eğdiriş is. Eğdirme işi veya biçimi.

eğdirme is. Eğdirmek işi.

eğdirmek (-i) Eğik duruma getirmek, getirtmek: "Eğdirme fesini yâr yâr kalkar da giderim. " -Halk türküsü.

eğe (I) is. anat. Göğüs kafesini oluşturan, arkadan omurgaya, önden de göğüs kemiğine eklenen uzun, yassı ve eğri kemiklerden her biri, kaburga.

eğe (II) is. Maden, tahta vb.nin pürüzlerini düzeltmek için kullanılan, üzeri pürtüklü, sert, ensiz, çelik araç.

piyata eğe

eğeleme is. Eğelemek işi.

eğelemek (-i) Eğe ile düzleştirmek, aşındırmak.

-eğen bk. -ağan / -eğen.

eğer bağ. (eğer) Far. eğer Şart anlamını güçlendirmek için şartlı cümlelerin başına getirilen kelime, şayet: "O zaman inandığım gibi / Sahiden bir öbür dünya varsa eğer." -C. S. Tarancı.

eğiç, -ci is. hlk. Yemiş koparırken dalları çekmeye veya kovandan bal almaya yarayan araç.

eğik, -ği sf. 1. Yatay bir çizgi veya düzlemle açı oluşturacak biçimde olan, yalman, mail, şev. 2. Eğilmiş olan, dik veya düz olmayan. 3. Bükülmüş: "Başı yine yere eğik, sol kolu yine kalçasındaydı." -Ö. Seyfettin. 4. is. mat. Dik veya paralel olmayan doğru.

eğik biçme, eğik çizgi, eğik düzlem, eğik silindir, güneğik

eğik biçme is. mat. Ekseni tabanına dikey olmayan biçme.

eğik çizgi is. 1. Düz olmayan çizgi. 2. Yan yana yazılan dizeler, kelime grupları ve cümle öğeleri, adres yazarken kapı numarası ile daire numarası vb.nin arasına konulan noktalama işareti (/). 3. mat. Bölme işlemini gösteren işaret.

eğik düzlem is. fiz. Bir cismi yükseğe çıkarmak için gerekli gücü ayarlamada kullanılan eğik, düz yüzey.

eğiklik, -ği is. 1. Eğik olma durumu, eğim, yamukluk, meyil. 2. astr. Bir düzlem üzerinde hareket eden bir gök cismine ilişkin yörünge düzleminin, tutuluma bakış doğrultusuna dik düzleme veya belirtilmiş herhangi bir düzleme göre yaptığı açı.

eğik silindir is. mat. Ekseni tabanına dikey olmayan silindir.

eğilim is. 1. Bir şeyi sevmeye, istemeye veya yapmaya içten yönelme, meyil, temayül: "İnsanoğlunun, yaradılıştan medeniliğe eğilimi vardır." -N. Ataç. 2. Para piyasalarında zamanla oluşan değişim, alım satım işlemleriyle ilgili iniş çıkış seyri.

eğilimli sf. Eğilimi olan, istekli, meyyal, mail.

sağ eğilimli, sol eğilimli

eğilimsiz sf. Eğilimi olmayan.

eğiliş is. Eğilme işi veya biçimi: "Soylu ve çetin savaşçılık gururuna, bu eğiliş ağır geldi." -F. R. Atay.

eğilme is. 1. Eğilmek işi: "İstese bile kendisini veremiyor, belirsiz bir tiksinti o yöne eğilmesini engelliyordu." -A. İlhan. 2. mat. Bir doğrunun, bir başka doğruya veya düzleme göre eğik olması. 3. fiz. Yerin manyetik alanında bulunan serbest mıknatıslı bir iğnenin doğrultusu ile yatay düzlem arasındaki açı.

