-de bk. -da / -de vb.
de (I) is. Türk alfabesinin beşinci harfinin adı, okunuşu.
de (II) bk. da / de.
debagat is. (deba:gat) Ar. debagat esk. Tabaklık, sepicilik.
debbağ is. (debbaığ) Ar. debbâğ esk. Sepici.
debbe is. hlk. Kulplu ve ağzı kapaklı bakırdan su kabı, güğüm.
debboy is. Fr. depot'dan ask. esk. Silah, giysi vb. asker eşyası ambarı.
debdebe is. Ar. debdebe esk. Görkem: "Bir Tanzimat konağının şaşırtıcı debdebesi içinden bu küçük eve düşmüştü." -A. H. Tanpınar.
debdebeli sf. Görkemli, gösterişli: "Mustafa bu debdebeli hayata ilk defa giriyordu." -A. Gündüz.
debdebesiz sf. Debdebesi olmayan.
debeleniş is. Debelenme işi veya biçimi: "İster misin, kadın, penceresinden onun debelenişini izlemiş olsun." -H. Taner.
debelenme is. Debelenmek işi.
debelenmek (nsz) 1. Bir acının etkisiyle veya bir baskıdan kurtulmak için çırpınmak: "Polisler bu arada, kurtulmak için çırpınan ve debelenen Sadi'nin ceplerini arıyorlardı." -T. Buğra. 2. Çırpınmak, tepinmek, kımıldamak: "Gözüm, yerde ters yüz edilmiş debelenen bir kaplumbağaya ilişti." -H. Taner. 3. mec. Boşuna uğraşıp durmak: "Şu anda, dünyanın en büyük korkusu içinde debeleniyordu." -K. Tahir.
debi is. Fr. debit coğ. Bir akarsuyun herhangi bir kesiminden saniyede geçen suyun hacmi, akım.
debil sf. Fr. debile tıp Bedensel ve zihinsel bakımdan güçsüz.
debillik, -ği is. Genellikle vücut yapısı ile ilgili aşın ve sürekli güçsüzlük.
debimetre is. (debime'tre) Fr. debitmetre fiz. Bir borudan akan gaz veya sıvının hacim ve kütle cinsinden debisini kontrol eden, düzenleyen ve ölçen araç.
debriyaj is. Fr. debrayage Otomobillerde kavrama yöntemi ile kenetlenmiş iki mili birbirinden ayıran ve çekici mili hareket düzeninde tutarak çekilen milin durmasını ve bu işlem sonunda aracın hareketini sağlayan sistem.
→ debriyaj pedalı
debriyaj pedalı is. Kavrama pedalı.
deccal sf. Ar. deccâl Yalancı, fesat, dedikoducu (kimse).
Deccal öz. is. Ar. deccâl din b. Dinî inanışlara göre kıyamete yakın bir zamanda ortaya çıkacak olan yalancı ve kötü yaradılışlı kimse.
deccallık, -ğı is. Deccal olma durumu.
decrescendo zf. İt. decrescendo müz. Sesi gittikçe kısarak (çalmak).
dedantör is. Fr. detendur Ocak, fırın, soba vb. araçlarda kullanılan likit gazın akışını düzenleyen aygıt.
dede is. 1. Babanın veya annenin babası, büyük baba, büyük peder; "Dedenin kabri yanında bir çukur kazılmış." -Y. Z. Ortaç. 2. Büyük babadan başlayarak geriye doğru atalardan her biri. 3. Mevlevi tarikatında çile doldurmuş olan dervişlere verilen unvan. 4. ünl. tkz. Yaşlı erkeklere söylenen bir seslenme sözü. dede (veya dedesi) koruk yer, torununun dişi kamaşır eskilerin yaptığı yanlış işlerden daha sonrakiler de zarar görür.
→ dededen kalma, ay dede, koyun dede, Bektaşi dedesi
dededen kalma sf. Çok eski dönemlerden beri kullanılan: "Dededen kalma ihtiyar duvar saati, bire tam beş kalayı gösteriyordu." -H. Taner.
dedektif is. İng. detective 1. Gizli, sivil polis, polis hafiyesi: "En usta dedektifleri bile şaşkına çevirecek kadar dolaşık ve karışık bir olaydı." -Y. K. Karaosmanoğlu. 2. Özel soruşturma yapmak için görevli kimse, hafiye.
dedektiflik, -ği is. Dedektif olma durumu.
dedektör is. Fr. detecteur Gaz, mayın, radyoaktif mineral, manyetik dalga vb.ni bulmaya yarayan cihaz, bulucu.
→ gaz dedektörü
dedelik, -ği is. 1. Dede olma durumu. 2. Dedeye yakışan davranış.
dediği dedik sf. Her istediğini yaptıran, söylediği sözden dönmeyen (kimse), dediğim dedik, öttürdüğüm (veya çaldığım) düdük bir insanın sözünde direndiğini anlatmak için söylenen bir tekerleme: "Adamın dediği dedik, çaldığı düdüktür. Böyle olduğu için de her istediğini yapabilen toy ve şımarık bir çocuğu hatırlatır." -H. Taner.
dediğim dedikçi is. Her İsteğini yaptıran, inatçı, iddiacı kimse: "Çoğunun, kompleksli, iddiacı ve dediğim dedikçi olduğunu müşahede edeceksiniz." -H. Taner.
dediğim dedikçilik, -ği is. Dediğim dedik olma durumu.
dedikodu is. Başkalarını çekiştirmek ve kınamak üzere yapılan konuşma, kılükal: "Kız aleyhine hiçbir aykırı dedikodu çıkmadı." -A. Gündüz, dedikodu etmek (veya yapmak) birini çekiştirmek: "Ayaküstü bir şeyler atıştırır, kulis dedikoduları yaparlar." -S. Birsel, dedikodu sermayesi olmak konuşma, sohbet konusu durumuna gelmek: "Munise'nin süsü günlerce Zeyniler köyüne dedikodu sermayesi olmuş." -R. N. Güntekin.
→ dedikodu kumkuması
dedikoducu is. Çok dedikodu yapan, dillek kimse.
dedikoduculuk, -ğu is. Dedikodu yapma işi.
dedikodu kumkuması is. İşi gücü dedikodu olan kimse.
dedikodulu sf. Dedikodusu olan.
dedikodusuz sf. Dedikodusu olmayan.
dedirme is. Dedirmek işi.
dedirmek (-i, -e) 1. Demek zorunda bırakmak. 2. Denilmesini sağlamak. dedirtme is. Dedirtmek işi.
dedirtmek (-i, -e) Demek zorunda bıraktırmak: "Kendime deli dedirtinceye kadar neler çektiğimi ben bilirim." -A. Ş. Hisar.
dedüksiyon is. Fr. deduction fel. Tümdengelim.
def (I) is. bk. tef.
def (II) is. Ar. def Savma, defibela kabilinden bir belayı savarcasına, defigam etmek üzüntüyü, sıkıntıyı atmak: "Rakı içmesi doğru bir hareket değildi amma sırf defigam etmek için olduktan sonra ehemmiyeti kalmazdı." -R. N. Güntekin.
→ defetmek, defihacet, defolmak
defa is. Ar. defa Kez, kere: "İlk defa bu fikir, bir fikir olmaktan çıktı." -Y. K. Beyatlı.
→ bir defa, bir defada
defaat ç. is. Ar. defa'ât Kereler, kezler. defaatle çok kez, çok kere.
defalarca zfi (defaılarca) Sık sık, sürekli olarak: "Beş vakit abdestinden başka her gün defalarca elini yüzünü yıkardı." -Y. K. Beyatlı.
defans is. Fr. defense sp. Savunma.
defaten zf. (defaten) Ar. defaten esk. 1. Ansızın. 2. Birden, aniden: "Sönük bakan gözleri defaten parladı." -H. R. Gürpınar.
defetme is. Defetmek işi.
defetmek, -der (-i) Ar. def + T. etmek 1. Kovmak: "Eğer buraya karşı bir tecavüze kalkışırlarsa defedeceğim." -A. Gündüz. 2. Savmak, savuşturmak: "Tedhiş kasırgasını üzerlerinden defetmek için hiçbir gösterişi esirgemediler." -F. R. Atay.
defi is. Ar..def huk. Taraflardan birinin kendisine açılan davada borçtan kurtulmak için başvurduğu her türlü yol.
defibratör is. Fr. defıbrateur Yongaları liflerine ayrıştıran özel alet.
defihacet is. (de'fiha:cet) Ar. def + hacet Küçük veya büyük abdest bozma, defihacet etmek küçük veya büyük abdest bozmak.
defile is. Fr. defile Giyecekleri tanıtmak amacıyla mankenlerin yaptıkları gösteri, giyim gösterisi: "Bir moda salonunda defileye bakıyormuşçasına baştan ayağa kadar süzdüğünü fark ettim." -R. H. Karay.
defin, -fni is. Ar. defn Ölüyü gömme.
→ defin ruhsatı, defnedilmek, defnetmek, defnolunmak
define is. (defime) Ar. define Toprak altma gömülerek saklanmış para veya değerli şeyler, gömü.
defineci is. Gömü bulmak umuduyla kazı yapan veya yaptıran kimse.
definecilik, -ği is. Defineci olma durumu. defin ruhsatı is. Ölünün gömülmesi için belediye veya hükümet doktorundan alınan izin.
deflasyon is. (deflasyon) Fr. deflaüon ekon. Para darlığı, durgunluk.
defleme is. Deflemek işi.
deflemek (-i) tkz. Defetmek.
defne is. (defne) Yun. bot. Defnegillerden, yapraklan güzel kokulu ve yaz kış yeşil olan bir ağaç, develik (Laurus nobilis).
→ defneyaprağı, defne yaprağı, Arabistan defnesi, yaban defnesi
defnedilme is. Defnedilmek işi, gömülme. defnedilmek (nsz) Ar. defn + T. edilmek Ölü gömülmek.
defnegiller ç. is. bot. Örnek bitkisi defne olan, İki çeneklilerin ayrı taç yapraklılarından, yaprakları kokulu birçok türü içine alan bir bitki familyası.
defnetme is. Defnetmek işi, gömme: "Ailesi onu doğduğu Üsküdar'a defnetmeye hazırlanıyordu. " -H. Taner.
defnetmek, -der (-i, -e) Ar. defn + T. etmek Ölüyü gömmek, toprağa vermek.
defneyaprağı is. zool. Bir lüfer çeşidi.
defne yaprağı is. Çeşitli yiyeceklere güzel koku versin diye katılan yaprak.
defnolunma is. Defnolunmak işi.
defnolunmak (nsz) Ar. defn + T. Olunmak Ölü gömülmek.
defo is. (defo) Fr. defaut Kusur, özür, bozukluk. defolma is. Defolmak işi.
defolmak (nsz) Ar. def + T. olmak Savuşmak, çekilip gitmek: "Bir gece oyuncular dükkânı, tezgâhı toplayıp kasabadan defoldular." -R. N. Güntekin. defol! hkr. "savuş git, uzaklaş" anlamlarında bir söz: "Haydi defol, şimdi evimden çık!" -Ö. Seyfettin.
defolu sf. Defosu olan, bozuk, özürlü, kusurlu, ayıplı (kumaş, giysi, mal vb.).
deformasyon is. Fr. deformation Biçimi bozulma, biçimsizleşme.
deforme sf. Fr. deforme Biçimi, kalıbı bozulmuş. deforme olmak biçimi, kalıbı bozulmak.
defosuz sf. Defosu olmayan, sağlam.
defroster is. İng. defroster bk. buzçözer.
defter is. Ar. defter Genellikle hafif bir kapak içerisinde, yazı yazmak için bir araya tutturulmuş kâğıt yapraklan: "Nikâh memurunun masasında, biraz sonra imzalayacakları defter vardı." -S. Derviş, defter açmak 1) para yardımı veya gönüllü toplamaya girişmek; 2) bir şeye yeniden başlamak; 3) hesap açmak, banka cüzdanı vermek, defter tutmak tic. İşlem veya hesapları düzenli olarak bir deftere geçirmek: "Bir defterler tutardı, bayılırdık." -S. F. Abasıyanık. defterden silinmek adı anılmaz olmak, dost sayılmamak: "Ondan vazgeçiniz artık. O buranın defterinden silindi gibi bir şey oldu." -H. R. Gürpınar, (birini) defterden silmek adını anmaz olmak, dost saymaz olmak, defteri dürülmek 1) ölmek; 2) Öldürülmek; 3) görevine son verilerek bir yerden uzaklaştırılmak, defteri kapamak (veya kapatmak) 1) söz konusu işi artık yapmaz olmak; 2) bir şeyle ilgiyi kesmek. defterinde olmamak sahip bulunmamak, tabiatında bulunmamak: "Sevmek, inanmak, bağlanmak gibi şeyler defterinde yoktu." -T. Buğra, defterinde yazmamak kitabında yer almamak, defterini dürmek 1) öldürmek: "Bir gün senin defterini dürerler bir eyyam gelir." -Yunus Emre. 2) işine son vermek, işten çıkarmak; 3) başarısını kıskanarak yükselmesine engel olmak.
→ defter emini, defterhane, defterihakani, defterikebir, adi defter, ana defter, büyük defter, günlük defter, zımbalı defter, adres defteri, akıl defteri, bakkal defteri, banka defteri, cep defteri, hatıra defteri, işletme defteri, karalama defteri, kasa defteri, kayıt defteri, kopya defteri, mevduat defteri, müsvedde defteri, şiir defteri, yevmiye defteri
defterci is. Defter yapan veya satan kimse.
deftercilik, -ği is. Defter yapma veya satma işi.
defterdar is. Ar. defter + Far. -dar 1. Bir ilin para İşlerini yöneten en üst düzeydeki görevli. 2. tar. Osmanlılarda maliye işlerinin en yüksek yetkilisi veya illerde maliye işleriyle uğraşan görevli.
defterdarlık, -ğı is. 1. Defterdar olma durumu. 2. Defterdarın makamı. 3. Defterdarın görevi. 4. Defterdarın çalıştığı yapı.
defter emini is. esk. Bir ilin tapu işlerine bakan en üst düzeydeki görevli.
defterhane is. (defterha:ne) Ar. defter + Far. hâne tar. Osmanlı ülkelerindeki bütün toprak kayıtlannı içine alan ana defterlerin bulunduğu ve bunlara özgü işlerin görüldüğü daire.
defterihakani (defteriha:ka:ni:) Ar. defter + Far. hâkân + Ar. -i tar. Osmanlı İmparatorluğu'nda Tapu ve Kadastro Genel Müdürlüğü.
defterikebir is. Ar. defter + kebir tic. Ana defter, büyük defter.
degaj is. Fr. degage sp. Futbolda kalecinin topu sert bir ayak vuruşuyla uzağa atması. degaj yapmak futbolda kaleci topu sert bir vuruşla gücü yettiğince uzağa atmak.
degaje sf. Fr. degage 1. Serbest, geniş. 2. Açık.
→ degaje yaka
degaje yaka is. Dökümlü, hafif açık, serbest yaka.
degajman is. Fr. degagement sp. Degaj.
değdiriş is. Değdirme işi veya biçimi.
değdirme is. Değdirmek işi.
değdirmek (-i, -e) Değmesini sağlamak, değmesine yol açmak.
değer is. 1. Bir şeyin önemini belirlemeye yarayan soyut ölçü, bir şeyin değdiği karşılık, kıymet. 2. Bir şeyin para İle ölçülebilen karşılığı, paha. 3. Yüksek ve yararlı nitelik. 4. sf. Üstün, yararlı nitelikleri olan (kimse): "Bu kız aramaya, düşünmeye değer bir şey değildi." -R. N. Güntekin. 5. fel. Kişinin isteyen, gereksinim duyan bir varlık olarak nesne ile bağlantısında beliren şey. 6. mat. Bir değişkenin veya bilinmeyenin sayı ile anlatımı, değer biçmek bir şeyin değerini belirtmek, bir şeye değer koymak, değer vermek değerli saymak, önem vermek.
→ değer analizi, değer artırma, değerbilir, değerbilmez, değer düşürme, değer düşürümü, değer kuramı, değer yargısı, artık değer, bağıl değer, eş değer, günlük değer, hazır değer, izafî değer, kayda değer, mutlak değer, nominal değer, salt değer, saygıdeğer, son birim değer, taşınır değer, toplumsal değer, uygun değer, yaklaşık değer, birleşme değeri, borsa değeri, piyasa değeri, satış değeri, viskozite değeri, sosyal değerler, katma değer vergisi
değer analizi is. Bir ürünün her parçasının veya ekonomik işlemin her basamağının sistemli bir biçimde analiz edilip katma değerinin hesaplanması ve maliyetle ilişkisinin meydana çıkarılması işi.
değer artırma is. ekon. Fiyatını yükseltme.
değerbilir sf. Değeri olan şeyleri, kimseleri sayan veya koruyan, iyilikbilir, kadirbilir, kadirşinas (kimse).
değerbilirlik, -ği is. Değerbilir olma durumu, iyilikbilirlik, kadirbilirlik, kadirşinaslık.
değerbilmez is. Değeri olan şeyleri, kimseleri saymayan veya korumayan, hatırsız kimse.
değerbilmezlik, -ği is. Değerbilmez olma durumu.
değer düşürme is. ekon. Fiyatını indirme, değerini aşağıya çekme.
değer düşürümü is. ekon. Paranın altın veya yabancı bir paraya göre değerinin düşürülmesi, satın alma gücünün azalması, devalüasyon.
değer kuramı is. fel. Değerlerin önem sıralarını ve bu arada en yüksek değeri araştırarak bir değer ölçüsü bildiren felsefe kuramı.
değerleme is. Değerlemek işi.
değerlemek (-i) Değer belirtmek.
değerlendirilme is. Değerlendirilmek işi, kıymetlendirilme: "Devlet, bitkisel ve hayvansal ürünlerin değerlendirilmesi ... için gereken tedbirleri alır." -Anayasa.
değerlendirilmek (nsz) Değerlendirme işi yapılmak, kıymetlendirilmek.
değerlendirme is. 1. Değerlendirmek işi, kıymetlendirme: "Sade benim değil, işin ehli edebiyat eleştirmenlerimizin değerlendirmeleri de bu yolda idi." -H. Taner. 2. İletişim organlarında izlenme oranı.
değerlendirmek (-i, -e) 1. Bir şeyi yerinde ve yararlı bir yolda kullanmak. 2. Değer kazandırmak, kıymetlendirmek. 3. Değer biçmek. 4. Bir şeyin Özünü, önemini, nitelik ve niceliğini belirlemek.
değerlenme is. Değerlenmek işi, kıymetlenme.
değerlenmek (nsz) Değer kazanmak, değeri artmak, değer sağlamak, kıymetlenmek.
değerli sf. Değeri olan veya değeri yüksek olan, kıymetli: "Hiç olmazsa susmanın ne kadar değerli olduğunu anlamışlardır." -M. Ş. Esendal.
→ değerli kâğıt, eş değerli
değerlik, -ği is. Değer olma durumu.
→ kayda değerlik
değerli kâğıt, -di is. Üzerinde herhangi bir değer bulunan ve elinde bulunduranın her an yarar sağlayabileceği para.
değerlilik, -ği is. Değeri olma durumu, kıymetlilik.
değersiz sf. Değeri olmayan veya değeri çok az olan, önemsiz, kıymetsiz, naçiz.
değersizlik, -ği is. Değersiz olma durumu.
değer yargısı is. Bir değerlendirme getiren yargı: "Sansürün değer yargıları sanatın, düşüncenin, bilimin, gerçeğin yasalarına uymaz." -H. Taner.
değgin sf. İlişkin, üstüne ait, dair, müteallik.
değil is. Cümle içinde art arda kullanılan iki veya daha çok özneyi, tümleci, yüklemi, aralarından bazılarına olumsuzluk kavramı vererek birbirine bağlayan veya yüklemin olumsuz çekimini sağlayan kelime: "Bu direniş çetin değil, haşin değil, yürek burkucuydu." -T. Buğra. ...-ında / ...-inde değil bir şeyin söylenen niteliğine önem vermemeyi anlatan bir söz: Ben parasında değilim, yeter ki iyi bir şey olsun, değil mi ki madem, mademki.
değim is. Bir kimsenin, kendisine iş verilmeye hak kazandıran durumu, liyakat.
değimli sf. Liyakatli.
değimsiz sf. Liyakati olmayan, liyakatsiz.
değin (I) e. Bir işin, bir durumun sona erdiği zamanı veya yeri gösterir, kadar, dek: "Kıyıdan bir alkış sesi geldi... Odanın güneşli duvarına değin." -M. C. Anday.
değin (II) is. hlk. Sincap.
değini is. Değinme.
değiniş is. Değinme işi veya biçimi.
değinme is. Değinmek işi, temas.
değinmek (-e) Bir konuyu ele alarak ondan kısaca söz etmek, dokunmak, temas etmek: "Gündüz yüzme havuzunda açmadığı bir konuya değinmek gereksinmesi duyuyordu." -N. Cumalı.
değinti is. Temas.
değirme is. Değirmek işi.
değirmek (-e) hlk. 1. Duyurmak, bildirmek, ulaştırmak. 2. Değdirmek, dokundurmak.
değirmen is. 1. Kahve, buğday, nohut vb. taneleri öğüten araç veya alet: "Değirmende biraz kahve çekti." -S. F. Abasıyanık. 2. İçinde öğütme işi yapılan yer: Su değirmeni. Yel değirmeni, değirmenin suyu nereden geliyor? bu işin masrafını karşılayacak para nasıl kazanılıyor? "Hasılı, hastaneye benzemeyen hastanemden pek memnundum. Yalnız, bu değirmenin suyu nereden geliyordu?" -K. N. Güntekin.
