en

-en (I) bk. -an / -en (I).

-en (II) bk. -an/-en (II).

en (I) ıs. Bir yüzeyde boy sayılan iki kenar arasındaki uzaklık, genişlik, boy, uzunluk karşıtı: Kumaşın eni. Yolun eni. Kâğıdın eni.

en (II) is. hlk. Hayvanlara veya eşyaya vurulan damga, işaret.

en (III) zf. Başına geldiği sıfatların üstün derecede olduğunu gösteren kelime: "Avucumu yumduğum zaman ailemin en kuvvetli erkekleri bile parmaklarımı açamazlardı. " -R. N. Güntekin. en azından en azı ile, hiç olmazsa: "Park, benzersizliği ve en azından ilk oluşuyla kasabalılara övünç vereceğe benzemektedir." -T. Buğra, en fenası en kötüsü, en iyisi en çok tercih edilen. en kötüsü hiç istenmeyen.

enam (I) is. (ena:m) Ar. enam esk. 1. Yaratılmış bütün canlılar. 2. Halk.

enam (II) is. (ena:m) Ar. en'âm din b. esk. Bazı ayet ve sureleri içeren dua kitabı.

enaniyet is. Ar. enöiyyet esk. Bencillik.

enayi sf. (enaıyi) argo Fazla bön, avanak, et kafalı, budala: "İyice buldum kafayı, sen daha bulmadıysan enayisin." -A. İlhan.

enayi dümbeleği

enayice zf. (enaıyi'ce) Enayi gibi, enayicesine.

enayicesine zf (ena.yi'cesine) Enayice: "Enayicesine bütün şehir insanlarının gözü önünde yapılan hırsızlığı bile bile..." -S. F. Abasıyanık.

enayi dümbeleği is. argo Çok enayi: "Anam, sen beni enayi dümbeleği mi sanıyorsun?" -Ö. Seyfettin.

enayileşme is. Enayileşmek işi veya durumu: "Sen de enayileşme öyleyse. Bu yaşa kadar kadın mı görmesin? " -N. Cumalı.

enayileşmek (nsz) argo Enayi durumuna düşmek.

enayilik, -ği is. Enayi olma durumu, enayice davranış: "İnsan, enayiliğine ait hakikatleri ancak bu nispette itiraf edebilir." -B. Felek. enayilik etmek enayi gibi davranmak: "E-nayilik edip de fazla vakit kaybedeyim deme!"-N. Cumalı.

enberi is. astr. Çift yıldızlarda birleşenlerin kütle merkezine göre çizdikleri elips yörüngede, kütle merkezinin bulunduğu odağa en yakın nokta.

enbiya is. (enbiya:) Ar. enbiyâ din b. Nebiler, peygamberler.

encam is. (enca:m) Far. encam esk. 1. Son, işin sonu: "Nereye varır bu işin encamı?" -A. İlhan. 2. mec. Gelecek: "Encamımız hayrolsun demekten başka elden ne gelir?" -A. Gündüz.

encümen is. Far. encümen Alt kurul: "Nadir eserleri kopya etmek üzere encümenin kararı ile Fransa'ya gönderildim." -H. Taner.

belediye encümeni

endam is. (enda:m) Far. endam Vücut, beden, boy bos: "Yıldız'a sezdirmeden genç kızın endamına bakakaldı." -A. Gündüz.

endam aynası

endam aynası is. İnsanı boyunca gösteren ayna: "Yazık sana, bir endam aynan bile yok... Ne biçim artistsin sen?" -T. Buğra.

endamlı sf. Boylu, boyu boşu yerinde: "Endamlı, balıketinde bir taze." -A. İlhan.

endamsız sf. Boyu boşu yerinde olmayan, kısa, çelimsiz: "Çoğu bodur, endamsız, kemikli yüzlü ve sönük gözlü olduklarından..." -R. H, Karay.

endaze is. (enda:ze) Far. endaze esk. 1. 65 cm boyunda bir uzunluk ölçüsü: "Birader, bir ağızlık kullanıyor, nah, asgari bir endaze boyunda..." -A. İlhan. 2. mec. Ölçü: "Mürüvvete endaze olmaz." -Atasözü, endazeyi kaçırmak fazla abartmak, ölçüyü kaçırmak: "Endazeyi kaçırmışsındır çancı ustası, dedi, olmayacak bahse sürersin emmi oğlumu." -K. Bilbaşar. endazeyi şaşırmak ne yapacağına karar verememek, eli ayağı dolaşmak: "Biri bu konuda damarına basınca endazeyi şaşırıyor, kendine hükmedemiyordu." -N. Araz.

