-el bk. -al / -el.
-el- bk. -al- / -el-.
el (I) is. 1. anat. Kolun bilekten parmak uçlarına kadar olan, tutmaya ve İş yapmaya yarayan bölümü: "El var, titrer durur, el var yumuk yumuk / El var pençe olmuş, el var yumruk." -Z. O. Saba. 2. Sahiplik, mülkiyet: Elden çıkarmak. Elimdeki bütün parayı bu eve yatırdım. 3. Kez, defa. 4. İskambil oyunlarında kâğıt atma sırası. 5. Yönetim, baskı, etki: Bu topraklar düşman elinden kurtarıldı. 6. Bazı nesne ve araçların tutmaya yarayan bölümü: Kapı eli. 1. mec. Aracı, vasıta: Kardeşimin eliyle arkadaşıma mektup yolladım, el açmak 1) dilenmek: "Oturup kör gibi, namerde el açmak iyi mi? " -M. A. Ersoy. 2) başkasının yardımını isteyecek durumda olmak; 3) kâğıt açmak, el almak 1) esk. tarikatlarda bir mürit, mürşidinden, başkalarına yol gösterme iznini almak; 2) bir sanatı yapmak için ustanın iznini almak; 3) kâğıt oyunlarında karşı tarafın oynadığı kâğıdın daha önemlisini oynayarak üstünlük sağlamak, (bir işe) el atmak 1) birisinin isine karışmak, müdahale etmek; 2) bir işe girişmek, teşebbüs etmek: "Elbette birçok önemli konulara el âttı ama, ulusumuzun temel sorunlarından bazıları yüzüstü duruyor." -T. Halman. el ayak (veya el etek) çekilmek ortalıkta hiç kimse kalmamak, ıssızlaşıp sessizleşmek: "Ben, el ayak çekildikten sonra, odanın kapısını sürmeleyip kitaplarımla baş başa kalmak saatini beklerdim." -Y. K. Karaosmanoğlu. el bağlamak 1) saygı için ellerini göbeğinin üstüne kavuşturup durmak; 2) namaza durmak: "Durup el bağlayalar yaran saf saf." -Baki. el basmak kutsal bir şey üzerine el koyarak yemin etmek, el bebek gül bebek nazlı, şımarık: "Varlıklı, görgülü bir ailenin el bebek gül bebek yetiştirilmiş çocuğusunuz." -H. Taner, el bende! tekrarlanan oyunda başlama sırası veya hakkı bende, el çekmek vazgeçmek, el çektirmek (veya çektirilmek) görevinden uzaklaştırılmak: "Sorumluları tespit edildi, işten el çektirildi." -M. Ş. Esendal. el çırpmak 1) alkışlamak, tempo tutmak: "Bir köylü oturduğu yerde cura çalıyor, birkaç delikanlı etrafında el çırparak ayak vurarak türkü söylüyorlardı." -R. N. Güntekin. 2) birini çağırmak İçin ellerini birbirine vurmak, (bir şey) el değiştirmek bir şeyin kullanımı veya mülkiyeti bir kimseden başka bir kimseye geçmek, el dokunulmak (veya dokunulmamak) daha önce kullanılmak (veya kullanılmamak), el değmiş olmak (veya olmamak): "El dokunulmamışından cam yandığından artık az kullanılmışına fit oldu." -H. Taner, el elde baş başta elde bulunan her şeyin tükendiğini anlatan bir söz: "Balya'da beş on lira kazanmıştı... Onları da yedik, el elde baş başta." -R, N. Güntekin. el elden üstündür (ta arşa kadar) bir kimse, kendisinden üstün bir başkasının da olabileceğini bilmelidir. el ele vermek 1) el ele tutuşmak; 2) dayanışma içinde olmak, güç birliği edip bir işi başarmak, el el üstünde oturmak herhangi bir iş yapmadan boş oturmak: "Herhalde konağın kuytu bir köşesinde, gene el el üstünde oturuyor olmalıydı." -R. N. Güntekin. el ense çekmek (veya etmek) 1) sp. güreşte, kolunu hasmın boynuna getirip başparmağı gırtlağa, dört parmağı da enseye geçirerek hasmı yıkmak amacıyla çekmek; 2) mec. yenmek, mağlup etmek, el ermez, güç yetmez bir iş karşısındaki güçsüzlüğü anlatmak için kullanılan bir söz. el etek öpmek 1) bir işi yaptırmak için çok yalvarmak; 2) yaltaklanmak, el etek tutmak tarikata girmek, derviş olmak, el etmek bir kimseyi el işaretiyle çağırmak: "Hemen ablasına bulunduğu yerden el etti." -N. Cumalı. el kadar küçük, küçücük: El kadar çocuk, el kaldırmak 1) oy verdiğini veya söz istediğini elini kaldırarak belirtmek; 2) birine vurmaya kalkışmak, el katmak 1) bir işe karışmak, müdahale etmek; 2) bir işin yapılmasına yardım etmek, el koymak 1) bir yolsuzluğu ortaya çıkarmak, incelemek, vaziyet etmek; 2) yetkili organ bir malı veya bir kuruluşu kendi buyruğuna almak: "Bizi işimizde gücümüzde serbest bırakmak şöyle dursun, çoluk çocuğumuzun nafakasına el koymaya kalkıştılar..." -Y. K. Karaosmanoğlu. 3) işi üzerine almak, sorumluluğu üstlenmek: "Yalnız, şu var ki doktor işe el koyduğu gibi hastalık bir nevi resmiyet alır." -R. N. Güntekin. el öpenlerin çok olsun eli öpülen kimsenin söylediği iyi dilek sözü. el öpmek yaşlı veya saygı gösterilmesi gereken kimselerin sağ elinin üstünü önce dudağa, sonra alna götürmek: "Mahalle yaşlılarının ellerini öpüp dualarını alarak kendi yaşıtları ile de sarılıp helalleşerek gitti." -H. Taner, el pençe divan durmak saygı gösterilen kimse karşısında el kavuşturup ayakta durmak: "Doğruldu, el pençe divan durdu, başını önüne eğdi." -P. Safa. el pençe durmak el pençe divan durmak: "Araba yürürken karşımda divan durur gibi el pençe duruyor." -O. C. Kaygılı. el sıkmak selamlaşmak için birinin elini tutmak, el sürmemek 1) dokunmamak, değmemek; 2) bir işi yapmak, ilgilenmemek: "Canım dalga geçmek, akşama kadar bir şeye el sürmemek istiyordu." -Ö. Seyfettin. el tazelemek bir işte yorulan kimse yerine başka birini getirmek, el tutmak bir iş uzun süre uğraştırmak, vakit kaybettirmek. el uzatmak 1) birinden bir hakkı almaya kalkışmak: "Ne var ki niye bizim lokmamıza el uzatırlar?" -A. İlhan. 2) yardım etmek: "Sözü geçecek, en umulmadık bir zamanda kendine el uzatabilecek bir adam olmadığı nereden belli?" -R. N. Güntekin. (birini) el üstünde tutmak bir kimseye çok saygı ve sevgi göstermek: "Ama azdır sanatçılara saygı gösterenler, onları el üstünde tutmak isteyenler." -S. Birsel, el vermek 1) yardım etmek; 2) esk. tarikatlarda mürşit, bir müride, başkalarına yol gösterme izni vermek; 3) halk hekimliği ile uğraşan kimse bilgilerini bir başkasına öğretmek; 4) kâğıt oyunlarında elde olan veya olmayan sebeplerle oyun üstünlüğünü karşı tarafa kazandırmak. el vurmamak bir işi yapmaya yanaşmamak ve başlamamak, (bir işten) el yıkamak o işle olan ilgisini kesmek, elde avuçta (ne varsa) sahip olunan mal, para vb., her şey: "... bin hile, bin yalan uydurur, elindekini avucundakini çekerdi." -M. Ş. Esendal. elde avuçta (bir şey) kalmamak mal ve parasını harcayıp bitirmiş olmak, elde bulunan sahip bulunulan, hazırdaki, elde etmek 1) bir şeye sahip olmak: "O parlak siyah gözler, onları bir daha elde edemeyecek miydi?" -H. Z. Uşaklıgil. 2) bir kimseyi kendi hizmetine almak veya kendinden yana çekmek, elde kalmak elinde kalmak, eldeki elde bulunan, hazırdaki, elde olmamak elinde olmamak, elde tutmak sahibi olsun olmasın, bir malı mülkiyeti altında bulundurmak, zilyet olmak, elden ağza yaşamak günlük kazancı ancak gereksinimlerini karşılayacak kadar olmak, elden ayaktan düşmek (veya kesilmek) yaşlılık sebebiyle veya sağlığı büsbütün bozularak çalışamaz duruma gelmek: "Ve gün battığı zaman artık Gülbahar'ın hâli kalmamış, elden ayaktan kesilmişti." -Y. Kemal, elden bırakmamak (veya düşürmemek) bir şeyle sürekli ilgilenmek, elden düşürmemek. elden çıkarmak bir şeyin sahipliğini başkasına geçirmek, satmak: "Eskilerden bir kısmım yok pahasına elden çıkarmak gerekecek." -H. Taner, elden çıkmak malı olmaktan çıkmak, malı olmamak, satılmak. elden geçirmek eksiklik veya bozukluklarını gidermek veya denetlemek için incelemek: "Otomobil tamircisi bir akrabaları varmış, o da arabayı elden geçirmiş." -E. Bener. elden gel! argo 1) ver! Elden gel bakalım İki papeli. 