Döger Öz. is. tar. Oğuz Türklerinin yirmi dört boyundan biri.

döğmek bk. dövmek.

döke döke zf. Dökerek.

döke saça zf. Dağıtarak.

dökme is. 1. Dökmek işi. 2. sf. Bir yerden bir yere dökülen, aktanlan: Dökme su. 3. sf. Kapların içinde olmayan, yığın biçiminde ortaya dökülmüş olan: Dökme buğday. Dökme portakal. Dökme çimento. 4. sf. Kalıba dökülmek yoluyla yapılmış: Dökme soba. dökme su ile değirmen dönmez taşıma su ile değirmen dönmez.

dökme çimento, dökme demir, dökme gaz

dökmeci is. Dökümcü.

dökmecilik, -ği is. Dökümcülük.

dökme çimento is. Hazır beton yapma yerlerinde kullanılmak üzere torbalanmadan özel araçlarla taşınan çimento.

dökme demir is. İçinde % 2'den % 6'ya kadar karbon bulunan bir demir-karbon alaşımı, font, pik (I).

dökme gaz is. Yakıt olarak kullanılmak üzere konutlardaki veya iş yerlerindeki depolara doldurulan sıvılaştınlmış gaz.

dökmek, -er (-i, -e) 1. Sıvı veya tane durumunda olan şeyleri bulunduktan kaptan başka bîr yere boşaltmak: "İhtiyar karısı pırıl pırıl kalaylı maşrapa ile ona su dökecek. " -S. F. Abasıyanık. 2. Belli bir yere boşaltmak: Sigara tablasını dökmek. 3. Akıtmak, düşürmek: "Annem bunu sezdiği gün, babamın arkasından döktüğü yaşları unutacak kadar bedbaht olur." -Y. Z. Ortaç. 4. (-e) Saçmak, serpmek: Tavuklara yem döktü. 5. Salmak, bırakmak. 6. (-i) Üstünde bulunan bir şeyi düşürmek: "Yapraklarım dökmüş iki söğüt ağacı..." -S. F. Abasıyanık. 7. (-i) Teninde kızamık, kızıl, suçiçeği hastalıklarında olduğu gibi kırmızı lekeler çıkmak. 8. (-i) Maden, mum eriyiği veya çimento, alçı vb.ni kalıba akıtarak biçim vermek, döküm yapmak: "Heykel ilkin çamurdan yapılıyor, sonra kalıbını çıkarıp tunçtan dökecekler." -H. Taner. 9. (-i) Sulu hamuru kızgın yağ veya tepsinin içine akıtarak pişirmek: Lokma dökmek. Kadayıf dökmek. 10. (-i) Bir yere çokça bir şey yığmak, taşımak: Sınıra asker dökmek. 11. Çok söylemek: Dil dökmek. 12. Bir şeyi yok etmek için atmak: Satılmayan hamsileri denize döktüler. 13. (-e) Bir işte veya bir konuyu ele alış biçiminde değişiklik yapmak: "Şimdi maşallah açılmaya başladım diye söylenirsin, işi ahbaplığa dökersin, olur gider. " -R. N. Güntekin. 14. Yakmak, tutuşturmak: "Sabah ve akşam kahvaltıları için mangal döktürürdü. Mangal yakmak denmezdi. Mangalı dök, tutuştur denirdi." -N. Neyzi. 15. Kullanmak, harcamak, sarf etmek: "Dimağ ve beden cevherlerini döken çocukları hesaplı bir kalori ile beslemek lazımdı." -C. Uçuk. 16. (-i) mec. Çok sayıda öğrenciyi sınavda veya bir üst sınıfa geçirmede başansız saymak: Sınıfın yarısını döktüler. 17. mec. Bol bol vermek, ödemek, sarf etmek: Para dökmek. 18. (-i) mec. Açığa vurmak, söylemek, ortaya koymak: Acaba biraz anlatsan, derdini döksen olmaz mı? döküp saçmak dağıtmak, ziyan etmek.

döke saça, küldöken, naldöken, palandöken

döktürme is. Döktürmek işi.

döktürmek (-e, -i) 1. Dökme işini yaptırmak. 2. (nsz) tkz. Kolaylıkla ve güzel söylemek, yazmak veya oynamak: "Walter Scott da bir tek çizik olmadan dört yüz, beş yüz sayfa döklürürmüş." -S. Birsel.

dökük, -ğü sf. 1. Dökülmüş: "Başasistanın saçları dökük olduğundan onu doçent filan sanıyordu." -H. Taner. 2. Çok eskimiş. 3. Dökümlü.

kırık dökük, yıkık dökük

döküklük, -ğü is. Dökülmüş olma durumu.

dökülgen is. bot. Bir çeşit üzüm.

dökülme is. Dökülmek işi.

dökülmek (nsz, -e) 1. Dökme işi yapılmak veya dökme İşine konu olmak: "Tepesinden saçları bir hayli dökülmüştü." -S. F. Abasıyanık. 2. (nsz) Kumaş dökümlü olmak. 3. Bir işi, bir konuyu ele alış biçiminde değişiklik olmak. 4. Düşmek; "Bizim motor ikiye bölünüp suya döküldüğümüzde, dört kişiydik." -Z. Selimoğlu. 5. Çıkmak, ortaya konulmak: "Adeta düşünmeksizin kaleminden masal sahnelerine benzeyen dağ, dere, uçurum resimleri dökülüyordu." -R. N. Güntekin. 6. Kaplamak, yayılmak: "Duvarlar, bütün ışıkları yutuyor, halkın üstüne bir toprak rengi dökülüyor." -M. Ş. Esendal. 7. Salınmak, serbest bırakılmak: "Saçlarını arkaya atıp ensesine dökülen buklelerini kabarttı." -H. Taner. 8. (-e) mec. Kır, sokak vb. yerlerde insanlar çokça birikmek: "Bahar o sene erken gelmiş, herkes tarlalara dökülmüştü."S. F. Abasıyanık. 9. (nsz) mec. Çok eskimiş olmak, değerini ve güzelliğini yitirmek: "Yaşayan, var olan her şey eskiyip dökülecek." -B. R. Eyuboğlu. 10. mec. Çok yorgun, hasta olmak: "Erkek arıların takatleri kesilmeye başlar, bir bir dökülür, ölür giderler." -T. Buğra. 11. coğ. Akarsular, göl veya denize akmak, dökülüp saçılmak 1) soyunmak, çok açılmak; 2) bir şey uğruna çok para harcamak.

