-em bk. -am / -em.
em is. hîk. İlaç, merhem, eme seme yaramamak işe yaradığı kabul edilmemek, makbule geçmemek, takdir edilmemek, eme yaramak işe yaramak, yararlı olmak.
eman is. Fr. eman Radyoaktif cisimlerde ölçü birimi.
emanet is. (ema:net) Ar. emânet 1. Birine geçici olarak bırakılan ve teslim alınan kişice korunması gereken eşya, kimse vb., inam, vedia: "Emaneti olanlar burada her vakit bunlarla ilgilenecek bir çırak bulurlar." -S. Birsel. 2. Bir kimse ile birine gönderilen şey: İstanbul'dan getirdiğim emanetinizi akşam benden alınız. 3. Eşyanın ücret karşılığı geçici bir süre bırakıldığı yer. 4. Can, ruh: Allah emanetini alsın da kurtulayım. emanet bırakmak (veya vermek) bir eşya, para vb.ni koruma işi yapan kimseye veya yere vermek: Bavullarımı otele emanet bıraktım, emanet etmek bir şeyi veya bir kimseyi birine veya bir yere korumak için bırakmak: "Değirmenimi evvel Allah, sonra size emanet ediyorum." -S. F. Abasıyanık. emanete hıyanet olmaz emanet olarak bırakılan şeyi titizlikle korumak gereklidir.
→ emanet dolabı, emanetullah, şehremaneti
emanetçi is. (ema:netçi) 1. Ücret karşılığı eşyayı koruyan kimse. 2. mec. Bir görevi geçici olarak üstlenen: Emanetçi parti başkanı.
emanetçilik, -ği is. Emanetçinin işi.
emanet dolabı is. Emanetçinin aldığı para veya eşyayı sakladığı mobilya.
emaneten zf. (ema:neten) Ar. emaneten Emanet olarak.
emanetullah is. (emaınetullah) Ar. emânetullah esk. Sığıntı, yetim ve öksüz çocuk: "Kızları, damatları araya girdiler. Ne de olsa bu, bir emanetullahtı. Onu gece yarısı sokağın ortasına atıvermek yakışık almazdı." -R. N. Güntekin.
emare is. (ema:re) Ar. emare esk. Belirti, iz, ipucu: "Fakat hepsinin yüzünde korku ve endişe emarelerini ayan beyan görmüştüm." -Y. K. Karaosmanoğlu.
emarecik, -ği is. Küçük iz, ufak belirti: "Yazışlarda dostluğun içyüzünden bir emarecik bile yok." -A. Gündüz.
emaret is. (ema:ret) Ar. emaret Beylik.
emay is. Fr. email Bazı maddeleri korumak, belirli bir parlaklık kazandırmak veya boyamak için kullanılan, saydam veya donuk cama benzeyen cila.
emaye sf. Fr. emaille 1. Üzeri emayla kaplanmış olan: Emaye tencere. 2. is. Fotoğrafçılıkta ışığa karşı hassas malzeme.
emaylama is. Emaylamak işi.
emaylamak (-i) Emayla kaplamak.
embesil sf. Fr. imbecile Budala, aptal, ahmak.
embriyo is. Fr. embryon onat. Oğulcuk.
embriyolog, -ğu is. Fr. embryologue Embriyoloji uzmanı.
embriyoloji is. Fr. embryologie biy. Dölüt durumuna gelinceye kadar oğulcuğun geçirdiği gelişim evrelerini inceleyen biyoloji kolu.
embriyolojik, -ği sf. Fr. embryologiaue biy. Embriyoloji İle ilgili.
emcek, -ği is. hlk. Meme.
emcik, -ği is. hlk. Meme.
emdirme is. Emmesini sağlama, emdirme işi.
emdirmek (-i, -e) Emmesini sağlamak.
emdirtme is. Emdirtmek işi.
emdirtmek (-i) Emdirmesini sağlamak.
emeç, -ci is. bot. Su ve kara yosunlarının, kökü andıran tutunma organı.