2) tkz. kutlamak amacıyla söylenen bir söz. elden geldiği kadar yapılabildiği, olabildiği kadar: "Müsteşardan kapıcıya kadar bütün nezaret mensupları elden geldiği kadar gayret ettiler." -R. N. Güntekin. elden gelmemek yapamamak, dayanamamak: Bu üzücü durum karşısında ağlamamak elden gelmiyor, (bir şey) elden gitmek bir şeyi yitirmek, o şeyden yoksun kalmak: "Tıpkı kendisine benzeyen kara yağız erkek evlat elden gitmiş." -S. F. Abasıyanık. elden kaçırmak elde edilebilecek bir şeyden türlü sebeplerle yararlanamamak: "Cin yahut periler bu evi elden kaçırmamak için ne kadar hırçınlık etseler yeridir. " -R. N. Güntekin. elden kaçmak 1) sahip olamamak; 2) değerlendirememek: "Kibar kıyafetli bir hanım, elden kaçmış eski fırsatların hırsı gözlerinde parlayarak dedikodu yapmaya başladı." -R. H. Karay. elden ne gelir? çaresiz bir durumda yapılacak bir şey olmadığını anlatan bir söz. ele alınır oldukça iyi, işe yarar, ele alınmaz çok kötü, berbat, ele almak bir şey üzerinde çalışmaya başlamak, incelemek, araştırmak: "Sözlerini bambaşka bir anlayışla ele almış ve kendi kendine sormuştu." -T. Buğra, ele avuca sığmamak 1) söz dinlememek, baskı altına alınmamak, zapt edilememek: "İzmir'deyiz. Ele avuca sığmaz haşarı bir çocuğum. " -R. N. Güntekin. 2) şımarık davranmak: "Hani vatandaşlarımız da güç, ele avuca sığmaz, kanmaz, doymaz insanlar olsa bari!" -F. R. Atay. ele bakmak 1) avuç içindeki çizgilere bakıp kişinin geleceğini okumak, el falına bakmak; 2) muhtaç olmak. ele geçirmek 1) yakalamak: "Bir yıl sonra verdiği sözü bozdu, bunu başka bir diyarda ele geçirmek sevdasına düştü." -Y. K. Karaosmanoğlu. 2) sahibi olmak: "İstanbul'u ele geçirmek için bu muharebeye girdiklerini ilan etmekten başka bir şey yapamadılar. " -Ö. Seyfettin, ele geçmek 1) yakalanmak: "Nihayet bir defasında tam iki ay izini kaybetmiş, bir türlü ele geçmemişti." -R. H. Karay. 2) edinilmek, ele gelmek 1) tutulabilmek; 2) bebek kucağa alınacak kadar büyümüş olmak, ele verir talkını (veya telkini), kendi yutar salkımı verdiği öğüde kendi uymaz, ele vermek 1) suçlu bir kimseyi haber verip yakalatmak, ihbar etmek: "O adamlar kim ise haber vermeli, dikkat etsinler, kendilerini sakın ele vermesinler." -H. E. Adıvar. 2) herhangi kötü bir şey yapanın yaptığını herkese bildirmek, eli alışmak 1) bir işte uzluk, ustalık kazanmak; 2) herhangi bir davranışı âdet edinmek, (bir şey) eli altında olmak buyruğunda olmak, istediği anda o şeyden yararlanabilmek, eli armut devşirmek birisini bir iş yaparken öbürü boş durmak: "Bu insanlar bu güzel şehirleri kurarken bizim ellerimiz armut mu devşiriyordu?" -B. R. Eyuboğlu. (birinin) eli ayağı (olmak) yardımcısı (olmak), her işine yarar (olmak), eli ayağı (veya eli kolu) bağlı çaresiz, istediğini yapamayacak bir durumda olan. eli ayağı buz kesilmek (veya tutmamak) güçsüz, dermansız kalmak: "Bu hâli biraz yapmacık da olsa, şimdi ben de şaşırmış, elim ayağım buz kesilmişti." -O. C. Kaygılı, eli ayağı dolaşmak şaşırmak, telaşlanmak: "Hastasını muayene ederken başında bulundular mı, hele söz söylediler mi, eli ayağı dolaşır, ya kalbi bulamaz ya nabzı şaşırır." -A. İlhan, eli ayağı titremek korku, sinir vb. sebeplerle heyecanlanmak, eli ayağı tutmak (veya tutmamak) beden gücü yerinde olmak, (veya olmamak): "Eli ayağı tutanlar, hiçbir haksızlığa razı olmamalıydı." -Ö. Seyfettin. eli aza varmamak bir şeyi çok alma veya verme alışkanlığında olmak, eli değmek bir şey yapmaya vakit ve fırsat bulmak: "Elim değmişken bir açıklamada bulunayım." -H. E. Adıvar. eli dursa ayağı durmaz kıpırdak, hareketli (kimse), eli ermek (veya ermemek) 1) yapabilmek, ulaşabilmek: "Zaman zaman, şiirin ne olduğunu elimin erdiği, gücümün yettiği kadar anlatmaya çalıştım." -O. V. Kanık. 2) bir işi yapmak için zaman bulabilmek, eli ekmek tutmak geçimini kendi emeğiyle sağlayacak duruma gelmek: "İşi var, eli ekmek tutuyor. İyi çocuktur. " -M. Ş. Esendal. eli ermez gücü yetmez çaresiz, zavallı, eli genişlemek bolca paraya kavuşmak, eli gitmek bir şeyi kavramak, tutmak istemek, eli harama uzanmak dinî bakımdan yasaklanmış bir işe yönelmek: "Eli ne vakit harama uzandı?" -H. Taner, eli işe yatmak becerikli, eli yatkın, uz olmak, eli kalem tutmak 1) yazı yazmayı bilmek; 2) düşündüğünü güzel bir anlatımla yazmak: "Saz sanatkârı bütün kedileri sever. Aynı zamanda eli kalem tuttuğundan sevdiği kedilerin bir bir hikâyesini yazar." -H. Taner, (bir işe) eli kırılmak eli, İşe yatkın bir duruma gelmek, eli kırılsın "eli tutmaz olsun, eli bir iş göremez olsun" anlamında bir ilenme sözü. eli kolu bağlı kalmak (veya durmak veya olmak) bir engel dolayısıyla hiçbir iş yapamaz duruma gelmek: "Diplomatlarımıza, büyükelçilik ve temsilcilik binalarımıza, tankerlerimize yapılan saldırılara karşı elimiz kolumuz bağlı duruyoruz." -T. Halman. eli kurusun "eli tutmaz olsun, eli bir iş göremez olsun" anlamında bir ilenme sözü. (bir işte) eli olmak karışmış olmak, gizli bir ilgisi bulunmak: "... şu hâlde Sırrı Beyi Ahmet Samim'in ölümünde de eli olanlardan saymak lazım geliyordu." -Y. K. Karaosmanoğlu. eli para görmek eline para geçmek, eli silah tutmak silah kullanabilmek. eli varmamak (veya gitmemek) bir işi yapmaya gönlü razı olmamak: "Temiz yere kolay çöp atamazsınız. Eliniz varmaz." -H. Taner, (bir işe) eli yatmak eli alışmak: "Daha çatal ve bıçağı tutmasına eli yatmamıştı, ikide bir düşürürdü." -R. H. Karay. elimi sallasam ellisi, başımı sallasam tellisi elini sallasa ellisi, başım sallasa tellisi, elinde 1) bakımı, gözetimi altında; 2) egemenliği altında, yetkisinde. elinde avucunda nesi varsa parasının, varlığının hepsi, (bir şey) elinde bulunmak (veya olmak) o şeye sahip bulunmak, elinde büyümek 1) büyütülmek, bakılmak: "Çocuklar Nimet Hanım adında bir kadının elinde büyüdüler." -R. N. Güntekin. 2) eğitilmek, bilgi, görgü ve terbiye sahibi olmak, yetiştirilmek: "Üstadım, ben sizin elinizde büyüdüm, sizden feyzaldım." -F. F. Tülbentçi, elinde kalmak 1) birinin bakımında, yönetiminde olmak; 2) bir şey satılamayıp sahibinde kalmak, (bir iş) elinde olmak isteyince o işi yapabilmek, elinde olmamak iradesi dışında bulunmak: "Elinde olmadan başım kaldırdı ve göz göze gelince de konuşmak zorunda kaldı." -T. Buğra, elinde tutmak 1) kendi tekelinde bulundurmak, başkalarına kaptırmamak; 2) bir malı satmayıp bekletmek, (birinin) elinde ... var yapar, bilir, bulundurur: Elinde güzel bir mesleği var. elinden yüzünden, ...-den dolayı: "Yandım çavuş yandım senin elinden." -Halk türküsü, elinden bir iş (veya şey) gelmemek çaresizlikten veya yeteneksizlikten bir iş yapamamak: "... matbu kâğıtları doldurmaktan başka elinden bir iş gelmez, sorulmadıkça kendiliğinden konuştuğu görülmezdi." -R. H. Karay, elinden bir kaza (veya sakatlık) çıkmak istemeyerek birini yaralamak veya öldürmek: "Belki elinden bir kaza çıkar diye evine girmeye cesaret edemezdi." -Y. K. Karaosmanoğlu. ... elinden çıkmak birisi tarafından yapılmak: "Duvarında, tavanında usta bir ressam elinden çıkmış manzara, meyve resimleri, çeşitli nakışlar..." -B. R. Eyuboğlu. elinden geleni ardına (veya arkasına) koymamak yapabileceği bütün kötülükleri yapmak: "Düşüncesini en iyi biçimde anlatabilmek için elinden geleni ardına koymamıştır." -S. Birsel, elinden geleni yapmak gücünün yettiği kadarını yapmak: "Hasan Ağa dal gibi kızı şişmanlatmak için elinden geleni yapmıştı." -S. F. Abasıyanık. elinden gelmek yapabilmek: "Nesir az çok benim de elimden geldiği için midir nedir kabul edemiyorum şiirden güç olduğunu." -N. Ataç. elinden hiçbir şey kurtulmamak her şeyi becerebilmek. elinden iş çıkmamak çabuk iş görememek, elinden iyi iş gelmek becerikli, hünerli olmak, elinden kan çıkmak cinayet işlemek: "Kırk kanım Allah'a affettirmeye çalışırken kazara, elinden yeni bir kan çıkmıştı." -Ö. Seyfettin, elinden kurtulmak birinden kaçmayı başarmak, elinden tutmak 1) yardım etmek; 2) kayırmak. eline almak 1) bir işin veya yerin yönetimini üstlenmek; 2) bir işi kendi yapmaya başlamak, eline ayağına kapanmak (veya sarılmak veya düşmek) birine çok yalvarmak. eline ayağına üşenmemek her türlü ayak hizmetlerini yüksünmeden yapmak, hamarat olmak, (bir kimsenin) eline bakmak 1) bir kimsenin yardımıyla geçinmek: "Bir senedir burada oturuyorlar, o küçüğün eline bakıyorlar." -P. Safa. 2) "ne getirdi" diye gözlemek, (biri Ötekinin) eline doğmak yaşlı bir kimse, birini, çocukluğundan beri çok yakından tanımak, eline düşmek 1) egemenliği, buyruğu altına girmek: Kale düşman eline düştü. 