→ değirmen taşı, el değirmeni, kahve değirmeni, kol değirmeni, su değirmeni, yel değirmeni
değirmenci is. Değirmen işleten kimse. değirmencilik, -ği is. Değirmen işletme işi.
Değirmendere fındığı is. bot. İnce kabuklu, uzunca, yağı az ve taze taze tüketilen bir tür fındık.
değirmenlik, -ği sf. 1. Değirmende öğütülmek için ayrılmış (tahıl). 2. Bir değirmen taşını işletecek güçte (akarsu).
değirmen taşı is. 1. Değirmende, dönerek taneleri ezen yuvarlak taş. 2. miri. Değirmen taşı yapmakta ve bazen de yapılarda kullanılan çakmak taşı türünden sert bir taş. değirmen taşının altından diri çıkar en ağır şartlarda bütün güçlükleri yener.
değirmi sf. 1. Yuvarlak: "Bir iki tane değirmi, büyücek yufka açmıştı." -N. Nâzım. 2. Eni boyuna eşit olan (kumaş). 3. is. hlk. Yemeni, yazma, baş örtüsü, mendil.
→ değirmi sakal
değirmileme is. Değirmilemek işi.
değirmilemek (-i) Yuvarlak biçime sokmak.
değirmileşme is. Değirmileşmek işi.
değirmileşmek (nsz) Değirmi duruma gelmek.
değirmilik, -ği is. Değirmi olma durumu, yuvarlaklık.
değirmi sakal is. Değirmi bir biçimde kesilmiş sakal.
değiş is. 1. Değme işi veya biçimi. 2. Bir şey verip yerine başka bir şey alma, mübadele, trampa, trok. değiş etmek hlk. bir şey verip yerine başka bir şey almak: Buğdayı pirinçle değiş etmek.
→ değiş tokuş
değişen yıldız is. astr. Parlaklığı zamana bağlı olarak değişme gösteren yıldız.
değişici sf. Biçimden biçime giren, değişken.
değişik, -ği sf. 1. Değiştirilmiş, muaddel: Yasanın değişik onuncu maddesi gereğince... 2. Alışılmışın dışında bir özelliği bulunan: Değişik bir oda takımı. 3. Çeşitli, farklı: Değişik renkler. 4. is. hlk. Yedek iç çamaşırı, giyecek: Hiç değişiğim kalmadı. 5. is. hlk. Çok hastalık geçirerek gelişmemiş çocuk.
değişiklik, -ği is. 1. Değişik olma durumu. 2. Bir bütünün bir bölümünün değişmesiyle ortaya çıkan yeni durum: Yönetim kurulunda değişiklik oldu. 3. Amaca uygun biçime getirmek için yapılan değiştirme, tadil, değişiklik yapmak değiştirmek: "Mustafa Kemal cepheye gider gitmez daha önce alınan tedbirde değişiklikler yaptı." -F. R. Atay.
→ değişiklik önergesi, değişiklik teklifi, ağız değişikliği
değişiklik önergesi is. Bazı kanun maddelerinin amaca daha uygun olması için Büyük Millet Meclisine yapılan öneri, değişiklik teklifi.
değişiklik teklifi is. Değişiklik önergesi.
değişim is. 1. Bir zaman dilimi içindeki değişikliklerin bütünü. 2. biy. Yeni döllerin atalarına tıpatıp benzememesini sağlayan özelliklerin tümü, varyasyon. 3. den. Rüzgârın yön değiştirmesi. 4. ekon. Üretilen malların başka mallar veya para karşılığı değiştirilmesi. 5. mat. Bir niceliğin birbirinden ayrı değerler alması veya böyle iki değer arasmdaki ayrım.
→ değişim yönetimi, ad değişimi, biçim değişimi, hâl değişimi, hava değişimi, para değişimi
değişimli sf. Değişme özelliği gösteren.
→ değişimli ünsüzler
değişimli ünsüzler ç. is. dbl. Ünsüz uyumuna bağlı olarak ötümlülük ve ötümsüzlük bakımından birbirinin yerine geçen ünsüzler: p/b, ç/c, t/d, k/g, k/ğ.
değişimsiz sf. Değişme özelliği göstermeyen.
değişim yönetimi is. ekon. Hızla değişen bir ortamda ayakta kalabilmek ve rakiplerin önüne geçebilmek için, şirketin kendini yenilemesi, değişim fırsatlarını analiz edip ortaya çıkan potansiyeli değerlendirmesi ve en uygun stratejinin belirlenip bunun uygulanması için yeniden örgütlenme ve yapılanma işi.
değişinim is. biy. Doğada ve toplumda nitelikle ilgili değişmelerin yavaş yavaş değil, birdenbire olması, bir şeyin ortam ve şartlarını bulduğunda birdenbire nitelik değiştirmesi, mutasyon.
değişinimci is. Değişinimcilik yanlısı, mutasyonist.
değişinimcilik, -ği is. biy. 1. Bir canlı varlıktaki soya çekimin, genlerin bazı özel durumlarının yitirilmesi, yeniden oluşması veya değişmesi yüzünden aniden değişebileceğini ve bu değişmenin, türlerin oluşmasında ana yol olduğunu ileri süren kuram, mutasyonizm. 2. sos. Doğa ve toplumdaki değişmelerin değişinim biçiminde olduğunu savunan düşünce akımı, mutasyonizm.
değişiş is. Değişme işi veya biçimi.
değişke is. biy. Her canlıda dış etkilerle ortaya çıkabilen, kalıtımla ilgili olmayan değişiklik, modifikasyon.
değişken sf. 1. Değişme özelliği gösteren, çok değişen, değişebilir, kararsız, değişici, mütehavvil: "Sağlık bakımından canına okuyan kentler de, değişken rüzgârlara açık kentler oluyor." -H. Taner. 2. is. mat. Değişik sayı değerleri alabilen nicelik.
→ değişken maliyet
değişkenlik, -ği is. Değişken olma durumu: "Romancı zamanın akışı içinde yaşamın değişkenliğini yakalamaya çalışır." -N. Cumalı.
değişken maliyet is. ekon. Belirli bir dönem İçindeki toplam ham madde, vasıtasız işçilik, enerji tüketimi, fabrika malzemesi, amortisman ve komisyon öğelerinin değişiminden oluşan maliyet.
değişkin sf. Değişikliğe uğramış, değişik, muaddel.
değişkinlik, -ği is. Değişkin olma durumu.
değişme is. 1. Değişmek işi: "Bu kadar büyük değişme İçin mutlaka bir kadın parmağı lazım. " -R. N. Güntekin. 2. Değişim, mübadele.
→ sosyal değişme, toplumsal değişme, anlam değişmesi, ses değişmesi
değişmek (nsz) 1. Başka bir biçim veya duruma girmek, tahavvül etmek: "Ben gelirken yarım saat içinde hava değişmiş, kara yel kudurmuştu." -S. F. Abasıyanık. 2. Yerine başka şey veya kimse gelmek: "Eskiler arasında duvardaki saatli maarif takvimleri de değişmiş oluyordu." -N. Cumalı. 3. Karşılıklı alıp vermek, mübadele etmek: O-nunla saatlerimizi değiştik. 4. (-i) Değiştirmek: Üstümü değiştim, değişmemek çok değer vermek: Onu kimseye değişmem.
değişmez sf Aynen kalan, değişikliğe uğramayan: "İşte dünyanın peşin ve değişmez hükmü buydu." -S. Ayverdi.
→ değişmez maliyet
değişmezlik, -ği is. Değişmez olma durumu.
değişmez maliyet is, ekon. Toplam faiz, komisyon, kira ve emlak vergisi, amortisman, genel imalat, yönetim ve satış masrafları vb. öğelerin belirli bir dönem içindeki değişmeyen maliyeti.
değiştirge is. Bir değişiklik yapılması için verilen önerge, tadil teklifi.
değiştirgeç, -ci is.Jiz. Röle.
değiştirici is. Değiştirme işini yapan nesne veya kimse.
değiştiricilik, -ği is. Değiştirici olma durumu. değiştiriliş is. Değiştirilme işi veya biçimi. değiştirilme is. Değiştirilmek işi.
değiştirilmek (nsz) Değiştirme işi yapılmak: "Kararnamelerin değiştirilmiş hükümleri, bu değişikliklerin Resmî Gazete'de yayımlandığı gün yürürlüğe girer." -Anayasa.
değiştirim is. Değiştirme işi.
değiştirme is. Değiştirmek işi, tebdil, tahrif.
→ kabuk değiştirme, şekil değiştirme, yer değiştirme
değiştirmek (-i) 1. Başka bir biçime sokmak, değişikliğe uğratmak: "Bulunduğu vaziyeti öteki ayağım berikinin üstüne koyarak değiştirdi. " -S. F. Abasıyanık. 2. Bir şey veya kimseyi bulunduğu yerden başka bir yere almak. 3. Bir şey verip yerine başka bir şey almak: Bu ayakkabı sana küçük, değiştir. 4. Birini bırakıp başkasını kullanmak: "O zamanlar şöyle öğleye doğru otele bir başvurup çamaşır değiştireceği varsa değiştiriyor. " -E. E. Talu. 5. Başka bir duruma, başka bir görünüme getirmek: "Tuvalet onu ne değiştirmiş, gençliğinin cazibesini, vücudunu, gözlerinin rengini nasıl belli etmişti!" -P. Safa. 6. Anlatıma yeni bir içerik vermek.
değiştirtme is. Değiştirtmek işi.
değiştirtmek (-i, -e) Değiştirme işini yaptırmak: Onlara yerlerini değiştirttim.
değiş tokuş is. hlk. Değiş, alışveriş, mübadele, trampa.
değme (I) is. Değmek işi, temas.
değme (II) sf. 1. Her, herhangi bir, gelişigüzel, rastgele: "Deli gönül değme çaydan bulanmaz / Coşarsa dalgası kendinden olur." -Aşık Veysel. 2. Seçkin, seçme.
değmek, -er (I) 1. Aralık kalmaymcaya kadar birbirine yaklaşmak, dokunmak, temas etmek: "Kapıdan bir an birbirimize değerek girdik." -Y. Z. Ortaç. 2. Ulaşmak, erişmek: Mektup elime değmedi. Yaşı on beşine değince... 3. İstenilen yere düşmek, rast gelmek, isabet etmek: Kurşun hedefe değdi. değme gitsin deme, karışma gitsin, (bir iş ki) değme keyfine söz konusu işten çok hoşlanıldığmı anlatmak için kullanılan bir söz.
→ el değmemiş, dudakdeğmez, lebdeğmez
değmek, -er (II) 1. Değerinde olmak: "Benim Ömrümün üç günü üç yüz bin liraya değer." -H. Taner. 2. (-e) Karşılık olmak: Bu kadarcık bir kazanç bunca zahmetlere değer mi? 3. (nsz) Zevk veren şeyler hoşa gitmek: Bu kahve değdi doğrusu. 4. Herhangi bir nitelikte olmak: Bu manzara görülmeye değer. 5. Eş değerde olmak: Bütün dünyaya değer gözlerin.
değnek, -ği is. 1. Elde taşınacak incelikte düzgün ağaç, sopa, çomak: "Testiyi bir eline, değneğini ötekine alır." -H. R. Gürpınar. 2. Değnekle atılan dayak, değnek gibi çok zayıf ve ince.
→ çobandeğneği, koltuk değneği
değnekçi is. 1. Motorlu taşıtların çalıştığı yerlerde yolcuların binişi ve taşıtların sıra düzenini sağlayan kimse, kâhya. 2. Parklarda düzeni sağlamaya çalışan kimse. 3. tar. Şehir düzeni ile ilgili görevli.
değnekçilik, -ği is. Değnekçinin yaptığı iş.
değnekleme is. Değneklemek işi.
değneklemek (-i) Değnekle vurmak: "Sıska eşeğini değnekleyen bir köylü." -S. F. Abasıyanık.
deh ünl. Binek veya koşum hayvanlarını yürütmek için söylenen bir söz, dalı.
deha is. (deha;) Ar. dehâ 1. İnsan zekâsının, insan kişiliğinin erişebileceği en yüksek düzey, dâhilik: "Hepimiz Mustafa Kemal'in askerlik dehasına inanırdık." -F. R. Atay. 2. Dâhi: "Dehalar muvaffak olmak için zamanlarını ve şartlarını unutamazlar." -F. R. Atay.
dehalet is. (deha:let) Ar. dehalet esk. Sığınma, korunma.
dehdeh is. Çocuk dilinde at.
dehhaş sf. (dehha:ş) Ar. dehhüş esk. Aşın korku verici, dehşet saçıcı: "Hücuma uğrayan ihtiyar, odayı sallayan dehhaş bir öfkeyle kızının saçlarını yakaladı ve yere çöktürdü." -P. Safa.
dehleme is. Dehlemek işi.
dehlemek (-i) 1. Hayvanı "deh" diyerek yürütmek: "Hayvanı gayet ustaca dehleyerek beni Çingene çadırlarına getirdi." -O. C. Kaygılı. 2. Kovmak: "Bu işi sen yapacaksın. Yapamazsan ben seni deklerim." -S. F. Abasıyanık.
dehlenme is. Dehlenmek işi.
dehlenmek (nsz) Dehleme İşi yapılmak.
dehletme is. Dehletmek işi.
dehletmek (-i) Aşağılamak, hor görmek.
dehliz is. Far. dehliz Üstü kapalı, dar ve uzun geçit, koridor: "Mihrabın sağ tarafında dehliz gibi kuytu bir köşeye açılan bir kapı vardır." -Y. K. Beyatlı.
dehşet is. Ar. dehşet 1. Bir tehlike veya korkunç bir şey karşısında duyulan ürküntü, yılgı: "Olduğum yerde korkudan ve dehşetten donmuştum." -S. F. Abasıyanık. 2. sf. Olağanüstü: "Sen büyüdükçe dehşet bir şey oluyorsun." -R. N. Güntekin. 3. ünl. Olağanüstü şeyler karşısında şaşma anlatan bir söz: Dehşet, bu ne güzellik! dehşet saçmak ortalığa korku vermek: "Oyun, okuyanı hiçbir tarih kitabının etkilemeyeceği kadar kuvvetle Fransız îhtilali'nin amansız, dehşet saçan günleriyle karşı karşıya bırakır." -N. Cumalı. dehşete düşürmek çok korkutmak, dehşete kapılmasına sebep olmak: "Korkunç jestlerle yaptığı kara bulut tasvirleri bizi yeniden dehşete düşürdü." -R. N. Güntekin. dehşete kapılmak (veya düşmek) çok korkmak: "Ev sahibi dehşete kapılmış gibiydi. " -T. Buğra.
dehşetlenme is. Dehşetlenmek işi.
dehşetlenmek (nsz) Dehşete kapılmak.
dehşetli sf. 1. Korku veya ürküntü veren: "Dehşetli bir kâbusa tutulmuşların kıvrandıran ıstırabını duyuyorum." -A. Gündüz. 2. zf. Çok aşırı bir biçimde: "Hava dehşetli sıcaktı. Asfaltlara güneş yağıyordu." -A. İlhan. 3. zf Çok fazla, son derece: "Akımdaki beygir, efendisinin bu savaşına karşı dehşetli huysuzlanıyor." -O. C. Kaygılı.
deist is. Fr. deiste din b. Deizm yanlısı, neden tanrıcı.
deizm is. Fr. deisme din b. Tanrı'yı yalnızca ilk sebep olarak kabul eden, Tanrı için başka herhangi bir güç ve nitelik tanımayan, vahyi reddeden görüş, neden tanrıcılık.
dejenere sf. Fr. degenere 1. Soysuz. 2. Yoz. dejenere etmek 1) soysuzlaştırmak; 2) yozlaştırmak, dejenere olmak 1) soysuzlaşmak; 2) yozlaşmak.
dejenereleşme is. Dejenereleşmek işi.
dejenereleşmek (nsz) 1. Soysuzlaşmak. 2. Yozlaşmak.
dejenerelik, -ği is. 1. Soysuzluk. 2. Yozluk: "İçtimai dejenerelik, hayati dejenerelikten büsbütün başkadır." -Z. Gökalp.
dek (I) e. Bir işin, bir durumun sona erdiği zamanı veya yeri gösterir, kadar, değin: "Bir iki adım atıp yanıma dek geliyor." -Z. Selimoğlu.
dek (II) is. Far. dek esk. 1. Düzen, hile. 2. Tokuşma, çatışma. 3. sf. Sağlam, deke düşmek hileye, oyuna gelmek: "İlkin deke düştüğümün hiç farkına varmadım." -M. Ş. Esendal.
dek (III) bk. tek.
dekadan is. Fr. decadent XIX. yüzyıl sonlarında Fransa'da natüralistlere karşı çıkan sembolizm akımına öncülük etmiş olan sanatçı: "Fakat son zamanlarda zuhur eden sembolist yahut dekadan edebiyatlar terbiye noktainazarından muzır amillerdendir." -Z. Gökalp.
dekadanlık, -ğı is. Dekadan olma durumu.
dekagram is. Fr. decagramme mat. On gram ağırlığında bir ölçü birimi.
dekalitre is. (dekali'tre) Fr. decalitre mat. On litre hacminde bir Ölçü birimi.
dekametre is. (dekame 'tre) Fr. Decametre mat. 10 m uzunluğunda bir ölçü birimi, dam.
dekan is. Alm. Dekan Üniversitelerde bir fakültenin yönetiminden sorumlu profesör.
→ dekan yardımcısı
dekanlık, -ğı is. 1. Dekan olma durumu. 2. Dekanın görevi. 3. Dekanın makamı.
dekan yardımcılığı is. Dekan yardımcısı olma durumu.
dekan yardımcısı is. Fakültelerde dekana yardım eden öğretim üyesi.
dekar is. Fr. decare mat. 1000 m2 değerinde yüzey ölçü birimi: Dekar, hektarın onda biri değerindedir.
Dekartçı öz. is. fel. 1. Descartes felsefesini benimseyen kimse. 2. sf. Descartes'ın öğretisi ile ilgili, Kartezyen.
Dekartçılık, -ğı öz. is. fel. 1. Descartes'ın felsefesi. 2. Descartes'ın öğretisi, Kartezyenizm.
dekaster is. Fr. decastere mat. 10 metreküplük hacim ölçüsü birimi.
dekatlon is. Fr. decathlon sp. Uzun atlama, gülle atma, cirit atma, yüksek atlama, disk atma, sırıkla yüksek atlama, 100 m koşusu, 400 m koşusu, 110 m engelli koşu, 1500 m koşularını içeren atletizm yarışması.
dekatloncu is. sp. Dekatlon yarışmalarına katılan atlet.
deklanşör is. (deklânşör) Fr. declencheur 1. Bir devre kesicinin işleyişini etkileyerek açılmasım önleyen düzen. 2. Fotoğraf makinesinin resim çekilirken basılan düğmesi: "Objektifi -namluyu doğrultur gibi- doğrultur, tetiğe basar gibi de deklanşöre basarsınız. " -T. Buğra.
deklarasyon is. (deklârasyon) Fr. declaration 1. Bildirme, duyurma, ilan etme. 2. Bir konunun kamuoyuna duyurulması için yapılan açıklama, bildiri. 3. Mal bildirimi.
deklare sf. (deklâre) Fr. declarer Bildirilmiş, ilan edilmiş, deklare etmek 1) bildirmek; 2) huk. gümrüklerde vergi konusu olacak eşya vb.ni resmî makama bildirmek.
dekoder is. İng. decoder Elektronik alıcılar için şifre veya bilgi çözücü.
dekolte is. Fr. decollete 1. Kollan, göğüs veya sırt bölümü açık kadın giysisi: "Dekolteler o kadar açık ki, insanın bazen hiç zahmet etmeseler diyeceği geliyor." -H. C. Yalçın. 2. sf. Açık saçık: "Kadınların çoğu dekolteydi." -Halikarnas Balıkçısı, dekolte konuşmak tkz. açık saçık konuşmak.
dekont is. Fr. decompte ekon. 1. Bankalarda çekilen veya yatırılan para karşılığında verilen belge. 2. Kapatılan bir hesaptan yapılacak indirme. 3. Bütün indirmeler yapıldıktan sonra borçlu tarafından ödenecek, alacaklı tarafından alınacak olan miktar.
dekor is. Fr. decor 1. Tiyatro, sinema ve televizyonda sahneye konulan eserin yazıldığı yerin ve geçtiği çağın özelliklerini belirleyen perde, aksesuar vb. öğelerin bütünü: "Kampta kurduğumuz sahneyi, yaptığımız dekorları, oynadığımız oyunları anlatıyordu. " -R. N. Güntekin. 2. Bir yere süsleme amacıyla verilen düzen. 3. mec. Görünüş, manzara: "Münzevi çiftliğin dekorundan hazzetti." -R. H. Karay.
dekorasyon is. Fr. decoration 1. Dekor yapma işi. 2. Bir yeri süsleme.
dekoratif sf. Fr. decoratif 1. Dekor olarak kullanılan, süslemeye yarayan, süsleyici, tezyini. 2. Göstermelik: "Rüştü ancak dekoratif bir maksatla evlenir." -P. Safa.
dekoratör is. Fr. decorateur 1. Tiyatro, opera vb. dekorlarını tasarlayan sanatçı. 2. îç mimar.
dekoratörlük, -ğü is. İç mimarlık.
dekorcu is. Mesleği dekor yapmak olan sanatçı.
