evveliyatını bilmeyen ırgatlar bu tariften bir şey anlayamamış, hayrette kalmışlardı." -H. Taner.
evvelki sf. 1. Önce olan, önceki: "Feyziye'nin en parlak devri hürriyetten evvelki devre tesadüf eder." -R. H. Karay. 2. İki Önceki: "Evvelki günkü at hadisesinden hiçbirine bahsetmemişti." -H. Taner.
evvelleri zf. Önceleri.
evvellik, -ği is. Evvel olma durumu.
→ aklıevvellik
evvelsi sf. Evvelki.
evvel zaman zf. Çok önceden, çok eskiden, önceleri: Bir evvel zaman içinde / Kalbur saman içinde.
ev yemeği is. Evde yapılan yemek.