2) yakalanmak: Haydutların eline düştü. 3) birine muhtaç olmak: Elbet bir gün elime düşersin. 4) rastlamak, tesadüf etmek: Çocuk iyi bir öğretmenin eline düştü, eline erkek eli değmemiş olmak kız, namuslu olmak, eline eteğine doğru her türlü kötülükten uzak olan, dürüst, eline eteğine sarılmak çok yalvarmak. eline fırsat geçmek imkân bulmak: Hazır fırsat geçmiş eline, hiç öyle mi konuşulur? eline geçmek 1) kazanmak, edinmek, elde etmek: "Evi sattım, elime bin iki yüz lira kadar bir şey geçti." -Ö. Seyfettin. 2) rastlamak, bulmak: Eline geçen her kitabı okur. 3) yakalamak, (birinin) eline kalmak ondan başka yardım edeni olmamak, yalnız ona muhtaç olmak, eline (veya elinize veya ellerinize) sağlık el emeği İle güzel bir şey yapana söylenen övgü sözü. (birinin) eline su dökemez değerce ondan çok geride, eline tutuşturmak karşısındakinin isteyip istemediğini düşünmeksizin verivermek: Bir şey demeden mektubu elime tutuşturdu, eline yüzüne bulaştırmak bir işi gerektiği gibi yapamamak, başarısız olmak, becerememek. (bir yerden) elini ayağını kesmek (veya çekmek) 1) uğramaz olmak; 2) uğraşmamak, ilgilenmemek: "Ben artık öyle şeylerden elimi ayağımı çektim." -O. C. Kaygılı, elini ayağını öpeyim "çok yalvarırım" anlamında kullanılan bir söz. elini belli etmek (veya göstermek) kâğıt, okey vb. oyunlarda elindeki kâğıdı veya taşı, oynayanlara belli edecek biçimde sözle, işaretle açıklayıp oynamak, elini çabuk tutmak gerekli önlemi zamanında almak: "Aman elinizi çabuk tutun, yılanın başı küçükken ezilmeli." -Y. Kemal, (bir şeyden) elini eteğini çekmek (veya kesmek) o şeyle ilgisini kesmek: "Odasına kapandı, aylarca dünyadan elini eteğini çekti." -R. H. Karay, elini kalbine (veya vicdanına) koyarak söylemek (veya düşünmek veya hüküm vermek) doğru, yansız, hakça, elini kana bulamak (veya bulaştırmak) öldürmek. (birinin) elini kolunu bağlamak bir şey yapamayacak duruma getirmek, elini kolunu sallaya sallaya gelmek 1) gelirken hiçbir armağan getirmemek; 2) bitirmeye gittiği işten sonuç alamadan dönmek, elini kolunu sallaya sallaya gezmek 1) ortada görünmemesi gereken kimse pervasızca dolaşmak; 2) pervasızca, kimseden çekinmeden dolaşmak: "Bütün memleketi, elimi kolumu sallayarak serbest ve rahat dolaşmaya başlamıştım." -Y. K. Karaosmanoğlu. elini kulağına atmak ezan okumak gazel veya türkü söylemek için elini kulak kepçesinin arkasına koymak, elini oynatmak parayı esirgememek, elini sallasa ellisi (başını sallasa tellisi) birinin karşı cinsten birçok insanı kolaylıkla elde edebileceğini anlatan bir söz. elini sıcak sudan soğuk suya sokmamak hiçbir iş yapmamak, çok nazlı olmak: "Gelin olduğu zaman cariyeler, halayıklar arasında bir konaktan çıkıp bir konağa gitmiş, elini sıcak sudan soğuk suya sokmamıştı." -R. N. Güntekin. elini sürmemek 1) eliyle dokunmamak; 2) bir işi kendine yakıştırmayarak tenezzül etmemek. elini uzatmak yardım etmek: Kızılay, yoksullara elini uzatır, (birine) elini veren kolunu alamaz kendisine iyilik yapıldığında devamını fazlasıyla isteyen kimseler İçin kullanılan bir söz. elinin altında her zaman kolayca almıp yararlanılabilecek yerde ve yakınlıkta: "Elinin altındaki asker pek azdı." -Ö. Seyfettin, elinin hamuruyla erkek işine karışmak kadınlar, beceremeyeceği işleri yapmaya kalkışmak, elinle ver, ayağınla ara ödünç aldığı şeyi geri vermeyi geciktiren veya vermeyenler için söylenen bir söz. eliyle koymuş gibi (bulmak) hiç aramadan, kolayca: "Eliyle koymuş gibi rafta çay kavanozunu buldu." -O. Rifat. elle tutulacak tarafı (veya yanı) kalmamak 1) sağlam bir yanı kalmamak; 2) güvenilecek veya kayrılacak bir yönü olmamak, elle tutulur 1) çok açık ve belli; 2) somut, elle tutulur gözle görülür (veya dille anlatılır) çok belirgin, çok açık: "Sevim'in güzelliği elle tutulur, dille anlatılır makbul bir güzellik değildir." -R. N. Güntekin. elle tutulur tarafı olmamak hiçbir değerli yanı olmamak. eller yukarı! "ellerini kaldırarak teslim ol" anlamında kullanılan bir söz. ellerde gezmek 1) elden ele dolaşmak; 2) mec. el üstünde tutulmak, saygı ve sevgi görmek. ellerim yanıma gelsin "Allah canımı alsın ki doğru söylüyorum" anlamında kullanılan bir söz. ellerin dert görmesin "Allah senden razı olsun" anlamında iyi dilek sözü: "Havluyu geri aldığı zaman, oh rahatladım, ellerin dert görmesin, dediği duyulurdu." -N. Cumalı.
→ el alışkanlığı, el altında, el altından, el arabası, el ayası, elbasan tavası, el bezi, el birliği, el bombası, el çabukluğu, el çantası, el değirmeni, el değmemiş, el duşu, el ele, el emeği, el erimi, el erki, elezer, el falı, el feneri, el freni, el havlusu, el ilanı, el işçiliği, el işi, el kantarı, el keseri, el kılavuzu, el kiri, el kitabı, el oltası, elöpen, el sabunu, el sanatları, el sözlüğü, el şakası, el tası, el telefonu, el telsizi, el topu, el ulağı, el uzluğu, el yatkınlığı, el yazısı, el yazması, el yordamı, elde bir, eli açık, eli ağır, eli ayağı düzgün, eli bayraklı, elibelinde, eli belinde, eli bol, eli boş, eliböğründe, eli böğründe, eli çabuk, eli dar, eli geniş, eli hafif eli koynunda, eli kulağında, eli maşalı, eli selek, eli sıkı, eli sopalı, eli şakağında, eli yatkın, eli uz, eli uzun, eli yatkın, eli yordamlı, eli yüzü düzgün, eline ağır, eline ayağına çabuk, eline çabuk, bir el, art elden, havvaanaeli
el (II) is. Yabancı, yakınların dışında kalan kimse: "Kâtip benim ben kâtibin el ne karışır!" -Halk türküsü.
→ el adamı, el âlem, el gün, el kapısı, elkızı, eloğlu, yedi kat el
el (III) is. 1. Ülke, yurt, il: "Çöller, Yemen ellerinden betermiş." -A. Gündüz. 2. Halk, ahali. 3. hlk. Oba, aşiret: "Kalktı göç eyledi Afşar elleri / Ağır ağır giden eller bizimdir." -Dadaloğlu. el arı düşman gayreti "dosta düşmana karşı küçük düşmemek için gayret etmek" anlamında kullanılan bir söz. el beğenmezse yer beğensin beğenilmeyen bir kimse olmaktansa ölmek daha iyidir, el elin aynasıdır insanın her davranışı çevresindekilerce açıkça görülür, el elin eşeğini türkü çağırarak arar insanın kendi sıkıntı ve sorunlarına başkaları gereken önemi vermez, gerektiği kadar ilgilenmez, el için yanma nara, yak çubuğunu bak keyfine başkalarının derdini kendine sorun yapıp da kendi rahatını ve düzenini bozma, el ile gelen düğün bayram bir topluluğun hep birlikte uğradığı sıkıntıya yakınmasız katlanılmalıdır. el kazanıyla aş kaynatmak başkasının hazırladığı İmkânları kendi hesabına kullanarak İş çevirmek, el mi yaman bey mi yaman? el yaman! baştaki ne kadar güçlü görünürse görünsün, asıl güç halktadır. elden vefa, zehirden şifa zehirden şifa beklenilmeyeceği gibi yabancılardan da yardım ve iyilik beklenmez, ele verir talkını, kendi yutar salkımı kendisinin inanmadığı ve tutmadığı öğütleri başkalarına kolayca verir, elin ağzı torba değil ki büzesîn başkalarının söyleyeceklerine engel olamazsınız, elinin körü hkr. 1) bıktırıcı, usandırıcı durum karşısında azarlama yollu verilen karşılık; 2) kötü, anlaşılmaz: "A-centenin açık arka pencerelerinden her gün işittiği elinin körü bir lisanın yaygarası sokağın ortasına düşüyor." -S. F. Abasıyanık.
