-dü bk. -di / -di vb.
düalist sf. Fr. dualiste fel. 1. İkici, ikicilik yanlısı. 2. İkiciliğe ilişkin.
düalizm is. Fr. dualismefel. İkicilik.
Dübbüasgar öz. is. Ar. dubb + aşğar astr. Küçükayı.
Dübbüekber öz. is. Ar. dubb + ekber astr. Büyükayı.
dübel is. Fr. double 1. Vidanın daha sağlam yerleşmesi için duvarlarda açılan deliğe önceden çakılan plastik yuva. 2. 4-20 mm çaplannda, uçları yarık ve tırtıllı, baş tarafı uca doğru daralan delikli, orta sert veya sert plastikten yapılmış özel kavela.
dübeş is. Far. dü + T. beş Oyunda, atılan zarlardan ikisinin de beş benekli yüzünün üste gelmesi.
düçar sf. (dü:ça:r) Far. düçâr esk. Uğramış, yakalanmış, tutulmuş, duçar olmak uğramak, tutulmak.
düden is. coğ. Kireçli bölgelerde kirecin erimesi veya yer altındaki karstlı bir çukur tavanın çökmesiyle oluşan doğal kuyu.
düdük, -ğü is. 1. İçinden hava veya buhar geçirildiğinde keskin ses çıkaran ve işaret vermek için kullanılan araç: "Ben düdük sesi işitir gibi oldum, posta geçmiş olmasın..." -M. Ş. Esendal. 2. Taşıtlarda karşı tarafı uyaran korna. 3. sf. argo Akılsız, boş kafalı. düdük gibi çok dar, daracık (giysi): "Mayosunu kendi ördü, yün çekti, düdük gibi dapdaracık oldu." -R. H. Karay, düdük gibi kalmak 1) yapayalnız kalmak; 2) zayıflamak.
→ düdük makarnası, dilli düdük, canavar düdüğü, cankurtaran düdüğü, çobandüdüğü
düdükçü is. Düdük yapan veya satan kimse.
düdükleme is. Düdüklemek işi veya durumu.
düdüklemek argo 1. Aldatmak, kandırmak. 2. Değersiz bir şeyi çok değerliymiş gibi birine satmak. 3. (-i) Cinsel ilişkide bulunmak.
düdüklü sf. 1. Düdüğü olan. 2. is. hlk. Düdüklü tencere.
→ düdüklü tencere
düdüklü tencere is. Buhar basıncından yararlanarak yemeği çabuk ve sağlıklı olarak pişiren bir tür metal tencere, düdüklü.
düdük makarnası is. 1. İçi delik makarna. 2. sf. argo Aptal, anlayışsız.
düello is. (düello) İt. düello 1. İki kişi arasında, tanıklar önünde yapılan silahlı vuruşma. 2. îki kişi arasında tanılar önünde yapılan sözlü atışma. 3. mec. İki siyasi, ekonomik güç arasındaki çatışma.
→ söz düellosu
düellocu is. Düello yapan kimse.
düelloculuk, -ğu is. Düellocu olma durumu.
düet is. İt. düet muz. 1. İki ses veya iki müzik. 2. Karşılıklı iki kişi tarafından söylenen şarkı.
dügâh is. (dügâ:h) Far. dü-gâh müz. Türk müziğinde bir birleşik makam.
düğme is. 1. Giyecek, yorgan vb.nin bazı yerlerine ilikleyici veya süs olarak dikilen kemik, metal, sedef gibi sert maddelerden yapılmış küçük tutturma aracı: "Sımsıkı bağlanmış bir örme kese çıkarıyor, birer birer düğmelerini çözüyor." -R. N. Güntekin. 2. Çevrilmek veya üzerine basılmak yoluyla bir elektrik akımını açan, kapayan, herhangi bir makineyi işleten veya durduran parça, komütatör: Radyonun düğmesi. 3. zool. Üst deri altındaki kıkırdak ve yağdan oluşmuş düğme biçimindeki çıkıntı: Kalkan balığının düğmeleri.
→ elektrik düğmesi, emniyet düğmesi, kadındüğmesi
düğmeci is. Düğme, fermuar, boncuk vb. yapan veya satan kimse.
düğmecilik, -ği is. Düğme yapma veya satma işi.
düğmek, -er (-i) hlk. Düğüm yapmak.
düğmeleme is. Düğmelemek işi.
düğmelemek (-i) Bir şeyin düğmesini iliğine geçirmek, İliklemek.
düğmelenme is. Düğmelenmek durumu.
düğmelenmek (nsz) Düğmeleme işine konu olmak veya düğmeleme işi yapılmak, iliklenmek.
düğmeli sf. 1. Düğmesi olan: "Yukarıya kadar düğmeli bir botu vardı." -H. F. Ozansoy. 2. Düğme ile tutturulan.
düğmesiz sf. 1. Düğmesi olmayan: "Üstüne boynundan geçen, düğmesiz, yamalı ve partal bir yelek geçirmiş." -S, F. Abasıyanık. 2. Düğme ile tutturulamayan.
düğmük, -ğü is. Düğüm, düğmük atmak düğümlemek: "Bazı aileler resmî nikâh yanında bir de imam nikâhı kıyıveriyorlarmış. Bunu da bir paketin kınnapla bağlandıktan sonra düğmük üstüne düğmük atılmasına benzetiyorlar." -Ç. Altan.
düğü is. hlk. 1. Elendikten sonra geriye kalan en ince bulgur. 2. Pirinç.
düğüm is. 1. İplik, ip, halat vb. bükülebilir şeyleri kıvırıp kendi üzerine veya birbirine dolayarak yapılan boğum. 2. mec. Anlaşılamayan, çözülemeyen karışık durum: "İçi ne kadar karışık olursa olsun, bu samimiyet her düğümü çözer." -P. Safa. 3. ed. Edebî eserlerde çapraşık olguların çözümlenmeden önce toplandığı en büyük merak unsuru. 4.fız. Gelen ve yansımış dalgaların girişimiyle oluşan kararlı dalgalarda titreşim genliğinin sıfır olduğu noktalardan her biri: Ardışık iki düğüm arası bir yarım dalga uzunluğudur. düğüm atmak düğümlemek: "Küpeşte tahtasının deliğinden de geçir, düğüm at." -S. F. Abasıyanık. düğüm üstüne düğüm vurmak (atmak) parasını pintilik ederek saklamak, düğüm vurmak 1) düğümlemek; 2) parasını pintilik ederek saklamak, biriktirmek, düğümünü çözmek anlaşılmaz bir şeyi anlaşılır duruma getirmek.
→ düğüm düğüm, düğüm noktası, balıkçı düğümü
düğüm düğüm sf. Üzerinde düğümler olan.
düğümleme is. Düğümlemek işi.
düğümlemek (-i) 1. Düğüm yapmak. 2. Düğüm yaparak bağlamak: "Sandalın koltuğunu demir halkaya düğümledi." -S. F. Abasıyanık.
düğümlenme is. Düğümlenmek durumu.
→ bağırsak düğümlenmesi
düğümlenmek (nsz) 1. Düğümle bağlanmak. 2. mec. Sıkışmak: Trafik düğümlendi. 3. mec. Bütün sorunlar bir yerde toplanıp birleşmek.
düğümlü sf. 1. Düğümlenmiş olan. 2. Budaklı: "Yüksek çınarların yamru yumru düğümlü dalları henüz yapraklarla örtülmemişti." -Ö. Seyfettin. 3. mec. Sorunlu, karışık.
düğüm noktası is. Bir şeyin sonuçlanması için çözülmesi, açıklığa kavuşturulması gereken güç yanı.
düğümsüz sf. Düğümü olmayan.
düğün is. 1. Evlenme veya sünnet dolayısıyla yapılan tören, eğlence, cemiyet: "Babam düğünün savaştan sonraya kalmasını uygun görmüş." -A. Gündüz. 2. Sünnet düğünü. 3. mec. Bir olayı kutlamak için yapılan büyük eğlence veya tören, düğün bayram etmek çok sevinmek, çok sevinç duymak, düğün değil bayram değil, eniştem beni niye öptü gösterilen yakınlığın, iltifatın gizli bir nedeni olduğu düşünüldüğünde söylenen bir söz. (birinin) düğününde kalburla (veya elekle) su taşımak bir yardımına karşılık olarak bekâr bir kimseye çok büyük bir yardımda bulunma sözü vermek.
→ düğün alayı, düğün çiçeği, düğün çorbası, düğün dernek, düğün evi, düğün hamamı, düğün pilavı, düğün salonu, düğün yahnisi, sünnet düğünü
düğün alayı is. Düğüne katılanların çalgı eşliğinde hep birlikte yürümesiyle oluşan topluluk.
düğüncü is. 1. Düğün sahibi, toycu. 2. Düğün çağrıcısı. 3. Düğüne katılan kimse: "Düğüncüler akşama kadar güneş altında pişmiş, bıkmış, yanmış oldukları için rakı sofrasına pekçe sokuldular." -M. Ş. Esendal.
düğüncübaşı is. Düğünü yöneten kimse.
düğün çiçeği is. bot. Düğün çiçeğigillerin örnek bitkisi, turnaayağı, sütlüce (Ranunculus).
düğün çiçeğigiller ç. is. bot. İki çeneklilerden, bazı türleri süs bitkisi olarak kullanılan bir familya.
düğün çorbası is. Et, un, yoğurt katılarak özellikle düğünlerde yapılan ve üzerine kızgın yağ dökülen çorba çeşidi: "Muhteşem bir kâse içinde dumanı tiite tüte düğün çorbası gelmiş." -Ç. Altan.
düğün dernek, -ği is. Evlenme dolayısıyla yapılan kutlama töreni ve eğlence: "Kuruçeşme'de düğün dernek evlendiler." -M. Ş. Esendal. düğün dernek, hep bir örnek olayların veya yapılan işlerin hep birbirine benzediğini anlatan bir söz.
düğün evi is. Düğün yapan ev. düğün evi gibi sevinçli ve telaşlı bir kalabalık bulunan (yer).
düğün hamamı is. Düğünden bir gün önce gelin ve yakınlarının eğlenmek amacıyla gittikleri hamam.
düğün pilavı is. Düğünlerde özel olarak pişirilen pilav, düğün pilavıyla dost ağırlamak başkasının kesesinden veya elinden ikramda bulunmak.
düğün salonu is. Kiralanarak içinde eğlence ve toplantı yapılan salon, düğünsüz sf. 1. Düğünü olmayan. 2. zf. Düğün olmadan, düğün yapmadan.
düğün yahnisi is. Hafifçe kavrulan bol soğan içinde kemikli kuzu etinin ağır ateşte pişirilmesiyle hazırlanan, az sulu yemek türü.
düğürcük, -ğü is. hlk. İnce bulgur.