→ başdekorcu
dekorculuk, -ğu is. 1. Dekorcu olma durumu. 2. Dekorcunun işi ve mesleği.
→ başdekorculuk
dekore sf. Fr. decore Süsleme amacıyla düzenlenmiş. dekore etmek bir yere süsleme amacıyla düzen vermek.
dekovil is. Fr. decauville Ray aralığı 60 cm veya daha az olan, arabaları buhar, hayvan veya insan gücüyle yürütülen küçük demiryolu: "Dekovil yolunda çalışan köylü kadınların resmine bakıyorum." -F. R. Atay.
dekstrin is. Fr. dextrine kim. Nişastanın bölünmesinden elde edilen zamklı bir madde (C6H10O5).
dekstroz is. Fr. dextrose kim. Nişasta şekeri.
delalet is. (delâ.iet) Ar. delâlet esk 1. Kılavuzluk, aracılık: "Hemşehrilerinden birinin delaletiyle, senet sahiplerinin her birini ayrı ayrı öğrendi." -E. E. Talu. 2. mec. İz, işaret. delalet etmek 1) yol göstermek; 2) göstermek, anlatmak, demeye gelmek: "Meğer fazla süs zenginliğe değil, fukaralığa delalet edermiş." -A. Haşim. 3) belirtmek: "Halep içinde bahara delalet eden işaret yoktur." -R. H. Karay.
deldirme is. Deldirmek işi.
deldirmek (-i, -e) 1. Delme işini yaptırmak. 2. mec. Geçersiz duruma getirmek.
delecek, -ği is. hlk. Zımba.
delegasyon is. Fr. delegation Herhangi bir topluluğu temsil etmekle görevli yetkili kurul.
delege is. Fr. delegue 1. Kendisine yetki verilerek bir yere veya birinin katına gönderilen kimse, elçi, murahhas: "Avrupa'da toplanıp, konuşup dağılan milletlerarası konferanslara delege olarak gönderilmiştir." -H. E. Adıvar. 2. Devlet, parti, sendika vb. kuruluşları toplantılarda temsil eden kimse. 3. Bilimsel toplantılara bildiri sunmak üzere katılan kimse, katılımcı.
delegelik, -ği is. Delegenin görevi, murahhaslık.
delep delep zf. Parlayarak, parıl parıl.
delepme is. Delepmek durumu.
delepmek hlk. Parlamak: "Kaçındasın gelin Ümmü kaçında / Sar'altınlar delebiyor saçında. " -Halk türküsü.
delgeç, -ci is. Mukavva, kâğıt, kayış, maden vb.nde delik açmaya yarayan araç, delecek, zımba.
delgi is. Matkap.
→ cırcır delgi
delgiç, -ci is. Ucu sivri demirli, ağaçtan tutacak yeri olan ve tütün dikmeye yarayan araç.
deli sf 1. Aklını yitirmiş olan, akli dengesi bozulmuş olan, mecnun. 2. Coşkun, azgın: "Bu deli öfkeyi kime veya nelere, bir namlu gibi, çevireceğini bilemiyordu." -T. Buğra. 3. mec. Davranışları aşırı ve taşkın olan (kimse), çılgın: "Ben delinin biriyim, ateşe girerim." -F. R. Atay. 4. mec. Bir şeye, bir kimseye aşırı derecede düşkün: Kitap delisi. Oyun delisi. Sinema delisi, deli bayrağı açmak şaka âşık olmak, deli çıkmak 1) çıldırmak; 2) mec. çok sinirlenmek, deli dana(veya danalar) gibi dönmek ne yapacağını bilemeyerek şaşkınca davranmak. deli etmek çılgına çevirmek, deli gibi deliye yaraşır davranışta, delicesine: "İki genç, deli gibi birbirlerini seviyorlardı." -R. N. Güntekin. deli kızın çeyizi gibi bir arada sergilenen ve birbirine yakışmayan (eşya). (bir şey için veya bir şeye) deli olmak ikz. 1) çok sevmek: Deli oluyordu çocuklara, onlarsız edemiyordu. 2) çok sinirlenmek; 3) delirmek, deli olmak işten değil güç durumlar veya duyulan öfke karşısında düşülen çaresizliği anlatan bir söz. deli pösteki sayar gibi çok karışık, çok ayrıntılı, sıkıcı bir işle uğraşma, deli Raziye gibi delice davranışlarda bulunan (kız veya kadın), deli saraylı gibi acayip biçimde giyinen, takıp takıştıran (kimse): "Teğmenin, teyzem dediği, altmışlık, altmış beşlik, suratı hâlâ düzgünlü, kirpikleri hâlâ sürmeli, deli saraylı gibi bir kadıncağızmış." -H. Taner, delinin eline değnek vermek kötülük yapabilecek bir kimsenin davranışlarını kolaylaştırmak. deliye dönmek 1) çok sevinmek: "Haber aldığı gün âdeta deliye dönmüş." -H. F. Ozansoy. 2) çok üzülmek: "En bildiği derste bile kopya -çeker, çekmezse hasta olur, deliye döner." -H. Taner. 3) çok kızmak. deliye her gün bayram alay her fırsattan yararlanarak bayrammış gibi davrananlara ve her şeyi eğlenceli yönden alanlara alay söylenen bir söz.
→ deli alacası, deli bal, delibalta, delibaş, deliboynuz, delibozuk, deli dana hastalığı, deli divane, deli dolu, delifişek, deli gömleği, deli güllabicisi, deli ırmak, deli orman, deli otu, deli saçması, fermanlı deli, ayran delisi
deli alacası sf. Birbirini tutmayan parlak renklerden oluşan: Salonun badanası deli alacasına dönmüş.
deli bal is. Arıların zehirli çiçeklerden topladıkları bal, acı bal.
delibalta sf Acımasız, gaddar, zalim kimse (kimse).
delibaş is. hlk. 1. zool. Koyunlarda ve danalarda görülen tehlikeli bir hastalık. 2. Huysuzluk yapan hayvan.
deliboynuz is. bot. Erguvan.
delibozuk, -ğu sf. Günü gününe, sözü sözüne uymayan, dengesiz (kimse).
delibozukluk, -ğu is. Delibozuk olma durumu: "Gerçi bu işi başlangıçta delibozukluk sayanlar, başarılıma da çekemeyenler çıkmamış değildir." -T. Buğra.
delice sf. (deli'ce) 1. Davranışları aşın, deli gibi olan: "Bu defterin içine ne delice saadetler yazmıştı. " -Ö. Seyfettin. 2. zf. Delicesine. 3. is. bot. Buğdaygillerden, genellikle buğday tarlalarında yetişen, tohumu zehirli, yabani bir bitki (Lolium temulentum). 4. is. bot. Aşılanmamış zeytin ağacı, yabani ağaç. 5. is. hlk. Atmaca, şahin.
→ delice bakla, delice doğan
delice bakla is. bot. Termiye.
delice doğan is. zool. Kartallar takımının kartalgiller familyasından bir kuş türü (Falco subbuteo).
delicesine zf. (deli'cesine) Aşın bir biçimde, delice: "Hâlbuki ben yaşamayı severim, delicesine!" -S. F. Abasıyanık. delicesine tutulmak aşırı bir biçimde bağlanmak, çok sevmek: "Mozart müziğine delicesine tutulduğum yıllarda istanbul'daki sanat hareketleri pek cılızdı." -N. Nadi.
delici is. 1. Delen, delme işini yapan kimse. 2. sf. mec. Çok etkili, etkileyici: Delici bakış.
→ delici kılıç
delici kılıç, -cı is. Eskrimde kullanılan delici Özelliğe sahip bir tür kılıç, epe.
delicilik, -ği is. Delici olma durumu. deli dana hastalığı is. Büyükbaş hayvanlarda görülen, bulaşıcı ve öldürücü bir hastalık.
deli divane sf. Çılgın, aşın deli (kimse): "Ben bîr deli divaneyim / Aklım dayar olmaz bana. " -Yunus Emre. (bir kimse veya bir şey için) deli divane (âşık) olmak aşırı derecede sevmek: "Bütün yaratıklar birbirlerine deli divane âşık oldular." -Halikarnas Balıkçısı.
deli dolu sf. 1. İlerisini gerisini düşünmeden davranan, rastgele konuşan, patavatsız: "Bazı deli dolu sözlerine, çocuk sözleri gibi sevinerek gülüşüyoruz." -R. N. Güntekin. 2. Çok hareketli, aktif, enerjik. 3. zf. İlerisini gerisini düşünmeden, rastgele, patavatsız bir biçimde.
delifişek, -ği sf Delişmen ve atak (kimse): "Ama tanıyanlar söylüyor, gençliğinde gerçekten delifişek, gözünü daldan budaktan sakınmaz bir askermiş." -H. Taner.
delifişeklik, -ği is. Delifişek olma durumu.
deli gömleği is. Tehlikeli ve saldırgan delilere giydirilen kolsuz gömlek.
deli güllabicisi is. Güllabi (I).
deli ırmak, -ğı is. Akıntısı çok hızlı olan ırmak.
delik, -ği is. 1. Dar, küçük açıklık: İğne deliği. Burun deliği. 2. Dar, küçük çukur: "Küçük çocuk, kulübenin kenarına yığılmış taşlardan yukarıda bir deliğe sıkışmıştı." -S. F. Abasıyanık. 3. Küçük hayvan yuvası: Fare deliği. 4. sf. Delinmiş olan: "Hangi evden istedilerse gittim, dama çıktım, akan delik kiremidi buldum, yerine sağlam kiremit koydum." -H. S. Tanrıöver. 5. argo Cezaevi. delik büyük, yama küçük eldeki imkânlar gerekenden çok az. delik eğirmek argo hapse girmek, tutuklanmak, deliğe tıkmak argo tutuklamak, hapsetmek: "O nasıl yarmıştı benim kafacığımı, şimdi de yakalasınlar kuyruğundan onu da tıksınlar deliğe." -O. C. Kaygılı.
→ delik deşik, cebi delik, kubbeli delik, kulağı delik, noktalı delik, yüreği delik, budak deliği, burun deliği, fare deliği, gözetleme deliği, hava deliği, iğne deliği
delikanlı is. 1. Çocukluk çağından çıkmış genç erkek: "Delikanlı çağımızdaki cevher / Yalvarmak, yakarmak nafile bugün." -C. S. Tarancı. 2. sf. mec. Sözünün eri, dürüst, namuslu (kimse). 3. ünl. Gençlere bir seslenme sözü: Delikanlı! Buraya gel.
delikanlılaşma is. Delikanlılaşmak işi.
delikanlılaşmak (nsz) 1. Delikanlı olmak. 2. Delikanlı gibi davranmak.
delikanhlık, -ğı is. Delikanlı olma durumu: "Hangi tür davranışın delikanlılığa daha uygun olduğu konusunda bir türlü karara varamazlardı." -Ç. Altan.
delik deşik, -ği sf Her yanı deliklerle dolu. delik deşik aramak her yerde aramak, delik deşik etmek 1) bir canlının vücudunda bir araçla birçok yaralar, kesikler açmak; 2) bir şeyin her yanında delikler açmak: "Üst üste attığı kurşunlarla hedefin içini delik deşik etmeye başlamıştı." -Y. K. Karaosmanoğlu. delik deşik olmak 1) bir canlının vücudunda bir araçla birçok yaralar, kesikler oluşmak: "... düşman süngüleriyle delik deşik olmaktansa tabancasını şakağına dayayıp tetiği çekmeyi düşünüyordu. " -N. Cumalı. 2) bir şeyin her yanı delinmek.
delikleşme is. Delikleşmek işi.
delikleşmek (nsz) Delikler, girintiler oluşmak: "O merdivenlerin taşları... basa basa çukur kavislerle âdeta esneyen bir tahta gibi eğilmiş, sünger gibi delikleşmişlerdi." -R. E. Ünaydın.
delikli sf. 1. Deliği veya delikleri olan: "Sokaklarda delikli Mihaliç peynirinden nane suyuna kadar ne görse alıyordu." -R. N. Güntekin. 2. is. Bir tür olta İğnesi. 3. is. hlk. Kevgir. 4. is. anat. Deliklerle kaplı esnek doku şeridi, delikli boncuk (veya taş) yerde kalmaz az çok işe yarayan her şeyin isteklisi bulunur.
delikliler ç. is. zool. Delikli ve sert bir kabukla kaplı bir hücreli hayvanlar takımı.
→ tek delikliler
deliksiz sf. Deliği olmayan.
→ deliksiz uyku
deliksiz uyku is. Derin uyku.
delil is. Ar. delil 1. İnsanı aradığı gerçeğe ulaştırabilecek iz, emare: "Milletlerin hürriyet için yaptıkları fedakârlıklardan canlı deliller gösteriyordu." -P. Safa. 2. huk. ve man. Kanıt: "Elde hiçbir delil olmadığı için serbest bırakıldı." -S. F. Abasıyanık. 3. esk. Kılavuz, rehber.
delilenme is. Delilenmek işi veya durumu.
delilenmek (nsz) Deli gibi davranmak.
delilik, -ği is. Deli olma durumu veya delice davranış, cinnet: "Bir delilik, bir çılgınlık, bir hoppalıktır gidiyor." -P. Safa. deliliğe vurmak kendini deli gibi göstermek, deliliği tutmak delice davranmak.
delimsirek, -ği sf. Delice: "Komşunun delimsirek kahkahası gecenin dibinde asılmış kalmıştı." -A. İlhan.
delinme is. Delinmek işi.
delinmek (nsz) 1. Delme işi yapılmak: Kızın kulağı delindi. 2i Bir şeyde delik oluşmak: Midesi delindi. 3. mec. Çiğnenmek, uyulmamak, aykırı davramlmak: Yöneticinin koyduğu yasaklar delindi.
deli orman is. Çok sık ve gür orman.
deli otu is. bot. Turpgillerden, bahçelere süs olarak dikilen bir bitki, kuduz otu (Alyssum).
deliriş is. Delirme işi veya biçimi.
delirme is. Delirmek işi.
delirmek (nsz) Deli olmak, akimi yitirmek, çıldırmak: "İkramiye kazananların delirdiklerini işitirdi." -P. Safa.
delirtme is. Delirtmek işi.
delirtmek (-i) Deli etmek, çıldırtmak.
deli saçması is. Anlamsız, tutarsız, delice söz: "Hakikatte, bu sözlerin deli saçmasından farkı yoktu." -Y. K. Karaosmanoğlu.
delişmen sf. 1. Zıpır: "Arabacı yirmi beş yaşlarında delişmen, dili biraz kekeme bir oğlan." -M. Ş. Esendal. 2. Güçlü, hareketli, sağlam yapılı: "Çok heyecanlı, uyanık, sözünü sakınmaz, biraz da delişmen bir insan olduğu için Deli Murat derler." -R. N. Güntekin.
delişmence zf. (delişme'nce) Delişmene yakışır bir biçimde.
delişmenlik, -ği is. Delişmen olma durumu, delişmence davranış, zıpırlık: "Bir maksatla mı, yoksa serseriliğinden, delişmenliğinden mi?" -F. R. Atay. delişmenlik etmek delişmence davranmak.
delk is. Ar. delk esk. 1. Ovma, ovuşturma. 2. fiz. Sürtünme.
delme is. 1. Delmek işi. 2. sf. Delinerek yapılmış. 3. hlk. Yelek.
delmek, -er (-i) 1. Delik açmak, delik duruma getirmek: "Taşın göze dokunmadığını ve bir parmak aşağıda yanağı deldiğini gördü." -P. Safa. 2. mec. İncitmek, kırmak.
→ ciğerdeldi, ağaçdelen, gökdelen, kargadelen, zindandelen
delta is. (delta) Yun. 1. Yunan alfabesinin dördüncü harfi (A). 2. coğ. Bir ırmağın çatallanarak denize veya ırmağa kavuştuğu yerde oluşan üçgen biçimli ova, çatal ağız.
→ delta kası
delta kası is. Yun. anat. Omuz başında bulunan üçgen biçimindeki kas.
dem (I) is. Far. dem 1. Hazırlanan çayın renk ve koku bakımından istenilen durumu. 2. hlk. Pişirilen yemeklerin yenecek kıvama gelmesi 3. esk. Soluk, nefes. 4. esk. Zaman, çağ: "Ademden bu deme neslim getirdi / Bana türlü türlü meyve getirdi." -Aşık Veysel. 5. esk. İçki. 6. esk. Koku. dem çekmek 1) kuşlar uzun ve güzel ezgiler çıkarmak: "Akasya dallarında bir tek bülbül uzun uzun dem çekiyor." -H. Taner. 2) şaka içki içmek. dem tutmak bir çalgıya başka bir çalgı veya sesle eşlik etmek: Dinî seslere şarki, çalgı sesleri cevap verir, onlara âdeta dem tutardı." -A. Ş. Hisar, (bir şeyden) dem vurmak bir şeyden söz etmek, konu açmak: "Amerika'nın, er geç savaşa katılacağı ihtimalinden dem vurmak hayli zor bir işti." -Y. K. Karaosmanoğlu.
→ her dem, her dem taze
dem (II) is. Ar. dem esk. Kan. dem dökmek kadınlar aybaşında kan yitirmek.
