do is. İt. do müz. 1. Gam (II) dizisinde "si" ile "re" arasındaki ses. 2. Bu sesi gösteren nota işareti.
→ do anahtarı
do anahtarı is. muz. Portenin üzerine çizilen ve o çizgideki notaya adını veren anahtar.
dobra sf. Rus. İyi, güzel.
→ dobra dobra
dobra dobra zf. Sakınmadan, çekinmeden (söylemek, konuşmak).
doçent is. Alm. Dozent Üniversitelerde profesörden önceki basamakta bulunan öğretim üyesi.
→ yardımcı doçent
doçentlik, -ği is. 1. Doçent olma durumu. 2. Doçentin görevi.
Dodurga öz. is. tar. Oğuz Türklerinin yirmi dört boyundan biri.
dogma is. Fr. dogme 1. fel. Doğruluğu sınanmadan benimsenen, bir öğretinin veya ideolojinin temeli yapılan sav, nas, inak. 2. Belli bir konuda ileri sürülen bir görüşün sorgulanamaz, tartışılamaz gerçek olarak kabul edilmesi.
dogmacı is. Dogmacılık yanlısı olan kimse, inakçı.
dogmacılık, -ğı is. fel. Öne sürülen öğreti ve ilkeleri eleştirmeden doğru olarak benimseyen ve benimsediği varsayımlardan katı bir yöntemle önermeler türeten anlayış, dogmatizm.
dogmalaştırma is. Dogmalaştırmak işi.
dogmalaştırmak (-i) Bir inancı dogma durumuna getirmek.
dogmatik, -ği sf. Fr. dogmatique fel. 1. Deney bilgisini, deneye dayanan kanıtları hiçe sayarak kanılarını inanç öğretilerinden çıkaran (düşünce biçimi). 2. is. Felsefe ve din dogmalarının mantıksal ve sıralı bir yolla ortaya konulusu.
→ dogmatik felsefe
dogmatik felsefe is. fel Eleştirmeciliğin ve kuşkuculuğun tersine olarak her türlü inkâr ve kuşkunun üstünde tutulan birtakım ilkeleri benimseyen felsefe.
dogmatizm is. Fr. dogmatisme fel Dogmacılık.
doğa is. 1. İnsan faaliyetlerinin dışında kendi kendini sürekli olarak yeniden yaratan ve değiştiren güç, canlı ve cansız maddelerden oluşan varlığın hepsi, tabiat: "Deniz de pisliği doğa yoluyla temizleyemez oldu." -H. Taner. 2. Bir kimsenin eğilimlerinin, içgüdülerinin hepsi, huy. 3. İnsan eliyle büyük değişikliğe uğramamış, doğal güzelliklerini koruyan çevre. 4. Evrende meydana gelen olayları denetiminde, egemenliğinde tuttuğuna inanılan soyut güç.
→ doğa bilgisi, doğa bilimleri, doğa dışı, doğa ötesi, doğasever, doğaüstü, doğa yasası
doğa bilgisi is. Tabiat bilgisi.
doğa bilimci is. Tabiatın çeşitli özellikleri üzerinde çalışan, araştırma yapan, tabiatçı.
doğa bilimcilik, -ği is. Doğa bilimcisinin işi, uğraşısı.
doğa bilimleri ç. is. Konusu tabiat, tabiat olayları ve kanunları olan fizik, kimya, gök bilimi, biyoloji vb. bilimler, tabiat bilimleri.
doğacak, -ğı sf. hlk. Gelecek: "Bu ayda olmazsa doğacak ayda / Ölürüm de alırım yâr seni hey." -Halk türküsü.
doğacı is. Doğacılık yanlısı olan kimse, natürist.
doğacılık, -ğı is. fel. Toplumsal kuruşların ve yaşayış biçiminin doğaya dönük olmasını amaç edinen öğreti, natürizm.
doğaç, -cı is. ed. Şiir veya sözü birdenbire, düşünmeden, içine doğduğu gibi söyleme, irticai.
doğaçlama is. 1. Doğaçlamak işi. 2. zf O anda, birdenbire, içine doğduğu gibi: Doğaçlama şiir söylemek. 3. tiy. Tuluat, doğaçlama yapmak tuluat yapmak.
→ doğaçlama tiyatro
doğaçlamak (nsz) 1. Birdenbire ve içine doğduğu gibi söylemek, irticalen dile getirmek. 2. O anda şiir söylemek, irticalen şiir söylemek. 3. tiy. Bir metne dayanmadan içe doğduğu gibi konuşmak ve oynamak.
doğaçlama tiyatro is. İçten geldiği gibi, irticalen gerçekleştirilen oyun, tuluat tiyatrosu.
doğaçtan zf. Birdenbire, düşünmeden, içine doğduğu gibi (söylemek, konuşmak), irticalen.
doğa dışı is. Doğaya aykırı, tabiata aykırı, gayritabii.
doğal sf. 1. Doğada olan, doğada bulunan. 2. Doğada rastlandığı gibi, doğaya uygun olan, doğa güçlerine, kurallarına uyan, tabii, natürel. 3. Kendiliğinden olan, insan eliyle yapılmamış, yapay karşıtı: Doğal liman. Doğal sınır. 4. Yapmacık olmayan. 5. Olağan, alışılmış, her zamanki gibi olan, beklenildiği gibi. 6. Sağduyuya, mantığa, olağan düzene uygun olan. 7. Katıksız, saf. doğal olarak elbette, beklenildiği gibi, işin gereği olarak: "Doğal olarak kendisinin de o bir adımdan daha çok yaklaşmasına izin vermiyordu. " -N. Cumalı.
→ doğal afet, doğal ayıklanma, doğal coğrafya, doğal fiyat, doğal gaz, doğal gaz sayacı, doğal olarak, doğal sayı
doğal afet is. 1. Önlenmesi insan eliyle olmayan, sel, fırtına, deprem, dolu vb. felaketlerin her biri. 2. sf. mec. Baş belası.
doğal ayıklanma is. Darwin'e göre doğada ve toplumda canlı türlerin arasındaki var olma savaşını en güçlülerin, çevreye en iyi uyabilenlerin kazandıklarını, güçsüzlerin, çevreye uyamayanların ise ortadan kalktıklarını savunan öğreti.
doğalcı sf Doğalcılık yanlısı olan, natüralist.
doğalcılık, -ğı is. 1. Gerçeğin doğaya uygun biçimde yansıtılmasını amaçlayan sanat akımı, natüralizm. 2. fel. Gerçeğin yalnız doğa ile açıklanması, natüralizm.
doğal coğrafya is. Fiziki coğrafya.
doğal fiyat is. ekon. Maliyet fiyatı.
doğal gaz is. 1. Yer kabuğunun içinde bulunan, yakıt olarak önem sıralamasında ham petrolden sonra ikinci sırayı alan ve petrolün bir cinsi olan yanıcı gaz. 2. Hidrokarbon biriken alanlarda açılan kuyulardan elde edilen, esas itibarıyla metan gazı ile az miktarda propan, bütan vb. daha ağır moleküllü hidrokarbon gazlan ve eser miktarda su buharı, hidrojen, karbondioksit ve azot karışımı gaz. 3. Konutlarda ve iş yerlerinde ısınma, üretim ve enerji amacıyla belli bir merkezden kontrollü olarak bir şebeke sistemiyle dağıtılan yanıcı gaz.
→ doğal gaz sayacı
doğal gaz sayacı is. Gaz sayacı.
doğallaşma is. Doğallaşmak işi.
doğallaşmak (nsz) Doğal duruma gelmek, tabiileşmek.
doğallaştırma is. Doğallaştırrnak işi.
doğallaştırmak (-i) Doğal duruma getirmek, tabiileştirmek.
doğallık, -ğı is. Doğal olma durumu, tabiilik: "Onu kökenindeki doğallıktan uzaklaştıran etkenlerden sıyırmak." -H. Taner.
doğallıkla zf. (doğallı'kla) Doğal olarak.
doğal sayı is. mat. 1, 2, 3,... sayılarından her biri.
doğan is. zool. Kartalgillerden, küçük kuş, fare vb. ile beslenen ve alıştırılarak kuş avında kullanılan yırtıcı bir kuş (Falcon).
→ akdoğan, bozdoğan, çakırdoğan, delice doğan, gökdoğan, gök doğan, sardoğan
doğancı is. Avcı doğan yetiştiren veya doğanla avlanan kimse,
doğancılık, -ğı is. Doğancının işi veya mesleği.
doğa ötesi is. fel. 1. Duyularımızla algılayamadığımız varlıkların sebeplerini ve temellerini araştıran felsefe, fizik ötesi, metafizik. 2. Akıl ve sezgiyle elde edilen ilk ilkeleri veya mutlak bilgiyi konu alan felsefe, fizik ötesi, metafizik. 3. sf. Bu felsefeyle ilgili olan.
doğasever sf. Doğanın kirlenmesine ve tahrip edilmesine karşı çıkan (kimse).
doğaseverlik, -ği is. Doğasever olma durumu.
doğaüstü sf. Doğa yasalarına uymayan, doğa yasalarıyla açıklanamayan, tabiatüstü.
doğaüstücü is. Doğaüstücülük yanlısı, sürnatüralist.
doğaüstücülük, -ğü is. Doğa yasalarıyla açıklanamayan olayların ve gerçeklerin varlığına inanmak gerektiğini ileri süren öğreti, tabiatüstücülük, sürnatüralizm.
doğa yasası is. Doğa olaylarının bağlı olduğu yasa.
doğdurma is. Doğdurmak işi.
doğdurmak (-i) Doğuncaya kadar beklemek: "Çalgılarını önlerine katıp köyün üst başındaki pınar yerine çıktılar, güneşi doğdurdular."-R. N. Güntekin.
doğma is. 1. Doğmak durumu. 2. Dünyaya gelme: Fatma'dan doğma. 3. sf. Doğmuş: "Vücut, sıtma nöbeti gibi sıcakla soğuğun karışmasından doğma garip ürpertilerle titriyordu. " -R. N. Güntekin.
→ doğma büyüme, anadan doğma
doğma büyüme zf. 1. Doğduğundan beri: Doğma büyüme istanbullu. 1. mec. Başlangıçtan beri.
doğmaca zf. İçten geldiği gibi, irticalen, doğaçlama,
doğmak, -ar (nsz) 1. Dünyaya gelmek. 2. Güneş, ay, yıldız ufuktan yükselerek görünmek: "Bir sabah güneş doğarken kafile yola çıktı." -R. N. Güntekin. 3. (-e) Düşünce, hayal vb. zihinde birdenbire oluşmak. 4. mec. Ortaya çıkmak, sonucu olmak: "Nezaket denen şey, kadının kanunlaşması ile beraber doğdu." -F. R. Atay. doğduğuna bin pişman 1) bezgin; 2) tembel, doğduğuna pişman etmek anasından doğduğuna pişman etmek, doğduğuna pişman olmak aşırı üzülmek, olağanüstü sıkıntıda olmak, eziyete uğramak: "Doğduğuma pişman olacak kadar sıkıntı çektim." -H. E. Adıvar.
doğram is. hlk. Doğrama sonucu ortaya çıkan parça.
doğrama is. 1. Doğramak işi. 2. mim. Bir yapının kapı, pencere, dolap, raf vb. ağaç, metal veya plastik bölmeleri.
doğramacı is. Ahşap doğrama yapan kimse.
doğramacılık, -ğı is. Doğramacı olma durumu veya doğramacının sanatı.
doğramak (-i) Keserek parçalamak veya elle küçük parçalara ayırmak: "Ekmeği, bir sütçü dükkânının köpürmüş inek sütüyle dolu kâsesine doğrayacağım." -S. F. Abasıyanık.
doğranma is. Doğranmak işi.
doğranmak (nsz) 1. Kesilmek, parça parça edilmek: "Bu leğenlere haşlanmış et ve ekmek doğranmıştı." -F. R. Atay. 2. mec. Kesilir gibi ağrımak: Kollarım doğranıyor.