-dük bk. -dik / -dik vb.
dük is. Fr. duc Bazı devletlerde prensten sonra gelen en yüksek soyluluk unvanı.
dükkân is. Ar. dükkân 1. Esnafın perakende satış yaptığı, küçük zanaat sahiplerinin çalıştıkları yer: "Orada bir keresteci dükkânı açmış." -Y. K. Beyatlı. 2. mec. Görevli olarak çalışılan yer, iş yeri: "Bir gece oyuncular, dükkânı, tezgâhı toplayıp kasabadan defoldular." -R. N. Güntekin. 3. argo Kumarhane.
→ berber dükkânı, tuhafiye dükkânı, turşucu dükkânı
dükkâncı is. Dükkân işleten kimse: "Dükkâncıları bayrak asmaya teşvik edecekti." -H. C. Yalçın.
dükkâncılık, -ğı is. Dükkâncı olma durumu.
düklük, -ğü is. 1. Dük olma durumu. 2. Bir dükün yönetimindeki ülke
düldül is. Ar. duldul 1. Mekanik olarak çalışan oyuncak çocuk arabası. 2. At: "Şu bizim düldüle bir saman vesikası lütfetseniz keyfime payan olmayacak." -P. Safa. 3. şaka Eski otomobil. 4. şaka Modası geçmiş araç.
Düldül öz. Ar. duldul din b. Hz. Ali'ye Peygamber tarafından armağan edilen katırın adı.
dülger is. Far. dürüd-ger Yapıların kaba ağaç işlerini yapan kimse: "Rumeli Hisarı'nda Fatih Sultan Mehmet'in duvarcı ve dülgerleri, Bizans üzerine açılacak büyük savaşın namlı hisarını ya bugün yükseltecek ya yarın." -A. İlhan.
→ dülger balığı
dülger balığı is. zool. Kemikli balıklar takımından, başı büyük, ağzı geniş, vücudu yassı ve sobe, üstü dikenli pullarla kaplı bir balık, peygamber balığı (Zeus faber).
dülgerlik, -ği is. Dülgerin zanaatı: "Köyde dülgerlik ve nalbantlık yapardı." -S. F. Abasıyanık.
dümbelek, -ği is. Far. dunbek 1. Ağzına deri gerilmiş, çanak biçiminde, darbukaya benzer bir çeşit çalgı. 2. sf. hlk. Anlayışsız, sersem.
→ enayi dümbeleği, ukala dümbeleği
dümbelekçi is. Dümbelek çalan veya dümbelek satan kimse.
dümbük, -ğü is. Pezevenk.
dümbüklük, -ğü is. Pezevenklik.
dümdar is. Far. dum-dâr ask. esk. Artçı.
dümdüz sf. (dii'mdüz) 1. Çok düz: "Mühendislerin keşfine göre, taş ocağı olarak işletilirse yirmi senede dümdüz olabilirmiş." - Y. K. Beyatlı. 2. mec. Sade, basit: "Yirmi iki senelik dümdüz bir hayat." -A. Gündüz. 3. mec. Bilgisi, görgüsü çok dar bir sınır içinde kalan (kimse).
dümen is. İt. timone 1. Hava ve deniz taşıtlarında, taşıta istenilen yönü vermeye ve belirli bir doğrultuda götürmeye yarayan hareketli parça. 2. mec. Yönetim, idare. 3. argo Dalavere, hile: "Hani öldürseler yaşayamazdı bensiz? Yalan mıydı? Dümen miydi?" -O. Kemal.
dümen çevirmek tkz. hileye, düzene başvurmak.
dümen kırmak yön değiştirmek: "Herhâlde kaçmayı düşünüyor olmalıydı. Yolun kenarındaki tek tük ağaçlara doğru dümen kırdı." -R. N. Güntekin.
dümen kullanmak argo bir işi kurnazca yönetmek, (birinin) dümen suyundan gitmek birine bağımlı olmak, her şeyde ona uyarak davranmak, dümen tutmak den. teknenin gideceği yolu gözleyerek dümeni yönetmek: "Kimimiz dümen tutar mavnalarda / Kimimiz çımacıdır halat başında." - O. V. Kanık, dümen yapmak argo dalavere, hile ile birini kandırmak, aldatmaya çalışmak. dümeni kırmak argo çekip gitmek, kaçmak, uzaklaşmak, dümenine bakmak argo şartlar ne olursa olsun çıkarını gözetmek.
→ dümen bedeni, dümen boğazı, dümenevi, dümen neferi, dümen suyu, dümen yelpazesi, dümeni eğri, serdümen, baş dümeni
dümen bedeni is. den. Dümen boğazını oluşturmak için boydan boya konulan tek parça.
dümen boğazı is. den. Dümenin, dümen yelpazesinden yukarı kalan bölümü.
dümenci is. 1. Gemilerde dümeni kullanan kimse. 2. argo En geride olan, sonuncu, en tembel: "Bahriye Mektebinden dümenci, yani sonuncu olarak çıktım." -A. Ş. Hisar. 3. sf. argo Dalavereci, hileci, düzenbaz.
dümencilik, -ği is. 1. Dümencinin işi. 2. argo En geride olma durumu, sonuncu olma durumu: Bu dümencilikle okulu on yılda zor bitirir. 3. argo Dalaverecilik, düzenbazlık, hilecilik.
dümenevi is. den. Dümen boğazının geçmesi için kıç bodoslamasının üst ucuna ve teknenin kümbet olan bölümüne açılmış oval delik.
dümeni eğri sf. şaka Yan yan yürüyen (kimse).
dümen neferi sf. En geride olan, sonuncu, en tembel.
dümensiz sf. Dümeni olmayan: "Yelkensiz ve dümensiz kotra, şimdi bir kano sürati ile hareket ediyordu." -A. Gündüz.
dümen suyu is. Gemi giderken arkasında bıraktığı köpüklü iz.
dümen yelpazesi is. den. Geminin ileri veya geri hareketinden meydana gelen su akıntısının baskı yaptığı dümen yüzeyi.
dümtek is. müz. Klasik Türk müziğinde tempo: "Ellerini dümtek usulü ile dizlerine vurur." -Ö. Seyfettin, dümtek tutmak tempo tutmak.
dün is. 1. Bugünden bir önceki gün: "Dün gece uyuyamadım da biraz başım ağrıyor." -P. Safa. 2. Geçmiş: Bugünü anlamak için dünü bilmek gerek. 3. zf. Bugünden bir önceki günde: Dün söyledi. 4. zf. Kısa bir süre önce. dün bir, bugün iki herhangi bir şeye başladığından beri çok az zaman geçtiği hâlde, dün cin olmuş, bugün adam çarpıyor işinde ustalaşmadan hile yollarına başvuruyor.
dünden zf. Bugünden bir önceki günden: Dünden kalma yemek, dünden bugüne çabucak. dünden hazır olmak (veya razı olmak) kendisine yapılan bir öneriyi seve seve ve hemen kabul etmek, dünden ölmüş çalışma hevesi kalmamış.
dünit is. Fr. dunite jeol. Temel maddesi olivin olan iri taneli kayaç.
dünkü sf. 1. Bugünden bir önceki günle ilgili: Dünkü gün. Dünkü yağmur. 2. Yakın geçmişteki: "Dünkü kaplan, bir kül kedisi yumuşaklığı İle göğsüme yaslandı." -A. Gündüz. 3. mec. Acemi, yeni, toy: "Daha dünkü damatla böyle çabucak yüzgöz olup rezaleti ayyuka çıkarmak olur mu hiç? " -H. R. Gürpınar.
→ dünkü çocuk
dünkü çocuk, -ğu is. Deneyimi az, toy, acemi kimse: Dünkü çocuk bize akıl öğretmeye kalktı.
dünür is. Eşlerin baba ve analarının birbirlerine göre durumu, (bir kıza) dünür düşmek bir kızı evlenmek üzere başkası için istemek, dünür gezmek evlenecek erkek için kız aramaya çıkmak, dünür gitmek evlenecek kimse için kız istemeye gitmek: "Dayısı, amcası dâhil, obadan, oymaktan kimse dünür gitmeye gönüllü değildir." -T. Buğra.
dünürcü is. hlk. Kız görmeye giden kimse, görücü.
dünürcülük, -ğü is. Dünürcünün işi.
dünürlük, -ğü is. 1. Dünür olma durumu. 2. Evlenme sonucu oluşan yakınlık, akrabalık, sıhriyet.