emek, -ği is. 1. Bir işin yapılması için harcanan beden ve kafa gücü: "Ücret emeğin karşılığıdır." -Anayasa. 2. Uzun ve yorucu, özenli çalışma: "Bir darbe benim bütün o uzun emeklerimi sıfıra indirir." -H. C. Yalçın. 3. sos. İnsanın bilinçli olarak belli bir amaca ulaşmak için giriştiği hem doğal ve toplumsal çerçevesini hem de kendisini değiştiren çalışma süreci, say. emek çekmek bir işte çok çalışarak yorulmak, emek harcamak çaba göstermek, emek vermek bir şeyin meydana gelmesi için özenle ve çok çalışmak: "Dirsek çürütüp emek verdiği kitapları, can vermeden can bulunamayacağım ona hiç söylememişti." -S. Ayverdi. emeği geçmek bir şeyin ortaya çıkması için çalışmış olmak.
→ artık emek, el emeği, göz emeği, sağdıç emeği
emekçi is. 1. Geçimini yaptığı işlerle sağlayan kimse: "Çocukluğundan başlayarak emekçilerle, sokaktakilerle düşüp kalkmıştı." -H. Taner. 2. Geçimini, emeğini sermayeciye satarak sağlayan kimse, proleter: Bildiği veya öğrendiği, asıl çalışmalarını emekçilerin arasında değil, orduda yapmayı sevdikleri idi." -T. Buğra.
→ emekçi sınıfı
emekçilik, -ği is. Emekçi olma durumu.
emekçi sınıfı is. Emeğini sermayeciye satarak geçimini sağlayanların oluşturduğu toplum kesimi.
emekleme is. Emeklemek işi.
→ emekleme çağı, emekleme dönemi
emekleme çağı is. Bir şeyde henüz olgunluk, deneyim kazanılmamış dönem.
emekleme dönemi is. Emekleme çağı.
emeklemek (nsz) 1. Dizler ve eller üzerinde yürümek. 2. mec. Bir işe yeni başlarken deneyimsizlikten ötürü acemilik geçirmek.
emekli sf. 1. Emek harcanarak elde edilen, zor, zahmetli. 2. Belirli bir süre çalıştıktan sonra kanunlar gereği işi ile ilgisi kesilerek kendisine aylık bağlanmış olan (kimse): "Buraya gelenler hep asker emeklileridir." -H. Taner, emekli olmak belirli bir süre çalıştıktan sonra kanun ile sağlanan haklardan yararlanarak görevinden ayrılmak, tekaüt olmak: "Emekli olduğuna hayıflandığı kadar, babasının ölüşüne de o kadar hayıflanıyor. " -H. Taner, emekliye ayırmak (veya çıkarmak veya çıkartmak) kanuna göre aylık bağlayarak bir görevliyi görevinden ayırmak: "Size bir fenalık edebilir, sizi işinizden attırır, vekâlet emrine alır, vakitsiz emekliye çıkartabilir." -H. Taner, emekliye ayrılmak (veya çıkmak) emekli olmak, tekaüde sevk olunmak: "Kafaları dazlaklaşmış, emekliye çıktıktan sonra adam kıtlığında gene işe alınmış." -M. Ş. Esendal.
→ emekli aylığı, emekli ikramiyesi, emekli maaşı, malulen emekli
emekli aylığı is. Emekli olduktan sonra ödenen aylık, emekli maaşı.
emekli ikramiyesi is. Emekli olma sırasında yapılan toplu Ödeme.
emeklilik, -ği is. Emekli olma durumu, tekaütlük: "Büyükelçi emekliliğe ilkin kolay adapte olamamıştır." -H. Taner.
→ emeklilik çağı, bireysel emeklilik, zorunlu emeklilik
emeklilik çağı is. Emekli olma zamanı: "Bir ilk mektepte, emeklilik çağına kadar hocalık etti."-S. Ayverdi.
emekli maaşı is. Emekli aylığı.
emeksiz sf. Emek harcanmadan elde edilen, kolay, zahmetsiz.