endazeleme is. Endazelemek işi.

endazelemek (-i) Endaze ile ölçmek.

endazeli sf. Ölçülü.

endazesiz sf. Ölçüsüz.

endeks is. Fr. index İndeks.

geçinme endeksi

endeksleme is, Endekslemek işi.

endekslemek (-i) Endekse bağlamak.

endekslenme is. Endekslenmek işi veya durumu.

endekslenmek (-e) Endekse bağlanmak.

endeksletme is. Endeksletmek işi.

endeksletmek (-i) Endekse bağlatmak.

endeksli sf Endekse bağlanmış.

endemik, -ği sf. bot. Sadece bir bölgede yetişen.

ender sf. Ar. ender 1. Çok az, çok seyrek: "Ender fırsatlarla gittiğim bu salaşın içi bana pek sempatik gelirdi." -B. Felek. 2. zf. Çok seyrek olarak, çok seyrek bir biçimde.

enderun is. Far. enderün tar. 1. Saraylarda harem ve hazine dairelerinin bulunduğu yer. 2. Büyük sarayların iç bölümü. 3. Devlet görevlilerini yetiştiren okul.

enderunlu sf. tar. Enderunda eğitim görmüş olan.

endirekt sf. Fr. indirect Doğrudan olmayan, dolaylı.

endişe is. (endiışe) Far. endişe 1. Düşünce. 2. Tasa, kaygı: Bütün çehrelere hemen bir durgunluk, hüzün, endişe çökerdi." -R. H. Karay. 3. Kuşku. 4. Korku, endişe etmek tasalanmak, kaygılanmak, endişeye düşmek tasaya kapılmak, kaygılanmak: "Asıl bu bakımdan endişeye düşerek yalnız beni çağırmakla kalmamış..." -Y. K. Karaosmanoğlu.

endişelenme is. Endişelenmek işi.

endişelenmek (-den) Tasalanmak, kaygılanmak: "Biz hep o haberlerin tesiriyle düşünür, endişelenir, kuşkulanır, kederlenir dururuz. " -Y. K. Beyatlı.

endişeli sf. Endişesi olan: "O zamanlar ezberi tam kıvırıp kıvramayacağımızdan endişeli, kalp çarpıntıları içinde sıranın bize gelmemesi için dua ederdik." -Ç. Altan.

endişesiz sf. Endişesi olmayan.

endişesizlik, -ği is. Endişesiz olma durumu.

endoderm is. Fr. endoderme anat. ve bot. İç deri.

endogami is. Fr. endogamie sos. İç evlilik.

endokrin is. Fr. endocrine biy. İç salgı.

endokrinoloji is. Fr. endocrinologie anat. İç salgı bilimi.

endokrinolojik, -ği sf. Fr. endocrinologiaue Endokrinoloji İle ilgili.

Endonezyalı öz. is. (Endone'zyalı) Endonezya halkından olan kimse.

endoskop, -bu is. Fr. endoscope tıp İnsan vücudunun herhangi bir boşluğunu, muayeneyi kolaylaştırmak için aydınlatıp görünür duruma getiren alet.

endoskopi is. Fr. endoscopie tıp İnsan vücudunda, organ veya kovuk içlerinin endoskopla muayenesi.

endotermik, -ği sf. Fr. endoihermiaue kim. Isıalan.

endüksiyon is. Fr. înduction fel. Tümevarım.

endüstri is. Fr. industrie Sanayi: "Roman, basın endüstrisinin tüketime sürdüğü bir mal niteliğindedir." -N. Cumalı.

sinema endüstrisi

endüstrileşme is. Endüstrileşmek işi, sanayileşme.

endüstrileşmek (nsz) Endüstri alanında gelişmek, sanayileşmek.

endüstriyalizm is. Fr. industrialisme Sanayicilik.

endüstriyel sf. Fr. industriel Endüstri ile ilgili, sınai.

