di

-di bk. -di / -di vb.

dialkol, -lü is. Fr. dialcool kim. Glikol.

diaspora is. İt. diaspora 1. Yahudilerin ana yurtlarından ayrılarak yabancı ülkelerde yerleşen kolları. 2. Herhangi bir ulusun yurdundan ayrılmış kolu.

diba is. (di.ba:) Far. dîbâ esk. Altın ve gümüş işlemeli bir tür İpek kumaş.

dibace is. (di:ba:ce) Ar. dibace esk. Başlangıç, giriş, ön söz.

dibek, -ği is. 1. Taştan veya ağaçtan yapılmış büyük havan: Kahve dibeği. 2. sf Dibekte dövülmüş olan: Dibek kahvesi.

dibek kafalı, kahve dibeği

dibek kafalı sf hlk. Anlayışsız, kaba, budala (kimse): "O dibek kafalı Sülükoğlu'nu hasedinden çatlatacağız." -E. E. Talu.

didaktik, -ği sf. Fr. didactiaue 1. Öğretici: Didaktik bir eser. 2. is. eğt. Öğretim yöntemlerini ele alan bilim, öğretim bilgisi.

didar is. (di:da:r) Far. didür esk. Yüz, çehre.

dide is. (di:de) Far. dide esk. Göz.

dideban is. (di:deba:n) Far. dide-bân esk. 1. Gümrük kolcusu. 2. Gözcü, bekçi, nöbetçi, gözetleyici.

didik didik zf. 1. Didiklenmiş biçimde: "Topraklar bile ateş ve demir sağanaklarıyla didik didik karışmıştı." -H. C. Yalçın. 2. Ayrıntılı olarak: "Her hazır yargıyı yemden didik didik inceleyeceğiz." -H. Taner, didik didik etmek (veya olmak) didiklemek (didiklenmek): "Bu emel bana bu üç yıllık ömrümü didik didik edip kâğıt üzerine koymamı zorluyor." -H. E. Adıvar.

didikleme is. Didiklemek işi: "Beklemek işkencesi yüreğini fena didiklemeye başladı." -Ç. Altan.

didiklemek (-i) 1. Çekiştirerek veya ısırarak parçalamak, gagalamak: "Kuş, sanki öfkesini alamamış gibi,- gagasıyla yılanı didikliyor sanılırdı." -M. Ş. Esendal. 2. Bir yerin veya bir şeyin içindeki eşyayı karıştırarak aramak, araştırmak: "Manzumenin yazılı olduğu kâğıdı bulmak için bütün ceplerimi on parmağımla didikledim." -Y. Z. Ortaç. 3. mec. Kendi kendini harap etmek, üzmek: "Öfkesinin şiddetinden hep kendi kendini didikledi." -H. R. Gürpınar. 4. mec. Bir konuyu bütün ayrıntılarıyla gözden geçirmek, iyice araştırmak. 5. mec. Huzursuzluk vermek, sıkıntıya sokmak.

didikleniş is. Didiklenme işi veya biçimi. didiklenme is. Didiklenmek işi.

didiklenmek (nsz) Didikleme işi yapılmak: "Telefon defteri aranıyor, didikleniyor." -Y. K. Karaosmanoğlu.

didingen sf. Çok gayret eden: "Bu üşenmez, bu didingen, bu uyanık ve çevik adam, mecmuasında yazılmış binlerce imzanın heyecan ve bilgi ağırlığına muadil bir iradeyi tek başına temsil etti." -P. Safa.

didiniş is. Didinme işi veya biçimi.

didinme is. Didinmek işi.

didinmek (nsz) Çok güçlük çekerek sürekli çalışmak: "Size de, tiyatronuza da biraz yararlı olabilmek için didiniyorum, parçalanıyorum. " -T. Buğra.

didinti is. Güçlük içinde ve sürekli olarak çalışıp çabalama, didişme: "Rusya, Fransa, ingiltere ve Avusturya ile o didintiler olmasaydı eserini daha az bir zamanda tarsin ederek halk karşısında da muvaffak olacaktı." -Y. K. Beyatlı.

didişim is.fel. Konuşma ve tartışmayı bir araç değil, bir amaç sayan felsefe yöntemi, eristik.

didişken sf. Didişmekten hoşlanan: "Et ayrıca insanı didişken yapar, ihtirasları körükler." -H. Taner.

didişme is. Didişmek işi: "Ne milletlerarasındaki kanlı anlaşmazlıklar ne siyasi partilerin sinsi ve amansız didişmeleri ne tarih ne ilim..."-Y. K. Karaosmanoğlu.

didişmek (nsz, -e) 1. El veya sözle birbirini hırpalamak: "Anlaşmazlıktan, didişmekten, küçümsemekten, düşman olmaktan hoşlanmadıklarına inanıyordu." -T. Buğra. 2. mec. Geçimini sağlamak amacıyla güç şartlarda çalışmak, uğraşmak: "Bir lokma kuru ekmek için sabahtan akşama kadar didişen zavallıların hâlini meraklı bir roman gibi dinliyor." -H. E. Adıvar. didişip durmak sürekli olarak birbirini hırpalamak: "Böylece, Serdar'la didişip durmak derdinden de kurtulmuştu." -T. Buğra.

didon is. Fr. dis done hlk. Halkın İstanbul'daki yabancılara, özellikle Fransızlara verdiği ad, didona.

didon sakal

didona is. Didon.

didona sakallı

didona sakallı sf. Didon sakallı: "Didona sakallı minimini bir ihtiyar fırladı." -R. N. Güntekin.

didon sakal is. Yalnız çenede olan sivri sakal.

didon sakallı sf. Yalnız çenesinde sivri sakalı olan, didona sakallı.

difana is. Yun. Üç katlı bir balık ağı.

difenbahya is. Alm. Dieffenbach bot. Yapraklarının güzelliği nedeniyle sera ve salonlarda yetiştirilen bir süs bitkisi.

diferansiyel is. Fr. differentiel 1. Dönemeçlerde otomobilin iki arka tekerleğinin ayrı hızla dönmesini sağlayan bir dişli aygıt. 2. mat. Özellikle fonksiyonların değişmeleriyle ilgili matematik dalı.

diferansiyel denklem, diferansiyel hesap

diferansiyel denklem is. mat. İçinde bir değişkenin bilinmeyen bir fonksiyonu ve bu fonksiyonun değişkene göre çeşitli basamaklardan türevleri bulunan denklem.

diferansiyel hesap, -bı is. mat. Değişkenlerin sonsuz küçük farklarmdaki artma değerlerini bulmaya yarayan hesap.

difraksiyon is. Fr. diffraction fiz. Kırınım.

difteri is. Fr. diphterie tıp Çoğunlukla çocuklarda görülen, burun, boğaz, yutak çeperine yerleşen mikropların yol açtığı bulaşıcı hastalık, kuşpalazı.

difterili sf. Difteriye yakalanmış olan.

diftong is. Fr. diphtongue dbl. İkili ünlü.

diftonglaşma (nsz, is.) Diftong durumuna gelme işi.

diftonglaşmak (nsz) Diftong durumuna gelmek.

difüzyon is. Fr. dijfusion fiz. Moleküllerin kinetik enerjileri sebebiyle çok yoğun bir bölgeden az yoğun bir bölgeye hareketleri.

diğer sf. (di'ger) Far. diğer Başka, özge, öteki, öbür: "Diğer misafirlerimle meşgul olamadım." -Ö. Seyfettin.

diğerkâm, namıdiğer, yekdiğeri

diğeri zm. Ötekisi, başkası.

diğerkâm sf. (diğerkâ:m) Far. diğer + kâm esk. Özgeci, özgecil.

diğerkâmlık, -ğı is. Özgecilik.

dijital, -li sf. Fr. digital 1. Sayısal: Dijital telefon santrali. 2. Verileri bir ekran üzerinde elektronik olarak gösteren. 3. is. fiz. Verilerin bir ekran üzerinde elektronik olarak gösterilmesi.

-dik bk. -dik / -dik vb.

dik sf. 1. Yatay bir düzleme göre yer çekimi doğrultusunda bulunan, eğik olmayan: "Sağlam yapılı, dik duruşlu bir gençti o yıllarda." -N. Cumalı. 2. Eğimi dike yakın olan: "Dik bir dereye indiler." -Ö. Seyfettin. 3. Yatık durmayan, sert: Dik saç. 4. Sert, kalın, tok (ses): “Sesi dik ve küstahtı, söylediklerini aşağı salonda bekleşen komşular işittiler.” -A. İlhan. 5. Sert (bakış). 6. Ters, aksi (söz). 7. Kaba, yersiz (davranış): "Kaba denilecek kadar ani ve dik bir davranışla halasını bıraktı ve kalktı." -H. E. Adıvar. 8. mat. Birbirine dikey olan doğrulardan oluşmuş: Dik açı. Dikdörtgen. Dik yamuk. dik dik bakmak çok sert bir biçimde, sert sert, öfkeli öfkeli bakmak: "Hiçbir şey söylemeden dik dik baktı." -S. F. Abasıyanık.

dik açı, dik âlâsı, dikbaşlı, dik biçme, dikdörtgen, dikgen, dikkafalı, dikkuyruk, dik rüzgâr, dik silindir, dik üçgen, dik yamuk

dik açı is. mat. Birbirini kesen iki doğrunun oluşturduğu açılar eşit olduklarında, bu açılarm her biri: Bütün dik açılar doksan derecedir.

dik âlâsı is. tkz. Genellikle hoş karşılanmayan bir durumun aşırılığını anlatan bir söz: Rezaletin dik âlâsı.

dikbaşlı sf 1. İnatçı, bildiğinden dönmeyen, büyüklerinin sözünü dinlemeyen, boyun eğmez (kimse). 2. Kurumlu: "Dikbaşlı ve sözünü esirgemeyen bir insan olduğundan yükselmemişti." -Y. K. Beyatlı.

dikbaşlılık, -ğı is. Dikbaşlı olma durumu.

dik biçme is. mat. Ekseni tabanına dikey olan biçme.

dikçe zf (di'kçe) 1. Dik olarak, diklemesine: "Daha dikçe dursa, çenesini daha az oynatsa, diyordu." -F. R. Atay. 2. Derinden: "Dikçe nefes bile alınmayacak." -A. Mithat.

dikdörtgen is. mat. Açıları dik olan paralel kenar, mustatil.

dikdörtgensel sf. Dikdörtgen benzeri, dikdörtgen gibi.

dikdörtgensel bölge

dikdörtgensel bölge is. mat. Dikdörtgenin sınırladığı düzlemsel bölge.

dikeç, -ci is. hlk. 1. Bağ çubuğu dikmek için delik açmaya yarayan demir. 2. Kazık, sırık, ağaç çubuk.

dikel is. hlk Meni.

dikelme is. Dikelmek durumu.

dikelmek (nsz) 1. Dik duruma gelmek, dikleşmek. 2. Ayakta durmak. 3. (-i, -e) mec. Sert konuşmak, karşı gelmek, birine kafa tutmak, dinelmek.

diken is. 1. Bazı bitkilerin dal, yaprak, meyve kabuğu vb. bölümlerinde ve bazı hayvanların derisinde bulunan sert, ucu sivri ve batıcı çıkıntılardan her biri: Gül dikeni. Kirpinin dikenleri. 2. Dikeni çok olan bitki, diken üstünde oturmak (veya olmak) bir yerde tedirginlik duymak.

dikence, diken diken, diken dutu, akdiken, çakırdiken, sarıdiken, yabani akdiken, ateş dikeni, çalı dikeni, demir dikeni, deve dikeni, domuz dikeni, eşek dikeni, geyik dikeni, kar dikeni, meryemana dikeni, öz dikeni, peygamber dikeni, sakız dikeni, teke dikeni

dikence is. zool. Dikenli balıkgillerden, tatlı su balıklarının küçük bir türü (Gasterostsus pungitius).

dikencik, -ği is. biy. Küçük diken.

dikencikli sf. 1. Ucu sivri olan. 2. Küçük dikenleri olan.

diken diken sf 1. Dikeni bol. 2. Dik duruma gelmiş, dikleşmiş: "Savcı, bıyıkları, saçları diken diken, dinliyordu." -A. Gündüz, diken diken olmak dik duruma gelmek, dikleşmek: "Kâhyamın, pos bıyıkları kirpi sırtı gibi diken diken oldu." -R. H. Karay.

diken dutu is. bot. Böğürtlen.

dikenleşme is. Dikenleşmek İşi veya durumu.

dikenleşmek (nsz) Diken durumu almak, diken gibi olmak.

dikenli sf. 1. Dikenli olan: Dikenli çiçek. 2. Dikeni olan bitkilerin bulunduğu (yer): Dikenli tarla. 3. mec. Zor, çetin, sıkıntı veya üzüntü veren: "Corielanus, Shakespeare'in gerek oynanması, gerek yorumu en güç, en dikenli yapıtlarından biridir." -H. Taner.

dikenli balık, dikenli meyan, dikenli salyangoz, dikenli tel, dikenli yüzgeçtiler, derisi dikenliler

dikenli balık, -ğı is. zool. Dikenli balıkgillerden, tatlı sularda yaşayan, göğüs veya karın yüzgeçleri dikenlerden oluşmuş küçük bir balık (G. aculeatus).

dikenli balıkgiller ç. is. zool. Balıklar sınıfının kemikli balıklar takımına giren bir familya.

dikenlice zf. Dikenli olarak: "Parmaklıklara dikenlice sarılan yeşillikler bir süreden beri güllerle Örtülmüştü." -F. R. Atay.

dikenlik, -ğı is. Dikenli bitkileri çok olan yer: "Dünyada kurumayan, dikenlik hâline gelmeyen hiçbir yeşil köşe kalmıyor." -H. C. Yalçın.

çakırdikenlik

dikenli meyan is. bot. 1-2 m yükseklikte, beyazımsı mor çiçekli, tüysü yapraklı çok yıllık bir bitki, acı meyan (Glycyrrhiza echinata).

dikenli salyangoz is. zool. Karından bacaklılar sınıfından, ılık ve tropik denizlerde yaşayan, kabuğu üzerinde birçok dikeni olan bir yumuşakça, iskerlet (Murex).

dikenli tel is. Üzerinde yer yer diken gibi sivri çıkıntıları olan ve bir yeri korumak, geçişi güçleştirmek için kullanılan tel: "Sıra sıra demir beton direkler arasında dikenli teller gerilmişti." -S. F. Abasıyanık.

dikenli yüzgeçliler ç. is. zool. Kemikli balıklar takımının bir alt familyası.

dikensi sf. Dikene benzer, dikeni andıran.

dikensi çıkıntı

dikensi çıkıntı is. anot. Omurların, sırt boyunca alt alta duran kemik çıkıntıları.

dikensiz sf. 1. Dikeni olmayan. 2. zf mec. Sıkıntısız, üzüntüsüz bir biçimde: Her güzel dakika gibi, hiç dikensiz geçen bu rüya ve saadet hayatı da bitmek lazım geliyordu. " -H. C. Yalçın, dikensiz gül olmaz "iyi veya güzel olan her şeyin az çok sıkıntı veren bir yanı da bulunur" anlamında kullanılan bir söz.

dikey sf. 1. mat. Başka bir doğru ile kesiştiğinde onunla birlikte dik açı oluşturan (doğru çizgi), amudi: a, b doğrusuna c noktasından dikey bir doğru indirilince 90 derecelik açı oluşur. 2. zf. Dik olarak.

dikey geçiş

dikey geçiş is. eğt. İki yıllık yüksekokullardan mezun olanların, belirli koşulları yerine getirerek fakültelerde okuma hakkı elde etmesi.

dikgen sf. mat. Birbiriyle veya kesim noktasındaki teğetleriyle dik açı yapacak biçimde kesişen: Dikgen doğrular. Dikgen eğriler.

dikici is. 1. Tanmla uğraşan kimse, çiftçi. 2. Sökük ayakkabıları onaran kimse. 3. Yeni yapılan ayakkabıların dikiş işini yapan kimse. 4. Dikişçi.

dikicilik, -ği is. Dikicinin yaptığı iş.

dikili sf. Dikilmiş olan. dikili ağacı (veya taşı) olmamak malı mülkü olmamak, yoksul olmak.

dikili taş

dikiliş is. Dikilme işi veya biçimi.

dikili taş is. Önemli bir olayın durumu veya bir zaferin anısı için dikilmiş tek parça yüksek taş, obelisk.

dikilme is. Dikilmek işi.

gün dikilmesi

dikilmek (I) (nsz) 1. Dikme (I) işi yapılmak: Buraya anıt dikilecek. Bahçeye ağaçlar dikildi. 2. Dik duruma gelmek. 3. Ayakta durmak: "Hissem neyse, ben de isterim diye karşıma dikilmez mi?" -H. Taner. 4. Göz belli bir noktaya uzun süre bakmak: "Gözlerime dikilen gözlerinden damla damla inen yaşları unutmuyordum." -R. N. Güntekin. 5. Karşı koymak, engellemek. 6. fiz. Bazı tireme organları dokularına kan dolmasıyla sert ve dik bir duruma gelmek, dikilip durmak (veya kalmak) bir yerde kısa bir süre ayak üstünde durmak.

dikilmek (II) (nsz) Dikme (II) işi yapılmak: "Bebelere çedik, kadınlara, erlere çizme, çarık dikildi." -N. Araz.

dikim is. 1. Dikme işi veya biçimi. 2. Bitki dikme işi: "Çalışmalar tam bir yıl Önce iki düzine kadar akasya fidanının dikimiyle başlamıştır." -T. Buğra.