→ deveranıdem
-dem / -tem İsimden isim türeten ek: er-dem, gün-dem, yön-tem.
demagog is. Fr. demagogue Demagoji yapan kimse, halk avcısı, halk dalkavuğu: "En göze batan yer olduğu için politikada, neden bu kadar çok demagog var?" -H. Taner.
demagogluk, -ğu is. Demagog olma durumu.
demagoji is. Fr. demagogie Bir kimsenin, bir grubun duygularını kamçılayarak abartılı veya gerçek dışı sözler söyleyip onları kazanmaya çalışma, halk avcılığı: "Her birimiz birer yurttaş olarak iktidarın da, muhalefetin de özü bırakıp ayrıntı ile, ciddi ve yapıcı tartışmayı bırakıp demagoji ile uğraşmasına karşı çıkmak zorundayız." -H. Taner, demagoji yapmak bir kimsenin veya grubun duygularını kamçılayarak, gerçek dışı sözler söyleyerek onları kazanmaya çalışmak.
demagojik, -ği sf. Fr. demagogique Demagojiye dayanan, demagoji ile ilgili: "Türlü demagojik hareketlerle bir külah kapmaya çalışacaklardı." -Y. K. Karaosmanoğlu.
dembedem zf. Far. dem-be-dem esk. Zaman zaman.
deme is. 1. Demek işi: "Tencere dibin kara hikâyesi, kimin kime ne demeye hakkı var?" -H. Taner. 2. Anlam: Bu söz ne demeye gelir? 3. ed. Halk edebiyatında şiir. 4. ed. Genellikle Alevi şairlerin tarikatlarıyla İlgili konuları işleyen şiirlerine, kendilerince verilen ad. 5. ed. Ağıt. 6. hlk. Atasözü. ... demeye kalmamak söylemeye, yapmaya fırsat olmamak: İşimiz bitiyor demeye kalmadı, herkes ayağa kalktı, demem o (ki) hlk. benim söylemek istediğim, demeye getirmek doğrudan söylemeyip dolayısıyla anlatmak: "Çağımızı kötülemek, bugün gerçek şair, eskisinden azdır demeye getirmek için mi söylüyorum bunları..." -N. Ataç.
demeç, -ci is. Yetkili bir kimsenin bir konuda yayın organlarına yaptığı açıklama, beyanat: "Yan tutmadan davranacağını ve davranılmasını isteyen demecini yaymıştı." -T. Buğra, demeç vermek yetkili bir kimse bir konuda yayın organlarına açıklama yapmak, beyanat vermek.
demek 1. Söylemek, söz söylemek: "Eskilerin dediği gibi beşer, şaşar." -B. Felek. 2. (-e) Ad vermek: Muşmulaya döngel de derler. 3. Bir dilde karşılığı olmak: Kamer "ay" demektir. 4. Herhangi bir ses çıkarmak: Küt dedi, düştü. 5. (-e) Herhangi bir kanıya, yargıya varmak: Bu işe herkes ne der? 6. Düşünmek. 7. Oranlamak: Güzellik desen onda, zenginlik desen onda. 8. Ummak: Bundan sonra gelir mi dersin? 9. Erişmek: Saat yedi dedi mi uyanırım. 10. Bir işe kalkışmak, yeltenmek: Kımıldanayım deme, kurşunu yersin. Ağzını açayım deme, çok fena olursun. ... demek 1) ... anlamına gelmek: Okuryazar olmak adam olmak demek değildir. 2) o hâlde, şu hâlde: "Vay! Beni kovuyorsun demek, pekâlâ!" -S. F. Abasıyanık. demek istemek 1) bir şeyi anlatmak istemek: "Gazete yazarlığını, edebiyatın, sanatın dışında sayanların ne demek istediklerini hiçbir zaman anlamadım." -N. Ataç. 2) bir düşünceyi söylemek istemek. demek ki (veya demek oluyor ki) şu hâlde, öyle ise: "Son numara demek oluyor ki, bazı insanların resim dehasını körükleyen bir yerdi." -H. Taner, demek olmak anlamına gelmek: Sene "yıl" demektir, senevi de "yıllık" demek olacak, dediği çıkmak dediği şey gerçekleşmek, dediğin adı verilen, sayılan, kabul edilen: "Yarım milyon dediğin nedir?" -M. Ş. Esendal. dediğinden (dışarı) çıkmak sözünü dinlememek: Dediğimden dışarı çıkarsa kendi bilir, (birinin) dediğine gelmek birinin düşüncesini önce kabul etmezken sonradan doğru bulup kabul etmek, dedi mi (dedi'mi) olduğu zaman, olduğunda: "Eskiden saat üç dedi mi paralar dağılmış olurdu." -O. Kemal, deme! (de'me) "gerçek mi", "yok canım" anlamında bir şaşma sözü. deme (veya değme) gitsin anlatılması güç, anlatılamaz: Öyle sevindim ki deme gitsin, der demez hemen, o sırada, der oğlu der bir şeyin sürekli söylendiğini anlatan bir söz. demediğini bırakmamak (veya komamak) birisi için kırıcı, ağır, ileri geri konuşmak, dememek hareketin olumsuz biçimi, zıt anlamı kelimelerle kullanıldığında şartlar ne olursa olsun bir işi yapmak: Yağmur kar demedi, yola çıktı, deyip de geçmemek önemsemek: "Yengeye yenge deyip geçmeyelim. Bir mahalleyi susta durdurur." -M. Ş. Esendal. diyecek yok eleştirilecek bir yanı yok, söz yok.
→ dedikodu, dediği dedik, dediğim dedikçi
demet is. Yun. 1. Bağlanarak oluşturulmuş deste, bağlam: Tel demeti. 2. Bitki veya çiçek destesi: "Öyle fukara çocuklara rastlıyorduk ki, bize demet demet kır çiçekleri hediye ediyorlardı." -Y. K. Karaosmanoğlu. 3. bot. Üstün yapılı bitkilerde öz suların akmasına yarayan, bitkiye desteklik eden damarlı veya lifli kordon. 4. anat. Uzunlamasına birbirine bitişik olarak bir arada bulunan sinir ve kas telleri topluluğu. 5.fız. Bir atomun parçalanmasından doğan elektriklenmiş taneciklerin yörüngelerinden oluşan ışık topluluğu.
→ elektron demeti
demetçi is. 1. Demet yapan kimse. 2. Harman makinesini ekin demetleriyle dolduran kimse.
denıetçik, -ği is. Demet parçası, küçük demet.
demetleme is. Demetlemek işi.
demetlemek (-i) Demet yapmak, demet durumunda ayırıp bağlamak.
demetlenme is. Demetlenmek işi.
demetlenmek (nsz) Demet yapılmak.
demetletiş is. Demet yaptırma İşi veya biçimi.
demetletme is. Demetletmek işi.
demetletmek (-i) Demet yaptırmak.
demetleyiş is. Demet yapma işi veya biçimi.
demetli is. Demet biçiminde olan.
demevi sf. (demevi:) Ar. demevi esk. 1. Kanlı, kanı çok (kimse). 2. Kanla ilgili. 3. mec. Öfkeli, sinirli.
demin zf. (de'min) Az önce: "Demin aynanın arkasına baktım, bulamadım." -M. Yesari.
demincek zf. (de'mincek) Çok az önce.
deminden zf. (de'minden) Demin, az önce: "Bahar rüzgârının cereyanı ansızın deminden gördükleri siyah kelebeği getirdi." -Ö. Seyfettin.
deminki sf. (de'minki) Biraz önceki: "Deminki kavgadan dolayı pişmanlık duydu." -R. H. Karay.
demir is. kim. 1. Atom numarası 26, atom ağırlığı 55,847, yoğunluğu 7,8 olan, 1510 °C'de eriyen, mavimtırak esmer renkte, özellikle çelik, döküm ve alaşımlar durumunda sanayide kullanılmaya en elverişli element (simgesi Fe). 2. sf. Bu elementten yapılmış: "Hemşiresiyle rıhtımın kenarındaki demir kanepeye oturdular." -P. Safa. 3. Bazı nesnelerin demirden yapılmış parçası: Ocak demiri. Kapı demiri. Pencere demiri. 4. Ayakkabı topuğuna veya ayakkabı burnuna aşınmayı önlemek için çakılan, özel olarak yapılmış madenden parça. 5. sf. mec. Güçlü, kuvvetli, sert: "O kadar çabuk uyanmıştı ki kalbinin demir bir elle sıkıldığını duydu." -S. F. Abasıyanık. 6. den. Çapa (II). demir almak de??, i) gemi yola çıkmak için çapasını denizden çekmek, gitmeye hazırlanmak: "Artık demir almak günü gelmişse zamandan / Meçhule giden bir gemi kalkar bu limandan." -Y. K. Beyatlı. 2) mec. ölmek, çekip gitmek, demir atmak den. 1) gemi çapasını denize salmak: "Açıkta demir atmış kotrayı görüyor musun?" -F. R. Atay. 2) mec. bir kimse bir yerde uzun süre kalmak. demir gibi 1) çok sağlam: "Ben akide yemedim, gönlümde yumuşaklık yok, midem demir gibi." -H. R. Gürpınar. 2) çok güçlü, çok kuvvetli: "Demir gibi kolları vardı." -S. F. Abasıyanık. demir taramak gemi rüzgâr veya akıntı yüzünden çapasını sürümek: "Demirlerini tarayan hurda harami gemileri karaya vuruyordu." -F. F. Tülbentçi, demir tavında dövülür her iş zamanında ve uygun durumda yapılır: "Uzun hoca bu son sözünde pişman oldu. Demir tavında dövülür, ama bu demir o demir mi?" -K. Tahir. demir üzerinde den. demirini almış ve kalkmaya hazır (gemi), (birini) demire vurmak birini demir zincirle bağlamak.
→ demir ağacı, demirbaş, demir bilek, demir boku, demir dikeni, demir hat, demirhindi, demirkapan, demir kapı, Demirkazık, demir kırı, demirleblebi, demir leblebi, demir oksit, demir pası, Demirperde, demir perde, demir resmi, demir sülfat, demir yeri, demir yolcu, demiryolu, demir yumruk, ak demir, aydemir, çekme demir, çubuk demir, delikli demir, dişi demir, dökme demir, erkek demir, hasır demir, kütük demir, nervürlü demir, gözdemiri, ızgara demiri, kol demiri, köşe demiri, kulak demiri, L demiri, özek demiri, saban demiri, topuk demiri
demir ağacı is. bot İki çeneklilerden, ana yurdu Avustralya olan bir veya iki evcikli bir ağaç (Casuarina).
demirbaş is. 1. Bir yerde kullanılan, bir yere kayıtlı olan, bir görevliden öbürüne teslim edilen dayanıklı eşya: Bu masalar demirbaştır. 2. sf. Bu nitelikte olan: Demirbaş gereç. Demirbaş dolap. 3. sf. mec. Bir yerin eskisi, emektarı olan (kimse): "Gerçi Celile'nin ailesi içinde doğup büyümüş Huriye diye demirbaş bir evlatlığımız vardır." -R. N. Güntekin. demirbaştan düşmek demirbaş listesinden çıkarmak, kaydını silmek.
demir bilek, -ği sf. Güçlü kuvvetli (kimse).
demir bilekli sf. bk. demir bilek.
demir boku is. Cüruf.
demirci is. Demir satan, demir eşya yapan veya onaran kimse.
→ demirci mengenesi
demircik, -ği is. bot. Dişbudak.
demircilik, -ği is. 1. Demir alıp satma işi. 2. Demir eşya alıp satma veya onarma işi. 3. Demircinin zanaatı.
demirci mengenesi is. Kızgın demiri tutmak İçin kullanılan kıskaç.
demir dikeni is. bot. Toprak üzerinde yatık olarak bulunan, boynuz biçiminde dikenli çiçekleri küçük ve açık sarı renkli bir tür bitki (Tribulus terrestris).
demir hat, -ttı is. Demiryolu.
demirhindi is. bot. 1. Baklagillerden, sıcak iklimlerde yetişen bir ağaç (Tamarindus indica). 2. Bu ağacın meyvesi. 3. Bu meyveden yapılan şerbet. 4. sf argo Pinti, hasis.
demiri is. (demiri:) T. demir + Ar. -i esk. 1. Demir mavisi, gri. 2. sf Bu renkte olan.
demirimsi sf Demirsi.
demirkapan is. Mıknatıs.
demir kapı is. Irmaklarda gemilerin geçmesine engel olan kayalık yer.
Demirkazık, -ği öz. is. astı: Kutup Yıldızı.
demir kırı is. 1. Siyah, beyaz karışık griye yakın renkte at donu. 2. sf Bu renkte olan (at).
demirleblebi is. Başarılması çok güç iş.
demir leblebi is. Başa çıkılması güç kimse.
demirleme is. Demirlemek işi.
demirlemek (-i) 1. Kapı ve pencerenin kol demirini takmak, kapatmak: Pencereleri demirledikten sonra içim rahatladı. 2. den. Gemi demir atmak: "Bir gün adanın sahilinde soğan yüklü bir kayık gelip demirledi." -S. F. Abasıyanık. 3. Demire vurmak: "Hayran babayı bir serseriyle birlikte demirlemişlerdi. " -F. R. Atay.
demirleşme is. Demirleşmek işi.
demirleşmek (nsz) 1. Demir durumuna gelmek. 2. mec. Demir gibi sağlam duruma gelmek: "Duvarlar simsiyah kesildi, kapılar demirleştiler."-P'. Safa.
demirli sf. 1. İçinde metal veya karışım durumunda demir bulunan: Demirli sular. Demirli ilaçlar. 2. Demir parmaklık veya demir bir parça takılmış olan: "Önüne bakmadığı için ucu demirli kunduraları köprü dubalarının çivilerine takılıp tökezliyor." -B. Felek. 3. mec. Bağlanıp kalmış: Ali Bey İstanbul'da demirli bir hayat temposuna bağlı kalan tek insan gibi görünüyordu." -H. E. Adıvar. 4. den. Demir atmış (gemi).
→ demirli beton
demirli beton is. mim. Yapıda gücü, esnekliği artırmak için metal ve çimentodan yararlanma yöntemi, betonarme.
demir oksit, -di is. kim. Demirin hem doğada görülen hem de sentetik olarak yapılan, değişik kimyasal değer ve renkte bulunabilen oksit biçimi.
demir pası is. 1. Demirde oluşan pas. 2. sf. Bu pasın renginde olan.
demir perde is. tiy. Sahne ile izleyicilerin bulunduğu salonu yangın tehlikesinde birbirinden ayıran, demirden yapılmış perde.
Demirperde öz. is. II. Dünya Savaşı sonrası soğuk savaş döneminde, batılı ülkelerin kendilerini Doğu Bloku ülkelerinden ayıran sınıra ve bu ülkelere taktıkları ad.
demir resmi is. den. Geminin bir limanda demirlemek için ödediği vergi.
demirsi sf. Demiri andıran, demire benzeyen, demir gibi, demirimsi.
demirsiz sf. Demiri bulunmayan, içinde demir olmayan.
demirsizlik, -ği is. tıp Kanda beliren demir yetersizliği.
demir sülfat is. kim. Sülfirik asidin kimyasal formülü Fe2(S04)3 olan demir tuzu ve bunun hidrolaştırılmış biçimi.
demir yeri is. den. Limanlarda gemilerin demir atmasına ayrılmış yer.
demir yolcu is. Demir yolu görevlisi.
demir yolculuk, -ğu is. 1. Demir yolcu olma durumu. 2. Demir yolcunun görevi. 3. Demir yolu yapma ve İşletme işi.
demir yolu is. 1. Lokomotif, vagon vb. demir tekerlekli taşıtların üzerinde hareket ettiği paralel iki ray döşenerek yapılan bir tür yol, tren yolu, demir hat. 2. Bu yolla yapılan taşımacılık sistemi.
demir yumruk, -ğu sf. Güçlü kuvvetli (kimse).
demiurgos is. Yun. fel. Eflatun felsefesinde evreni yaratan, yaratıcı Tanrı.
demkeş sf. Far. dem-keş esk. Dem çeken, güzel ses çıkaran (güvercin).
demleme is. Demlemek işi.
demlemek (-i) Çayı kaynar suyun içine attıktan sonra renk ve koku vermesi için bir süre bekletmek.
demlendirme is. Demlendirmek işi.
demlendirmek (-i) Demlemek: "Kendi eliyle semaverde demlendirdiği çayı karşılıklı içtiğimiz günleri bir daha bulamam." -Y. Z. Ortaç.
demlenme is. Demlenmek işi.
demlenmek (nsz) 1. Çayın rengi ve kokusu suya geçmek. 2. Pilav piştikten sonra bir süre bekletilerek kıvama gelmek. 3. tkz. İçki içmek: "Haftada bir iki gün toplu olarak gittikleri bir meyhanede demleniyordu." -T. Buğra.
demli sf. Çok demlenmiş, koyu (çay).
demlik, -ği is. İçerisinde çay demlenen emzikli kap.
demode sf Fr. demode Modası geçmiş olan. demode olmak modası geçmek, gözden düşmek, değerini yitirmek: Bugün için artık çok demode olan bu ekolün hatiplerinin seslerini dinlerken çok yadırgıyoruz." -H. Taner.
demograf is. Fr. demographe Nüfus bilimci.
demografi is. Fr. demographie Nüfus bilimi.
demografik, -ği sf. Fr. demographiaue Nüfus bilimiyle ilgili.
Demoklesin kılıcı is. Her an gerçekleşebilecek tehlike.
demokrasi is. Fr. dâmocratie sos. Halkın egemenliği temeline dayanan yönetim biçimi, el erki, demokratlık.
→ katılımcı demokrasi, özgürlükçü demokrasi, sosyal demokrasi
demokrat sf. Fr. democrate Demokrasi yanlısı.
→ sosyal demokrat
demokratik, -ği sf. Fr. democratiaue Demokrasiye uygun: "Türkiye Cumhuriyeti demokratik, laik ve sosyal bir hukuk devletidir." -Anayasa.
demokratikleşme is. Demokratikleşmek işi.
demokratikleşmek (nsz) Demokrasiye uygun biçime girmek.
demokratikleştirme is. Demokratikleştirmek işi.
demokratikleştirmek (-i) Demokrasiye uygun biçime getirmek.
demokratiktik, -ği is. Demokratik olma durumu.
demokratlaşma is. Demokratlaşmak işi.
demokratlaşmak (nsz) 1. Demokrasi ilkelerini uygulamak, demokrasiye uygun yapıyı kurmak. 2. Demokrat bir biçimde davranmak.
demokratlık, -ğı is. sos. 1. Demokrat olma durumu. 2. Demokrasi.
demonstrasyon is. Fr. demonstration Gösteri.
-den bk. -dan / -den vb.
denaet is. (denaıet) Ar. denâ 'et esk. Alçaklık.
denden is. Bir çizelgede alt alta gelen aynı söz veya söz gruplarının tekrar yazılmasını önleyerek kolaylık sağlamak amacıyla kullanılan noktalama işaretinin adı (").
→ denden işareti
denden işareti is. Denden.
dendroloji is. İng. dendrology Ağaç bilimi.
denek, -ği sf. Üzerinde deney yapılan (canlı veya şey).
→ denek taşı
denek taşı is. 1. min. Altın, gümüş vb. madenlerin ayarını anlamak için sürtüldükleri bir tür taş, mihenk, mihenk taşı. 2. mec. Bir kimse veya nesnenin değerini anlamaya yarayan şey.
deneme is. 1, Denemek işi, sınama, deneyim, tecrübe: "Bunun deneme olduğunu müdürden başka kimseye söylemediği için, ilk deneme fabrikayı birbirine kattı." -H. Taner. 2. Son biçimini bulmamış, taslak durumunda olan eser: "İlkyazı denemelerim için gazete bulmaya çalışıyorum." -F. R. Atay. 3. ed. Herhangi bir konuda yeni ve kişisel görüşlerle bezenmiş bir anlatım içinde sunulan düz yazı türü: "Öykülerimde, denemelerimde beni yazmaya iten yüreğimin taşmasıdır."-N. Cumalı.
→ deneme hayvanı, deneme tahtası, deneme yayım
denemeci is. Deneme yazan.
denemecilik, -ği is. Deneme yazarlığı, deneme yazma işi.
deneme hayvanı is. zool. Meranın verimi veya mera üzerinde uygulanan ıslah ve amenajman işlemlerinin etkileri hakkında bilgi edinmek amacıyla otlatılan ve canlı ağırlık artışı veya süt verimi devamlı biçimde ölçülen hayvan.
denemek (-i) 1. Değerini anlamak, gerekli niteliği taşıyıp taşımadığını bulmak için bir insanı, bir nesneyi veya bir düşünceyi sınamak, tecrübe etmek. 2. Bir İşe, başarmak amacıyla başlamak, girişimde bulunmak, teşebbüs etmek: "Ayağa kalkarak üç adım ötedeki musluğa kadar gitmeyi denedi." -P. Safa.
deneme tahtası is. Üzerinde bilgisizce, tedavi, onarım vb. işler yapılan kimse veya şey: Usta, motoru deneme tahtası yaptı. Asistanlar, çocuğu deneme tahtası yaptılar.
deneme yayını is. Radyo, televizyon vb. haberleşme araçlarının başlangıçta işe alışmak ve daha verimli olmak üzere yaptıkları kısa süreli yayın.
denenme is. Denenmek işi.
denenmek (nsz) Deneme işine konu olmak.
denet is. 1. Denetleme işi, teftiş. 2. sin. ve TV Laboratuvar işlemi tamamlanmış bir filmin herhangi bir eksiği olup olmadığım anlamak için dağıtımcıya verilmeden önce incelenmesi.
denetçi is. 1. Denetlemeyle görevli kimse, murakıp, kontrolör. 2. sin. ve TV Görüntülerin, sesin, rengin kusursuz olup olmadığını, çizik vb. bulunup bulunmadığını gösterim odasında filmi izleyerek inceleyen kimse.
→ üst denetçi, kamu denetçisi
denetçilik, -ği is. 1. Denetçinin görevi. 2. Denetçi olma durumu, murakıplık, kontrolörlük.
denetici is. tek. 1. Bir işlemin istenilen ölçülerde yürütülmesini denetim altına alan cihaz. 2. Sıcaklık, basınç veya nem değişmelerini önleyerek bunlara ilişkin hareketin denetimini yapan alet. 3. den. Su altındaki bir aleti uzaktan yöneten makine.
deneticilik, -ği is. Denetici olma durumu.
denetilme is. Denetilmek işi.
denetilmek (nsz) Denetleme işine konu olmak.
denetim is. Denetleme: "Din ve ahlak eğitim ve öğretimi devletin gözetim ve denetimi altında yapılır. " -Anayasa.