-enek bk. -anak / -enek.

enek, -ği sf. hlk. Enenmiş, burulmuş, erkekliği giderilmiş.

eneme is. Enemek işi.

enemek (-i) Erkeklik bezlerini burarak veya çıkararak erkekliğini gidermek, iğdiş etmek, hadım etmek.

enenme is. Enenmek işi.

enenmek (nsz) Eneme işi yapılmak, erkekliği giderilmek.

enerji is. Fr. energie 1. fız. Maddede var olan ve ısı, ışık biçiminde ortaya çıkan güç, erke: Isıl enerji. Elektrik enerjisi. Mekanik enerji. 2. Organların çalışabilmesi ve vücut ısısının sürdürülebilmesini sağlayan besin öğelerinin oluşturduğu güç. 3. mec. Manevi güç: "Size yaşamak enerjisini verecek kitaplar tavsiye ederim." -P. Safa.

enerji kaynağı, jeotermal enerji, kinetik enerji, nükleer enerji, serbest enerji, atom enerjisi

enerjik, -ği sf. Fr. energiaue 1. Enerji ile ilgili. 2. Güçlü ve hareketli, aktif: "... şüphesiz daha dinçtir, enerjiktir, uyanıktır, oraya buraya koşar, çalışır, didinir." -H. Taner. 3. Davranışlarında kararlarım kesinlikle uygulayan: Enerjik bir yönetim.

enerji kaynağı is. Güç kaynağı.

enerjiklik, -ği is. Enerjik olma durumu.

enez sf. hlk. Cılız, zayıf, güçsüz.

enfarktüs is. Fr. infarctus tıp Bir organda, bir atardamarın, doku bozukluğu sonucu kan pıhtısı ile tıkanması: Kalp enfarktüsü. Akciğer enfarktüsü.

enfeksiyon is. Fr. infection tıp Organizmada hastalığa yol açan bir mikrobun genel veya yerel gelişmesi, yayılması.

enfes sf. Ar. enfes Çok güzel, en güzel: "Eline sağlık, ağacığım, sütlaç enfesti." -Y. Z. Ortaç.

enfiye is. Ar. enjiyye esk. 1. Çürütülmüş tütünden yapılan ve buma çekilen keyif verici toz, burun otu. 2. Burna çekilmek için hazırlanmış toz ilaç: "Gözleri dönmüş bir hâlde kendisini sokağa atar, bol enfiye çekerek akşamlara kadar bir başına dolaşır." -R. H. Karay.

enflasyon is. (enflâsyon) Fr. inflation 1. ekon. Para şişkinliği. 2. mec. Gereğinden fazla artış, şişkinlik: "Hasılı orada da bizdeki gibi bir armağan enflasyonu var." -H. Taner. 3. hlk. Pahalılık: "Esnaf, enflasyonun acısını fiyatları insafsızca artırarak çıkarıyor." -H. Taner.

enffasyonist sf (enflâsyonist) Fr. inflâsioniste ekon. Enflasyonla ilgili, enflasyona dayanan, enflasyona bağlı: Enflâsyonist baskı.

enflüanza is. (enflüa'nza) Fr. influenza tıp Grip.

enformasyon is. Fr. information 1. Danışma, tanıtma. 2. Haber alma, haber verme, haberleşme: Enformasyon müdürlüğü.

enformatik, -ği is. Fr. informaüaue Bilişim.

enfraruj is. Fr. infrarougefiz. Kızıl ötesi.

enfrastrüktür is. Fr. infrastructure Altyapı.

enfüsi is. (enfüsi:) Ar. enfusi esk. Nesnelerin gerçeğine değil, ferdin düşünce ve duygularına dayanan, Öznel.

engebe is. coğ. Deprem, rüzgâr, sel vb. iç ve dış güçlerin etkisiyle oluşan, yayla, ova, koyak, çukur, dağ vb. biçimlerin bütünü, yer biçimleri, yüzey şekilleri, arıza, avarız.

engebeli sf. Engebesi olan, engebesi çok olan, arızalı: Engebeli arazi.

engebelik, -ği is. coğ. 1. Engebeli olma durumu. 2. Yer biçimleri, yüzey biçimleri, arıza: Anadolu'nun engebeliğini gösteren bir harita.

engebesiz sf Engebesi olmayan.