→ yad el, gurbet eli, Türk eli, yad eller
ela is. (ela:) 1. Gözde sarıya çalan kestane rengi. 2. sf. Bu renkte olan: "Ela gözlerini sevdiğim dilber/ Seni görmeyeli göresim geldi." -Karacaoğlan.
el adamı is. Yabancı kimse.
el âlem is. Herkes, el gün, yabancılar: "El âlemin ne diyeceği bir yana, benim yerimde sen olsan ne yapardın?" -T. Buğra.
el alışkanlığı is. Bir iş veya hareketin birçok kez yapılması ile kazanılan özellik, ustalık, maharet: "Kıştan kalan ateşsiz mangalı el alışkanlığı neticesi birkaç kere karıştırdıktan sonra..." -R. N. Güntekin.
el altında zf Kolayca alınabilecek yerde, hazırda.
el altından zf. Gizlice: "... el altından Anadolu'ya silah kaçırtmak yollarını temin etmekteydi. " -H. E. Adıvar.
elaman ünl. (eîâma:n) Ar. el + aman Bezginlik ve sızlanma anlatan bir söz: "Dostlardan, yemişlerden, Hıristaki Pasajının güllerinden, zambaklarından elaman!" -S. F. Abasıyanık. elaman çekmek bezginlik gösterip yakınmak, elaman demek çok bezmek.
elan zf. (elâ:n) Ar. el + ân esk. Şimdi, şu anda, hâlâ, henüz, daha: "Zaten evlerinde elan sinide, yer sofrasında yemek yiyorlar." -R. H. Karay.
el arabası is. Elle sürülen taş, toprak vb. taşımaya yarayan, tek tekerlekli ve iki kollu, küçük araba.
elastik, -ği sf (elâstik) Fr. elastigue Esnek.
elastiki sf. (elâstiki:) Fr. elastigue + Ar. –i Esnek.
elastikiyet is. (elastikiyet) Fr. elastiaue + Ar. -iyyet Esneklik.
el ayası is. Elin, bilekle parmaklar arasındaki iç bölümü.
elbasan tavası is. Önceden haşlanarak hazırlanmış yağsız etin üzerine yoğurt ve çırpılmış yumurta karışımının dökülüp fırında pişirilmesiyle yapılan bir yemek.
elbet zf. (e'îbet) Ar. elbet Elbette: "Elbet bir başkasının yatağı başında gene bir araya geliriz." -R. N. Güntekin.
elbette zf. (elbe'tte) Ar. elbette Her hâlde, şüphesiz, kuşkusuz, elbet.
el bezi is. Kurulama ve temizleme işlerinde kullanılan bez: "Ruhsar Hanım, biri sabunlu, öbürü sadece ıslak iki el beziyle dönmüştü." -A. İlhan.
el birliği is. Bir iş yapmak için birleşme, beraberlik, dayanışma: "Yeni tiyatro binası projesini el birliğiyle şimdilik bir tarafa bıraktırdık." -R. N. Güntekin. el birliği etmek birlikte davranmak, dayanışmak.
elbise is. Ar. elbise Giysi: "Bayram sabahlarında yeni elbiseler karşısında çocuk heyecanları duyuyorum." -S. F. Abasıyanık.
→ elbise dolabı, resmî elbise, dalgıç elbisesi
elbise dolabı is. İçindeki askılara giysi asılan, genellikle tahtadan yapılan ve özel bölmeleri olan mobilya: "Bir defasında bunun elbise dolabının karanlık aynasında boğulan gün ışığı olduğunu anlamıştı." -P. Safa.
elbiseli sf Elbisesi olan, giyinik.
elbiselik, -ği sf. Giysi yapılmaya elverişli (kumaş).
elbisesiz sf. Elbisesi olmayan, çıplak.
el bombası is. ask. Elde taşınabilen ve pimi çekilerek ateşlenen küçük tip bomba.
elci is. hlk. Bazı yörelerde mevsimlik tarım işçisi toplayıp işçi ile işveren arasında aracılık yapan kimse.
elcik, -ği is. Bisiklet ve motosiklette dümenin elle tutulan kısımlarına geçirilen ve yumuşak, sentetik maddeden yapılan kaplama.
el çabukluğu is. 1. Bir işi çabuklukla yapabilme ustalığı. 2. Hilesini kimseye sezdirmeden yapabilme. 3. Hokkabazın başvurduğu yöntem.
el çantası is. İçine özel eşya konulan, günlük İşlerde veya kısa gezilerde kullanılan çanta: "Ben üstümdeki elbise île ve el çantamdaki iki çorapla kaldım." -A. Gündüz.
elçek, -ği is. hlk. Gelinin elinin içine kına yakılmasından sonra giydiği, kumaştan yapılmış bir tür eldiven.
elçekli sf. Elçeği olan: "Ellerin elçekli gelin / Kolların kolçaklı gelin." -Halk türküsü.
elçi is. 1. Bir devleti başka bir devlet katında temsil eden kimse, sefir. 2. Bir uzlaşma sağlamak veya iş bitirmek için birinin yanına gönderilen kimse. 3. din b. Yalvaç, peygamber, resul, nebi. elçiye zeval olmaz bir kimseden başka bir kimseye herhangi bir haber ulaştıran, bu aracılığından dolayı sorumlu tutulmaz.
→ büyükelçi, orta elçi
elçilik, -ği is. 1. Elçi olma durumu. 2. Elçinin görevi veya makamı, sefirlik, sefaret: "Elçilik kadrolarında tenkisat yapılacağından söz ediliyor." -A. İlhan. 3. Elçinin görevini yaptığı yapı, sefaret, sefarethane: "Elçilik denen bu konakta bir nevi iç güveyi hayatı sürüyorum." -Y. K Karaosmanoğlu. elçilik etmek (veya yapmak) 1) elçilik görevinde bulunmak; 2) iki taraf arasında uzlaştırma görevini yapmak.
→ elçilik uzmanı, büyükelçilik
elçilik uzmanı is. Elçiliğin belli bir kolunda görevli uzman, ataşe: Elçilik ticaret uzmanı.
elçim is. hlk. 1. Bir defada ele alınabilecek kadar az olan nesne. 2. Tutam, bir demet, bir parça.
elde is. mat. Çarpma ve toplama işlemlerinde bir sonraki sıranın rakamlarına katılacak olan sayı.
elde bir is. Kesinlikle gerçekleşecek şey.
eldeci is. huk. Zilyet.
el değirmeni is. El gücüyle çalıştırılan ve kahve, baharat vb.ni öğütmeye yarayan bir tür küçük değirmen.
el değmemiş sf. 1. Hiç kullanılmamış, dokunulmamış. 2. Saflığı bozulmamış.
eldeli is. mat. Toplama veya çarpmalarda bir sonraki basamağa aktarılan sayı.
elden zf 1. Aracısız olarak: Atanma yazımı elden aldım, gidiyorum. 2. Birinin aracılığıyla: Parayı elden yolladı, elden almak bir malı pazara çıkarılmadan sahibinin elinden satın almak.
→ elden düşme, elden ele, bir elden, ilk elden, tez elden
elden düşme sf. Az kullanılmış ve sahibinin elinden ucuza alınmış (eşya): "Elden düşme bir araba satın alınır." -O. V. Kanık.
elden ele zf. Bir kişiden ötekine, (bir şey) elden ele dolaşmak ün, güzellik vb. nitelikleri dolayısıyla ilgi görmek, beğenilmek: "Gönülden Sesler, Meşrutiyet gençliğinin elden ele dolaşan kitabı idi." -Y. Z. Ortaç. elden ele geçmek bir şey sahip değiştirmek.
eldesiz is. mat. Toplama veya çarpmalarda toplam ve çarpımın dokuzdan büyük olmaması.
eldiven is. Dış etkilerden korumak için ele giyilen kumaş, deri veya kauçuktan yapılan el giysisi.
→ ameliyat eldiveni, bulaşık eldiveni, enkaz eldiveni, meryemanaeldiveni
eldivenli sf. Eldiveni olan: "Eldivenli ellerini koltuk altlarına vura vura tezgâha doğru ilerledi."-S. F. Abasıyanık.
eldivensiz sf. Eldiveni olmayan.
el duşu is. Yıkanırken elde tutup su püskürtmeye yarayan araç.
-ele- bk. -ala- / -ele-.
elebaşı is. 1. Oyunda arkadaşlarına baş olan çocuk. 2. Kötü, olumsuz iş veya hareketlerde önder olan kimse, sergerde: "Beni elebaşı olmak üzere gösterip incitici hücumlardan kurtuluyorlar." -A. Rasim.
elebaşılık, -ğı is. Elebaşı olma durumu, sergerdelik: "Kendi kişiliğimin bugün henüz böyle bir elebaşılığa yatkın olmadığını görebilecek kadar da gerçekçiyim." -H. Taner.
eleğimsağma is. Ar. 'ala 'im + semâ meteor. hlk. Gökkuşağı: "Parça parça açılan minimini eleğimsağmalarda bütün renkler kaynaşıyordu." -Ö. Seyfettin.
eleji is. Fr. elegie ed. İçli, acıklı yakarışları, yakınmaları ve melankolik duygulan anlatan şiir: Salih Zeki Aktay 'Elejiler' başlıklı şiirler yazdı.
-elek bk. -alak / -elek.
elek, -ği is. Taneli veya un gibi toz durumunda olan şeyleri yabancı maddelerden ayıklamak veya incesini kabasından ayırmak için kullanılan, tahta bir kasnak ve tek tarafa gerilmiş, gözenekli tel, kıl, bez vb.nden oluşan araç: "Evden bir elek getirilecek, eleğin kenarına bir sopa konup kaldırılacak." -S. F. Abasıyanık. elekten geçirmek 1) elemek; 2) ayıklamak; 3) araştırma sonunda doğruyu yanlışı, iyiyi kötüyü ayırmak.
→ norton eleği
elekçi is. 1. Elek yapan veya satan kimse. 2. hlk. Çingene.
elekçilik, -ği is. Elek yapıp satma işi.
elekleme is. Eleklemek işi.
eleklemek (-i) Elekten geçirmek.
eleklik, -ği is. Keçi kılından veya at yelesinden yapılmış iplikle dokunan ve sanayide bazı sıvıları süzmekte kullanılan özel dokuma türü.
elektrifikasyon is. Fr. electrifîcation Elektrik enerjisini endüstri, ulaşım ve gündelik hayata uygulama, elektriklendirme.
elektrik, -ği is. Fr. electriquefiz, 1. Maddenin elektron, pozitron, proton vb. parçacıklarının hareketleriyle ortaya çıkan enerji türü. 2. Bu enerjinin gündelik hayatta kullanılan biçimi. 3. Bu enerjiden elde edilen aydınlanma. 4. Fiziğin, elektrik olaylarını inceleyen kolu. 5. sf. Elektrikle çalışan. 6. mec. Çarpıcılık, cazibe, canlılık: "Ufak tefek ama şimdiden elektriği öbürkülerden başka, yırtıkça bir kız var içlerinde." -H. Taner, elektrik almak etkilenmek, etkisi altında kalmak, elektrik vermek 1) bir yeri elektrikle donatmak; 2) işkence amacıyla birinin çıplak bedenine doğru akım vermek; 3) elektrik enerjisini kullandırmak; 4) mec. etkilemek, etkisi altında bırakmak, elektriği kesmek elektrik enerjisinin akışına engel olmak, elektriği yakmak bir yeri aydınlatmak için elektrik enerjisini açıp kullanmak: "Ondan hemen ayrılıp elektriği yaktı." -T. Buğra.