→ denetim bağı, denetim kurulu, denetim noktası, denetim pulu, ön denetim, öz denetim, sıkı denetim, yargı denetimi
denetim bağı is. Denetim pulu.
denetimci is. Denetim işini yapan kimse.
denetimcilik, -ği is. Denetimci olma durumu.
denetim kurulu is. Denetleme kurulu.
denetimli sf. Denetlenmiş olan.
denetim noktası is. Denetleme yapılan yer.
denetim pulu is. 1. Paketlerin, şişelerin ağızlarına konulan şerit veya etiket, denetim bağı, bandrol. 2. Devletçe verginin kesildiğini gösteren etiket, denetim bağı, bandrol.
denetimsiz sf. Denetlenmiş olmayan.
denetimsizlik, -ği is. Denetimsiz olma durumu.
denetleme is. 1. Denetlemek işi. 2. Bir görevin yolunda yürütülüp yürütülmediğini anlamak için yapılan araştırma, denetim, bakı, teftiş, murakabe, kontrol, denetleme yapmak kontrol etmek: "Devlet Denetleme Kurulu ... her türlü inceleme, araştırma ve denetleme yapar. " -Anayasa.
→ denetleme kurulu, denetleme raporu
denetlemek (-i) Bir işin doğru ve usulüne uygun olarak yapılıp yapılmadığını incelemek, murakabe etmek, teftiş etmek, kontrol etmek.
denetleme kurulu is. 1. Devlet kuruluşlarında denetim işini yapmakla görevli üyelerin oluşturduğu kurul, denetim kurulu, teftiş heyeti, teftiş kurulu. 2. Bir kuruluşun yasalara ve kendi amacına uygun olarak çalışıp çalışmadığını denetleyen kurul.
denetleme raporu is. Denetçi tarafından hazırlanan ve bir işin doğru, usullere ve yönetime uygun olarak yapılıp yapılmadığını belirten yazı.
denetlenme is. Denetlenmek işi.
denetlenmek (nsz) Denetleme işine konu olmak.
denetleyici is. 1. Denetleyen kimse. 2. Denetleyen alet.
denetleyicilik, -ği is. Denetleyici olma durumu.
denetme is. Denetmek işi.
denetmek (nsz) Denemesini sağlamak.
→ ısıdenetir, nemdenetir
deney is. 1. Bilimsel bir gerçeği göstermek, bir yasayı doğrulamak, bir varsayımı kanıtlamak amacıyla yapılan işlem, tecrübe: "... kişinin vücut bütünlüğüne dokunulamaz, rızası olmadan bilimsel ve tıbbi deneylere tabi tutulamaz." -Anayasa. 2. Deneyim, tecrübe: "Herkesin kendi deneyi ile bildiği bir gerçek vardır." -H. Taner.
→ deney kabı, deney tüpü, deneyüstü, deneye dayalı
deneyci is. fel. Deneycilik yanlısı olan kimse, ampirist.
deneycilik, -ği is. fel. 1. Bilginin gözlem, deneme veya duyular ile elde edilebileceğini ileri süren geleneksel öğreti, görgücülük, ampirizm, akılcılık karşıtı. 2. Organizma İle durum veya çevre arasında bir etkileşim olarak yaşantıya önem veren, bilgiyi, simgelerle iletişimi yapılan denetimli ve yeniden düzenlenmiş yaşantı biçiminde düşünen çağdaş bir felsefe anlayışı, görgücülük, ampirizm.
→ bilimsel deneycilik
deneye dayalı sf. Bir kurama değil de yalnızca gözleme dayalı, ampirik.
deneyim is. Bir kimsenin belli bir sürede veya hayat boyu edindiği ilgilerin tamamı, tecrübe. deneyim kazanmak deneyimli duruma gelmek.
deneyimci is. Deneyimi ön plana çıkaran kimse.
deneyimcilik, -ği is. Deneyimcinin işi: "Tepeden bakma, insanı bir kehanetin, gözleme dayanan bir deneyimciliğin ukalalığına itiyor. " -H. Taner.
deneyimli sf Deneyim kazanmış olan, tecrübeli.
deneyimsiz sf. Deneyimi olmayan, tecrübesiz.
deneyimsizlik, -ği is. Deneyimsiz olma durumu, tecrübesizlik.
deneyiş is. Deneme işi veya biçimi.
deney kabı is. kim. İçinde kimya deneyleri yapılan özel kap.
deneyleme is. Deneylemek işi.
deneylemek (-i) Deney yapmak.
deneyli sf. Deneysel: Deneyli bir ders.
deneysel sf. Deneye başvurularak yapılan, deneyle olan, deneyle ilgili, deneyli, tecrübi.
deneyselcilik, -ği is. fel. Gerçek bilginin ancak deney yoluyla elde edilebileceğini, bilgilerimizin varsayıma dayanan bir nitelik taşıdığını, gerçeğin insan yaşantısının bir ürünü olarak düşünülmesi gerektiğini, değerler ile ahlaklılığın mutlak değil, toplumsal olduğunu ileri süren öğreti, eksperimantalizm.
deneysellik, -ği is. Deneyle ilgili olma durumu.
deneysiz sf. 1. Deneyi olmayan. 2. zf. Deneye başvurulmadan.
deney tüpü is. kim. Çoğunlukla kimyasal deneylerde kullanılan bir ucu kapalı cam boru.
deneyüstü is. fel. Deneyle kazanılması imkânsız, akılla ilgili olan bilgi, transandantal.
deneyüstücülük, -ğü is. fel. 1. İnsan bilgisinin niteliğini ve ilkelerini akıl yoluyla çözmek amacıyla deney alanının Ötesine gitmeye çalışan anlayış, mütealiye, transandantalizm. 2. Ahlakta belli bir gizemciliği savunan, Tanrı, doğa ve İnsanı kaynaştırmaya çalışan Amerikan felsefe okulu, mütealiye, transandantalizm.
denge is. 1. Bir nesnenin veya bir insanın devrilmeden durma hâli, muvazene, balans. 2. Zihinsel ve duygusal uyum, istikrar: Ruhsal denge. 3. Siyasi güçlerin, yetkilerin birbirini sınırlayacak biçimde dağıtılması. 4. Ekonomik hayatın uyumlu düzeni. 5. fiz. Birbirini ortadan kaldıran güçlerin sonucu olan durma hâli. 6. sos. Toplumsal denge. dengesi bozulmak 1) dik durumdan düşecek duruma gelmek; 2) tanınan ve bilinen ölçülerin dışına çıkmak; 3) tutum ve davranışlarında tutarlılık olmamak; 4) mec. aralarında İlişki bulunan şeyler arasındaki uyum bozulmak, dengesini kaybetmek dik durumdayken kontrolünü kaybederek düşmek: "Sular dizimize çıktı, göğsümüze, derken ayaklarımız kaydı, dengemizi kaybettik." -M. Yesari.
→ denge fiyatı, denge kalası, denge taşı, iç denge, kararlı denge, kararsız denge, toplumsal denge, borçluluk dengesi, bütçe dengesi, elektrolit dengesi, ışınım dengesi
dengeci sf. Denge öğesini ön planda tutan: Dengeci bir yönetim.
dengecilik, -ği is. Dengeci olma durumu.
denge fiyatı is. ekon. Piyasalarda arz ve talep miktarlarının eşitlendiği fiyat.
denge kalası is. sp. Aletli jimnastik dalında kullanılan, 1,20 m yüksekliğinde, 5 m uzunluğunda, 10 cm yürüme yüzeyi olan, piramit biçiminde, iki ayak üzerinde duran, düzgün kalastan yapılmış denge aracı.
dengeleme is. Dengelemek işi.
dengelemek (-i) 1. Dengeli duruma getirmek. 2. fiz. Bir cismi güç katarak veya eksilterek denge durumuna getirmek.
dengelenme is. Dengelenmek işi.
dengelenmek (nsz) Dengesi sağlanmak.
dengeleyici is. 1. Denge sağlayan, dengeleme Özelliği olan kimse veya şey, 2. Otomobillerde eğikliği veya yaylanma genliğini azaltmak için şasi ve tekerleklere yerleştirilen düzen, stabilizatör. 3. kim. Bir evredeki işlemin daha dengeli bir duruma gelmesini sağlayan alet.
dengeli sf. 1. Dengesi olan, muvazeneli. 2. Kurallara uygun, sıkıntı yaratmayan: "Hiç kimse normal, sürekli ve dengeli bir basın rejimi yaşamış olduğunu iddia edemez." -B. Felek. 3. mec. Tutum ve davranışlarında uyum olan (kimse), istikrarlı: Dengeli bir insan. dengeli kılmak huzura, düzene kavuşturmak: "Sevgimde bir azalma olsaydı, bu bir bakıma beni dengeli kılardı." -E. Bener.
→ dengeli beslenme
dengeli beslenme is. Sağlık için gerekli olan besinleri belirli Ölçülerde ve düzenli olarak alma,
dengelik, -ği is. Denge sağlayan alet.
dengesiz sf. 1. Dengesi olmayan, muvazenesiz. 2. mec. Tutum ve davranışlarında uyum olmayan (kimse), istikrarsız.
→ dengesiz beslenme
dengesiz beslenme is. Büyüme, gelişme ve sağlık durumlarının bozulması veya gereğinden çok besin alarak aşın şişmanlama dolayısıyla ortaya çıkan sağlık bozukluğu.
dengesizleştirme is. Dengesizleştirmek işi.
dengesizleştirmek (-i) Dengesiz duruma getirmek.
dengesizlik, -ği is. 1. Bir şeyde denge bulunmaması durumu. 2. mec. Bir kimsenin tutum ve davranışlarında beklenmedik değişmeler olması, istikrarsızlık: "Toplumdaki bu sıkıntılı dengesizliği örtecek kelimeler arıyoruz." -Ç. Altan.
dengeşik, -ği is. den. Dümen sisteminde yelpazenin itme merkezinin kenarına değil, yakınına konulan ek dümen.
denge taşı is. anat. Omurgalıların özellikle de memelilerin iç kulak keseciğinde bulunan kalsiyum tuzu.
deni sf. (deni:) Ar. deni esk. Alçak, kötü, kişiliksiz (kimse).
denilme is. Denilmek işi.
denilmek (-e, -i) 1. Ad verilmek: "Hıyarlar, o marul demlen yağlı yapraklar da ateş pahasınaydı." -S. F. Abasıyanık. 2. Söylenmek, sözü edilmek,
denim is. İng. denim Kot vb. yapımında kullanılan bir tür pamuklu kumaş.
deniz is. 1. Yer kabuğunun çukur bölümlerini kaplayan, birbiriyle bağlantılı, tuzlu su kütlesi. 2. Bu su kütlesinin belirli bir parçası: Marmara Denizi. Karadeniz. 3. Aydaki düzlükler. 4. mec. Geniş alan. 5. mec. Sınırsız genişlik, çokluk, yoğunluk, deniz bindirmek denizde birden fırtına çıkmak, deniz çıkmak denizde fırtına olmak, deniz durmak (veya düşmek) denizdeki fırtına geçmek, (bir kimseyi) deniz tutmak deniz taşıtlarında sallantıdan etkilenmek: "Biz tayfaları da deniz tuttu ama geminin doktoru bir defacık olsun, görünmedi." -S. F. Abasıyanık. denizde kum, onda para parası çok kimse, zengin, denizdeki balığın karada komisyonculuğunu yapmak gerçekte bulunmayan bir konu üzerinde varmış gibi savunuculuğunu yapmak, hayalî konularda gereksiz söz söylemek: "Denizdeki balığın karada komisyonculuğunu yapıyorlardı." -E. E. Talu. denizden çıkmış balığa dönmek sudan çıkmış balığa dönmek, denizden (veya denizi) geçip çayda boğulmak bir işte büyük güçlükleri yendikten sonra önemsiz bir sebeple başarısızlığa uğramak. denize açılmak kıyıdan çok uzaklaşmak: "Denize açıldıktan beş on gün sonra iki ciddi fırtına ile karşılaştım." -Halikarnas Balıkçısı, denize çıkmak gezi veya av için kıyıdan ayrılmak, denize dökmek düşmanı denize kadar sürüp yok etmek, denize düşen yılana sarılır güç bir duruma düşenlerin bundan kurtulmak için her türlü çareye başvurmaları olağandır, denize indirmek genellikle yeni yapılan bir aracı kızaklar yardımıyla karadan suya salıvermek.
→ deniz akıntısı, denizalası, denizaltı, deniz altı, denizanası, denizaslanı, denizaşırı, deniz ataşesi, denizatı, denizaygırı, denizayısı, deniz aynası, deniz basması, deniz bilimi, deniz buzu, denizçakısı, deniz çulluğu, deniz depremi, deniz feneri, deniz geçişi, denizgergedanı, denizgülü, denizgüzelî, deniz hamamı, deniz haritası, deniz hırsızı, denizhıyarı, deniz hukuku, denizısırganları, denizibiği, deniziğnesi, deniz iklimi, denizineği, denizkadayıfı, deniz kaplumbağası, deniz kazı, denizkedisi, denizkestanesi, deniz kırlangıcı, denizkızı, deniz kızı, denizkozalağı, denizköpüğü, denizkulağı, deniz kulağı, deniz kurdu, deniz kuvvetleri, demzlaleleri, deniz marulu, deniz mavisi, denizmaymunu, deniz menekşesi, deniz mili, deniz motoru, deniz otobüsü, deniz ördeği, deniz örümceği, denizpalamudu, denizpelidi, denizpırasası, deniz piyadesi, deniz rezenesi, deniz sarmaşığı, deniz seviyesi, deniz suyu, denizşakayığı, deniztarağı, deniz tavşancılı, deniztavşanı, deniztilkisi, deniz tutması, deniz uçağı, deniz üssü, denizüzümü, deniz yeli, deniz yılanı, denizyıldızı, deniz yolu, deniz yosunu, deniz yüksekliği, açık deniz, Akdeniz, ana deniz, ana deniz bilimi, ara deniz, bulaşık deniz, dahilî deniz, iç deniz, inik deniz, kabarık deniz, ölü deniz, Japon denizi
deniz akıntısı is. Deniz suyunun bazı etkilerle belirli bir yönde yer değiştirmesi.
denizalası is. zool. Kemikli balıklar takımının alabalıkgiller familyasından denizlerde yaşayan bir balık türü (Salmo trutta marina).
denizaltı, -yi is. ask. Deniz yüzeyinin altında ve üstünde yol alabilen savaş veya araştırma gemisi, tahtelbahir.
deniz altı sf. 1. Deniz altında bulunan: Deniz altı volkanları. 2. Deniz altında yapılan: Deniz altı araştırmaları. 3. Dalgalara karşı açık: Bu deniz altı yerde gemi barınamaz.
denizaltıcı is. Denizaltılarda görevli kimse.
denizaltıcılık, -ğı is. Denizaltıcı olma durumu.
denizanası is. zool. Sölenterlerden, yassı bir diske benzeyen, saydam, serbestçe yüzebilen deniz hayvanı, medüz.
denizaslam is. zool. Amerika'nın kuzeybatı kıyılarında yaşayan ve sık renk değiştiren etçil bir memeli türü.
denizaşırı sf. Denizlerin ötesinde bulunan: Denizaşırı ülkeler.
deniz ataşesi is. ask. Büyükelçiliklerde görev yapan, deniz kuvvetlerine bağlı askerî üst düzey görevlisi.
denizatı is. zool. Başı at başına benzeyen, suda dik duran, kuyruk yüzgeci olmayan, 10-15 cm boyunda bir deniz hayvanı (Hippocampus hippocampus).
denizaygırı is. zool. Denizlerde yaşayan bir tür vahşi hayvan.
denizayısı is. zool. 1,5-2 m boyunda, uzun ve yumuşak tüylü postu beğenilen, bitkiyle beslenen bir deniz memelisi (Arctocephalus ursinus).
deniz aynası is. Denizin dibini açık ve seçik görebilmek için özel olarak yapılmış cam alet: "Bir gün kardeşim ile sandalda dolaşırken, kayıkçı deniz aynasını koydu. O an denizin dip âlemini gördüm." -Halikarnas Balıkçısı.
deniz basması jeol. Çöken bir kara parçasına deniz sularının dolması.
deniz bilimci is. Deniz bilimi İle uğraşan kimse.
deniz bilimi is. coğ. Oşinografi.
deniz buzu is. Kutuplara yakın yerlerde soğuk havanın etkisiyle denizlerin üstünde oluşan buz.
denizci is. 1. Denizle ilgili işlerde çalışan kimse: "Kurtarılan iki denizci geceyi orada geçirdiler." -H. Taner. 2. Deniz sporlarıyla uğraşan kimse. 3. ask. Deniz askeri.
denizcilik, -ği is. 1. Denizlerde sefer yapma işi. 2. Denizle, gemi işletmesiyle ilgili meslek: "Uzun dualardan sonra bana denizcilik hayatını anlatmaya başladı." -R. N. Güntekin. 3. Deniz sporculuğu.
denizçakısı is. zool. Süline.
deniz çulluğu is. zool. Kıyı bölgelerinde yaşayan bir tür çulluk.
deniz depremi is, coğ. Merkezi denizin dibinde odaklasan bir tür yer sarsıntısı.
deniz feneri is. Kıyıların tehlikeli yerlerinde, bazı kaya ve adacıkların üzerinde geceleri deniz taşıtlarına yol gösteren, tepesinde güçlü bir ışık kaynağı olan fener: "Az ilerideki burunda bütün heybeliyle bir deniz feneri görünüyordu." -Ç. Altan.
deniz geçişi is. Denizden geçen gaz boru hattının deniz altında kalan kısmı.
denizgergedanı is. zool. Balinagillerden, 8-10 m boyunda, erkeğinin üst çenesinde iki uzun diş bulunan bir deniz memelisi (Monodon monoceros).
denizgülü is. zool. Mercanlar sınıfından dokunaçları kısa bir tür hayvan (Actinia).
denîzgüzeli is. Sarıağız.
deniz hamamı is. esk. Plaj: "Hava almak için deniz hamamlarının olduğu tarafa doğru yollandı." -R. H. Karay.
deniz haritası is. coğ. Denizlerin oluşum ve konumlarını değişik renk ve çizgilerle gösteren harita.
deniz hırsızı is. Korsan.
denizhıyarı is. zool. Denizhıyarlarmdan, boyu 25 cm kadar olabilen, yuvarlak ve yumuşak vücutlu, derisi dikenli bir hayvan (Holoihurion).
denizhıyarları ç. is. zool. Örnek hayvanı denizhıyarı olan derisi dikenliler sınıfı (Holoihurion).
deniz hukuku is. huk Devletler hukukunda denizin türlü bölümlerinin durumunu düzenleyen ve devletlerin bu bölümler üzerindeki yetkilerini belirten antlaşma, gelenek vb. niteliğindeki kuralların bütünü.
denizısırganları ç. is. zool. Salgıladıktan sıvılarla insan derisinde ısırgan etkisi uyandıran, iri medüzleri içine alan sölenterler sınıfı.
denizibiği is. bot. Deniz rezenesi.
deniziğnesi is. zool. Yuvarlak somaklı, vücudu ince ve uzun bir deniz balığı (Syngnathus acus).
deniz iklimi is. coğ. Denizlerde, adalarda, yüksek enlemlerde görülen ve sıcaklık oynamaları az olan iklim.
denizineği is. zool. Amerika ve Afrika'nın tropikal kıyı sularında yaşayan, 2-3 m boyunda deniz memelisi (Hydrodamalis gigas).
denizkadayıfı is. bot. Esmer su yosunlarından bir deniz bitkisi (Alaria escıttenta).
deniz kaplumbağaları ç. is. zool Denizde yaşayan, ayakları yüzgeç biçimindeki kaplumbağalar.
deniz kaplumbağası is. zool. Denizlerde yaşayan ve ayaklarını yüzgeç gibi kullanan bir deniz hayvanı.
deniz kazı is. zool. Akbaş.
denizkedisi is. zool. Tüm başlılar takımından, vücudu ince uzun, büyük başlı, derin ve büyük denizlerde yaşayan bir balık, denizmaymunu (Chimaera monstrosa).
denizkestanesi is. zool. Hareket edebilen dikenlerle örtülü, yuvarlak kalker kabuklu, derisi dikenlilerden bir yumuşakça (Echinus esculentus).
deniz kırlangıcı is. zool. Balıkçın.
denizkızı is. zool. Solunumunu hem akciğer hem de solungaçlanyla yapan, arka üyeleri olmayan, otçul amfibyumlar sınıfından bir hayvan.
deniz kızı is. mit. Denize yakın kayalıklar üzerinde şarkı söyleyen, başı ve göğsü kadın biçiminde, belden aşağısı balık kuyruklu olduğu varsayılan doğaüstü yaratık.