Dünya öz. is. astr. Güneşe yakınlık bakımından üçüncü gezegen, acun: "Dünyanın düzeni, güneşin her gün beklenen saatte doğacağı üstüne kurulmuştur." -N. Cumalı.
dünya is. (dünya:) Ar. dünyâ 1. Dış, çevre, ortam: "Biz dünyadan ayrı yaşarken dünya epey değişmiş." -H. C. Yalçın. 2. İnançları bir olan ülke veya insanlar topluluğu: Batı dünyası. Doğu dünyası. 3. Meslek veya iş birliği içinde bulunma, camia: Ressamlar dünyasında onun yeri ayrıdır. 4. zm. El gün, herkes. 5. mec. Duygu, düşünce ve hayal âlemi: "Köprüye kadar kendi dünyaları içinde ne tatlı, ne özlü konuşurlardı." -Y. Z. Ortaç, dünya ahiret kardeşim (veya bacım) (olsun) bir kişiye kardeşlik duygusundan başka bir gözle bakılmadığını anlatan bir söz. dünya başına dar olmak (veya gelmek) çok sıkılmak, büyük bir çaresizlik içinde kalmak, dünya başına yıkılmak çok sıkılmak, umutlarını yitirmek: "Fakat kendi tabiri üzerine dünya başına yıkılmış zannetti. " -Y. K. Karaosmanoğlu. dünya bir araya gelse 1) dünyadaki bütün insanlar engel olmaya kalksa bile: "... bütün dünya bir araya gelse fikrimi değiştiremez." -Ö. Seyfettin. 2) dünyadaki bütün insanlar bir araya toplansa bile. dünya durdukça sonsuza dek, ebediyen, dünya durdukça durasın! "çok yaşa, Tanrı sana sonsuz bir ömür versin" anlamında iyi dilek sözü. dünya görmüş çok gezmiş, çok yer görmüş, dünya gözü ile görmek ölmeden önce görmek: "Seni dünya gözüyle bir daha görmeyi nasip edene şükrolsun." -Y. Kemal, dünya gözüne zindan olmak (veya görünmek veya kesilmek) büyük bir karamsarlık ve umutsuzluk içinde olmak, dünya kadar pek çok: "Eve döneyim desen, Feneıyolu istasyonuna dünya kadar yol var." -S. M. Alus. dünya kelamı etmek 1) konuşmak; 2) konuşulmaması gereken yerde konuşmak, dünya varmış sıkıntılı bir durumdan kurtulan kimsenin söylediği söz: İçerisi zindan gibiydi, oh burada dünya varmış! dünya yıkılsa umurunda değil hiçbir şeyle ilgilenmez, sorumsuz, kaygısız, dünya yüzü görmemek kapalı bir yerde sürekli kalmak, dünyadan elini eteğini çekmek bir kenara çekilip çevresiyle ilgisini kesmek, toplumun yaşayışına karışmamak, dünya işleriyle ilgilenmez olmak: "Dünyadan elini eteğini çekmiş bir kimse için Anadolu'nun bu ücra köşesinden daha uygun neresi bulunabilir?" -Y. K. Karaosmanoğlu. dünyadan geçmek (veya el çekmek) bir kenara çekilip toplum yaşamına karışmamak, dünyadan haberi olmamak çevresinde olup bitenleri bilmemek. dünyalar birinin olmak çok sevinmek. dünyanın (bir şey) -i pek çok, hesapsız: "Dünyanın masrafım yapmış, bahçeye araba araba toprak ve gübre taşıtmıştır." -T. Buğra, dünyanın kaç bucak (veya köşe) olduğunu göstermek (veya anlamak) dünyada ne gibi güçlükler olduğunu bildirmek (veya anlamak), insanın başına neler gelebileceğini öğretmek veya öğrenmek. dünyanın tadını çıkarmak bütün zevklerden yararlanmak, mutlu ve rahat yaşamak: "Dünyanın tadım çıkarmaya devam ettik." -O. Kemal, dünyanın ucu uzundur insanın yaşadıkça türlü durumlarla, çeşitli olaylarla karşılaşabileceğini anlatan bir söz. dünyasından geçmek her şeye karşı ilgisiz duruma gelmek, dünyaya gelmek insan, doğmak: "Sonunda ne kadar istedilerse de erkek çocukları dünyaya gelmedi." -N. Cumalı. dünyaya getirmek doğurmak: "Hayriye Hanım yedi gün evvel ilk çocuğunu dünyaya getirmiştir." -R. N. Güntekin. dünyaya gözlerini kapamak (veya yummak) ölmek: "Bir sabah söyledi son sözlerini / Yumdu dünyaya ela gözlerini." -Y. K. Beyatlı. dünyaya kazık çakmak (veya kakmak) tkz. çok uzun ömürlü olmak, çok yaşamak, dünyayı anlamak dünyada neler olduğunu öğrenmek, deneyimi artmak. dünyayı gözü görmemek üzüntü, öfke, karamsarlık, çok mutlu olma vb. durumlarda başka bir şey düşünmeden, ölçülü davranmadan yoğun olarak bir işle uğraşmak: "Günlerce, haftalarca kitapların içine gömülür, dünyayı görmezdim." -R. N. Güntekin. dünyayı haram etmek bir yeri yaşanılmaz duruma getirmek: "... kadıncağıza, o iki zavallı öksüz kızcağıza, dünyayı haram ediyor." -A. İlhan, dünyayı tozpembe görmek üzücü durumlara bile İyimser gözle bakmak: "Gümüş şamdanların, pembe karanfillerin, kristallerin renk renk, ışık ışık parladığı sofralarda melek yüzlü, tatlı dilli insanlarla konuşur, dünyayı tozpembe görürdük." -M. Ş. Esendal. dünyayı tutmak çok yayılmak, her yere dağılmak: "Şöhreti dünyayı tutan Paris kadım nadiren güzeldir." -A. Haşim. (birine) dünyayı zindan (veya zehir) etmek (veya dünyayı başına dar etmek) bir kimseyi çok sıkıntılı bir duruma sokmak: "En güzel zamanında hiç olmayacak bir şey çıkarır, dünyayı kendine zehir edersin." -R. N. Güntekin.
→ dünya âlem, dünyaevi, dünya görüşlü, dünya görüşü, dünya güzeli, dünya kelamı, dünya malı, dünya nimeti, dünya penceresi, dünyanın dört bucağı, dünyanın öbür ucu, darıdünya, dış dünya, Eski Dünya, fâni dünya, İç dünya, öbür dünya, ölümlü dünya, üçüncü dünya, üçüncü dünya ülkeleri, yalan dünya, yalancı dünya, yenidünya, Yeni Dünya, basın dünyası, geçim dünyası, sanat dünyası, ümit dünyası, yeraltı dünyası
dünya âlem zm. hlk. Herkes, bütün insanlar.
dünyacı is. Bireysel katılımı önemli gören, dinin devletten ayrı ve özerk olmasını savunan kimse, sekülarist.
dünyacılık, -ğı is. fel. Bireysel katılımı önemli gören, dinin devletten ayrı ve özerk olmasını savunan öğreti, sekülarizm.
dünyada zf (dünya:'da) (olumsuz fillerle) Hiçbir zaman, hiçbir biçimde: Bu kitabı dünyada kimseye vermem.
dünyaevi is. Evlilik, dünyaevine girmek evlenmek: "Yaşları daha genç görünüyor, fakat buralarda yapılan ilk iş eli ekmek tutar tutmaz dünyaevine girmek olduğu için kim bilir kaç sene evvel evlendiler." -R. N. Güntekin.
dünya görüşlü sf. Dünya görüşü olan.
dünya görüşü is. Evrenin ve hayatın anlamını, amacını, değerini, insan varlığını ve davranışlarını bütünüyle kavramaya çalışan genel düşünce.
dünya güzeli sf. Çok güzel (kimse).
dünya kelamı is. Tanrı sözünden başka söz.
dünyalı sf. Dünyaya ait olan.
dünyalık, -ğı is. Mal, mülk, servet, para. dünyalığı doğrultmak yaşamı süresince yetecek parayı kazanmak.
dünya malı is. 1. Varlık, servet. 2. mec. İnsanın hoşuna gidecek, huzur verecek durum ve şartların bütünü.
dünyanın dört bucağı is. Dünyanın her yanı, her yönü: Dünyanın dört bucağından gelen gezginler...
dünyanın öbür ucu is. Çok uzak yer.
dünya nimeti is. İnsanların dünyada yiyeceği, içeceği, kullanacağı imkânların tümü.
dünya penceresi is. Göz.
dünyevi sf. (dünyevi:) Ar. dünyevi esk. Dünya ile ilgili, dünya İşlerine ilişkin, uhrevi karşıtı.
düo is. bk. düet.
düpedüz zf. (dü'pedüz) 1. Çok düz ve doğru bir biçimde, dümdüz olarak. 2. Yalın, basit, süssüz, sade bir biçimde: "Bir îakırtıyı düpedüz söylemek dururken, daha çok beğenilsin diye dolambaçlı yollardan söylediniz mi, çok kere manasız manasız şeyler meydana çıkıyor."-O. V. Kanık. 3. mec. Başka bir amaç gütmeden, açıktan açığa, açıkçası, gerçekten: "Daha başkaları vardı ki, bunlar düpedüz korkuyorlardı." -T. Buğra.
-dür bk. -dır/-dir vb.
-dür- bk. -dır- / -dir- vb.
dürbün is. Far. dür-bin fiz. 1. Uzaktaki cisimlerin görüntülerini büyütmeye veya yaklaştırmaya yarayan, objektif ve oküler adlı iki mercekten oluşan optik alet, bakaç. 2. Gözetleme deliği, (bir şeye) dürbünün tersiyle bakmak bir şeyi küçümsemek, olduğundan çok daha az önemli görmek.