doğratma is. Doğratmak işi.
doğratmak (-i, -e) Doğrama işini yaptırmak.
doğrayış is. Doğrama işi veya biçimi.
doğru sf. (do'ğru) 1. Bir ucundan öbür ucuna kadar yönü değişmeyen, eğri ve çarpık karşıtı. 2. Gerçek, yalan olmayan: Doğru haber. 3. Akla, mantığa, gerçeğe veya kurala uygun: "Bunları sana şimdiden söylemek daha doğrudur." -A. Gündüz. 4. is. Gerçek, hakikat: "Söyleyin doğrusunu, siz insanoğlunun ahlaklı olabileceğine inanmıyorsunuz. " -N. Ataç. 5. is. mat. İki nokta arasındaki en kısa çizgi: İki noktadan yalnız bir doğru geçebilir. 6. zf. Yanlışsız, eksiksiz: Adam doğru söyledi. Çocuk doğru okudu. 7. zf. Hiçbir yöne sapmadan, dosdoğru, doğruca. 8. zf. Yakın, yakınlarında: "Şafağa doğru otomobil sesi duyuldu." -F. R. Atay. 9. e. Karşı yönünce: "Yüzü sapsarı bir kadın iskeleye doğru yürüdü." -S. F. Abasıyanık. 10. mec. Yasa, yöntem ve ahlaka bağlı, dürüst, namuslu, doğru bulmak uygun görmek, onamak: Onun yaptıklarını doğru buluyor musunuz? doğru çıkmak gerçek olduğu anlaşılmak: "Çocuğun dediği doğru çıktı. Ana kız otelden gittiler." -M. Ş. Esendal. doğru doğru dosdoğru en doğrusu şudur ki: Doğru doğru dosdoğru, bu işi yapan odur. doğru durmak 1) dik durmak; 2) uslu durmak, doğru oturmak uslu oturmak. doğru söyleyeni dokuz köyden kovarlar doğru olmakla birlikte başkalarının işine gelmeyen sözleri söyleyenlerin sevilmediğini anlatan bir söz.
→ doğru açı, doğru akım, doğru dürüst, doğru orantı, doğru parçası, doğru yol, akşama doğru, ön doğru, sabaha doğru, sınırlı doğru, sınırsız doğru, yarım doğru, yatık doğru, yönlü doğru, ana doğrusu, yanay doğrusu, aykırı doğrular
doğru açı is. mat. 180 derecelik açı.
doğru akım is. fiz. İletken bir devre üzerinde yön değiştirmeyen sürekli elektrik akımı.
doğruca sf (doğruca) 1. Doğruya yakın. 2. zf. Hiçbir yöne sapmadan, dolaylı olmayarak, dolaşmayarak: "Belki doğruca Ankara'ya dönersin, değil mi?"'-E. İ. Benice.
doğrucu is. Her şeyin doğrusunu söylemeyi huy edinmiş olan kimse, doğrucu Davut her şeyin doğrusunu yapmayı veya söylemeyi huy edinmiş kimse.
doğruculuk, -ğu is. 1. Doğrucu olma durumu. 2. fel. Bir insanın söz ve hareketleriyle kanaat ve inançlarının, düşünüşünün uyuşması.
doğrudan sf. 1. Aracısız: Doğrudan pazarlık. 2. zf. Aracısız olarak, herhangi bir aracı kullanmadan.
→ doğrudan doğruya
doğrudan doğruya zf. Dolaysız, araçsız, araya başka bir şey girmeden, resen: "Gazeteyi doğrudan doğruya kendimiz satıyoruz." -R. N. Güntekin.
doğru dürüst sf 1. Kusursuz, yanlışsız, 2, zf Tam olarak, eksiksiz olarak, İstenildiği gibi, kusursuz, yanlışsız bir biçimde: "Uzun boylu garp müziğim doğru dürüst tadamıyoruz. " -B. R. Eyuboğlu.
doğrulama is. t. Doğrulamak işi, teyit, tasdik. 2. fel. Bir varsayımın doğruluğunu denetlemek için, deney ve mantıksal tanıtlama yoluyla yapılan İşlemlerin bütünü.
doğrulamak (-i) İ. Bir şeyin doğru olduğunu ortaya koymak, desteklemek, teyit etmek, tasdik etmek: "Olup bitenler ve başka kaynaklardan alınan haberler Ali Yusuf u daima doğruluyordu." -T. Buğra. 2. fel. Bir önermenin doğruluğunu veya yanlışlığını belirlemek amacıyla olayları inceleyip araştırmak.
doğrulanma is. Doğrulanmak işi.
doğrulanmak (nsz) Doğrulama işine konu olmak veya doğrulama işi yapılmak.
doğrulma is. Doğrulmak işi.
doğrulmak (nsz) 1. Eğik veya eğri bir şey, düz bir duruma gelmek. 2. Oturan veya yatan bir kimse toparlanmak, dik bir duruma gelmek: "Uzandığım yerden hafifçe doğrularak onları çizmeye başlıyorum." -R. N. Güntekin. 3. (-e) Yönelmek: "Çocuk hızlı, paytak adımlarla parkın kapısına doğruldu." -S. F. Abasıyanık. 4. mec. Yeniden güçlenmek, kalkınmak. 5. hlk. Para sağlanmak, kazanılmak: Nasıl, gündelik doğruldu mu?
doğrultma is. Doğrultmak işi.
doğrultmaç, -cı is. fiz. İki yönlü bir dalgalı akımı, bir yönlü doğru akıma çevirmeye yarayan aygıt, redresör.
doğrultmak (-i) 1. Doğrulmasını sağlamak, doğru duruma getirmek: "Aralarında bellerini doğrultamayacak kadar yaşlıları da vardı." -T. Buğra. 2. Düzeltmek: Yanlışları doğrultmak. 3. Yöneltmek. 4. hlk. Yön bulmak: Karşıki tepeye bakarak yolu doğrultup geldim. 5. hlk. Para sağlamak, kazanmak: "Bütçemizi doğrultur, pansiyoner olmaktan vazgeçeriz." -A. İlhan.
doğrultman is. 1. fiz. Bir nokta veya bir çizginin hareketine yön vererek bu hareketi yöneten şey. 2. mat. Çizgi oluşturan noktanın veya yüzey oluşturan çizginin yönelmesi gereken doğrultuyu gösteren çizgi veya düzlem.
doğrultu is. 1. Yön, istikamet: "Eğitim ve öğretim, Atatürk ilkeleri ve inkılapları doğrultusunda ... devletin gözetim ve denetimi altında yapılır." -Anayasa. 2. Tutulan, izlenen yol. 3. mat. Paralel olmayan iki sonsuz doğruyu birbirinden ayırt ettiren durum: Düz gittiği veya geldiği düşünülen bir okun uzayda kalan izi, okun doğrultusunu gösterir. 4. mat. Belli bir sonsuz doğrunun belirttiği tek yol, İstikamet.
doğrulu sf. mat. Bir doğru boyunca olan, müstakim: Doğrulu hareket.
doğruluk, -ğu is. 1. Doğru ve dürüst olma durumu, doğru olana yakışır davranış, dürüstlük, adalet: "Yazıyı yazana, bu dediklerinin doğruluğuna nasıl inansın okuyucu?" -N. Cumalı. 2. fel Düşüncenin gerçekle uyuşması, yargı ve önermelerin gerçeğe uygun olması.
doğrulum is. biy. Yönelim.
→ güne doğrulum, ışığa doğrulum, yere doğrulum
doğru orantı is. mat. Birbirine bağlı olan ve biri arttığında öteki de artan iki büyüklük arasındaki bağıntı.
doğru orantılı sf. mat. Birbirine bağlı olan ve biri arttığında öteki de artan.
doğru parçası is. mat. Doğru üzerinde iki nokta ile sınırlanmış parça.
doğrusal sf. 1. Bir doğru ile ilgili olan. 2. Bir doğruyu izleyen. 3. mat. Bir doğrunun denklemi birinci dereceden olduğunda birinci derece ifadelerine genel olarak verilen sıfat: Doğrusal denklemler.
doğrusu zf Gerçeği söylemek gerekirse, gerçek şu ki: "Doğrusu ilk Türkçeleşme denemeleri de zevksizdirler." -F. R. Atay.
doğrusuz sf. Doğrusu olmayan.
doğru yol is. Her türlü kötülükten uzak olan tutum.
doğu is. 1. Güneşin doğduğu ana yön, gün doğusu, şark, maşrık, batı karşıtı. 2. Bulunulan yere göre güneşin doğduğu yönde kalan bölge. 3. sf. Bu yönle ilgili. 4. astr. Güneşin 21 Mart ve 23 Eylülde doğduğu yön.
→ Doğu bilimi, Doğu Bloku, doğu kayını, doğu noktası, güneydoğu, kuzeydoğu, Orta Doğu, Uzak Doğu, Yakın Doğu, gün doğusu
Doğu öz. is. 1. Güneşin battığı yöndeki ülkeler bölgesi, Şark. 2. Avrupa'ya göre Asya ve Kuzeydoğu Afrika'nın bir bölümü. 3. sf. Bu yönde olan, Şarki.
Doğu bilimci is. Doğu bilimi uzmanı, Şarkiyatçı, müsteşrik, oryantalist.
Doğu bilimî is. Avrupa'ya göre doğuda yer alan ulusların dillerini, tarihlerini, kültür ve törelerini inceleyen bilim, Şarkiyat, oryantalizm.
Doğu Bloku is. Doğu Avrupa Ülkelerinin II. Dünya Savaşı'ndan sonra oluşturduğu, 1990'h yıllarda dağılan siyasi blok.
doğu kayını is. Doğu bölgelerinde yetişen bir tür kayın ağacı.
Doğulu sf. 1. Doğu ülkelerinden olan (kimse), şarklı. 2. Türkiye'nin doğusunda bulunan illerinden olan (kimse). 3. Doğu uygarlığını benimsemiş (kimse).
Doğululaşma is. Doğululaşmak işi.
Doğululaşmak (-i) Doğu yaşayışını benimsemek.
Doğululaştırma is. Doğululaştırmak işi.
Doğululaştırmak (-i) Doğulu duruma getirmek.
Doğululuk, -ğu is. 1. Doğulu olma durumu, şarklılık. 2. mec. Doğu ahlak, görenek ve geleneklerine bağlı olma durumu.
doğum is. 1. Doğma işi, tevellüt, veladet. 2. Bir kimsenin doğduğu yıl. doğum yapmak doğurmak.
→ doğumevi, doğum günü, doğumhane, doğum ilmühaberi, doğum kontrolü, doğum odası, doğum oranı, doğum sancısı, doğum tarihi, doğum yeri, Ölü doğum, evren doğumu
doğumevi is. Doğum yapılan sağlık kuruluşu.
doğum günü is. Bir kimsenin doğduğu gün.
doğumhane is. (doğumhaıne) T. doğum + Far. hâne Doğumevi.
doğum ilmühaberi is. Çocuk doğunca resmî görevliler tarafından hazırlanan belge.
doğum kontrolü is. Doğumların sınırlandırılması veya istemeyerek gebe kalmanın önlenmesi İçin uygulanan yöntemlerin bütünü, aile planlaması.
doğumlu sf. Belirli bir yılda doğmuş, tevellüttü: 1995 doğumlular askere çağrıldı.
doğum odası is. İçinde doğum yapılan hastane odası.
doğum oranı is. Bir ülkedeki dogumların sayısal durumu.
doğumsal sf. Doğumdan, soydan gelen: Doğumsal kalp hastalıkları.
doğum sancısı is. 1. Doğum yaparken duyulan sancı. 2. mec. Yeni bir duruma geçilirken çekilen zorluklar.
doğum tarihi is. Bir kimsenin doğduğu tarih.
doğum yeri is. Bir kimsenin doğduğu yer.
doğu noktası is. astr. Güneş çemberi merkezinin 21 Mart ve 23 Eylülde ufukta doğduğu nokta.
doğuranlar ç. is. zool. Hayvanların yavru doğurma yoluyla üreyen sınıfı: Balina doğuranlardandır.
doğurgan sf. 1. Çok doğuran. 2. mec. Çok eser veren, velut.
doğurganlaşma is. Doğurganlaşmak işi veya durumu.
doğurganlaşmak (nsz) Doğurgan duruma gelmek.
doğurganlaştırma is. Doğurganlaştırmak işi veya durumu.
doğurganlaştırmak (-i) Doğurgan duruma getirmek.
doğurganlık, -ğı is. Çok doğurma durumu, doğurgan olma durumu.
doğurgu is. Ortaya çıkan sonuç: Doğudaki göç ve bunun doğurguları toplantıda tartışıldı.
doğurma is. Doğurmak işi.
doğurmak (nsz, -i) 1. Yavru dünyaya getirmek, doğum yapmak: "Bir kadın tarlada doğuruyor, bir kadın hastanede doğuramıyor." -S. F. Abasıyanık. 2. mec. Ortaya çıkmasına yol açmak, sebep olmak: "Artık yolun ortasını geçtik ve saçlarımızda aklar akları ve alnımızda çizgiler çizgileri doğuruyor. " -Y. K. Karaosmanoğlu.