→ emeksiz evlat
emeksiz evlat, -di is. Üvey evlat.
emektar sf. (emektaır) T. emek+ Far. -dar 1. Bir görevde uzun süre kalıp o işe emeği geçmiş olan (kimse): "Raşit çocuk, emektar hizmetçimiz ve sütannemin oğluydu." -R. N. Güntekin. 2. mec. Çok kullanılmış, eski: "Emektar makinenin tozlarım silip masaya yerleşmeye karar verdim." -Ç. Altan.
emektarlık, -ğı is. Emektar olma durumu.
emel is. Ar. emel Gerçekleştirilmesi zamana bağlı istek: "Büyük emeller benim bir aile ocağı kurmama da mâni olmuştu." -R. N. Güntekin. emel beslemek isteği, arzuyu sürekli düşünmek veya güçlendirmek: "Size karşı güzel bir emel besleyenler için, kazanmak lazım, değil mi?" -P. Safa. emeline alet etmek birini veya bir şeyi kendi istekleri doğrultusunda kullanmak: "İttihat ve Terakki, ordunun genç subaylarını emellerine alet etmeyi başarmıştı." -S. Ayverdi.
emen is. hlk. Çukur, bağ çubuğu, ağaç veya sebze dikmek için açılan çukur.
emici is. Emme işini yapan kimse veya şey.
→ emici kıllar, emici tüyler
emici kıllar ç. is. bot. Bitkilerin köklerinde bulunan ve topraktaki besin maddelerini emip beslenmelerine yarayan tek hücreli uzantılar, emici tüyler.
emicilik, -ği is. Emici olma durumu.
emici tüyler ç. is. bot. Emici kıllar.
emik, -ği (I) is. hlk. 1. Emmekten çürüyen yer, emme izi. 2. İnsan beyni.
emik, -ği (II) bk. ümük.
emilme is. Emilmek işi.
emilmek (nsz) Emme işine konu olmak.
emin sf. Ar. emin 1. Güvenli: "Gizli kitapları ve notları yok etmemiş yahut daha emin bir yere kaldırmamıştım." -R. N. Güntekin. 2. Sakıncasız, emniyetli, tehlikesiz: "Dağlar hiçbir zaman emin değildir." -Y. K. Karaosmanoğlu. 3. Şüphesi olmayan: "Pek büyük bir serveti olduğundan emin idiler." -H. Z. Uşaklıgil. 4. is. tar. Osmanlı imparatorluğunda bazı devlet görevlerindeki sorumlu kişi: Şehremini, emin olmak inanmak, güvenmek: "Onları kimsenin görmediğine emin olunca pervasız konuşmaya başladılar." -M. Yesari.
→ yediemin, defter emini, sandık emini, sürre emini, şehremini
emir, -mri (I) is. Ar. emr 1. Buyruk, komut, talimat, ferman. 2. İstek: "İkide birde dönüp benden bir emrim olup olmadığını soruyordu. " -Y. K. Karaosmanoğlu. 3. Bir makamdan öbürüne geçerken görevliye verilen belge: Atama emri çıkmadı, emir almak talimat almak: "Validen sert bir emir aldım." -R. N. Güntekin. emir vermek buyurmak, buyruk vermek: "Eczaneye, doğru eczaneye, diye emir verdi." -H. Taner, (birinin) emrine girmek bir kimsenin buyruğu altında bulunmayı kabul etmek, emrine vermek 1) görevlendirmek, atamak; 2) yararlanması için ayırmak: Bu daireyi büro olarak onun emrine verdiler.
→ emir cümlesi, emir eri, emir kipi, emir kulu, emirname, emir subayı, emretmek, emreylemek, emrihak, emrivaki, emre muharrer senet, yazılı emir, evvelemirde, arama emri, ödeme emri, İta emri, ölüm emri, tediye emri, verile emri
emir (II) is. (emi:r) Ar. emir Araplarda ve daha başka Müslüman ülkelerde bir kavim, şehir veya ülkenin başı.
emirber is. Ar. emr + Far. -ber ask. esk. Emir eri: "Paşa o gün konuşmasına başlamazdan önce emirberlerine gene iki kahve emretti." -R. E. Ünaydın.
emirberlik, -ği is. Emirber olma durumu, emirberin işi: "Malum ya, emirberliğin böyle mazhariyetleri olur." -K. Tahir.
emircik, -ği is. zool. Yalıçapkını.
emir cümlesi is. dbl. Yüklemi emir kavramı veren cümle.
emir eri is. ask. esk. Teğmen ve yukarısı üst düzey subayların hizmetinde bulunan er, hizmet eri, emirber: "Çiçeği burnunda subay çıkar çıkmaz, ben size bir emir eri bulurum. " -H. Taner.