→ çiçek dürbünü
dürbünlü sf. Dürbünü olan: "... kalabalıktan kimse kalmamış: Dürbünlü çocuklar da görünmüyor. " -Y. K. Karaosmanoğlu.
dürme is. 1, Dürmek işi. 2. İçine peynir, kıyma vb. konularak yenilen pişmiş yufka, gözleme. 3. hlk. Lahana.
dürmece is. zool. Bağlarda, tomurcuk, yaprak ve salkım yiyerek yaşayan, sarımsı gece kelebeği (Sparganothis pilleriana).
dürmek, -er (-i) 1. Bir şeyi kıvırıp silindir biçiminde kendi üzerine sarmak: Kâğıdı dürmek. Halıyı dürmek. 2. Bir şeyi üst üste katlamak.
dürtme is. Dürtmek işi.
dürtmek, -er (-i) 1. Ucu sivri bir şeyle veya elle hafifçe itmek: "Bir parça uyuşup dalar gibi olmuşsun, derken seni birdenbire dürtüp uyandırıyorlar." -R. N. Güntekin. 2. Değmek, dokunmak. 3. mec. İstenilen şeyi yaptırmak için birine kışkırtıcı söz söylemek, tahrik etmek. 4. mec. Uyarmak, ikaz etmek.
dürtü is. psikol. Bedensel veya ruhsal dengenin değişmesi sonucu ortaya çıkan ve canlıyı türlü tepkilere sürükleyebilen içten gelen gerilim: Sevgi bir dürtüdür.
dürtücü kılıç, -cı is. sp. Eskrimde kullanılan, namlusu düz ve yuvarlak, ucu düğmeli kılıç, flöre.
dürtükleme is. Dürtüklemek, işi.
dürtüklemek (-i) 1. Üst üste birkaç kez dürtmek. 2. mec. Birini uyarmak veya kışkırtmak.
dürtülme is. Dürtülmek işi.
dürtülmek (nsz) Dürtme işine konu olmak veya dürtme işi yapılmak.
dürtüş is. Dürtme işi veya biçimi.
dürtüşleme is. Dürtüşlemek işi.
dürtüşlemek (-i) Birkaç kez dürtmek: "Neden sonra dalmışız. Dürtüşleyerek uyandırdılar." -R. H. Karay.
dürtüşme is. Dürtüşmek işi.
dürtüşmek (nsz, -le) Birbirini dürtmek.
dürtüştürme is. Dürtüştürmek işi.
dürtüştürmek (-i) Kısa aralıklarla sık sık dürtmek.
dürü (I) is. hlk. 1. Durulmuş şey. 2. Armağan, hediye. 3. Çeyiz. 4. Düğüne çağnlanlara düğün sahibi tarafından verilen armağan.
dürü (II) is. hlk. Bel denilen tarım aracı.
dürülme is. Dürülmek işi.
dürülmek (nsz) 1. Dürme işine konu olmak veya dürme işi yapılmak: "Faytonun köşesinde durulmuş, bağlanmış bir bohça gibidir. " -A. Gündüz. 2. Bükülmek. 3. Toplanmak, sarılmak, katlanmak.
dürülü sf. Durulmuş, kıvrılmış.
dürülüş is. Dürülme işi veya biçimi.
dürüm is. 1. Dürme, silindir biçiminde kıvırma. 2. hlk. İçine türlü katıklar konularak sarılmış yufka ekmeği veya ince pide.
→ dürüm dürüm, dürüm ekmeği
dürüm dürüm sf. 1. Sövgü sözü olarak kullanılan dürzü sözcüğünün anlamını pekiştiren bir söz: Dürüm dürüm dürzü. 2. zf. Kıvırarak silindir biçiminde sararak.
dürüm ekmeği is. Dürüm yapmakta kullanılan ekmek.
dürümleme is. Dürümlemek işi.
dürümlemek (-i) Dürüm biçiminde sarmak, kıvırmak: "Deri gibi sert, yayvan tandır ekmeğine alışmıştı; yer sofrasında bunu kaşık, çatal yerine dürümleyerek kullanmayı becerîyordu." -R. H. Karay.
dürüst sf. Far. durust 1. Sözünde ve davranışlarında doğruluktan ayrılmayan, doğru (kimse): "... zaman zaman dürüst, mert, açık yürekli dostlar bulunur." -N. Cumalı. 2. mec. Kurallara uygun, yanlışsız: "İyi giyinmek her zaman dürüst bir zevk ifade etmez." -H. E. Adıvar.
→ dürüst oyun, doğru dürüst, tendürüst
dürüstlük, -ğü is. Doğruluk: "Onlardan aynı bağlılığı ve dürüstlüğü beklermiş." -H. Taner.
dürüst oyun is. sp. Kurallara ve karşılıklı hoşgörüye bağlı kalınarak oynanan oyun.
dürüst sf. Far. duruşt esk. Sert, gücendirici, kırıcı: "Ömründe bir defa kimseye dürüst bir söz söylememişti."-Y. K. Beyatlı.
Dürzi öz. is. (dürzi:) Ar. durzi Suriye'nin Havran bölgesinde, Lübnan'ın bazı bölgelerinde ve buralara yakın bölgelerde yaşayan ve kendilerine özgü mezhepleri olan bir topluluk.
dürzü ünl. Ar. durzi Ağır hakaret ve küfür sözü.
düşe is. Far. dü + se Oyunda, atılan zarlardan ikisinin de üç benekli olan yanlarının üste gelmesi.
düstur is. (düstu:r) Ar. dustür esk. 1. Genel kural. 2. Yasaları içine alan kitap.
düş is. 1. Uyurken zihinde beliren olayların, düşüncelerin bütünü, rüya: "Dadaloğlu'm, sevdası var başımda / Gündüz hayalimde, gece düşümde." -Dadaloğlu. 2. mec. Gerçek olmayan şey, imge, hayal. 3. mec. Gerçekleşmesi istenen şey, umut. düş görmek rüya görmek, düş kurmak bir şeyi zihinde düşünüp canlandırmak, hayal kurmak.
→ düş kırıklığı
düşçü sf. Hayalperest: "Ancak onun gibi düşçü olanların yapabileceği bir atılımla gönüllü yazılmasını minnet ve şükranla karşıladı." -A. İlhan.
düşçülük, -ğü is. 1. Düşçü olma durumu. 2. psilcol. Bilincin zayıflamasıyla ortaya çıkan bir ruh bozukluğu durumu.
düşe kalka zf. 1. Güçlükle: "Düşe kalka geçtiğimiz sarp keçi yolları bazen sel yarıntıları içinde kayboluyor, bazen karanlık çukurlara sapıyordu." -Ö. Seyfettin. 2. Biriyle yakın ilişki kurarak: "Evveli böyle değildi. Esnafla düşe kalka hinoğluhinleşti." -H. Taner.
düşes is. Fr. duchesse Dükün karısı.
→ arşidüşes
düşeslik, -ği is. Düşes olma durumu.
düşeş is. Far. dü + şeş 1. Oyunda, atılan zarlardan ikisinin de altı benekli olan yanlarının üste gelmesi. 2. mec. Umulmayan iyi bir rastlama: Sizin buraya uğramanız bir düşeş oldu. düşeş atmak 1) tavlada zarlar altı altı gelmek: "Terlikçi İhsan, üst üste iki düşeş atmakla marsı sağlamış gibiydi." -H. Taner. 2) umulmadık bir başarı kazanmak.
düşey sf. mat. Yer çekimi doğrultusunda olan, şakuli: Çekül bir düşey doğrultuyu gösterir.
→ düşey çember, düşey düzlem
düşeyazma is. Düşeyazmak işi.
düşeyazmak (nsz) Düşecek gibi olmak.
düşey çember is. Bir yerin düşeyini sınırlayan çember (veya düzlem).
düşey düzlem is. geom. İz düşümü düzlemi.
düşeylik, -ği is. Düşey olma durumu veya düşey durumda bulunan bir cismin özelliği.
düş gücü is. Hayal gücü.
düş kırıklığı is. 1. Hayal kırıklığı. 2. Beklenen sonucu alamama, düş kırıklığına uğramak hayal kırıklığına uğramak: "İşin tuhafı hiç de düş kırıklığına uğramadık." -H. Taner.
düşkü is. Hobi.
düşkün sf. 1. Bir şeye kendini aşırı vermiş olan, çok bağlı, meraklı, tutkun: "Onlar kadar birbirine düşkün, birbirine uymuş bir çift daha ömrümde görmedim desem yeri vardır." -H. E. Adıvar. 2. Geçim sıkıntısına düşmüş: "Eski arkadaşının düşkün bulunduğu hâlinden anlaşılıyordu." -R. H. Karay. 3. Yoksulluk sebebiyle mutluluk ve refahını yitirmiş: "Zavallı, arabasını satmış, düşkün bir hâldeydi." -Y. K. Beyatlı. 4. Yaşlılık, hastalık vb. sebeplerle çalışma gücünü yitirmiş. 5. mec. Değer ve onurunu yitirmiş: Düşkün kadın. ... düşkünü ... isteklisi, tutkunu: Sigara düşkünü, (bir şeye) düşkün olmak çok önem, değer vermek: "Şiire milletçe düşkün oluşumuzun sebeplerini araştırırken kafiye merakımıza takıldım." -B. R. Eyuboğlu.