dikimevi, dikimhane

dikimevi is. Giysi ve çamaşır dikilen iş yeri.

dikimhane is. (dikimhame) T. dikim + Far. hâne esk. Dikimevi.

dikine zf. 1. Dikey olarak, diklemesine: "Alnı da bir enlemesine, bir dikine kırış kırış oluyordu." -T. Buğra. 2. mec. İnadına, dikine gitmek kimsenin sözünü dinlemeyerek kendi bildiğini yapmak: "Öyle fazla dikine gitmek iyi değildir hayatta." -Ç. Altan.

dikine tıraş

dikine tıraş is. Karşısındakini sinirlendirecek biçimde söylenilen yalan, aşırı palavra.

dikiş is. 1. Dikme İşi: "Dikişe, oyaya başladı, hanım hanımcık yaşıyordu, memnundu." -R. H. Karay. 2. Dikme biçimi: "Aralarında görüşmeye başlar başlamaz da hemen kumaş, terzi, dikiş, moda kelimeleri geçerdi." -A. Ş. Hisar. 3. Dikilen yer: Astarın dikişi sökülmüş. 4. Giysi üzerinde gözle görülen dikilmiş iplik yolu: Ceketin yakasına dikiş yapılacak. 5. Dikilecek şey: "Yanında demir bir bahçe iskemlesi, üstünde bir dikiş." -M. Ş. Esendal. 6. Giysi dikme İşi, terzilik: "Başkalarının dikişi görünüşte bizimkinden ayırt edilmez gibidir." -R. N. Güntekin. dikiş atmak yarılan veya yırtılan deriyi dikişle bir araya getirip tutturmak: Kafasına iki dikiş attılar, (bir) dikiş kaldı az kalsın, nerede ise, az kaldı, dikiş tutturamamak bir işte veya bir yerde herhangi bir sebeple uzun süre kalmamak, dikişini almak tıp dikilmiş yaranın ipliklerini kesip çıkarmak.

dikiş iğnesi, dikiş makinesi, dikiş okuması, dikiş payı, çift dikiş, çifte dikiş, tel dikiş, biçki dikiş kursu, biçki dikiş yurdu, zikzak dikişi

dikişçi is. Dikiş diken kimse, terzi: "Bunu, mahalledeki dikişçi kadın değil, maharetli ve şöhretli erkek gömlekçiler dikerdi." -R. H. Karay.

dikişçilik, -ği is. Dikiş dikme işi.

dikiş iğnesi is. Dikiş dikmek için özel olarak yapılmış iğne.

dikişli sf. Dikişi olan, dikiş yapılmış.

dikiş makinesi is. Dikiş dikme işlerinde kullanılan, kol veya elektrik gücüyle çalıştırılan alet.

dikiş okuması is. Çingene kavgalarının en uzun ve en ağza alınmaz tekerlemesi.

dikiş payı is. Kumaş biçerken kumaşın kenarından dikiş yerine kadar bırakılan bolüm.

dikişsiz sf. 1. Dikişi olmayan: Dikişsiz boru. 2. Yapıştırma: Dikişsiz ayakkabı. Dikişsiz cilt.

dikit is. min. Mağaraların tabanında, yukarıdan damlayan kireçli suların katılaşmasıyla oluşan kolonlardan her biri, stalagmit.

dikiz is. argo Bakma, gözetleme, erkete, dikiz etmek (veya geçmek) dikizlemek: "İsterseniz siz masanın altından dikiz edin ama belli olmasın." -R. N. Güntekin. dikize almak gizlice gözetlemek: "Jale ... bilmem ben onu yine yakın dikize almış mıydım?" -S. Birsel.

dikiz aynası

dikiz aynası is. Taşıtlara veya yol dönemeçlerine arka tarafı görebilmek için konulan ayna: "Gözü arabanın dikiz aynasına ilişince yeniden sol gerisinde o siyah taksiyi seçer gibi oluyor." -A. İlhan.

dikizci is. Dikizleyen kimse, gözcü, gözetleyici, erketeci.

dikizcilik, -ği is. Dikizci olma durumu, gözcülük, gözetleyicilik, erketecilik.

dikizleme is. Dikizlemek işi.

dikizlemek (-i) argo Sezdirmeden bakmak, gözetlemek, dikiz etmek.

dikizlik, -ği is. Gözetleme deliği.

dikkafalı sf. Dikbaşlı: "Ne yapsa, ne söylese bu dikkafalı kızı fikrinden dondüremeyeceğini biliyordu." -R. N. Güntekin.

dikkafalılık, -ğı is. Dikkafalı olma durumu.

dikkat, -ti is. Ar. dikkat 1. Duygularla düşünceyi bir şey üzerinde toplama, uyanıklık: "Dikkatle bakınca güvertedeki insanların gidip gelişini kolaylıkla seçebiliyor." -Y. K. Karaosmanoğlu. 2. ünl "Dikkat ediniz!" anlamında bir uyan sözü. 3. mec. İlgi, özen. dikkat (veya dikkati) çekmek 1) ilgi toplamak: "Hangi konudan söz etse dikkati çekecek bir hava veriyor." -N. Cumalı. 2) uyarmak. dikkat etmek 1) duygularla düşünceyi bir şey üzerinde toplamak, uyanık davranmak: "Biraz dikkat etsek, görürüz ki insanların çoğu yarı deli, yarı iradelidir." -A. Ş. Hisar. 2) gözüne çarpmak veya ilgisini çekmek: Dikkat ettiniz mi neler söyledi? 3)' Özen göstermek: "Yaratıcı sanatçıları bu yargının dışında tutmaya dikkat edelim." -H. Taner, dikkat kesilmek bütün dikkatini bir şey üzerinde toplamak: "Etrafında Türkçe konuşuluyor vehmine kapılır, dikkat kesilir, sonra yanıldığını anlar, canı sıkılırdı." -R. H. Karay, dikkate almak göz önünde bulundurmak, hesaba katmak, gereğini düşünmek: "Etrafındaki dedikoduları dikkate alıp onun öfkeye kapılacağını tahmin edin." -Y. K. Karaosmanoğlu. dikkati calip olmak dikkati çeken kimse veya şey olmak.

dikkat toplaşımı, nazandikkat

dikkatli sf. 1. Dikkat eden, özen gösteren (kimse). 2. Titiz, araştırıcı, sorgulayıcı: "Bir yabancının dikkatli bakışından ürkerek susacağından korkmuştu." -R. H. Karay.

dikkatsiz sf. İşinde dikkatli davranmayan, dalgın, savruk, özensiz: "İnsan tanımayan dalgın, dikkatsiz biletçi de kötüdür." -R. H. Karay.

dikkatsizlik, -ği is. Dikkatsiz olma durumu, dalgınlık, savrukluk, özensizlik, dikkatsizlik etmek dalgınlık etmek, savrukluk etmek.

dikkat toplaşımı is. psikol. Dikkatin sürekli olarak bir nesne veya konunun belirli bir yönü üzerinde toplanması, konsantrasyon.

dikkuyruk, -ğu is. zool. Bîr tür ördek.

diklemesine zf. Dik olarak: "Denize diklemesine inen bu çalılığın bir kısmını ayıkladı." -S. F. Abasıyanık.

diklenme is. Diklenmek işi veya durumu.

diklenmek (nsz) Birine karşı ters bir davranışta bulunmak, karşı gelmek, kafa tutmak.

dikleşme is. Dikleşmek işi veya durumu.

dikleşmek (nsz) 1. Dik duruma gelmek. 2. mec. Birine karşı ters tutum içine girmek, karşı durmak: Fen şubesi şefi birden dikleşti."-R. H.Karay.

dikleştirme is. Dikleştirmek işi veya durumu.

dikleştirmek (-i) 1. Dik duruma getirmek: "Müfettiş bey, oturuşunu daha da dikleştirdi." -T. Buğra. 2. mec. Sert duruma getirmek.

diklik, -ği is. Dik olma durumu.

dikme is. 1. Dikmek işi. 2. Ahşap yapılarda pencere ve kapı yanlarına dikilen direklerden her biri. 3. mec. Bir evde aileyi sürdürecek olan tek çocuk: "Bir ocakta bir dikme. " -Atasözü. 4. hlk. Ağaç, direk. 5. hlk. Fidan, yeni dikilmiş fidan. 6. den. Yük kaldırmakta kullanılan bir direkli macuna. 7. mat. Dikey olan doğru veya düzlem, amut.

orta dikme

dikmek, -er (I) (-i, -e) 1. Bir cismi dik olarak durdurmak: Bir yere direk dikmek. 2. Yetiştirmek için bir bitkiyi toprağa yerleştirmek: "Boş toprağa bir koru dikseniz otuz yılda gölge verir." -F. R. Atay. 3. (-i) Bardak, kadeh, testi vb. kapların içindekini bir çırpıda, bir solukta içmek: "Doldurmasıyla kadehini dikmesi, gözünü kırpmadan tek yudumda devirmesi bir oluyor." -A. İlhan. 4. Beklemek için birini bir şeyin başına getirmek. 5. Top, taş vb.ni dikine havaya atmak. 6. Yapı kurmak, inşa etmek. 7. sp. Top vb.ni oyun alanında belirli bir yere koymak: Oyuncu topu penaltı noktasına dikti.

dikmek, -er (II) (-i) Biçilmiş veya yırtılmış kumaş, deri, yara vb.ni iğneye geçirilmiş iplikle tutturmak: Giysi dikmek.

dikmelik, -ği is. Fidan dikilen yer, fidanlık: Orman dikmeliği.

dikmen is. hlk. Koni biçiminde tepe.

dik rüzgâr is. den. Geminin yoluna karşı esen yel.

dikse is. Ağaçsız yerlerde, kuş yakalamak için üstüne ökse yerleştirilen ağaç.

dik silindir is. mat. Ekseni tabanına dikey olan silindir.

diksiyon is. Fr. diction 1. Seslerin, sözlerin, vurguların, anlam ve heyecan duraklarım kurallarına uygun olarak söyleme biçimi: "Müfredat programlarında kıraat, yani diksiyon dersi yok." -B. Felek. 2. Konuşulan dilin incelenmesi ve kullanılması. 3. tiy. Duru, açık vurgulama ve çıkaklara tam uyarak konuşma.

dikta is. (di'kta) Alm. Diktat Hiçbir şart olmaksızın körü körüne uyulması gereken buyruk.

diktacı is. Yönetimde dikta yanlısı olan kimse.

diktacılık, -ğı is. Dikta yanlısı olma durumu.

diktafon is. Fr. dictaphone Bir tür ses alma cihazı.

diktatör is. Fr. dictateur 1. Bütün siyasi yetkileri kendinde toplamış bulunan kimse: "İmparatorluk diktatörü olacağım, hayalime bile getirmiyordum." -F. R. Atay. 2. sf. mec. Zorba.

diktatörce sf. (diktatö'rce) 1. Diktatöre yakışır: "Ya falan mesele hakkında verdiği o meşhur diktatörce demeç?" -H. Taner. 2. zf. Diktatöre yakışır biçimde, diktatör olarak.

diktatörlük, -ğü is. 1. Diktatör olma durumu. 2. Egemen ve mutlak siyasi bir gücün, bir veya birçok kişinin oluşturduğu bir yürütme organınca, denetimsiz olarak yürütüldüğü siyasi düzen: "Zafer sonrası için bir zümre diktatörlüğünün hazırlanmakta olduğuna artık inanıyorlardı." -T. Buğra. 3. Bir diktatör tarafından yönetilen ülke. diktatörlük etmek diktatörce davranmak, zorbalık etmek.

dikte is. Fr. dictee 1. Bir başkasına o anda söyleyerek yazdırma. 2. Bu biçimde yazdırılan şey. dikte etmek 1) yazdırmak İçin söylemek: "Şimdi sana bir mektup dikte edeceğim." -H. E. Adıvar. 2) mec. birine isteklerini zorla kabul ettirmek.

diktirme is. Diktirmek işi.

diktirmek (-i, -e) Dikme işini yaptırmak: "Ağaçları aşılatmış, yeni fideler diktirmiştir." -T. Buğra.

diktirtme is. Diktirtmek işi.

diktirtmek (-i) Diktirmesini sağlamak: "Bütün kaymakamlara Bursa yoluna ağaç diktirtmiş."-A. Ş. Hisar.

dik üçgen is. mat. Kenarlarından ikisi birbirine dikey, bir açısı doksan derece olan üçgen.

dik yamuk, -ğu is. mat. Kenarlarından biri tabanlarına dik olan yamuk.