emir kipi is. dbl Fiilin yapılmasını dileyen veya emreden isteme kipi: Gel, gelsin, gelin, gelsinler.
emir kulu is. Bir işi, aldığı buyruk gereğince yapmak yükümlülüğünde olan kimse, buyruk kulu.
emirlik, -ği is. Beylik.
emirname is. (emirna:me) Ar. emr + Far. nâme esk. Yazılı buyruk: "Kaptanlar böyle bir seyahate çıkmak için bir de emirname istiyorlardı."-F'. F. Tülbentçi.
emir subayı is. ask. Devlet ve hükümet başkanlarıyla komutanların yanında bulunan ve onların buyruklarını yazmakla, gereğinde yerine ulaştırmakla görevli subay, yaver.
emisyon is. Fr. emission 1. ekon. Devletçe para, senet ve tahvil çıkarma, piyasaya sürme. 2. Dışarı atma, çıkarma.
emiş is. Emme işi veya biçimi: "Çatlaklar sanki yerin dibine kadar iniyordu. Toprağın suyu öyle bir emişi vardı." -T. Buğra.
emişme is. Emişmek İşi veya durumu.
emişmek (nsz) 1. Karşılıklı olarak emmek. 2. hlk. Sağılmadan önce koyunların kuzular tarafından gizlice emilmesi.
emiştirme is. Emiştirmek işi.
emiştirmek (nsz) Emişmelerini sağlamak.
emlak ç. is. (-lâ:h) Ar. emlâk Ev, arsa, bahçe vb. taşınamayan mal ve mülklerin ortak adı, taşınmazlar, gayrimenkul: "Eline geçen serveti emlake yatırıyordu." -E. E. Talu.
→ emlak bürosu, emlak kredisi, emlak vergisi
emlak bürosu is. Emlak alım satımı, kiralanması ile uğraşan iş yeri, emlakçı.
emlakçı is. 1. Emlak alıp satma işiyle geçinen kimse. 2. Emlak bürosu.
emlakçilik, -ği is. Emlakçımn işi.
emlakçi is. bk. emlakçı.
emlak kredisi is. Konut kredisi.
emlak vergisi is. ekon. Her yıl belediyelere ödenen ev, dükkân, arsa vb. mülklerin vergisi.
emleme is. Emlemek işi veya durumu.
emlemek (-i) hlk. İlaç sürmek, ilaç vermek.
emlik, -ği is. hlk. 1. Emme döneminde olan çocuk: "Koç yiğidin yanında olur yazısı / Ananın babanın emlik kuzusu." -Halk türküsü. 2. Zamanından daha geç doğan kuzu veya oğlak.
emme (I) is. 1. Emmek işi. 2. Boruda akan sıvının oluşturduğu çekiş. 3. Bir deponun böyle bir çekilme ile doldurulması işlemi. 4. fiz. Soğurma. 5. tekno. Petrol ile ilgili işlemlerde bir akışkanın çekilişi.
→ emme basma tulumba
emme (II) bağ. Ar. amma hlk. bk. ama.
emme basma tulumba is. Hem çeken hem de ileten tulumba, alavere tulumbası.
emmeç, -ci is. fiz. Aspiratör.
emmek, -er (-i) 1. Dudak, dil ve soluk yardımıyla bir şeyi içine çekmek, somurmak: "Çanağımdaki köpüklü sütü emer gibi içeceğim." -S. F. Abasıyanık. 2. Tükürük yardımıyla eriterek içine çekmek: "Yengemin verdiği karanfili dişlerimle ezip emerek odaya giriyorum." -Y. Z. Ortaç. 3. fiz. Soğurmak: Toprak suyu emdi. 4. argo Uzun süre yararlanmak, emdiği (helal) süt haram olmak herhangi bir İsteğinin yapamamasından sonra ilenmek: "Altı mikrobun canım daha cehenneme göndermeden gidersem emdiğim helal süt haram olmaz mı?" -H. Taner.
emmi is. Ar. 'amm hlk. Amca: "Bir kız bana emmi dedi neyleyim." -Karacaoğlan.
