du

-du bk. -di / -di vb.

dua is. (dua:) Ar. du'â' din b. 1. Yakarış. 2. Tanrı'ya yalvarma, yakarış için söylenen dinî metin: "Pazartesi, perşembe geceleri yatağında gizli gizli Arapça dua okurdu." -A. Gündüz, dua etmek Tanrı'ya yalvarmak: "Tanrı'nın, canını kocasından önce alması için dua etmekten başka çare bulamıyordu." -A. İlhan, duası tutmak 1) duası gerçekleşmek: "Duasının tutup tutmayacağım söyleyemezdi." -T. Buğra. 2) etkili olmak. duasını (veya dua) almak iyi yapılan bir işle birinin hoşnutluğunu kazanmak: "Elini öpüp duasını almak istedim." -B. Felek.

beddua, hayırdua, cenaze duası, hatim duası, karınca duası, pehlivan duası, sofra duası, yağmur duası, yemek duası

duacı is. Tanrı'ya yalvaran kimse: "Hepimiz iyiyiz, sana duacıyız, diyordu mektupta." -S. F. Abasıyanık.

duahan is. (dua:ha:n) Ar. du'â'-i- Far. -hân din b. esk. Dua okuyucu.

dualı sf. Dua okuyan, dua eden.

duasız sf. Dua okumayan, dua etmeyen.

duayen is. Fr. doyen 1. Kordiplomatikte kıdemlilik bakımından başta gelen diplomat. 2. Bir meslekte yaşça ve kıdemce ileri olan kimse.

duba is. (du'ba) den. 1. Yük taşımak veya köprü kurmak için kullanılan altı düz bir tür deniz aracı. 2. içi boş, her yanı kapalı, suyun üstünde yüzen bir tür büyük şamandıra: "Dört beş duba üstüne bir küçük tahta köşk kurmuşlar." -B. R. Eyuboğlu. duba gibi çok şişman.

tarak dubası

dubar is. zool. Kefalgillerden, 30-40 cm uzunluğunda, eti lezzetli bir balık türü (Mugîl cephalus).

dubara is. (dubaı'ra:) Far. dü + tel. Oyunda, atılan zarlardan ikisinin de iki benekli yüzünün üste gelmesi. 2. argo Oyun, hile, aldatmaca, düzen: "İnanma kızım, bu hastalıkta bir dubara var." -H. R. Gürpınar.

dubaracı sf. argo Oyunla, hileyle, aldatmacayla, düzenle iş gören (kimse), düzenci.

dubaracılık, -ğı is. Dubaracının yaptığı iş, hilekârlık.

dublaj is. (dublâj) Fr. doublage sin. ve TV1. Çekilmiş bir filmi sonradan sesli duruma getirmek. 2. Yabancı dildeki filmlerin başka bir dile çevrilmesi işi: "Bazı kere bana hani film Türkçeleştirirler ya, dublaj mıdır nedir, öyle bir şey yapıyormuşum gibime geliyor." -S. F. Abasıyanık.

dublajcı is. sin. Sözlendirici, seslendirici. dublajcılık, -ğı is. Sözlendiricilik, seslendiricilik.

duble is. Fr. double 1. Belirli miktarın veya büyüklüğün İki katı: "içi öyle yanıyordu ki, elinde olmadan buğulu bira dubleleri, bardak çatlatan nar şerbetleri kuruyor." -A. İlhan. 2. Giysilerin iç bölümüne geçirilip kumaşla birlikte dikilen astar veya giysilerin içine ayrı olarak giyilen giyecek. 3. zf. Bir kadeh miktarında. 4. sf. ikili, gidiş ve gelişi ayrılmış (yol), duble etmek astar geçirmek.

dubleks sf. Fr. duplex İçinden merdivenli, iki katlı ev.

dubleks daire

dubleks daire is. Bir apartmanda kendi iç merdiveni ile birbirine bağlanan iki ayrı kattan oluşan tek daire.

dublör is. Fr. doublure sin. ve TV Bir oyuncunun yerine oynayabilecek başka oyuncu, benzer.

dublörlük, -ğü is. Dublör olma durumu, dublörün yaptığı iş.

dubniyum is. kim. Atom numarası 105, atom ağırlığı 262 olan, 25 °C'de katı olduğu, gümüş renginde veya gri renkte olduğu tahmin edilen, kaliforniyum ile azot atomlarının reaksiyonu sonucu elde edilen yapay bir element (simgesi Db).

dudak, -ğı is. 1. Ağzın, dişleri örten ve dışarıya doğru az veya çok kıvrılan üst ve alt kenarlarından her biri: "Birdenbire kavalı dudaklarına götürdü ve üfürmeye başladı." -H. E. Adıvar. 2. mec. Ağız: "Eve dudağınızda bir şarkı ile dönüyorsunuz." -H. Taner. dudak bükmek bir şeyi beğenmediğini, küçümsediğini belli etmek, umursamamak, pek aldırış etmemek: "Selma Hanım dudaklarını büktü, cevap vermeye lüzum bile görmedi." -Y. K. Karaosmanoğlu. dudak dudağa gelmek (veya kalmak) öpüşmek: "Bir zaman böyle birbirini karşılıklı öpücüklere boğduktan sonra, nefesleri kesilinceye kadar dudak dudağa kaldılar." -N. Cumalı. dudak ısırtmak 1) hayran bırakmak; 2) hayrete, şaşkınlığa düşürmek, dudak payı bırakmak bardak, fincan vb. kaplan, ağzına kadar doldurmayıp dudağın yanaşabileceği kadar boş bir yer bırakmak. dudak sarkıtmak somurtmak, dudak ucuyla söylemek belli belirsiz anlatmak, İsteksizce söylemek: "Size hayır kalmadığını dudak ucuyla söyleyiverirler ve gerçekten dedikleri de çıkar." -R. N. Güntekin. dudağını bükmek ağlayacak gibi olmak, dudağını (veya dudaklarını) ısırmak yakışıksız bir durum karşısında şaşmak: "Koca Ali bu kararı duyunca ömründe ilk defa olarak sarardı. Dudaklarını ısırdı." -Ö. Seyfettin. dudağının ucuna gelmek hemen söyleyecek durumda olmak: "Ben dudaklarımın ucuna gelen bir suali nasıl sorduğumu, niçin sorduğumu bilmiyorum."S. F. Abasıyanık.