dil (I) is. 1. Ağız boşluğunda, tatmaya, yutkunmaya, sesleri boğumlamaya yarayan etli, uzun, hareketli organ, tat alma organı: "Ağzımı dolduran kocaman dil, kelimelere yer bırakmıyor ki..." -Y. Z. Ortaç. 2. İnsanların düşündüklerini ye duyduklarını bildirmek için kelimelerle veya işaretlerle yaptıkları anlaşma, lisan, zeban: "Dilinden Anadolulu olduğu ancak belli oluyordu." -S. F. Abasıyanık. 3. Bir çağa, bir gruba, bir yazara özgü söz dağarcığı ve söz dizimi: "Halk dilinin günebakan ismini verdiği bu çiçek, güneşe âşıktır." -H. S. Tanrıöver. 4. Belli durumlara, mesleklere, konulara özgü dil: Hukuk dili. Gözlerin dili. Çiçeklerin dili. 5. Birçok aletin uzun, yassı ve çoğu hareketli bölümleri: Terazi dili. 6. Büyükbaş hayvanların haşlanıp pişirildikten sonra yenebilen dili: "Birkaç dilim ekmek, ince bir iki dilim peynir veya dil, bazen de haşlanmış bir sebze yemeği." S. F. Abasıyanık. 7. Ayakkabı bağlarının ayağı rahatsız etmemesini sağlayan ve bağ altına rastlayan saya parçası. 8. mec. Düşünce ve duygulan bildirmeye yarayan herhangi bir anlatım aracı: Yazı dili. Müzik dili. 9. coğ. Kıstak. 10. den. Makaraların ve bastikaların içine yerleştirilmiş olan, üzerinden geçirilen halatı istenilen yöne çevirmeye yarayan, çevresi oluklu, küçük döner tekerlek: iki dilli makara. 11. müz. Bazı üflemeli çalgılarda titreşerek ses çıkaran ince metal yaprak. 12. tar. Sorguya çekilmek için yakalanan tutsak. 13. hlk. Anahtar, dil ağız vermemek ağız dil vermemek: "Çocuk, hâlâ dil ağız vermeden yatıyordu." -R. N. Güntekin. (birinde) dil bir karış saygısızca karşılık verenler İçin kullanılan bir söz. (birine) dil çıkarmak alay etmek, eğlenmek, dil (veya diller) dökmek kandırmak, inandırmak veya yararlanmak için tatlı sözler söylemek: "Ninniyi mutlaka söylemesi için ona bir sürü dil döktü." -O. C. Kaygılı, dil otu yemek çok konuşmak: "Mütemadiyen gülüp söylüyordum. Hacı Kalfanın ellerini dizlerine vurarak: -Dil otu mu yedin be kızım? diye bir gülmesi var ki..." -R. N. Güntekin. dil sürçmek 1) konuşma sırasında kelimeleri yanlış söylemek; 2) İstenmeyen bir konudan söz etmek, dil tutmak esk. sorguya çekmek için düşman askeri yakalamak, dil uzatmak bir kimse veya bir şey için kötü söylemek: "Başka ulusların kabahatleri ne olursa olsun, dost ve düşman bize nasıl dil uzatırlarsa uzatsın..." -T. Halman. dile (veya dillere) destan (olmak) çok tanınmış, ünlü: "Tapucu Ragıp Efendi'nin çiçekleri dillere destandır." -T. Buğra, dile (veya dillere) düşmek hakkında dedikodu yapılmak: "Yâr adını desem olmaz / Düşer dillere dillere." -Erzurumlu Emrah, dile gelmek 1) dile düşmek; 2) konuşma kudreti, yeteneği, olmayan varlık konuşmak, dillenmek, lisana gelmek, dile getirilmek anlatılmak: "Bizde de, eski nice yanlış kehanetler dile getirilmiştir. " -T. Halman. dile getirmek 1) konuşturmak: "Yıllar yılı, bu amaçları devlet adamlarımız, basınımız, sanat âlemimiz dile getirip durmuştur." -T. Halman. 2) belirtmek, anlatmak, açıklamak, ifade etmek: "Kendi kendime, adlı şiirinde bunu şöyle dile getirir." -S. Birsel, dile vermek gizli tutulması gereken bir şeyi açığa vurmak, duyurmak, yaymak, dili açılmak herhangi bir sebeple konuşmayan kimse konuşmaya başlamak, dili ağırlaşmak hastalık sebebiyle güçlükle söz söyleyebilmek, güçlükle konuşmak: "Hastaya bazı şeyler soruyor. Fakat anlaşılır cevaplar alamıyordu. Birkaç saatin içinde kaynımın dili ağırlaştı." -H. R. Gürpınar, dili alışmak bir sözü çok kullanmaktan dolayı o söze alışmak: "... ertesi güne devrisi der de ondan dilim alışmış." -S. F. Abasıyanık. dili bir karış dışarı çıkmak (veya sarkmak) koşmaktan, yürümekten ve yorulmaktan çok susamak: Koştu koştu da dili bir karış sarktı." -S. F. Abasıyanık. dili boğazına akmak konuşamaz olmak, sesi soluğu çıkmamak: "Kılıcı görünce dili boğazına aktı hayranlığından." -Y. Kemal. dili (başka bir dile) çalmak bir kimsenin konuşması başka bir dile benzemek, dili çözülmek konuşamayan veya susan kişi konuşmaya başlamak, dili damağına yapışmak (veya dili damağı kurumak) susuzluktan ağzı kurumak, çok susamak: "Kupkuru dili damağına yapışıyor, boğazından midesine doğru..." -E. E. Talu. dili dolaşmak korku, heyecan, hastalık, utangaçlık, sarhoşluk gibi sebeplerle şaşırarak söyleyeceğini karıştırmak: "Vehbi Dedenin kendini dinlediğinin farkına varır varmaz dili dolaştı." -H. E. Adıvar. dili (veya dilinin) döndüğü kadar söyleyebildiği kadar, anlatma gücünün elverdiği ölçüde: "Mademki çocuk terbiyesi hakkında konuşmak istiyorsunuz, dilimin döndüğü kadar söyleyeyim." -S. Ayverdi. dili dönmemek (veya dönmek) 1) bir sözü doğru, düzgün söylemeyi becerememek (veya becermek): "Bu kadar söz anlatmaya gücün yetiyor da yalnız bir ad söylemeye mi dilin dönmüyor?" -S. F. Abasıyanık. 2) amacını iyi anlatamamak (veya anlatmak), dili durmak susmak, dedikodu etmemek: "Götüreceği cadı karının dili dursa neyse... Okuyup iyileştirirse herkese yayar." -A. Kutlu, dili durmamak 1) sürekli konuşmak; 2) söylenemeyecek şeyleri de söylemek, dili ensesinden çekilsin! bıktıracak kadar çok konuşan veya kötü sözler söyleyenler için kullanılan bir ilenme sözü. dili kılıçtan keskin kırıcı ve ağır konuşan. dili kurusun! "söz söyleyemez olsun" anlamında ilenme sözü. dili olsa da söylese (veya anlatsa) "cansız nesneler konuşabilseler, bazı olaylara tanıklık da edebilirler" anlamında kullanılan bir söz: "Galata sokaklarının dili olsa da anlatsa..." -S. F. Abasıyanık. dili pabuç kadar saygısızca ve gönül kinci bir biçimde konuşan, dili tutulmak sevinç, korku, şaşkınlık vb. sebeplerle birdenbire söz söyleyemez olmak: "Bütün otobüs halkının dili tutulmuş gibiydi. " -R. N. Güntekin. dili uzamak haddim bilmeden konuşmak, dili varmak (veya varmamak) bir sözü söylemeye gönlü razı olmak (veya olmamak): "Süleyman Kâhyaya söylemeye kimsenin dili varmıyor, gücü yetmiyordu." -Y. Kemal, dili yanmak 1) üzüntü ve eziyet çekmek, zarara uğramak: "Otobüs yolculuğundan bir hayli dilim yandı." -B. R. Eyuboğlu. 2) bıkmak, nefret etmek: "Şair neslinin şarkıdan o kadar dili yandı ki, şarkı kelimesini nerede görse silip üstüne türkü diyecek." -B. R. Eyuboğlu. dilin kemiği yok İnsan doğru veya yanlış her şeyi söyleyebilir, dilinde tüy bitmek tekrar tekrar söylemekten usanmak, bıkmak: "Büyük hanımın her gün söyleye söyleye dilinde tüy bitmesine rağmen hizmetçiler sabun kalıplarını muslukta bırakıyorlardı." -R. N. Güntekin. dilinden anlamak 1) bir canimin çıkardığı seslerden veya onun davranışlarından ne anlatmak istediğini anlamak; 2) mec. söz konusu olan şeyin özelliğini bilmek: "Bunda yenilmiş, içilmiş bir şey yok ya! Sen onun dilini de anlarsın." -M. Ş. Esendal. dilinden düşürmemek sürekli olarak aynı kişiden veya şeyden söz etmek, sık sık anmak: "Dilinden hiç düşürmediği cümleleri hep birer bilmece gibi şeylerdi." -A. Ş. Hisar, dilinden kurtulamamak sürekli olarak bir kimsenin sitem, eleştiri ve sataşmalarına uğramak, diline dolamak 1) aynı şeyi durmadan ve her yerde tekrarlamak: "Bu aydınlardan bazılarının son zamanlarda dillerine doladıkları bir hikmet var." -O. V. Kanık. 2) bir kimseyi her yerde kötülemek, (birinin) diline düşmek dile düşmek: "Mahallede ucubelerin diline düşmekten korkuyorum." -P. Safa. diline kira istemek ağzına kira istemek, diline sağlık ağzına sağlık, diline pelesenk etmek diline dolamak: "Hacı Kasap, âdeta bu sözleri aferin tarzında diline pelesenk etmişti." -Ö. Seyfettin, diline sağlam olmak 1) saklanacak konulan açığa vurmamak; 2) kötü söz söylemekten kaçınmak, diline takmak diline dolamak, diline virt etmek diline dolamak: "Şartını âdeta manzum, kafiyeli bir nakarat gibi diline virt etmişti." -Ö. Seyfettin. (birinin) dilini (veya ağzını) bağlamak bir kimseyi herhangi bir sebeple söz söyleyemez duruma getirmek, susmak zorunda bırakmak: "Ortağım burada kocama basmış büyüyü, basmış büyüyü. Dilini, ağzını bağlamış adamcağızın." -R. N. Güntekin. dilini değdirmemek hiç yememek veya içmemek. dilini eşek ansı soksun hoşa gitmeyen bir şey konuşan kimseye söylenen bir ilenme sözü. dilini kedi (veya fare) mi yedi? neden konuşmuyorsun? dilini kesmek (veya kesip oturmak) susmak, dilini tutamamak sonunu düşünmeden gelişigüzel konuşmak, dilini tutmak sonunu düşünmeden gelişigüzel konuşmaktan sakınmak; "Şarkta, insanın selameti dilini tutmasındadır, diye bir söz vardır." -B. Felek, dilini (veya dillerini) yutmak sevinç, korku, heyecan vb, sebeplerle konuşamaz olmak: "Satılmışın hiddetli hiddetli çıkışması üzerine dilini yutup ters yüzüne mutfağına döndü." -E. E. Talu. dilinin altında bir şey olmak bir kimsenin sözlerinden, açıkça söylemediği bir şeyler anlaşılmak: "Günlerdir doktorun dilinin altında bir şeyler olduğunun farkındaydı." -Y. Kemal, dilinin altındaki baklayı çıkarmak gizli tutulması gereken bir şeyi söylemek: "Çıkar şu dilinin altındaki baklayı da ne demek istiyorsan söyle, ben de anlayayım." -O. C. Kaygılı. dilinin cezasını (veya belasını) çekmek (veya bulmak) Ölçüsüz, düşüncesiz konuşma yüzünden zarar görmek, dilinin ucuna gelmek söyleyecek duruma gelmişken vazgeçmek: "Sen gitmezsen Ankara'da yas tutmazlar, demek dilimin ucuna kadar gelmişken tuttum," -M. Ş. Esendal. dilinin ucunda (olmak) bir söz hatırlanacak gibi olup da hatırlanamadığında söylenen bir söz. dilinin ucuyla İçten, yürekten olmayarak, laf olsun diye. diliyle sokmak bir kimseye ağır ve kinci sözler söylemek, diliyle tutulmak (veya yakalanmak) suçunu, kendi konuşması ile açığa vurmak, dillerde dolaşmak (veya gezmek) her yerde kendisinden söz edilmek: "Hangi hanım, dillerde gezen aşk maceralarından dolayı mevkisinden düşüyor?" -H. C. Yalçın. dillere destan olmak bir olay veya bir nitelik halk arasında yayılmak: "Şu kadarını söyleyeyim ki, dillere destan olan Boğaziçi bu acayip manzara yanında çocuk oyuncağı kalır." -B. R. Eyuboğlu.

dil adası, dil akrabalığı, dilaltı, dil altı, dil atlası, dil avcısı, dil balığı, dilbasan, dil bilgisi, dilbilimi, dil birliği, dil cambazı, dil coğrafyası, dil dalaşı, dil ebesi, dil felsefesi, dil kavgası, dil laboratuvan, dil oğlanı, dil öğrenimi, dil öğretimi, dil pelesengi, dil peyniri, dilsever, dil sürçmesi, dil şakası, dil tutukluğu, dil yarası, dilden dile, dile kolay, dili bozuk, dili tutuk, dili uzun, dili yatkın, dili zifir, ana dil, Ari dil, art zamanlı dil bilimi, betimsel dil bilgisi, bitişken dil, bükünlü dil, diplomatik dil, eş zamanlı dil, eş zamanlı dil bilimi, gizli dil, görevsel dil bilimi, Güneş Dil Teorisi, iltisaki dil, karşılaştırmalı dil, karşılaştırmalı dil bilgisi, karşılaştırmalı dil bilimi, küçük dil, küçük dil ünsüzü, ortak dil, ölçünlü dil, ölü dil, özel dil, resmî dil, sivri dil, standart dil, tatlı dil, tasvirî dil bilgisi, tek heceli dil, uygulamalı dil, uygulamalı dil bilimi, yabancı dil, yapay dil, yapısal dil bilimi, yapma dil, ana dili, çeviri dili, çevirici dili, çocuk dili, danadili, geyikdili, hâl dili, halk dili, kayış dili, kaynanadili, kedidili, kıyı dili, kilit dili, konuşma dili, kuşdili, kuş dili, öküzdili, sığırdili, yazı dili, yazın dili, yılandili, akraba diller, Saltık dilleri, Cermen dilleri, İskandinav dilleri, Latin dilleri, Roman dilleri, Ural dilleri

dil (II) is. Far. dil esk. Gönül, yürek.

deryadil, ehlidil, safdil, suzidil

dil adası is. db. Bir dilin veya ağız özelliklerinin yayıldığı alanda farklı bir dil veya ağız özelliği bulunan küçük bölge.

dil akrabalığı is. db. Bir ana dilden türeyen diller arasındaki yakınlık.

dilaltı is. zool Tavuklarda görülen bir hastalık.

dil altı is. Genellikle kalp hastalıklarında hızlı ve kesin etki sağlamak için dilin altına konup emilen ilaç.

dil altı bezleri

dil altı bezleri ç. is. anat. Dilin altında bulunan tükürük bezleri.

dil atlası is. db. Dilleri, lehçeleri veya dil olaylarını yayılış bölgelerine göre gösteren atlas.

dilatometre is. (dilâtome'tre) Fr. dilatometre fiz. Genleşmeölçer.

dil avcısı is. esk. Ajan.

dilaver is. (dilâ:ver) Far. dil-aver Yiğit, delikanlı.

dil balığı is. zool. Kemikli balıklar takımından, pullu, 50 cm büyüklüğünde, yassı bir balık (Solea vulgaris).

dilbasan is. 1. Hekimlerin boğazı görebilmek için dili bastırdıkları araç. 2. Ecza karıştırmakta kullanılan yassı araç.

dilbaz (I) sf. Far. dil-bâz esk Gönül çeken, şuh.

dilbaz (II) sf. Türkçe dil + Far. -bâz 1. Güzel söz söyleyen, konuşkan. 2. Konuşmasıyla kandıran: "Benli küheylan çok yaman, çok dilbaz, çok dessas bir karı." -O. C. Kaygılı.

dilber sf. Far. dil-ber Alımlı, güzel (kadın): "Ala gözlü nazlı dilber / Koma beni el yerine. " -Karacaoğlan.

dilberdudağı, kenarın dilberi

dilberdudağı is. Dudak biçiminde hazırlanan bir hamur tatlısı.

dil bilgisi is. Bir dilin ses, biçim ve cümle yapısını inceleyip kurallarını tespit eden bilim, gramer.

betimsel dil bilgisi, karşılaştırmalı dil bilgisi, tasvirî dil bilgisi

dil bilim is. bk. dil bilimi.

dil bilimci is. Dil bilimiyle uğraşan kimse, dilci, lengüist.

dil bilimcilik, -ği is. Dil bilimci olma durumu.

dil bilimi is. Dillerin yapısını, gelişmesini, dünyada yayılmasını ve aralarındaki ilişkileri ses, biçim, anlam ve cümle bilgisi bakımından genel veya karşılaştırmalı olarak inceleyen bilim, lisaniyat, lengüistik.

art zamanlı dil bilimi, eş zamanlı dil bilimi, görevsel dil bilimi, karşılaştırmalı dil bilimi, uygulamalı dil bilimi, yapısal dil bitimi

dil bilimsel sf. Dil bilimiyle ilgili.

dil birliği is. Lehçe ve ağız farklarını gidererek aynı dili kullanan toplumlar arasında ortak bir yazı dilinde ve alfabede birleşme.

dil cambazı is. Düşüncelerini çok iyi anlatan, güzel konuşan, hatip: "Dil cambazı olabilmek, düşüncesini en iyi biçimde anlatabilmek için de elinden geleni ardına koymamıştır." -S. Birsel.

dilci is. 1. Dil bilimci. 2. Dille ilgili araştırmalar yapan kimse.

dilcik, -ği is. bot. 1. Buğdaygillerde, yaprak ayası ile yaprak kınının birbirinden ayrıldığı yerde bulunan sivri uçlu, küçük, saydam çıkıntı. 2. muz. Üflemeli çalgılarda, org borularında kamış, tahta veya metalden yassı parça. 3. zool. Böceklerin ağzında küçük dilin önünde bulunan bölüm.

dilcilik, -ği is. Dil konusunda araştırma yapma işi.

dil coğrafyası is. âb. Yeryüzünde dillerin yayıldığı alanları inceleyen bilim dalı.

dil dalaşı is. Ağız dalaşı: "Köşede kadınlarla şakalaşıyor, çocuklarla dil dalaşı ettikten sonra dükkâna dalıyordu." -H. E. Adıvar.

dildaş is. Aynı dili konuşanlardan her biri.

dildaşlık, -ğı is. Dildaş olma durumu.

dilden dile zf. Herkes birbirine anlatarak. dilden dile dolaşmak çok konuşulmak, uzun süre bahsedilmek: "Adları dilden dile dolaşan insanların en büyük hususiyetlerinden biri de güzel konuşmalarıdır." -B. R. Eyuboğlu.

dil ebeliği is. Laf ebeliği.

dil ebesi is. Laf ebesi.

dilek, -ği is. Bir kimsenin dilediği şey, istek, talep, temenni, rica, murat.

dilek kipi

dilekçe is. Bir dileği bildirmek için resmî makamlara sunulan, imzalı ve adresli, pullu veya pulsuz yazı, istida, arzuhal: "Dilekçeyi yazmaya başlamadan önce Zeliş'in nüfus cüzdanım inceledi." -N. Cumalı.

dilek kipi is. dbl. Dileme kavramı veren kip. Türkçede bu kip -se eki ile kurulur: Gelsem, gelsen, gelse, gelsek, gelseniz, gelseler.

dile kolay sf. Anlatılması kolay ancak yapılması veya katlanılması çok güç.

dileme is. Dilemek işi.

dilemek (-i) 1. Birinden bir şeyin yapılmasını istemek, rica etmek, arzu etmek: "Yalnız bu hususta beni bağışlamanızı dilerim." -M. Ş. Esendal. 2. Biri için bir dilekte bulunmak: "Karadakiler her lisandan hayırlı yolculuklar dilediler." -R. H. Karay. 3. mec. Kendi düşünce, görüş ve isteğini yapmak. dilediği gibi kendi düşünce, görüş ve isteğine göre: "Duygu, düşünce, dilediğim gibi yaşamak özgürlüğümü korumak isterim." -N. Cumalı.

dilemma is. Yun. man. esk. İkilem.

dilenci is. 1. Geçimini dilenerek sağlayan kimse: "Yolumun üzerinde her sabah tesadüf ettiğim bir dilenci var." -A. Haşim. 2. mec. Israrla ve arsızca bir şeyi isteyen kimse: "... o muhabbet dilencisinin yalvarmalarına bir tek kelime ile cevap vermedi." -H. R. Gürpınar, dilenciye hıyar vermişler de eğri diye beğenmemiş tkz. hem gereksinim duyduğu konuda yardım istiyor hem de yapılan yardımı küçümsüyor.

dilenci çanağı, dilenci vapuru, gönül dilencisi, medine dilencisi

dilenci çanağı sf. İçinde her şeyden biraz bulunan:

dilencilik, -ği is. 1. Dilenci olma durumu. 2. Dilenciye yakışır davranış, dilencilik etmek dilenmek.

dilenci vapuru is. Bütün iskelelere uğrayarak sefer yapan vapur: "Bu kaçıncı duruş? Dilenci vapurlarım da geçti, diye bağırdı." -R. N. Güntekin.

dilendirici is. Dilenme işini yaptıran.

dilendiricilik, -ği is. Dilendirici olma durumu.

dilendirme is. Dilendirmek işi.

dilendirmek (-i) 1. Dilenecek duruma getirmek. 2. Dilencilik yaptırmak.

dileniş is. Dilenme işi veya biçimi.

dilenme is. Dilenmek işi.

dilenmek (nsz, -den) 1. Sadaka istemek: "Cami kapısında avuç açar dilenirim de onun evine gitmem." -M. Ş. Esendal. 2. mec. Kendisini açındırarak bir kimseden bir şey istemek: "Gelip geçen otomobillerden pompa dilendiklerini gözümle gördüm." -R. N. Güntekin. dilenemez dilenci yoksulluğa düştüğü hâlde durumunu kimseye açmayan kimse.

dileyici is. Dilekte bulunan, dileyen kimse.

dil felsefesi is. fel. Dilin özü, kökeni, anlamı, yapısı üzerine araştırmalar yapan felsefe dalı.

dili bozuk, -ğu sf. Bir dili doğru ve düzgün konuşamayan (kimse).