→ elektrik anahtarı, elektrik çarpması, elektrik dinamosu, elektrik direği, elektrik düğmesi, elektrik fabrikası, elektrik feneri, elektrik fırını, elektrik fincanı, elektrik kaynağı, elektrik ocağı, elektrik saati, elektrik santrali, elektrik sayacı, elektrik süpürgesi, elektrik teli, elektrik üreteci, elektrik yayı, elektrik zili, durağan elektrik, pozitif elektrik
elektrik anahtarı is. Elektrik gücünden ışık, ısı, hareket olarak yararlanırken akımın kesilmesi veya açılması için kullanılan araç.
elektrik çarpması is. Canlının akım geçen tele dokunması sonunda şiddetle sarsılması veya ölmesi.
elektrikçi is. Elektrik İşleri yapan usta.
elektrikçilik, -ği is. Elektrikçinin işi: "Meşrutiyetten sonra elektrikçilik öğrenmek için İstanbul'dan ayrılmış." -Ö. Seyfettin.
elektrik dinamosu is. Güçlü bir elektromıknatısın kutupları arasında dönen sarımlar biçiminde düzenlenmiş bir iletkenden oluşan ve iletkenin döndürülmesiyle mekanik enerjiyi elektrik enerjisine dönüştüren araç.
elektrik direği is. Elektrik enerji hatlannı taşıyan ağaç veya metal direk.
elektrik düğmesi is. Elektrik akımını açıp kesmeye yarayan düğme: "Elektrik düğmesine basılır basılmaz aydınlanan odalar gibi..."-R. N. Güntekin.
elektrik fabrikası is. Elektrik enerjisi üreten ve bu enerjiyi nakil hatlarıyla dağıtan büyük iş yeri: "Elektrik fabrikası saat altıda çalışmaya başladı." -N. Cumalı.
elektrik feneri is. esk. Pille çalışan fener, el feneri: "Bir ihtiyarın elinde bir elektrik feneriyle acele acele sokak kapısından girdiğini gördük." -R. N. Güntekin.
elektrik fırını is. Elektrik enerjisi ile çalışan mutfak aleti.
elektrik fincanı is. Elektrik tellerinin sarıldığı, akım geçirmeyen porselen.
elektrik kaynağı is. Elektrik enerjisi kullanılarak yapılan kaynak işlemi.
elektrikleme is. Elektriklemek işi.
elektriklemek (-i) 1. fiz. Üzerinde elektrik gücü bulunmayan bir iletkene, elektrikli başka bir iletkeni yaklaştırmak veya değdirmek yoluyla elektrik gücü vermek. 2. mec. Etkilemek.
elektriklendirme is. 1. Elektriklendirmek işi. 2. Bir yeri elektrik gücüyle donatma.
elektriklendirmek (-i) 1. Elektrik sağlamak. 2. mec. Sinirli ve gergin bir duruma yol açmak: "Seçim, havayı büsbütün elektriklendirmiş, sinirleri iyice gerginleştirmişti." -T. Buğra.
elektriklenme is. Elektriklenmek işi.
elektriklenmek (nsz) 1. Elektrik enerjisiyle yüklü duruma gelmek. 2. mec. Sinirli ve gergin bir duruma gelmek, gerginleşmek. 3. mec. Etkilenmek.
elektrikli sf. 1. Elektriği olan, elektrik enerjisiyle yüklü olan, elektrikle işleyen: "Bir sinemanın elektrikli ilanı yanıp sönüyordu." -C. Uçuk. 2. mec. Sinirli ve gergin bir duru ma gelmiş olan: Elektrikli bir ortam.
→ elektrikli basaç, elektrikli daktilo, elektrikli ısıtıcı, elektrikli sandalye, elektrikli süpürge, elektrikli tren
elektrikli basaç, -cı is. Kapı, pencere ve elektrikli araçlarda kullanılan sistem açıcı.
elektrikli daktilo is. Elektrik enerjisi ile çalışan yazı makinesi.
elektrikli ısıtıcı is. Elektrik enerjisinin oluşturduğu ısıyı çevreye yayan araç.
elektrikli sandalye is. Bazı ülkelerde ölüm cezasının uygulanmasında kullanılan araç.
elektrikli süpürge is. Elektrik enerjisi İle çalışan süpürge, elektrik süpürgesi.
elektrikli tren is. Elektrik enerjisi ile çalışan tren.
elektrik ocağı is. Elektrik enerjisi ile çalışan ve ısıtma aracı olarak kullanılan alet.
elektrik saati is. Elektrik sayacı.
elektrik santrali is. Daha az donanımlı küçük elektrik fabrikası: "Bu mumlar, şehrin elektrik santrali yıkılmadıkça sönmeyecek galiba?" -A. Gündüz.
elektrik sayacı is. Kullanılan elektrik enerjisinin miktarını gösteren araç, elektrik saati.
elektriksiz sf. Elektriği olmayan, elektrik enerjisiyle yüklü olmayan, elektrikle çalışmayan.
elektriksizlik, -ği is. Elektriksiz olma durumu.
elektrik süpürgesi is. Elektrikli süpürge.
elektrik teli is. Elektrik akımını kolayca iletebilen ve özellikle bakırdan yapılan tel.
elektrik üreteci is. Jeneratör.
elektrik yayı is. fiz. Birbirine değmeyen iki kömür çubuk arasında elektrik akımı sırasında oluşan yay biçimindeki ışık.
elektrik zili is. Elektrik gücüyle oluşan titreşim sonucu ses veren araç: "Aklıma hizmetçiyi çağırmaya mahsus elektrik zili geldi." -P. Safa.
elektro is. bk. elektrokardiyografi.
elektroansefalografi is. Fr. electro-encephalographie tıp Beyinde oluşan elektrik akımının ve bu akımda gerçekleşen değişikliklerin çizelge hâlinde kaydedilmesi.
elektroansefalogram is. Fr. electro-encephalogramme tıp Beyin hücrelerinin doğurduğu gizil güç farklarının yazılmasıyla elde edilen çizelge.
elektrobiyoloji is. Fr. electrobiologie Canlılarda görülen elektrik olaylannı inceleyen bilim.
elektrobiyolojik, -ği sf. Fr. electrobiologigue Elektrobiyoloji İle ilgili.
elektrodinamik, -ği is. Fr. electrodynamiaue 1. Elektrik akımlarının dinamik hareketini konu edinen fizik dalı. 2. sf. Bu dalla ilgili olan.
elektrodinamometre is. Fr. electrodynamometre Elektrik akımının şiddetini ölçen cihaz.
elektrodiyaliz is. Fr. electrodialyse kim. Birtakım koloitlerin ortamdaki öteki parçacıklara oranla gözenekli zarlardan daha kolay geçmesi Özelliğine dayanan kimyasal arıtma yönteminin elektrik enerjisiyle hızlandırılmış türü.
elektrofil is. Fr. eîectrophile kim. Bir atom veya iyondan elektron alabilen, onunla elektron paylaşabilen madde.
elektrofon is. Fr. electrophone Fonograf kayıtlarını okumak ve elektrik akımının aracılığıyla yükselterek sese çevirmek için gerekli araçları içinde toplayan cihaz.
elektrogitar is. Fr. electro + guitare müz. Elektrikten yararlanılarak sesi yükseltilen gitar.
elektrojen sf. Fr. electrogene Elektrik üreten (sistem).
elektrokardiyograf is. bk. kardiyograf.
elektrokardiyografi is. bk. kardiyografi.
elektrokardiyogram is. bk. kardiyogram.
elektrokimya is. Fr. electro + Ar. kımyâ Elektrik akımının etkisiyle ortaya çıkan kimyasal değişmeleri ve kimya işlemlerinde oluşan enerji elektrik üretiminde kullanmayı araştıran bilim dalı.
elektrolit is. Fr. electrolyte 1. fiz. Elektroliz işlemiyle çözülen madde. 2. biy. Hücre içi ve dışı sıvısındaki sodyum, potasyum vb. madensel iyonlar.
→ elektrolit dengesi
elektrolit dengesi is. biy. Hücre içi ve dışı sıvısındaki madensel iyonların eşit yoğunlukta bulunması.
elektroliz is. Fr. electrolyse fiz. Bir elektrik akımının etkisiyle ortaya çıkan kimyasal ayrışma.
elektromanyetik, -ği sf. Fr. electromagnetiaue fiz. Elektromanyetiği bulunan veya bununla ilgisi olan.
→ elektromanyetik dalgalar, elektromanyetik güç
elektromanyetik dalgalar ç. is. fiz. Boşlukta yayılabilen, manyetik veya elektrik alanlarından oluşan, yüklü parçacıkların hızlanmasıyla meydana gelen enerji dalgalan.
elektromanyetik güç, -cü is. fiz. Manyetik alan içindeki elektrik akışını etkileyen güç.
elektromanyetizma is. Fr. electromagnetisme fiz. 1. Elektriklenme ile mıknatıslanmanın karşılıklı olarak etkilenmelerinden ortaya çıkan olayların bütünü. 2. Elektrik akımıyla mıknatıs elde etme.
elektromekanik, -ği sf Fr. electromecaniaue Mekanik öğelerden oluşan ve bunların hareketiyle, elektrikli unsurlara bağlı olarak uzakta bulunan aletlerin çalışmasını ve kontrolünü sağlayan tertibat.
elektrometalürji is. Fr. electrometaîlurgie fiz. 1. Metalürji ürünlerinin elde edilmesinde ve arıtılmasında termik elektriğin ısı ve elektroliz özelliklerinin kullanılması. 2. Elektrikle ısıtma olaylarından yararlanılarak yapılan ve madenlere uygulanan termik işlemlerin hepsi.
elektrometre is. Fr. electrometre Elektrikte kullanılan türlü ölçü cihazları.
elektromıknatıs is. Fr. electro + Ar. mibıâtis fiz. İçinde manyetik akıyı toplayıp arttırıcı bir yumuşak demir bulunan, bobin veya bobinlere doğru akım geçirilerek elde edilen mıknatıs.
elektromobil is. Fr. electromobile Elektrik enerjisiyle işleyen otomobil.
elektromotor is. Fr. electromoteur 1. Elektrik enerjisini mekanik enerjiye çeviren cihaz. 2. fiz. Mekanik veya kimyasal bir etki altında elektrik üreten araç.
elektron is. Fr. electron fiz. Bütün atomlarda bulunan negatif yüke sahip temel parçacık, pozitron karşıtı.