→ mantardoğuran
doğurtma is. Doğurtmak işi veya durumu.
doğurtmak (-i, -e) Doğurmasını sağlamak, doğurmasına yardım etmek.
doğurucu sf. Yeni düşünceleri ortaya koyan (kimse), üretken, yaratıcı: Ziya Gökalp'in kuvvetli bir hafızası, doğurucu bir muhayyilesi vardı.
doğuruş is. Doğurma işi veya biçimi.
doğuş is. Doğma işi veya biçimi: "Senelerden beri güneşin doğuşunu seyretmedim." -S. F. Abasıyanık.
doğuştan sf. 1. fel. Kişinin doğduğu andan beri var olan, öğrenilmiş şeylerin sonucu olmayarak, doğuşla birlikte gelen, fıtri: "Duygularımızı biz doğuştan mı getiririz sanırsınız?" -N. Ataç. 2. zf Yaradılıştan: "İnsan doğuştan medenidir, cemiyet içinde yaşamak için yaratılmıştır." -R. N. Güntekin.
doğuştancılık, -ğı is. psikol. Herhangi bir canlı türünün yapısal ve görevsel gelişiminde yaşantı, Öğrenme vb. edinilmiş faktörlere değil, kalıtımla ilgili olanlara ağırlık ve öncelik veren görüş, fıtriye, nativizm.
Doğu Türkçesi öz. is. Hazar Denizi'nin ve Türkmenistan'ın doğusunda kalan Türklerin kullandığı dil.
dok is. İng. dock 1. Gemilerin yükünün boşaltıldığı veya onanldığı, üstü örtülü havuz: "Çekiç sesleri geliyor doklardan / Güzelim bahar rüzgârında ter kokuları / İstanbul'u dinliyorum, gözlerim kapalı." -O. V. Kanık. 2. ekon. Ticaret mallarını saklamak için rıhtımda yapılan büyük depo.
doksan is. 1. Seksen dokuzdan sonra gelen sayının adı. 2. Bu sayıyı gösteren 90, XC rakamlarının adı. 3. sf. Dokuz kere on, seksen dokuzdan bir artık, doksan kapının ipini çekmek içinde bulunduğu sorunu çözmek için kapı kapı dolaşmak, birçok yere uğramak.
doksanar sf. Doksan sıfatının üleştirme biçimi, her birine doksan, her defasında doksanı bir arada olan.
doksanıncı sf. Doksanın sıra sıfatı, sırada seksen dokuzuncudan sonra gelen.
doksanlık, -ğı sf 1. İçinde doksan tane bulunan: Doksanlık portakal sandığı. 2. Doksan yaşında olan: Doksanlık bir ihtiyar.
doktor is. Fr. docteur 1. Hekim. 2. Bir fakülteyi veya bir yüksekokulu bitirdikten sonra belli bir bilim dalında en yükseköğrenim basamağına vardığım, geçirdiği özel sınavla ve başarılı bir eserle gösterenlere verilen akademik unvan, doktor doktor gezmek (veya dolaşmak) tedavide çabuk ve kesin sonuç almak ümidiyle birçok doktora başvurmak: "Çare bulunsun diye az mı ebe kapısı çaldılar, doktor doktor gezdiler?" -A. ilhan.
→ uzman doktor, aile doktoru, akıl doktoru, diş doktoru, ruh doktoru
doktora is. (do'ktora) Fr. doctorat Bir fakülte veya yüksekokulu bitirdikten sonra o bilim dalında sınav ve bilimsel bir eserle erişilen derece, basamak, doktora yapmak yüksek lisans Öğretiminden sonra üst düzeyde öğretim yapmak: "Avrupa'da doktora yapmış bu doçent beye ne buyrulur?" -H. Taner.
doktoralı sf. Doktorası olan.
doktorasız sf. Doktorası olmayan.
doktorculuk, -ğu is. Çocukların hasta ve doktor rolüne girerek oynadıkları oyun.
doktorluk, -ğu is. Hekim olma durumu, hekimlik, tabiplik: "Küçükken beraber doktorluk oynardık, siz doktor olurdunuz." -P. Safa.
doktrin is. Fr. doctrine Öğreti.
doktrinci is. Doktrinle ilgili kimse veya görüş.
doktrincilik, -ği is. Doktrinci olma durumu.
doku is. 1, anat. Bir vücudun veya bir orgamn yapı öğelerinden birini oluşturan hücreler bütünü, nesiç. 2. mec. Bir bütünün yapısı ve Özelliği.
→ doku bilimi, doku bozukluğu, bağ doku, bağlantı doku, besi doku, büyütken doku, destek doku, kan doku, kas doku, katügan doku, kemik doku, kıkırdak doku, özek doku, pek doku, sert doku, sıkı doku, sinir doku, sümük doku, sünger doku, sürgen doku, yağ doku, besi dokusu, korun dokusu, özümleme dokusu, palizat dokusu
doku bilimci is. Doku bilimiyle uğraşan kimse, bilgin.
doku bilimi is. biy. Canhlardaki dokuların oluşum, evrim ve birleşimini inceleyen bilim dalı, histoloji.
doku bozukluğu is. tıp Yara, darbe, iltihap, ur vb. sebeplerle bir organda ortaya çıkan bozukluk, yıpranma, Iezyon.
dokulu sf. Dokusu olan.
→ besi dokulu
dokuma is. 1. Dokumak işi, mensucat, tekstil: Hah dokuma sanatı. Dokuma sanayisi. 2. Minder Örtüsü, yatak kılıfı vb. için kullanılan ve boyalı pamuk ipliğinden dokunan bez. 3. sf. Kumaş olabilen, kumaş yapılabilen. 4. sf. Tezgâhta dokunarak elde edilen (kumaş). 5. mec. Yapı, oluşum: "Bunun için bu ad yıllara dayanacak, boyası has, dokuması sağlam bîr ad olmalı, dedim." -M. Ş. Esendal.
→ dokumahane, dokuma tezgâhı, petek dokuma, tel dokuma
dokumacı is. Dokumacılık yapan kimse: "On iki yaşından beri on beş yıl dokumacı olarak çalışmıştı." -N. Cumalı.
dokumacılık, -ğı is. 1. Kumaş dokuma işi, sanatı veya dokuma ticareti, tekstil. 2. Dokuma sanayisi.
dokumahane is. (dokumahaıne) T. dokuma + Far. hâne Dokuma tezgâhlarının bulunduğu ve çalıştığı yer.
dokumak (-i) 1. Tezgâhta ipliği, çözgü ve atkı durumunda kullanarak kumaş yapmak: "Bir tezgâhta tülbent dokuyan narin bir kıza âşık oldum." -S. F. Abasıyanık. 2. mec. En ince noktalarına kadar özen göstererek, emek vererek ortaya çıkarmak. 3. hlk Ağacın yemişlerini sırıkla vurarak indirmek.
dokumaü sf. 1. Dokuması olan. 2. Dokunmuş: "Ayağındaki seyrek dokumak çorabından utanarak beni önüne doğru itip arkamdan yürüdü." -V. R. Atay.
dokuma tezgâhı is. tek. Dokuma işinin yapıldığı makine veya araç.
dokunaç, -cı is. zool. Birçok omurgasız hayvanın başında bulunan, dokunmaya, tutmaya yarayan hareketli uzantı.
dokunaklı sf. Etkili, insanın içine işleyen, müessir: "Seni anlıyorum kızım dedim. Aklıma daha dokunaklı bir söz gelmedi." -M. Ş. Esendal.
dokunaklılık, -ğı is. Dokunaklı olma durumu.
dokunca is. 1. Kötülüğe yol açan, sağlığı bozan şey. 2. Zarar, dokunca görmek zarara uğramak, harap olmak: "Yangın çıkıp da okul büyük ölçüde dokunca görünce Galatasaray Lisesi buraya taşınmıştır." -S. Birsel.
dokuncalı sf. Zararlı: Birisine yararlı olan, başka birisine dokuncalı olabilir.
dokuncasız sf Zararsız: "Bu iki şiir, kalıp bakımından dokuncasız, biçim bakımından ise başarısızdır." -S. Birsel,
dokundurma is. Dokundurmak işi: "Zaman zaman sertleşen, acı dokundurmalara varan bir tartışmadan sonra..." -T. Buğra.
dokundurmak (-i, -e) 1. Dokunmasını sağlamak: "Ayakkabıyı çıkaracak oldular, ben dokundurmuyorum ki adamlar çıkarsınlar." -M. Ş. Esendal. 2. mec. Bir şeyi üstü kapalı ve sitem yollu hatırlatmak, tariz etmek.
dokunma (I) is. Dokunmak (I) işi, temas.
dokunma (II) is. Dokunmak II) işi.
→ dokunma duyusu
dokunmabana is. hlk Kanser.
dokunma duyusu is. biy. Deri üzerine yapılan değme, vurma, bastırma, çekme vb. etkileri alan duyu.
dokunmak (I) (-e) 1. Nesnelerin sıcaklık, soğukluk, sertlik, yumuşaklık vb. niteliklerini derinin altındaki sinir uçlan aracılığıyla duymak, değmek, el sürmek, temas etmek: "Bir elektrik zilinin düğmesine dokunduk." -A. Haşim. 2. Karıştırmak: Bu kâğıtlara kimse dokunmasın. 3. Almak, kullanmak, el sürmek: "Buğdaydan, bulgurdan ne varsa kimse dokunmuyor, daha zor günlere saklıyordu. " -N, Araz. 4. Sağlığını bozmak: Bu yemek bana dokunur. Bu hava dokundu. 5. İnsanın içine işlemek, duygulandırmak, etkilemek, koymak, batmak: "Hiçbir gözyaşının bana onunkiler kadar dokunduğunu hatırlamıyorum. " -R. N. Güntekin. 6, İlişkin, ilgili olmak, değinmek: Eğitim konusuna dokunan bir yazı, 7. Hafifçe değmek: Rüzgâr estikçe dal antene dokunuyor. 8. Onur, anlayış vb. ile uyuşmaz bir durum ortaya çıkmak: "Erkekte pudra sinirime dokunuyor diyorum, anlamıyorsun." -P. Safa. 9, mec. Tedirgin etmek, sataşmak: "Bu karıncaya dokunmayan çocuk o kocaman adamın oracıkta pestilini çıkaracaktı." -S. F. Abasıyanık.
dokunmak (II) (nsz) Dokuma işi yapılmak: Halılar dokundu.
dokunmatîk, -ği sf, Dokunma ile çalışan (makine).
dokunsal sf. biy. Dokunum ile ilgili olan.
dokunulma is. Dokunulmak işi.
dokunulmak (-e) Dokunma işine konu olmak: "Koluna şemsiye ucu ile dokunulduğunu hissetmişti." -M. Yesari.
dokunulmaz sf. 1. İlişilmez, el sürülmez, taarruzdan korunmuş: "Herkes, kişiliğine bağlı, dokunulmaz, devredilmez, vazgeçilmez, temel hak ve hürriyetlere sahiptir." -Anayasa. 2. mec. Hiçbir biçimde eleştirüemez: "Dokunulmaz, yan bakılmaz, müstesna bir mahluktur." -Y. K. Karaosmanoğlu.
dokunulmazlık, -ğı is. 1. Dokunulmaz, ilişilmez, karışılmaz olma durumu, masuniyet. 2. Anayasa veya uluslararası gelenekler gereğince, kişilere tanınan ilişilmez olma durumu, ayrıcalık: "Protokolde yeri, bedava yolculuk ve dokunulmazlıklar gibi özellikleri olan bir milletvekilisiniz." -Ç. Altan. dokunulmazlığım kaldırmak ilişilmez olma durumunu, masuniyetini saymamak.