engel is. 1. Bir şeyin gerçekleşmesini önleyen sebep, mâni, mahzur, müşkül, pürüz, mania: "Bürokratik engelleri ortadan kaldıracak bir formül aradık ve bulduk." -H. Taner. 2. sp. Engelli koşularda, her yarışçının üzerinden atlaması gereken, çerçeve ile tabandan kurulu tahta düzenek, engel çıkarmak bir işin yapılmasını zorlaştırmak, engel olmak önlemek, geciktirmek: "Yabancı gitmek isteyince ikisi birden engel oldular." -N. Araz.

engel balığı, engel sınavı, kutup engel, güvenlik engeli

engel balığı is. zool. Uskumru cinsinden küçük balık.

engelleme is. 1. Engellemek işi. 2. psikol. istek, gereksinim veya bir davranışın belli bir sonuca ulaşmasının önlenmesi. 3. Siyasi kuruluşlar vb.nde tartışma yöntemlerinin bütün imkânlarından yararlanılarak kanunların tartışılmasını ve oylanmasını düzenli bir biçimde önlemek, geciktirmek amacıyla yapılan girişimler, obstrüksiyon.

engellemek (-i) 1. Bir şeyin gerçekleşmesini veya yapılmasını önlemek: "Bununla beraber, gülüşünü engelleyen değil, değiştiren bir şeyler de vardı." -T. Buğra. 2. sp. Güreste hasmı çaprazda sürerken düşürmek için ayağına basmak veya topuğuna ayak takmak.

engellenme is. Engellenmek işi.

engellenmek (nsz) Engel olunmak: "... haberleşme engellenemez ve gizliliğine dokunulmaz. " -Anayasa.

engelletme is. Engelletmek işi.

engelletmek (-i) Engel olmak.

engelleyiş is. Engelleme işi veya biçimi.

engelli sf. 1. Engeli olan, mânialı. 2. Vücudunda eksik veya kusuru olan.

engelli koşu, görme engelli, konuşma engelli

engelli koşu is. sp. Belirli aralıklarla konmuş, değişik yükseklikteki on çitli engelin üzerinden aşılarak sürdürülen koşu.

engellilik, -ği is. Engelli olma durumu.

görme engellilik

engel sınavı is. eğt. Yönetmeliklerde belirtilen Özürleri nedeniyle herhangi bir sınava zamanında giremeyen öğrenciler için açılan sınav.

engelsiz sf. Engeli olmayan, mâniasız.

engerek, -ği is. zool. Engerekgillerden, başı üç köşeli, rengi kara veya karaya yakın, taşlık ve güneşli yerlerde yaşayan, zehirli bir yılan (Vipera aspis).

engerek otu, sarıengerek, kum engereği

engerekgiller ç. is. zool. Örneği engerek olan zehirli yılanlar familyası.

engerek otu is. bot. Hodangillerden, türleri süs bitkisi olarak yetiştirilen, yapraklan sert tüylü bir ot (Echium vulgare).

engin (I) sf. 1. Ucu bucağı görünmeyecek kadar geniş, çok geniş, vâsi: "Bu deniz de sabahın sisi içinde engin, sınırsız bir deniz gibi görünür." -H. Taner. 2. is. Açık deniz: "Enginden dönen deniz kuşları sessiz kanatlarıyla başımın üstünde dolaşıyorlar." -R. N. Güntekin.

engin (II) sf. hlk. 1. Değer ve fiyatı düşük olan: Engin mal. 2. Yüksekte olmayan, alçak (yer), ingin, münhat: "Engin olur bizim elin ovası / Yüksek olur yaylaların havası." -Halk türküsü.

enginar is. Yun. bot. 1. Bileşikgillerden çok yıllık, dikenli bitki (Cynara scolymus). 2. Bu bitkinin sebze olarak tüketilen, iri, yuvarlak, yeşil çiçeği.

yabani enginar, sakız enginarı, yaban enginarı

enginleşme is. Enginleşmek işi veya durumu. enginleşmek (nsz) Engin bir durum almak.

enginlik, -ği is. 1. Engin olma durumu. 2. Alabildiğine genişlik: "Yaylayı inmiş, ovanın enginliğinde hızlıca yol alıyordu." -N. Araz.

engizisyon is. Fr. inquisition tar. ve din b. 1. Orta Çağda, Katoliklerde katı din inançlarına karşı gelenleri cezalandırmak İçin kurulan kilise mahkemelerinin adı. 2. Orta Çağda, Katoliklerde katı din inançlarına karşı gelenleri cezalandırma yöntemi: "O eski engizisyonlar, o işkence aletleri gibi canavarlıklar artık var mı? " -H. R. Gürpınar.