dökülüş is. Dökülme işi veya biçimi.

döküm is. 1. Kalıba dökme işi ve bunun yapılış yöntemi. 2. Kumaşın dökümlü olma niteliği. 3. Bir şeyi ayrıntılı olarak ortaya koyma: Hesabın dökümü. 4. Dökülme zamanı: Yaprak dökümü. 5. sf. Kalıba dökme yoluyla yapılmış.

dökümevi, dökümhane, yaprak dökümü

dökümcü is. Döküm işleri yapan kimse, dökmeci.

dökümcülük, -ğü is. Dökümcünün işi ve zanaatı, dökmecilik.

dökümevi is. Fabrikalarda döküm yapılan yer.

dökümhane is. (dökümha:ne) T. döküm + Far. hâne Dökümevi.

dökümleme is. Dökümlemek işi.

dökümlemek (-i) Bir işin dökümünü yapmak.

dökümlü sf. Niteliğinden ötürü kolayca istenilen biçim verilebilen (kumaş).

dökünme is. Dökünmek işi.

dökünmek (-e) 1. Kendi üstüne dökmek: Su dökünmek. 2. Rahat bir kıyafet giymek.

döküntü is. 1. Dökülmüş, saçılmış şeyler: "Onlar kendi küfleri, kendi yırtık pırtıkları, kendi döküntüleriyle yaşayabiliyorlar." -Y. K. Beyatlı. 2. Bir topluluktan geri kalmış kimseler. 3. Bazı hastalıklarda görülen çıban, leke, uçuk vb. belirti. 4. Deniz yüzüne yakın, üzerinde dalgaların çatladığı kaya kümesi. 5. Kâğıtçılıkta üretimin herhangi bir safhasında ıskartaya çıkan, genellikle tekrar hamur durumuna getirilen, yaş ve kuru biçimleri olan kâğıt veya karton artığı. 6. mec. Değersiz, bayağı, ayak takımından olan kimse: "Meşrutiyete uygun yönetim, yurt hainlerinin döküntüleriyle kurulamaz." -H. C. Yalçın. 1. sf mec. İşe yaramayan, değersiz, kötü, berbat: "Şoföre önce kentin en döküntü mahallelerinin adını söylediler." -Ç. Altan. 8. coğ. Parçalanan taşların yamaç aşağı kayması, yuvarlanması, etekte birikmesiyle oluşan yer.

döküntülü sf. 1. Döküntüsü olan: "Ortalıkta yorgan, döşek, sandık, sepet; tıpkı yangından kaçmış ailelerin döküntülü, bıkkın tablosu..." -Ç. Altan. 2. tıp Deride döküntü ile görülen, döküntü ile beliren (hastalık).

döküntüsüz sf. Döküntüsü olmayan.

döl is. 1. Canlıların üremesi sonucu ortaya çıkan yeni birey veya bireylerin bütünü, zürriyet, nesil: "Macarların çoğunun bize benzeyişinin bir nedeni de bu döl karışmasıdır. " -H. Taner. 2. Yavru, çocuk: "Yarenlik mi ediyordun, Kara Osman'ın dölüyle?" -T. Oflazoğlu. döl almak cins bir hayvandan yararlanarak iyi cins yavru almak, döl vermek 1) yavru vermek, üremek; 2) ürün vermek.

döl ayı, döl döş, döl eşi, döl yatağı, döl yolu, döllü döşlü, kahpenin dölü, kırık dölü

döl ayı is. Hayvanların yavruladıkları ay.

döl döş is. Çocuklar ve torunlar, soy sop: "Öyle ya: Senin dölün yok, döşün yok! Bekâra karı boşaması kolaydır." -E. E. Talu. döl döş sahibi olmak çocuk ve torunları bulunmak: "Gün gelir, evlenir, döl döş sahibi olur, durulur." -C. Uçuk.

dölek, -ği sf. hik. 1. Ağırbaşlı, uslu, ağır davranışlı: "Oysaki Fatih'in dölek bir kişi olduğu belli, uzun uzun hazırlamış İstanbul'un alınmasını, düşünmüş, hesaplamış da öyle girişmiş o işe." -N. Ataç. 2. Düz, engebesiz (toprak parçası): Dölekyer.

döl eşi is. anat. Etene.

dölleme is. Döllemek işi, ilkah.

yapay dölleme

döllemek (-i) biy. Erkek gamet bir yumurtacıktaki dişi gametle kaynaşmayı sağlayarak yumurtacığı tam bir hücre durumuna getirmek, ilkah etmek.

dölleniş is. Döllenme işi veya biçimi.

döllenme is. biy. 1. Erkek gametle dişi gametin kaynaşmasıyla yumurtacığın embriyo durumuna gelmesi, aşılanma, ilkah. 2. bot. Tozlanma.

yapay döllenme

döllenmek (nsz) Dölleme işine konu olmak, aşılanmak.

döllenmesiz sf. Döllenmemiş olan.

döllenmesiz üreme

döllenmesiz üreme is. biy. Döllenmemiş yumurtanın gelişmesiyle oluşan üreme biçimi, partenogenez.