→ düşkünlerevi, düşkünler yurdu, boğazına düşkün, canına düşkün, dayak düşkünü, devlet düşkünü, duvak düşkünü, fırsat düşkünü, ikbal düşkünü, kılık kıyafet düşkünü, kıyafet düşkünü, kibar düşkünü, kibarlık düşkünü, koltuk düşkünü, menfaat düşkünü, surat düşkünü
düşkünlerevi is. Çalışma gücünden yoksun, kazancı olmayan yoksul kimselerin barındırıldığı toplumsal bir yardım kuruluşu, bakım yurdu, darülaceze.
düşkünler yurdu is. Düşkünlerevi.
düşkünleşme is. Düşkünleşmek durumu.
düşkünleşmek (nsz) Düşkün duruma gelmek.
düşkünlük, -ğü is. 1. Düşkün olma durumu, iptila: "Alçak gönüllü bir aydın. Hiç gösteriş düşkünlüğü yok." -N. Cumalı. 2. Çoğu kez bünyeye bağlı sürekli ve aşırı güçsüzlük. 3. Rezillik, insana yakışmayan hayat: "Şerefiyle, askerce oluvermiş olsaydı bu düşkünlüğü görmeyecekti." -R. H. Karay. 4. Paraca sıkıntıda olma, gözden düşme: "Fakat hanımlık kısa sürdü; devlet düşkünlüğü kolay değil... Ben de olsam somurturum." -R. N. Güntekin.
→ ikbal düşkünlüğü
düşleme is. Düşlemek işi: "Bir düşleme içinde olduğu her hâlinden belliydi, dalmış gitmişti. " -Y. Kemal.
düşlemek (-i) Bir şeyi, bir kimseyi, bir durumu istenilen biçimde tasarlamak, zihinde canlandırmak.
düşman is. Far. duşmân 1. Birinin kötülüğünü isteyen, ondan nefret eden, ona zarar vermeye çalışan kimse, yağı, hasım, dost karşıtı: "Ben ki dans salonlarına, barlara düşman bir adamımdır." -S. F. Abasıyanık. 2. Birbirleriyle savaşan devletler ve bu devletlerin asker, sivil bütün uyrukları: "Her sokak düşmanlarla doluyken o, sevinçli sevinçli şarkı söylüyor." -A. Gündüz. 3. Aralarında birbirleriyle çatışmaya varacak ölçüde anlaşmazlık olan taraflar: "Dostumuza güvenmeyelim de, düşmanımıza mı güvenelim?" -B. R. Eyuboğlu. 4. sf. Bir şeyin yaşamasına, barınmasına engel olan (güç, tutum vb.). 5. mec. Bir şeyi büyük ölçüde kullanıp tüketen kimse: Ekmek düşmanı. 6. mec. Bazı şeylerden nefret eden, tiksinen kimse: İçki düşmanı, düşman (veya düşmanı) kesilmek düşman olmak, düşman gibi görmek: "Şu dakika yalnız bu memleketin değil, bütün insanlığın düşmanı kesilmişti."-Y. K. Karaosmanoğlu. düşman başına durumun kötü olduğunu göstermek İçin kullanılan bir söz: "Hele ihtiyarlıkta yatağa düşmek, düşman başına." -A. İlhan. düşman çatlatmak iyi durum ve başarılarla düşmanı kıskandırmak veya kızdırmak. düşman düşmana gazel (veya Yasin) okumaz düşmandan ancak kötülük beklenir. düşman olmak kin beslemeye başlamak.
→ düşman ağzı, dost düşman, can düşmanı, ekmek düşmanı, ırz düşmanı, kaşık düşmanı, tuz ekmek düşmanı
düşman ağzı is. 1. Düşmanın uydurduğu söz. 2. Bir durumu kötü gösteren söz.
düşmanca sf. (düşma'nca) 1. Düşman gibi, düşmana yakışır. 2. zf. Düşman gibi, düşmana yakışır biçimde, antagonist: Düşmanca davranmak.
düşmanlaşma is. Düşmanlaşmak işi.
düşmanlaşmak (nsz) Düşman durumuna girmek.
düşmanlık, -ğı is. 1. Düşman olma durumu. 2. Düşmanca duygu veya davranış, yağılık, hasımlık, adavet, muhasamat, husumet, antagonizm: "Bana karşı her tavrında bir düşmanlık seziyorum." -Y. K. Karaosmanoğlu.
düşme is. Düşmek işi.
→ açık düşme, elden düşme, kümeden düşme, ligden düşme, iç ses düşmesi, orta hece düşmesi, ön ses düşmesi, ses düşmesi, son ses düşmesi, ünlü düşmesi, ünsüz düşmesi
düşmek (-e) 1. Yer çekiminin etkisiyle boşlukta, yukarıdan aşağıya inmek: "Havada uçan kuş vurulmuş gibi birdenbire sokağa düşüyor." -R. N. Güntekin. 2. Durduğu, bulunduğu, tutunduğu yerden ayrılarak veya dayanağını, dengesini yitirerek yukarıdan aşağıya inmek: "Çocukken ağaçtan düşüp ayağım kırılmıştı da ağlayamamıştım." -S. F. Abasıyanık. 3. Yere devrilmek, yere serilmek: Çocuk koşarken yere düştü. 4. Hava taşıtları kaza sonucu hızla yere inerek çarpmak. 5. Vücuda bol gelen giysi aşağı kaymak. 6. Yağmak: Dağlara kar düştü. 7. Vurmak, değmek, rastlamak: "İnce uzun dallı badem ağaçlarının alaca gölgeleri sahile inen keçi yoluna düşüyordu." -Ö. Seyfettin. 8. (nsz) Vakti gelmeden ölü doğmak. 9. Atlanmak, aradan çıkmak, eksik kalmak: Kitabın yeni baskısında buradan bir kelime düşmüş. 10. (-i) Eksilmek: "Gündelikleri yarı yarıya düşmüştü." -N. Cumalı. 11. Bir zorunluluk sebebiyle bulunduğu yerden ayrılmak, gitmek: "Bir lokma ekmek uğruna çoluk çocuğu ile gurbet ellere düşmüştü." -H. Taner. 12. Aşırı ilgi veya sevgi göstermek: Sen bu işin üstüne çok düştün. 13. Uğramak, kapılmak: "Kadınlar yeni baştan telaşa, heyecana, korkuya düştüler." -A. Gündüz. 14. Yakışmak, uygun gelmek: Bu resim buraya iyi düştü. 15. Yakışık almak: "Övünmesi de komşulara, arkadaşlara düşer. " -H. Taner. 16. Ödevi veya yetkisi içinde bulunmak: "Bana arada bir bakkaldan tuz, limon almak düşüyor, o kadar." -H. Taner. 17. Bulunmak: "Birlikte evden çıkmışlar, limanda iskelenin karşısına düşen kahveye doğru yürümüşlerdi." -N. Cumalı. 18. Biriyle yaşama, çalışma, birlikte olma durumunda kalmak: "O asker, gittiğimiz yerde bir aralık benim bölüğüme düşmüştü. " -R. N. Güntekin. 19. Bir bölüşme sonunda payına ayrılmak: Mirastan ona bu ev düştü. 20. Kötü bir sebeple istenmeden bir yerde bulunmak: "Bu yaşta mahkemelere düşmek..." -S. F. Abasıyanık. 21. (nsz) İşbaşından uzaklaşmak: Kabine düştü. 22. (nsz) Hızı, gücü, değeri azalmak: Arabanın hızı düştü. Paranın değeri düştü. 23. Isı, basınç ve ateş, eksilmek, azalmak: "İki gün içinde ateş düştü; ağrılar, sızılar hafifledi." -R. N. Güntekin. 24. Düşkünleşmek: "Babam balıkçı amma, vaktiyle zenginmiş efendim. Sonradan düşmüş." -R. N. Güntekin. 25. Bir yere ansızın gelmek, damlamak, tesadüfen gelmek: "Bir rastlantı sonucu aralarına düşmüştüm." -H. Taner. 26. Belirli zamana rastlamak: "Babasının Sütlüce'de yeni bir ev alması bu tarihlere düşer." -M. Ş. Esendal. 27. Fırsat çıkmak: Bir kelepir düştü. 28. Olmak, olumsuz bir duruma girmek: Yorgun düşmek. Zayıf düşmek. Şehit düşmek. Esir düşmek. 29. Savaşta savunulmaz duruma gelerek teslim olmak: "Medine'nin düştüğünü söylemek istedim." -F. R. Atay. 30. Bazı deyimlerde "yürümek, birlikte gelmek" anlamlarında kullanılan bir fiil: Önüne, peşine, arkasına düşmek. 31. Bayağılaşmak. 32. Alışmak, müptela olmak. düşmez kalkmaz bir Allah insanların talihsizliklere uğraması olağandır: "Ulan bu kıyafet ne? diye haykırdı. -Ey, dünya bu ... düşmez kalkmaz bir Allah." -Ö. Seyfettin. (biriyle) düşüp kalkmak 1) erkek İcadınla veya kadın erkekle yasa ve töre dışı yakın ilişki kurmak: "Beni tanımadan önce de, beni tanıdıktan sonra da başka erkeklerle düşüp kalktı." -N. Cumalı. 2) biriyle çok yakın arkadaşlık etmek: "Onu bu hâle sokan düşüp kalktığı arkadaşlarıdır." -Y.. K. Karaosmanoğlu.
→ düşe kalka, iz düşümü
düşsel sf. Düş ile ilgili, hayalî: "Gökteki düşsel melekler gerçek olsalar bile onlar hiç yeni bir şey doğuramazdı." -Halikarnas Balıkçısı.
düşsüz sf. Düşü olmayan: "Geceleri bile düşsüz koyu bir uyku çekerdi." -H. Taner.
düşsüzlük, -ğü is. Düşsüz olma durumu.
düşük, -ğü sf. 1. Aşağı doğru düşmüş, aşağı sarkmış: Düşük mide. Düşük omuz. 2. Az: Düşük faiz. Düşük fiyat. 3. Değeri azalmış: Düşük para. 4. İktidardan düşmüş veya düşürülmüş. 5. Dil bilgisi kurallarına uymayan: Düşük cümle. 6. is. Yaşayabilecek duruma gelmeden doğan yavru, ceninisakıt, sakıt, sıkıt (II). 7. mec. Eski değer ve onurunu yitirmiş olan: "Dolmuşa bindiğine göre orta hâili, belki de daha düşük olacak." - ' R. H. Karay, düşük yapmak çocuk düşürmek.