→ konut dokunulmazlığı, yasama dokunulmazlığı
dokunum is. biy. Çevremizdeki nesnelerin sıcaklık, soğukluk, sertlik, yumuşaklık vb. niteliklerini derimiz aracılığıyla bildiren duyarlık yeteneği, lamise.
dokunuş (I) is. Dokunma (I) işi veya biçimi, temas: "Yolda, bir aralık hami dizlerinde sıcak bir dokunuş duydu." -P. Safa.
dokunuş (II) is. 1. Dokunma (II) işi veya biçimi. 2. Dokunma ipliklerinin çaprazlama biçimi.
dokurcuk, -ğu is. Desenli veya yollu dokunmuş yün kumaş.
dokurcun is, hlk. 1. Ot veya ekin yığını, tokurcun. 2. Dokuztaş oyunu. 3. Çizgili şayak kumaş,
dokusuz sf. Dokusu olmayan.
→ besi dokusuz
dokutma is. Dokutmak işi.
dokutmak (-i, -e) Dokuma işini yaptırmak.
dokuyucu is. Dokumacı.
dokuyueuluk, -ğu is. Dokuyucu olma durumu.
dokuyuş is. Dokuma işi veya biçimi.
dokuz is. 1. Sekizden sonra gelen sayının adı. 2. Bu sayıyı gösteren 9, IX rakamlarının adı. 3, sf Sekizden bir artık, dokuz ayın çarşambası bir araya gelmek birçok iş birden ortaya çıkıp sıkışık bir durum yaratmak. dokuz doğurmak merakla, heyecanla, sabırsızlıkla beklemek: "Sabahtan beri kamış kökünün içine sığınmış, yüreği ağzında, dokuz doğurarak şahinini bekleyişi..." -Y. Kemal, dokuz körün bir değneği birçok kimsenin tek yardımcısı, tek dayanağı: "Dokuz körün bir değneği, işte bir kızımız var." -R. N. Güntekin. dokuz köyden kovulmuş geçimsizliği veya başka davranışları yüzünden birçok yerden atılmış, dokuz yorgan eskitmek (veya paralamak) çok uzun yaşamak.
→ dokuz babalı, dokuz canlı, dokuzgen, dokuztaş, üçten dokuza, mart dokuzu
dokuzaltmışbeş is. bk. dokuzaltmışbeşlik.
dokuzaltmışbeşlik, -ği is. Namlusu 9,65 mm çapında olan bir tabanca türü.
dokuzar sf Dokuz sayısının üleştirme biçimi, her birine dokuz, her defasında dokuzu bir arada olan.
dokuz babalı sf hkr. Babası belli olmayan, birçok erkekle düşüp kalkan bir anadan doğma.
dokuz canlı sf. 1. Kolay kolay ölmeyen. 2. Çok sağlıklı, herhangi bir hastalığı olmayan, dayanıklı.
dokuzgen is. mat. 1. Dokuz kenarı olan çokgen. 2. sf. Bu biçimde olan.
dokuzlu sf. 1. Dokuz parçadan oluşan, kendinde herhangi bir şeyden dokuz tane bulunan. 2. is. Üzerinde dokuz işareti bulunan iskambil kâğıdı: "Resimli kâğıtlardan sonra ilk ağızda, onlularla dokuzlular gelir," -H. Taner.
dokuztaş is. Dokuz taşla oynanan ve taşların yerleri ile yürütme yolları çizgilerle gösterilen oyun, dokurcun.
dokuzuncu sf. Dokuz sayısının sıra sıfatı, sırada sekizinciden sonra gelen.
dokuzunculuk, -ğu is. Dokuzuncu olma durumu.
doküman is. Fr. document Belge, vesika.
dokümantasyon is. Fr. documentation Belgeleme, bir çalışma için gerekli belgeleri arama ve sağlama, belgelere dayandırma: "Esaslı dokümantasyona ve teknik hünerlere karşın, en büyük handikapları, bu yaşanmışlık sıcaklığından yoksun oluşları idi." -H.Taner.
dokümanter sf. Fr. documentaire Belgesel: Dokümanter film.
dolak, -ğı is. hlk. 1. Tozluk yerine bacaklara ayak bileğinden dize kadar dolanan ensiz ve uzun kumaş parçası. 2. Baş örtüsü, yazma. 3. Boyun atkısı.
dolaksız sf. Dolağı olmayan, büzgüsü bulunmayan: "Adamın sırtında yakasız bir mintanı, bacaklarında da dolaksız bir külot vardı." -H.Taner.
dolam is. 1. Dolama işinin her defası: Bu sargı ancak üç dolam dolanabilir. 2. sf. Bir kez dolanacak miktarda olan: Beş dolam kuşak
dolama is. 1. Dolamak işi. 2. Giysilerin üstüne giyilen, önü açık bir tür üstlük. 3. Başa sarılan bir çeşit örtü, poşu, sarık: "Başıma bir dolama sarıp vardım hocanın durağına. " -T. Oflazoğlu. 4. mim. Çeşitli eserlerdeki barok ve rokoko üslubunda iç içe süsleme motifi. 5. tıp Tırnak yöresindeki yumuşak bölümlerin, bazen de kemiğin iltihaplanmasından ileri gelen ağrılı şiş.
→ dolama otu
dolamak (-i, -e) 1. İplik, şerit, tel vb. nesneleri bir şeyin üzerine döndürerek sarmak. 2. Sarmak, kavuşturmak: "Kollarını boynuma doladı, dizlerime oturmuştu." -S. F. Abasıyanık.
dolama otu is. bot. Dolama otugillerden, çiçekleri küçük, yeşil veya beyaz bir bitki (Paronychia serpilifolia).
dolama otugiller ç. is. bot. İki çenekülerden, örnek bitkisi dolama otu olan ve içine kasık otunu da alan karanfilgillerin alt familyası.
dolambaç, -cı is. 1. Dolanarak giden, dönerek uzanan yolun kıvrıntısı: Bu yolun dolambaçları çoktur. 2. anat. İç kulak. 3. hlk. Başlık: "Atımı bağladım darağacına / Perçemim dolaştı dolambacıma." -Halk türküsü.
dolambaçlı sf. 1. Dolambacı olan: "Sedyeyle apartmanın dar, dolambaçlı merdivenlerinden çıkarmaya çalışıyorlar." -M. Ş. Esendal. 2. mec. İçinden zor çıkılır, çapraşık: "... müessesesinin epeyce karışık ve dolambaçlı işleri içinde bunalmış kalmış." -Y. K. Karaosmanoğlu.
dolambaçsız sf. 1. Dolambacı olmayan. 2. mec. Açık, doğrudan doğruya olan: Dolambaçsız anlatım.
dolamık, -ğı is. Bir tür ağ, bir tür avcı tuzağı.
dolandırıcı is. Birini aldatarak mal veya parasını alan kimse: "Tükürük müfettişi meğer meşhur bir dolandırıcı imiş." -B. Felek.
dolandırıcılık, -ğı is. 1. Dolandırıcı olma durumu. 2. Dolandırıcıya yakışır iş.
dolandırılış is. Dolandırılma işi veya biçimi.
dolandırılma is. Dolandırılmak işi.
dolandırılmak (nsz) Dolandırma işine konu olmak.
dolandırış is. Dolandırma işi veya biçimi.
dolandırma is. Dolandırmak işi.
dolandırmak (-i) 1. Dolanma işini yaptırmak. 2. Dolaştırmak. 3. mec. Birisini aldatarak parasını veya malını elinden almak: "Falan satıcı paranızı dolandırır, göndermeyelim." -R. N. Güntekin.
dolanım is. ekon. Tedavül, sirkülasyon, dolaşım.
→ dolanım hızı
dolanım hızı is. ekon. Paranın herhangi bir işlem sonunda el değiştirme temposu.
dolanış is. Dolanma işi veya biçimi.
dolanlı iflas is. tic. Hileli iflas: "İnancı kötüye kullanma, dolanlı iflas gibi yüz kızartıcı suçlarla hüküm giymiş olanlar..." -Anayasa.
dolanma is. Dolanmak işi.
dolanmak (-e) 1. Bir şeyin çevresine sarılmak: "Kocasının kolu beline bir kobra gibi dolanmış, ince kaburgalarım birbirine geçirecek gibi sıkıyordu." -H. E. Adıvar. 2. (nsz) Bir şeyin çevresinde dönmek, gezmek, dolaşmak: "Arkadan dolanıp uzaktan gözetleyecekti çeşmeyi." -Ç. Altan. 3. (nsz) Karışmak, dolaşmak. 4. Gelişigüzel gezmek: "Kızlarının, gelinlerinin evleri arasında dolanıyor, hep evini, komşularını arıyordu." -N. Cumalı.
dolan taşı is. min. Mineralleri gözle görülebilen, benekli ve yeşilimtırak renkli gabro ile bazalt arası püskürük kütle.
dolantı is. Gezip dolaşılan yer, alan.
dolap, -bı is. Ar. dülâb 1. Genellikle tahtadan yapılmış, bölme veya çekmelerine eşya konulan kapaklı mobilya: "Hemen aynalı dolabını açtı, en iyi çarşafını çıkararak acele giyinmeye başladı." -P. Safa. 2. Dönerek çalışan ve özellikle su çeken düzen: Kuyu dolabı. 3. Dönme dolap. 4. İstanbul bedesteninde dükkân: Bedestende iki dolap tutuyor. 5. tiy. Orta oyununda sahnede dükkân veya ev olarak kullanılan dekor. 6. mec. Düzen, hile, manevra: Çevrilen dolabı sezdi. dolap çevirmek (veya döndürmek) hile ve dalavere ile iş yapmak: "İleride işler yapmaya, dolaplar çevirmeye başlarsa kendi de bundan istifade edecekti." -E. E. Talu. dolaba girmek (veya gelmek) aldatılmak, oyuna gelmek, dolabı bozulmak 1) kurduğu iş düzeni bozulmak; 2) mec.hilesi ortaya çıkmak.