→ elektron akışı, elektron demeti, elektron gazı, elektron lambası, elektron mikroskobu, serbest elektron
elektron akışı is. fiz. Serbest elektronların yer değiştirmesi.
elektron demeti is. fiz. Aynı enerji kaynağından çıkan ve birbirine yakın yörüngede yayılan elektronlar.
elektronegatif sf. Fr. Electronegatif fiz. Elektrolizde artı kutupta toplanma niteliği olan (cisimler).
elektron gazı is. fiz. Boş veya gaz dolu bir ortamda, bir iletkenin İçinde dolaşan serbest elektronların tümü.
elektronik, -ği sf. Fr. electronigue fiz. 1. Elektron temeline dayanan, elektronla ilgili. 2. is. Serbest elektronların etkisiyle oluşan olayları inceleyen bilim dalı: "İnsanlar aya gitti. Elektronik, teknik aldı yürüdü." -H. Taner.
→ elektronik beyin, elektronik çalgılar, elektronik müzik, elektronik saat
elektronik beyin, -yni is. bl. Bilgisayar.
elektronik çalgılar ç. is. müz. Elektrikten yararlanarak ses gücü yükseltilen çalgılar.
elektronikçi is. Elektronik işi ile uğraşan kimse.
elektronikçilik, -ği is. Elektronikçi olma durumu.
elektronik müzik, -ği is. Elektronik çalgı ve cihazlarla yaratılan müzik.
elektronik saat, -ti is. Elektrik enerjisi ile çalışan saat.
elektron lambası is. fiz. Gaz geçirmeyen bir tür içindeki boşlukta veya bir gazlı ortamda elektron akımı oluşturan elektronik araç.
elektron mikroskobu is. tekno. Normal ışık yerine bir elektron demeti ile çalışan ve bir milyon kez net büyütebilen özel mikroskop.
elektropozitif sf. Fr. electropositiffız. Elektrolizde eksi kutupta toplanma niteliği olan (cisimler).
elektroradyoloji is. Fr. electroradiologie tıp Hastalıkların teşhis ve tedavi edilmesinde elektrik ışınlarının uygulanmasını öngören tıp dalı.
elektrosaz is. Elektronik çalgılar.
elektroskop, -bu is. Fr. electroscope fiz. Bir cismin elektriklenmesini ve bu elektriklenmenin derecesini gösteren araç.
elektrostatik, -ği sf. Fr. electrostatique fiz. 1. Elektrikle ilgili. 2. is. Elektriklenmiş cisimler üzerinde elektriği denge durumunda inceleyen fizik dalı.
→ elektrostatik serpme
elektrostatik serpme is. Zımpara taneciklerinin kâğıt veya beze yapıştırılırken yüksek gerilimli bir elektrostatik alandan yararlanılarak düzenli dağılımını sağlayan yöntem.
elektroşok is. Fr. electrochoc tıp Ruh hastalıklarında, beyinden çok kısa süreli yüksek elektrik akımı geçirerek hastayı iyileştirmeye çalışma yöntemi.
elektrot, -du is. Fr. electrode fiz. Bir elektrolitin içine daldırılan iki iletken çubuktan her biri, bunların artısına anot, eksisine katot denir.
elektroteknik, -ği sf. Fr. electrotechniaue Elektrik tekniğine ait, elektrik tekniği ile ilgili.
el ele zf Birbirinin elini tutarak, el ele vermek 1) el tutuşmak: "El ele vermiş polisler kaldırımlardan taşan halk kütlesini zor zaptediyorlardı." -H. Taner. 2) mec. birlikte davranmak, bir konuda birleşmek: "Baş başa, el ele verelim de biz asıl bir çare bulalım, evvela şu büyüden kurtulalım." -R. H. Karay.
elem is. Ar. elem Acı, üzüntü, dert, keder: "... dayanılmaz bir elemle yüreği sızladı." -Y. K. Karaosmanoğlu.
eleman is. Fr. element 1. Öge, unsur. 2. Bir toplulukta çalışan insanların her biri: "İşimizde örnek ve kusursuz bir eleman olacağız. " -H. Taner. 3. mat. Kümeye ait varlıklardan her biri.
→ eleman sayısı, ara eleman, öğretim elemanı, yapı elemanı
eleman sayısı is. mat. Bir kümedeki varlıkların sayısı.
eleme is. 1. Elemek işi. 2. sf Elenmiş, seçilmiş olan. 3. sp. Çeyrek sona katılacak sporcu ve takımları ayırmak için düzenlenen seçme yansı.
→ eleme sınavı, ön eleme
el emeği is. 1. Elde yapılan iş. 2. Bu çalışmanın karşılığı: El emeği olarak bir milyon lira aldık, el emeği göz nuru yapımı uzun zaman alan ve çok emek isteyen İş, el İşi göz nuru.
elemek (-i) 1. Elek yardımıyla ayıklamak veya incesini kabasından ayırmak, elekten geçirmek: "İşte deniz suyunun tuzunu eleyip çölü sulayıp kazanılan meralar." -H. Taner. 2. Sınav veya yarışma yoluyla en iyileri seçmek. 3. İpliği elemgeden geçirip yumak yapmak. 4. mec. Gözden geçirmek, ayıklamak, iyisini kötüsünden ayırmak. 5. sp. Bir yarışmacıyı yarışma dışı bırakmak.
element is. Alm. Element kim. Kimyasal çözümlemeyle ayrıştırılamayan veya bireşim yoluyla elde edilemeyen madde: Grafit ve elmas, karbon elementinin iki değişik biçimidir.
eleme sınavı is. eğt. Herhangi bir eğitim kurumuna başvuran istekliler arasından belli düzeyde başarı gösterenleri seçmek için düzenlenen iki aşamalı smavdan ilki.
elemge is. Çile durumundaki İpliği yumak yapmak veya masuraya sarmak için kullanılan ve bir eksen üzerinde dönen araç; "Bu rutubetli mahzenin loş serinliği içine elemgelerini kurmuşlar, iplik eğiriyorlar." -H. R. Gürpınar.
elemli sf Üzüntülü, kederli: "Çektiği elemli aşkla mesut olmasa da bunları sevdiği şüphesizdir. " -A. Ş. Hisar.
elemsiz sf. Elemi, üzüntüsü, kederi olmayan.
elenme is. 1. Elenmek işi. 2. sp. Yenilen oyuncu veya takımın yarışmalardan çıkması.
elenmek (nsz) 1. Eleme işine konu olmak veya eleme işi yapılmak: "Kuyunun başında unum elenir / Kaytan bıyıklarım kana belenir." -Halk türküsü. 2. Sınavda başarısız sayılmak: "İstekliler birer birer elenince en heveslisi ile karşı karşıya kaldı." -H. Taner. 3. mec. Süzülmek: "Bahçeye, kafeslerde elenen solgun bir ışık vurmuş." -Y. Z. Ortaç. 4. sp. Yarışma dışı kalmak, yarışmadan çıkarılmak.
elenti is. hlk. Arpa, buğday vb.nin kalburdan geçirilmiş bölümü: Buğday elentisi.
el erimi is. hlk. Çok uzakta olmayan, elin ulaşabileceği uzaklık.
el erki is. sos. Demokrasi.
eleştirel sf. Eleştiri niteliği taşıyan, tenkidi.
eleştiri is. 1. Bir insanı, bir eseri, bir konuyu doğru ve yanlış yanlarını bulup göstermek amacıyla inceleme işi, tenkit: "Fırkacılık, karşıya sövüp saymadan çamur atmadan çok önce, hatta karşıyı eleştiriden önce, kendi ilke ve amaçlarını, uygulama yöntemlerini anlatmak olmalıydı." -T. Buğra. 2. ed. Bir edebiyat veya sanat eserini her yönüyle sağlamak ve değerlendirmek amacıyla yazılan yazı türü, tenkit, kritik. 3. fel. Özellikle bilginin temellerini ve doğruluk durumunu inceleme, sınama, yargılama: "Zengin seçenekleri dinlerken siz de muhayyilenizi, eleştiri bilincinizi bilemiş olurdunuz. " -H. Taner.
→ öz eleştiri
eleştirici is. 1. Eleştirmeci, eleştirmen. 2. sf. Eleştirme niteliği olan, tenkitçi: Eleştirici bir görüş.
eleştiricilik, -ği is. 1. Eleştiricinin işi, eleştirmenlik, tenkitçilik, münekkitlik. 2. fel. İnsan bilgisinin sınırı üzerine felsefe bilinci ve bu bilincin uyanık tutulması, eleştirimcilik, kritisizm. 3. fel. Kant'ın akıl ve bilginin sınırını ve imkânlarını tespit etmek için, özellikle dogmacılığın ve şüpheciliğin karşısına koyduğu felsefe yöntemi, kritisizm.
→ yeni eleştiricilik
eleştirilme is. Eleştirilmek işi.
eleştirilmek (nsz) Eleştirme işi yapılmak: "Kasabanın ileri gelenlere karşı tutumu eleştiriliyordu." -T. Buğra.
eleştirim is. Eleştirme işi.
eleştirimci is. fel. Eleştirimcilikle ilgili olan kimse.
eleştirimcilik, -ği is. fel. Eleştiricilik.
eleştirme is. Eleştirmek işi, tenkit.
eleştirmeci is. Eleştirme yapan kimse, eleştirmen, tenkitçi, münekkit: "Hikâyelerimi beğenmeyen eleştirmeciler hakkında onun beni müdafaa etmesini zevkle dinliyordum." -S. F. Abasıyanık.
eleştirmecilik, -ği is. Eleştirmecinin yaptığı iş, tenkitçilik, münekkitlik.
eleştirmek (-i) Bir düşünceyi, bir eseri, bir yargıyı inceleyerek doğruluk veya yanlışlığını ortaya çıkarmak ve gerçek değerini belirtmek, tenkit etmek.
eleştirmeli sf Eleştirme ile ilgili, eleştirme üzerine olan, eleştirel, tenkidi: Eleştirmeli bir yazı.
eleştirmen is. Eleştiri yazıları yazan kimse, eleştirmeci, tenkitçi, münekkit: "Üç sayın edebiyat eleştirmeni görüşlerini açıklamışlar. " -H. Taner.
eleştirmenlik, -ği is. Eleştirmenin İşi, eleştiricilik, münekkitlik.
eletme is. Eletmek işi.
eletmek (-i) Eleme işini yaptırmak.
elezer sf. psikol. Sadist.
elezerlik, -ği is. psikol. Sadistlik.
el falı is. Avuç içindeki çizgilere göre bakılan fal.
el feneri is. Elektrik feneri.