döllü döşlü sf. Çocuk ve torun sahibi olan, soylu soplu: "Evli barklı, döllü döşlü insan öyle mi ya?" -H. Taner.

dölüt is. biy. Embriyonun, bütün organları belirdikten sonra aldığı ad, cenin.

döl yatağı is. anat. Memelilerde dölün ana karnındayken içinde bulunduğu organ, rahim, meşime.

döl yolu is. anat. Döl yatağının ağzından dışarıya doğru uzanan yol, vajina.

dömifinal, -li is. Fr. demi-fınale sp. Yarı final.

dömivole is. Fr. demi-volee sp. Futbolda topun yere vurup sektiği anda, ayakla yapılan vuruş.

dönbaba is. bot. Turnagagası.

döndürme is. Döndürmek işi, İrca, tahvil: "Yüzünü benden yana döndürmesini bekledim. " -S. F. Abasıyanık.

döndürmek (-i, -e) 1. Dönmesini sağlamak: "Oğlu başım arkaya döndürdü." -H. R. Gürpınar. 2. Başarısız saymak, geri çevirmek: Sınavda döndürmüşler. 3. mec. Çevirmek, ... bir duruma getirmek: Beni serseme döndürdü. 4. mec. Düzene koymak, yönetmek: Tek başına bütün evi döndürüyor.- (sözü) döndürüp dolaştırmak dolaylı yoldan anlatmak: "Lafı döndürdüm dolaştırdım, mutfağın sırrına getirdim." -Ö. Seyfettin.

baş döndürücü

döndürülme is. Döndürülmek işi.

döndürülmek (-i) Döndürme işine konu olmak.

döndürüş is. Döndürme işi veya biçimi.

döneç, -ci is. fiz. Dalgalı akımlı elektrik motor veya dinamolarında hareketli bölüm, rotor.

dönek, -ği sf. İnanç ve düşüncesini değiştiren, özüne güvenilmeyen, caygın, kaypak (kimse), kahpe.

dönekçe sf. (döne'kçe) 1. Dönek gibi. 2. Zf Döneğe yakışacak biçimde.

döneklik, -ği is. 1. Dönek olma durumu. 2. Döneğe yakışacak biçimde davranış.

dönel sf. mat. Kendi ekseni çevresinde dönerek oluşmuş: Dönel koni. Dönel silindir.

döneleme is. Dönelemek işi.

dönelemek (nsz) hlk. Dolaşmak, dolaşıp durmak.

dönelme is. Dönelmek işi.

dönelmek (nsz) En yüksek noktaya çıktıktan sonra alçalmaya başlamak.

dönem is. 1. Belli özellikleri olan zaman parçası, devre, devir, periyot: "Otuz yedi yaş bana bitmez tükenmez bir dönem gibi geldi. " -H. E. Adıvar. 2. Bir çağ içinde belli özellikleri olan sınırlı süre: Meşrutiyet dönemi. 3. Yasama meclisinin iki seçilişi arasındaki zaman süresi, devre. 4. Yarıyıl: Kış dönemi sınavları. 5. Dönme işi.

alıştırma dönemi, av dönemi, bahar dönemi, Buzul Dönemi, eğitim dönemi, emekleme dönemi, güz dönemi, hazırlık dönemi, karbon dönemi, kış dönemi, kuluçka dönemi, yasama dönemi, yaz dönemi

dönemeç, -ci is. 1. Bir yolun yön değiştirdiği yer, viraj: "Saffet Bey ilk dönemeci döner dönmez, yamağın eline cep saatimi tutuşturup şiddetli emir verdim." -A. Gündüz. 2. mec. Bir durum, tutum, davranış ve düşüncedeki aşama.

dönence is. astr. ve coğ. Yerküre üzerinde, güneş ışınlarının yılda iki kez dik açı ile geldiği, sıcak kuşağın kuzey ve güney sınırlarını oluşturan ve Ekvator'un 23° 27' kuzey ve güneyinden geçtiği varsayılan iki çemberden her biri, tropika: Oğlak dönencesi. Yengeç dönencesi.

kış dönencesi, Oğlak dönencesi, yaz dönencesi, Yengeç dönencesi

dönencel sf. Dönence ile ilgili.

dönencel ay, dönencel yıl

dönencel ay is. astr. Ayın ilkbahar noktasından geçen saat dairesinden art arda iki geçişi arasındaki 27 gün 1 saat 43 dakikalık süre.

dönenceli sf. Münavebeli.

dönencel yıl is. astr. Güneşin ilkbahar noktasından art arda iki geçişi arasındaki 365 gün 5 saat 48 dakika 46 saniyelik süre.

dönenme is. Dönenmek işi.

dönenmek (-de) hlk. Olduğu yerde veya bir şeyin çevresinde dönmek: "öğleye kadar dönendim durdum evin içinde, .kendime işler uydurdum." -E. Bener.

döner sf. 1. Dönmekte olan, dönen, dönecek biçimde düzenlenen: Döner dolap 2. is. Bir eksene geçirilmiş etlerin döndürülerek pişirilmesiyle yapılan kebap, döner kebap: "Lokantaların vitrinlerinde, mis kokularla dönerler pişiy ordu." -Ç. Altan. 3. is. Döner sermaye.

döner ayna, döner kapı, döner kavşak, döner kebap, döner kule, döner sahne, döner sermaye, yaprak döner, tavuk döner

döner ayna is. 1. Arkalı önlü ayna, iki tarafı da aynalı cam. 2. sf. mec. İkiyüzlü, riyakâr (kimse).

dönerci is. Döner yapıp satan kimse.

dönercilik, -ği is. Dönercinin işi.

döner kapı is. Üç veya dört kanatlı, düşey ekseni çevresinde dönerek geçiş sağlayan kapı.

döner kavşak, -ğı is. Yol ortalarına inşa edilmiş, aksi yöne veya sola dönüşleri sağlayan ada.