dudak benzeşmesi, dudak boyası, dudak çukuru, dudakdeğntez, dudak eşlemesi, dudak kalemi, dudak tiryakisi, dudak ünsüzü, dudak yarığı, alt dudak, baldudak, diş-dudak ünsüzü, diş eti-dudak ünsüzü, üst dudak, dilberdudağı, tavşan dudağı

dudak benzeşmesi is. dbl. Dudak ünsüzlerinin veya yuvarlak ünlülerin düz ünlüleri etkileyip yuvar laklaştırması.

dudak boyası is. Dudakları boyamak için kullanılan kokulu, renkli madde, ruj.

dudak çukuru is. Üst dudağın ortasındaki oluk.

dudakdeğmez is. ed. Lebdeğmez.

dudak eşlemesi is. sin. ve TV Sözlendirmede, perdedeki görüntüde yer alan dudak hareketlerine uygun ses çıkarma.

dudak kalemi is. Rujun daha kalıcı olmasını sağlayan ve dudak çizgilerini belirlemeye yarayan kalem.

dudaklı sf. Dudağı olan.

baldudaklı

dudaksıl sf. dbl. Boğumlanma noktası dudaklarda bulunan ses çeşidi: p dudaksıl sestir.

dudaksıllaşma is. dbl. Bazı kelimelerde çeşitli sebeplerle düz ünlülerin yuvarlaklaşması veya ünsüzlerin dudak ünsüzlerine dönmesi: divar > duvar, konşı > komşu gibi.

dudaksız sf. Dudağı olmayan.

dudak tiryakisi is. İçtiği sigaranın dumanını içine çekmeksizin dışarı üfleyen tiryaki.

dudak ünsüzü is. dbl. Ağız boşluğundan gelen havanın dudaklara çarpıp patlamasıyla veya dudakların aralığından sızmasıyla oluşan ünsüz: b, p, m, v, f.

dudak yarığı is. Tavşan dudağı.

dudu is. Far. tüti esk. 1. Kadınlara verilen bir unvan, hanım: Ayşe dudu. 2. Yaşlı Ermeni kadını. 3. lılk. Papağan.

dudu dilli, ahududu

dudu dilli sf. Çok konuşan, tatlı dilli (kadın).

duetto is. İt. müz. Bir kadın ve bir erkek sesin sözleri dönüşümlü olarak okuduklan hafif müzik parçası.

duhul, -lü is. (duhud) Ar. duhûl esk. Girme, giriş.

duhuliye is. (duhu.liye) Ar. duhûliyye esk. Giriş ücreti: "On kuruş duhuliyeyi toslayıp o da içeri girdi." -H. Taner.

duhuliye kartı

duhuliye kartı is. Giriş belgesi, girimlik.

-duk bk. -dik / -dik vb.

duka is. (du'ka) ît. duca tor. 1. Dük unvanının eskiden kullanılan biçimi: "Sırplar bir defa îpek'te kongreye benzer bir toplantı yaparak imparatorluktan ayrılmak ve Sırbistan tacını Savoie dukasına vermek istediler." -F. R. Atay. 2. Bir çeşit Venedik altın akçesi.

dukalık, -ğı is. 1. tar. Bir dukanın yönetiminde bulunan ülke. 2. mec. Dar kadro ile dilediği gibi yönetme.

dul sf. Eşi ölmüş veya eşinden boşanmış (kadın veya erkek): "Bebek'teki evinde bir dul kız kardeşiyle yalnız yaşar." -R. N. Güntekin. dul kalmak kadın veya erkek, eşi ölmek: "Hatice Hanım pek genç dul kalmış zengin bir hanımcağızdı." -Ö. Seyfettin.

dulaptal otu, dulavrat otu, karadul

dulaptal otu is. bot. Dulaptal otugillerin örnek bitkisi olan, Kuzeydoğu Anadolu dağlarında yetişen, çiçekleri güzel kokan, çalı görünüşünde, çok yıllık bir bitki (Daphne mezereum).

dulaptal otugiller ç. is. bot. Örnek bitkisi dulaptal otu olan, taçsız iki çeneklilerden bir familya.

dulavrat otu is. bot. Bileşikgillerden, hekimlikte kullanılan bir bitki (Arctium tomentosum).

dulda is. hlk. 1. Yağmur, güneş ve rüzgârın etkileyemediği gizli, kuytu yer, siper: "Demirkır, güney tepelerinin duldalarına çektiği atları gece yarısına doğru yeniden ovaya indirdi." -A. Sayar. 2. Esirgeme, korama, himaye: "Yiğit duldasında yiğit saklanır." -Karacaoğlan. dulda tutmak üstüne çekmek, örtünmek, koruyacak biçimde sarınmak: "Bulgar dağında yatarım / Yorganı dulda tutarım." -Halk türküsü.

duldalama is. Duldalamak işi.

duldalamak (-i) Korumak, siper altma almak.

duldalanma is. Duldalanmak işi.

duldalanmak (nsz) Korumak, siper altına girmek.

duldalı sf. Duldası olan.

duldasız sf Duldası olmayan.

dulluk, -ğu is. Dul olma durumu.

duluk, -ğu is. hlk. 1. Yüz. 2. Şakak. 3. Yüzün şakakla çene arasındaki yanı.

Duma öz. is. Rus. Rus parlamentosunun alt kanadı.

dumağı is. hlk. Nezle.

duman is. 1. Bir maddenin yanması ile çıkan ve içinde katı zerrelerle buğu bulunan kara veya esmer renkli gaz: "Emin ol ki her sigara yakışta / Daha duman tüter tütmez ordayım." -B. S. Erdoğan. 2. Havalanan tozların veya sisin oluşturduğu bulanıklık: "Köyünün üstüne boz bir duman çökmüştü." -Y. Kemal. 3. argo Kötü, yaman: İşimiz duman. Hâlimiz duman. 4. argo Esrar, duman almak 1) sis kaplamak, sis bürümek; 2) sigara dumanını içine çekmek, duman altı etmek esrar, sigara vb. şeylerle bulunulan yerin havasını dumanla doldurmak, duman altı olmak esrar, sigara vb. maddeler içilen bir yerin havasından etkilenmek, duman attırmak argo kötü duruma düşürmek, geride bırakmak, birini yıldırmak: "Ama yerine göre karşısına dikilenlere de duman attırır. " -R. N. Güntekin. duman etmek argo 1) dağıtmak, bozmak, yok etmek: "Ortalığı duman görür, duman etmek isterdi." -S. F. Abasıyanık. 2) yenmek, başarı sağlamak, (işi veya durumu) duman olmak 1) argo işi, durumu berbat olmak; 2) bir kimse veya bir şey ortadan kaybolmak, dumana boğmak 1) duman içinde bırakmak; 2) bunaltmak, şüphe içinde bırakmak: "Adamın kafasını katiyen aydınlatmamak, karıştırmak ve dumana boğmaksınız." -H. E. Adıvar. dumanı doğru çıksın "iyi ve güzel olmasa bile yönteme uygun olsun, yeter" anlamında kullanılan bir söz. dumanı üstünde 1) çok taze (sebze, meyve, yemek vb.); 2) mec. çok yeni, üzerinden çok zaman geçmemiş: "A-nadolu notları arasına bugün dumanı üstünde bir Rumeli notu sıkıştırıyorum." -R. N. Güntekin. dumanı vermek 1) çok duman çıkarmak; 2) mec. ortalığı karıştırmak: "Sonra sen gazetende istediğin gibi ver dumanı. " -A. İlhan.