el freni is. Duran bir taşıtı, bulunduğu yerde sabitleştirmek veya hareket imkânını engellemek için kullanılan ve elle yönetilen fren. el frenini çekmek çalışması durdurulmuş bir motorlu aracın hareketini Önlemek için el frenini uygun konuma getirmek.
elgin sf. esk. Yabancı, gurbette yaşayan, garip.
el gün zm. Başkaları, yabancılar: "El günle eğleniyorlar mı?" -R. N. Güntekin. ele güne karşı herkese, yabancılara karşı: "Ne de olsa bir evlatlığın evin büyük hanımına daima 'anne, anne' demesi ele güne karşı bir tuhaf düşer." -R. N. Güntekin.
elhak zf. (e'lhak) Ar. el + hakk Gerçekten, hiç şüphesiz, doğrusu: "Ama yazdığını da elhak güzel yazardı." -H. Taner.
elhamdülillah is. (elha'mdülillah) Ar. elhamdülillah "Allaha şükür" anlamında bir söz: "Seni gördük, bin şükür elhamdülillah, ama kızını göremiyoruz." -H. R. Gürpınar.
elhasıl zf (elha.sıl) Ar. el+ hâşil Kısacası.
el havlusu is. El ve yüzü yıkadıktan sonra kurulamak için kullanılan havlu, yüz havlusu, küçük havlu.
eli açık, -ğı sf Cömert: "Eli pek açık ve eğlenceye biraz fazla düşkündü." -S. AH.
eli ağır sf. 1. Yavaş iş gören. 2. Vurunca çok acıtan (kimse).
eli ayağı düzgün sf. 1. Bedence kusursuz olan, sakat olmayan (kimse). 2. mec. İffetli, namuslu (kimse).
eli bayraklı sf. Şirret, edepsiz, kavgacı (kimse).
elibelinde is. hlk. Halı ve kilimlere yapılan, ellerini beline koymuş insan figürünü andıran bir tür motif.
eli belinde sf Kavgaya hazır olduğunu belirten (kimse). eli bol sf. Cömert. eli bolluk, -ğu is. Eli bol olma durumu.
eli boş sf. İşi olmayan, boş gezen (kimse), eli boş çıkmak umduğunu alamamak, başarısızlığa uğramak: "Sağa döndü, sola baktı, seksen sergüzeşte atıldı, eli boş çıktı, parasız, kıyafetsiz ve mevkisiz olup..." -R. H. Karay. eli boş dönmek (veya çevrilmek veya geri gelmek) umduğunu alamadan dönmek: "Kaçan aşiretin izlerini bulamadıklarından, eli boş döndüler." -A. Mithat, eli boş gelmek (veya gitmek) 1) armağansız gelmek, gitmek; 2) umulan şeyi getirmeden gelmek.
eliböğründe is. mim. 1. Ahşap yapılarda çıkmaların altına eğik ve aralıklı olarak konulan ahşap destek. 2. hlk. Halı ve kilimlerde kullanılan eski bir motif türü, elibelinde.
eli böğründe sf. Başansız, zavallı (kimse), eli böğründe kalmak başarısızlığa uğramak, bir şey yapamaz duruma düşmek.
eli çabuk, -ğu sf Çabuk iş gören, hamarat (kimse): "O eli çabuk sekreterlerden istediğiniz kadarı elinizin altında olurdu." -H. Taner.
eli dar sf. Maddi olarak sıkıntıda olan (kimse). eli dar (veya darda) olmak para sıkıntısı içinde olmak.
elif is. Ar. elif Arap alfabesinin ilk harfinin adı. elifi elifine tam, tam olarak, noktası noktasına: "Saat şimdi elifi elifine dokuzu gösteriyordu." -H. Taner, elifi mertek sanmak çok cahil olmak: "Bir şişe görürsün, üstünde 'ilaç' yazar. Benim gibi elifi mertek sanan takımdansan şurup sanır içersin, zehirlenir ölürsün." -R. N. Güntekin.
elifba is. (elifba:) Ar. elif+ bâ Arap alfabesi: "Bu elifbada Türk'ün tek bir harfi yoktur." - Y. K. Beyatlı.
elifi sf. (elifi:) Ar. elifi Bantlarla süslenmiş: "Başında elifi taç vardı, pek güzel, pek ışıklı bir taçtı bu." -N. Araz.
eli geniş sf. Geçimi iyi olan, cömert (kimse).
eli hafif sf Cerrah, dişçi, berber vb. acıtmadan, tedirgin etmeden iş gören (kimse).
elik, -ği is. hlk. Dağ keçisi, yaban keçisi: "Hızır nazardan koruya, eli ayağı düzgün, elik yavrusundan azgın kara saçlı, gül nakışlı bir kızım dünyaya gelmiştir." -K. Bilbaşar.
eli koynunda sf 1. Boş, işsiz (kimse). 2. Çaresiz (kimse), eli koynunda kalmak çaresiz kalmak.
eli kulağında sf. Nerede İse olacak, çok yakında olması beklenilen.
el ilanı is. El ile dağıtılan yazılı duyuru.
elim sf (eli:m) Ar. elim esk. Acınacak, acıklı: "Geçirmiş olduğum elim sergüzeştin ve sefaletin nihayete ermiş olduğu bir gündü." -Y. K. Beyatlı.
eli maşalı sf. Kavgacı, şirret, dayak atmayı seven (kimse).
eliminasyon is. Fr. elimination Eleme.
elimine is. Fr. elimine "Elemek, ayıklamak" anlamındaki elimine etmek ve "elenmek, ayıklanmak" anlamındaki elimine edilmek birleşik fiillerinde geçen bir söz: Millet o yanlışı yapanları elimine etmişti.
eline ağır sf Elinden çabuk iş çıkmayan (kimse).
eline ayağına çabuk, -ğu sf. Hamarat, titiz, çalışkan (kimse).
eline çabuk, -ğu sf Çabuk iş gören (kimse).
elips is. Fr. ellipse mat. Bütün noktalarının odak denilen belirli iki ayn noktaya olan uzaklıklarımn toplamı birbirine denk olan kapalı eğri, oval.
elipsoidal, -li sf. Fr. ellipsodal mat. Elipsoitle ilgili, elipsoit biçiminde olan.
elipsoit, -di sf. Fr. ellipsoide mat. 1. Elipse benzeyen. 2. is. Bir elipsin kendi ekseni etrafında döndürülmesiyle oluşan cismin biçimi.
eliptik, -ği sf. Fr. elliptique mat. Elips ile ilgili, elips biçiminde olan.
eli selek, -ği sf. hîk. Eli açık, cömert (kimse).
eli sıkı sf. Cimri: "Senin gibi elleri sıkı birkaç pansiyonerimiz daha vardır." -H. R. Gürpınar.
eli sıkılık, -ğı is. Cimrilik.
eli sopalı sf Zorba (kimse).
eli şakağında sf. Düşünceli, kaygılı olan (kimse): "... biraz küskün, daima eli şakağında." -Y. Z. Ortaç.
el işçiliği is. Eşyanın makine kullanmadan yapılan bölümlerine harcanmış işçi emeği.
el işi is. 1. Makine kullanmadan el emeği ile yapılan iş: "Şükran masanın önünde abajurlu bir lamba ışığında bir el işiyle meşguldü. " -R. N. Güntekin. 2. Okullarda kâğıt, mukavva, tahta vb. ile yaptırılan çalışmalar. 3. İşleme, el işi göz nuru el emeği göz nuru.
→ el işi kâğıdı
el işi kâğıdı is. Kesip yapıştırma İşlerinde kullanılan bir yüzü parlak renkli kâğıt.
elit sf Fr. elite Seçkin.
elitlik, -ği is. Elit olma durumu.
eli uz sf. Usta, belli bir işte becerikli, mahir (kimse).
eli uzun sf. Fırsat buldukça öteberi aşıran, hırsız (kimse).
eli uzunluk, -ğu is. Eli uzun olma durumu.
eli yatkın sf. Elle yapılan işlerde becerikli (kimse): İkimiz de yaş farkına rağmen idmanlı, eli yatkın adamlardık." -R. H. Karay.
eli yatkınlık, -ği is. Eli yatkın olma durumu.
eliyle zf Aracılığıyla, marifetiyle, tarafından: "Türkiye Büyük Millet Meclisinin bütün bina, tesis, eklenti ve arazisinde kolluk ve yönetim hizmetleri Meclis Başkanlığı eliyle düzenlenir ve yürütülür." -Anayasa.
eli yordamlı sf. Eli işe yakışır, yatkın (kimse).
eli yüzü düzgün sf. Yüzüne bakılır, güzel (kimse): "Bu dovizsizlik ortasında bile yine eli yüzü düzgün uluslararası bir festival koîaran..." -H. Taner.
el kantarı is. Kantar.
el kapısı is. 1. Aile ocağının dışında muhtaç olunan, gelir, geçim sağlayan, başkalarına ait olan yer: "El kapısı kızcağızın öyle canına yetmiş ki, soğan ekmeğe bile razı." -H. Taner. 2. Yabancı ülke. el kapısına düşmek yabancıya muhtaç olmak: "Başından nasıl bir sergüzeşt geçmişti de böyle el kapılarına düşmüştü?" -R. H. Karay.
el keseri is. Marangozluk işlerinde kullanılan küçük keser.
el kılavuzu is. Herhangi bir konuda basit konulan ve bilgileri içeren kitapçık.
elkızı is. 1. Gelîn. 2. Kadın, eş.
el kiri is. Kolayca vazgeçilir, atılır şey.
el kitabı is. Herkesin kolaylıkla yararlanması için herhangi bir konuda, pratik amaçlarla hazırlanan kitap.
elleme is. 1. Ellemek işi: "Kuş yuvasındaki yumurtayı ellemeye gelmez." -N. Cumalı. 2. sf. hlk. Seçilmiş, iyi: Elleme kömür.
ellemek (-i) Elle dokunmak, elle karıştırmak: "Görüyorsunuz, ben hiçbirim ellemiyor, hiçbirini açmıyorum." -Y. Z. Ortaç.
ellenme is. Ellenmek işi.
ellenmek (nsz) Bir şeye elle dokunulmak. ellenmiş dillenmiş İffetsizliği yayılmış (kadın).
elleşme is. Elleşmek işi.
elleşmek (-le) hlk. 1. Elle dokunmak. 2. Elle İtişerek şakalaşmak. 3. Alışverişte, alanla satan birbirlerinin ellerini tutup sıkarak uzlaşmak. 4. Birbirinin elini sıkarak güç denemesi yapmak. 5. El sıkarak selamlaşmak. 6. Ağır bir yükü kaldırmak için birkaç kişi birden tutmak. 7. mec. Birine dokunacak söz söylemek. 8. mec. Yardımlaşmak.
elletme is. Elletmek işi.
elletmek (-i) Elleme işini yaptırmak.
elli (I) is. 1. Kırk dokuzdan sonra gelen sayının adı. 2. Bu sayıyı gösteren 50, L rakamlarının adı. 3. sf. Beş kere on, kırk dokuzdan bir artık.
elli (II) sf. Eli olan: "Bu kocaman elli, muhteşem babadan bite korkmuyordu." -S. F. Abasıyanık.