-di'li geçmiş is. dbl. Belirli geçmiş.

dilim is. 1. Bir bütünden kesilmiş veya ayrılmış ince, yassı parça: "Biraz çay, birkaç dilim tereyağlı ekmek." -S. F. Abasıyanık. 2. Radyatör parçalarından her biri.

dilim dilim, baklava dilimi, saat dilimi, vergi dilimi

dilim dilim zf. Parça parça: Karpuzu dilim dilim kestiler, dilim dilim etmek dilimlemek.

dilimleme is. Dilimlemek işi.

dilimlemek (-i) Dilimlere ayırmak, dilim dilim etmek.

dilimleniş is. Dilimlenme işi veya biçimi.

dilimlenme is. Dilimlenmek işi.

dilimlenmek (nsz) Dilimlere bölünmek veya ayrılmak.

dilimleyiş is. Dilimleme işi veya biçimi.

dilinim is.jeol. Dilinme.

dilinme is. 1. Dilinmek işi. 2. jeol. Kayaçların, ince katlar biçiminde kolaylıkla ayrılabilme niteliği, dilinim.

dilinmek (nsz) Dilme işi yapılmak.

diliş is. Dilme işi veya biçimi.

dili tutuk, -ğu sf. Serbestçe, kolaylıkla konuşamayan (kimse).

dili tutukluk, -ğu is. Dili tutuk olma durumu.

dili uzun sf. İncitici sözler söyleyen, küstah, saygısız (kimse).

dili yatkın sf. Yabancı bir dili kolaylıkla öğrenme yeteneği olan.

dili zifir sf. Gönül kırıcı sözler söyleyen (kimse).

dil kavgası is. Ağız kavgası.

dil laboratuvarı is. db. 1. Yabancı dil öğretiminde, kayıtlı dil malzemesiyle ders yapılan yer. 2. Ses bilimi çalışmalarında elektronik araçlarla seslerin değerlendirildiği yer.

dillek, -ği sf. hlk. Dedikoducu.

dillendirme is. 1. Dillendirmek işi. 2. ed. İntak.

dillendirmek (-i) Biri hakkında dedikodu yapılmasına sebep olmak.

dillenme is. Dillenmek durumu.

dillenmek (nsz) 1. Çocuk konuşmaya başlamak. 2. Konuşma yeteneği olmayan varlık konuşmak, dile gelmek: "... elini uzatıp tam koparacağı sırada mor menekşe dillendi. -Koparma beni..." -T. Dursun K. 3. Onaylanmayan bazı davranışlar yüzünden hakkında dedikodu yapılmak, dile düşmek: "Kasabanın, evi basıla taşlana dillenmiş en namlı kahpesini, Yatık Emine'yi bir gece atına almış köye getirmişti." -R. H. Karay.

dilleşme is. Dilleşmek işi.

dilleşmek (nsz, -le) 1. Karşılıklı tatlı tatlı söyleşmek. 2. hlk. Dırlaşmak.

dilli sf. 1. Dili olan. 2. Konuşkan, sürekli ve tatlı konuşan: "Daha çok küçük, dört yaşında bile yok. Öyle dilli ki kimseye, laf bırakmıyordu. " -O. Rifat. 3. Dedikoducu, ileri geri konuşan: "Benim işim yok senin o dilli kardeşlerinin arasında." -N. Cumalı.

dilli düdük, dudu dilli, iki dilli, tatlı dilli

dilli düdük, -ğü is. hlk. 1. Söğüt, kavak vb. ağaçların ince dallarından veya kamıştan yapılan bir çeşit düdük. 2. sf. mec. Çok konuşan (kimse), dilli düdük etmek bir haberi herkese yaymak.

dilmaç, -cı is. Çevirmen: "Almanyalı ile anlaşabilmek için bu Maltalıyı dilmaç olarak tutmuşlar." -M. Ş. Esendal.

dilmaçlık, -ğı is. Çevirmenlik: "... o subayları esir alıp askere getiren kumandan Kâzım Bey dilmaçlık ediyordu." -R. E. Ünaydın.

dilme is. 1. Dilmek işi. 2. Dört köşe kesilmiş ağaç.

dilmek (-i) 1. Bir bütünü ince ve yassı parçalara ayırarak kesmek: "Şimdi bu elemanları ince ince dileceğim." -A. Gündüz. 2. hlk. Yarmak.

dil oğlanı is. tar. İstanbul'daki yabancı elçiliklerde Türkçe öğretilerek çevirmen olmak üzere yetiştirilen genç.

dil öğrenimi is. Yabancı bir dilde öğrenim görme.

dil öğretimi is. Yabancı dille eğitim ve öğretim yapma.

dil pelesengi is. Söz arasında yerli yersiz söylenen ve tekrarlanan söz.

dil peyniri is. Koyun sütünden yapılan, yağlı, lezzetli, tuzsuz peynir.

dilsel sf. Dille ilgili.

dilsever sf. Ana dili seven (kimse).

dilseverlîk, -ği is. Dilsever olma durumu.

dilsi sf. Dili andıran, dile benzeyen, dil gibi.

dilsiz sf. 1. Konuşma engelli, konuşamayan, ahraz. 2. mec. Ses çıkarmayan, sessiz olan (kimse).

sağır dilsiz

dilsizlik, -ği is. Dilsiz olma durumu.

dil sürçmesi is. Sözleri yerinde ve düzgün olarak söyleyememe.

dil şakası is. Ağız şakası.

dil tutukluğu is. tıp 1. Dilin iyi çalışmamasından ileri gelen söyleme güçlüğü, anartri. 2. Herhangi bir sebeple konuşamama.

dilüviyum is. (dilü'viyum) Fr. diluvium jeol. Bugünkü ırmakların Dördüncü Çağdan kalma en eski alüvyonları.

dil yarası (I) is. Acı sözün yarattığı kırgınlık: Kılıç yarası onar, dil yarası onmaz." -Atasözü.

dil yarası (II) is. Gönül yarası: "Dedim dilber niçin sararıp soldun / Dedi çektiklerim dil yarasıdır." -Aşık Ömer.

dimağ is. Ar. dimağ esk. 1. Beyin. 2. Bilinç, zihin: "... meclisin nerede toplanabileceği fikri dimağımızı işgal ediyordu." -Atatürk.

dimdik, -ği sf (di'mdik) 1. Çok dik. 2. Sağlıklı, zinde: "Müsteşar dimdik, sert adımlar atıyor." -P. Safa. 3. Sıkıntıları karşılayacak durumda olan, baş eğmeyen, metin. 4. zf. Çok dik bir biçimde. 5. zf Sağa sola sapmadan, dosdoğru: "Çevik adımlarla dimdik yürüyen, uzun boylu, yakışıklı, varlıklı bir adam." -R. H. Karay. 6. zf. Kaskatı, çok sertleşmiş olarak. 7. mec. Dikkatli, ısrarlı (bakış), dimdik ayakta durmak yıkılmamak. dimdik durmak 1) tam dik durumda olmak: "Pencerenin önünde, sırtı odaya dönük olarak dimdik durdu." -T. Buğra. 2) mec. tutumunu değiştirmemek, yılmamak: "Onun nasıl hiç sarsılmadan dimdik durduğunu gördüm." -Y. Z. Ortaç.

başı dimdik

dimi is. Yun. Sıkı dokunmuş bir tür pamuklu kumaş.

diminuendo is. (diminue'ndo) İt. muz. 1. Müzik parçasının başında ">" işaretiyle gösterilen nota terimi. 2. zf. Sesi gittikçe azaltarak.

dimmer is. İng. dimmer fiz. Elektrik akım şiddetini el ile çevirerek ayarlayan anahtar, reosta.

dimnit is, bot. Erken olgunlaşan ince kabuklu bir çeşit siyah üzüm.

dimyat is. bot. Seyrek ve yuvarlak taneli bir çeşit üzüm.

Dimyat Öz. is. (Kuzey Mısır'da bir yer adından) "Aşırı hırs göstererek çok mal isteyen kimse her şeyini kaybedebilir" anlamındaki Dimyata pirince giderken, evdeki bulgurdan oldu atasözünde geçen bir söz.

din (I) is. (di:ni) Ar. din 1. din b. Tanrı'ya, doğaüstü güçlere, çeşitli kutsal varlıklara inanmayı ve tapınmayı sistemleştiren toplumsal bir kurum, diyanet: "Her dinin mabetleri bütün müminlere açıktır." -H. C. Yalçın. 2. din b. Bu nitelikteki inançları kurallar, kurumlar, töreler ve semboller biçiminde toplayan, sağlayan düzen: "Yazık ki bu sanat ve din bahsinde bana arkadaşlık edecek kültürde değil." -R. H. Karay. 3. mec. İnanılıp çok bağlanılan düşünce, inanç veya ülkü. dinden imandan çıkmak kendini kontrol edemeyecek kadar çok öfkelenmek, çok sinirlenmek, dinden îmandan olmak dinî inancını yitirmek, dini bir uğruna Müslümanlık davası yoluna: "Senin yanına fedai yazılacağım ve dini bir uğruna çalışacağım." -R. H. Karay, dini gibi bilmek çok iyi, kesinlikle bilmek: "Ufacık bir düşüncenin en büyük bir dikkati iflas ettirdiğini dini gibi bilirdi." -Ö. Seyfettin, dini imanı para tek düşüncesi para olan kimseler için kullanılan bir söz. dinim hakkı için (veya dinim aşkına) "dinimi tanık tutarım" anlamında bir ant sözü: "Şevki Bey dedi, dinin aşkına sen Romenlerin gemi yaptıklarım işittin mi?" -M. Ş. Esendal. dinine yandığım argo öfke, kızgınlık vb. duygulan belirtmek için kullanılan ilenme sözü.

din adamı, din birliği, din dışı, din erki, din felsefesi, dîni bütün, gizli din, Hak dinî

din (II) is. Fr. dynefiz. C.G.S. sisteminde 1 g'lık bir kütlenin hızını saniyede 1 cm artıran güç birimi: Bir nevton w din'e eşittir.

din (III) is. hlk. Bir şeyin en yüksek ve sivri noktası.

din doruğu

din (IV) is. hlk. İlmek.

din adamı is. din b. Mesleği dinle ilgili işler olan görevli.

dinamik, -ği sf. Fr. dynamiaue 1. fiz. Hareketli, her an değişebilen, duruk karşıtı. 2. is. fiz. Mekaniğin kuvvet, hareket, enerji arasmdaki ilişkilerini inceleyen dalı, devim bilimî. 3.fel. Devimsel. 4. mec. Canlı, etkin, hareketli: "Önce bir şey kotarmak, sonra bunun üzerine konuşulanlara kulak vermek, düzeltmek, daha olumlu, daha dinamik, daha sağlıklı bir yoldur kanısındayım." -H. Taner.

dinamik analiz

dinamik analiz is. ekon. Çözümleme konusu yapılan veya modele dâhil edilen değişkenlerin zaman içindeki değişmelerinin de dikkate alındığı yöntem.

dinamikleşme is. Dinamikleşmek durumu.

dinamikleşmek (nsz) Dinamik duruma gelmek.

dinamikleştirme is. Dinamikleştirmek.

dinamikleştirmek (-i) Dinamik duruma getirmek.

dinamit is. Fr. dynamite 1. kim. Nitrogliserin ile yapılan patlayıcı bir madde. 2. mec. Tutku, özlem, heyecan: "Aslında beklediği, Nahit'in görünmesiyle patlayan sevgi dinamitinin dinmesidir." -T. Buğra. 3. sf. mec. Şiddetli, korkunç, hırslı.

dinamit tokumu

dinamitçi is. Dinamit üreten, satan veya patlatılma işinde çalışan kimse.

dinamitçilik, -ği is. Dinamitçinin işi veya mesleği.

dinamitleme is. Dinamitlemek işi.

dinamitlemek (-i) 1. Dinamitle havaya uçurmak. 2. mec. Bir girişimi, bir kuruluşu engelleyici, yıkıcı davranışta bulunmak.

dinamitlenme is. Dinamitlenmek işi.

dinamitlenmek (nsz) 1. Dinamitle havaya uçurulmak. 2. mec. Engellenmek.

dinamit lokumu is. Kömür tozu, kil vb. maddelere emdirilmiş dinamit.

dinamizm is. Fr. dynamisme fel. 1. Devimselcilik. 2. mec. Davranışlan canlı ve hareketli olan canlının özelliği: "İlerleme yolunda yeni ve diri hareketleri zorlayan yığınların dinamizmidir." -S. Birsel.

dinamo is. (dina'mo) Fr. dynamofiz. Üreteç.

elektrik dinamosu

dinamometre is. (dinamome'tre) Fr. dinamometre fiz. Kuvvetölçer.

dinar is. Ar. dinar 1. Bahreyn, Cezayir, İran, Irak, Kuveyt, Libya, Tunus, Ürdün, Yemen ve eski Yugoslavya'da kullanılan para birimi. 2. esk. Yaklaşık olarak altın liranın dörtte biri değerinde olan eski bir para.

din birliği is. din b. Aynı din etrafında oluşturulan inanç gücü.

dince zf. Dinî bakımdan, dine göre.

dincelme is. Dincelmek işi.

dincelmek (nsz) hlk. Dinçleşmek.

dinceltici sf. Canlılık, dinçlik, zindelik verici, toparlanmayı sağlayıcı: "Uzak müdafaa latalarını telefonlarla, telgraflarla arayıp buluyor, her birine dinceltici sözler söylüyor." -R. E. Ünaydın.

dinceltme is. Dinceltmek işi.

dinceltmek (-i) Canlılığını, dinçliğini, zindeliğini sağlamak.

dinci is. Dinî görüşleri her alana yaymak isteyen kimse.

dinci erki, kökten dinci

dinci erki is. din b. Din erki.

dincilik, -ği is. Dincinin işi.

kökten dincilik

dinç, -ci sf Gücü ve sağlık durumu yerinde, canlı, zinde, tendürüst, tüvana: "Kısa kesilmiş çember sakallı, iri ağızlı, yetmişlik, dinç bîr ihtiyar."-M. Ş. Esendal.

başı dinç

dinçlenme is. Dinçlenmek durumu.

dinçlenmek (nsz) Dinç bir durum ve görünüm kazanmak: "Dinçlenmiş gövdeleri, dinlenmiş yüzleri ile pırıl pırıl gelmişlerdi gazinoya."-N. Cumalı.

dinçleşme is. Dinçleşmek işi.

dinçleşmek (nsz) Dinç duruma gelmek.

dinçlik, -ği is. Dinç olma durumu, zindelik, mecal.

dindar sf. Ar. din + Far. -dâr din b. Din inancı güçlü, din kurallarına bağlı (kimse), mütedeyyin.

dindarlık, -ğı is. Dindar olma durumu.

dindaş is. Aynı dinden olan kimse, dindaş olmak aynı dinden olmak.

dindaştık, -ğı is. Dindaş olma durumu.

din dışı sf. din b. Dinle ilişiği olmayan, ladini: Din dışı edebiyat.

dindirme is. Dindirmek işi.

dindirmek (-i) Dinmesini sağlamak.

din doruğu is. Dağın en yüksek yeri.

dine is. hlk. Konaklama yeri: "İsmini duyduklarımızın, bildiklerimizin kimi çayımdan, kimi dinemden geçti." -F. R. Atay.

dinek, -ği is. hlk. Dinlenmek için durulan yer.

dinelme is. Dinelmek işi.

dinelmek (nsz) hlk. 1. Ayakta durmak. 2. Ayağa kalkmak, dik durmak. 3. (-e) mec. Karşı koymak, kafa tutmak.

dinen zf. (di: 'nen) Ar. dînen Din bakımından.

dineri is. (dine'ri) İt. dineri İskambil kağıtlarındaki işaretlerden karo.

din erki is. din b. Din ilkelerine dayanan egemenlik, din gücü.

din felsefesi is. din b. Dinin ilkelerinin özünü ve anlamını temellendirmeyi amaçlayan felsefe dalı.

dingi is. den. Bir çifte kürekli küçük patalya.

dingil is. 1. Tekerleklerin merkezinden geçen ve taşıtın altına enlemesine yerleştirilmiş mil, aks: "Öyleleri görülür ki arabanın dingilleri üzerine oturtulmuş büyük kafesler sanırsınız." -R. N. Güntekin. 2. sf. argo Aptal, salak. 3. sf. argo Kaba saba.

dingildek, -ği sf. 1. Tabanı üzerinde hareketsiz duramayıp sallanan, oynak, dengesi bozuk. 2. mec. Yıpranmış: "Sinir sistemleri dingildek olan bu titiz adamları domestik uğraşılar büsbütün hırçın yapar." -H. Taner. 3. mec. Sözüne güvenilmez, kaypak: "Baştan çıkarıcı telkinlerle kişiliği zaten oluşmamış, dingildek insanları kazanmak hiç de güç olmasa gerektir." -H. Taner.

dingildektik, -ği is. Dingildek olma durumu, dengesizlik: "Ne oldum delisi ilkbaharı kaprislerinden, dingildekliğinden, maymun iştahlığından çok sevemedim." -H. Taner.

dingildeme is. Dingildemek işi.

dingildemek (nsz) 1. Sallanmak, oynamak: "Siyah esvaplılar, siyah çarşaflıları dingildeyen iskeleden vapura ite ite çıkardılar." -H. E. Adıvar. 2. Korkmak, kuşkulanmak.

dingilli sf. Dingili olan.

dingilsiz sf. Dingili olmayan.

dingin sf. 1. Sakin, durgun: "Çevredeki çınarlar, dingin bir gariplik içinde, ağır ağır, tek tek yapraklarını dökerdi." -A. ilhan. 2. Hareket etmeyen, kımıldamayan. 3. mec. Gücü tükenmiş, yorgun, mecalsiz: Dingin bir at.

dingincilik, -ği is.fel. Tam bir gönül rahatlığı, tutkusuzluk içinde bütün arzulardan sıyrılmış olarak direnç göstermeden kendini Tanrı ibadetine vermeyi ve tanrısal ruh dinginliği kazanmayı amaçlayan dünya görüşü, sekincilik.

dinginleşme is. Dinginleşmek durumu.

dinginleşmek (nsz) Dingin duruma gelmek.

dinginleştirme is. Dinginleştirmek işi veya durumu,

dinginleştirmek (-i) Dingin duruma gelmesini sağlamak.

dinginlik, -ği is. Dingin olma durumu, durgunluk, sükûnet: "Ortalık hızla, ama insanı hoş tutan bir dinginlik, içini rahatlatan bir uysallıkla kararıyor." -A. İlhan.