→ dolap beygiri, döner dolap, dönme dolap, gömme dolap, tel dolap, yerli dolap, banyo dolabı, baş üstü dolabı, bostan dolabı, buzdolabı, çalışma dolabı, çamaşır dolabı, ecza dolabı, elbise dolabı, emanet dolabı, evrak dolabı, kahve dolabı, karteks dolabı, kitap dolabı, köşe dolabı, makine dolabı, mutfak dolabı, müzik dolabı, su dolabı, yemek dolabı
dolap beygiri is. Kuyudan su çekip bahçe ve bostanları sulamaya yarayan çarklı düzeni işleten, döndüren at, eşek veya katır, dolap beygiri gibi dönüp durmak (veya dolaşmak) dar bir çevrede hep aynı işi yapmak: "Bir dolap beygiri gibi dönüp dolaşarak ağaçları, çiçekleri sulardım." -R. N. Güntekin.
dolapçı is. 1. Dolap yapan veya satan kimse. 2. İstanbul bedesteninde dolap işleten kimse. 3. mec. Hileci, düzenci: "Eh, erbabıdır dedik, verdik dizginleri eline, halt etmişiz. Dolapçının, fırıldakçının biri çıkmaz mı?" -A. İlhan.
dolapçılık, -ğı is. Dolapçı olma durumu.
dolar is. (I ince okunur) İng. dollar Amerika Birleşik Devletleri ve Kanada vb. devletlerin para birimi.
dolaşık, -ğı sf 1. Karışık (saç, ip vb.): "Bir buğday benizli zülfü dolaşık / Gitme diye beni yolda eğler var." -Karacaoğlan. 2. Dolaşarak giden (yol): "Tozlu ve dolaşık yollar üzerinde saatlerce taban tepmiş." -A. Haşim. 3. mec. Kolay çözülmeyecek veya içinden çıkılmayacak derecede karışık: "Birtakım dolaşık işleri yüzünden istifasını verip çekildi." -Y. K. Karaosmanoğlu. 4. mec. Amacını doğrudan doğruya değil de, dolayısıyla sezdiren: "Dolaşık ve tutuk bir dille, yarı anlaşılır yarı anlaşılmaz cümleler mırıldanmaya başladı." -P. Safa.
dolaşıklık, -ğı is. Dolaşık olma durumu.
dolaşıksız sf Dolaşık olmayan.
dolaşılma is. Dolaşılmak işi.
dolaşılmak (nsz) Dolaşma işi yapılmak: Her yer dolaşıldı. Burada dolaşılmaz.
dolaşım is. 1. Dolaşma işi. 2. Para ve para yerine geçen bono, senet vb. geçerli olma, sürümde bulunma, sürüm, geçerlik. 3. Mal veya paranın elden ele dolaşması, dolanım, sirkülasyon, para dolaşımı. 4. onat. Kan dolaşımı.
→ açık dolaşım, büyük kan dolaşımı, hava dolaşımı, kan dolaşımı, küçük kan dolaşımı, para dolaşımı
dolaşma is. Dolaşmak işi: "Bir yaşlı yöruk kasaba sokaklarında dolaşmaya başlamıştı. " -T. Buğra.
dolaşmak (nsz) 1. Gezmek, gezinmek: "Belki otuz defa, belki kırk defa, otelin merdivenlerini inip çıkıyor, her yeri dolaşıyor." -M. Ş. Esendal. 2. Doğru gitmeyip yolu uzatmak: Bu yoldan giderseniz çok dolaşırsınız. 3. Dönüp başka bir yönden gelmek: Dolaş da arka kapıdan gel. 4. Kan, damarlarda yer değiştirmek: Damarlarında aynı kan dolaşıyor. 5. Saç, İplik vb. şeyler birbirine karışarak güç çözülür duruma gelmek: Saçları taranmamaktan dolaşmış. 6. (-i) Bir yeri belli bir amaçla gezmek: Müzeleri dolaşmak. 7. Denetlemek amacıyla bir yeri gezmek. 8. Nefes, el bir şey üzerinde hafifçe hareket etmek. 9. müz. Gezinmek. 10. mec. Çok kimse tarafından söylenmek. 11. mec. Belirmek: "Başında dolaşan bir tehlikeden bahsediyorum." -Y. K. Karaosmanoğlu.
→ sarmaş dolaş
dolaştırılma is. Dolaştırılmak işi.
dolaştırılmak (nss) Dolaştırma işine konu olmak: Çocuk bahçede dolaştırıldı.
dolaştırma is. Dolaştırmak işi.
dolaştırmak (-e, -i) Dolaşma işini yaptırmak.
dolay is. Bir yeri saran başka yerlerin bütünü, çevre, havali, etraf: "Yaratma heyecanı içinde yorulma denen şey onun dolayına uğramazdı. " -H. Taner.
→ dolay kutupsal
dolayı sf. hlk. 1. Çevrede, etrafta bulunan: "Atlar koşacak. Pehlivanlar güreşecek. Şehirden, dolayı köylerden çağrılanlar geliyorlar. " -M. Ş. Esendal. 2. zf. Ötürü, yüzünden, sebebiyle: "Daha dün bu sözümden dolayı okşuyorlardı." -R. H. Karay.
→ dolayı dolayı, fırdolayı
dolayı dolayı zf hlk. Dönerek: "Bizim alayımız leylek alayı I Havada uçarız dolayı dolayı. " -Halk türküsü.
dolayısıyla zf. (doîayısı'yla) 1. Bağlı olarak, doğrudan doğruya olmayarak: Dolayısıyla onun da ne düşündüğünü anlamış olduk. 2. Sebebiyle, yüzünden, ... -dan (-den) ötürü, hasebiyle, haysiyetiyle: "Başka sebepler dolayısıyla aileye karşı koymuş bulunuyordu. " -Y. K. Karaosmanoğlu.
dolay kutupsal sf. astr. 1. Kutup yakınında olan. 2. Herhangi bir yere göre 24 saat içinde çizdiği çember ufkun üstünde kalıp kendisi hiç batmayan (yıldız).
dolaylama is. ed. Süslü, sanatlı edebî söz: Atatürk yerine Büyük Kurtarıcı veya Ankara yerine Türkiye'nin kalbi demek gibi.
dolaylı sf. Doğrudan doğruya olmayan, dolayısıyla olan, vasıtalı, bilvasıta, dolaylı anlatmak anıştırmak, ima etmek.
→ dolaylı özne, dolaylı tümleç, dolaylı vergi
dolaylı özne is. dbl. Sözde özne.
dolaylı tümleç, -ci is. dbl. Fiilin anlamım bütünleyen ve yönelme, kalma, çıkma durumlarından birinde bulunan veya edat alan tümleç; Çocuklar eve geldi.
dolaylı vergi is. ekon. Yükümlüsü önceden bilinmeyen, mali satın alanı yükümlendiren, tüketiciden alınan vergi: Tekel maddelerinden alınan vergi, dolaylı vergidir.
dolaysız sf. 1. Doğrudan doğruya olan, vasıtasız, bilavasıta. 2. zf. Araya herhangi bir araç girmeden: "Kadının üretime dolaysız katılması, ona ekonomik özgürlüğünü sağlamaktır. " -A. İlhan.
→ dolaysız vergi
dolaysız vergi is. ekon. Yükümlüsü önceden bilinenden doğrudan doğruya alınan vergi.
doldurma is. 1. Doldurmak işi: "İstasyon çeşmesinden sularını doldurmaya giden babalar, kardeşler..." -R. N. Güntekin. 2. ed. Gereksiz söz ve benzetmelerle dolu anlatım. 3.//z. Yükleme.
doldurmak (-i) 1. Dolmasını sağlamak, dolu duruma getirmek: "Fazla eşyasını acele acele valize doldurdu." -R. H. Karay. 2. Araç deposunu akaryakıtla tamamen dolu duruma getirmek. 3. Ateşli silahların içine mermi sürmek: "İki tabanca getirdiler, takır takır doldurdular." -F. R. Atay. 4. Bildirge, çizelge, fiş vb. basılı kâğıtların boş yerlerini tamamlamak: "Osmanlı tabiiyetini haiz Müslim diye, yol tezkeresi doldururlardı." -Ö. Seyfettin. 5. Yaşını, yılını bitirmek: "Yirmi yaşını dolduralı bir iki seneden fazla olmamıştı." -O. V. Kanık. 6. Ses, koku yayılıp kaplamak: "Odanın içini kızarmış bir ekmek kokusu doldurmuştu." -S. F. Abasıyanık. 7. Belirli bir süreyi kaplamak, almak: "Balıkçılara yardım etmek bütün zamanım doldurmayınca kentin içerilerine, gecekondu mahallelerine gitti." -A. Kutlu. 8. mec. Canlılık kazandırmak: "Evi sade sesiyle değil, vücudu ile de doldurdu." -H. Taner. 9. mec. Birini, başkası için kötü düşünecek bir duruma getirmek: "Ah, biliyorum, biliyorum seni o gece doldurdular." -Y. K. Karaosmanoğlu.
doldurtma is. Doldurtmak işi.
doldurtmak (-i, -e) Doldurma işini yaptırmak.
doldurulma is. Doldurulmak işi.
doldurulmak (nsz) 1. Dolu bir duruma getirilmek. 2. mec. Biri, başkası için kötü düşünecek bir duruma getirilmek.
dolduruş is. Doldurma işi veya biçimi, dolduruşa gelmek argo yönlendirilmek, kışkırtılmak. dolduruşa getirmek argo yönlendirmek, kışkırtmak.
dolgu is. 1. Bir oyuğun, bir kovuğun İçine doldurulan madde: Diş dolgusu. 2. Toprak doldurma işlemi. 3. Bu işlemin sonucu. 4. mdn. Cevher alınmasından sonra oluşan boşlukların doldurulma işleminde kullanılan taş, toprak vb. malzeme, dolgu yapmak 1) doldurmak; 2) çürük dişleri temizleyip oyuğu, uygun bir madde ile doldurmak.
→ taş dolgu, baca dolgusu
dolgulu sf. İçinde dolgu maddesi olan, doldurulmuş.
dolgun sf. 1. Dolarak biçimi yuvarlaklaşmış: Dolgun yastık. 2. Şişmana yakın, balıketinde: "Dolgun karnım güçlükle taşıyan genç bir kadın gelip oturdu." -B. Felek. 3. Çok, bol, fazla, yüksek (ücret, para vb.): "İlk işi babasını memnun etmek için, ona dolgun bir maaşa geçtiğim yazmak olmuş." -A. Ş. Hisar. 4. mec. Öfke, kızgınlık, kırgınlık vb. duygularla dolu: "Müftüye karşı adamakıllı dolgundu." -R. N. Güntekin. 5. mec. Birbirine uyan, uyum gösteren: "Atasözleri, çoğu zaman dolgun kafiyelere yaslanıyorlar." -B. R. Eyuboğlu.
→ dolgun maaş, dolgun ücret, etine dolgun
dolgunca sf. 1. Biraz şişman. 2. Fazlaca, çokça, bol: "Sonra daha dolgunca bir maaşla bir tütün şirketine kasadar oldu." -R. N. Güntekin.
dolgunlaşma is. Dolgunlaşmak işi.
dolgunlaşmak (nsz) Dolgun duruma gelmek.
dolgunluk, -ğu is. Dolgun olma durumu.
→ kulak dolgunluğu
dolgun maaş is. Dolgun ücret.
dolgun Ücret is. Yüksek ve tatmin edici ücret.
dolikosefal, -li is. Fr. dolichocephale onat. Uzun kafalı.
dolma is. 1. Dolmak işi. 2. Tavuk, kuzu gibi hayvanların veya biber, domates vb. sebzelerin içine pirinç ve başka şeyler doldurularak pişirilen yemek. 3. sf. Doldurularak yapılan: Dolma arazi. 4. argo Yalan, hile, dalavere. dolma yutmak argo kanıp aldanmak.
→ dolma biber, dolma kalem, dolma otu, ağızdan dolma, kulaktan dolma, yalancı dolma, zeytinyağlı dolma, biber dolması, domates dolması, ekmek dolması, kabak dolması, uskumru dolması, yaprak dolması
dolma biber is. Dolma yapmaya uygun, büyük biber türü, dolmalık biber.
dolmak, -ar (nsz) 1. Dolu duruma gelmek. 2. Bitkiler olgunlaşmak, erginleşmek: "Gök ekini biçer gibi'... Başaklar daha dolmadan." -T. Buğra. 3. Bir yere İyice yayılmak, kaplamak: "Oda sigara dumanı dolmuştu." -S. F. Abasıyanık. 4. Bir yerde pek çok eşya veya kimse toplanmak, kalabalık duruma gelmek: "Kıştan kurtulur kurtulmaz deniz kenarları insanla, sandalla dolar." -S. F. Abasıyanık. 5. Süre, hesap tamamlanmak: Süresi doldu, emekliye ayrıldı. 6. mec. Sabn tükenip öfkesi taşacak duruma gelmek. dolup taşmak gereğinden çok olmak, gereğinden çok kaplamak: "Dışarıda bulutsuz bir temmuz göğü, öğle güneşinin yakıcı aydınlığıyla dolup taşıyordu." -N. Cumalı. dolma kalem is. İçine mürekkep doldurularak kullanılan yazı kalemi: "Elinde dolma kalem, bacanağına mektup yazıyordu." -H. Taner.
dolmalık, -ğı sf Dolma yapmaya yarar: Dolmalık fıstık.