duman rengi, işi duman, kör duman, toz duman, vapurdumanı

dumanlama is. Dumanlamak işi.

dumanlamak (-i) 1. Dumanlı duruma getirmek. 2. Dumana tutmak. 3. mec. Sarhoş etmek: "Rıza bey, kafasını iyice dumanlamadan uduna uzanmazdı zaten." -A. İlhan.

dumanlanma is. Dumanlanmak durumu: "Avcı adedi üçü geçince rakamı seçmek hususunda karga zekâsının dumanlanmaya başladığı görülmüştür." -A. Haşim.

dumanlanmak (nsz) 1. Dumanlı duruma gelmek. 2. mec. Sarhoş olmak. 3. mec. Bulanmak, karışmak: Kafam dumanlandı.

dumanlı sf. 1. Dumanı olan, duman çıkaran: Dumanlı barut. 2. Sisli, sisle örtülü: "Kurt dumanlı havayı sever." -Atasözü. 3. mec. Sıkıntılı, bulanık: "Karışık rüyalarda görülen manzaralar gibi dumanlı bir sahne." -A. Gündüz. 4. mec. Esrik, sarhoş.

başı dumanlı, kafası dumanlı

dumanlık, -ğı is. Dumanlı olma durumu.

duman rengi is. 1. Koyu kül rengi, füme. 2. sf Bu renkte olan.

dumansız sf. Dumanı olmayan, duman çıkarmayan: Dumansız barut.

dumansızlık, -ğı is. Dumansız olma durumu.

dumur is. (dumuır) Ar. dumur fizy. Körelme. dumura uğramak körelmek: "Aşk, bende Öyle dumura uğramış bir duygu ki sevmek hasretini bile duyamıyorum." -R. N. Güntekin. dumura uğratmak köreltmek.

dun sf. (du:n) Ar. dün esk. Alçak, aşağı, aşağılık.

duo is. bk. düet.

dupduru sf. (du'pduru) Çok duru.

-dur bk. -dır / -dir vb.

-dur- bk. -dır- / -dir- vb.

duraç, -cı is. hlk. Kaide.

durağan sf. 1. Yerini değiştirmeyen, yerli, hareketsiz, sabit: "Sessizce, gezinecek çevresinde, durağan bir yıldız gibi gökle birlikte dönecek o." -T. Oflazoğlu. 2. mec. Etkin olmayan, gelişmemiş. 3.fiz. Akışmaz.

durağan elektrik

durağan elektrik, -ği is. Kimyasal olarak enerjinin depo edildiği akümülatörün ürettiği elektrik.

durağanlaşma is. Durağanlaşmak işi veya durumu.

durağanlaşmak (nsz) Durağan duruma gelmek.

durağanlık, -ğı is. Durağan olma durumu.

durak, -ğı is. 1. Tren, tramvay, otobüs, minibüs vb. genel taşıtların durmak zorunda olduğu veya durabileceği yer: "İlk durakta otobüsten atlayarak geriye döndüm." -S. F. Abasıyanık. 2. dbl. Konuşmada, anlamın gerektirdiği biçimde kelimeler arasındaki ses kesintisi. 3. ed. Hece ölçüsüyle yazılmış şiirlerde ölçü kalıplan içindeki durma yerleri. 4. müz. Bir ölçü uzunluğunda susma. 5. esk. Cümle sonundaki nokta.

dolmuş durağı, emniyet durağı

duraklama is. 1. Duraklamak durumu. 2. ask. İlerlemekte bulunan bir birliğin, vakitsiz, yersiz ve düzensiz olarak yürüyüşünü durdurması.

duraklamak (nsz) 1. Hareket durumundayken kısa bir süre için durmak veya arada bir durmak: "Yağız atlar kişnedi, meşin kırbaç sakladı /Bir dakika araba yerinde durakladı. " -F. N. Çamlıbel. 2. mec. Bir süre ses çıkarmamak, bir şey söylememek, duraksamak, tereddüt etmek: "Rüstem hayret içinde durakladı."-S. F. Abasıyanık.

duraklatma is. Duraklatmak işi.

duraklatmak (-i) Bir şeyin duraklamasını sağlamak.

duraklayış is. Duraklama İşi veya biçimi.

duraklı sf. 1. Durağı olan. 2. fiz. Hep aynı yerde kalan, hep aynı yerde tekrarlanan.

duraklı dalga

duraklı dalga is. fiz. Bütün noktaları aynı anda, zıt ve aynı fazlı titreşimler yapan dalga, kararlı dalga.

duraldık, -ğı is. 1. Durak olma durumu. 2. Durgunluk: "Birkaç saniye bir şaşkınlık duraklığı geçirdikten sonra odaya çıktı." -H. R. Gürpınar.

duraksama is. Duraksamak durumu, tereddüt: "Kuşkularım ve duraksamalarımla, bir türlü durmuş oturmuş bir düzene kavuşamamanın acısını çekiyorum." -E. Bener.

duraksamak (nsz) Ne yapmak veya ne demek gerektiğini kestiremeyerek duraklamak, tereddüt etmek: "Silahına karşılık ilk kurşun yüzünü seğirterek geçince duraksadı."-R. H.Karay.

duraksamalı sf. Duraksayan, tereddütlü.

duraksamasız sf. Duraksaması olmayan, tereddütsüz.

duraksayış is. Duraksama işi veya biçimi.

duraksız zfi Otobüs mola vermeden, duraklarda durmadan (gitmek).

dural sf. Hep aynı durumda ve hiç değişmeden kalan.