döner kebap, -bı is. Döner.

döner kule is. Kulelerin üzerine kurulmuş, kendi ekseni etrafında yavaşça dönen kule.

döner sahne is. tiy. Bir oyunun sergilenmesi sırasında kolayca dönüp seyircilerin önüne geçebilecek, kullanıma hazır sahne.

döner sermaye is. tic. Kamu maliyesi alanında belirli ve sürekli bir amacın elde edilmesi için genel veya katma bütçeden bir miktar paranın, azaltılmamak şartı ile kuruluşa veya bu kuruluşla ilgili işletmelere verilmesi, mütedavil sermaye.

döngel is. hlk. Muşmula.

döngel orucu

döngel orucu is. Sürekli olarak aç kalma: "Haftalarca döngel orucu tutmaktan betleri benizleri toprak rengine dönmüştü." -H. R. Gürpınar.

döngü is. Kısır döngü.

kısır döngü

dönme is. 1. Dönmek işi: "Dönmeyi kararlaştırmış da olsa, bir aksilik, mutlaka bir aksilik, benim saadetime engel olacaktı." -T. Buğra. 2. Ameliyatla cinsiyet değiştiren kimse. 3. mat. Biçimi değişmeyen bir şeklin ekseni çevresindeki hareketi. 4. .sf. din b. Başka bir dindeyken Müslüman olan, mühtedi.

dönme dolap, dönme ekseni, köşe dönmeci, baş dönmesi

dönme dolap, -bı is. 1. Eğlence alanlarında, bir eksen çevresinde yukarıdan aşağı dönen ve oturma yerleri olan eğlence aracı. 2. esk. Büyük konaklarda bir yerden bir yere yemek geçirmek için duvardaki bir açmaya yerleştirilmiş olan dönebilen dolap.

dönme ekseni is. astr. Dönen bir cismin her noktasının çizdiği çemberlerin merkezlerinden geçen doğru.

dönmek (nsz) 1. Kendi ekseni üzerinde veya başka bir şeyin dolayında hareket etmek: "İçeride anahtarın acı bir gıcırtısıyla döndüğünü duydum." -Y. Z. Ortaç. 2. (-den, -e) Geri gelmek, geri gitmek: "Ertesi gün aynı yoldan Bodrum'a döndük." -Halikarnas Balıkçısı. 3. (-e) Yönelmek: "Babam birdenbire bana döndü." -S. F. Abasıyanık. 4. (-den, -i) Sapmak: "Gülümseyerek bir köşeyi döndü." -P. Safa. 5. (-e) Bir şeyi andıracak duruma girmek, benzemek: "Dikmen yolları, mabede adak için gidenlerin yollarına dönmüştü." -A. Gündüz. 6. Sınıfta kalmak: Çocuk çalışmazsa bu yıl döner. 7. Durumdan duruma geçmek, değişmek, olduğundan daha değişik bir durum almak, benzemek: "Erkekler tekaüt olunca çocuğa dönüyorlar." -R. N. Güntekin. 8. Belirli bir yerde dolaşmak. 9. Kendini bir yandan bir yana çevirmek: Yatağında sabaha kadar dönüp durdu. 10. Yönetilmek, düzene konulmak, çekip çevrilmek. 11. Söz konusu etmek, hatırlamak: "Biz yine onun gençliğine, lise öğretmeni olduğu zamana dönelim." -H. Taner. 12. Bırakılan bir konu veya işe başlamak. 13. mec. Hileyle, gizlice yapılmak: "Burada bir şeyler oluyor, bir şeyler dönüyor, ama anlayamıyorum." -R. H. Karay. 14. (nsz) din b. İnanç, din veya düşüncesini değiştirmek: "... annesinin italyan Yahudisiyken döndüğünü söylemişti." -Ö. Seyfettin, dönüp dolaşmak (veya döne dolaşa) 1) uzun süre gezmek: "Bahçenin içinde döne dolaşa meşhur kuyunun yanına geldiğimiz zaman..." -R. N. Güntekin. 2) mec. arayış içinde olmak, her çareye başvurmak: "Yirmi sene hep aynı renkler içinde dönüp dolaştık." -B. R. Eyuboğlu. dönüp geriye bakmak eskiyi hatırlamak, geçmişi gözden geçirmek: "Şimdi dönüp geriye baktığımda ne görüyorum? Kimi insanlar hayatımızı bir karikatüre çevirmek için ellerinden geleni yapıyorlar." -S. Dölek.

fırdöndü, gündöndü, yanardöner, köşe dönücü

dönmeli is. Bir tür halı motifi.

dönük, -ğü sf. 1. Dönmüş, çevrilmiş (kimse): "Ayağa kalkmıştı. Arkası bana dönüktü." -S. F. Abasıyanık. 2. mec. Yönelmiş: Halka dönük bir eğitim.

dışa dönük, geriye dönük, halka dönük, içe dönük

dönülme iş. Dönülmek işi veya durumu.

dönülmek (-e) Dönme işi yapılmak: "Dönülmez akşamın ufkımdayız." -Y. K. Beyatlı.

dönüm is. 1. Dönme işi: "Ne güzel bir fikir dönümünü işaret eden bir heves!" -R. N. Güntekin. 2. 1000 m2 'lik bir alan Ölçüsü: "Demek dişini sıkarsa on sene sonra on beş dönüm tarlası, dört ceviz ağacı olacaktı." -S. F. Abasıyanık. 3. Tekrarlanan belli bir olayın tamamlanması ve yenisinin başlaması: Yıl dönümü. Gün dönümü. 4. Gidip gelme ile yapılan bir işin her seferi. 5. esk. Eni boyu kırkar mimar arşını olan alan ölçüsü.