→ dolmalık biber
dolmalık biber is. Dolma biber.
dolma otu is. bot. Dolma otugillerden, çiçekleri küçük, yeşil veya beyaz bir bitki (Paronychia serpilifolia).
dolma otugiller ç. is. bot. İki çeneklilerden, örnek bitkisi dolma otu olan ve içine kasık otunu da alan karafilgillerin alt familyası.
dolmen is. (Keltçeden) tar. İkisi dikili, üçüncüsü de bunların üzerine kapak gibi yatırılmış üç büyük taştan oluşturulmuş Taş Devri mezarı.
dolmuş sf. 1. Boş yeri kalmamış, meşbu. 2. is. Yolcu taşımaya yarayan kayık, motor, otomobil, minibüs vb. küçük taşıt: "En iyisi ben buradan bir dolmuşa binip eve gideyim. " -Ç. Altan. dolmuş yapmak 1) teker teker yolcu alıp dolduğunda yola çıkan taşıtla yolcu taşımak; 2) birkaç kişi ortaklaşa bir taşıt tutmak.
→ dolmuş durağı, dolmuş uçak
dolmuşçu is. Dolmuş işleten kimse: "Dolmuşçuların çoğu da babasının, anasının evini satarak bir araba edinmiştir." -F. R. Atay.
dolmuşçuluk, -ğu is. Dolmuşçunun işi veya mesleği.
dolmuş durağı is. Dolmuşların yolcu İndirip bindirdiği yer.
dolmuş uçaki -ğı is. Belirli merkezler arasında bir tarifeye bağlı olmaksızın düzenlenen ucuz uçak seferi.
dolomit is. Fr. dolomite jeol. Kalsiyum ve magnezyumlu karbonat birleşiminde bir mineral.
dolu (I) is. Havada su buğusunun birden yoğunlaşıp katılaşmasından oluşan, türlü irilikte, yuvarlak veya düzensiz biçimli saydam buz parçalan durumunda yere hızla düşen bir yağış türü: "Dolu ekinlerini vurmuşsa bir yıl aç demekti." -T. Buğra, dolu yağmak dolu yere düşmek.
dolu (II) sf. 1. İçi boş olmayan, dolmuş, meşbu, boş karşıtı: Su ile dolu bir şişe. 2. Bir yerde sayıca çok: Dağda keklik dolu. 3. Boş yeri olmayan, her yeri tutulmuş olan: "Haftaya pazartesiye kadar bütün uçaklar dolu." -A. İlhan. 4. Boş vakti olmayan, meşgul: Bugün doluyum. 5. Çok olan (iş, uğraş, olay vb.). 6. İçinde atılacak mermisi bulunan (top, tüfek vb. ateşli silahlar): Tabanca doludur, dikkat edin. 7. Tornacılıkta delik açılmamış (gereç). 8. mec. Bir duygunun güçlü etkisinde olan. 9. is. esk. İçki doldurulmuş bardak, doluya koydum almadı, boşa koydum dolmadı içinden çıkılmayan güç bir durum karşısında söylenen bir söz.
→ doludizgin, dolu serpme, bir dolu, deli dolu, hayat dolu, yüreği dolu, ağız dolusu, avuç dolusu, etek dolusu, kucak dolusu
doludizgin zf 1. Son hızla, çok hızlı bir biçimde: "Bir gün doludizgin boşanan atlarımızla. " -Y. K. Beyatlı. 2. mec. Tam anlamıyla: "Doludizgin, bir bekârlığın tam tadını çıkaran, renkli, değişken, hızlı bir yaşam sürüyordum." -H. Taner, doludizgin gitmek 1) son hızla koşmak; 2) mec. önüne geçilemeyecek biçimde olmak: "Kendimi yalnız sanıyor ve talihin arabasında doludizgin gidiyordum." -A. H. Tanpınar.
dolukma is. Dolukmak işi.
dolukmak (nsz) hlk. Göz yaşarmak, ağlayacak duruma gelmek: "İmam dolukunca cemaate ağlamak düşer." -Atasözü.
doluluk, -ğu is. Dolu olma durumu.
dolum is. Doldurma işi: Benzin dolum yeri.
dolunay is. astr. Ayın tam bir daire olarak dolgun, parlak görüldüğü evre, bedir.
dolu serpme is. Zımpara üretiminde tanecikler arasında belirli boşluklar kalmayacak biçimde düzenlenen tane yapıştırma işlemi.
dolusu sf. Dolduracak kadar: Yemeğe iki kepçe dolusu yağ konuldu.
doluş is. Dolma işi veya biçimi.
doluşma is. Doluşmak işi.
doluşmak (nsz) Bir yerde toplanmak, bir araya gelmek.
domalan is. bot. Asklı mantarlardan, toprak içinde yumru biçiminde yetişen, yenilebilen bir bitki, yer mantarı, karakeme (Tuber melanosporum).
domalış is. Domalma işi veya biçimi.
domalma is. Domalmak işi veya durumu.
domalmak (nsz) hlk. Dizler bükük, baş ileride, çömelmiş bir durum almak.
domaltma is. Domaltmak işi veya durumu.
domaltmak (-i) Domalmasını sağlamak.
domates is. (domates) Rum. bot. 1. Patlıcangillerden, yaprakları tüylü, çiçekleri salkım durumunda, vitamince zengin, kırmızı ürünü için yetiştirilen bir bitki (Lycopersion esculentum). 2. Bu bitkinin yenilen kırmızı veya yeşil ürünü.
→ domates çorbası, domates dolması, domates salçası, bahçe domatesi, sırık domatesi
domates çorbası is. Ana maddesi domates suyu olan çorba.
domates dolması is. Dolma.
domates salçası is. Yemeklere tat ve lezzet vermek için domatesten yapılan salça.
dombay is. hlk. Manda, su sığırı.
domdom is. (Hindistan'daki Dumdum şehrinin adından) Domdom kurşunu.
domdom kurşunu is. hlk. Baş tarafı haç biçimi çentilmiş, çarptığı yerde tehlikeli yaralar açan bir tür tüfek kurşunu, domdom.
domesük, -ği sf. Fr. domestique 1. Evcil. 2. Yerel, yerli. 3. is. İç, ülke İçi.
dominant sf. Fr. dominante Başat.
domino is. (domi'no) Fr. domino 1. Üzerleri noktalarla işaretli dikdörtgen biçiminde yirmi sekiz taşla masa üzerinde oynanan bir oyun: "Kahvede vakit tavla, dama ya da domino oynayarak geçer." -S. Birsel. 2. Maskeli balolarda giyilen kukuletalı uzun giysi.
dominyon is. İng. dominion İngiliz uluslar topluluğuna üye olan bağımsız ülke: Avustralya dominyonu. Yeni Zelanda dominyonu.
domur is. hlk. 1. Kabarcık. 2. Tomurcuk.
→ domur domur
domur domur zf. 1. Boncuk gibi iri taneler durumunda: Domur domur terlemiş. 2. Kabarık kabarık: "Gövdesi domur domur yarılmış, dalları bükülmüş, yere sarkmıştı." -Y. Kemal.
domuz is. 1. zool. Çift parmaklılardan, eti ve yağı için beslenen evcil hayvan (Susacrofa domestica). 2. hlk. Hain, aksi, ters, inatçı kimse: "Domuzun malı için can tüketmeye mi geldik dünyaya?" -R. H. Karay, domuz gibi tkz. 1) kötü huylu ve hain; 2) adamakıllı, iyice: Domuz gibi bilir, ama söylemez! domuz gibi tıkınmak (veya yemek) oburcasına çok yemek: "Şişmanlıyorum, neden yine bir domuz gibi tikindim?" -A. İlhan. domuzdan (bir) kd çekmek (veya koparmak) sevilmeyen veya eli sıkı olan birinden bir şey alabilmek.
→ domuz arabası, domuzayağı, domuz ayrık otu, domuz bağı, domuz balığı, domuz damı, domuz derisi, domuz dikeni, domuz otu, domuztırnağı, domuz yağı, Afrika domuzu, Hint domuzu, yaban domuzu, yer domuzu
domuz arabası is. Ağır yükleri yakın yerlere taşımak için kullanılan, ufak tekerlekli, üstü düz, alçak araba.
domuzayağı is. Tüfek namlusundan sıkıyı çıkarmaya yarar çengelli çubuk.
domuz ayrık otu is. bot. Buğdaygillerden, tarıma zararlı bir bitki (Cynodon dactylon).
domuz bağı is. Bükülmüş dizler arasına başın sokulması, el ve ayakların boyunla birlikte bağlanıp kımıldanamayacak duruma getirilmesi yoluyla yapılan işkence biçimi.
domuz balığı is. zool. Yunus balığıgillerden bir memeli türü (Phocaena communis).
domuz damı is. Maden kuyularında, çökme tehlikesi olan yerlerde her yanı direklerle örülen boşluk.
domuz derisi is. Çanta ve ayakkabı yapımında kullanılan bir tür sağlam deri.
domuz dikeni is. bot. Yapraklan sapsız ve dikenli, çiçekleri etli, otsu bir bitki.
domuzgiller ç. is. zool. Çift parmaklılar takımının, geviş getirmeyenler alt takımına giren bir familya.
domuzlan is. zool. Km kanatlılardan bir böcek (Brachynus crepitans).
domuzlaşma is. Domuzlaşmak işi.
domuzlaşmak (nsz) Hainlik etmek, aksilik etmek.
domuzluk, -ğu is. 1. Hainlik, haincesine inatçılık: "Köylü, bu yalancı dilde bir tuzak, bir domuzluk sezer gibi oldu." -R. N. Güntekin. 2. hlk. Su değirmeninde çarkın bulunduğu ve döndüğü yer. domuzluk etmek hainlik etmek, haince davranmak, inatçılık etmek.
domuz otu is. bot. Kumsallarda ve kayalıklarda yetişen san çiçekli ot.
domuztırnağı is. den. Palanganın takılması için kullanılan, bir yanı çatal biçiminde çift tırnaklı, öbür yanı halkalı demir kanca.
domuzuna zf. 1. İnat olsun diye, inadına: "Bu sözler hiç şüphesiz Celal Sahir'in değildi, domuzuna harbe sokulmamız için havaya atılmış mantıklardı." -Y. K. Beyatlı. 2. İyiden iyiye, adamakıllı, çok: "Madam da domuzuna gâvurdu. Göğsünün üstünde daima bir altın haç."-P. Safa.
domuz yağı is. Domuzdan çıkarılan yağ.
don (I) is. hlk. 1. Giysi. 2, Vücudun belden aşağısına giyilen uzun veya kısa iç giysisi, külot, donuna etmek (veya kaçırmak veya doldurmak veya yapmak) 1) küçük veya büyük abdestini donuna etmek; 2) mec. çok korkmak.
→ don gömlek, çatal don, uzun don, iç donu, iş donu
don (II) is. Hava sıcaklığının sıfırdan aşağı düşmesiyle suların buz tutması, don çekmek donmak: "Badem ağacı, ayaz vurmaz, don çekmez, solmaz, dökülmez çiçeklerini açmıştı." -T. Buğra, don çözülmek hava ısınarak buzlar erimeye başlamak, don kesmek hlk. bitki soğuktan bozulmak, donmak. don tutmak buz tutmak, donmak.
→ don yağı
don (III) is. At kılının rengi.