eğilmek (nsz) 1. Belirli bir yönle açı oluşturacak bir durum almak, bir yöne doğru çarpılmak:, dikliğini kaybetmek: "Sofraya pilav gelince Aziz eğilerek kokladı." -C. Uçuk. 2. İnsan, bir işi yapmak için belini eğmek: "Tenis oynarken yüz çeşit çeviklikler içinde eğilir, kalkar, sıçrar, koşar." -R. H. Karay. 3. mec. Başkasının baskısını veya egemenliğini benimsemek, kabul etmek: Türk eğilmez. 4. (-e) mec. Bir işi önemseyip ele almak: "Bir yandan ayrıntılara eğilirken, bir yandan da bunları alaylı bir süzgeçten geçirir." -S. Birsel, eğilip bükülmek bir kimsenin karşısında sıkıntı, utanç vb. duygularını açığa vuracak hareketlerde bulunmak.

eğim is. 1. Eğilmiş olma durumu. 2. Bir yüzeyin yatay düzleme doğru eğilmesi, eğiklik, meyil: Yamacın eğimi.

eğimölçer

eğimli sf. 1. Eğimi olan. 2. mec. Bir şeyi yapmaya içten yönelmiş, meyyal.

eğimölçer is. Bir yüzey, düzlem, yol veya cihazın yatay düzleme oranla eğimini ölçen araç, klinometre.

eğimsiz sf. Eğimi olmayan.

eğin, -ğni is. hlk. 1. Arka, sırt. 2. Beden, vücut: "Büyüdüm çabuk / Entarim eğnime dar." -B. Necatigil. 3. Boy bos, endam.

eğinik, -ği sf. 1. Eğilmiş olan, eğik. 2. Bir şeyi sevmiş, istemiş veya yapmaya içten yönelmiş olan.

eğinme is. Eğinmek durumu.

eğinmek (-e) Gönül vermek.

eğinti is. hlk. Eğelenen bir şeyden dökülen ince toz: Demir eğintisi.

eğir is. hlk. Arıların çıkardığı bir tür salgı.

eğir kökü, eğir mumu

eğir kökü is. bot. Dere ve durgun su kenarlarında yetişen, 50-125 cm yüksekliğinde, çok yıllık ve otsu bir bitki (Acorus calamus).

eğirme is. Eğirmek işi.

eğirmek (-i) Yün, pamuk vb.ni iğ ile büküp iplik durumuna getirmek.

eğirmen is. İplik eğirmeye yarar araç, kirmen: "İki arkadaş, yüzlerce yıllık tonozların altında eğirmenlerini çevirirlerken her günkü ahenklerine giriştiler." -H. R. Gürpınar.

eğir mumu is. Kışın arıların kovan deliklerine sıvadıkları madde.

eğirtme is. Eğirtmek işi.

eğirtmek (-i, -e) Eğirme işi yaptırmak.

eğiş is. Eğme işi veya biçimi.

eğitbilim is. eğt. bk. eğitim bilimi.

eğitici is. 1. Genellikle çocuk eğitimi İle uğraşan kimse, mürebbi. 2, sf Eğitimi sağlayan, eğitmeye elverişli veya eğiten değerleri bulunan: Eğitici film.

eğiticilik, -ği is. Eğitici olma durumu veya eğiticinin işi.

eğitilme is. Eğitilmek işi.

eğitilmek (nsz) Eğitme işine konu olmak.

eğitim is. 1. Belli bir bilim dalı veya sanat kolunda yetiştirme, geliştirme ve eğitme işi: "Mezun olduktan sonra yüksek eğitim için Lyon'a gönderilir." -H. Taner. 2. Çocukların ve gençlerin toplum yaşayışında yerlerini almaları için gerekli bilgi, beceri ve anlayışları elde etmelerine, kişiliklerini geliştirmelerine yardım etme, terbiye: "Eğitim, bizim istediğimiz kalıplara göre adam yetiştirmek değildir." -H. Taner. 3. Eğitim bilimi.