enik, -ği is. 1. Kedi, köpek vb. çok memeli hayvanların yavrusu: "Köyün mezbelesinde, köpek enikleriyle insan yavruları birbirine karışmış, oynaşıyorlar." -Y. K. Karaosmanoğlu. 2. argo Çocuk: "Evliyim ya, üç de enik var arkamda..." -N. Cumalı.

enikleme is. Eniklemek işi.

eniklemek (nsz, -i) hlk. Kedi, köpek vb. doğurmak.

enikonu zf. İyiden iyiye, iyice, oldukça: "Rahmi idadide okurken Rıza efendi artık enikonu zengindir." -T. Buğra.

eninde sonunda zf. Önünde sonunda: "Kalıcı olan, iyi niyetli insanların yaşadığı sevgi dolu dünyasıdır eninde sonunda." -N. Cumalı.

enine boyuna sf. 1. Gösterişli, iri yan: "Hulusi Bey elli yaşlarında, enine boyuna bir adamdı." -H. Taner. 2. zf. Çok İnce ayrıntıları İle, eksiksizce, enikonu: "Benimle enine boyuna serbest konuşmaktan zevk alırdı." -Y. K. Beyatlı.

enir is. bot. Bir tür yaban mersini.

enişte is. (eni'şte) Bir kimsenin kız kardeşinin veya kadın hısımlarından birinin kocası: "Enişteniz olacak zat karısını çok seviyormuş." -A. Gündüz.

enjeksiyon is. Fr. injection îğne yapma, İğne vurma: "Ağrısına karşı ağrı dindirici bir enjeksiyon yapıldı." -H. Taner.

enjeksiyoncu is. Enjeksiyon yapan kimse: "Bana gelen enjeksiyoncu sık sık onu da iğneler. " -Y. Z. Ortaç.

enjekte is. Fr. injecte "Zerk etmek" anlamında kullanılan enjekte etmek birleşik fiilinde geçen bir söz.

enjektör is. Fr. injecteur Şırınga: "Üzerinde ağızları açık kalmış ilaç şişeleri, pamuk parçaları, kırık bir enjektör ile bir küçük masa..."-R. N. Güntekin.

enkaz ç. is. (enka:z) Ar. enkaz Yıkıntı, döküntü, çöküntü: "Enkaz hâlini bulmuş olan o bina az zaman içinde, boyalı, badanalı, yepyeni meydana çıktı." -R. H. Karay.

enkaz eldiveni, gemi enkazı

enkaz eldiveni is. Kaim kumaş ve deri karışımından yapılan ve enkaz kaldırmada kullanılan eldiven.

enlem is. coğ. Yer yuvarlağı üzerinde herhangi bir noktadan geçen paralel ile Ekvator arasmdaki yay parçasının açısal değeri, arz derecesi.

enlem dairesi

enlem dairesi is. coğ. Aynı enlemdeki noktaların oluşturduğu Ekvator'a paralel daire, arz dairesi.

enlemesine zf. Eni boyuna göre daha fazla olarak: "Bina sekiz köşeliydi, enlemesine yapılmış olan asıl kahvehaneye birkaç merdivenle çıkılırdı." -S. Birsel.

enli sf. Eni büyük olan, geniş: "Kenarları gençliğinde işlediği enli dantellerle çevrili patiska örtülü minderlerde oturuyordu." -C. Uçuk.

enlice sf. Eni biraz geniş: Enlice bir kumaş parçası.

enlilik, -ği is. Enli olma durumu: "İstediğin enlilikte kurdele bulamadım." -M. Yesari.

enöte is. astr. Çift yıldızlarda, yoldaşın başyıldıza göre çizdiği bağlı yörüngenin, başyıldıza en yakın noktası.

ensar ç. is. (sa:rı) Ar. enşâr din b. Hz. Muhammed'e hicret zamanında yardım eden Medineliler.