→ at donu
donakalma is. Donakalmak durumu.
donakalmak (nsz) Şaşırıp bir süre ne yapacağını, ne diyeceğini bilememek: "Kaşlarım kaldırarak kafasını salladığı saniye donakalmıştım." -S. M. Alus.
donam is. hlk. 1. Bir evin kapı, pencere, tavan, döşeme vb. bölümleri. 2. Gemi ve sandalların donanından: "Ayşe'yse köyün önünden geçen kayıkların teknelerini, yelkenlerini, donamlarını hep ezbere bilirdi." -Halikarnas Balıkçısı.
donama is. Süsleme, tezyin. donamak (-i) Süslemek, tezyin etmek.
donanım is. 1. den. Bir gemi direğine, bir yelkene veya başka bir parçaya bağlı bulunan halat ve makara vb. manevra araçları. 2. Tesisat, döşem: Elektrik donanımı. 3. Bir bilgisayarda bulunan fiziksel birimler.
→ donanım kilidi
donanım kilidi is. Bilgisayarda bazı programların izinsiz kullanılmasını engelleyen kilit.
donanma is. 1. Donanmak işi. 2. Belli bir amaçla kullanılan gemilerin bütünü. 3. Bayramlarda, sevinçli günlerde bayrak, ışık kullanıp fişek yakarak yapılan şenlik, donanma gecesi: "Onun bu donanma gecesine katılışının bir tek sebebi var." -Y. Z. Ortaç. 4. den. Bir devletin deniz kuvvetleri: "Donanmanın topları ormanın üzerine nefes aldırmaksızm ateş döküyor." -A, İlhan.
→ donanma gecesi, ince donanma
donanma gecesi is. Donanma.
donanmak (nsz) 1. Giyinip kuşanmak, süslenmek: "Aç doymam, çıplak donanmam der." -Atasözü. 2. Yayılıp kaplanmak: Baharda ağaçlar çiçeklerle donandı. 3. Işıklı duruma gelmek, ışıklarla bezenmek: "Bu gördüğünüz yol şenlik gecesi gibi ardı arası kesilmez sıra sıra otomobillerin fenerleriyle donanırdı." -R. N. Güntekin. 4, Gerekli nesneler bir araya getirilip süslenmek, gösterişli duruma getirilmek: "Kırk türlü kuru yemişle donanmış masanın ortasına dikilmiş bir ince, ufak mum vardı." -A. Gündüz.
donatı is. ask Teçhizat.
donatılı sf. Donatısı olan.
donatılma is. Donatılmak işi.
donatılmak (nsz) Donatma işine konu olmak veya donatma işi yapılmak: "Renk renk şemsiyelerle donatılmış kilometreler boyu alabildiğine bir plaj..." -Ç. Altan.
donatım is. 1. Donatma, teçhiz: "Ercüment'in bütün futbol donatımı tamamdı." -H. Taner. 2. Bir fabrikayı, bir havaalanını, bir spor kuruluşunu veya bir askerî birliği etkinlik göstermesi için gerekli araç ve gereçlerle donatma. 3. Bir sanat eserinde ikinci derecede olan ayrıntılar, yardımcı Öğeler.
→ ordu donatım
donatımcı is. sin. ve tiy. Bir film veya tiyatro eseri için gerekli sahne donatımı işini yöneten kimse.
donatışız sf Donatısı olmayan.
donatış is. Donatma işi veya biçimi.
donatma is. Donatmak işi, teçhiz.
donatmak (-i) 1. Birinin giyimini sağlamak. 2. Süslemek: "Bütün bahçeyi, donanma gecelerinde olduğu gibi, fenerlerle, renkli fanuslarla donatmışlar; bayraklar asmışlar." -S. M. Alus. 3. Bir şeyin iş görebilmesi için gereken nesneleri, gereçleri katmak, teçhiz etmek: "Türk askerim donatmak için yılda 570 dolar yeter." -A. İlhan. 4. mec. Sövmek. 5. mec. Azarlamak.
donattırma is. Donattırmak işi veya durumu.
donattırmak (-i, -e) Donatma işini yaptırmak.
donduraç, -cı is. Derin dondurucu, dipfriz.
dondurma is. 1. Dondurmak işi. 2. Şekerli sütün veya meyve sularının dondurulmasıyla hazırlanan soğuk yiyecek: "Dondurmalarını yalaya yalaya dolaşmaya başladılar." -N. Curnalı.
→ kaymaklı dondurma, Maraş dondurması
dondurmacı is. 1. Dondurma yapan veya satan kimse: "Uzakta mahalle mahalle dolaşan dondurmacının sesi." -Y. Z. Ortaç, 2. Dondurma satılan yer.
dondurmacılık, -ğı is. 1. Dondurmacı olma durumu. 2. Dondurma yapma ve satma işi.
dondurmak (-i) 1. Donmasını sağlamak. 2. mec. Beklemeye almak. 3. mec. Bir şeyi değiştirilemez durumda tutmak: "Onun öyle bir cevap verişi vardır ki, sizin bütün söyleyeceğinizi ağzınızda dondurur." -H. C. Yalçın.
dondurucu is. 1. Donmaya yol açan, donduran şey. 2. sf Çok soğuk (hava).
→ derin dondurucu
dondurulma is. Dondurulmak işi.
dondurulmak (nsz) 1. Dondurma işine konu olmak veya dondurma işi yapılmak. 2. mec. Beklemeye alınmak. 3. mec. Değişmez duruma getirilmek: İşçi ücretlerinin dondurulması.
dondurulmuş sf. 1. Soğutucu aracılığıyla buzlu duruma getirilmiş: Dondurulmuş et. 2. mec. Beklemeye alınmış. 3. mec. Değiştirilemez durumda tutulmuş.
dondurulmuşluk, -ğu is. Dondurulmuş olma durumu.
done is. Fr. donnee Veri.
don gömlek zf tkz. Üzerinde sadece iç çanlasın var denilecek kadar soyunmuş durumda: "Mustafa don gömlek kapının önünde gözüktü." -S. F. Abasıyanık. don gömlek kalmak her şeyini kaybetmek.
donkişotluk, -ğu is. Gereği yokken kahramanlık göstermeye kalkışma durumu.
donlu sf Donu olan: "Beyaz donlu çocukların yol kenarında selama duruşları, beni içlendiriyordu. " -Y. K. Karaosmanoğlu.
donma is. Donmak işi.
→ donma derecesi, donma noktası
donma derecesi is. kim. Bir maddenin akışkan durumdan katı duruma geçtiği derece.
donmak, -ar (nsz) 1. Sıvı, soğuğun etkisiyle katı duruma gelmek, buz tutmak. 2. Yaşamını yitirmek, soğuktan ölmek: "Donmak üzere olan insanların tatlılığını içimde duymaya başladım." -S. F. Abasıyanık. 3. Çok üşümek. 4. Bitki soğuktan zarar görmek, yararlanılmaz duruma gelmek. 5. Kimyasal bir etki ile katılaşmak: Çimento ve alçı çabuk donar. 6. fiz. Eriyik durumda bulunan bir metal katı duruma geçmek. 7. mec. Beklenmedik bir durum karşısında birden hareketsiz kalmak: "Salonun içinde kimse kımıldayamadı. Hepsi olduğu yerde dondu. Taş kesildi." -Ö. Seyfettin. 8. mec. Gelişmemek, yeniliklere açık olmamak: "Bütün kafaların donmuş, taşlaşmış olmasını istiyorlar." -Ç. Altan. donup kalmak donakalmak.
donma noktası is. fiz. 1. Eriyik durumda bulunan bir metalin kendi özelliğine bağlı olarak donmaya başladığı andaki ısı derecesi. 2. kim. Suyun donmaya başladığı derece.
donmuş sebze is. Daha sonra kullanılmak üzere bir kap içinde dondurulmuş taze sebze.
donra is. hlk. 1. Saç kepeği, kaş konağı. 2. Kalınlaşmış, tabaka durumuna gelmiş kir.
donsuz sf. 1. Don giymemiş olan. 2. mec. Yoksul. 3. mec. Serseri.
donuk, -ğu sf. 1. Parlaklığı olmayan, mat: "Donuk yıldızlar gökte titreşir." -N. Cumalı. 2. Canlılığı olmayan, fersiz (göz): "Bakarsınız donuk bakışlı, alık suratlı bir adam onların elinde bir dâhi çehresi alıvermiş." -H. Taner. 3. mec. Canlılığı az olan, durgun, uyuşuk: Donuk bir adam. Donuk bir anlatış.
→ donuk donuk
donuk donuk zf. 1. Canlılığı olmayarak: "Zeki ve yuvarlak yüzlü bir çocuk, kendinden büyük kılıcına sarılmış, donuk donuk bakıyor. " -F. R. Atay. 2. Rengini ve parlaklığını yitirmiş, mat bir biçimde: "Pirinç kakmaları donuk donuk ışıldayan hamam kapısını iterek İçeri girdi." -C. Uçuk.
donuklaşma is. Donuklaşmak durumu.
donuklaşmak (nsz) Donuk duruma gelmek: "Sonra birdenbire donuklaşarak müdüre sordu." -T. Buğra.
donuklaştırma is. Donuklaştırmak işi.
donuklaştırmak (-i) Donuk duruma getirmek.
donukluk, -ğu is. Donuk olma durumu: "Yüzünde kendisi kadar ehemmiyetli olmayan mahluklarla konuşmaya mecbur kalmış bir yarı tanrı donukluğu vardı." -R. E. Ünaydın.
don yağı is. 1. Normal sıcaklıkta katı durumda bulunan ve içyağlannın eritilmesiyle elde edilen hayvansal yağ. 2. sf. mec. Soğuk ve sevimsiz (kimse), don yağı gibi konuşmayan, hareketsiz (kimse), don yağının tortusu gibi kalmak (veya oturmak) çevresindekilerle iletişim kurmadan ilgisiz ve donuk kalmak.
dopdolu sf. (dopdolu) Büsbütün dolu.
doping is. İng. doping sp. Bir spor yarışması sırasında vücuda ek enerji sağlamak için kullanılan uyarıcı ilaç. doping yapmak 1) bazı bedensel özellikleri değiştiren veya artıran bir uyarıcı maddeyi çok az miktarda almak: "Günahı boynuna, doping de yapıyormuş. " -H. Taner. 2) mec. uyarıcı etkide bulunmak.
dopingleme is. Doping yapma.
dopinglemek (-e) Doping yapmak.
dorse is. İng. dorse Taşıma araçlarındaki kasa.
doru sf. 1. Gövdesi kızıl, ayaklan ve yelesi koyu renkli olan (at). 2. Bu renkte olan (at donu).
→ yağız doru, kestane dorusu
doruk, -ğu is. 1. Dağ, ağaç vb. yüksek şeylerin tepesi, en yüksek yeri, zirve, şahika. 2. mec. En üstün basan düzeyi: "Dorukta yalnız kalmak ve doruktan başlamak ne kadar da zormuş meğer." -T. Buğra.