→ çenesi düşük, en düşük, en düşük düzey, eteği düşük, kuskunu düşük, paçası düşük, süngüsü düşük, yıldızı düşük
düşüklük, -ğü is. 1. Düşük olma durumu. 2. Kurallara uymama durumu. 3. mec. Adilik, bayağılık, seviyesizlik.
→ bağırsak düşüklüğü
düşün is. Duyularla değil, zihinsel olarak tasarlanan, biçim verilen, canlandırılan nesne veya olay, fikir, ide.
düşünce is. 1. Düşünme sonucu varılan, düşünmenin Ürünü olan görüş, mütalaa, fikir, mülahaza, ide: "Anlaşmazlıklarda aracılığına, zor durumlarda düşüncesine başvurulur." -T. Buğra. 2. Dış dünyanın insan zihnine yansıması. 3, Niyet, tasarı. 4. mec. Tasa, kaygı, sıkıntı: Sınıfta kalma düşüncesi uykumu kaçırdı. 5. fel. İlke, yönetici sav. (birisini bir) düşüncedir (veya düşünce) almak bir konuda kaygılanarak çözüm yolu bulmaya çalışmak: "Köşemde beni ağır bir düşünce almıştır: yol arkadaşlarımın hepsinin evleri, köyleri var... Ben nereye gideceğim? Ne yapacağım?" -R. N. Güntekin. düşüncesini açmak görüşünü bildirmek, düşüncesini okumak bir kimsenin ne düşündüğünü anlamak, düşünceye dalmak derin derin düşünmek: "Rıhtımda bir aşağı bir yukarı dolaşanları seyre müsait bir İskemlede düşünceye daldım." -S. F. Abasıyanık. düşünceye varmak bir görüşe veya karara varmak, bir inanca ulaşmak.
→ düşünce alışverişi, düşünce Özgürlüğü, ana düşünce, art düşünce, asli düşünce, bilimsel düşünce
düşünce alışverişi is. Karşılıklı görüş bildirme, fikir teatisi.
düşüncel sffel. 1. Gerçekte olmayıp yalnızca düşüncede, tasarım içinde var olan. 2. Yalnız düşünce ile kavranabilen.
düşünceli sf. 1. Düşüncesi olan: Özgür düşünceli. Kötü düşünceli. 2. Düşünerek davranan, anlayışlı. 3. mec. Kaygılı, tasalı: "Kadın biraz düşünceli, biraz mahzun görünüyor. " -M. Ş. Esendal.
düşüncelilik, -ğî is. Düşünceli olma durumu.
düşüncellik, -ği is. fel. 1. Düşüncel olma niteliği. 2. Nesnel gerçekliği olan varlığın karşısında, salt düşünce veya tasarım olarak varlık.
düşünce özgürlüğü is. Düşüncenin dış baskı ve yasaklarla sınırlandınlmaması, bunların etkisinden bağımsız olması.
düşüncesiz sf. 1. Düşüncesi olmayan. 2. Düşünmeden davranan, anlayışsız. 3. mec. Tasasız, kaygısız.
düşüncesizlik, -ği is. Düşüncesizce davranma durumu, düşüncesizlik etmek düşüncesizce davranmak.
düşündaş sf. bk. düşündeş.
düşündeş sf. Aynı düşüncede olan, aynı düşünceyi savunan, oydaş, fîkirdeş.
düşündeşlik, -ği is. Düşündeş olma durumu.
düşündürme is. Düşündürmek işi veya durumu.
düşündürmek (-i) 1. Düşünmesine sebep olmak, düşünmesine yol açmak. 2. Akla getirmek, hatırlatmak, önceden kestirmek: "Yeryüzünde büyük işler görmeye layık bir millet olduğumuzu düşündürecek, on sekiz milyonu altmış milyona, seksen milyona çıkaracaktır." -O. S. Orhon. 3. mec. Tasalandırmak, kaygılandırmak.
düşündürmelik, -ğî is. Düşündürmeye yol açan şey.
düşündürtme is. Düşündürtmek işi veya durumu.
düşündürtmek (-i) Düşündürmesine sebep olmak.
düşündürücü sf. 1. Düşünmeye sebep olan, düşünmeye yol açan: Düşündürücü bir olay. 2. mec. Tasalandıran, kaygılandıran: "Atalarımızın ar ve haya perdesi yırtılmak diye pek düşündürücü bir tabirleri vardır." -R. N. Güntekin.
düşündürücülük, -ğü is. Düşündürücü olma durumu.
düşünme is. 1. Düşünmek durumu, tefekkür. 2. fel. Duyum ve izlenimlerden, tasarımlardan ayrı olarak aklın bağımsız ve kendine özgü durumu. 3. fel Karşılaştırmalar yapma, ayırma, birleştirme, bağlantıları ve biçimleri kavrama yetisi.
→ düşünme yasaları, derin düşünme, duygusal düşünme
düşünmek (-i) 1. Bir sonuca varmak amacıyla bilgileri incelemek, karşılaştırmak ve aradaki ilgilerden yararlanarak düşünce üretmek, zihinsel yetiler oluşturmak, muhakeme etmek: "Türlü şiir anlayışları üzerinde düşünmüş, zaman zaman türlü şairleri sevmiştir." -O. V. Kanık. 2. Aklından geçirmek, göz önüne getirmek: "Ezberi düşünmekten, söylediklerimizin anlamını düşünmezdik. " -Ç. Altan. 3. Zihniyle arayıp bulmak: Bu iş için ben bir çare düşündüm. 4. Bir şeye karşı ilgili ve titiz davranmak: Durmadan geziyorsun, biraz da derslerini düşün. 5. Akıl etmek, ne olabileceğini Önceden kestirmek: "Benim kayısılara müşteri çıkmam ihtimalini düşünmüştü." -R. N. Güntekin. 6. Tasarlamak: Yola çıkmayı düşünüyorum. 7. (nsz) Tasalanmak, kaygılanmak: Bu kadar düşünme, elbette bir çare bulunur. 8. Farz etmek, düşün düşün, boktur işin kaba kötü bir durumdan çıkar yol bulunamadığı zaman söylenen bir söz. düşünüp (veya düşünmek) taşınmak konuyu bütün yönleriyle inceleyip ona göre davranmak, iyice düşünmek: "Düşünün taşının, yarın öbür gün cevap ve imza bekliyoruz." -R. E. Ünaydın.
düşünme yasaları ç. is. fel. Doğru olması gereken bir düşünmenin belli şartlar altında nasıl gerçekleştiğini gösteren kurallar.
düşünsel sf. Düşünce ile ilgili, düşünce sonucu ortaya çıkan, düşünceye dayanan, fikrî.
düşüntülü is. fel. Kurgusal.
düşünücü is. Düşünür: "Ben, ne serbest düşünücüler bilirim ki destur demeden süprüntülüğe tükürmezler." -R. N. Güntekin.
düşünücülük, -ğü is. Düşünücünün işi veya mesleği.
düşünülme is. Düşünülmek işi.
düşünülmek (nsz) Düşünme işine konu olmak veya düşünme durumunda bulunulmak.
düşünüm is. Düşün, fikir, ide.
düşünür is. Genel sorunlar üzerine yeni ve kendine özgü düşünceleri olan kimse, düşünücü, mütefekkir: Bu ülkenin düşünürleri az değil.
düşünürlük, -ğü is. Düşünür olma durumu.
düşünüş is. 1. Düşünme işi veya biçimi, mütalaa: "Bütün bu düşünüşler, Nihat'ı Muazzez'e olan kininden kurtaramıyordu." -P. Safa. 2. fel. İnsanın, özellikle davranışlarına yön veren ahlak tutumu ve düşünme biçimi.
düşürme is. Düşürmek işi: "Arkadaşının münasebetsiz bir fiyat söyleyerek piyasayı düşürmesinden korkmuştu." -R. N. Güntekin.
→ değer düşürme
düşürmek (-e) 1. Düşmesine yol açmak, düşmesine sebep olmak. 2. Değerini, fiyatını indirmek. 3. Azaltmak. 4. Vücuttan yavru, çocuk, taş, solucan vb. atmak: Çocuk, solucan düşürüyor. 5. Iskat etmek: Bakanlar kurulunu düşürmek. 6. Uğratmak: Tehlikeye düşürmek. 7. (-i, -den) Değerli bir şeyi ucuz veya kolay elde etmek: Bu güzel halıyı bedestenden çok ucuza düşürdüm. 8. Zayıf bırakmak, gücünü azaltmak: "Annemi verem iyiden iyiye düşürmüştü." -Y. K. Beyatlı.
→ izdüşüren, solucan düşürücü, tansiyon düşürücü
düşürtme is. Düşürtmek işi veya durumu.
düşürtmek (-i, -e) Düşürmesini sağlamak.
düşürülme is. Düşürülmek işi veya durumu.
düşürülmek (nsz) Düşürme işine konu olmak veya düşürme işi yapılmak.
düşürüm is. Düşürme işi veya durumu.
→ karşı düşürüm, değer düşürümü
düşürüş is. Düşürme işi veya biçimi.
düşüş is. Düşme işi veya biçimi.
düşüt is. hlk. Düşük.
düttürü is. (dü'ttürü) 1. Dar ve kısa giysi. 2. sf. Kılığı ciddi olmayan, tuhaf ve hafif giyimli. düttürü Leyla tuhaf, dar ve kısa giyinmiş kadın.
düve is. zool. Boğaya gelmemiş, 1-2 yaşında dişi sığır.
düvel ç. is. Ar. düvel esk. Devletler.