ense is. anot. Boynun arkası: "Cebinden küçücük siyah bir mendil çıkardı. Yüzünü, gözünü, ensesini, boynunu sildi." -S. F. Abasıyanık. ense kulak yerinde tkz. 1) iri yarı (erkek); 2) kelli felli. ense yapmak argo hiç çalışmadan rahatça yaşamak, ensesinde boza pişirmek 1) ısıtmak, kızgın duruma getirmek: "Güneş, bütün gün enselerinde boza pişirmiş, vücutlarının teri mintanlarının üstüne çıkmıştı." -H. Taner. 2) birini çok üzmek, tedirgin etmek: "İhtiyarlık kepaze şey... Şimdi çocuk evde ensemde boza pişiriyor." -R. N. Güntekin. 3) sürekli çalıştırmak, ensesine binmek birine bir işi yaptırmak İçin sürekli baskı altında bulundurmak. (birinin) ensesine yapışmak yakalayıp sıkıştırmak: "Polisler ikametgâhsu diye ensene yapışırlar, seni deliğe tıkarlar." -Y. K. Beyatlı.

enseyi karartmak ümitsizliğe kapılmak, karamsarlığa düşmek.

ense çukuru, ense kökü, ensesi kalın

ense çukuru is. Ensede boyun hizasında bulunan çukurluk: "Ellerini, kumral saçlarının döküldüğü ense çukuruna kenetlerdi." -S. F. Abasıyanık.

ense kökü is. Ensenin gövde ile birleştiği yer: "Şu ense köküne vurdukça biraz rahatlar gibi oldu."-H. Taner.

enseleme is. Enselemek işi.

enselemek (-i) argo Kaçan veya saklanan birini yakalamak: "... polisim de hırsızı enselemek istiyorum." -R. N. Güntekin.

enselenme is. Enselenmek işi.

enselenmek (nsz) argo Yakalanmak, ele geçirilmek.

enseletme is. Enseletmek işi.

enseletmek (-i) argo Enseleme işini yaptırmak.

enser is. hlk. Ekser.

ensesi kalın sf. 1. Güçlü, istediğini yapabilen, sözü geçer (kimse). 2. Varlıklı, zengin.

ensest is. Fr. inceste sos. Aile içi yasak ilişki. ensiz sf. Eni küçük olan, dar: "Bu ensiz tahta köprü altında ince dere." -E. B. Koryurek.

ensizlik, -ği is. Ensiz olma durumu.

enstantane is. Fr. instantane 1. Işıklama süresi saniyenin 1/25'i veya daha kısa olan hızlı bir hareketi çekme yöntemi. 2. Bu yöntemle çekilen fotoğraf: "Bir iki enstantane denemesi yapmak istiyorum." -Ç. Altan. 3. sf. Bir anda olan: "Yazmanın çok enstantane bir düşünce olduğunu biliyorum. " -S. F. Abasıyanık.

enstantane fotoğraf

enstantane fotoğraf is. Enstantane.

enstitü is. Fr. institut Bir üniversiteye bağlı veya bağımsız bir kuruluş olarak genellikle araştırma yapan ve bazı durumlarda öğretime de yer veren eğitim kurumu: Türk Standartları Enstitüsü. Türkiyat Enstitüsü.

eğitim enstitüsü, güzellik enstitüsü, sanat enstitüsü

enstrüman is. müz. Çalgı.

enstrümantal, -li sf. Fr. instrumental müz. Yalnız çalgılarla ilgili olan.

enstrümantal müzik

enstrümantalizm is. Fr. instrumentalisme fel. Araççılık.

enstrümantal müzik, -ği is. Yalnız çalgılar için hazırlanmış müzik.

ensülin is. bk. insülin.

entari is. (entaıri) Ar. 'anten 1. Genellikle tek parçalı kadın giyeceği: "Önünden düğmeli bir entari, şimdi gibi gözlerimin önünde." -Z. Selimoğlu. 2. Erkeklerin giydiği uzun, düz üstlük: "Evden en yeni çamaşırlarımla bayramlık entarim getirildi." -R. H. Karay.

entarilik, -ği sf. Entari yapılmaya uygun (kumaş).

entegrasyon is. Fr. integration Bütünleşme, birleşme.

entegre sf. Fr. integre Bir bütünü, bir grubu oluşturan.

entel sf. Fr. inteüectuelle 1. Entelektüel olmaya özenen ancak bunun için gerekli olan niteliği kazanmamış (kimse). 2. is. mec. Sahte aydın.

entelekt is. Fr. intellect psikol. Anlık.

entelektüalizm is. Fr. intellectualisme fel. Anlıkçılık.