duralama is. Duralamak durumu.

duralamak (nsz) Duraklamak: "Yeni gelen üç kişi bir an girmekle girmemek arası kapının içinde duraladılar." -N. Cumalı.

duralayış is. Duralama işi veya biçimi.

durallık, -ği is. Dural olma durumu.

duran top is. Atış yapmak üzere bekletilen ve hareketsiz olan futbol topu.

durdurma is. Durdurmak işi.

yürütmeyi durdurma

durdurmak (-i) Durmasını sağlamak: "Elini kaldırarak otobüsü durdurdu." -R. N. Güntekin.

durdurtma is. Durdurtmak işi.

durdurtmak (-i) Durmasını sağlamak, durmasına yol açmak.

durdurulma is. Durdurulmak işi.

durdurulmak (nsz) Durdurma işi yapılmak: "İkide bir askerî inzibat memurları tarafından arabamız durduruluyor, her yanı aranıp taranıyor." -Y. K. Karaosmanoğlu.

durduruş is. Durdurma işi veya biçimi.

durgu is. hlk. 1. Olmakta olan bir şeyin birdenbire durarak kesilmesi, sekte. 2. müz. Bir müzik eserinde, bitiş etkisi yapan armonik zincirlemeler bütünü.

durgun sf. 1. Sakin: "Deniz masmavi, hava durgun, her taraf ılıktı." -R. H. Karay. 2. mec. Neşesiz, keyifsiz, sessiz: "Öteki durgun bir Anadolu köylüsü idi." -F. R. Atay. 3. mec. Canlı olmayan, sönük, hareketsiz: "Harp hemen tesirini gösterdi. Piyasa durgun. " -Ö. Seyfettin.

durgun şişkinlik

durgunlaşma is. Durgunlaşmak durumu.

durgunlaşmak (nsz) Durgun olma durumu.

durgunlaştırma is. Durgunlaştırmak işi.

durgunlaştırmak (-i) Durgun duruma getirmek.

durgunluk, -ğu is. Durgun olma durumu: "İki klakson sesi durgunluğu iki yerinden bıçakladı." -H. Taner, durgunluk çökmek sessiz, sakin duruma girmek: "Posta kâtibi eskiden çok sert bir adamdı. Fakat gitgide ona garip bir durgunluk çökmüştü." -R. N. Güntekin.

durgun şişkinlik, -ği is. ekon. Ekonomideki durgunluk ve enflasyonun aynı anda yaşanması, stagflasyon.

durma is. 1. Durmak işi. 2. Eğleşme, eğlenme, tevakkuf.

durmadan zf. (du'rmadan) Ara vermeden, kesintisiz, sürekli: "Bir boş arsada davul zurna ile durmadan hora tepiliyor." -R. N. Güntekin.

durmak, -ur (nsz) 1. Hareketsiz durumda olmak: "Motorlu su taşıtlarından biri de, kanal rıhtımının tam bizim önümüze düşen bir noktasında demir atmış duruyordu." -Y. K. Karaosmanoğlu. 2. İşlemez olmak, çalışmamak: "Bileğimdeki saat durmuş." -A. Gündüz. 3. Bir yerde bir süre oyalanmak, eğlenmek, eğleşmek, tevakkuf etmek: "Yolda nerede çeşme gördümse durdum, elimi yüzümü yıkadım, su içtim." -N. Cumalı. 4. Dinmek, kesilmek: Yağmur durdu. 5. Varlığını sürdürmek: Türklerin yüzlerce yıl önceki kitabeleri hâlâ duruyor. 6. Var olmak: Bu kadar dersim dururken sinemaya nasıl gideyim? 7. Beklemek, dikilmek: "Oturacak değil, ayakta duracak yer yok." -R. N. Güntekin. 8. Yaşamak: Anneannen duruyor mu? 9. Birisinin malı olarak bulunmak veya o malla ilişkisi olmak: Yazlık eviniz hâlâ duruyor mu? 10. Kalmak: "Artık çok durmamış, yanındaki hanımla birlikte balodan çıkmış!" -M. Yesari. 11. Bir yerde olmak veya bulunmak: "Aspirin getirmeyeceğini adı gibi biliyordu, çünkü çekmecesinde dokunulmamış bir kutu duruyordu." -T. Buğra. 12. Belli bir durumda, bir görevde bulunmak: "Her gelişimde ben de maçları seyreder, kaleci dururdum." -H. Taner. 13. Ara vermek: Sabahtan beri hiç durmadım. 14. Bir konuyla çok ilgilenmek, üstüne düşmek. 15. (yar) Kök veya gövdeleri sonuna -a (-e) eki almış fiillere gelerek süreklilik bildiren birleşik fiiller oluşturur: Çalışadurmak, bakadurmak, getiredurmak, yiyedurmak gibi. dur! (veya durun!) "biraz zaman geçsin" anlamıyla cümlelerin başına gelir: Dur ben sana gösteririm. Durun hele, bakalım ne olacak! durdu durdu, turnayı gözünden vurdu uzun süre bekledi, ancak sonunda isteğini elde etti. durduğu yerde 1) hiçbir emek harcamadan; 2) gereği yokken. dur durak (veya dur dinlen veya dur otur) yok durup dinlenmeden sürekli çalışmayı anlatan bir söz: "Gayri bana dur durak yok... Muhasebe müdürü ... çalışmamdan hoşnut değilmiş." -T. Dursun K. durup dinlenmeden arası kesilmeksizin, arka arkaya, sürekli olarak: "... mektup desen değil, mektup deftere yazılmaz... Öyleyse ne yazarsın böyle durup dinlenmeden." -R. N. Güntekin.

durmuş oturmuş, durup durup, durup dururken, süreduran, yapadurmak, yazadurmak

durmuş oturmuş sf. 1. Olgun, davranıştan tutarlı (kimse): "Ona yetişemedi. Yetişse onu tuttuğu durmuş oturmuş bilge konuşmacılardan sanabilirdi." -H. Taner. 2. Aşırılığa kaçmamış: "Üstelik de tabirlerle dolu, zengin, durmuş oturmuş bir dili vardı." -O. V. Kanık.

durmuş oturmuşluk, -ğu is. Olgunluk, tutarlılık: "Emekli miralaydaki o olgunluk, o durmuş oturmuşluk, o dünyaya serin serin, uzaktan bakabilme kabiliyeti... "-H. Taner.

duromer plastik, -ği is. kim. Sıkı ağ yapılı moleküllerden oluşan sert ve katı plastik türü.

duru sf. 1. Bulanıklığı olmayan, temiz, berrak: Duru su. 2. Pürüzsüz (ten): "Bu, duru beyaz tenli ve kıpkızıl dudaklı bir körpe Rus kızıydı." -Y. K. Karaosmanoğlu. 3. mec. Arınmış, karışık olmayan (dil, üslup).

durucu is. Sürekli kalan, oturan kimse.