→ yedi düvel
düven is. Harmanda ekinlerin sapı ve tanelerini ayırmak İçin kullanılan, önüne koşulan hayvanlarla çekilen, alt yüzünde keskin çakmak taşlan dikine çakılı bulunan, kızak biçiminde araç: "Çocuğum başka çocuklarla beraber harmanda düvene binmiş dönüyor." -R. N. Güntekin. düven sürmek (veya dövmek) düvenle ekinlerin tanelerini başaklarından çıkarmak.
→ düven dişi
düvenci is. 1. Harman zamanı düven sürmek için tutulan çocuk. 2. Düven yapan veya satan kişi: "Düvenci ustası isterim, duvarcı ustası isterim." -N. Araz.
düven dişi is. Düvenin altına dikine çakılan keskin taş.
düver is. hlk. Yapılarda kullanılan kalın ağaç, direk, mertek.
düvesime is. Düvesimek işi veya durumu.
düvesimek (nsz) Boğa, dişi istemek.
düyek is. Far. dü + yek muz. Türk müziğinde bir usul.
düyun is. (düyu:n) Ar. duyûn esk. Borçlar. -düz İsimden zaman zarfı türeten ek: gündüz.
düz (I) sf. 1. Yatay durumda olan, eğik ve dik olmayan: Düz tahta. 2. Kıvrımlı olmayan, doğru: Düz çizgi. 3. Yüzeyinde girinti çıkıntı olmayan, müstevi. 4. Kısa ökçeli, ökçesiz (ayakkabı). 5. Yayvan, altı derin olmayan: Düz kayık. Düz tabak. 6. Kıvırcık veya dalgalı olmayan (saç). 7. Yalın, sade, süssüz: Düz bir anlatım. 8. Çizgisiz, desensiz ve tek renkli: Düz bir kumaş. 9. is. Engebesiz olan yer, düzlük, ova: "Kardaş gitmem Diyarbakır düzüne / Kızlar peri olsa bakmam yüzüne." -Halk türküsü, düz duvara tırmanmak çocuk, çok yaramazlık yapmak, düze inmek eşkıyalıktan vazgeçmek: "Düğün evinin avlusuna girerken yeni düze inmiş efeler gibi nara attı." -Ö. Seyfettin.
→ düzayak, düz baskı, düz kanatlılar, düztaban, düz tümleç, düz ünlü, düz yazı, yontuk düz
düz (II) is. Düz rakı.
→ düz rakı
düzayak, -ğı is. 1. Bir halk oyunu türü. 2. sf. İçinde merdiven veya inilip çıkılacak bölüm bulunmayan (ev, yol).
düz baskı is. Kalıp izlerini önce kauçuğa, kauçuktan da kâğıda geçirmeye yarayan çift kopyalı baskı yöntemi, ofset.
düzce sf. Oldukça düz: Düzce bir arazi.
düze is. kim. Doz.
→ tekdüze
düzeç, -ci is. Bir yüzeyin eğiklik derecesini anlamaya yarayan araç, tesviye aleti.
→ kabarcıklı düzeç
düzeçleme is. 1. Aynı düzeye getirme, yüzey ayrımlarını ölçme, tesviye, 2.jeol. Bir yerin değişik noktalardaki yükseltisini, belli bir yatay düzleme göre (deniz yüzeyi) belirlemek için yapılan işlemlerin bütünü.
düzelme is. Düzelmek durumu.
düzelmek (nsz) 1. Düz duruma gelmek, düzleşmek: Burada toprak basıla basıla düzelmiş. 2. Kötü, bozulmuş bir durumdayken düzenli duruma gelmek: İşler düzeldi. Vapur seferleri düzeldi. 3. Soğuk ve yağış azalmak. 4. Hasta iyileşmek: "Sen merak etme, yavrucak yakında düzelir." -Halikarnas Balıkçısı.
düzelti is. 1. Düzeltme işi, tashih. 2. Basılmakta olan bir eserin provaları üzerinde özel düzeltme işaretleriyle yanlışları gösterme.
düzeltici is. Dizilmekte olan bir eserin provalarını düzeltme ile görevli kimse, düzeltmen, musahhih.
→ düzeltici jimnastik
düzeltici jimnastik, -ği is. sp. Yaşama ve çalışma şartlarının etkisiyle oluşan vücut bozukluk ve aksaklıklarını önlemek veya gidermek için uygulanan özel beden eğitimi türü.
düzelticilik, -ği is. Düzeltici olma durumu, düzelticinin görevi, musahhihlik.
düzeltilme is. Düzeltilmek işi.
düzeltilmek (nsz) Düzeltme işine konu olmak veya düzeltme işi yapılmak.
düzeltim is. Düzeltme işi: "Bir dilde düzeltim, kimi zaman da reform gereksemesinin birçok nedenleri olabilir." -F. İz.
düzeltme is. 1. Düzeltmek işi, tashih. 2. Reform, iyileştirme, ıslahat. 3. Düzelti.
→ düzeltme işareti
düzeltme işareti is. dbl. Yazılışları aynı okunuşları ve anlamları farklı Doğu kökenli sözleri birbirinden ayırt etmek ve bunlardaki g, k ünsüzlerini ince okutmak için kullanılan işaret (A), şapka işareti, inceltme işareti, şapka: âdet, âlem, âşık; kâğıt, tezgâh vb.
düzeltmek (-i) 1. Düzgün duruma getirmek: "Kirli eşyalarımı paketlere sardım, bavulumu düzelttim." -R. N. Güntekin. 2. Bozukluğunu gidermek, onarmak. 3. Yanlıştan kurtarmak, tashih etmek: "öğleden sonra nüfus kâğıdını getir, kaydım düzeltelim." -B. Felek.
düzeltmen is. Düzeltici.
düzem is. kim. Bir birleşiğe veya bir karışıma girecek madde miktarlarının belirtilmesi, dozaj.
düzeme is. Düzemek işi.
düzemek (-i) kim. Herhangi bir karışımı istenilen orana göre hazırlamak, karışımın dozunu belirlemek.
düzen is. 1. Belli yöntem, ilke veya yasalara göre kurulmuş olan durum, uyum, nizam, sistem: "Evin en bozuk düzeninde bile hastalığa mahsus birtakım aletler vardır." -R. N. Güntekin. 2. Soyut ve somut nesnelerin bir sıraya, bir hedefe, bir amaca göre sıralanması. 3. Yerleştirme, tertip: Odanın düzenini beğenmedim. 4. Bir devletin belli başlı ilkeleri bakımından yönetimde tuttuğu yol, yönetim biçimi, rejim. 5. mec. Dolap, hile: "Hile, düzen dağarcığından elbette yeni bir şey bulup çıkaracak." -E. E. Talu. 6. muz. Müzik aletlerinde ses ayan, akort. 7. sos. Toplumsal bir yapı içinde öğelerin bütüne, bütünün öğelere ve öğelerin birbirlerine göre İlişkileri. 8. hlk. Alet edevat takımı. 9. hlk. Bez dokuma tezgâhı, düzen kurmak 1) işler duruma getirmek; 2) düzenlemek: Ağaçlarla evler arasında bir düzen kurmadıkça bir şehrin tadı tuzu kalır mı?" -B. R. Eyuboğlu. 3) mec. hileye başvurmak. düzen vermek (veya düzene koymak veya düzene sokmak) 1) düzenlemek, dağınıklıktan kurtarmak: "Onun kendi yaşayışına yeni bir düzen vermesi gerekiyordu." -T. Buğra. "Yatak odasını düzene sokmakla meşguldü." -R. H. Karay. 2) akort etmek: "Şu sazıma bir düzen ver." -Aşık Ali İzzet Özkan.
→ düzen açıklaması, düzen bağı, düzen teker, bozuk düzen, çekidüzen, kaba düzen, kara düzen, kurulu düzen, öncel düzen, sıkı düzen, sosyal düzen, yanaşık düzen, kamu düzeni, kölelik düzeni, sayfa düzeni, tören düzeni, yağış düzeni
düzen açıklaması is. tiy. Bir tiyatro eserinin metninde dekor, giysi vb. ile oyuncuların görünüşleri, davranışları üzerine yapılan açıklama.
düzen bağı is. Disiplin, düzence.
düzenbaz sf T. düzen + Far. -bâz Hile yoluyla aldatan, hile yapan.
düzenbazlık, -ğı is. Düzenbaz olma durumu: "Çıkarlar, paralar, asalaklıklar ve düzenbazlıklar girer işin içine." -Ç. Altan.
düzence is. Sıkı düzen, disiplin.
düzenci sf Düzen, hile yapan, hileci, oyunbaz, düzenbaz, entrikacı, dessas.
düzencilik, -ği is. Düzenci olma durumu.
düzenek, -ği is. Mekanizma.
düzenleme is. 1. Düzenlemek işi, tertip, organizasyon. 2. müz. Belirli sesler, çalgılar veya topluluklar için yazılmış bir eserin, başka sesler, çalgılar veya topluluklar tarafından söylenip çalınabilmesi için o eserde yapılan değişiklik, aranjman.
düzenlemeci is. Düzenleme yapan kimse.
düzenlemecilik, -ği is. Düzenlemeci olma durumu.
düzenlemek (-i) 1. Düzenli, düzgün duruma getirmek, düzen vermek, tanzim etmek: O-dasını düzenledi. 2. Yapmak, hazırlamak: "Merdivenleri, masaları gayet hantal, battal şeyler. Bodrumun ışığım da buna göre düzenlemişler." -B. R. Eyuboğlu. 3. müz. Düzenleme yapmak. 4. müz. Müzik aletlerini akort etmek.
düzenlenme is. Düzenlenmek işi.
düzenlenmek (nsz) 1. Düzenli, düzgün duruma getirilmek: "Yayın ve propaganda işleri bu yeni hayata göre düzenlenecektir." -Y. Z. Ortaç. 2. Yapılmak, tertip edilmek.
düzenleşik, -ği sf. 1. Düzenleri birbirine uygun. 2. fel. Bir sınıflamada aynı düzen ve aynı sırada bulunan.
düzenleşim is. fel. 1. Aynı sıradaki nesne veya kavramların birbirinin yanında oluşu. 2. Bir sınıflamada aynı sırada bulunan iki veya daha çok kavramın bağıntısı.
düzenleyici is. 1. Herhangi bir işi, kuruluşu gerçekleştirip düzenli sonuç alınmasını üstlenen kimse, organizatör, aranjör. 2. fiz. Regülatör.