Dingo öz. is. "Girenin çıkanın belli olmadığı yer" anlamındaki Dingonun ahırı deyiminde geçen bir söz: "Ulan burası mahpushane değil, Dingonun ahırı." -Ö. Seyfettin.

dinî sf (dimi:) Ar. dinî Dinle ilgili, din üzerine, dinsel: "Herkes, vicdan, dinî inanç ve kanaat hürriyetine sahiptir." -Anayasa.

dini bütün sf. din b. Dinine çok bağlı, inancı sağlam olan, dinin buyruklarını eksiksiz yerine getiren: "Dini bütün, ahlakı düzgün olduğu için sana sadakat gösterecek." -R. N. Güntekin.

dini bütünlük, -ğü is. Dini bütün olma durumu.

diniş is. Dinme İşi veya biçimi,

dink, -gi is. hlk. 1. Pirinci kabuğundan ayırmak veya bulgur dövmek için kullanılan dibek. 2. Şayak, aba vb.ni dövmek İçin kullanılan araç.

dinleme is. Dinlemek işi: "Onu gece yarılarına kadar dinleme fedakârlığı yine bize düşer. " -H. Taner.

dinleme salonu

dinlemek (-i) 1. İşitmek için kulak vermek: "Konağın hesabını sen söylersin, ben de dinlerim." -A. Ş. Hisar. 2. Birinin sözünü, öğüdünü kabul edip gereğince davranmak: Beni dinlersen bu işten vazgeç. 3. Kulakla veya dinleme aletiyle hastayı muayene etmek: "Doktor kalkar. Kulağını bu gösterilen yere dayar. Dinler." -Ö. Seyfettin. 4. mec. Uymak, baş eğmek, itaat etmek.

dinleme salonu is. Müzik, tiyatro eserlerini dinletmek, radyo televizyon yayınları yapmak veya ses kaydetmek amacıyla akustiği sağlanmış salon, oditoryum.

dinlence is. Tatil.

dinlendirici sf. Dinlendirme özelliği olan.

dinlendiricilik, -ği is. Dinlendirici olma durumu.

dinlendirme is. Dinlendirmek işi,

dinlendirmek (-i) 1. Dinlenmesini sağlamak. 2. Durulmaya bırakmak. 3. Tarlayı nadasa bırakmak: Tarlayı dinlendirmek. 4. hlk. Yanan lamba, ateş vb.ni söndürmek.

dinlenilme is. Dinlenilmek işi.

dinlenilmek (nsz) Dinlenme işi yapılmak.

dinlenme (I) is. Dinlenmek işi, istirahat: "Kendisine bir yere oturup dinlenmeyi teklif ettim." -A. Haşim. dinlenme yapmak İstirahat etmek, dinlenmek, yorgunluk çıkarmak: "Şoför ve muavini, üstleri yağ ve toprak içinde, yüzlerinde siyah terler damlayarak bir kenara oturup uzunca bir dinlenme yapıyorlardı." -Sabahattin Ali.

dinlenme kampı, dinlenme salonu

dinlenme (II) Dinlenmek (II) işi.

dinlenmek (I) (nsz) 1. Güç kazanmak için çalışmaya ara vermek, yorgunluğunu gidermek, soluklanmak, istirahat etmek: "Pervin biraz dinlendikten sonra ayağa kalktı." -P. Safa. 2. Bazı yiyecek ve içecekleri, tadını arttırma, kolay pişmesini sağlama vb. sebeplerle bir süre bekletmek.

dinlenmek (II) (nsz) 1. Dinleme işine konu olmak: "Dinlenmediğini zannetmesine onun galiba cam sıkılmıştı." -R. N. Güntekin. 2. Önemsenmek, öğüdü yerine getirilmek: Sözüm dinlendi.

dinlenme kampı is. Kuruluşlarda çalışanların dinlenmek, eğlenmek için gittikleri konaklama yeri, kamp: "Beni öyle bir dinlenme kampına alsınlar ki, kapıdan girerken kimlik kartımla birlikte kişiliğimi de kapıda bırakayım. " -H. Taner.

dinlenme salonu is. İstirahat etmek, dinlenmek için ayrılmış salon.

dinleti is. Sanat eserlerini bir topluluğa çalma veya söyleme, konser.

dinletme is. Dinletmek işi.

dinletmek (-i, -e) Dinlemesini sağlamak, söz geçirmek: "Terli terli su içme diye o kadar söyledim, dinletemedim."-Ç. Altan.

dinleyici is. 1. Söylenen veya çalınan bir şeyi dinleyen kimse: "Belki hürmetlerini göstermek isteyen dinleyiciler ayağa kalkmak isteyeceklerdi." -A. Ş. Hisar. 2. Kayıtlı olmadığı hâlde derslere dışarıdan devam eden kimse.

dinleyicilik, -ği is. Dinleyici olma durumu.

dinleyiş is. Dinleme işi veya biçimi.

dinli sf. Dini olan.

dinme is. Dinmek işi.

dinmek (nsz) 1. Sona ermek, bitmek, durmak: "Gözyaşlarım dindi, ferahladım, eski hayatıma kavuştum." -Y. K. Beyatlı. 2. Kar ve yağmurun yağması, rüzgârın esmesi kesilmek veya durmak: "Dinmiş lodosların uğultusu içinde / İstanbul'u dinliyorum, gözlerim kapalı." -O. V. Kanık.

dinozor is. Fr. dinosaure 1. zool. Dinozorlar takımından, boyu 20 m kadar olabilen, ilk çağlarda yaşamış, günümüze fosilleri kalmış bir sürüngen. 2. mec. Gelişmelere ayak uyduramamış, çağın gerisinde kalmış veya mevcut durumu korumak isteyen kimse.

dinozorlar ç. is. zool. Omurgalı hayvanlardan sürüngenler sınıfına giren, soyu tükenmiş bir takım.

dinozorlaşma is. Dinozorlaşmak işi.

dinozorlaşmak 1. Dinozor gibi davranmak. 2. mec. Gelişmelere ayak uyduramamak, çağın gerisinde kalmak veya mevcut durum ve düzeni koruyup herhangi bir köklü değişiklik yapmamak.

dinsel sf. Dinî.

dinsiz sf. 1. Dinî inancı olmayan. 2. mec. Acımasız. dinsizin hakkından imansız gelir acımasız olan kişiyi, kendisinden daha acımasız biri yola getirir.

dinsizlik, -ği is. Dinsiz olma durumu: "Nasıldan, niçinden uzaktır davranışlarım; din de umurumda değil, dinsizlik de." -T. Oflazoğlu.

dip, -bi is. 1. Oyuk veya çukur bir şeyin en alt bölümü: "O kuyunun dibinde kireç vardır." -S. F. Abasıyanık. 2. Taban: Tencerenin dibi. 3. Dikili duran bir şeyin yerle birleştiği nokta ve çevresi veya bir şeyin yanı başı: "En çok kafam terlemişti, parmaklarımı saçlarımın diplerine sürdüm." -S. F. Abasıyanık. 4. Kapalı bir yerin kapıya göre en uzak bölümü: "Karagöz perdesinin karşısına dizilmiş koltuklardan en diptekine oturdu." -A. İlhan. 5. hlk. Arka, kıç: "Hepsi de, tavuğun dibinden sabah sabah çıkmış, taptazedir." -E, E. Talu. dip dibe yan yana sıkışmış olarak: "Odunlara karşı bir portakal sandığının üstünde dip dibe oturuyorlardı. " -Ç. Altan. (bir kabın) dibi görünmek bir kabm içindeki şey tükenmek, dibi kırmızı mumla (veya bal mumuyla) mı çağırdım "üzerinde önemle durarak çağırmadım" anlamında kullanılan bir söz. dibine darı ekmek bir şeyi sonuna kadar tüketmek, bitirmek: "Eline geçirince dibine darı ekmeden bırakmazsın." -R. İlgaz, (bir kabın) dibini bulmak içindekini tüketmek. dibini kurcalamak (veya karıştırmak) araştırmak, sorup öğrenmek: "Dibini kurcalıyorsun, ... birkaç merkez dışında Ege üreticisi çoğunluk küçük çiftçi, orta çiftçi!" -A. İlhan, dibini tutmak pişen yemekler tencerenin dibine yapışmak.

dip ağı, dip balıkçılığı, dip bucak, dipdam, dip doruk, dip koçanı, dipnot, burnunun dibi, kazandibi

dip ağı is. Palamut vb. balıkları avlamak için denizin dibine atılan ağ.

dip balıkçılığı is. Dipte yaşayan su Ürünlerinin avlanılması.

dip bucak zf. Ayrıntılı bir biçimde.

dipçik, -ği is. Tüfek vb, silahların namlu gerisinde bulunan, atış sırasında silahın omuza dayanmasını veya tabancanın elle kavranmasını sağlayan taban bölümü: "Canı çıkıncaya kadar dipçiklerle dövdüler." -Ö. Seyfettin.

dipçikleme is. Dipçiklemek işi.

dipçiklemek (-i) Dipçikle vurmak.

dipçiklenme is. Dipçiklenmek işi.

dipçiklenmek (nsz) Dipçikle vurulmak.

dipçikletme is. Dipçikletmek işi.

dipçikletmek (nsz) Dipçikleme İşini yaptırmak.

dipdam is. hlk. Hapishane: "Meyrem'im Meyrem'im çakır Meyrem'im / Senin için dipdamları boylarım." -Halk türküsü.

dipdinç, -ci sf (di'pdinç) Çok sağlıklı, çok canlı.

dipdiri sf. (dipdiri) Çok diri, çok canlı.

dip doruk zf Baştan aşağı, dipten tepeye kadar, bütün.

dipfriz is. (dipfriz) İng. deep freeze Bozulabilecek yiyecekleri çok düşük ısılarda dondurarak uzun süre saklamak için kullanılan buzdolabı.

dip koçanı is. Hesap çıkarmaya, gerektiğinde koparılan parça ile karşılaştırma yapmaya yarayan ve yaprakları deftere bağlı olan bölüm.

diplarya is. (dipîa'rya) zool. Pisi balığının küçüğü.

dipleme is. Diplemek işi.

diplemek (-i) hlk. 1. Bitkiyi kökünden sökmek. 2. İçilecek bir şeyi dibine kadar İçmek.

dipli sf. Dibi olan.

diploit, -di is. Fr. diploıde biy. İki kromozom takımı taşıyan hücre veya organizma.

diploma is. (diplo'ma) İt. diploma Bir kimseye herhangi bir okulu veya Öğrenim programını başarıyla tamamladığını, bir derece veya unvanı kullanmaya hak kazandığını, bir iş, sanat veya meslek dalında çalışabilme yetkisi elde ettiğini belirtmek için bir öğretim kurumu tarafından düzenlenip verilen resmî belge, icazetname, şehadetname: "Hukuktan diplomamı alınca bana mühim bir memuriyet buldu." -Ö. Seyfettin.

diplomalı sf. 1. Diploması olan. 2. Yetkisi diploma ile belgelenmiş: Diplomalı terzi.

diplomasız sf. 1. Diploması olmayan. 2. Diploması olması gereken bir meslekte, diploması olmadan çalışan.

diplomasızlık, -ğı is. Diplomasız olma durumu.

diplomasi is. Fr. diplomatie 1. Uluslararası ilişkileri düzenleyen antlaşmalar bütünü. 2. Yabancı bir ülkede ve uluslararası toplantılarda ülkesini temsil etme işi ve sanatı. 3. Bu işte çalışan kimsenin görevi, mesleği: "Benim için, diplomasinin birbirinden tuhaf birçok icaplarına uymak, belki, mümkün olmuştur." -Y. K. Karaosmanoğlu. 4. Bu görevlilerin oluşturduğu topluluk. 5. mec. Güç bir görüşme sırasında gösterilen ustalık ve beceriklilik.

mekik diplomasisi, telefon diplomasisi

diplomat is. Fr. diplomate 1. Dış politikayla uğraşan ve ülkesini temsil etmekle görevlendirilen kimse. 2. Teksir yapmak için kullanılan bir mumlu kâğıt türü. 3. mec. İlişkilerinde kurnaz, becerikli olan.

diplomatça zf. (diploma'tça) 1. Diplomata yakışır biçimde, diplomat gibi. 2. mec. Kurnazlıkla, açıkgözlükle.

diplomatik, -ği sf. Fr. diplomatique Diplomasi ile İlgili: "O diplomatik toplantıların Viyana'da başlıca simalarındandı." -H. E. Adıvar.

diplomatik dil

diplomatik dil is. Diplomasi alanında kullanılan dil.

diplomatlık, -ğı is. 1. Diplomat olma durumu: "Evinde rahat rahat oturacağına niye fırkacılığa, diplomatlığa kalkmıştı?" -R. H. Karay. 2. Diplomasi.

dipnot is. Metin içinde geçen herhangi bir bilgi ile ilgili olarak sayfa altına, çalışmanın sonuna konulan açıklama veya kaynak bilgisi, haşiye.

dipsiz sf. Dibi olmayan, dipsiz kile, boş ambar para, mal tutmayanın durumunu veya bir iş için boş yere uğraşıldığını anlatan bir söz: "Politika ne nankör bir meslek, ne dipsiz kile, boş ambar İmiş." -R. H. Karay. dipsiz testi eline geçen para veya malı hesapsızca, boş yere harcayan.

-dir bk. -dır / -dir vb.

-dir- bk. -dır- / -dir- vb.

dirayet is. (dira:yet) Ar. dirayet psikol. esk. Zekâ.

dirayetli sf. (dira.yetli) 1. Yetenekli, becerikli: "Oğulları arasında en dirayetli ve en cesuru Selim 'di." -F. F. Tülbentçi. 2, Zeki.

dirayetlilik, -ği is. Dirayetli olma durumu.

dirayetsiz sf. (dira.yetsiz) Yeteneksiz, beceriksiz.

dirayetsizlik, -ği is. Dirayetsiz olma durumu.

direk, -ği is. 1. Ağaçtan veya demirden yapılan uzun ve kalın destek: "Kayıkçı yelkeni açmak için ilkin direği yerine oturtmalıdır." -S. Birsel. 2. Sütun. 3. mec. En önemli kimse veya şey: "Fevzi Çakmak Millî Savaş'ın temel direklerinden biridir." -F. R. Atay. direk direk bağırmak tedirgin edecek biçimde bağırmak, direk gibi sağlam yapılı, İri yapılı.

ana direk, mumdirek, mum direk, orta direk, bayrak direği, can direği, çadır direği, elektrik direği, evin direği, korner direği, telefon direği, telgraf direği, temel direği

direkçi is. Alamana kayıklarında direğe çıkarak gözcülük yapan kimse.

direkli sf. Direği olan: "Altı direkli çadırın etrafı fırdolayı açıktı. "-R. H. Karay.