-duruk İsimden isim türeten ek: boyun-duruk, burun-dumk, oğul-duruk vb.

duruk, -ğu sf.fiz. 1. Hareketi olmayan, belirli bir süre değişmeyen, statik, dinamik karşıtı. 2. Kuvvetlerin dengelenmesiyle ilgili. 3. is. Hareket etmeyen nesnelerin üzerindeki kuvvet dengeleri ile uğraşan bilim dalı, statik. 4. is. Dalgalı akımlı elektrik motor veya üreteçlerinde hareketsiz bölüm, stator.

durukluk, -ğu is. Duruk olma durumu.

duruksun sf. hlk. Kararsız.

durulama is. Durulamak işi.

durulamak (-i) Yıkanmış şeyleri duru sudan geçirmek.

durulanma is. Durulanmak işi.

durulanmak (nsz) 1. Yıkanmış şeyler duru sudan geçirilmek. 2. İnsan, yıkandıktan sonra bir daha temiz su dökünmek.

durulaşma is. Durulaşmak durumu.

durulaşmak (nsz) Duru bir duruma gelmek.

durulma is. Durulmak durumu.

durulmak (I) (nsz) 1. Duru duruma gelmek: Bulanık su duruldu. 2. Gürültü, kımıldanış, karışıklık, yağış, yel dinmek, sükûn bulmak: "Kar ve fırtına durulmuş, hava birden açıvermişti." -H. Taner. 3. mec. Uslanmak, sakinleşmek: "Canı yanan kısrak acı bir kişneme salıverdikten sonra birdenbire duruldu. " -H. Taner.

durulmak (II) Durma işi yapılmak: "Mor dağlara karargâhlar kurulur / Eteğinde bölük bölük durulur." -B. S. Erdoğan.

durultma is. Durultmak işi.

durultmak (-i) Duru duruma getirmek.

duruluk, -ğu is. 1. Duru olma durumu. 2. mec. Dil veya üslubun karışık olmama durumu: "Mustafa Kemal Paşa bizim söylediklerimizi kendine mahsus bir durulukta özetledi." -Y. K. Karaosmanoğlu. 3. ed. Acıklık.

durum is. 1. Bir şeyin içinde bulunduğu koşulların hepsi, vaziyet, hâl, keyfiyet, mevki, pozisyon: "Genel Sekreter, kazadaki sıtma durumu hakkında verdiğim uzun tafsilattan pek memnun kaldı." -R. N. Güntekin. 2. Duruş biçimi, konum. 3. Bireyin toplum içindeki ilişkileriyle belirlenen yeri. 4. dbl. İsim soyundan kelimelerin birbirleriyle edatlarla ve fiillerle ilişkilerini belirleyen biçim, hâl: Yalın durum. Belirtme durumu. Kalma durumu. ... durumuna düşmek şartları kötüleşmek. ... durumunda olmak (veya bulunmak) zorunluluğunda olmak, durum almak 1) belli bir duruş biçimine geçmek; 2) bir olay karşısında belli bir tavır almak. durumdan ders çıkarmak içinde bulunulan şartları değerlendirerek yanlış adım atmamak. durumdan vazife çıkarmak içinde bulunulan şartları değerlendirerek sorumluluk yüklenmek, durumu bozulmak maddi durumu kötüleşmek, durumu düzelmek maddi durumu iyileşmek.

durum eki, durum ortacı, durum ulacı, durum vaziyeti, açık durum, coğrafi durum, istenmeyen durum, mevcut durum, seferi durum, toplu durum, yalın durum, ad durumu, ayrılma durumu, belirtme durumu, bulunma durumu, çıkma durumu, çiçek durumu, dış çizgiler durumu, gün durumu, hava durumu, isim durumu, kalma durumu, tamlayan durumu, yönelme durumu, yükleme durumu

durumca zf (duru'mca) Duruma göre, durum bakımından.

durum eki is. dbl. İsmin bir isimle veya fiille ilgisini kuran ek: ev-i gördüm, ev-in önü.

durum ortacı is. dbl. Sıfat-fiil.

durum ulacı is. dbl. Zarf-fiil.

durum vaziyeti is. Görünüş: "Durum vaziyetini iskandil ettiniz mi?" -H. Taner.

durup durup zf. 1. Durarak. 2. Ara sıra, zaman zaman, bekleyerek: "Sakarya zaferi tacını giyinceye kadar durup durup dinleyecekti. " -F. R. Atay.

durup dururken zf. 1. Gereği veya nedeni yokken. 2. Ansızın: "Şu durup dururken şimşek gibi çakan ağrıdan beni kurtarsınlar. " -R. N. Güntekin.

duruş is. Durma işi veya biçimi; "Ayol, bu kaçıncı duruş?" -R. N. Güntekin.

esas duruş, rahat duruş, temel duruş, hazır ol duruşu, ihtiram duruşu, mum duruşu, saygı duruşu

duruşma is. huk. Davacı ile davalının yargıç karşısında hazır bulundukları yargılama evresi, mahkeme, murafaa: "Ortada zaptiyesiyle, hapishanesiyle, hâkimleri, duruşmaları ile devlet kuvveti vardı, karşı durulamazdı. " -T. Buğra.

açık duruşma, gizli duruşma, kapalı duruşma

duş is. Fr. douche 1. Temizlik veya tedavi amacıyla suyu yüksekten üzerine doğru püskürtme yoluyla yıkanma: "Soğuk bir duş, sonra da deliksiz bir uyku!" -A. İlhan. 2. Bu biçimde yıkanmaya yarayan alet.

duş kabini, duş teknesi, el duşu

duşak, -ğı is. hlk. Hayvanın iki ayağını iple bağlayarak yapılan köstek.

duşaklama is. Duşaklamak işi.

duşaklamak (-i) hlk. Hayvanın iki ayağını duşakla bağlamak, kösteklemek.