denizkozalağı is. zool. Konik biçimli kabuğunda bir yarık bulunan, karından bacaklı yumuşakça (Conus).
denizköpüğü is. Magnezit.
denizkulağı is. zool. Yassı kabuklu, içi sedefli, 10 cm uzunluğunda bir deniz yumuşakçası (Haliotis).
deniz kulağı is. coğ. Açık denizden bir kum setiyle ayrılan veya kıyı dilinin gelişmesiyle göl biçimini alan sığ koy veya körfez, lagün.
deniz kurdu is. Deneyimli, eski denizci, usta denizci.
deniz kuvvetleri ç. is. ask. Bir ülkeyi denizden gelecek saldırılara karşı korumak için oluşturulan askerî kuruluşlar.
denizlaleleri ç. is. zool. Vücutlan bir sapla deniz dibine bağlı veya serbest olabilen, beş veya daha fazla kollu, toplu durumda yaşayan derisi dikenlilerden bir sınıf.
denizlik, -ği is. 1. Kayıklarda bordayı aşan dalgaların içeriye girmesine engel olan eğik tahta. 2. Denize girerken kullanılan kadın mayosu. 3. mim. Pencerelerin altında, içte ve dışta yapılarak suların duvar içine sızmasını veya duvar yüzeyinde yayılmasını önleyen eğik bölüm.
deniz marulu is. bot. Sığ sularda bulunan, ince levhaya benzeyen yaprakları olan yeşil su yosunu (Ulva lactıtca).
deniz mavisi is. 1. Deniz renginde koyuca mavi. 2. sf. Bu renkte olan.
denizmaymunu is. zool. Denizkedisi.
deniz menekşesi is. bot. Çan çiçeğinin bir türü.
deniz mili is. 1852 m olan uzunluk ölçüsü birimi.
deniz motoru is. den. Deniz yollarında yolcu taşımaya yarayan pervaneli ve patenli motorlu gemi.
deniz otobüsü is. den. Tepkili motorları sayesinde, özel hava yastıkları üzerinde hız kazanan ve suya temas etmeden hızla giden, yolcularını kapalı mekân içerisinde taşıyan bir deniz taşıtı.
deniz ördeği is. zool. Fırtına kuşu.
deniz örümceği is. zool. En büyük yengeç türü (Maja squinado).
denizpalamudu is. zool. Kıyı kayalarının üzerinde yapışık olarak yaşayan, beyaz kalkerli plakalarla çevrili, koni biçiminde, küçük, kabuklu bir böcek (Balanus).
denizpelidi is. zool. Bir tür deniz böceği.
denizpırasası is. bot. Denizlerde yetişen bir tür yosun.
deniz piyadesi is. ask. Çıkarma harekâtında kıyıya ulaşacak tarzda eğitilen deniz kuvvetlerine özgü sınıf.
deniz rezenesi is. bot. Maydanozgillerden, deniz kumsallarında bol olarak yetişen, güzel kokulu bir bitki, denizibiği (Crithmum maritimum).
deniz sarmaşığı is. bot. Çok yıllık, sürünücü, beyaz sütlü ve otsu bir bitki (Convolvulus soldanella).
deniz seviyesi is. coğ. Kara ile denizin birleştiği ve yüksekliğin sıfır olarak kabul edildiği nokta.
deniz suyu is. Birleşiminde değişik tuzlar ve gazlar bulunan su.
denizşakayığı is. zool Kayalıklara yapışık olarak yaşayan, dokunaçları çok ve uzun, güzel renkli bir polip türü (Anemonia actinia).
denizşakayıkları ç. is. zool Denizşakayığmı içine alan sölenterler alt sınıfı.
deniztarağı is. zool İki çenetli kabuklu bir yumuşakça türü (Pecten).
deniz tavşancılı is. zool. Balık kartalı.
deniztavşanı is. zool Ağız dokunaçları geniş ve etli, uzun, çıplak vücutlu deniz yumuşakçası (Cyclopterus lumpus).
deniztilkisi is. zool. Saban balığı.
deniz tutması is. Dalgaların etkisiyle sallantıların İnsanda yarattığı baş dönmesi ve kusma biçiminde kendini gösteren rahatsızlık.
deniz uçağı is. Su üzerinden havalanabilecek ve uçuştan sonra yine su üzerine inebilecek biçimde düzenlenmiş hava taşıtı.
deniz üssü is. ask. Stratejik bölgelerde deniz kuvvetlerinin harekâtları yönettiği ve birimlerini konuşlandırdığı askerî merkez.
denizüzümü is. bot. 1-2 m yükseklikte, dik dallı, dallan yeşil renkli, yapraklan pulsu ve kın biçiminde dalları sarmış, çalı görünüşünde, meyvesi bezelye büyüklüğünde, kırmızı ve nadiren san renkli, çok yıllık bir bitki (Ephedromajor).
deniz yeli is. İmbat.
deniz yılanı is. zool Yılanlar takımından, çok zehirli, kürek biçiminde yassı kuyruklu, Hint ve Pasifik okyanuslannda yaşayan bir hayvan (Hydrophis).
denizyıldızı is. zool. Denizyıldızlarından, yıldız biçiminde beş kolu olan, kayalıklar üzerinde yaşayan, derisi dikenli bir hayvan (Aster).
denizyıldızları ç. is. zool. Örnek hayvanı denizyıldızı olan derisi dikenliler sınıfı.
deniz yolu is. Deniz taşıtlarının izlemek zorunda oldukları yol. deniz yolu ile denizden, deniz taşıtları ile.
→ denizyolu ulaşımı
deniz yolu ulaşımı is. Liman ve iskeleler arasında deniz taşıtlarıyla yapılan taşıma işi.
deniz yosunu is. bot. Denizlerde biten ve genellikle kıyılarda ve kayalıklarda yoğun olarak görülen bitki türü.
deniz yüksekliği is. coğ. Yeryüzünün bir noktasının deniz yüzeyine olan dikine uzaklığı.
denk, -gi (I) is. 1. Yük hayvanlarının sağ ve soluna konulan iki yük parçasından her biri: Yükün bir dengi fasulye, bir dengi nohut. 2. Yatak, yorgan, kumaş vb. eşyanın sarılıp bağlanmasıyla oluşan yük, balya: "Denklerin üstünde zayıf bir delikanlı hazin bir ayrılık türküsü çağırıyor." -Y. Z. Ortaç. 3.fîz. Destekleri paralel, yönleri aynı, şiddetleri eşit bulunan güçler, denk yapmak denk durumuna getirmek: "Eşyalarımı, ilk posta ile bir denk yapıp İstanbul'a gönderdim." -Ö. Seyfettin.
denk (II) sf 1. Ağırlık bakımından eşit olan. 2. mec. Uygun, nitelik yönünden eşit. denk düşmek uygun olmak, fırsat olmak, denk gelmek 1) uygun düşmek, uygun gelmek; 2) rast gelmek, rastlamak: "Dolunun her biri, denk gelse, bir kafa yarardı." -T. Buğra. denk getirmek uygun düşürmek, rastlatmak: "Bizimkinin evde olmadığı bir zamana denk getirirsem çağıracağım, bakalım gelecek mi?" -Ç. Altan. dengi dengine uygun olanıyla. dengine getirmek punduna getirmek. dengiyle karşılamak kendisine yapılan bir işin karşılığını aynı değerde iş yaparak vermek.
→ denk küme, kafa dengi
denkçi is. Denk işleri ile uğraşan veya denk yapan kimse.
denkçilik -ği is. Denkçi olma durumu.
denk küme is. mat. Bire bir eşlenebilen, eleman sayıları eşit küme.
denklem is. 1. mat. İçinde yer alan bazı niceliklere ancak uygun bir değer verildiği zaman sağlanabilen eşitlik, muadele: "Bir denklemde küçük bir eksi artı yanlışı altüst eder eşitliği." -N. Cumalı. 2. kim. Bir yanında olaya giren çeşitli maddelerin formülleri, öteki yanında da tepkime sonucu oluşan yeni maddelerin formülleri bulunan eşitlik.
→ denklemler sistemi, diferansiyel denklem, integral denklemi
denkleme is. Denklemek işi.
denklemek (-i) Denk duruma getirmek: "Emri alır almaz yatağı yorgam, bakırı, çamaşırı denkledi. " -E. İ. Benice.
denklemler sistemi is. mat. İki veya daha çok denklemden oluşan ve hepsinin birlikte ortak çözümü istenen takım.
denklenme is. Denklenmek işi.
denklenmek (nsz) Denk yapılmak.
denkleşme is. Denkleşmek durumu.
denkleşmek (nsz, 4e) Birbirine denk olmak, denk duruma gelmek.
denkleştirici is. Denkleştirme işlemini sağlayan kimse veya şey.
denkleştirme is. Denkleştirmek işi.
denkleştirmek (-i, -e) 1. Birbirine denk duruma getirmek. 2. Gereken miktarda para sağlamak: "Katırcının parasını denkleştiremedim." -T. Buğra.
denklik, -ği is. Denk olma durumu, eşitlik, müsavat, akreditasyon.
denktaş sf. Denk, eşit.
denktaşlık, -ğî is. Denktaş olma durumu.
denkteş sf. bk. denktaş.
denli (I) e. "Kadar" anlamında üstünlük derecesini belirten bir söz: "Ne denli uğraşsanız boştur, nesir yazarının da şair kadar saygıya layık olduğuna kimseyi inandıramazsınız."-N. Ataç.
→ bu denli, ne denli, o denli, şu denli
denli (II) sf Ağırbaşlı, sözleri ve davranışları ölçülü olan (kimse), denli densiz söz söylemek uygunsuz, yakışıksız ve saygısız sözler söylemek.
denlilik, -ği is. Denli olma durumu.
denme is. Denmek, denilmek işi.
denmek (-e) 1. Ad verilmek: "Kadının köylü kılığına girmiş bir şehir kızı denecek kadar nazlı çehresi, endamı ve duruşu var." -R. N. Güntekin. 2. Söylenmek, sözü edilmek.
densimetre is. (densime'tre) Fr. densimetre mat. Bitkilerin dış kısımları ile toprak üzerinde kapladıkları alanı çeşitli büyüklüklerdeki halkalar yardımı ile ölçen bir alet.
densiz sf. Yakışıksız ve saygısızca davranan (kimse): "Babasız büyümüş, anasından yüz bulmuş, densiz, şımarık, münasebetsiz bir haşarı." -S. M. Alus.
densizlenme is. Densizlenmek durumu.
densizlenmek (nsz) Densizlik etmek.
densizleşme is. Densizleşmek işi.
densizleşmek (nsz) Yakışıksız ve saygısızca davranır duruma gelmek.
densizlik, -ği is. Densiz olma durumu, densizce davranış: "Elimi uzatsam benim olacak bir vazoya sırt çevirip başkasına kaptırınca onu benden çalınmış saymak neden? ... kendi densizliğimden." -H. Taner, densizlik etmek yakışıksız ve saygısızca davranmak: "Huysuz çocuklar gibi birbirine türlü densizlik ediyor, söyleniyorlar." -M. Ş. Esendal.
denşirme is. Denşirmek işi.
denşirmek (-i) hlk. Bir şeyin yapısını veya niteliğini bozmak, tağyir etmek.
denyo sf. Çince denilo'dan argo 1. Dengesiz, delibozuk. 2. is. Emanet, rehin, tutu.
deodorant is. Fr. deodorant Vücudun belli bölgelerinden hoş olmayan kokuların çıkmaması için sıkılarak kullanılan güzel kokulu madde.
deontoloji is. Fr. deontologie Ödev bilgisi.
deontolojik, -ği sf. Fr. deontologique Ödev bilgisi ile ilgili.
depar is. Fr. depart sp. Çıkış: Depar çizgisi. depara geçmek koşuya veya yarışa hızla başlamak: "Onu kaptırınca kıyıdaki öbür kayalara konmak için depara geçerler." -H. Taner, depara kalkmak koşu veya yarış içinde hızını birdenbire artırmak.
departman is. Fr. departement Bir iş yeri, okul veya üniversitenin herhangi bir bilim ve uzmanlık dalında eğitim sağlayan alt birimlerinden her biri, bölüm.
depderin sf. (de'pderin) Çok derin.
deplasman is. (deplasman) Fr. deplacement sp. 1. Spor takımlarının kendi şehirleri dışında maç yapmaya gitmesi. 2. Spor takımlarının kendi sahaları dışında oyun oynadıkları saha. deplasmana gitmek (veya çıkmak) spor takımları kendi şehirleri dışında maç yapmaya gitmek.
depo is. Fr. depöt 1. Korunmak, saklanmak veya gerektiğinde kullanılmak için bir şeyin konulduğu yer, ardiye: Eşya deposu. Su deposu. 1. Bir malın toptan satıldığı ve çokça bulunduğu yer: "Ben depoya güzel bir portatif eczane ısmarlayacağım." -M. Yesari. 3. ast Ordu mallarının saklandığı, bakımlarının yapıldığı yer. depo etmek yığmak, biriktirmek.
→ aygır deposu, mühimmat deposu, soğuk hava deposu, su deposu, yakıt deposu
depocu is. Depoya bakan kimse.
depoculuk, -ğu is. Depocunun yaptığı iş.
depolama is. 1. Depolamak işi. 2. bi. Bellek cihazına verinin yerleştirilmesi veya saklanması.
depolamak (-i) 1. Depo etmek, biriktirmek. 2. bl. Bir bellek cihazına veriyi yerleştirmek veya saklamak.
depolanma is. Depolanmak durumu.
depolanmak (nsz) Depolama işi yapılmak.
depolatma is. Depolatmak işi.
depolatmak (-e) Depolama işini yaptırmak.
depolitîzasyon is. Fr. depolitisation Grup, kurum veya eylemin siyasal niteliğini yitirmesi.
depozit is. Depozito.
depozito is. ît. deposito 1. Bir taahhüt sırasında yatırılan güvence veya bağlanma parası. 2. Kabıyla birlikte satılan bir malın kabı İçin alınan ve kap geri getirildiğinde alıcıya verilen para.
depozitolu sf. Depozitosu olan.
depozitosuz sf. Depozitosu olmayan.
deppoy is. bk. debboy.
deprem is. coğ. Yer kabuğunun derin katmanlarının kırılıp yer değiştirmesi veya yanardağların püskürme durumuna geçmesi yüzünden oluşan sarsıntı, yer sarsıntısı, hareket, zelzele.
→ deprem bilimi, deprem bölgesi, depremçizer, deprem konteyneri, deprem kuşağı, deprem merkezi, deprem ocağı, deprem ortası, depremyazar, artçı deprem, es deprem, deniz depremi
deprem bilimci is. Deprem bilimiyle uğraşan kimse.
deprem bilimi is. Depremleri, yer sarsıntılarını inceleyen bilim, sismoloji.
deprem bölgesi is. coğ. Depremlerin sık sık oluştuğu, gevşek ve kırık yer altı kuşağı.
depremçizer is. Depremyazar.
deprem konteyneri is. Doğal afet zamanlarında kullanılmak üzere gereksinim duyulabilecek çadır, battaniye, ilk yardım ve kurtarma malzemelerini barındıran, yerleşim merkezlerinde belirli noktalara konulan özel büyük dolap.
deprem kuşağı is. coğ. Depremlerin oluştuğu belli bir düzlemde yer alan bölgeler.
deprem merkezi is. coğ. Depremin oluştuğu odak nokta ve yayıldığı yer.
deprem ocağı is. coğ. Deprem dalgalarının başladığı nokta, hiposantr.
deprem ortası is. jeol. Deprem dalgalarının yeryüzündeki orta yeri, episantır.
depremyazar is. Depremlerin yerini, süresini, şiddetini tespit eden çok duyarlı cihaz, sismograf.
depremzede is. T. deprem + Far. -zede Depremde zarar görmüş insan: "Eksi yirmi derecede Kızılay'ın çadırları içinde titreşen depremzedeler, donmama savaşı veriyor." -H. Taner.
deprenme is. Deprenmek işi.
deprenmek (nsz) hlk. Kımıldamak, hareket etmek, sarsılmak.
depresyon is. Fr. depression psikol. Çöküntü.
depreşme is. Depreşmek durumu.
depreşmek (nsz) Yeniden ortaya çıkmak, nüks etmek: "Bugün oraya gittiğinde çok fena olmuş, yatışmaya yüz tutan kederi yeniden depreşivermişti." -H. Taner.
depreştirme is. Depreştirmek işi.
depreştirmek (-i) Depreşmesine sebep olmak: Mektup dertlerimi depreştirdi.
derakap zf. (de'rakap) Far. der + Ar. 'akab esk. 1. Hemen arkasından. 2. Çabucak.
derbeder sf. Far. der-be-der Yaşayışı ve davranışı düzensiz (kimse): "Benim gibi derbeder bir biçareye tokat atmaktan kolay ne olur?"-KM. Güntekin.
derbederce zf. (derbede'rce) Derbedere yakışır bir biçimde.
derbederlik, -ği is. Derbeder olma durumu.
derbent, -di is. Far. der + bend esk. 1. İki dağ arasındaki geçit yeri, boğaz. 2. Sınırda bulunan küçük kale.
derbi is. İng. derby sp. 1. Aynı şehrin takımları arasında oynanan oyun. 2. Büyük takımlar arasında oynanan oyun. 3. Yılda bir kez yapılan, üç yaşına gelmiş atların katıldığı yarış.
dercetme is. Dercetmek işi.
dercetmek, -der (-i) Ar. dere + T. etmek 1. Almak, toplamak. 2. Kaydetmek: "Bir deftere birçok manzumelerimi dercetmiştim." - Y. K. Beyatlı.
derç, -ci is. Ar. dere esk. 1. Alma, toplama. 2. Kaydetme.
→ dercetmek
derdest is. Far. der + dest esk. 1. Yakalama, tutma, ele geçirme. 2. sf. huk. Görülmekte olan: Derdest dava. derdest etmek yakalamak: "Bu iddiayla yola çıktılar mı Millî Kongreyi basarlar, Esat Paşa'yı derdest ederler." -A. İlhan.
dere is. 1. coğ. Genellikle yazın kuruyan küçük akarsu. 2. Bu akarsuyun yatağı. 3. coğ. iki dağ arasındaki uzun çukur. 4. Damlarda yağmur sularını toplayarak oluğa veren çinko veya kiremit yol. dereyi (veya çayı veya ırmağı) geçerken at değiştirilmez bir yöntemden başka bir yönteme geçiş tehlikeli bir durum veya zamanda yapılmamalıdır. dereyi görmeden paçaları sıvamak gerektiğinden çok önce veya henüz ortada hiçbir şey yokken hazırlanmaya kalkışmak.
→ derebeyi, dereotu, dere tepe, kuru dere
derebeyi is. (dere'beyi) tar. 1. Topraklarını derebeylik düzenine göre yöneten kimse. 2. mec. Zorba: "Sende bir şarklı derebeyi ruhunun saklı olmasından korkar." -P. Safa.
derebeylik, -ği is. (dere'beylik) 1. Derebeyi olma durumu. 2. tar. Orta Çağda özellikle Batı Avrupa'da toprağı ve üzerinde yaşayan köylüleri tek bir kimsenin malı sayan siyasal düzen, feodalite. 3. Derebeyi yönetimindeki bölge.
derece is. Ar. derece 1. Bir süreç içindeki durumlardan her biri, basamak, aşama, rütbe, mertebe: "Hukuk tahsilini Paris'te bitirmiş, birinci derece diploma almıştı." -Ö. Seyfettin. 2. e. Denli, kadar: "Beyoğlu'nda bu derece itibar görmemişti." -E. E. Talu. 3. fiz. Ölçü aletlerinin ölçeğinde belirtilmiş bulunan başlıca bölümlerden her biri: Sıcakölçerin dereceleri. 4. fiz. Sıcaklıkölçer. 5. kim. Bir çözeltinin yoğunluğunu ölçmede kullanılan birim. 6. mat. Bir çemberin üç yüz altmışta birine eşit olan açı birimi: Dik açılar doksan derecedir. 7. sp. Başarı gösterme, derece almak (veya yapmak) başarı göstererek ödül kazanmak. dereceye girmek yarışma, sınav vb.nde üst sıralarda yer almak.