entelektüel sf. Fr. intellectuel 1. Bilim, teknik ve kültürün, değişik dallarında özel Öğrenim görmüş (kimse), aydın, münevver: "Pek sevinmez görünmek, bazı entelektüel bozuntularının oldum olasıya başvurdukları pis bir numaradır." -H. Taner. 2, Fikir sorunlarıyla İlgili: Entelektüel bir çalışma.

entelektüellik, -ği is. Entelektüel olma: "Kendisi hiçbir zaman entelektüelliğe özenmedi." -H. Taner.

entelekya is. (enteîe'kya) Yun. fel. Aristo'ya göre, her varlığın erişmeye yöneldiği olgunluk durumu.

enteresan sf. Fr. interessant İlgi çekici, ilginç: "Zengin bakkalın bu adamdan kat kat daha enteresan bir hayatı vardır." -S. F. Abasıyanık.

enteresanlık, -ğı is. Enteresan olma durumu, ilginçlik.

enterfon is. Fr. interphone İç telefon donanımı.

enterkoneksiyon is. bk. interkoneksiyon.

enternasyonal, -li is. Fr. International 1. Uluslararası. 2. Devletlerin proletaryasının katıldığı uluslararası topluluk.

enternasyonalci is. Uluslararasıcı, beynelmilelci.

enternasyonalcilik, -ği is. Uluslararasıcılık, milleti erarasıcılık, beynelmilelcilik.

enternasyonalizm is. Fr. internationalisme Uluslararasıcılık, beynelmilelcilik.

enterne sf. Fr. interne Gözaltında olan. enterne etmek gözaltına almak.

entertip, -bi is. Ing. intertype Basımcılıkta harfleri satır olarak dizen ve döken dizgi makinesi.

entimem is. Fr. enthymeme fel. Bir veya birden çok öncülü, önceden bilindiği varsayılarak kaldırılmış olan tasımsal çıkarım: "Çocuk! Büyüklerin işine karışma!" sözü bir entimemdir, çünkü "çocuklar büyüklerin işine karışmamalı; sen de çocuksun; şu hâlde sen de karışma" değerindedir.

entipüften sf. Hiç değeri olmayan, derme çatma, uydurma: "Entipüften bir ödülün ne büyük prestiji ne de taşıdığı saygın isme bir katkısı olur." -H. Taner.

entomoloji is. Fr. entomologie zool. Böcek bilimi.

entomolojik, -ği sf. Fr. entomologiaue Entomoloji ile ilgili.

entomolojist is. Fr. entomologiste Böcek bilimci.

entrika is. (entri'ka) Fr. intrigue Bir işi sağlamak veya bozmak için girişilen gizli çalışma, oyun, dolap, düzen, dalavere, dek, desise, hile: "Komşu çocuğuyla entrikaları, yarım temasları hiç olmamıştır." -Y. Z. Ortaç, entrika çevirmek entrika ile amacına ermeye çalışmak, dolap çevirmek, entrikaya kurban gitmek bir hileli, dalavereli iş sonunda zarara uğramak: "İşi bu kadar sağlama almış olduğu hâlde, dışarıda entrikaya kurban gidiyormuşçasına ağlamaklı..." -H. Taner.

entrikacı .sf Düzenci.

entrikacılık, -ğı is. Entrikacı olma durumu.

entropi is. Yun. İstatistik kurallarına göre yönlendirilen bir haber kaynağının haber içeriklerinin oranı.

enva ç. is. (enva:) Ar. enva esk. Türler, çeşitler.

envaiçeşit, envaitürlü

envaiçeşit, -di sf Ar. enva' + Far. çeşiden Envaitürlü.

envaiçeşitli sf Envaitürlü.

envaitürlü sf Çok değişik türleri olan, çeşitli çeşitli, türlü türlü, envaiçeşit, envaiçeşitli.

envanter is. Fr. inventaire tic. 1. Bir ticaret kuruluşunun para, mal ve diğer varlıklarıyla genel olarak borçlu ve alacaklı durumlarını, nicelikleri ve değerleriyle ayrıntılı olarak gösterme. 2. Bu durumu gösteren çizelge. 3. Mal ve değerlere ait döküm.

envestisman is. Fr. investissement ekon. Yatırım.

enzim is. Fr. enzyme biy. Bir kimyasal tepkimeye sebep olan ve onu hızlandıran, eriyebilir organik madde.

eosen is. Fr. eocenejeol. Üçüncü Çağın, memelilerin oluştuğu dönemi.