çift direkli

direklik, -ği sf. Direk yapmaya elverişli (agaç).

direksiyon is. Fr. direction Taşıta istenilen yönü vermeye ve taşıtı belirli bir doğrultuda götürmeye yarayan düzenek, yönelteç. direksiyon kırmak aracı istenilen yöne çevirebilmek için direksiyonu o yöne döndürmek. direksiyon sallamak argo motorlu taşıt kullanmak, direksiyona geçmek 1) aracı kullanmak üzere sürücü yerine oturmak; 2) mec. bir işin yönetimini üzerine almak.

havalı direksiyon

direksiz sf. Direği olmayan.

direkt sf. Fr. directe 1. Dolaysız, aracısız: İki devlet arasında direkt ilişki yok. 2. zf. Doğru olarak, hiçbir yerde durmadan, duraksız, doğruca: Bu otobüs direkt İstanbul'a gider. 3. zf. Doğrudan, doğrudan doğruya: Sınıfını direkt geçen Öğrenci.

direktif is. Fr. directive Yönerge, direktif almak talimat almak, emredilmek: "Herkes benden emir, direktif almaya mecbur değil!" -A. Gündüz, direktif vermek talimat vermek: "Projelere, tasavvurlara geçildi, Paşa direktifler veriyordu." -T. Buğra.

direktör is. Fr. directeur Yönetmen.

teknik direktör

direktörlük, -ğü is. Yönetmenlik, müdürlük.

direme is. Diremek işi.

diremek (-i, -e) hlk. 1. Bir şeyi dikine koymak, dayamak, durdurmak. 2. mec. Direnmek, karşı koymak, inat etmek, ısrar etmek.

diren is. Dirgen.

direnç, -ci is. 1. Dayanma, karşı koyma gücü, mukavemet, 2. fiz. Bir nesnenin elektrik akımına karşı dayanma özelliği, mukavemet, rezistans. 3. fiz. Bir çevrime istenilen değerde ek direnç katmak için kullanılan düzen, mukavemet, rezistans.

balast direnç, öz direnç

dirençli sf Direnci olan: "Kendini bu rizikolardan korumak isteyen dirençli tutumuna elbet bir diyeceğimiz olamaz." -H. Taner.

dirençsiz sf Direnci olmayan.

dirençsizlik, -ği is. Dirençsiz olma durumu.

direngen sf. Direnen, İnatçı, anut, muannit.

direngenlik, -ği is. Direngen olma durumu, İnatçılık.

direnim is. 1. Direnme işi, İnat, taannüt. 2. huk. Temerrüt.

direniş is. Direnme İşi veya biçimi, karşı koyma, dayanma, mukavemet: "Bu direniş çetin değil, haşin değil, yürek burkucuydu." -T. Buğra.

direnişçi is. Karşı koyan, dayanan kimse.

direnişçilik, -ği is. Direnişçi olma durumu.

direnleme is. Direnlemek işi.

direnlemek (-i) Dirgenle yaymak.

direnme is. Direnmek işi, karşı koyma, dayanma, inat etme, ısrar etme, mukavemet etme.

direnmek (nsz) Herhangi bir düşüncede, bir istekte veya bir durumda karşı koymak, ayak diremek, inat etmek, ısrar etmek, taannüt etmek: "Çantayı almak isterlerse sakın direnme, ver." -T. Buğra.

direşken sf. Bir İşi yılmadan sonuna kadar götüren, sebatkâr,

direşme is. Direşmek işi, sebat.

direşmek (nsz) hlk. Sözünden veya kararından dönmemek, dayanmak, sebat etmek.

diretme is. Diretmek işi, inat.

diretmek (nsz) Direnmek, ayak diremek, inat etmek, ısrar etmek: "Annesi ile ablası adamın kaçırılacak bir kısmet olmadığım öne sürerek evlenmesi için diretiyorlardı." -N. Cumalı.

direy is. zool. Fauna.

dirgen is. hlk. Genellikle harmanda saplan yaymaya yarayan çatallı bir tarım araç.

dirgenleme is. Dirgenlemek işi.

dirgenlemek (-i) Dirgenle yaymak.

dirhem is. Ar. dirhem esk. 1. Okkanın dört yüzde birine eşit olan, 3,148 g'lık eski bir ağırlık ölçüsü. 2. Bir tür gümüş para. dirhemle söylemek (veya konuşmak) çok az veya yavaş konuşmak: "Üstadı, profesörle taban tabana zıt yaradılışlı bir insandı, yani dirhemle lakırtı söylüyordu." -R. N. Güntekin.

dirhem dirhem, bir dirhem

dirhem dirhem zf Azar azar, az az, çok az ölçüde.

diri sf. 1. Yaşamakta olan, yaşayan, canlı, ölü karşıtı: "Senin ölün değil, bana dirin lazım." -Ö. Seyfettin. 2. Güçlü, zinde: Diri bir adam. 3. Solmamış, pörsümemiş: Diri çiçek. Diri yaprak. 4. Gereği kadar pişmemiş, diri kalmak 1) dinç, sağlıklı görünmek; 2) pirinç, bulgur vb. bakliyat gereği kadar pişmemiş olmak: Pirinçler biraz diri kalmış.

diri diri, diri Örtü

dirice sf. (diri'ce) Biraz diri.

diri diri sf. 1. Canlı canlı, taptaze: "Tam bu sırada iri iri, diri diri kolyozlar geldi." -S. F. Abasıyanık. 2. zf. Canlı olarak: "Ben burada, diri diri bir mezara gömülmüş gibiyim. " -Y. K. Karaosmanoğlu.

diriğ is. Far. diriğ esk. Esirgeme, diriğ etmek esirgemek.

diriksel sf. biy. Diri İle, canlı İle İlgili, canlılar üzerinde olan, diril.

diriksel ist

diriksel ısı is. Diril ısı.

diril (I) sf. biy. Diriksel.

diril ısı

diril (II) is. Alm. Drill Şilte yüzü veya gömlek yapmaya yarar pamuklu bir kumaş.

dirileşme is. Dirileşmek işi.

dirileşmek (nsz) Bitkin, porsumuş veya solmuşken yeniden diri duruma gelmek.

diril ısı is. Hayvanların vücut ısısı, diriksel ısı.

dirilik, -ği is. Diri olma durumu.

diriliş is. 1. Dirilme işi veya biçimi, dirilme, canlanma. 2. mec. Yeni bir atılımla güç kazanma. 3. din b. Dinî inanışlara göre Ölümden sonra dirilme, basübadelmevt.

dirilme is. Dirilmek işi.

dirilmek (nsz) 1. Güçlenip canlanmak: Bir bardak suyu içince dirildi. 2. Bitki solmuş, porsumuş durumdayken yeniden canlılık kazanmak, diri duruma gelmek. 3. Hasta yeniden sağlığını kazanmak, iyileşmek. 4. Öldüğü sanılan şey canlılık kazanmak: "Masal bu, ölüyken dirilmiş, kabirden dışarı atlamış insanların masalı." -P. Safa. 5. mec. Yeniden etkin olmak, geçerli duruma gelmek: "Aruz ölçüsü bir gün yeniden dirilecek mi bilmiyorum." -N. Ataç.

diriltici is. Canlılık verici niteliği bulunan şey.

diriltme is. Dirilmesini sağlama, canlandırma.

diriltmek (-i) Dirilmesini sağlamak: "Bu hülyayı sokakta, evde, gece gündüz dirilttiler." -P. Safa.

dirim is. 1. Hayat, yaşam. 2. Yaşama gücü.

dirim bilimi, dirim konisi, dirim kurgu, dirim suyu, ölüm dirim

dirim bilimci is. Biyolog.

dirim bilimcilik, -ği is. fel Gerçekliği tek yanlı olarak yalnızca dirim bilimsel açıdan inceleyen, organik yaşamın kavramlarını öteki gerçeklik alanlarına da uygulayan görüş.

dirim bilimi is. Biyoloji.

dirim bilimsel sf. Biyolojik.

dirim konisi is. bot. Gelişme durumundaki fidan veya yaprakların sürgen dokulu ucu.

dirim kurgu is. Canlılar dünyasını özellikle beynin çalışmasını taklit eden elektronik aletlerden yararlanmayı konu edinen bilim dalı, biyonik.

dirim kurgusal sf. Biyoloji ve elektronikle ilgili olan, biyonik.

dirimli sf. Hayatı olan (canlı).

dirimlik, -ği is. 1. Hayat, yaşam, sağlık. 2. Mal mülk, gelir. 3. sf Hayatla ilgili, dirimsel.

ölümlük dirimlik

dirimsel sf. Hayatla ilgili veya hayata bağlı olan, hayati, biyolojik.

dirimselcilik, -ği is. fel. Hayat olaylarını fiziksel, kimyasal güçlerle değil de, özel bir yaşama ilkesi, yaşam gücü ile açıklayan Öğreti.

dirim suyu is. Abıhayat.

diri örtü is. Ormanlık bölgelerde ağaçların altında yeşeren çalı, çırpı veya odunsu bitkiler.

dirlik, -ği is. 1. Yaşayış, hayat, sağlık, varlık, geçim. 2. Huzur, erinç: "Madem birsin, birlik olsun /Dilde, dinde, milliyette / Murat et de dirlik olsun /Baştan başa cemiyette." -O. S. Orhon. 3. tar. Osmanlı İmparatorluğunda bir hizmete karşılık olmak üzere bir kimseye devletçe verilen aylık veya bir yere bağlı gelir: "Zaten onun için, hazinelerin, varlıkların, dirliklerin ne değeri vardır." -S. Ayverdi. dirlik yüzü görmemek rahata kavuşamamak.

dirlik düzenlik

dirlik düzenlik, -ği is. Aile üyeleri veya bir arada çalışan kimseler arasında iyi geçinme durumu: "Bu evde başlangıcından bitimine kadar dirlik düzenlik hiç bozulmamıştır." -M. Ş. Esendal.

dirliksiz sf. 1. Dirliği olmayan. 2. Geçimsiz, huysuz (kimse).

dirliksizlik, -ği is. Geçimsizlik.

dirsek, -ği is. 1. Kol ile Ön kol arasındaki eklemin arka yanı. 2. Köşe: Yolun iki dirseği arasında... 3. Giysi kolunda dirseğe rastlayan bölüm: "Dirseği yırtık nefti bir örme ceket giymiş." -P. Safa. 4. Boruların doğrultusunu değiştirmekte kullanılan bağlantı parçası: Bu iki boruyu bir dirsekle birbirine bağlamak. 5. Bir direği veya başka bir şeyi sağlamlaştırmak İçin yanına eğik olarak yerleştirilen ağaç, makas: "Elini oturduğu koltuğun dirsek yerine vurunca ben kalktım." -B. Felek, dirsek çevirmek daha önce iş birliği yaptığı kişiyi uzaklaştıracak davranışlarda bulunmak, dirsek çürütmek okumak için yıllarca çalışmak: "Dirsek çürütüp emek verdiği kitapları, can vermeden can bulunamayacağını ona hiç söylememişti. " -S. Ayverdi.

dirsek dirseğe, dirsek kemiği, dirsek teması, çift dirsek, itdirseği

dirsek dirseğe zf Çok kalabalıkta sıkışık budununda: "Parkta bu kalabalık, sinema, vapur çıkışlarında olduğu gibi, dirsek dirseğe, omuz omuzaydı." -N. Cumalı.

dirsek kemiği is. onat. Ön kolun iskeletini oluşturan iki uzun kemikten iç yanda olanı.

dirsekleme is. Dirseklemek işi.

dirseklemek (-i) Dirsekle vurmak, dirsekle itmek: "Kalabalığı dirsekleyerek şoseye çıktım." -K. Tahir.

dirseklenme is. Dirseklenmek işi veya durumu.

dirseklenmek (nsz) 1. Dirsek biçiminde kıvrılmak, dirsek oluşturmak. 2. Dirsekle itilmek.

dirseklik, -ği is. 1. Koltuk, kanepe vb.nde dirsekleri dayamaya elverişli bölüm. 2. sf. Dirsek olarak kullanılmaya uygun olan (ağaç, boru vb.). 3. sf. Ceket kolunun dirsek bölümünü korumak veya yamamak için kullanılan (kumaş vb.).

dirsek teması is. Bir amaç uğruna dayanışma İçinde bulunma, ilişki içerisine girme: "Bu taklitçi aydın ve sanatçılar, ister istemez, halka yabancılaştılar, onunla her türlü dirsek temasını yitirdiler." -A. îlhan.

dirsizlik, -ği is. Dirlik düzenlikten uzak durum: "Nihayet anladı ki bu kahveler işsizlikten ve aile dirsizliğinden doğan ıstıraplara karşı sığınılacak yegâne mabetlerdir." -R. N. Güntekin.

disimîlasyon is. (disimilâsyon) Fr. dissimilation âbl. Benzeşmezlik.

disiplin is. Fr. discipline 1. Sıkı düzen: "Bu, belki de ordu için şart olan disiplin ruhunu bende bulamamış olmalarındandır." -R. N. Güntekin. 2. Kişilerin içinde yaşadıkları topluluğun genel düşünce ve davranışlarına uymalarını sağlamak amacıyla alınan önlemlerin bütünü: "Bazı kibar semtlerde ve Beyoğlu'nda bu disiplin biraz gevşer di." -F. R. Atay. 3. Öğretim konusu olan veya olabilecek bilgilerin bütünü, bilim dalı.

disiplin cezası, disiplin kurulu, disiplin suçu

disiplin cezası is. Disiplin suçlarından birini işleyen kimseye davranışlarının ağırlık derecesine göre verilen ceza.

disipline sf. Fr. discipliner "sıkı düzen ve denetim altına alınmak, zapturapt altına alınmak, denetim altında tutulmak" anlamlarında disipline edilmek, "sıkı düzen ve denetim altına almak, zapturapt altına almak" anlamlarında disipline etmek, "kendi kendine veya dış etkilerle düzen ve denetim altına girmek" anlamında disipline olmak birleşik fiillerinde geçen bir söz.

disiplin kurulu is. Disiplin kurallarına aykırı davranan kimselerin suçlarını tespit ederek uygun cezaları vermekle görevli kurul.

disiplinli sf. Disiplini olan: Disiplinli okul.

disiplinsiz sf Disiplini olmayan: Disiplinsiz sınıf.

disiplinsizlik, -ği is. Disiplinsiz olma durumu.

disiplin suçu is. Eğitim ve iş hayatında bir kimsenin disiplin yönetmeliğine aykırı davranışı.

disk is. Fr. disgue 1. sp. Disk atmada kullanılan, erkekler için 2, kadınlar İçin 1 kg ağırlığında, genellikle metal bir çember ile çevrelenmiş tahta ağırşak. 2. Gramofon plağı. 3. anat. Omurları birbirine birleştiren ana madde. 4. fîz. İnce ve çapı oldukça büyük teker şeklinde parça: Eksantpil diski.

disk atma, disk zımpara, manyetik disk, yoğun disk

diskalifiye sf. Fr. disqualifıer Yarış dışı bırakma. diskalifiye etmek yarış dışı bırakmak. diskalifiye olmak yarış dışı bırakılmak.

disk atma is. sp. Atletizmde disk fırlatma yarışması.

diskçi is. sp. Disk atan kimse.

diskçilîk, -ği is. Diskçinin işi.

disket is. İng. diskette Bilgisayardaki işlemlerin kaydedildiği manyetik araç.

diskjokey is. Fr. disc-jockey Radyo ve diskoteklerde müzik yayınlarını plak veya ses bantları aracılığıyla yöneten kimse.

disko is. Fr. discotheque Diskotek.

diskotek, -ği is. Fr. discoiheaue 1. Plak, ses bandı koleksiyonu. 2. Çalınan plak, bant vb. eşliğinde dans edilen klüp, disko.

diskriptif sf. Fr. descriptifbk. deskriptif.

diskur is. Fr. discours Söylev, nutuk, diskur çekmek diskur geçmek, diskur geçmek argo nutuk verir gibi konuşmak: "Adayın etnoloji kürsüsüne layık olmadığına dair bir diskur geçer." -H. Taner.

disk zımpara is.'Mermer ve metal maddeleri kesmeye veya temizleyip parlatmaya yarayan alet.

dispanser is. Fr. dispensaire Sağlık ocağı.

dispeç, -ci is. İng. dispatch den. 1. Bir ortak avaryada deniz kazasından sonra gemi, yük ve navlunla İlgili kimselerin uğradıkları zararların ve bunlar tarafından yapılmış olan masrafların nasıl, kimler tarafından ve ne oranda karşılanacağını belirlemek için yapılan işlem. 2. Deniz sigortası dilinde, ilgili tarafların ortak avaryada kendilerine düşen yükümlülükleri, paylarının önemi ölçüsünde ayrıntılı olarak belirten belge.

dispeççi is. Dispeç işiyle uğraşan uzman.

dispersiyon eriyik, -ği is. Çok ince katı taneciklerin su vb. sıvılarda erimeden dağılması durumu.

disponibilite is. Fr. disponibilites ekon. Bankalarda mevcut nakit ve derhâl paraya çevrilebilecek kıymet.

disprosyum is. (di'sprosyum) Fr. dysprosium kim. Atom ağırlığı 162,5, atom numarası 66, yoğunluğu 8,54 olan, 1500 °C'de eriyen, açık yeşil renkte çözeltiler veren, az bulunan bir element (simgesi Dy).

distribütör is. Fr. distributeur Dağıtıcı.

distribütörlük, -ğü is. Distribütörün yaptığı iş, dağıtıcılık.