→ emmi kızı, emmioğlu, emmi oğlu
emmi kızı is. Amcanın kızı.
emmioğlu is. Dost, arkadaş, teklifsizce davramlabilen kimse.
emmi oğlu is. Amcanın oğlu.
emniyet is. Ar. emniyyet 1. Güvenlik: "Kendi vatandaşlarının ırz, mal, can emniyeti hakkında teminat istiyorlar." -E. E. Talu. 2. Güven, inanma, itimat: "Paris'teki hemşehriler bana büyük bir sevgi ve emniyetle kucaklarını açmışlardı." -R. N. Güntekin. 3. Polis İşleri. 4. Güvenlik işlerinin yürütüldüğü yer: Emniyet müdürlüğü. 5. Bir araçta güven sağlayıcı parça, emniyet altına almak korumak, emniyet etmek güvenmek: "Hele emniyet ettiğim birkaç uyanık arkadaşla bulunduğum zaman bülbül gibi ötüyordum." -R. N. Güntekin. emniyet vermek güven vermek: "Arkadaşının emniyet vermesine rağmen içi rahat değildi." -M. Yesari.
→ emniyet amiri, emniyet durağı, emniyet düğmesi, emniyet kemeri, emniyet kilidi, emniyet müdürü, emniyet pimi, emniyet supabı
emniyet amiri is. İlçenin genel güvenliğinden kaymakama karşı sorumlu olan görevli.
emniyet durağı is. den. Su altına dalan kişilerin vurgun yememesi için su yüzüne çıkış mesafesinde sağlık yönünden güvenli bölge.
emniyet düğmesi is. Patlayıcı ve yanıcı aletlerin güvenle kullanılmasına yardımcı olan, kullanıldığı zaman açık, kullanılmadığında da kapalı tutulan düğme.
emniyet kemeri is. Uçak, otomobil vb.nde güvenlik için bele takılan kemer: Otomobillerde emniyet kemeri bulundurmak zorunludur.
emniyet kilidi is. Kapı, kasa vb.nde güvenliği sağlayan kilit.
emniyetli sf. İnanılır, güvenilir: "Orada emniyetli bir adamımız koyunu alır, bizim namımıza keser, dağıtır." -B. Felek.
emniyet müdürü is. İlin genel güvenliğinden valiye ve İçişleri Bakanına karşı sorumlu olan görevli.
emniyet pimi is. Ateşli silahlarda güvenli kullanımı sağlayan pim.
emniyetsiz sf. İnanılmaz, güvenilmez. emniyetsizlik, -ği is. Güvensizlik. emniyet supabı is. Makinelerde güvenli kullanımı sağlayan alet. emoglobin is. bk. hemoglobin. emoroit, -di is. Fr. hemorroıde tıp Basur. empati is. Fr. psikol. Duygudaşlık. empermeabl is. Fr. impermeable Yağmurluk.
emperyalist is. Fr. imperialiste Emperyalizm yanlısı olan kimse, yayılmacı, yayılımcı: "16 Mart 1915 günü istanbul'u işgale başlayan emperyalist kuvvetlerin şehirde yaptıkları vahşeti..."-H. Taner.
emperyalizm is. Fr. imperialisme Bir milletin sömürü temeline dayanarak başka bir milleti siyasi ve ekonomik egemenliği altına alıp yayılması veya yayılmayı İstemesi, yayılmacılık, yayılımcılık: "islav emperyalizminin vahşet ve dehşetini tecrübe etmiş olarak yakından tanıyordu."-S. Ayverdi.
empirme is. Emprime.
empoze sf. Fr. impose Zorla benimsetilmiş, kabul ettirilmiş olan. empoze etmek bir şeyi zorla benimsetmek, kabul ettirmek, dayatmak: "Demokrasi ... bilime, sanata, basına kendi düşüncesini, değer yargısını, zevkini empoze etmeye kalkmama olgunluğu demektir." -H. Taner.
empresyonist is. Fr. impressionniste İzlenimci.
empresyonizm is. Fr. impressionnisme İzlenimcilik.
emprezaryo is. (empreza'ryo) ît. impresario Bir sanatçının çalışma programlarını ve anlaşmalarını belli bir yüzde karşılığında düzenleyen kimse.