duş kabini is. Duş veya banyo küvetinin etrafına takılan, suyun dışarıya sıçramasını önleyen, buharın içeride kalmasını sağlayan, alüminyum veya plastikten yapılmış çerçevelerine cam, mika vb. plastik malzeme geçirilmiş, ön panelleri bir ray üzerinde hareket edebilen bir tür banyo, banyo kabini.

duş teknesi is. Duş yapmak amacıyla banyonun bir köşesine yerleştirilmiş, derinliği fazla olmayan tekne.

dut is. Far. tüt bot. 1. Dutgillerden, kuzey yarım kürenin genellikle ılıman bölgelerinde yetişen, yapraklarıyla ipek böceği beslenen ağaç (Morus). 2. Bu ağacın, ak, kara, pembe renkte ekşi veya tatlı, sulu meyvesi. dut gibi olmak 1) çok sarhoş olmak; 2) utanmak, mahcup olmak, dut yemiş bülbüle dönmek neşe ve konuşkanlığını yitirmek, susmak: "Sabahtan akşama kadar durmadan söyleyen geveze Çalıkuşu, dut yemiş bülbüle dönmüştü." -R. N. Güntekin.

dut kurusu, dut pekmezi, akdut, karadul, diken dutu, kâğıt dutu

dutçuluk, -ğu is. Dut ağacı yetiştirme.

dutgiller ç. is. bot. Dut, İncir vb. cinsleri içine alan iki çeneklilerden bir bitki familyası.

dut kurusu is. Durun kurutulması ile elde edilen kuru yemiş.

dutluk, -ğu is. Dut ağaçlarının çok olduğu yer, dut bahçesi.

dut pekmezi is. Dut ezilmesi ve şırasının kaynatılması sonunda elde edilen bir pekmez türü.

duvak, -ğı is. 1. Gelinin başını, bazen de yüzünü örten dantel veya tülden örtü. 2. hlk. Küp, tandır, baca vb.nin taş veya topraktan yapılmış kapağı. 3. hlk. Yeni doğan bazı bebeklerin doğduğu zaman başlarını çevreleyen zar. duvağına doymamak yeni gelinken, ölmek veya kocasından ayrılmak.

duvak düşkünü

duvakçı is. Duvak yapan veya satan kimse.

duvakçılık, -ğı is. Duvak yapma veya satma işi.

duvak düşkünü sf. 1. Yeni gelinken dul kalan: "Nabi Efendi, Nezahat Hanım'ı duvak düşkünü bir taze diye almıştı." -M. Yesari. 2. Evlenmeye çok istekli olan.

duvaklama is. Duvaklamak işi.

duvaklamak (-i) Başını ve yüzünü duvakla örtmek.

duvaklanma is. Duvak örtünme.

duvaklanmak (nsz) 1. Duvak örtünmek. 2. mec. Gelin olmak.

duvaklı sf. 1. Başı ve yüzü duvakla örtülü. 2. hlk. Doğduğunda başında zar olan (bebek), perdeli.

telli duvaklı

duvaksız sf. Duvağı olmayan.

duvar is. Far. divâr 1. Bir yapının yanlarını dışa karşı koruyan, iç bölümlerini birbirinden ayıran, taş, tuğla vb. gereçlerden yapılan veya örülen dikey düzlem. 2. Bir toprak parçasını sınırlayan taş, tuğla, kerpiçten yapılan engel: "Karabaş, bostan duvarının gölgesinde öğle uykusuna serilir." -Y. Z. Ortaç. 3. mec. Sonuç alınamayan yer. 4. mec. Engel: İki arkadaşın arasında aşılmaz bir duvar vardı. 5. sp. Voleybolda ağ üzerinde karşı takım oyuncusunun vuruşuna karşı koyma, duvar çekmek 1) duvar Örmek; 2) aradaki ilişkiye son vermek, görüşmemek. duvar gibi sağır, duvar yapmak baraj yapmak.

duvar ayağı, duvar dayağı, duvar dişi, duvar gazetesi, duvar halısı, duvar ilanı, duvar kâğıdı, duvar pası, duvar resmi, duvar saati, duvar sarmaşığı, duvar sedefi, duvar takvimi, duvar yazısı, ana duvar, kapı duvar, kuru duvar, moloz duvar, perde duvar, sağır duvar, buz duvarı, istinat duvarı, oturma duvarı, ses duvarı, temel duvarı

duvar ayağı is. Yapılarda süs öğesinin dışında görevi olmayan, duvara yapışık, üzerinde yukarıdan aşağıya yivler bulunan yarım ayak.

duvarcı is. Duvar ören nitelikli işçi.

duvarcılık, -ğı is. Duvar örme işi.

duvar dayağı is. Yıkılmaması için duvara eğik olarak konulan destek ağaç.

duvar dişi is. mim. İleride eklenecek duvarın iyice tutunması için duvarın bir yerinde bırakılan tuğla çıkıntıları, ekleme dişi.

duvar gazetesi is. Duvara asılan, çoğunlukla elle, yazı makinesi ile yazılan okul veya dernek gazetesi.

duvar halısı is. Duvara asmak üzere dokunmuş, üzerinde genellikle resim İşlenmiş olan ince halı.

duvar ilanı is. 1. Sokak ve caddelere bakan duvarlara yapıştınlarak veya asılarak yapılan duyuru. 2. Şehir meydanlannda büyük binaların duvarlanna yansıtılarak yapılan duyuru.

duvar kâğıdı is. Duvarlan süsleyip güzelleştirmek için yüzeylerine yapıştınlan düz veya desenli kâğıt.

duvar pası is. sp. İki oyuncunun rakip oyuncuya topu kaptırmadan birbirlerine atmalan ve alan kazanmalan.

duvar resmi is. Duvar yüzeyi üzerinde mum boyası, sulu boya, yağlı boya, mozaik, kazıma vb. tekniklerle yapılan resim.

duvar saati is. Duvara asılı saat: "Gözlerini açınca karyolasının karşısındaki duvar saatine baktı."-P. Safa.

duvar sarmaşığı is. bot. Yaprak dökmeyen, gövde yapraklan saplı, üst yüzü koyu, alt yüzü açık yeşil renkli, sert ve derimsi, küçük çiçekli, meyvesi bezelye tanesi büyüklüğünde etli, san veya morumsu siyah renkli bir bitki (Hedera helix).

duvar sedefi is. bot. Dalak otu.

duvar takvimi is. Duvara asılan, günlük veya aylık durumu ayn kâğıtlarla gösteren takvim.

duvar yazısı is. Duvarlara yazılan, genellikle politik içerikli slogan.