eğitim bilimi, eğitim dönemi, eğitim enstitüsü, eğitim fakültesi, eğitim kurumu, eğitim programı, görsel-işitsel eğitim, hizmet içi eğitim, işbaşında eğitim, karma eğitim, lisansüstü eğitim, meslek içi eğitim, millî eğitim, moral eğitim merkezi, Örgün eğitim, taşımalı eğitim, teknik eğitim, temel eğitim, yaygın eğitim, beden eğitimi, beslenme eğitimi, moral eğitimi, yeterlik eğitimi, yetişkin eğitimi

eğitim bilimi is. eğt. 1. Öğretim ve eğitimi kurallara bağlayan bilim kolu, pedagoji. 2. Öğretmenlik sanatı, uygulaması veya mesleği için gerekli bilgi ve becerileri kazandıran bilim dalı, pedagoji.

eğitimci is. Eğitim işiyle uğraşan kimse, terbiyeci, pedagog.

beslenme eğitimcisi

eğitimcilik, -ği is. Eğitimci olma durumu, eğitme işi veya eğitimcinin görevi.

eğitim dönemi is. Herhangi bir konuda bilgi ve becerileri geliştirmek için aynlan süre.

eğitim enstitüsü is. esk. Orta dereceli okullara öğretmen yetiştirmek için kurulmuş yüksekokul.

eğitim fakültesi is. Öğretmen yetiştirmek için kurulmuş yükseköğretim kurumu.

eğitim kurumu is. Öğrencilerin eğitim ve öğretimlerinin yapıldığı yer.

eğitimli sf. Eğitim görmüş, eğitilmiş.

eğitim programı is. Eğitimi düzenleyen ve yönlendiren sistem.

eğitimsel sf. eğt. Eğitimle ilgili, terbiyevi, pedagojik: "Affetmeyi eğitimsel bir araç olarak kullanmak isteyenler vardır." -H. Taner.

eğitimsiz sf. Eğitim görmemiş, eğitilmemiş.

eğitimsizlik, -ği is. Eğitimsiz olma durumu.

eğitme is. Eğitmek işi, terbiye etme.

eğitmek (-i) 1. Birinin akla uygun, fiziksel ve moral gelişmesi üzerine etki yaparak çeşitli davranış yatkınlıkları, bilgi ve görgü aşılayarak önceden tespit edilmiş amaçlara göre onun belirli bir yönde gelişmesini sağlamak, terbiye etmek: Çocukları eğitmek. 2. Hayvanı istenilen davranışları yapabilecek biçimde yetiştirmek.

eğitmen is. 1. Eğitim işiyle uğraşan kimse. 2. Kurs görerek köyde öğretmenlik yapan kimse, köy öğretmeni.

eğitmenlik, -ği is. Eğitmenin işi.

eğitsel sf. Eğitimsel, terbiyevi.

eğitsellik, -ği is. Eğitsel olma durumu.

eğlek, -ği is. 1. Sürünün yazın öğle sıcağında dinlendiği gölgelik. 2. Yolcuların geceyi geçirdikleri yer, han, konak.

eğleme is. Eğlemek işi.

eğlemek (-i) 1. Durdurmak: "Deveniz gidiyordu eğleyemedim / Kıratın boşanmış bağlayamadım." -Halk türküsü. 2. Oyalamak: Beni işler eğledi de, vaktinde yetişemedim. 3. Avutmak.

eğlence is. 1. Eğlenme İşi, sefahat: "Biz bu işe tuhaf bir merakla eğlence şeklinde başladık." -F. R. Atay. 2. Neşeli ve hoşça vakit geçirten şey: "Karıma göre en güzel eğlence, kırda yayan gezmek, kırların havasından istifade etmektir." -Ö. Seyfettin. 3. Neşeli ve hoşça vakit geçirilen toplantı: "Boş arsalara çeşitli eğlence çadırları kurulur." -S. Ayverdi.

gönül eğlencesi, kır eğlencesi

eğlenceli sf. Eğlendiren, hoşa giden: "Eğlenceli bir şehirde, seninle yaşamak istiyorum. " -S. F. Abasıyanık.

eğlencelik, -ği is. Şekerleme, badem, fıstık, kabak çekirdeği vb. şeyler.