diş is. 1. Çene kemiklerinin üstüne dizili, ısırıp koparmaya ve çiğnemeye yarayan sert, beyaz organlardan her biri. 2. Çark, testere, tarak vb. çentikli şeylerdeki çıkıntıların her biri: "Çarkın dişleri tebessüm eder gibi tatlı bir ses çıkardı." -S. F. Abasıyanık. 3. Sarımsak dilimi ve karanfil vb. dişe benzetilen şeylerde tane: Bir diş sarımsak, iki diş karanfil. 4. Bazı dantel ve işlemelerin kenarlarındaki yuvarlak sivri bölüm. 5. zool. Omurgalı hayvanların çenelerinde veya ilkel yapılı omurgalıların gırtlak ve ağızlarında bulunan kemiksi sert parçalar, diş açmak madenî boruları birbirine birleştirebilmek amacıyla özel aletle sarmal yiv ve set oluşturmak. (birine) diş bilemek kötülük yapmak için fırsat beklemek, hıncını gösterir bir durum almak: "İşlerinden uzaklaştırılanlara gelince onlar Bahadır'a fena hâlde diş bilemekte idiler." -H. Taner, diş çıkarmak çene kemikleri içinde bulunan diş, diş etini deldikten sonra ağız boşluğuna doğru sivrilmek, (birine) diş geçirememek gücü yetmemek: "Anası cahil kadın... Delikanlı oğluna diş geçiremedi." -R. N. Güntekin. diş geçirmek zorla veya inatla istediğini yaptırmak: "Karşısındakine diş geçirmek inadı gene kabarmıştı." -R. N. Güntekin. diş gıcırdatmak öfkesini davranışlarıyla göstermek. diş göstermek güçlü olduğunu, saldırıya geçebileceğini durumuyla belli etmek, tehdit etmek, dişe dokunmak işe yarar olmak, Önemli olmak, yerinde ve anlamlı olmak: "Şöyle iki dişe dokunan, ciğere işleyen söz işitsem, şöyle tatlı, basit bir nağme duysam yok mu... "-S. F. Abasıyanık. (bir şey) dişe dokunur (olmak) işe yarar, belirtilmeye değer, önemli: "Bu türlü yazıları okumaktan -içlerinde dişe dokunur bir şey olmadığı için midir, nedir- pek hoşlanmıyorum." -O. V. Kanık, dişinden tırnağından artırmak yiyecek giderlerini kısarak para biriktirmek: "Susuz Yaz adlı Öykü kitabımı, oyunlarımı hep böyle dişimden tırnağımdan artırarak bastırdım." -N. Cumalı. dişine göre 1) gücünün yeteceği, altından kalkabileceği bir durumda; 2) uygun, kolay, dişine vurmak 1) ısırmak, dişlemek; 2) değerini anlamak için kontrol etmek: "Kelimeyi dişimize vurmuşuz, beğenmişiz, saklamışız. Benimsemişiz." -B. R. Eyuboğlu. dişini sıkmak darlığa, sıkıntıya dayanmak, katlanmak: "Hele biraz dişini sık, hepsi yoluna girer." -R. H. Karay, (birinin) dişini sökmek kötülük edemeyecek duruma getirmek, dişini tırnağına takmak 1) çok büyük güçlüklere, sıkıntılara katlanmak; 2) bütün gücünü kullanmak, dişinin kovuğuna bile gitmemek yiyecek çok az gelmek, dişiyle tırnağıyla dişini tırnağına takmak: "Ama daha üstününe, daha başarılıya ulaşabilmek için dişiyle tırnağıyla son enerji damlası bitene kadar boğuşacak." -T. Buğra, dişleri dökülmek yaşlanmak, ihtiyarlamak. dişten tırnaktan artırmak dişinden tırnağından artırmak: "Sabah akşam nerde, kimin tarlasında iş varsa gittik, dişten tırnaktan artırdık, zorla üç beş kuruş sahibi olduk." -N. Cumalı.

diş ağrısı, diş bademi, dişbudak, diş buğdayı, diş-damak ünsüzü, diş diş, diş doktoru, diş-dudak ünsüzü, diş eti, diş eti-damak ünsüzü, diş eti-dudak ünsüzü, diş eti ünsüzü, diş fırçası, diş hekimi, diş kirası, diş macunu, diş otu, diş özü, diş tababeti, diş tabibi, diş tacı, diş taşı, diş ünsüzü, dişe diş, alt diş, damaklı diş, kazma diş, kesici diş, öğütücü dîş, peltek diş ünsüzü, takma diş, uzun diş, üst diş, yirmilik diş, akıl dişi, azı dişi, deve dişi, duvar dişi, düven dişi, ekleme dişi, er dişi, faredişi, fildişi, fil dişi, fil dişi kule, göz dişi, kızılcadişi, köpek dişi, kuzu dişi, peynir dişi, sıçandişi, süt dişi, yıldızı dişi, yirmi yaş dişi

diş ağrısı is. Diş bölgesinde oluşan hastalıktan meydana gelen ağrı.

diş bademi is. Kabuğu ince olduğu için dişle kınlabilen bir badem türü, sakız bademi.

dişbudak, -ğı is. bot. 1. Zeytingillerden, kerestesi sert ve değerli bir ağaç, demircik (Fraxinus excelsior). 2. sf. Bu ağaçtan yapılmış: "Radyo, dişbudak etajer, kırk beş milimetre plak pikabı bile alamam." -H. Taner.

diş buğdayı is. 1. Çocuk ilk dişini çıkardığında kaynatılıp üzerine toz şeker ve dövülmüş ceviz vb. ekilerek yakınlara dağıtılan buğday. 2. Bu sebeple yapılan tören.

dişçi is. Diş hekimi.

dişçi koltuğu

dişçik, -ği is. zool. Çok küçük diş.

dişçi koltuğu is. Diş hekimi muayenehanesinde bulunan, aşağı, yukarı ve geriye hareket eden, birtakım donanımlara sahip özel koltuk.

dişçilik, -ği is. Diş hekimliği.

diş-damak ünsüzü is. dbl. Diş eti-damak ünsüzü.

diş diş sf. 1. Çıkıntıları olan. 2. zf Çıkıntılı bir biçimde: Elmayı diş diş ısırmış.

diş doktoru is. tıp Diş hekimi.

diş-dudak ünsüzü is. dbl. Diş eti-dudak ünsüzü.

dişe diş is. Aynı biçimde acısını çıkarma, misilleme.

dişeği is. hlk, Taşlan yontmak için kullanılan dişli bir çeşit çekiç.

dişeğileme is. Dişeğilemek işi.

dişeğilemek (-i) hlk. Dişeği ile değirmen taşı üzerinde diş yapmak, değirmen taşının dişlerini bilemek.

dişeme is. Dişemek işi.

dişemek (nsz) hlk. Diş çıkarmak.

diş eti is. anat. Diş köklerini kaplayan kalın kırmızımtırak et.

diş eti-damak ünsüzü, diş eti-dudak ünsüzü, diş eti ünsüzü

diş eti-damak ünsüzü is. dbl. Dil ucunun, üst diş elleriyle Ön damağa dokunmasından oluşan ünsüz, diş-damak ünsüzü: c, ç, z, s, n, j, ş.

diş eti-dudak ünsüzü is. dbl. Alt dudağm üst dişlere dokunmasıyla oluşan dudak ünsüzü, diş-dudak ünsüzü:/ v.

diş eti ünsüzü is. dbl. Dil ucunun diş etine dokunmasından oluşan ünsüz: j, ş.

diş fırçası is. Dişleri temizlemede kullanılan bir fırça türü: "Şimdiki hâlde bir diş fırçam bile yok." S. F. Abasıyanık.

diş hekimi is. tıp Diş, ağız bakımıyla ve hastalıklarıyla uğraşan hekim, dişçi, diş doktoru, diş tabibi.

diş hekimliği is. Diş, ağız bakımıyla ve hastalıklarıyla uğraşan tıp dalı, dişçilik, diş tababeti.

dişi sf. 1. anat. Yumurta oluşturan veya yavru doğuran (birey). 2. Hayvan ve bitkilerin, erkeği tarafından döllenecek biçimde oluşmuş cinsi: Dişi kedi. 3. is. Kadın. 4. Girintili ve çıkıntılı olmak üzere bir çift oluşturan nesnelerden girintili olan: Dişi klişe. Dişi kalıp. 5. Yumuşak, kolay işlenen (maden). 6. mec. Şuh, işveli, çekici.

dişi bakır, dişi demir, dişi klişe, dişi organ, erkekli dişili

dişi bakır is. Kolay işlenebilen bakır.

dişi demir is. Yumuşak demir.

dişi klişe is. Yazısı oyma olan klişe.

dişil sf. dbl. Bazı dillerde dişi cinsten sayılan (kelime), müennes.

dişileşme is. Dişileşmek durumu.

dişileşmek (nsz) Dişiye özgü davranışta bulunmak: "Karagöz hiç dişileşmez, daima erkektir. " -F. R. Atay.

dişileştirme is. Dişileştirmek işi. dişileştirmek (-i) Dişi duruma getirmek.

dişilik, -ği is. 1. Dişi cinsten olma durumu. 2. Cinselliğin özelliklerini ön plana çıkarma ve bundan yararlanma durumu. 3. mec. Kadına özgü olma durumu.

er dişilik

dişilleştirme is. Dişilleştirmek işi.

dişilleştirmek (-i) dbl. Bazı dillerde bir kelimeyi dişil duruma sokmak.

dişillik, -ği is. Bazı dillerde kelimelerin dişil olma durumu.

dişindirik, -ği is. hlk. İpe ilmik atarak hayvanın ağzma takılan gem.

dişi organ is. bot. Çiçeklerde yumurtalığı içine alan, döllenme sonucu meyve ve tohumlan oluşturan organ.

dişisel sf. Şuh: "İnşam bazen dişisel bir varlık gibi etkileyebildiğine tanık olmuştu." -H. Taner.

diş kirası is. esk. 1. Sarayda, zengin konaklarında iftardan sonra konuklara verilen armağan veya para: "Ziyafet sofrasında yiyip içen bir sofra gibi diş kirasını da düşünür." -R. Enis. 2. Bir kimseye fazladan verilen para, armağan vb.

dişlek, -ği sf. 1. Dişleri dışanya doğru çıkık olan (kimse): "Kız, hafifçe dişlektir, gülünce belli olur." -R. H. Karay. 2. mec. Sözünü geçiren, istediğini yaptırabilen (kimse): "Hacı Resul'e gelince Çatalkaya'nın ve başka köylerin en dişlek kodamanıydı." -Halikarnas Balıkçısı.

dişleme is. 1. Dişlemek işi. 2. mim. Dantel biçiminde süsleme.

dişlemek (-i) 1. Bir şeyin bir parçasını ısırmak veya koparmak: Bu elmayı kim dişledi? 2. Çiğnemek: "Ağızlarına attıkları üzüm tanelerini dişleyip ilk yudumları içtikten sonra birbirlerine baktılar." -T. Buğra.

dişlenme is. Dişlenmek işi.

dişlenmek (nsz) 1. Dişleme işine konu olmak, dişle ısırılmak. 2. Tanelenmek, diş tutmak. 3. mec. Güçlenmek, dediğini yaptırır olmak.

dişletme is. Dişletmek işi.

dişletmek (-i) 1. Dişleme işini yaptırmak. 2. Bir şeye diş açtırmak: Testereyi dişlettim.

dişli sf 1. Dişleri olan. 2. is. Dişleri olan çark. 3. is. Kaya balığı. 4. is. Ayakkabıcıların sayayı kalıba çekmek için kullandıklan kerpeten gibi bir araç. 5. mec. Sözünü geçiren, istediğini yaptırabilen güçlü (kimse): "Tekel Bakanı gibi dişli, partinin ön sıralarında yeri olan bir bakanın kendi söyleyeceklerini önemsemeyeceğini bilirler." -N. Cumalı. dişli tırnaklı saldırıcı olan, sözünü geçiren.

uzun dişli, vites dişlisi, çift dişliler

dişlik, -ği is. sp. Boksörlerin veya basketbolcularm bir karşılaşma sırasında dişleri ve dudakları arasına yerleştirdikleri kauçuk koruyucu.

diş macunu is. Dişleri temizlemede kullanılan macun.

diş otu is. bot. Diş otugillerden, kurak ve çorak yerlerde yetişen, çok yıllık ve otsu bir bitki, mısır anasonu, kurşun otu (Plumbago europea).

diş otugiller ç. is. bot. Bitişik taç yapraklı iki çeneklilerden, örneği diş otu olan ve genellikle sıcak ve kurak yerlerde yetişen bitkilerden oluşan familya.

diş özü is. anat. Dişlerin, katılgan doku, damar ve sinirlerden oluşmuş iç bölümü.

dişsiz sf. Dişi olmayan.

dişsizlik, -ği is. Dişsiz olma durumu: "Dişsizlikten peltek çıkan bir sesle sordu." -R. H. Karay.

diş tababeti is. Diş hekimliği.

diş tabibi is. Diş hekimi.

diş tacı is. anat. Dişlerin diş etlerinin dışında kalan bölümü.

diş taşı is. anat. 1. Diş köklerinde oluşan kireçsi taş tabaka, kefeki, tartar. 2. Dişlerin diş etlerinin dışında kalan bölümü.

diş ünsüzü is. dbl. Dİ1 ucunun üst diş etlerine dokunmasıyla oluşan ünsüz: d, t, c, ç.

ditilme is. Ditilmek işi.

ditilmek (nsz) Ditme işi yapılmak.

ditiramp, -bı is. Fr. dithyrambe 1. Eski Yunanların Dionysos şerefine okudukları tören şarkısı. 2. Lirik şiir.

ditme is. Ditmek işi.

ditmek, -der (-i) 1. Yün, pamuk vb.ni tellere ayırarak kabartmak. 2. Elle çok küçük parçalara ayırmak: Haşlanan etleri soğuduktan sonra didiniz.

div is. Far. dıv bk. dev.

dival is. Far. dival esk. Altı mukavva ile beslenmiş, üstü sırmalı işleme.

divan is. (diıvan) Ar. divân 1. tar. Yüksek düzeydeki devlet adamlarının kurduğu büyük meclis. 2. Divan edebiyatı şairlerinin şiirlerini topladıkları eser. 3. Sedir: "Köşedeki divana oturmuş, ayaklarım karşısındaki koltuğa dayamıştı." -Ö. Seyfettin. 4. mec. Meclis: "Çok geçmeden ortadaki masanın etrafında akşamki divan tekrar kurulmuş bulunuyordu." -R. N. Güntekin. divan durmak el pençe divan durmak: "Araba yürürken karşımda divan durur gibi el pençe duruyor." -O. C. Kaygılı.

divan edebiyatı, divanhane, divanıharp, Divanıhümayun, divan kalemi, divan sazı, adalet divanı, ayak divanı, haysiyet divanı, padişah divanı

divançe is. Ar. divân + Far. -çe esk. Küçük divan.

divane sf. (di:va:ne) Far. divâne 1. Deli, kaçık, budala. 2. mec. Bir şeye çok düşkün olan. divane olmak deli divane olmak, (bir şeyin) divanesi olmak bir şeye çok düşkün olmak, divaneye dönmek çok üzülmek.

deli divane

divan edebiyatı is. XIII-XIX. yüzyıllar arasında dil, konu, işleniş bakımından Arap, Fars etkisi altında gelişmiş Türk edebiyatı.

divaneleşme is. Divaneleşmek işi.

divaneleşmek (nsz) Divane duruma gelmek.

divaneleştirme is. Divaneleştirmek işi.

divaneleştirmek (-i) Divane duruma getirmek.

divanelik, -ği is. Kaçıklık, delilik.

divanhane is. (di:vanha:ne) Ar. divân + Far. hâne esk. 1. Geniş sofa: "Pencereleri denize bakan şahane bir divanhane!" -R. H. Karay. 2. tar. Kubbealtı.

divanıharp, -bi is. (di:va:nıharp) Ar. divân + harb ask. Askerî mahkeme: Beni ordudan atmak için divanıharbe verdiler." -A. Gündüz.

Divanıhümayun is. (di:va:mhüma:yun) Ar. divân + Far. hümâyûn tar. Padişah divanı.

divani sf. (di:va:ni:) Ar. divâni esk: Divan kaleminden çıkan ferman, berat vb. belgelerde kullanılmış olan (yazı).

divani kırması

divani kırması is. Divani yazının basitleştirilmiş bir türü.

divan kalemi is. tar. Sadrazam buyruklarının ve fermanlarının yazıldığı yer.

divan sazı is. muz. Meydan sazı.

divik, -ği is. zool. Akkarınca, termit.

divit is. Ar. devât esk. Hokkadaki mürekkebe batırılarak yazı yazmaya yarayan ve değişik uçları olan bir tür kalem: Rahlesinin üstünde diviti, kitapları ve değnekleri dururdu."-Y. K. Beyatlı.

divitin is. Fr. duveîin Bir yüzü havlu, pamuklu veya yünlü kumaş.

divlek, -ği is. hlk. Kalın kabuklu olgun kavun.

diya is. Fr. diapositive'nin kısaltması Slayt.

diyabaz is. Fr. diabase jeoi. Feldspatlardan bir plajiyoklaz ile ojitten oluşmuş yeşil renkli bir kütle.

diyabet is. Fr. diabete tıp Şeker hastalığı, şeker.

diyabet bilimi, diyabet uzmanı

diyabet bilimi is. tıp Şeker hastalığını inceleyen bilim dalı.

diyabetik, -ği sf. Fr. diabetiaue tıp Şeker hastalığı ile İlgili.

diyabetolog, -ğu is. Fr. diabetologue tıp Diyabet uzmanı.

diyabetoloji is. Fr. diabetologie tıp Diyabet bilimi.

diyabet uzmanı is. tıp Şeker hastalığı alanında uzmanlaşmış hekim, diyabetolog.

diyafon is. İng. diaphone İş yerlerinde, apartmanlarda, taksi duraklarında kısa süreli karşılıklı konuşmayı sağlayan araç.

diyafram is. Fr. diaphragme 1. anot. Göğüs ve karın boşluklarını birbirinden aynan ince ve geniş kas. 2. fız. Bir ışık demetinde uçtaki ışıkları tutmak ve optik cihazlarda daha net bir görüntü elde etmek için çapı ayarlanabilir ışık geçirmez levha.

diyagonal, -li is. Fr. diagonal 1. Eğri bir biçimde dokunmuş kumaş. 2. mat. Köşegen.

diyagram is. Fr. diagramme 1. Herhangi bir olayın değişimini gösteren grafik. 2. bot. Bir çiçeğin bütün ayrıntılarını gösteren taslak.

diyaklaz is. (diyaklâz) Fr. diaclase jeol. Çatlak.

diyakoz is. (diya'koz) Yun. din b. Hristiyanlıkta papazın yardımcısı olan din adamı.

diyakroni is. Fr. diacronie db. Art zamanlılık.