duy is. Fr. douille Elektrik ampulünün takıldığı balar veya pirinçten yivli yer.

duy priz

duyar sf 1. Duygulu, duygun, duyarlı, hassas. 2. Beden üzerinde uyanldığında hızlı ve güçlü tepkilere yol açan: Duyar bölge.

duyar kat, yakınlıkduyar

duyarga is. zool. Eklem bacaklılardan başın ön bölümünde bulunan, eklemlerden oluşmuş hareketli duyu alma organı, lamise, anten: "Balık pazarında duyargaları henüz oynar karidesler mi istersiniz, midye dolmaları mı?" -A. İlhan.

duyargalılar ç. is. Bir çift duyargası bulunan, böceklerle çok ayaklılan içine alan eklem bacaklılar topluluğu.

duyar kat is. sin. Film tabanı üzerinde yer alan, ışığa karşı duyarlığı olan gümüş bromürlü ecza tabakası.

duyarlı sf. Dış etkenlere karşı duyarlığı olan, hassas: "Ordu yürürse, sayısını, sırasını seçecek kadar duyarlı kulakları vardı." -N. Araz.

duyarlık, -ğı is. 1. Duyum ve duygulan algılayabilene yeteneği, duygunluk, hassaslık, hassasiyet: "Hastalıklı duyarlığıyla geçmiş bir dönemin yazarıydı ol" -N. Cumalı. 2. Zayıf bir etkiye karşı, tepki gösterebilme yeteneği: Gözün aşırı duyarlığı. 3. sin. ve TV Bir duyar katın ışıktan etkilenme yeteneği.

aşırı duyarlık

duyarlıklı sf. Duyarlığı olan.

duyarlılık, -ğı is. Duyarlı olma durumu.

duyarsız sf. Duyarlı olmayan.

duyarsızlaşma is. Duyarsızlaşmak durumu.

duyarsızlaşmak (nsz) Duyarlı olma yeteneği kalmamak.

duyarsızlaştırma is. Duyarsızlaştırmak işi. duyarsızlaştırmak (nsz) Duyarlılığını ortadan kaldırmak, duyarsız duruma getirmek.

duyarsızlık, -ğı is. Duyarsız olma durumu.

duygan sf Aşın duygulu: "Sanat eseri yaratmamakla beraber fazla hisli, duygan olanlar, duygularının kuvveti nispetinde, muhakkak şu beş hissin noksanım sezip sızlanırlar. " -R. H. Karay.

duygu is. 1. Duyularla algılama, his: Bitkilerde duygu var mı? 2. Belirli nesne, olay veya bireylerin insanın iç dünyasında uyandırdığı izlenim: "Bu laflarda gerçek payı ne kadar çoksa, duygu payı da ondan az değildir." -B. Felek. 3. Önsezi: "Yolunuzu değiştirmeseniz lazım geldiğini de sezecek kadar bir duygum vardır." -A. Gündüz. 4. Ahlaki, estetik vb. şeyleri değerlendirme, onlara bağlanma yeteneği. 5. Kendine özgü bir ruhsal hareket ve hareketlilik: "Bütün bu hatıraların yerini bir tek duygu, fena bir duygu, fenayım, fena oluyorum, çok fenayım duygusu kapladı." -P. Safa. ... duygusu uyandırmak bir duygu oluşturmak: "Bu çeşit mülahazalar bizde ancak bir isyan duygusu uyandırabilirdi." -Y. K. Karaosmanoğlu. duygu uyanmak bir duygu oluşmak.

altıncı duygu, kapan duygu, karşıt duygu, aşağılık duygusu, görmüştük duygusu, suçluluk duygusu, utanç duygusu, utanma duygusu, üstünlük duygusu

duyguca zf Duygu bakımından.

duygudaş is. 1. Bir konuda duygulan başkası ile aynı olan kimse. 2. Üyesi olmadığı hâlde bir partinin, bir kuruluşun görüşlerini benimseyen veya bir görüşü, bir Öğretiyi, bir akımı tutan kimse, sempatizan.

duygudaşlık, -ğı is. 1. Aynı duyguları paylaşma, empati. 2. psikol. Kendini duygu ve düşüncede bir başkasının yerine koyabilme, empati.

duygulandırma is. Duygulandırmak işi.

duygulandırmak (-i) Duygulanmasını sağlamak, duygulanmasına sebep olmak.

duygulanım is. 1. Etkilenme, duygulanma: "Ona en azından iyi duygulanımlar vermem gerekirken üzüyorum onu." -E. Bener. 2. fel. Duyarlığın harekete geçişi. 3. fel. Dış sebeplerle bir ruh durumunun değişmesi. 4. fel. Tutkudan daha düzenli, ancak daha güçsüz olan seçkin bir eğilim. 5. psikol. İstenç ve anlıktan ayrı görülen, duygusal tepkiler gösterme durumu.

duygulanış is. Duygulanma işi veya biçimi.

duygulanma is. 1. Duygulanmak durumu, tahassüs. 2. psikol. İç salgı bezlerini de kapsayan türlü etkiler altında duygusal tepkiler gösterme.

duygulanmak (nsz) Bir olay, bir görünüm karşısında birdenbire güçlü duyguların etkisinde kalmak: Bu güzel davranışınızdan çok duygulandım.

duygulu sf Duygusu, duyarlığı çok olan, kolay duygulanan, içli, hassas: "Bizi kapıda yumuşak, içli, duygulu bir kadın karşıladı." -H. Taner.

duygululuk, -ğu is. 1. Tepkilerin öncelikle duygulara dayanması durumu. 2. Çabuk, kolay heyecanlanma eğilimi. 3. Uyarımları almadaki incelik.

duygun sf. Duygulu, duyar, hassas: "Bizim kız biraz hayalci, biraz romantik, biraz çokça duygun olsaydı, belki başka şeyler de öğrenecekti."-M. Ş. Esendal.

duygunluk, -ğu is. Duyarlık.

duygusal sf. 1. Duygularla ilgili, duygulara dayanan, hissî. 2. Duygunun ağır bastığı, duygunun aşırı etkilediği (eser veya insan).

duygusal düşünme

duygusal düşünme is. fel. Bilgiye dayalı düşünmenin karşısında, duygusal yaşamdan çıkan ve onunla belirlenen düşünme.

duygusallık, -ğı is. 1. Duygusal olma durumu: "Geçmişten söz etmek, çocukluğumdan söz etmek gibi tatlı bir duygusallığa götürür bizi." -H. Taner. 2. Duyumların ve duyguların ağır basması, aşın bir biçimde insanı etkilemesi durumu.