→ doruk çizgisi, doruk dal, doruk toplantısı, dip doruk, din doruğu
doruk çizgisi is. coğ. Yüksek dağlarda, doruk uçlannı birbirine bağlayan ve bitişik iki aklanı ayıran sınır.
doruk dal is. Aşıdan gelişen sürgünün dik uzaması ile oluşan ve ağacın gövdesini meydana getiren dal.
doruklama is. 1. Doruklamak işi. 2. zf. Tepeleme.
doruklamak (-i) hlk Bir kabı tepeleme doldurmak.
doruk toplantısı is. Devlet katındaki en yetkili kişilerin bir araya gelerek yaptıklan görüşme, zirve toplantısı.
dorum is. hlk. Deve yavrusu.
dosdoğru sf. (dosdoğru) 1. Çok doğru. 2. zf. Sağa sola sapmadan: "Dosdoğru dayımın karşısına geçerek bağırdım." -P. Safa.
dost is. Far. düst 1. Sevilen, güvenilen, yakm arkadaş, gönüldaş, iyi görüşülen kimse, düşman karşıtı: Dostlar beni hatırlasın." -' Aşık Veysel. 2. Erkek veya kadının evlilik dışı ilişki kurduğu kimse, zamazingo: "Bir dostu vardı, belalı, çapkın bir delikanlı." -H. R. Gürpınar. 3. Sahibine sevgi gösteren hayvan: Köpek insan dostudur. 4. Bir şeye düşkün olan, aşırı ilgi duyan kimse: Kitap dostu. 5. sf. iyi geçinen, aralarında iyi ilişki bulunan: "Yüzleri tatlı, dilleri tatlı, dost insanlardı bunlar." -T. Buğra, dost ağlatır, düşman güldürür (veya dost sözü acıdır) dost olan kimsenin söylediği söz, acı da olsa, insanın iyiliği içindir, dost başa, düşman ayağa bakar temiz giyinip kuşanmanın gerekliliğini anlatan bir söz. dost edinmek dost kazanmak: "Yolda iki dost edinip on gün birisinin, on gün Ötekinin erzak torbasından karnım doyurdu." -F. R. Atay. dost kara günde belli olur gerçek dost üzüntülü, sıkıntılı günlerde insanı yalnız bırakmaz. dost olmak yakınlık kurmak, ahbap olmak: "Otelde tanıdıkları içinde en çok sevdiği Edibe Hanım, kendi kendine bulup dost olduğu bir genç hanım." -M. Ş. Esendal. dost tutmak erkek veya kadın evlilik dışı ilişki kurmak, dosta düşmana karşı dostlara üzüntü vermemek, düşmanları da sevindirmemek için, ele güne karşı. dostun attığı taş baş yarmaz dostun acı sözü veya sert davranışı insana ağır gelmez. dostlar alışverişte görsün (diye) gösteriş olsun, iş görüyor densin (diye), dostlar başına bir şeyi dostları için de dilemek amacıyla kullanılan bir iyi dilek sözü: "Doğrusu böyle bir düğün dostlar başınaydı. Arkadaşları arasında, günlerden beri, hep bunun lafı ediliyordu." -R. Çalapala. dostlar başından ırak sözü edilen kötü bir durumla yakınların karşılaşmaması için söylenen bir dilek sözü. dostlar şehit, biz gazi alay tehlikeli işleri başkalarına bırakıp kendileri sonuçtan yararlanmak için bir kenara çekilenlerin bencilliğini anlatan bir söz.
→ dost canlısı, dost düşman, dost kazığı, eş dost, kadim dost, yakın dost, zendost, aile dostu, baba dostu, can dostu, iyi gün dostu, kara gün dostu
dostane zf. (dosta:ne) Far. düst-âne esk. Dostça: "Bu mağazaya girdiğimiz vakit güler yüzlü ve çok dostane kabul edildik." -Y. K. Beyatlı.
dost canlısı is. Arkadaş canlısı.
dostça sf. (do'stça) 1. Dosta yakışır, dost gibi: "Gerçekten dostça bir sohbet oldu, epeyce uzun sürdü." -A. İlhan. 2. zf. Dosta yakışır biçimde, dostane.
dost düşman zm. Herkes.
dost kazığı is. tkz. Dost bilinen kimseden gelen zarar veya kötülük.
dostlaşma is. Dostlaşmak işi veya durumu.
dostlaşmak (nsz) Dost durumuna gelmek, dost olmak.
dostluk, -ğu is. 1. Dost olma durumu. 2. Dostça davranış: "Kayınpederinden gördüğü dostluğa karşı kendisine bir yazlık takım ısmarladı." -R. H. Karay, dostluk başka, alışveriş başka iki kişi arasındaki dostluk, alışverişte birinin Ötekine özverili davranmasını gerektirmez, dostluk etmek yakınlık kurmak, dost gibi candan davranmak: "Lokanta müşterisi hanımlardan kendi kendine tanıştığı, konuştuğu, dostluk ettiği hanımlar var!" -M. Ş. Esendal. dostluk kantarla, alışveriş miskalle İş ilişkilerine dostluk karıştırılmamalıdır. dostluk kurmak yakınlık, ahbaplık kurmak, dostluk okkayla, alışveriş dirhemle dostluğun tartısı olmaz, alışveriş ise ölçüye göre olur.
→ zendostluk
dostsuz sf. Dostu olmayan.
dostsuzluk, -ğu is. Dostsuz olma durumu.
dosya is. (do'sya) Fr. dossier 1. Aynı konu, aynı kimse, aynı işle ilgili belgeler bütünü. 2. Bu gibi belgelerin toplandığı kartondan kap. dosya açmak (veya hazırlamak) bir kimse, konu veya işle ilgili yeni bir dosya düzenlemek.
→ veri dosyası
dosyalama is. Dosyalamak işi.
dosyalamak (-i) Yazılan, belgeleri dosyaya koymak.
dosyalanma is. Dosyalanmak işi.
dosyalanmak (nsz) Dosyalama işi yapılmak veya dosyalama işine konu olmak.
doyasıya zf. 1. Doyuncaya kadar yiyerek: "Sofradan doyasıya kalktıkları gün bahtiyardırlar. " -S. Ayverdi. 2. Bol bol: "Babamı doyasıya göremedim." -Halikarnas Balıkçısı.
doygu is. Yaşamayı sağlayacak besin, rızık.
doygun sf. Her türlü gereksinimini gidermiş, tatmin olmuş, müstağni.
doygunlaşma is. Doygunlaşmak işi.
doygunlaşmak (nsz) İyice doymak, doygun bir duruma gelmek.
doygunluk, -ğu is. 1. Doygun olma durumu veya gönül tokluğu, istiğna, tatmin. 2. psikol. Bir isteğin yerine gelmesi, bir şeyin elde edilmesi, varılmak istenen bir hedefe ulaşılmasından doğan duygu, tatmin: "Aradığım cinsten bir huzura, bir doygunluğa doğru götürüyordu." -H. Taner.
doyma is. 1. Doymak işi. 2. fiz. Yeğinliği gittikçe artırılan bir manyetik alanın içindeki bir çelik çubuğun alabileceği en çok manyetizmayı almış olması: Tungstenli iyi bir çelik 15000 gauss miktarında manyetizma ile doyma durumuna gelir. 3. fiz. Bir gazın, belli bir sıcaklıkta o sıcaklığa özgü olan en büyük basınç altında bulunması. 4. kim. Bir sıvının içinde belli bir cisimden eriyebilecek en çok miktarın erimiş bulunması, işba.
→ doyma noktası, aşın doyma
doymak, -ar (nsz) 1. İsteği kalmayıncaya kadar yemek, açlığı kalmamak: "Ben biraz zeytin, biraz patates, biraz da yemişle doyarım." -B. Felek. 2. (-e) Bir gereksinimini yeteri kadar karşılamak: Toprak suya doydu. 3. mec. Yeter bulmak, kanmak, tatmin olmak: Dünyanın parasını kazandı, hâlâ doymadı.
doyma noktası is. Doyuma ulaşma sınırı.
doymaz sf. Açgözlü: "Hani vatandaşlarımız da güç, ele avuca sığmaz, kanmaz, doymaz İnsanlar olsa bari! " -F. R. Atay.
doymazlık, -ğı is. Açgözlülük.
doymuş sf. 1. Bir şey yiyerek tok duruma gelmiş. 2. mec. İsteği kalmamış, isteği giderilmiş, tatmin olmuş. 3. fiz. ve kim. Doyma durumuna gelmiş (gaz, sıvı veya elektromıknatıs), meşbu.
doymuşluk, -ğu is. Doymuş olma durumu.
doyulma is. Doyulmak durumu.
doyulmak (-e) Doymak: Bu kadar yemekle doyulur mu? Güzel şeylere doyulmaz.
doyum is. 1. Eldekinden hoşnut olma durumu, doyma işi, yetinme, kanma, kanaat. 2. Bazı istekleri giderme, tatmin, (bir şeye) doyum olmamak tadına doyulmamak, bir şeyden bıkılmamak: "Sakallı Celalin tadına doyum olmaz söyleşileri uçup gitti." -H. Taner. doyuma ulaşmak istek ve gereksinimlerinin en üst düzeyini elde etmek.
→ doyumevi, doyum noktası
doyumevi is. Gösterişsiz, küçük lokanta.
doyumlu sf Doymuş, doyumu olan: "Gazetecilikten hocalığa, siyasetçilikten romancılığa kadar doyumlu bir hayat yaşamıştı." -Ç. Altan.
doyumluk, -ğu sf. 1. Doyulacak miktarda olan: Doyumluk değil, tadımlık. 2. is. hlk. Çapul, yağma.
doyumluluk, -ğu is. Doyumlu olma durumu.
doyum noktası is. İstek ve gereksinimlerin en üst sınırı.
doyumsuz sf. 1. Bir türlü tatmin olunmayan: "Erhan'ı doyumsuz bir sevgi ile kucakladılar. " -E. İ. Benice. 2. Bıkılmayan.
doyumsuzluk, -ğu is. 1. Doymama durumu. 2. Tatmin olamama, cinsel birleşmede orgazma ulaşamama.
doyunma is. Doyunmak işi veya durumu.
doyunmak (nsz) hlk. Yeteri kadar yemiş olmak, doymak.
doyuran sf. fiz. 1. Bir sıvının içinde eriyerek onu doyma durumuna getiren (madde). 2. is. Bir çelik çubuğu doyma durumuna getiren indükleyici manyetik alan.
→ doyuran buhar
doyuran buhar is. fiz. Kendi sıvısı ile doyma durumunda olan buhar.
doyurma is. Doyurmak işi.
doyurmak (-i, -e) 1. Açlığını gidermek: "Saatlerce karnımı doyuracak bir köy aramış, bulamamıştım." -S. F. Abasıyanık. 2. Geçindirmek, yaşamasını sağlamak: Bu topraklar milyonlarca kişiyi doyurabilir. 3. Bir maddenin içine alabileceği kadar başka bir madde katmak. 4. mec. Kandırıcı, inandırıcı olmak, tatmin etmek: "Elli yıl gecikmeyle yapılan bu açıklamanın insanı doyuracak bir yanı yoktur." -S. Birsel. 5. mec. Para yedirmek. 6. fiz. Doyma durumuna getirmek.
→ öksüzdoyuran
doyurucu sf. 1. Doyurma özelliği bulunan, tatminkâr. 2. mec. inandırıcı: Soruma doyurucu bir cevap veremediniz.
doyuruculuk, -ğu is. Doyurucu olma durumu.
doyurulma is. Doyurulmak işi.
doyurulmak (nsz, -e) Doyurma işine konu olmak.
doyuruş is. Doyurma işi veya biçimi.
doyuş is. Doyma işi veya biçimi.
doyuşma is. Doyuşmak işi: "Sonra alışma, tanışma, doyuşma ve ... bıkışma gelir arkasından. " -H. Taner.
doyuşmak (nsz) Karşılıklı doymak.
doz is. Fr. dose 1. Bir ilacın bir defada veya bîr günde alınması gereken miktarı: "Ruhsal gerilimlerimiz varsa, düşük dozda Diazem falan alın, hiç değilse..." -Ç. Altan. 2. kim. Bir maddenin bir birleşiğe, bir karışıma giren veya girmesi gereken belli miktarı, düze. 3. mec. Genellikle bir davranış, bir konuşma vb.nde yeterli görülen ölçü: "Çok ölçülü konuşur ve onun etrafındaki lakırtıları muayyen bir dozu geçmezdi." -R. N. Güntekin. ...-nın dozu kaçmak dozunu kaçırmak. dozunu ayarlamak 1) ilacın ölçüsünü aşmamak, gerektiği kadar vermek; 2) ölçüyü aşmamak, aşın davranmamak: "Saygının ve sevginin dozunu iyi ayarlayabilmen insan." -A. İlhan, dozunu kaçırmak 1) ilaçta ölçüyü tutturamamak; 2) mec. ölçüyü aşmak, aşın gitmek: "Şakanın dozu kaçmıştı." -Y. Z. Ortaç.
dozaj is. Fr. dosage 1. Dozu ayarlama. 2. kim. Düzem.
dozer is. İng. dozer Tırtıllı veya lastik tekerlekli yol yapım makinesi, buldozer, yoldüzler.