dönüm noktası, ay dönümü, gün dönümü, kırlangıç dönümü, yaş dönümü, yıl dönümü

dönümlük, -ğü sf. 1. Dönüm Ölçüsünde olan: "Evin arkasında üç dört dönümlük bir bahçemiz vardı." -S. F. Abasıyanık. 2. Dönüme yetecek ölçüde olan: İki dönümlük tohum kaldı.

dönüm noktası is. Bîr olayın yeni bir duruma geçme zamanı: Savaşın dönüm noktası.

dönüş is. 1. Dönme işi veya biçimi: "Artık serbestim, koynumda terhis kâğıdımla dönüş yolandayım." -R. N. Güntekin. 2. sp. Oyuncunun bir ayağım yerden kesmeden yaptığı dönme hareketi.

geriye dönüş, gidiş dönüş, yuvaya dönüş, U dönüşü

dönüşlü sf 1. Dönüşü olan. 2. dbl. Öznesi ile nesnesi bir olan fiil, mutavaat.

dönüşlü çatı, dönüşlü fiil, dönüşlü zamir

dönüşlü çatı is. dbl. Fiildeki kavramın özneye döndüğünü bildiren çatı. Türkçede bu çatı çoğu kez -n-, bazen de -l- veya -ş- çatı ekleriyle kurulur: Sevinmek (sev-in-mek), yorulmak (yor-ul-mak) gibi.

dönüşlü fiil is. dbl. Kavramın özneye dönüşmesini sağlamak için çoğu kez -n- bazen de -l- veya -ş- çatı ekleriyle kurulan fiil, mutavaat fiili.

dönüşlülük, -ğü is. Dönüşlü olma durumu.

dönüşlü zamir is. dbl. Kişi kavramım pekiştirerek belirten zamir. Türkçede bu kavram "kendi" sözüyle sağlanır: Ben kendim aldım.

dönüşme is. 1. Dönüşmek işi,' tahavvül. 2. dbl. Kelime içinde, yan yana düşen iki sesten birinci sesin ikincisinin etkisiyle değişmesi, benzeşme.

dönüşmek (-e) Bir biçimden, bir durumdan başka bir biçime veya duruma geçmek, tahavvül etmek: "Gülüşü içli bir duyarlığa dönüştü yüzünde." -N. Cumalı.

dönüşsüz sf Dönüşü olmayan.

dönüşsüzlük, -ğü is. Dönüşsüz olma durumu.

dönüştürme is. Dönüştürmek işi, tahvil.

dönüştürmek (-i, -e) 1. Dönüşmesini sağlamak, tahvil etmek: "İnsan soyu ne yazık ki, sükûneti kavgaya, anlaşmayı tartışmaya dönüştürmekte bütün öbür yaratıklardan önde geliyor." -H. Taner. 2. mat. Bir şekli, belli bir kurala göre, başka bir şekle çevirmek.

dönüştürücü is. fiz. Trafo.

dönüştürülme is. Dönüştürülmek işi.

dönüştürülmek (nsz) Dönüştürme işine uğramak.

dönüştürüm is. Dönüştürme işi, tahvil.

dönüşüm is. 1. Olduğundan başka bir biçime girme, başka bir durum alma, tahavvül, inkılap, transformasyon: "Alfabe dönüşümü halkın okumayı kolay sökmesi içindi." -N. Cumalı. 2. biy. Görevinin değişikliğe uğraması yüzünden bir organda ortaya çıkan değişme. 3. psikol. Bilinçaltına itilmiş bir duygu veya isteğin, karşıtı görünümünde veya başka bir biçimde bilince yükselmesi, transformasyon.

dönüşümcü is. Dönüşümcülük yanlısı kimse.

dönüşümcülük, -ğü is. fel. Yaşayan türlerin yalın biçimlerden karmaşık biçimlere doğru evrimle gelişerek ortaya çıktığını öne süren Öğreti, transformizm.

dönüşümlü sf. 1. Değişen, sıra ile olan: Dönüşümlü yayın. 2. zf Değişerek, sıra ile.

dönüt is. Geri bildirim.

döpiyes is. Fr. deux-pieces Etek ceketten oluşan iki parçalı kadın giysisi.

dörder sf. Dört sayısının üleştirme sayı sıfatı, her birine dört, her defasında dördü bir arada olan.

dördül is. 1. mat. Kare. 2. ed. Rubai.

dördün is. astr. Ay vb. gök cisimleri çemberlerinin yansının aydınlık olduğu evre, yarım ay, terbi.

ilk dördün

dördüncü sf Dört sayısının sıra sıfatı, sırada üçüncüden sonra gelen.

Dördüncü Çağ

Dördüncü Çağ is. jeol. Yeryüzünün yaklaşık İki veya üç milyon yıllık çağı.

dördüncülük, -ğü is. Dördüncü olma durumu.

dördüz sf. 1. Dördü bir arada doğan. 2. Dördü bir arada bulunan.

dördüz yumrucuklar

dördüzleme is. Eski Yunan tiyatrosunda üçü trajedi, sonuncusu yerme dramı olan dört sahne eserinden oluşan bölüm.

dördüz yumrucuklar ç. is. anat. Beyinle beyincik arasında bulunan dört kabartının adı.