duygusuz sf. 1. Duygusu, duyarlığı olmayan, hissiz: "Alığa döndüm, bir çuval pamuk kadar duygusuzum." -A. Gündüz. 2. Katı yürekli, umursamaz, hissiz: "Sakin, hatta donuk, bütün durumlarda duygusuz görünür o..."-T. Buğra.

duygusuzluk, -ğu is. 1. Duygusuz olma durumu, hissizlik. 2. Duygusuzca davranış. duyma is. Duymak durumu.

duymak, -ar 1. Bilgi almak, öğrenmek, haber almak: Yaptıklarım duydum. 2. (-i) İşitmek, ses almak: "Çamaşırcı Fatma kadın annemin duymayan kulaklarına yalvarıyor." -Y. Z. Ortaç. 3. Dokunma, koklama vb. duyularla algılamak, hissetmek: "Yüzme denilen mucizeyi ancak beş altı sene sonra avuçlarımızın içinde duyabilecektik." -B. R. Eyuboğlu. 4. Nesnelere dokunmakla onların sıcaklık, soğukluk, sertlik, ağırlık, hareket vb. fizik durumlanndan bilgi edinmek, hissetmek: Elimin üzerinde bir böceğin gezdiğini duydum. 5. Bir ruh durumu içine girmek: "Hakiki bedbahtlar, sefaletlerini birdenbire açığa vurmaktan utanç duyarlar." -R. N. Güntekin. 6. mec. Sezmek, fark etmek, hissetmek: "Güzel olmasın, fakat ruhu olsun, bir şey duysun." -H. C. Yalçın.

vurdumduymaz

duymamazlık, -ğı is. Duymazlık: "Duymamazlığa gelip başımızı çeviriyoruz." -S. M. Alus.

duymazlık, -ğı is. Duymamış gibi davranma durumu, duymamazlık. duymazlıktan gelmek İlgilenmek istemediği için duymamış gibi davranmak: "Evine gönderilen haberleri hep duymazlıktan gelmişti." -Y. K. Karaosmanoğlu.

vurdumduymazlık

duynak, -ğı is. bk. toynak.

duy priz is. İçerisinde aydınlatmak amacıyla kullanılan duyun yanı sıra elektrik akımı almaya yarayan bir düzeneği de bulunduran alet.

duysal sf. Duyuyla alınan.

duyu is. İnsanların ve hayvanların, dış dünyanın uyaranlarını görme, işitme, koklama, dokunma ve tatma organlarıyla algılama yeteneği, hasse.

duyuüstü, aşırı duyu, beş duyu, güzel duyu, sağduyu, dokunma duyusu, koku alma duyusu, tat alma duyusu, tat duyusu

duyulma is. Duyulmak durumu.

duyulmak (nsz) Duyma işine konu olmak: "Arada bir, küçük dalgaların kâh gülüştükleri, kâh ağlaştıkları duyulur." -A. Ş. Hisar. duyulur duyulmaz 1) çok alçak, ancak İşitilebilen (ses); 2) haber öğrenilir öğrenilmez.

duyulmamış sf. O güne kadar karşılaşılmamış, şaşılacak.

duyulmamıştık, -ğı is. Duyulmamış olma durumu.

duyultu is. Şayia.

duyum is. 1. Duyu. 2. Doğruluğu kesin olarak bilinmeyen haber, istihbarat: Bu haberi duyumlarınıza dayanarak mı söylüyorsunuz? 3. fîzy. Kişinin duyular yoluyla elde ettiği izlenim, ihsas, duyum almak bir konu hakkında haber almak, bilgi edinmek.

duyum eşiği, duyum ikiliği, duyumölçer, duyum yitimi, uza duyum, basınç duyumu, devin duyumu, kassıl duyumlar

duyumcu is. Duyumculuk yanlısı.

duyumculuk, -ğu is. psikol. Her bilginin temelinde duyumların bulunduğu ileri sürülen öğretilerin genel adı, sansüalizm.

duyum eşiği is. psikol. Bir uyarımın, duyulabileceği en aşağı derecesi.

duyum ikiliği is, psikol. Bir duyunun başka nitelikte bir duyum uyandırması, bir sesin aynı zamanda bir renk duygusu vermesi, sinestezi.

duyumlu sf. Duyumu olan.

duyumölçer is. psikol. Derinin duyarlığını ölçmeye yarayan alet.

duyumsal sf. biy. Duyu organları ile ilgili: Duyumsal sinirler, işitme, duyumsal bir görevdir.

duyumsama is. Duyumsamak durumu.

duyumsamak (-i) Duyular aracılığıyla bir şeyi algılamak.

duyumsamazlık, -ğı is. fel, 1. Duygusuzluk az ve yavaş tepki gösteren, bunun sonucu duygulandırıcı sebeplere karşı ilgisiz kalan insanın niteliği. 2. psikol. Düzgülü olarak türlü durumların harekete getirdiği ilgi ve duygulardan yoksun olma durumu.

duyumsatma is. Duyumsatmak işi.

duyumsatmak (-i) Duyumsamasına sebep olmak.

duyumsuz sf Duyumu olmayan.

duyumsuzluk, -ğu is. Duyumsuz olma durumu.

duyum yitimi is. tıp Anestezi.

duyurma is. Duyurmak işi.

duyurmak (-i, -e) 1. Duymasını sağlamak: "Sesini duyuramadığını anlayarak daha kuvvetle tekrar etti." -P. Safa. 2. İlan etmek. 3. mec. Sezdirmek.

duyuru is. Herhangi bir olguyu, bir işi, bir durumu duyurmak İçin yayımlanan yazılı veya sözlü haber, ilan, anons, duyuruda bulunmak duyurmak.

duyuru tahtası, sesli duyuru, suç duyurusu

duyurucu is. Duyurma özelliği olan şey.

duyuruculuk, -ğu is. Duyurucu olma durumu.

duyurulma is. Duyurulmak işi.

duyurulmak (-e) 1. Duyulmasını sağlamak. 2. İlan edilmek.

duyurum is. Duyurma işi.

duyuru tahtası is. İlan tahtası.

duyusal sf. Duyu ile ilgili.

güzel duyusal

duyuş is. 1. Duyma işi veya biçimi. 2. mec. Seziş.

duyuüstü sf fel. 1. Duyularla verilmeyen. 2. Algılama yoluyla değil, düşünme ile kavranan.