eğlencesiz sf. Eğlencesi olmayan: "Sayelerinde ne sazsız kalıyoruz ne eğlencesiz, eksik olmasınlar." -R. H. Karay.

eğlendiri is. Gülmece, mizah.

eğlendirici is. Eğlendirme niteliği olan, eğlendiren kimse veya şey.

eğlendiricilik, -ği is. Eğlendirici olma durumu.

eğlendiriş is. Eğlendirme işi veya biçimi.

eğlendirme is. Eğlendirmek işi.

eğlendirmek (-i) Eğlenmesini sağlamak, eğlenmesine yol açmak: "Ne şımarıklıklar, ne hoppalıklar yapacak, beni nasıl kızdıracak ve eğlendirecekti." -R. H. Karay.

eğlenilme is. Eğlenilmek işi.

eğlenilmek (nsz) Eğlenme işi yapılmak: "Fatma Hanım'ın bahçesinde eğlenildiğini duyan diğer virane sakinleri de akşamları misafirliğe gelmeye başladılar." -Ö. Seyfettin.

eğleniş is. Eğlenme işi: "Garp âleminde eğlenişin bir misali bu." -Y. K. Beyatlı.

eğlenme is. 1. Eğlenmek işi. 2. Neşeli, hoşça vakit geçirme. 3. Alay etme: Herkesle eğlenmeye ne hakkın var? 4. Oyalanma.

eğlenmek (nsz) 1. Neşeli, hoşça vakit geçirmek: "Aklıma ne kadar kötü şeyler hücum ederse, o kadar eğleniyorum." -S. F. Abasıyanık. 2. (-le) Bir kimsenin herhangi bir kusuru veya zayıf noktası ile alay etmek: "Yalnız bunları sordu ve inan ki benimle eğlendi." -M. Ş. Esendal. 3. (nsz) Bir yerde durmak, beklemek, tevakkuf etmek: "Yemen'e gönderilirken Beyrut'ta bir hafta eğlenmiş, hem şehri görmüş hem de Cebel köylerinde gezintiler yapmıştı." -R. H. Karay. 4. Oyalanmak.

eğlenti is. Neşeli ve hoşça vakit geçirilen toplantı: "Dün geceki heyecan bir eğlenti coşkunluğu idi." -F. R. Atay.

eğleşme is. Eğleşmek, oyalanmak işi, tevakkuf.

eğleşmek (nsz) 1. Oyalanmak, eğlenmek, tevakkuf etmek: "Hadi boş yere eğleşme. Git eşeğini ara." -M. Ş. Esendal. 2. Bir yerde oturmak, yaşamak, ikamet etmek.

eğme is. Eğmek işi.

eğmeç, -ci is. 1. Kavis. 2. Çay ve ırmağın dönemeç yeri.

eğmeçli sf. Eğmeci olan, kavisli, mukavves.

eğmek (-i) 1. Düz olan bir şeyi eğik duruma getirmek: "Ağır ağır başını eğip yere baktı ve boynunu büktü." -Y. Z. Ortaç. 2. Sert bir cismi bükmek.

Eğmür öz. is. tar. Oğuz Türklerinin yirmi dört boyundan biri.

eğrelti is. bot. Eğrelti otu.

eğrelti otu, kartallı eğrelti otu

eğrelti otu is. bot. Eğrelti otugillerden, kumlu yerlerde yetişen, 150 cm kadar yükselebilen, tıpta bağırsak kurtlarını düşürmek için kullanılan çok yıllık ve otsu bir bitki, aşkmerdiveni, eğrelti, fujer (Driopteris filixmas).

eğrelti otugiller ç. is. bot. Damarlı çiçeksizlerden, örneği eğrelti otu olan bir bitki topluluğu.