dört, -dü is. 1. Dört sayısının adı. 2. Bu sayıyı gösteren 4, IV rakamlarının adı. 3. sf. Üçten bir artık, dört başı mamur her bakımdan istenildiği gibi olan, eksiksiz, kusursuz: "Ülkemizde, elbette yüz binlerce mutlu, sıhhatli, şen, dört başı mamur çocuk var." -T. Halman. dört bir taraf (veya yan) her yan, bütün çevre: "Oğulları babasını iyileştirmek için dört bir yana koşuşurdu." -A. İlhan. dört dönmek 1) telaşla çare aramak: "Cemil, Cemil! diye haykırarak yağmurun altında dört dönüyordum." -R. N. Güntekin. 2) bir iş yapmak için telaşla sağa sola koşmak: "Bizi memnun etmek için etrafımızda dört dönüyordu." -Ç. Altan. dört duvar arasında kalmak evde, kapalı bir yerde kalmak zorunda olmak: "Ömrünü dört duvar arasında geçirmiş, çocuklarından başka insan yüzü görmemiş temiz bir ev kadını birdenbire değişemezdi." -R. N. Güntekin. (bir işe) dört elle sarılmak (veya yapışmak) bir işe büyük bir özen ve önem vererek girişmek: "Sen bize dört elle sarılırsan zarar etmezsin." -R. N. Güntekin. dört üstü, murat üstü işi her zaman yolunda olanlar için söylenen bir söz. dört yanı deniz kesilmek çaresiz ve umutsuz kalmak.

dört ayak, dört ayaklılar, dört bir, dört bucak, dörtcihar, dörtçeker, dörtçifte, dört dörtlük, dört göz, dört işlem, dört kaşlı, dörtkenar, dörtköşe, dört köşe, dörtnal, dörtnala, dörttek, dört yol, dört yüzlü, beş dört, dünyanın dört bucağı, ayın on dördü

dört ayak, -ğı is. 1. Dört ayaklı hayvan. 2. zf. Elleri de ayak gibi kullanarak: "Dört ayak yürüyor, gözleri dört dönüyor, maymun gibi çığırıyor." -H. E. Adıvar. dört ayak üstüne düşmek 1) tehlikeli bir durumdan hiç zarar görmeden kurtulmak; 2) işi rast gitmek: "Yüze gülücü, her dönemde dört ayak üstüne düşen Efruz'un hayat hikâyesini sergileyen piyesim, yurtta bini aşkın defa oynadıktan sonra, televizyon oyunu hâline getirilince yasaklandı."-H. Taner.

dört ayaklılar ç. is. zool. Sürüngenleri ve memelileri içine alan bir sınıf. dört bir is. Ciharıyek.

dört bucak, -ğı is. Her taraf, her yer: Elimde saz, dört bucağı dolaştım.

dörtcihar is. T. dört + Far. çehâr Oyunda, atılan zarların ikisinin de dört benekli olan yanlarının üste gelmesi.

dörtçeker is. Çekiş gücünü ön ile arka tekerlekler arasında belli oranda eşit olarak dağıtan sistem.

dörtçifte is. sp. Kürek yarışlarında sancak ve İskelesinde dörder küreği olan tekne.

dört dörtlük, -ğü is. 1. müz. Birlik. 2. sf. mec. Tam, kusursuz, mükemmel.

dörtgen is. geom. 1. Dört kenarlı çokgen, dörtkenar. 2.sf. Bu biçimde olan.

dört göz is. tkz. Gözlüklü kimse, dört göz bir evlat için anne ve babanın bütün emek ve didinmesi evlat içindir, dört gözle beklemek (veya bakmak) çok isteyerek veya özleyerek beklemek: "Terekesini paylaşmak için dört gözle ölümünü beklemekteydiler." -Y. K. Karaosmanoğlu.

dört işlem is. mat. Toplama, çıkarma, çarpma ve bölmeden oluşan, matematiğin dört temel işlemi.

dört kaşlı sf. 1. Bıyığı yeni terleyen (delikanlı). 2. Kalın ve gür kaşlı.

dörtkenar is. geom. Dörtgen.

dörtköşe sf. Keyifli, sevinçli, dörtköşe olmak çok keyiflenmek, çok zevk duymak.

dört köşe sf. Kare biçiminde olan: "İçeride, penceresiz, dört köşe odanın içine otuz beş kişiyiyığıvermişler." -S. F. Abasıyanık.

dörtleme is. 1. Dörtlemek işi. 2. ed. Bir gazelin her beytinin başına iki dize katılarak yapılan nazım biçimi, terbi. 3. hlk. Tarlayı dört kez sürme.

dörtlemek (-i) Bir şeyin sayısını dörde çıkarmak.

dörtlü sf. 1. Dört parçadan oluşan, kendinde herhangi bir şeyden dört tane bulunan: Dörtlü sefer tası. Dörtlü abajur. 2. is. İskambil, domino vb. oyunlarda üzerinde dört işareti bulunan kâğıt veya pul. 3. is. müz. Dört kişiden oluşan müzik topluluğu, kuartet. 4. is. Taşıtlarda uyarı için sürekli yanıp sönen dört lâmba.

dörtlü final

dörtlü final, -li is. sp. Dört takımın katılımı ile oynanan final maçları.

dörtlük, -ğü is. 1. astr. Birbirine dik iki çap boyunca dörde bölünmüş dairenin her bir dilimi. 2. ed. Dört dizelik bölümlerden oluşmuş şiir veya şiir parçası, kıta. 3. müz. Birlik notanın dörtte biri uzunluğunda nota. 4. sf. Dört taneden oluşmuş, dört tane alabilen: Dörtlük cezve.

altmış dörtlük, dört dörtlük, ondörtlük

dörtnal is. 1. Atın en hızlı koşma biçimi: Dörtnal, hayvanı çok yorar. 2. mec. Bir işi çok çabuk yapma, acele etme.

dörtnala zf At, dörtnal koşarak: "Aydınlıktan huylanan atlar şaha kalkarak deli gibi dörtnala ileri atılıyorlardı." -Ö. Seyfettin. dörtnala kaldırmak dörtnal koşturmaya başlamak: Atı dörtnala kaldırdı, dörtnala kalkmak dörtnal koşmak: "Atlar bazen dörtnala kalkıyor, bazen tırısa geçiyordu." -R. Enis.

dörttek is. sp. Kürek yarışlarında sancak ve iskelesinde ikişer tek küreği olan tekne.

dört yol is. Dört yolun birleştiği yer.