diyakronik, -ği sf. Fr. diachroniaue Art zamanlı.

diyalaj is. (diyalâj) Fr. diallage jeol. Piroksen cinsinden, doğal kalsiyum, magnezyum ve demir silikatı.

diyalekt is. Fr. dialecte db. Lehçe.

diyalektik, -ği is. Fr. dialectiaue Gerçekliği ve onun çelişmelerini incelemeye yarayan ve bu çelişmeleri aşmayı sağlayan yolları aramayı öngören akıl yürütme yöntemi, eytişim.

diyalektikçi is. Diyalektik yöntemini uygulayan kişi.

diyalektolog, -ğu is. Fr. dialectologue Diya-. lektoloji uzmanı.

diyalektoloji is. Fr. dialectologie db. Lehçe bilimi.

diyalektolojik, -ği sf. Fr. dialectologigue Diyalektoloji İle ilgili.

diyalel is. Fr. diallele man. Bir önermeyi başka bir önerme ile tanıtlamak yoluyla yapılan sofizm, üstü örtülü bir tür kısır döngü.

diyaliz is. Fr. dialyse kim. Bazı cisimlerin gözenekli zarlardan geçebilmesi temeline dayanan bir çözümleme veya arıtma yöntemi. diyalize girmek diyaliz makinesine bağlanmak.

diyaliz makinesi

diyaliz makinesi is. Kan diyalizi yapmaya yarayan araç.

diyalog, -ğu is. Fr. dialogue 1. Karşılıklı konuşma. 2. Oyun, roman, hikâye vb. eserlerde iki veya daha çok kimsenin konuşması: "Kişileri canlı, diyalogları kişilerin karakter özelliklerini yansıtacak gibi ustalıkla seçilmişti." -N. Cumalı. 3. Konuşmaya dayanılarak yazılmış eser. 4. mec. Anlaşma, uyum sağlama veya bu yolda çalışma, diyalog kurmak anlaşma ve uyum sağlayacak yolda karşılddı konuşmak: "Kendisiyle diyalog kuramamaktan yakındığımız insan, bazen en yakın çevremizden olabilir." -H. Taner.

diyanet is. (diya:net) Ar. diyanet din b. 1. Din kurallarına tam bağlı olma durumu. 2. Din.

diyanet İşleri

diyanet işleri ç. is. din b. Dinle ilgili İşler.

diyapazon is. Fr. diapason fiz. Titreştirildiğinde ana seslerden birini veren, U biçiminde, küçük bir çelik araç.

diyapozitif is. Fr. diapositive Saydam bir yüzey üzerine alınmış, projeksiyonda kullanılmaya özgü, saydam, pozitif görüntü, slayt.

diyar is. (diyaır) Ar. diyar 1. Ülke: "Bir gün dedim ki istemem artık ne yer ne yâr / Çıktım sürekli gurbete gezdim diyar diyar." -Y. K. Beyatlı. 2. mec. Dünya: "Arkamda başka bir diyar, sıkıntı, ıstırap ve kudret diyarı var." -H. E. Adıvar. 3. mec. Bazı nitelik veya değerleri taşıyanların çok bulunduğu yer, yurt.

diyarıgurbet, baba diyarı

diyarıgurbet is. (diya:rıgurbet) Ar. diyar + gurbet esk. İş, eğitim vb. sebeplerle göç edilen yabancı yer: "Anası, teyzesi, ah kolay mı yavrum, diyarıgurbet, dediler durdular." -M. Ş, Esendal.

diyastaz is. Fr. diastase biy. Nişastayı dekstrin ve glikoz durumuna getiren, tükürükte ve pankreasın salgısında bulunan bir enzim.

diyastol, -Iü is. Fr. diastole fızy. Sistolden sonra karıncıkların genişlemesi.

diyatome is. Fr. diatomee bot. Silisli sert kabukları olan ve fosilleri, kalın yer katmanları oluşturan bir algler familyası.

diye zf. 1. Herhangi bir yargıya vararak. 2. Niteleyerek. 3. Sanarak, diyerek.

diye diye

diye diye zf. Söyleyerek: "Sen getirdin beni gel diye diye." -Karacaoğlan.

diyet (I) is. Ar. diyet din b. İslam hukukuna göre, öldürme ve yaralamalarda suçlunun Ödemek zorunda olduğu para veya mal, kan pahası, kan parası: "Kolunun diyetini ben verdim. Yoksa çolak kalacaktın." -Ö. Seyfettin.

diyet (II) is. Fr. diete Sağlığı korumak, düzeltmek veya fazla para harcamamak amacıyla uygulanan beslenme düzeni, perhiz, rejim.

diyet uzmanı

diyetetik, -ği is. Fr. dietetigue Kötü beslenmenin yol açtığı hastalıkları, yiyeceklerin besin değerlerini inceleyen sağlık bilgisi dalı.

diyetisyen is. Fr. dieteticien Diyet uzmanı.

diyet uzmanı is. Kişinin sağlığını korumak ve düzeltmek amacıyla beslenmesini düzene koymasını sağlayan kişi, diyetisyen.

diyez is. Fr. diese müz. 1. Bir sesin yarım ton inceltileceğim gösteren nota işareti. 2. sf. Yarım ton inceltilmiş (ses): Fa diyez.

diyoptri is. Fr. dioptrie fiz. Optik sistemlerin yakınsaklık birimi.

diyorit is. Fr. dioritejeol. Özellikle plajiyoklazdan oluşan, saydam, üstü tanecikli derinlik kayacı.

diz is. anot. 1. Kaval, baldır ve uyluk kemiğinin birleştiği yer: "Köşeye yaslanmış, bir dizini altına almış, öteki dizini dikmiş, kolunu da uzatmış, anlatıyordu." -M. Ş. Esendal. 2. Oturulduğunda uyluğun üst yanı. diz çökmek 1) dizlerini yere koyarak oturmak: "Beni dinleyin deyip hemen önümüze diz çöktü." -S. M. Alus. 2) dize gelmek. dize gelmek baş eğmek, boyun eğmek. dize getirmek kendisine karşı geleni yenerek buyruğuna uyacak duruma getirmek: "Beş yüz sene evvel bahadır babalarımızın sizi dize getirerek zapt ettiği yerleri alamayacaksınız." -Ö. Seyfettin, dizi (veya dizinin) dibinden ayrılmamak yanından hiç gitmemek, ayrılmamak: "Bir nişanlısı var ki, hiçbir iş görmez, evden dışarı çıkmaz, kızın dizi dibinden ayrılmaz." -M. Ş. Esendal. dizini (veya dizlerini) dövmek pişmanlık duymak: "Ne ettik de kaderimizi İngilizlerle Fransızların kaderine bağladık, diye dizlerini döven ... amatör diplomatlar..." -Y. K. Karaosmanoğlu. dizleri kesilmek (veya tutmamak) dizlerinde derman, güç kalmamak: "Şuracıktan şuracığa yürüyemedim. Dizlerim kesiliverdi." -Y. K. Karaosmanoğlu. (birinin) dizlerine kapanmak çok yalvarmak, dizlerine kara su inmek beklemekten veya yorgunluktan güçsüz kalmak, dizlerinin bağı çözülmek korkudan ayakta duramayacak duruma gelmek: "Bazen dizlerinin bağı çözülmüş gibi titremeye, etrafında tutunacak bir şeyler aramaya başlıyor." -R. N. Güntekin.

diz ağırşağı, diz bağı, diz boyu, diz dize, diz kapağı, dizüstü, diz üstü, diz yastığı

diz ağırşağı is. hlk. Diz kapağı kemiği.

dizanteri is. Fr. dysenterie tıp Ağrılı ve kanlı ishalle beliren, bağırsakta yaralara yol açan bulaşıcı, salgın hastalık, kanlı basur.

dizanterili sf. Dizanteriye yakalanmış olan (kimse).

dizayn is. İng. design Çizim, tasarım.

dizayncı is. Dizayn İşiyle uğraşan kimse.

diz bağı is. Dizde çorabın tutturulduğu bağ.

diz boyu is. 1. Dize kadar olan derinlik. 2. zf Çok miktarda: "Sokakta diz boyu kar vardı." -S. F. Abasıyanık.

dizdar is. (dizdaır) Far. dizdâr tar. Kale muhafızı, kale bekçisi: "'Bunlar şehir subaşısımn adamları, dizdarlarıydı." -Ö. Seyfettin.

dizdirilme is. Dizdirilmek işi.

dizdirilmek (nsz) Dizdirme işi yapılmak.

dizdirme is. Dizdirmek işi.

dizdirmek (-i, -e) Dizme işini yaptırmak.

diz dize zf. Dizleri birbirine değecek biçimde, birbirine yakın olarak (oturmak): "Kendi de diz dize gelecek kadar, karşıma geldi oturdu." -N.Cumalı.

dize is. Şiirin satırlarından her biri, mısra: "İkinci dizenin sonunda, gözlerinin renginden'i okurken, Belkıs kesti." -N. Cumalı.

dizek, -ği is. müz. Porte.

dizel is. Alm. Diesel Sıkıştırılmış hava içine püskürtülen yakıtla çalışan motor.

dizeleme is. Dizelemek işi.

dizelemek (-i) Dize durumuna getirmek.

dizeleştirme is. Dizeleştirmek işi.

dizeleştirmek (-i) Dize durumuna getirmek.

dizelge is. Alt alta yazılmış şeylerin bütünü, liste.

dizem is. müz. Ritim.

dizemli sf. Düzenli aralıklarla tekrarlanan, tartımlı, ritimli, ritmik.

dizemsiz sf. Dizemi olmayan, tartmışız, ritimsiz.

dizge is. 1. Bir bütün oluşturacak biçimde birbirine bağlı Öğelerin bütünü, manzume, sistem. 2. fel. Bir ilkeye veya dünya görüşüne göre düzenlenmiş düşünceler, bilgiler, öğretiler bütünü, manzume, sistem.

yazdım dizgesi

dizgeli sf. Sistemli.

dizgesel sf. Dizge ile ilgili, sistemli, sistematik.

dizgesiz sf. Dizgesi olmayan, dizgeye bağlı olmayan, sistemsiz.

dizgi is. Basım için harfleri, kelimeleri, satırları, sayfalar oluşturacak biçimde düzenleme, tertip.

dizgi yeri

dizgici is. Basımevinde dizgi işiyle uğraşan kimse, mürettip.

başdizgici

dizgicilik, -ği is. Dizgicinin İşi, mürettiplik.

başdizgicilik

dizgin is. Gemin uçlarına bağlanarak hayvanı yöneltmeye yarayan kayış, dizgin vurmak dizgin takmak, dizgine gelmek düzelmek, belli bir disipline ve sisteme girmek: "Kötülerin pek azı terbiyeye ve dizgine gelebilir. " -T. Buğra, (birinin) dizginini çekmek birinin aşırı davranışlarına engel olmak. (birinin) dizginini kesmek üzerindeki baskıyı artırmak, dizginleri (veya dizginlerini) ele almak yönetimi eline geçirmek: "Uykusunun dizginlerini ele almak ve istediği zaman uyanmak." -P. Safa. dizginleri ele vermek başkasının yönetimini kabullenmek: "O koşturmalar yakayı kaptırışın, dizginleri ele verişin açıklamaları gibi geliyordu ona." -T. Buğra, dizginleri gevşetmek birinin üzerindeki baskıyı azaltmak. dizginleri koparmak her türlü bağ ve baskıdan kurtulmak, dizginleri salıvermek başıboş bırakmak.

doludizgin

dizginleme is. Dizginlemek işi.

dizginlemek (4) 1. Ata dizgin takmak veya atı yürütmek için dizginini oynatmak. 2. mec. Birinin aşın davramşlannı önlemek.

dizginlenme is. Dizginlenmek işi.

dizginlenmek (nsz) Dizginleme işi yapılmak veya dizginleme işine konu olmak.

dizginsiz sf. 1. Dizgini olmayan. 2. mec. Aşın olan, engel tanımayan, ölçüsüz: "Bir çocuk, bir büyükten daha kuvvetle sevebilir, çünkü muhayyilesi daha serbest ve dizginsizdir." -P. Safa.

dizgi yeri is. Dizgi işlerinin yapıldığı yer, mürettiphane.

dizi is. 1. Bir iplik veya tel üzerine dizilmiş inci, boncuk vb.nin oluşturduğu bütün, sıra: İki dizi inci. 2. Herhangi bir bakımdan buhurun oluşturan şeylerin tümü, seri: "İşte bütün eserlerini bir araya toplayacak olan bu dizinin başına yazılacak ön söz." -A. Ş. Hisar. 3. Yan yana, art arda veya zaman sırasına göre sıralanmış birbiriyle İlişkili nesne veya olayların oluşturduğu bütün sıra: Bir dizi olay. Olaylar dizisi. 4. Aynı söz dizimsel bağlam içinde birbirinin yerini alabilecek olan ve güçlü bir karşıtlık bağlantısı kuran öğelerin oluşturduğu bütün, paradigma. 5. ask. Saf durumundaki bir kıtada, birbiri arkasında duran erler. 6. mat. Değerleri artarak veya eksilerek art arda gelen terimler takımı. 7. müz. Bir oktavın içinde sıralanan sekiz sesin bütünü. 8. sin. ve TV Dizi film.

dizi dizi, dizi film, aritmetik dizi, beyaz dizi, geometrik dizi, orman dizisi

dizici is. Dizgici.

dizicilik, -ği is. Dizici olma durumu.

dizi dizi sf. 1. Peş peşe dizilmiş. 2. zf Dizilerek, dizim dizim, diziler durumunda.

dizi film is. sin. ve TV Bölümler hâlinde yayımlanan ve çoklukla aralarında konu bütünlüğü olan film, dizi.

dizilemek (-i) Dizi durumunda sıralamak.

dizili sf. Dizilmiş olan, sıralanmış, mürettep: "Camekâmnda tam elli küçük şişe dizilidir." -R. H. Karay.

diziliş is. Dizilme işi veya biçimi.

halka dizilişli

dizilme is. Dizilmek işi.

dizilmek (-e) 1. Dizi durumuna getirilmek, dizme işi yapılmak; "Yazılar dizilecek, sayfalar bağlanacak, makineye verilecekti." -H. C. Yalçın. 2. Sıraya girmek.

dizim is. 1. Dizilme işi, dizme: Kitabın dizimi bitti. 2. dbl. Söz zincirinde birbirini izleyen ve belli bir birim oluşturan öğeler birleşimi, sentagma.

dizim dizim, söz dizimi

dizim dizim sf. 1. Peş peşe dizilmiş: "Engürü caddelerim o zamanlar haftalarca, gece gündüz ... doldurmuş dizim dizim kağnılar, kağnılar, kağnılar geçerdi." -R. E. Ünaydın. 2. zf. hlk. Dizilmiş olarak, dizi dizi.

dizin is. 1. Bir kitabın veya derginin kişi, konu, yer adı vb. bakımından içindekileri yer numarasıyla belirten ve eserin arkasında yer alan alfabetik liste, indeks, fihrist. 2. Belli bir konuda çıkan kitap ve dergideki yazılarla ilişkiyi sağlayan ve ayn bir kitap veya süreli yayın biçiminde çıkan eser. 3. Kitaplık, belge vb. için düzenlenen belli bir bilginin veya belgenin bulunduğu yeri gösteren düzenli liste.

zaman dizini

diziş is. Dizme işi veya biçimi.

diz kapağı is. anat. Dizin diz kapağı kemiği ile kaplı bölümü.

diz kapağı kemiği

diz kapağı kemiği is. anat. Dizin önünde bulunan, kapak biçiminde oynar kemik.

dizleme is. Dizlemek işi.

dizlemek (-i) hlk. 1. Dize kadar batmak. 2. Dizini kullanarak bastırmak.

dizlik, -ği is. 1. Korumak amacıyla dize geçirilen şey. 2. Dize kadar uzanan konçlu çorap. 3. hlk. İç donu. 4. hlk. Şalvar. 5. hlk. İş önlüğü.

dizme is. Dizmek işi.

dizmek (-i, -e) 1. Bazı nesneleri iplik, tel vb.ne geçirmek: "Ortada, hasırların üstünde yığılı tütün yapraklarının etrafında, ana, iki kız oturmuş tütün diziyorlardı." -N. Cumalı. 2. Yan yana veya üst üste sıralamak: "Odanın ortasına üç ayaklı masayı koymuş, etrafına sandalyeleri diziyordu." -P. Safa. 3. Harfleri yan yana getirerek yazı düzenlemek. 4. Düzenlemek, hazırlamak: "Daha önce kahvaltıyı gül motifli, basma örtülü küçük masaya dizmişti." -H. Taner.

dizmen is. Basımevinde dizgici, mürettip.

dizüstü is. 1. Bilgisayarın her türlü donanımı İle küçültülerek taşınabilir duruma getirilmiş biçimi. 2. zf. Dizleri yere gelecek biçimde.

dizüstü bilgisayar

diz üstü sf. Boyu dizlerin üst kısmına gelen (etek, pantolon, çorap vb.), diz üstü çökmek dizleri yere gelecek biçimde eğilmek veya oturmak: "En son Bektaş Ağa çöktü diz üstü." -Y. K. Beyatlı.

dizüstü bilgisayar is. Dizüstü.

diz yastığı is. Taşıtlarda kaza anında diz bölümüne gelebilecek çarpmaların sonuçlarını azaltmaya yönelik hava basmçlı yastık.

dizyem ıs. Fr. dixieme Sıcakölçerde santigradın onda biri.