emprime is. Fr. imprime 1. Değişik renkte boya kullanılarak kumaş üzerine desen ve zemin basma işlemi. 2. sf. Bu işleme uğratılan (ipekli, yünlü vb. kumaş): Emprime yünlü. Emprime bu yıl moda.
emraz ç. is. (emraız) Ar. emraz esk. Hastalıklar.
emre muharrer senet, -di is. huk. Bono.
emretme is. Emretmek işi.
emretmek, -der (-i, -e) Ar. emr + T. etmek Buyurmak, emir vermek: "Bunu böyle istiyorum ve böyle emrediyorum." -A. Gündüz. emretti patrik efendi alay birinin yersiz bir buyruğuna karşı kullanılan bir söz.
emreyleme is. Emreylemek işi veya durumu.
emreylemek (-i, -e) Ar. emr + T. eylemek Buyurmak, emretmek.
emrihak, -kkı is. (e'mrihak) Ar. emr + hakk esk. Ölüm. emrihak vaki olmak ölmek: "Bir emrihak vaki olduğu zaman yerimize oğullarımız geçecek." -F. F. Tülbentçi.
emrivaki is. (e'mriva:ki:) Ar. emr + vâki' Oldu bitti, olup bitti: "Bir emrivaki ile karşılaştığım için kabul edebilmiştim." -R. H. Karay, emrivaki yapmak oldu bittiye getirmek.
emsal, -li is. (emsa:l) Ar. emsal 1. Benzer: "Tarihte o ana kadar emsali görülmedik bir ticari kepazelik devri açılmıştı." -E. E. Talu. 2. Yaşıt, eş, denk: "Emsali bir üst derece maaş aldığı hâlde zavallı resim hocamız mağdur duruma düşmüş bulunuyordu." -H. Taner. 3. Örnek. 4. mat. esk. Kat sayı. emsal olmak örnek olmak, emsal oluşturmak örnek oluşturmak, emsal vermek örnek vermek.
emsalsiz sf. Eşsiz, eşi benzeri olmayan, bir benzeri daha bulunmayan: "Yüzünde, bakışlarında, her konuya göre değişen emsalsiz bir ifade kudreti vardı." -Y. Z. Ortaç.
emsalsizlik, -ği is. Eşsiz olma durumu, eşsizlik.
emtia ç. is. Ar. emti'a esk. Mallar, satılacak şeyler.
emval, -li ç. is. Ar. emval esk. Mallar, para ile alınan şeyler.
emzik, -ği is. 1. Süt çocuklarını oyalamak için ağızlarına verilen kauçuk meme: "Parkta daldılar dedikoduya /Dün kaldıkları yerden devam ettiler / Yavrular da birbirlerine / Emziklerini ikram ettiler." -A. N. Asya. 2. Beslemek için süt çocuklarına meme yerine emdirilen ağzı kauçuklu süt şişesi, biberon: "Hem ağzımdan yaralandığımı, üç gün kapalı dudaklarımın arasından emzikle süt içtiğimi nasıl unutuyormuşum?" -R. N. Güntekin. 3. İbrik, çaydanlık, testi vb. kapların, suyu azar azar akıtmaya yarayan içi delik uzantısı, ibik: Çaydanlığın emziği tıkanmış. 4. hlk. Sigara ağızlığı.
→ emzik borusu
emzik borusu is. Doğrudan doğruya sobaya takılan dirsek boru.
emzikli sf. 1. Emziği olan. 2. Memede çocuğu olan (kadın): "Vapuru dolduran emzikli annelerin yüzlerine dikkatle bakarak saadetlerine imrendi." -P. Safa.
emziksiz sf. Emziği olmayan.
emzirilme is. Emzirilmek işi.
emzirilmek (nsz) Çocuğa meme verilmek.
emziriş is. Emzirme işi veya biçimi.
emzirme is. Emzirmek işi.
emzirmek (-i) Kadın veya dişi hayvan, memesindeki sütü yavruya vermek: "Tam karşımdaki sıranın köşesinde genç irisi bir taze sol memesini çıkarmış, yavrusunu emziriyor. " -H. Taner.
emzirtme is. Emzirtmek işi.
emzirtmek (-i, -e) Emzirme işini yaptırmak.