dört yol ağzı

dört yol ağzı is. Dört yolun birleştiği kavşak: "Dört yol ağzında fazla durmayalım, fazla tereddüt etmeyelim, bir tanesine sapıvere-//m."-P.Safa.

dört yüzlü sf mat. 1. Dört yüzü olan, çok yüzlü. 2. is. Tabanı üçgen olan piramit.

döş is. hlk. 1. Göğüs, bağır: "Bana yastık olsun döşlerin güzel." -Aşık Veysel. 2. Kaburga altı.

döşgömü, döl döş

döşek, -ği is. 1. Yatak: "Odadakileri uyandırmamak için yavaşça döşekten indi." -M. Ş. Esendal. 2. Gemi gövdesinde, su basıncı, çarpma, karaya oturma vb. durumlarda darbeleri karşılayabilecek, yük ve makinelerin ağırlığına dayanabilecek dirençteki yapı gereci. 3. hlk. Dövülmek üzere harman yerine serilen ekin saplan, döşeğe düşmek yatağa düşmek.

ölüm döşeği, rahat döşeği

döşekli sf. 1. Döşeği olan. 2. is. Yalpası az olan yayvan gemi.

döşeksiz sf. Döşeği olmayan.

döşeli sf. Döşenmiş olan, mefruş: "Bu genç adamın oturduğu daire basit, fakat rahat döşeli üç odadır." -H. E. Adıvar.

dayalı döşeli

döşem is. Tesisat, donanım: Elektrik döşemi. Sıcak su döşemi.

lağım döşemi

döşemci is. Döşeyici, tesisatçı.

döşemcilik, -ği is. Döşememin yaptığı iş, tesisatçılık.

döşeme is. 1. Döşemek işi. 2. Yapılarda taban üzerine döşenen tahta vb. kaplama: "Odanın döşemesine bakıyor, bir türlü bu yabancı yere bir ad koyamıyordu." -E. E. Talu. 3. Bir yapının döşenmesine yarayan her türlü eşya, mefruşat. 4. Koltuk, kanepe, divan vb.nin kumaş, yay, pamuk vb. bölümleri: "Bu patiska döşemeleri beraber ütüleyecektik." -A. Gündüz. 5. Taşıtların koltuk, taban, tavan vb. yerleri. 6. ed. Halk edebiyatında ve türkülerden önce söylenen, bazen tekerleme biçiminde olan uyaklı giriş bölümü: "Hamama gitmek, yıkanmak, masallara, masal döşemelerine bile girdiği gibi, halkımızın yaşama biçimlerine de karışmıştır." -S. Birsel.

mozaik döşeme, taş döşeme

döşemeci is. 1. Döşeme yapan kimse. 2. Perde, koltuk, kanepe vb. satan veya onaran kimse.

döşemeci çivisi

döşemeci çivisi is. Özellikle mobilya döşemeciliğinde kullanılan büyük başlı, köre kesitli gövdeli, sivri uçlu ve siyah renkli çivi.

döşemecilik, -ği is. 1. Döşeme yapma işi. 2. Döşeme alıp satma işi.

döşemek (-i) 1. Bir tabanı, tahta, karo, mermer vb. yapı gereçleriyle kaplamak. 2. Kumaş, halı vb.ni bir yeri iyice örtecek biçimde sermek: Yufkayı tepsiye döşedi. Salona hah döşedik. 3. Bir ev veya dairenin oturulabilir duruma gelmesi için gerekli eşyayı oraya yerleştirmek: "On parça eşya ile döşeyip süslenmiş yaz evi..." -R. N. Güntekin. 4. Boru, kablo vb. yerleştirmek: "Bir taraftan da raylarımızı döşüyorduk." -F. R. Atay.

döşemeli sf. Döşemesi olan: "Sade ve dağınık döşemeli bir yere girdik." -P. Safa.

döşemelik, -ği sf. 1. Yapılarda tabana döşemek için kullanılan (gereç). 2. Kanepe, koltuk vb.nin kaplanmasına elverişli (kumaş).

döşemesiz sf. Döşemesi olmayan: "O çıkış da sayfiyeye gider gibi, o kadar hürmetsizce, o kadar çabuk olmuş ki, saray döşemesiz, eşyasız tamtakır kalmış." -Y. K. Beyatlı.

döşemli sf. Döşemi olan.

döşenişiz sf. Döşemi olmayan.

dayanışız döşemsiz

döşeniş is. Döşenme işi veya biçimi.

döşenme is. Döşenmek işi.

döşenmek (nsz) 1. Döşeme işi yapılmak: "Yılına kalmadı, hepsi düzeldi, döşenip donandı. " -R. H. Karay. 2. (-e) tkz. Birine kızarak kötü ve küçük düşürücü sözler söylemek. 3. tkz. Uzun uzadıya ve yererek yazmak: Başyazar bu olay üzerine gene döşenmiş.

döşetilme is. Döşetilmek işi.

döşetilmek (-e) Döşetme işi yaptırılmak.

döşetme is. Döşetmek işi.

döşetmek (-i, -e) Döşeme işini yaptırmak: "Birkaç ev döşettiğim için mobilya fiyatlarından pek iyi anlarım." -Ö. Seyfettin.

döşeyici is. Tesisat işini yapan usta, tesisatçı.

döşeyiş is. Döşeme işi veya biçimi.

döşgömü is. Hayvanın ön iki bacağı ile göbek arasındaki etten yapılan pastırma.

döşiü sf. Döşü olan.

deve döşlü, döllü döşlü

döşsüz sf Döşü olmayan.

döteryum is. (döte'ryum) Fr. deuterium kim. Çekirdeğinde bir proton ve bir nötron bulunduran hidrojen atomunun bir izotopu, ağır hidrojen (simgesi D).

dövdürme is. Dövdürmek işi.