→ hava düzenleyicisi
düzenleyicilik, -ği is. Düzenleyici olma durumu.
düzenli sf. 1. Düzeni olan, yerli yerinde, kararlı, tertipli, muntazam: "Hele, düzenli giyim diye bir dertleri hiç yoktur." -S. Ayverdi. 2. Sistemli, nizamlı.
→ düzenli ordu
düzenlilik, -ği is. Düzenli olma durumu.
düzenli ordu is. ask. En küçük biriminden en büyük birliğine kadar her türlü donanıma sahip askerî güç.
düzensiz sf. 1. Düzeni olmayan veya düzeni bozuk, karışık, tertipsiz, intizamsız, gayrimuntazam: "Düzensiz nüfus artışı sadece yoksulluğu artırmaya yarıyor." -H. Taner. 2. Sistemsiz.
düzensizlik, -ği is. Düzensiz olma durumu, tertipsizlik, intizamsızlık, nizamsızlık: "Ne kadar alışılsa da düzensizlik insana üzüntü verir."-yi. Ş. Esendal.
düzen teker is. Makinelerde, hareketin hızını düzgün tutmaya, çalışmayı düzenlemeye yarayan büyük çaplı çark, volan.
düzey is. 1. Bir yüzeyin veya bir noktanın yüksekliğindeki yatay sınır, seviye: Su düzeyi. 1. mec. Bir nesnenin, bir kimsenin başka nesnelere veya kimselere göre olan değer ve yücelik derecesi, seviye: Eğitim düzeyi. Kültür düzeyi.
→ en düşük düzey, en üst düzey, hayal düzeyi, su düzeyi, taban düzeyi, yaşam düzeyi, zekâ düzeyi
düzeyli sf. Belli bir düzeyi olan, seviyeli (kimse).
düzeysiz sf. Belli bir düzeyi olmayan, seviyesiz (kimse).
düzeysizlik, -ği is. Belli bir düzeyi olmama durumu, seviyesizlik.
düzgü is. fel. Yargılama ve değerlendirmenin kendisine göre yapıldığı ölçüt, uyulması gereken kural, norm.
düzgülü sf Düzgüye uygun, normal.
düzgün sf. 1. Doğru ve pürüzsüz, muntazam: Düzgün tahta. Düzgün yol. 2. Eksiksiz ve yerli yerinde, düzenli, kusursuz, insicamlı, rabıtalı, muntazam: "Belli ki hâlleri vakitleri çok düzgün değil." -M. Ş. Esendal. 3. zf Kurala uygun olarak, kusursuz bir biçimde: Düzgün konuşuyor. 4. mat. Kenar veya ayrıtları ile açılan birbirine eşit olan (biçim): Düzgün çok yüzlü. 5. is. esk. Kadınların, teni pürüzsüz göstermesi, renk vermesi için yüzlerine sürdükleri yan sıvı veya boyalı krem, fondöten.
→ eli ayağı düzgün
düzgüncü is. 1. Düzgün yapan veya satan kimse. 2. Gelinin düzgününü süren ve onu süsleyen kadın.
düzgünlü sf. Yüzüne düzgün sürmüş olan: "... suratı hâlâ düzgünlü, kirpikleri hâlâ sürmeli, deli saraylı bir kadıncağızmış." -H. Taner.
düzgünlük, -ğü is. Düzgün olma durumu: "ihtiyarın sol elinde başparmak hiç şaşmayan bir düzgünlükle tanelerini ikişer ikişer çektiği tespihin üzerinde, hayatın tek işaretiydi. " -P. Safa.
düzgüsel sf. fel. Kurallarla, yasalarla ilgili olan, kural, yasa koyan, normatif.
düzgüsüz sf 1. Düzgüye uymayan, düzgüsü olmayan, anormal. 2. fel. Normatif.
düziko is. Düz rakı: "Kadeh kadeh düzikoyu yuvarlayarak..." -H. R. Gürpınar.
düzine is. (düzi'ne) ît. dozzina Aynı cinsten on iki parçanın oluşturduğu takım.
→ bir düzine
düz kanatlılar ç. is. zool. Uzunluğuna katlanan alt kanatları, az çok sert olan üsttekiler tarafından örtülen, dört kanatlı böcekler takımı.
düzlek yapı is. coğ. Yatay duruşlu tabakaların geniş yer tuttuğu düzlük.
düzlem sf. 1. Üzerinde girinti ve çıkıntı olmayan, düz, yassı. 2. is. mat. Üzerine, kesişen iki doğrunun her noktasının dokunması gereken yüzey, müstevi.
→ düzlem geometri, düzlem küre, düşey düzlem, eğik düzlem, eklipük düzlem, açıortay düzlemi, meridyen düzlemi, polarma düzlemi, yanay düzlemi, çok düzlemli, iki düzlemli, üç düzlemli
düzleme is. Düzlemek işi, tesviye.
düzlemek (-i) Düzlem durumuna getirmek, tesviye etmek.
düzlem geometri is. mat. Bir düzlem içinde kalan, iki boyutlu olan şekli inceleyen geometri.
düzlem küre is. coğ. Yer yuvarlağı üzerindeki biçimleri bütünüyle bir düzlem üzerinde göstermek amacıyla çeşitli haritacılık yöntemlerine başvurularak hazırlanmış harita.
düzlemsel sf. Düzlem niteliğinde olan.
düzlenme is. Düzlenmek durumu.
düzlenmek (nsz) Düz, düzlem durumuna gelmek.
düzleşme is. 1. Düzleşmek durumu. 2. dbl. Bazı kelimelerde, çeşitli sebeplerle, yuvarlak ünlülerin düz ünlülere dönmesi.
düzleşmek (nsz) Düz duruma gelmek.
düzletme is. Düzeltmek işi.
düzletmek (nsz) Düz duruma getirmek.
düzlük, -ğü is. 1. Düz olma durumu. 2. Geniş, düz yer: "Derenin önündeki düzlükten birdenbire bir ses duydum, durdum." -H. E. Adıvar. 3. coğ. Deniz yüzeyine göre değişik yüksekliklerde olan az eğimli yer.
düzme is. 1. Düzmek işi. 2. sf. Gerçek olmayan, aslına benzetilerek uydurulan, uydurma, sahte: Düzme senet. Düzme belge.
düzmece sf Gerçek olmayan, düzme, sahte.
düzmeci sf. Sahtekâr.
düzmecilik, -ği is. Düzmeci olma durumu, düzmecilik, sahtekârlık: "Dağda taşta insanların düzmeciliği yoktu." -Halikarnas Balıkçısı.
düzmek, -er (-i) 1. Bir gereksinimi karşılamak amacıyla birçok şeyi birbirini tamamlayacak biçimde bir araya getirmek: "Oğlum Sıtkı için son zamanlarda epeyce temiz ev eşyası düzdü diyorlar." -M. Ş. Esendal. 2. Düzene sokmak, düzene koymak, sıralamak, elverişli, uygun bir duruma getirmek: İskambil kâğıtlarını düzdü. 3. Yaratmak, oluşturmak, meydana getirmek: "Yeşil caminin avlusundaki sette oturmuş, Nilüfer ovasına şiir düzerken..." -S. F. Abasıyanık. 4. Uydurmak: Bir sürü yalan düzmüş. 5. kaba Cinsel ilişkide bulunmak.
düz rakı is. İçinde anason, sakız vb. kokulu maddeler olmayan üzüm rakısı, düz, duziko.
düztaban is. 1. anat. Doğal ayak kemerinin kaybolması ile oluşan yapısal bozukluk. 2. sf. Tabanı kemerli olmayan, düz olan (kimse). 3. Dar tabanlı bir tür rende. 4. sf. mec. Uğursuz.
düztabanlık, -ğı is. Düztaban olma durumu.
düz tümleç, -ci is. dbl. Yalın durumda bulunan tümleç: Para biriktirmek, yemek seçmek, örneklerindeki para, yemek kelimeleri.
düzülme is. Düzülmek işi veya durumu.
düzülmek (nsz) Düzme işine konu olmak veya düzme işi yapılmak: "O araba önde, öteki arabalar arkada, süvariler ve yayalar yola düzüldüler." -S. F. Abasıyanık.
düzüm düzüm zf hlk. Dizim dizim: "Yaylanın kızları düzüm düzümdür / Bir komşu kızı var ki iki gözümdür." -Halk türküsü.
düz ünlü is. dbl. Dudakların gerilip düzleşmesiyle oluşan ünlü: a, e, ı ,i.
düz yazı is. ed. 1. Dilin söz dizimi kurallarına uygun olarak kullanılan anlatım biçimi: "O, düz yazıyı şiirden üstün tutar." -S. F. Abasıyanık. 2. Şiir olmayan söz ve yazı, nesir, mensur, inşa. Dy kim. Disprosyum elementinin simgesi.