→ açık elli, ağırelli, İt elli
ellik, -ği is. hlk. 1. Eldiven. 2. Ekin biçerken sol elin parmaklanna geçirilen, eldiven biçiminde, tahtadan yapılan bir araç. 3. den. Yelken dikenlerin kullandığı, madenî yüksüğü olan meşin eldiven.
ellilik, -ği sf. 1. İçinde elli tane bulunan: Ellilik paket. 2. Elli yaşında olan: "Ellilik bir kadının elinde kocaman bir çanta ile geldiğini gördük." -R. N. Güntekin. 3. is. Elli kuruş veya elli lira değerinde para.
→ açık eltilik, ağırellilik
ellinci sf. Ellinin sıra sıfatı, sırada kırk dokuzuncudan sonra gelen.
ellişer sf. 1. Elli sıfatının üleştirme biçimi, her defasında ellisi bir arada olan, her birine elli: "Her biri ellişer, yüzer kilo gelen, hatta daha ağırlarını kasaba çarşılarında satılırken gördüm." -S. F. Abasıyanık. 2. Her birine elli, her defasında ellisi bîr arada olan.
elma is. bot. 1. Gülgillerden, çiçekleri pembe veya beyaz bir ağaç (Pirus malus). 2. Bu ağacın kabuğu parlak, sert, kırmızı, sarı ve yeşil renkte, kokusu hoş, tadı ekşi veya tatlı, dokusu gevrek, ufak çekirdekli meyvesi. elma da, alma da demesini biliriz şartlara göre uygun davranmayı ifade eder. elma gibi kırmızı (yanak), elmanın yarısı o, yarısı bu bir elmanın yansı o, yarısı bu.
→ elmabaş, elma çayı, elma sirkesi, elma suyu, elma şarabı, elma şekeri, elma şurubu, acı elma, ekşi elma, Kızüelma, yabani elma, Âdem elması, Amerika elması, dağ elması, deveelması, ferik elması, fil elması, Japon elması, kiraz elması, pamuk elması, şeytan elması, yer elması
elmabaş is. zool. Tepeli dalgıç.
elmacı is. Elma yetiştiren veya satan kimse.
elmacık, -ğı is. anat. Yüzün yanakla göz arasında bulunan, az çok çıkıntılı bölümü.
→ elmacık kemiği
elmacık kemiği is. anat. Yüzün yanakla göz arasında bulunan kemiği: "Badik Ahmet'in elmacık kemikleri, fırlak, tombul yanakları kıpkırmızı oldu." -Ö. Seyfettin.
elmacılık, -ğı is. Elmacı olma durumu.
elma çayı is. Elmadan yapılan çay.
elmalık, -ğı is. Elma bahçesi.
elmamsı sf. Elmayı andıran, elmaya benzeyen, elma gibi.
elmas is. Ar. elmas 1. Yerin derinliklerinde bulunan, billurlaşmış an karbon. 2. Mücevher olarak kullanılan, saydam, değerli taş: "Eline geçen elması eve taşıyor, içi kasalı aynalı dolaba kutu kutu istif ediyormuş." -R. H. Karay. 3. sf. Bu taşlarla yapılmış: Elmas küpe. 4. Elmastıraş, elmas gibi çok iyi, çok değerli: Elmas gibi kalbi var. Elmas gibi bir çocuk, elmasım! övgülü bir seslenme sözü.
→ elmastıraş, kara elmas, camcı elması
elmasımsı sf Elması andıran, elmasa benzeyen, elmas gibi.
elma sirkesi is. Elma suyundan elde edilen sirke.
elmasiye is. (elma:siye) Ar. elmâsiyye Dondurulmuş meyve suyundan yapılan bir tür pelte.
elmaslı sf. Elmas takmış olan: "Zenginliğe doğru kendimde bir yakınlaşma duyar, elmaslı, kürklü kadınlara sokulmak isterdim." -R. H. Karay.
elmastıraş sf. Ar. elmas + Far. -terâş 1. Üzeri elmas gibi yontulmuş (iyi tür cam, billur): Elmastıraş sürahi. 2. is. Ucu elmaslı, kalem biçiminde cam keskisi.
elma suyu is. Elmadan çıkarılan meyve suyu.
elma şarabı is. Elma şırasının mayalanmasıyla elde edilen şarap.
elma şekeri is. Boya katılmış şeker pekmezine batınlarak şekerlenen ve çubuğa takılarak satılan elma: "Tahtaya sokulu elma şekeri yalaya yalaya bayramı Fatih meydanında geçiren bu soysuz kız..." -R. H. Karay.
elma şurubu is. Elmanın şekerle kaynatılmasından elde edilen bir tür içecek.
elmek, -ği is. (elektronik mektup'tan) bl. Bilgisayarlar veya bir ağ içindeki belli gönderim merkezleri arasında elektronik bilgi iletişimi, e-posta.
eloğlu is. 1. El, yabancı: "Eloğlu erkenden ayaktadır. Bunca uygarlık yan gelip yatmakla elde edilmemiştir." -H. Taner. 2. mec. Damat. 3. mec. Koca.
el oltası is. İzmarit balığı için kullanılan olta.
elöpen is. hîk. Kertenkele.
el sabunu is. El yıkamak için kullanılan sabun.
el sanatları ç. is. El tezgâhlarında bir yardımcı araç kullanarak yapılan işlerin hepsi.
el sözlüğü is. Elde ve cepte taşınabilen küçük sözlük.
el şakası is. Elle yapılan şaka: "Ama el şakası filan yapmadı benimle. Haddine mi düşmüş?"-İl. Taner.
el tası is. El, yüz yıkanırken su dökünmek veya içinde sabunlu su hazırlanıp el temizlemekte kullanılan tas.
el telefonu is. Cep telefonu.
el telsizi is. Elde taşınabilen telsiz.
elti is. Kardeş eşlerinden her birinin ötekine göre adı: "Sana derim, güzel eltim, sen bu kızına tez vakitte nikâh koy!" -T. Buğra.
→ eltieltiyeküstü
eltieltiyeküstü is. bot. Bir tür bitki.
eltilik, -ği is. Elti olma durumu.
el topu is. sp. Yedi veya on birer kişilik iki takım arasında yalnızca elle oynanan, topu karşı takımın kalesine atmaya dayanan oyun, hentbol.
el ulağı is. Yardımcı, yamak: "Konaktayken hiç olmazsa el ulakları vardı." -H. R. Gürpınar.
el ulaklığı is. Yamaklık: "Yenilere de el ulaklığı, bahçıvan yamaklığı gibi daha aşağılık işler düşüyor." -H. Taner.
el uzluğu is. Ustalık, el alışkanlığı, maharet.
elvan ç. is. Ar. elvan 1. Renkler. 2. sf. Türlü renklerden olan: "Çok aradım bulamadım dengimi / Elvan çiçeklerden aldım rengimi." -Halk türküsü.
→ elvan elvan
elvan elvan sf. Çeşit çeşit: "Elvan elvan kokun gelir / Yâr oturmuş yele karşı." -Karacaoğlan.
elveda ünl. (elveda:) Ar. el + vida' 1. Bir daha kavuşulmayacağı düşünülen bir şeyden ayrılırken kullanılan bir söz: Elveda ey güzel günler! 2. Bir daha karşılaşılmayacak biçimde ayrılırken "Allaha ısmarladık, Allaha emanet olun" anlamlarında kullanılan bir söz.
elverdiğince zf (elverdiği'nce) İmkân dâhilinde olduğu sürece: "Gönülleri elverdiğince ortada bir boşluk bırakarak ikiye ayrıldılar. " -A. Ağaoğlu.
elverişli sf. Uygun, işe yarayan, müsait: "Halim'e içinde bulunduğu zor ve ezici durumdan kurtulmak için, bundan daha elverişli bir fırsat çıkmazdı." -A. İlhan.
elverişlilik, -ği is. Uygun olma durumu.
elverişsiz sf. Uygun olmayan, uygun gelmeyen: "En elverişsiz noktada idi, ama ister istemez döndü." -T. Buğra.
elverişsizlik, -ği is. Uygun olmama durumu.
elverme is. Elvermek işi veya durumu.
elvermek (-e) 1. Yetmek, yetecek kadar olmak: Bu kadar bana elverir. 2. Uygun gelmek: "O her vakit, benim zaman elverirse pek çok çalışabileceğimi söyler." -M. Ş. Esendal. elverir ki yeter ki: "Elverir ki, bir gün bana, derinden, / Ta derinden bir gün bana "Gel" desin "." -A. K. Tecer.
elyaf ç. is. Ar. elyaf 1. Genellikle İplik durumuna getirilebilir lifli maddeler. 2. sf. Bu maddeden yapılmış.
el yatkınlığı is. 1. İşe alışmış olma durumu. 2. El işlerini yapmakta yetkinlik.
el yazısı is. Elle yazılan yazı: "İlk önce ikisinin el yazısını elde edeceğiz, sonra bu mektupla karşılaştıracağız." -A. Gündüz.
el yazması is. El ile yazılan kitap.
el yordamı is. Elin duyumu ve yardımı ile varlıktan algılama, el yordamıyla 1) görmeden, elle yoklayarak: "Nezih, merdivenin ayağına koyduğu ufak petrol lambasını el yordamıyla bulmuş, yakmıştı." -R. H. Karay. 2) fazla bilgi olmadan, deneme yanılma yoluyla.
elzem sf. Ar. elzem esk. Çok gerekli, vazgeçilmez: "... sizde oksijen tüpü vardı sanırım, krizin yenilenmesi hâlinde el altında bulundurulması elzem..."-A. İlhan.