dövdürmek (-i, -e) Dövme işini yaptırmak.

dövdürtme is. Dövdürtmek işi.

dövdürtmek (-e) 1. Dövdürme işini yaptırmak. 2. Dövme yaptırmak.

dövdürtülme is. Dövdürtülmek işi.

dövdürtülmek (-e) Birine dövdürülmek.

dövdürülme is. Dövdürülmek işi.

dövdürülmek (-e) Dövme işi yaptırılmak.

döveç, -ci is. hlk. Ağaçtan yapılmış havan: Sarımsak döveci.

döven is. bk. düven.

döviz is. Fr. devise 1. ekon. Ülkeler arası ödemelerde kullanılabilecek para, çek ve poliçe vb. her türlü ödeme aracı. 2. ekon. Yabancı ülke parası. 3. Propaganda, tanıtma amacıyla üzeri yazılmış bez veya karton. döviz kaçırmak yurt dışına izinsiz döviz çıkarmak.

döviz işlemi, döviz kuru, vadeli döviz ticareti

döviz işlemi is. ekon. Yerli paranın herhangi bir yabancı paraya veya yabancı bir paranın yerli paraya çevrilmesi işi.

döviz kuru is. ekon. Yabancı paranın millî paraya karşı değeri.

dövizzede is. Fr. devise + Far. -zede Bankalara herhangi bir şey almak için dövizle borçlanıp borcunu ödeyemeyerek edindiği malı yok pahasına elinden çıkarmak zorunda kalan kimse.

dövme is. 1. Dövmek işi. 2. Vücut derisi üzerine iğne vb. sivri bir araçla çizilmek ve İçine renk veren maddeler konulmak yoluyla yapılan yazı veya resim. 3. sf. Dövülerek yapılan (yemek). 4. sf Kızgın durumdayken dövülerek biçim verilmiş (metal eşya). 5. sf. Dövülerek yapılan: Dövme dondurma. 6. hlk. Dövülerek kabuğu çıkarılmış buğday, yarma, dövme yapmak vücuda dövme işlemek: "Dev boylu fetih askerleri, kollarının sert derilerine iğnelerle yazdırır, barutla ovdurur, dövme yaparlardı."-Y'. K. Beyatlı.

dövmeci is. 1. Kullanılmadan önce dövülmesi gereken maden filizlerini veya diğer mad-, deleri döven işçi. 2. Vücuda dövme yapan kimse.

dövmecilik, -ği is. Dövme yapma işi.

dövmek, -er (-i) 1. Tokat, yumruk, tekme vurarak canını acıtmak: "Harp Divanına vermeden önce, şurada kemiklerini kırıncaya kadar bir dövseml" -H. E. Adıvar. 2. Çamaşır, halı vb.ni tokaç, sopa gibi şeylerle vurarak temizlemek. 3. Bir şeyi toz durumuna getirmek İçin ezmek: Döveçte karabiber dövmek. 4. Ezmek. 5. Çırpmak. 6. Ateşte ısıtılarak yumuşatılmış bir madeni, vurarak İstenilen biçime getirmek: Demiri tavında dövmeli. 7. Topa tutmak: Gemi kaleyi dövdü. 8. Çarpmak, vurmak: "Ayakları ile suyu dövüp ürküttüğü balığı gagası ile havalandıran beyaz pelikan." -S. F. Abasıyanık. 9. Davul vb. çalmak, vurmak.

topukdöven, biçerdöver

dövmelik, -ği is. Mısır ve buğday dövmeye yarayan, yarma buğday yapan bir araç.

dövülgen sf. Dövülerek levha durumuna geçebilen (maden).

dövülgenlik, -ği is. Madenin dövülgen olma niteliği.

dövülme is. Dövülmek işi.

dövülmek (nsz) Dövme işine konu olmak: "Köyün içinde birkaç kat davul sabahtan başladı, gece yarılarına kadar dövüldü." -M. Ş. Esendal.

dövülüş is. Dövülme işi veya biçimi.

dövünme is. Dövünmek işi.

dövünmek (nsz) 1. Aşın üzüntü, çaresizlik, pişmanlık duyarak çırpınmak, kendi kendini dövmek: "Bir kadın dokuz çocukla bir viranenin içinde çırılçıplak kaldım diye dövünüyordu." -A. Gündüz. 2. mec. Çok üzülmek: "Farsçayı öğrenmediğime dövünür dururum." -N. Ataç.

dövünüş is. Dövünme işi veya biçimi.

dövüş is. 1. Dövme işi veya biçimi. 2. Tokat, yumruk, tekme gibi saldırışlarla yapılan kavga, dövüşe kalkmak kavgaya başlamak: "Muhtarla dövüşe kalksa iki tokatla onu yere serer." -E. İ. Benice.

danışıklı dövüş, horoz dövüşü, kör dövüşü

dövüşçü is. Dövüşen kimse: "Son darbesini indirecek bir dövüşçü gibi toplandı." -Ö. Seyfettin.

dövüşçülük, -ğü is. Dövüşçü olma durumu.

dövüşken sf. İyi dövüşen veya dövüşmeyi seven: "Eski dövüşken gür sesli erkek Osmanoğuîları tanınamıyordu." -Y. K. Beyatlı.

dövüşkenlik, -ği is. Dövüşken olma durumu.

dövüşme is. Dövüşmek işi.

dövüşmek (nsz, -le) 1. Karşılıklı birbirini dövmek, vuruşmak: "Öyle yiğitçe, öyle gözünü daldan budaktan sakınmadan dövüşmüş, atına binip oradan uzaklaşmıştı." -O. Kemal. 2. İki silahlı kuvvet çatışmak. 3. sp. Boks yapmak.

dövüştürme is. Dövüştürmek işi.

dövüştürmek (-i) Dövüşmelerini sağlamak: Horoz dövüştürmek.