eğreti sf. 1. Belirli bir süre sonra kaldırılacak olan, geçici, muvakkat: "O gün için oraya eğreti olarak getirilmişe benziyordu." -A. İlhan. 2. Takma: Eğreti diş. Eğreti bacak. 3. İyi yerleşmemiş, yerini bulmamış, belli belirsiz: "Ayakları karada ama, eğreti duruyorlar rıhtım taşları üzerinde." -Z. Selimoğlu. 4. Uyumsuz, yakışmamış. 5. zf Üstünkörü, ciddiye almadan: "Her işi eğreti yapar oldun, her işi ucundan tutar oldun." -S. Ayverdi. eğreti almak ödünç almak, eğreti ata binen tez iner ödünç alınmış araçlarla girişilen işler çok kez yürütülemez, eğreti kuyruk tez kopar temeli olmayan işlere güvenilmez, eğreti oturmak bir yerde çok kısa süre oturmak, ilişmek, eğreti vermek ödünç vermek, eğretiye almak bir yapının alt bölümünü onarmak için üstünü destekler üzerinde durdurmak.

eğretileme is. ed. İstiare.

eğretilik, -ği is. Eğreti olma durumu.

eğrez is. zool. Eğirdir Gölü'nde yaşayan bir balık.

eğri sf 1. Doğru veya düz olmayan, bir noktasında yön değiştiren, çarpık, münhani, doğru karşıtı: Eğri bir yol. 2. Yay gibi kavislenmiş, eğmeçli, mukavves: Eğri kılıç. 3. Yatay veya düşey olmayan, bütünüyle bir yana eğilmiş bulunan, eğik, mail: Eğri bir masa. 4. zf. Yanlış bir biçimde: "Gazetecilik bu oğlum, eğri, doğru yazılıp çıkmalı." -M. Ş. Esendal. 5. is. Bir olayın şiddetindeki azalış ve çoğalışları gösteren çizgi: Sıcaklık eğrisi. Hava nemi eğrisi. 6. is. mat. Doğru veya düz olmayan çizgi, yüzey, eğri (veya eğri gözle) bakmak kötü düşünce ile bakmak. eğri gemi doğru sefer kullanılan araç yetersiz, ancak yapılan iş isteğe uygun, eğri oturup doğru konuşalım birisine karşı tutumumuz ne olursa olsun doğruyu söylemeliyiz. eğrisi doğrusuna gelmek olmayacak gibi görünen bir iş, bir girişim, rastlantı sonucu olumlu bitmek, eğriye eğri doğruya doğru gerçek neyse aynen belirtilmelidir.

eğri büğrü, eğri çehre, eğri söz, eğri yüz, boynueğri, boynu eğri, dümeni eğri, eş sıcak eğrisi, eş yükselti eğrisi, eteğine eğri, ışık eğrisi, izobar eğrisi, izohips eğrisi, izoterm eğrisi, uzay eğrisi

eğri büğrü sf. Yer yer eğrilmiş ve bükülmüş olan, çarpık çurpuk: "Eğri büğrü sokaklarda kaybolduğumu sandığım bir dakikada birdenbire güzel bir meydana çıkıverdim." -R. N. Güntekin.

eğrice (I) sf. Az eğri olan.

eğrice (11) is. zool. Sığır sineği.

eğrice (III) is. hlk. Buttan yapılan pastırma.

eğri çehre is. Asık surat.

eğri çehreli sf. Asık suratlı.

eğrili sf. Eğrisi olan.

eğrilik, -ği is. Eğri olma durumu.

eğriliş is. Eğrilme işi veya biçimi.

eğrilme is. Eğrilmek işi.

eğrilmek (nsz) Eğri duruma gelmek: "Ayağa kalkarak gözlerimle derenin eğrilen, kıvrılan yerlerinde avcıyı aradım." -M. Ş. Esendal.

eğriltme is. Eğriltmek işi.

eğriltmek (-i) Eğri duruma getirmek.

eğrim sf. 1. coğ. Anafor. 2. Eğri, dalgalı.

eğri söz is. Kötü söz.

eğri sözlü sf. Sözü kötü olan.

eğritme is. Eğritmek işi.

eğritmek (-i) Eğriltmek.

eğri yüz sf. Asık surat.

eğri yüzlü sf. Asık suratlı.

eğsi is. hlk. Ucu yanmış odun, köseği.