→ derece derece, bir derece, ifrat derecede, arz derecesi, donma derecesi, eşitlik derecesi, karşılaştırma derecesi, polimerleşme derecesi, tavlama derecesi, tul derecesi, üstünlük derecesi, yakınlık derecesi
derece derece sf. 1. Farklı farklı, değişik: "Böyle kabul etmeyenin sürgünden ipe kadar, derece derece ağır cezaları vardır." -F. R. Atay. 2. zf. Azar azar, yavaş yavaş, tedricen: Işıkları derece derece karartır, öyle giderdi." -R. H. Karay.
dereceleme is. Derecelemek işi.
derecelemek (-i) Derecelere ayırmak.
derecelendirilme is. Derecelendirilmek işi.
derecelendirilmek (nsz) Derecelendirme işi yapılmak.
derecelendirme is. Derecelendirmek işi. derecelendirmek (-i) Dereceleme İşi yapılmak.
dereceli sf 1. Derecesi olan: "Balkonda orta dereceli memurlar, zabitler, kadınlar..."-M. Ş. Esendal. 2. Derecelere ayrılmış, kademeli: Tek dereceli seçim.
derecesiz sf. 1. Derecesi olmayan. 2. Çok fazla.
derecik, -ği is. Küçük dere: "Hafif inişler yokuşlar, serin derecikler, bana hep o çocukluğumun geçtiği yerleri hatırlatıyordu." -Y. K. Karaosmanoğlu.
dereke is. Ar. dereke esk. Aşağı derece: "... ben Bayraktar Paşazade Haluk Bey'in kızı, evime pansiyoner alacak derekeye düşeyim. " -A. İlhan.
dereotu is. bot. Maydanozgillerden, ince yapraklı, bazı yemeklere konulan güzel kokulu bir bitki (Anethum).
dere tepe zf. İnişli çıkışlı: Dere tepe dolaşmak. Dere tepe aşmak, dere tepe düz gitmek "engelleri aşarak gitmek" anlamında bir tekerleme: "Geceleyin ay aydınlığında yola düzüldüler. Dere tepe düz gittiler. Dağlar aştılar." -Ö. Seyfettin, dereden tepeden konuşmak gelişigüzel konuşmak, rastgele konular üzerinde konuşmak: "Kahveler içilip dereden tepeden konuştuktan sonra yataklara kavuştuk." -O. Kemal.
dergâh is. (dergâ:h) Far. der-güh din b. esk. Tarikattan olanların barındıkları, ibadet ettikleri ve törenler yaptıkları yer, tekke.
dergi is. Siyaset, edebiyat, teknik, ekonomi vb. konulan inceleyen ve belirli aralıklarla çıkan süreli yayın, mecmua: "Yanında getirdiği dergileri çıkardı; karıştırmaya, okumaya başladı." -M. Ş. Esendal.
→ hakemli dergi
dergicilik, -ği is. Dergi yayımlama işi.
derhâl zf. (de'rhâl) Far. der + Ar. hâl Çabucak: "Kızı derhâl kaleme sarılmış, yazmaya başlamıştı." -H. E. Adıvar.
derhatır zf.Far. der + Ar. hâtir esk. Hatırda. derhatır etmek hatırlamak.
deri (I) is. 1. İnsan ve hayvan vücudunu kaplayan tüy, kıl veya pulla kaplı örtü, cilt, ten: "Bütün kemikleri, ince bir deri altında birer birer sayılıyordu." -P. Safa. 2. İşlenerek kullanılır duruma getirilmiş hayvan derisi. 3. sf. Bu deriden yapılmış: "Üstünde yine o siyah deri pardösüsü, kolunda siyah deri çantası." -N. Cumalı. 4. Soyulmadan yenen yemişlerin ince kabuğu veya soyulan yemişlerde kabuk altındaki zar. derisi kemiklerine yapışmak çok zayıflamak: "Bu efendi, derisi kemiklerine yapışmış, gözleri çukura kaçmış, hastaneye yatırılacak kılığa girmişti." -M. Ş. Esendal. derisine sığmaz çok kibirli, derisini yüzmek 1) derisini soymak, sıyırmak; 2) işkence ederek öldürmek; 3) mec. birinin bütün varlığını elinden almak: Tefecilerin eline düşerse derisini yüzerler.
→ deri altı, alt deri, dış deri, iç deri, orta deri, üst deri, üst deri altı, dana derisi, domuz derisi, kaplan derisi, tırnak derisi, yılan derisi
deri (II) is. hlk. 1. Toplantı, düğün. 2. Pazar veya panayır kurulan gün, dernek.
deri altı sf. anat. Derinin altında bulunan.
derici is. Dericilik yapan kimse.
dericilik, -ği is. 1. Belirli bir amaçla kullanmak için hayvan derisini İşleme. 2. Deri alıp satma işi.
derili sf. 1. Derisi olan. 2. Deri ile kaplanmış olan.
→ Kızılderili
derilme is. Derilmek işi.
derilmek (nsz) Derme işine konu olmak.
derin sf. 1. Dibi yüzeyinden veya ağzından uzak olan: "Genç kız onun kırık dişli ağzının içindeki derin karanlığa bakıyor." -Ö. Seyfettin. 2. Yüzeyden içeri inen. 3. Kendi türünde çok gelişmiş, en ileri durumda olan: Derin bir bilgin. 4. Yoğun: "Bu büyük köşkü derin bir sessizlik kapladı." -M. Ş. Esendal. 5. Uzun süren: "Bir iki derin nefesten sonra teneffüsünün ritmi düzeldi." -P. Safa. 6. mec. Ayrıntıya önem verilerek hazırlanan: "Üzerindeki tesirleri ölçmek için derin tetkikler _ yapmak lazımdır." -F. R. Atay. 7. mec. İçten gelen: Derin saygılar. Derin bir sevgi. 8. mec. Uyanılması güç, ağır (uyku). 9. is. mec. Dip: "Körfezdeki dalgın suya bir bak göreceksin / Geçmiş gecelerden biri durmakta derinde." -Y. K. Beyatlı.
→ derin derin, derin devlet, derin dondurucu, derin soğutma, derin soğutucu, derin uyku
derince sf. Biraz derin.
derînden zf. 1. En İnce ayrıntısına kadar, etraflıca. 2. Pek belli olmayan uzak bir yerden: Derinden sesler geliyor. 3. İçten.
→ derinden derine
derinden derine zf. 1. Uzaklardan: "Derinden derine ırmaklar ağlar / Uzaktan uzağa çoban çeşmesi." -F. N. Çamlıbel. 2. En iyi biçimde, en ince ayrıntılarına kadar: "Hayri Efendi medrese ilimlerini derinden derine bilen bir zat değildir." -H. Taner.
derin derin zf. Derin olarak: "Merdivenin üst başında dolaşan nöbetçi asker derin derin esnedikten sonra..." -E. E. Talu. derin derin düşünmek 1) üzüntülü bir biçimde düşünceye dalmak; 2) çok fazla düşünmek.
derin devlet is. Devletin çıkarlarım gözetip kolladığı öne sürülen, göz önünde olmayan örtülü güç.
derin dondurucu is. tek. 1. Buzdolabında besinlerin bozulmadan uzun süre saklandığı bölüm. 2. Besinleri bozulmadan uzun süre saklayan kapalı dolap.
derinlemesine zf. Çok ayrıntılı olarak. derinleşme is. Derinleşmek durumu.
derinleşmek (nsz) 1. Derin duruma gelmek: "Akşamları derinleşen duygularım vakarlı ve içli lisanıyla konuşmaya başlardı." -A. Ş. Hisar. 2. Ses kaynağı uzaklaşarak az duyulur duruma gelmek: "Şimdi uzaklaşan yörük hayvanlarının derinleşen çıngırak seslerini işitiyor." -Ö. Seyfettin. 3. mec. Bir konuda köklü, sağlam bilgi edinmek, bilgisini genişletmek.
derinleştirme is. Derinleştirmek durumu, tamik.
derinleştirmek (-i) 1. Derin duruma getirmek. 2. Ayrıntılarına kadar incelemek, derinliğine incelemek: "Geliniz, sözlerinizi biraz derinleştirelim." -H. C. Yalçın.
derinletme is. Derinletmek işi.
derinletmek (-i) Derin duruma getirmek.
derinliğine zf. Derin olarak, derinlemesine.
derinlik, -ği is. 1. Bir şeyin dip tarafının yüzeye, ağza olan uzaklığı. 2. fiz. Bir cismin en ve boy dışındaki üçüncü boyutu. 3. Bulunulan yere göre uzakta olan yer: Ormanın derinliklerinden bir ses geldi. 4. mec. Özüne inerek ayrıntılarıyla kavrama gücü. 5. mec. Varlığın içi, özü: "Ta yüreğinin derinliklerinden gelen ağlama sesi." -Y. K. Karaosmanoğlu. 6. mec. Varlığı ortaya çıkarılamamış, kamtlanamamış şey: Tarihin derinliklerine saklanmış olan gerçekler... 7. ask. Yanaşık veya dağınık düzende bulunan bir birliğin en ileride olan kısmının başından, en geride bulunan kısmının sonuna kadar olan uzaklık: "Beş, altı yüz metre derinliği olan bir topçu müfrezesini yanlayıp geçmek epeyce zormuş." -A. Gündüz. 8. ekon. ve tic. Borsada az sayıda hisse senedinin el değiştirmesi.
→ derinlik kayaçları, derinlikölçer, derinlik ölçümü
derinlik kayaçları ç. is. jeol. Yer kabuğunun derinlerinde, büyük kütleler biçiminde katılaşmış magma kayaçları.
derinlikölçer is. den. Okyanusun derinliğini ölçmeye yarayan alet, batimetre.
derinlik ölçümü is. den. Okyanus derinliğinin veya yüksekliğinin özel bir aletle belirlenmesi İşlemi, batimetri.
derin soğutma is. tek. Bir tür soğutma tekniği.
derin soğutucu is. tek. Çok yüksek soğurucu özelliği olan bir tür buzdolabı.
derinti is. hlk. 1. Toplantı. 2. Gelişigüzel toplanmış eşya. 3. İnsan kalabalığı, güruh.
derin uyku is. Uyanılmasi güç uyku, ağır uyku. derin uykuya dalmak rahat, derin bir biçimde uyumak.
derisi dikenliler ç. is. zool. Beşli bakışımlı denizkestaneleri, denizhıyarları, denizyıldızları, deniz yılanları ve denizlalelerini içine alan deniz hayvanları dalı.
derişik, -ği sf. kim. Derişmiş olan, mütemerkiz, mütekâsif, konsantre, seyreltik karşıtı.
derişiklik, -ği is. Derişik olma durumu.
derişme is. 1. Derişmek işi. 2. kim. Bir cismin, birleşimindeki suyu yitirerek daha koyu kıvama gelmesi, konsantrasyon.
derişmek (nsz) 1. Bir nokta dolayında toplanmak, temerküz etmek. 2. kim. Bir sıvı, içindeki su veya sıvı miktan azalarak koyulaşmak, tekasüf etmek.
derivasyon is. Fr. derivation Irmak vb.nin yatağını değiştirme: Derivasyon kanalı. Derivasyon tüneli.
derk is. Ar. derk esk. Anlama, kavrama, derk etmek anlamak, kavramak.
derken zf. 1. Dendiği hâlde: Bitti bitiyor derken hâlâ bitmeyen havaalanı. 2. Tam o sırada: Yazı yazıyordum, derken misafir geldi. 3. ... diye düşünürken: Akşamdan önce varacağız derken ancak gece yarısı varabildik.
derkenar is. (derkena:r) Far. der + kenar esk. Sayfa kenarına kaydedilen yazı, çıkma: "Bir derkenar yazacak oldu, ancak ona da karar veremedi." -M. Ş. Esendal. derkenar etmek bir kitabın sayfalarının veya yazının kenarına not düşmek.
derlem is. Koleksiyon.
derlemci is. Koleksiyoncu.
derlemcilik, -ği is. Koleksiyonculuk.
derleme is, 1. Derlemek işi, tedvin. 2. sf. Seçilip toplanmış: Derleme sözler.
derlemek (-i) 1. Seçme yaparak toplamak, bir araya getirmek, tedvin etmek. 2. Düzgün bir biçimde toplamak, derleyip toplamak (veya toparlamak) dağınık olan şeyleri bir araya getirip düzenlemek, düzene sokmak: "Selim çekinerek girdi. Filiz dikişini derleyip topladı, yer gösterdi." -O. Rifat. "Söylediklerini derleyip toparlamak, bir sonuca varmak işi okuyucusuna düşüyor." -N. Cumalı.
derlenme is. Derlenmek işi.
derlenmek (nsz) Derleme işi yapılmak, toplanmak, düzene girmek.
derleyici is. Derleme yapan kimse.
derleyicilik, -ği is. Derleyicinin yaptığı İş.
derli toplu sf. 1. Düzenli, dağınık olmayan, düzen verilmiş: "Altımızda uzanan kent derli toplu, temiz görünüyor." -H. Taner. 2. zf. Düzenli bir biçimde: "Hem ev idaresi bakımından daha derli toplu yaşarız." -Y. K. Karaosmanoğlu.
derman is. (-mamı) Far. derman 1. Güç, takat, mecal. 2. İlaç. 3. mec. Çıkar yol, çare. dermanı kesilmek (veya dermandan kesilmek) yorgunluktan güçsüzleşmek: "Çok uzak yerlerden geldim, ayaklarımın dermanı kesildi." -A. Gündüz.
dermansız sf. Gücü kalmamış, bitkin.
dermansızlaşma is. Dermansızlaşmak işi.
dermansızlaşmak (nsz) Gücü kalmamak, güçsüz duruma gelmek, güçsüzleşmek.
dermansızlık, -ği is. Güçsüzlük, bitkinlik, zafiyet: "Dizlerindeki dermansızlık arttıkça artıyordu." -R. H. Karay.
dermatit is. Fr. dermatite tıp Deride görülen her çeşit iltihaplı hastalık.
dermatolog, -ğu is. Fr. dermatologue tıp Deri hastalıkları uzmanı, cildiyeci.
dermatoloji is. Fr. dermatologie tıp Tıbbın deri hastalıkları İle ilgili dalı, cildiye.
dermatolojik, -ği sf. Fr. dermatologiaue tıp Dermatoloji ile ilgili.
derme is. 1. Dermek işi. 2. Aynı türden bir araya getirilmiş şeylerin hepsi, koleksiyon.
→ derme çatma
derme çatma sf 1. Gelişigüzel toplanmış, aralarında uygunluk bulunmayan: Derme çatma eşya. 2. Değersiz gereçlerle özensiz olarak yapılmış: "Şimdi müze hâline çevrilmiş eski Millet Meclisinin derme çatma istirahat odasında..." -Y. K. Karaosmanoğlu. 3. Önemsiz, değersiz: "Şimdi derme çatma köy düğünlerine, pehlivan güreşlerine gidiyor." -O. C. Kaygılı.
dermek, -er (-i) hlk. Bir araya getirmek, derlemek, toplamak, devşirmek: "Bir çiçek dermeden sevgi bağından / Huduttan hududa atılmışım ben." -F. N. Çamlıbel.
dermeyan is. (dermeya:n) Far. der + miyân esk. Ortada, ortaya konmuş, dermeyan etmek bir düşünce ileri sürmek, ortaya koymak.
dermit is. bk. dermatit.
dernek, -ği is. 1. Toplantı, düğün: "Tıpkı bir düğün, dernek, eğlence biter gibi tatlı tatlı oldu." -O. C. Kaygılı. 2. Belirli ve ortak bir amacı gerçekleştirmek için kurulan yasal topluluk, cemiyet: "Edebiyat Derneğinde şiir dünyamızın eski, yeni, birçok şöhretleriyle tanıştım." -Y. Z. Ortaç. 3. Pazar veya panayır kurulan gün, deri. dernek kurmak dernek oluşturmak: "Dernek kurmak için kanunun gösterdiği bilgi ve belgelerin ... yetkili merciye verilmesi yeterlidir." -Anayasa.
→ dernekevi, düğün dernek,, gizli dernek
dernekçi is. 1. Demek üyesi olan kimse. 2. Bir derneğe çok bağlı olan kimse.
dernekçilik, -ği is. Bir dernekten yana olma, bir derneğe çok bağlı olma.
dernekevi is. Bir dernek veya kuruluşun üyelerinin buluşmaları için ayrılmış yer, lokal.
dernekleşme is. Dernekleşmek işi.
dernekleşmek (nsz) Dernek kurmak.
derneşik, -ği sf. hlk. Derli toplu, düzenli.
derogasyon is. İng. derogation huk. Ayrıklık.
derpiş is. Far. der + piş esk. Öngörme, göz önünde tutma, aklından geçirme, derpiş etmek öngörmek, göz önünde tutmak, aklından geçirmek.
derrace is. (derraıce) Ar. derrâce esk. Bisiklet: "Yer kalmamış denilmek için gökte bir karış tayyarelerle etmede derraceler yarış." -A. H. Tarhan.
ders is. Ar. ders 1. Öğretmenin öğrenciye belirli bir sürede verdiği bilgi: "Mektepten kaçmıyor, bazı derslerden zevk alıp saatlerce çalıştığım oluyordu." -S. F. Abasıyanık. 2. Bu bilgi aktarımı için ayrılan süre: Dersin bitmesine beş dakika var. 3. Öğrencinin Öğrenmek zorunda olduğu bilgi: "Bir yakınlık kurmak için derslerini soracak oluyordu." -N. Cumalı. 4. mec. Bir olayın bellekte bıraktığı öğretici iz, öğüt, ibret: "En iyisi, kıyının verdiği şu ekoloji dersim uygulamak mı dersiniz?" -H. Taner, ders (veya dersi) asmak dersten kaçmak, derse gitmemek: "Metin'in bu dersi asma teklifi hiç hoşuma gitmedi doğrusu." -A. Ağaoğlu. ders almak 1) bir konu üzerinde bir öğrenci yetkili bir kimseden bilgi edinmek; 2) mec. bir olaydan deneyim kazanmak, ibret almak: "Yapılacak şey gördüğümüz vakalardan ders almaya çalışmaktır." -A. Ş. Hisar. ders çalışmak 1) belli bir konuyu öğrenmek üzere kaynaklan kullanarak çalışmak; 2) derste verilen bilgileri iyice öğrenmek için tekrarlamak: "İnek Şaban güzel ders çalışırdı boş sınıfta." -R. İlgaz, ders görmek ders almak, ders olmak bir olay deneyim kazandırmak, öğretici örnek olmak, ibret olmak: "Bu seneki tecrübe aynı zamanda bir de ders oldu." -H. C. Yalçın, ders vermek 1) öğretmek, yetiştirmek: İyi konuşurdu, ders vermek sanatını bilirdi. 2) azarlamak, sert davranmak, sert bir karşılıkla yola getirmek: "Evvela kendi kendisini cezalandırdı, sonra kendisi gibi yaşamak istemeyenlere ders verdi." -P. Safa. ders yapmak 1) sınıfta belli bir programa bağlı olarak herhangi bir konuyu işlemek; 2) sınıfta verilen ödevi daha sonra yapmak.
→ ders başı, ders dışı, dershane, dersiam, ders içi, ek ders, seçimlik ders, seçmeli ders, yardımcı ders
ders başı is. Öğrencilerin tatil sonrası yeni öğretime başlaması, ders başı etmek tatil sonrası öğrenciler yeni öğretime başlamak. ders başı yapmak ders başı etmek.
ders dışı sf. Ders saati ve konusu dışında olan.
dershane is. (dersha:ne) Ar. ders + Far. Hâne 1. Öğrencilerin, bir öğretmenin gözetimi altında, anlatma, araştırma, küme çalışması vb. yollarla ve türlü eğitim araç ve gereçlerinden de yararlanarak ders yaptıkları yer, derslik, sınıf. 2. Öğrencilere okul dışında para ile ders veren özel kuruluş.
dershaneci is. Dershane işleten kimse.
dershanecilik, -ği is. Dershane işletmeciliği.
dersiam is. (de'rsia:m) Ar. ders + 'âm tar. 1. Osmanlılar döneminde müderrislerin camilerde verdikleri ders. 2. Bu dersi veren müderrislerin unvanı.
ders içi sf. Ders saati ve konusu içinde olan.
dersiz topsuz sf. 1. Düzensiz, karmakarışık. 2. zf. Düzensiz, karmakarışık bir biçimde; "Zihni disiplinden yoksundur, işine geldiği gibi, dersiz topsuz, çelişki içinde konuşur." - H. Taner.
derslik, -ği is. 1. Sınıf, dershane. 2. sf. Bir ders saati süresine uygun: Anlatılacak bir derslik konu kaldı.
ders programı is. eğt. Öğretim programı.
dert, -di is. Far. derd 1. Üzüntü: "Gündüz ya bir yere sokulup uyur ya sessiz sedasız sokaklarda dolaşır. Fakat akşam oldu mu derdi teper." -H. E. Adıvar. 2. Hastalık: "Hastayım derdime verem diyorlar." -F. N. Çamlıbel. 3. Ağrı. 4. mec. Sorun, kaygı: "Ne var ki dert evin satılması ile bitmeyecekti. " -T. Buğra. 5. hlk. Ur: Boynunda dert çıkmış, dert anlatmak derdini dökmek: "Elimden çeker alır, kime dert anlatırım o zaman?" -A. Gündüz, dert değil önemsemeye, üzülmeye değmez, dert edinmek (veya etmek) bir sorunu veya durumu üzüntü konusu yapmak, dert eğirmek içinden çıkılması güç bir sorunla uğraşmak zorunda kalmak, dert olmak (veya kesilmek) bir kimse veya olay sıkıntı vermek: "Artık açıkça mahallenin başına dert olmaya başlamış." -Y. N. Nayır. "Nereden buraya gelmiş, âlemin başına dert kesilmişti." -R. H. Karay, dert yanmak derdini sızlanarak anlatmak: "Müşteriler ay başında borç Ödeyeceklerine Tevfık'e dert yanıyorlar." -H. E. Adıvar. derde derman olmak soruna çözüm bulmak, sıkıntıyı geçirmeye çare göstermek: "Hurşit Bey seni ağırlar, derdine derman olur." -Y. Kemal, (bir kimsenin) derdi başından aşkın olmak 1) birçok sorunu bulunmak: "Kendi derdimiz başımızdan aşkın, bir de başkasının derdi ile uğraşacak vaktimiz yok." -H. Taner. 2) aşın derecede meşgul olmak, (birinin) derdi günü çok ilgilenilen, üzerinde çok düşünülen şey: "Onun derdi günü roman okumak! Dağ basındasın / Derdin günün hasretlik 7 Akşam olmuş / Güneş batmış / Içmeyip de ne halt edeceksin?" -O. V. Kanık, derdi veren devasını da verir her sıkıntının, üzüntünün bir çaresi vardır: "Merak etme erenler, derdi veren devasını da verir." -M. Ş. Esendal. derdine deva bulmak sıkıntıyı çözümlemek, atlatmak, çaresizliği yenmek: "Ağlamak, dertleşmek, dertlerine deva bulmak ihtiyacı her zamankinden fazla idi." -A. Gündüz, (bir şeyin) derdine düşmek yapılması gereken bir şeyi gerçekleştirmenin yollarını aramak: "Savaş yüzünden herkes kendi derdine düşmüştü." -A. Kutlu, derdine yanmak kendi durumuna üzülmek, derdini çekmek üzüntüsüne katlanmak, (bir kimse birinin) derdini deşmek (veya depreştirmek) derdini hatırlatıp yeniden üzülmesine yol açmak, derdini dökmek derdini, sıkıntılarını ayrıntılı olarak anlatmak, dile getirmek: "Efendinin ona ihtiyacı en ziyade kendi derdini dökmek, kalbini boşaltmak içindi." -Y. K. Karaosmanoğlu. derdini Marko Paşaya anlat yakınmanı dinleyecek kimse yok: "Herif Öylesine müzevir ki, anlatılmaz efendim, anlatılmaz. İrtica yapıyor diye tutturdu mu anlat derdini Marko Paşaya efendim." -R. N. Güntekin. derdini söylemeyen derman bulamaz insan sıkıntısını başkasına açıklayarak giderebilir: "Kızım, derdini söylemeyen derman bulamaz. Gel bana işin doğrusunu söyle de bir çaresine bakalım." -R. N. Güntekin.
→ dert babası, dert küpü, dert ortağı, dert sahibi, boğaz derdi, geçim derdi, başı dertte
dert babası is. Herkesin derdini rahatlıkla, çekinmeden, bir çözüm yolu bulabilir ümidiyle anlattığı kimse.
dert küpü is. Sorunlan, sıkıntıları çok olan kimse.
dertlenme is. Dertlenmek durumu.
dertlenmek (nsz) Üzüntüye kapılmak, dertli duruma gelmek, kaygılanmak: "Dertlenmenin henüz vakti değildir sanıyorum." -T. Buğra.
dertleşme is. Dertleşmek durumu.
dertleşmek (nsz, -le) Rahatlamak ve çözüm bulmak amacıyla dertlerini karşılıklı anlatmak: "Bunlar yılbaşında işlerinin başlarını aştığını görüp dertleşirler." -B. Felek.
dertli sf. Derdi olan: "Dertli hâlinden ne bile / Yüreği sağ olan kişi." -Yunus Emre.
dertlilik, -ği is. Dertli olma durumu.
dertop zf. Bir araya getirilerek, büzülerek. dertop edilmek getirilmek, büzülmek: "İskemlenin üzerine dertop edilerek atılmış duran pantolonunu ayağına geçirdi." -E. E. Talu. dertop etmek bir araya getirmek, toparlamak.
dert ortağı is. 1. Aynı derdin sıkıntısı içinde bulunanlardan her biri: "Aynı sevgili için hasret çeken iki rakip gibi şimdi, yalnız dert ortağı idiler." -R. H. Karay. 2. Bir kimsenin derdini paylaştığı dostu.
dert sahibi is. 1. Üzüntüsü, sorunu olan kimse. 2. Hasta kimse.
dertsiz sf. Derdi olmayan, dertsiz başını derde sokmak bir derdi yokken gereksiz yere üzüntü veren bir işe girişmek.
dertsizlik, -ği is. Dertsiz olma durumu.
deruhte is. Far. der + Ar. 'uhde esk. Üzerine alma, üstlenme, deruhte etmek üstlenmek: "Aralarında anlaşıp siparişi müştereken deruhte ettiler." -H. Taner.
derun is. (deru:n) Far. derün esk. 1. İç, içeri, öz. 2. Gönül, yürek, ruh.
→ safderun
deruni sf. (derumi:) Far. derün + Ar. -i esk. 1. İçle ilgili, içten: "Seven insanda fiziki güzelliklerin deruni taraflarını gören gözler olurmuş."-S. F. Abasıyanık. 2. fel. Özünlü.
derviş is. Far. derviş 1. Bir tarikata girmiş, onun yasa ve törelerine bağlı kimse, alperen. 2. mec. Yoksulluğu, çilekeşliği benimsemiş kimse. 3. mec. Alçak gönüllü ve her şeyi hoş gören kimse. 4. zool. Kırlangıç balığının pek küçüğü, dervişin fikri ne ise zikri de odur insan, önem verip düşündüğü şeyi konuşmaktan kendini alamaz.
dervişane zf. Far. derviş-âne esk. Dervişçe.
dervişçe zf. (dervi'şçe) Dervişe yakışır biçimde, dervişane.
dervişlik, -ği is. Derviş olma durumu.
derya is. (derya:) Far. derya esk. 1. Deniz. 2. mec. Bilgili kimse. 3. mec. Bir şeyin bol olduğu yer: "Kasaba baştan başa bir çamur deryası hâlini alır." -S. F. Abasıyanık. derya gibi 1) çok bilgili; 2) pek çok.
→ deryadil, kaptamderya, lebiderya, çamur deryası
deryadil sf. (deryaıdîl) Far. derya + dil esk. Her şeyi hoş gören, çok sabırlı.
derz is. Ar. derz mim. Duvar taşlarının veya tuğlalarının harçla doldurulup üzerinden mala çekilerek düzeltilen aralığı.
desen is. Fr. deşsin 1. Tahta, çini, kumaş, kâğıt vb. yüzeylerin üzerine yapılan çizim. 2. Tahta, çini, kumaş, kâğıt vb. yüzeylerin üzerinde varlıktan, nesneleri belirli çizgilerle gösterme, tasvir. 3. Görsel bir etki yaratmak amacıyla yapılmış çizgi resimlerin hepsi. 4. Desen yapma sanatı: O, desen öğreniyor.
desenci is. Desen ile uğraşan kimse.
desencilik, -ği is. Desencinin işi veya mesleği.
desenleme is. Desenlemek işi.
desenlemek (-i) Desen yaparak çizmek.
desenli sf. Desenlerle süslü olan.
→ desenli kaplama
desenli kaplama is. Ağacın yıl halkalarının kaplama yüzeyinde güzel görünüşlü çizgiler oluşturmasıyla elde edilen bir kaplama türü.
desensiz sf. Üzerinde desen bulunmayan: Desensiz kumaş.
desibel is. Fr. decibelfız. Ses şiddetini gösteren birimin onda biri.
desigram is. Fr. decigramme mat. Bir gramın onda biri ağırlığında bir ölçü birimi.
desikatör is. Fr. dessiccateur tek. Kurutma kabı.
desilitre is. (desili'tre) Fr. decilitre mat. Bir litrenin onda biri hacminde bir ölçü birimi.
desimal, -li is. Fr. decimal mat. Ondalık sistem.
desimetre is. (desime'tre) Fr. decimetre mat. Bir metrenin onda biri uzunluğunda bir ölçü birimi.
desinatör is. Fr. dessinateur 1. Mesleği desen yapmak olan kimse. 2. Endüstri, mimarlık vb.nde desen yapan kimse.
desinatörlük, -ğü is. Desinatörün yaptığı iş.
desise is. (desi:se) Ar. desise esk. Aldatma, oyun, düzen, hile, entrika.
desister is. Fr. decistere Bir sterin onda biri.
deskriptif sf. Fr. descriptif 'Tasvirî.
despot (I) is. Fr. despote 1. Bir ülkeyi zora ve baskıya dayanarak yöneten kimse. 2. mec. Her istediğini ve dilediğini yaptırmak isteyen kimse, tiran. 3. sf. Zorba.
despot (II) is. Yun. din b. Ortodoks Rumların din başkanları.
despotça sf. (despo'tça) 1. Despot gibi: "Beni despotça kararlarına kurban mı edeceksin?" -H. R. Gürpınar. 2. zf. Despota yakışan biçimde.
despotik, -ği sf. Fr. despotiaue Despotça.
despotizm is. Fr. despotisme Despotluk, istibdat.
despotluk, -ğu is. 1. Despot olma durumu, istibdat, despotizm. 2. Bir ülkeyi zora, baskıya ve keyfe bağlı yönetme: "Devri nüfuz tüccarlığı yüzünden alabildiğine soysuzlaşmış, sonunda tam bir despotluk rejimi olmuştur. " -F. R. Atay.
dessas sf. (dessa:s) Ar. dessas esk. Düzenci.
destan is. Far. destan ed. 1. Tarih öncesi tanrı, tanrıça, yarı tanrı ve kahramanlarla ilgili olağanüstü olayları konu alan şiir, epope: Manas, Şehname, îlyada, Kalevala birer destan örneğidir. 2. Bir kahramanlık hikâyesini veya bir olayı anlatan, koşma biçiminde, ölçüsü on bir hece olan halk şiiri. 3. Çağdaş Türk edebiyatında biçim ve içerik yönünden, geleneksel destanlardan ayrılık gösteren uzun kahramanlık şiiri: Üç Şehitler Destanı. Çanakkale Destanı, destan düzmek kahramanlık hikâyesi veya herhangi bir olayı anlatan şiir yazmak, destan gibi uzun yazılmış (mektup), destan yazmak olağanüstü kahramanlık, yararlık veya başarı göstermek.
destancı is. Destan yazan veya anlatan kimse. destancılık, -ğı is. Destancı olma durumu. destanımsı sf. Destanı andıran, destana benzeyen, destan gibi.
destani sf. (desta:ni:) Far. destan + Ar. -ı ed. Destansı: "Selma Hanım onu seyrederken, âdeta destani bir rüyaya dalmış gibiydi." -Y. K. Karaosmanoğlu.
destanlaşma is. Destanlaşmak durumu.
destanlaşmak (nsz) Olağanüstü kahramanlık ve başarı göstermek.
destanlı sf. Destanı olan, içinde destan bulunan: Destanlı hikâye.
destanlık, -ğı sf. Destan olabilecek nitelikte olan: "Bende bir romanlık değil, kaç destanlık dert var." -F. R. Atay.
destansal sf. 1. Destanla ilgili, destana özgü. 2. Destan kahramanına benzer: "O da işine gelen bu destansal kişiliğe takılıp başa geçiyor. " -H. Taner.
destansı sf ed. Destan niteliğinde olan, destana benzer, destani, epik.
destansız sf. Destanı olmayan, içinde destan bulunmayan.
destar is. (desta:r) Far. destâr esk. 1. Sarık. 2. hlk. Örtü.
destari sf. (desta:ri:) Far. destâr + Ar. -i esk. 1. Sarıkla ilgili. 2. is. Sarık yapan kimse.
destarlı sf. (desta:rlı) Sarığı olan, sarıklı: "Geriye doğru basık, yalın kat destarlı fesinde her zaman bir çiçek takılıdır." -S. Birsel.
deste is. 1. Cinsleri aynı veya birbirine yakın olan şeylerin bir arada bağlanmışı, demet, bağlam: "Destenin en itibarlı kâğıtları, bilindiği gibi, beyler, yani aslar oluyor." -H. Taner. 2. Kılıç, bıçak vb.nin elle tutulacak yeri, kabza. 3. sf. mec. Çok. 4. mat. Aynı cinsten onluk bir küme. 5. sp. Yağlı güreşte pehlivanların ayrıldıkları derecelerden biri.
→ güldeste
desteci is. Desteleyici.
destek, -ği is. Far. destek 1. Bir şeyin yıkılmaması için konulan eğik veya düz dayak, payanda. 2. Üzerine bir şey oturtmaya, tutturmaya, koymaya yarar araç, hamil: Şamdan, sehpa, sacayak birer destektir. 3. mec. Maddi ve manevi yardımcı, dayanak: "Kızardı, söylenirdi ama gene de tek desteği oydu hayatta." -O. Hançerlioğlu. 4. ask. Bir birlik için sağlanan yardım veya koruma. 5. fiz. Bir vektörü taşıyan sonsuz doğru, destek görmek yardım edilmek: "Dernekler ... siyasi partilerden destek göremez ve onlara destek olamazlar." -Anayasa, destek olmak güç sağlamak, yardımcı olmak.
→ destek doku, para desteği
destekçi is. Destek veren, destek olan kimse.
→ mali destekçi, para destekçisi
destekçilik, -ği is. Destekçi olma durumu.
destek doku is. 1. Vücuda destek görevi yaptıkları için bağ dokusunun kıkırdak ve kemik dokularına bir arada verilen ad. 2. bot. Kalın çeperli, güçlü hücrelerden oluşmuş, bitkiye diklik, sertlik ve sağlamlık kazandıran doku.
destekleme is. 1. Desteklemek işi. 2. ekon. Devletçe yapılan para yardımı, sübvansiyon.
→ destekleme alımı
destekleme alımı is. ekon. Bir ürünün değerini belli bir düzeyden aşağı düşürmemek İçin devletçe yapılan satın alma işi.
desteklemek (-i) 1. Destek koymak. 2. mec. Bir kimse veya kuruluşa yardım sağlamak, müzaheret etmek. 3. mec. Arka olmak, arka çıkmak.
desteklenme is. Desteklenmek işi.
desteklenmek (nsz) 1. Destekleme işine konu olmak. 2. Destekleme işi yapılmak.
destekleşme is. Destekleşmek işi.
destekleşmek (nsz) Destekleri karşılıklı olarak almak veya vermek.
destekleyiş is. Destekleme işi veya biçimi.
destekli sf. 1. Desteği olan. 2. Desteklenmiş, destek konulmuş.
→ destekli bütçe
destekli bütçe is. ekon. Dayanağı olan bütçe.
desteksiz sf. Desteği olmayan, desteklenmemiş. desteksiz atmak abartılı konuşmak, yalan söylemek.
desteksizlik, -ği is. Desteksiz olma durumu.
desteleme is. Destelemek işi.
destelemek (-i) Deste durumuna getirmek, deste yapmak.
destelenme is. Destelenmek işi: "İstediğim çiçeklerin destelenmesine kadar bana gösterilen sandalyede oturdum." -A. Haşim.
destelenmek (nsz) Desteleme İşi yapılmak.
desteleyici is. Biçilmiş ekini deste yapan İşçi, desteci.
desteleyicilik, -ği is. Desteleyici olma durumu.
destere is. bk. testere.
destroyer is. İng. destroyer ask. Orta tonajda, yüksek hızlı savaş gemisi, muhrip.
destur is. Far. destur esk. 1. İzin, müsaade. 2. imi. (destuır) "Yol verin, savulun, izin verin" anlamlarında kullanılan bir söz. 3. ünl. Karanlık, ıssız yerlere pis veya atık su dökerken cin çarpmasın diye yüksek sesle söylenen bir söz. destur almak izin almak. destur vermek izin vermek.
desturlu sf. İzni olan.
destursuz sf. İzinsiz, müsaadesiz, destursuz atmak kolay yalan söyleyebilmek, palavra atmak, destursuz bağa gireni sopa ile kovarlar bir yere izinsiz girmek veya bir işe izinsiz el atmak kötü karşılanır.
desturun imi esk. İğrenç veya ayıp bir söz söylemek zorunda kalındığında "affedersiniz" anlamında kullanılan bir söz.
-deş bk. -daş / -deş vb.
deşarj is. Fr. decharge 1. Boşalma. 2. mec Rahatlama, deşarj olmak 1) akü, pil gücünü yitirmek; 2) mec. içini dökmek, boşalmak, rahatlamak.
deşeleme is. Deşelemek işi.
deşelemek (-i) 1. Güçlü bir biçimde deşmek, karıştırmak: Yaban domuzları tarlayı deşelemişler. 2. mec. Araştırmak: "Bu biraz da ihtiyarı deşelemek, o profesör hakkında bildiklerim söyletmek içindi." -T. Buğra.
deşifre sf. Fr. dechiffre Çözülmüş, açıklanmış. deşifre etmek bir şifreyi veya güç bir yazıyı çözmek, okuyup anlamak, deşifre olmak gizli durum açığa çıkmak.
deşik, -ği sf. 1. Deşilmiş olan. 2. is. Deşilmiş yer.
→ delik deşik
deşilme is. Deşilmek işi.
deşilmek (nsz) Deşme işi yapılmak: Çıban deşildi.
deşme is. Deşmek işi.
deşmek (-i) 1. Oymak, delmek, yara açmak, içini açmak, karıştırmak, kazmak. 2. mec. Bir sorunun üzerinde yeniden durmak, hatırlatmak, kurcalamak: "Bu hatıraları daha deşmek istemiyorum." -H. E. Adıvar.
detant is. Fr. detente Yumuşama.
detay is. Fr. detail Ayrıntı.
detaylandırma is. Detaylandırmak işi.
detaylandırmak (-i) Detaylı duruma getirmek.
deterjan is. Fr. detergent Petrol türevlerinden elde edilen, temizleme özelliği bulunan, toz, sıvı veya krem durumunda olabilen kimyasal madde, arıtıcı.
→ bulaşık deterjanı, çamaşır deterjanı
deterjancı is. Deterjan üreticisi.
deterjancılık, -ğı is. Deterjancınm işi veya mesleği.
determinant is. Fr. determinant mat. Birkaç bilinmeyenli birinci dereceden eşitlik sistemlerini çözmede kullanılan yardımcı cebirsel anlatım.
determinasyon is. Fr. determination fel. Belirlenim.
determinist is. Fr. deterministe fel. Belirlenimci.
determinizm is. Fr. determinisme fel. Belirlenimcilik.
detone sf. Fr. detohner müz. Yanlış, kusurlu (ses), detone olmak bir sazı yanlış çalmak veya söylemek.
dev is. Far. div 1. Korkunç, çok iri ve olağanüstü güçlü masal yaratığı. 2. sf. Olağanüstü irilikte olan: "Dev vücudu içinde bir genç kız hassasiyeti taşıyor." -Y. Z. Ortaç. 3. sf. mec. Çok büyük, çok önemli: Dev şirketler. Dev bir yazar, dev adımlarla ilerlemek çok çabuk ilerlemek, üst üste başarılar göstermek. dev gibi iri ve korkunç: "O kadar kaba saba, öyle dev gibi bir adamdı ki..." -A. Gündüz.
→ dev anası, dev aynası, dev köpek balığıgiller
deva is. (deva:) Ar. deva' İlaç, çare: "Deva bulmaz bir can kaygısına düşer." -F. R. Atay.
→ devaimisk
devaimisk is. (deva.imisk) Ar. deva + misk esk. Güzel kokulu bir tür helva: Edirne devaimiski.
devalüasyon is. Fr. devaluation ekon. Değer düşürümü.
devam is. (-va:mı) Ar. devam 1. Sürme, sürüp gitme, kesilmeme, bitmeme. 2. Bir yere belli bir amaçla, gereken zamanlarda gitme: Devam zorunludur. 3. Ek, parça. 4. ünl. "Kesme, sürdür" anlamında kullanılan bir söz. devam etmek (veya ettirmek) 1) başlanmış bir işi sürdürmek: "Gençler, cesaretimizi takviye eden ve devam ettiren sizsiniz. " -Atatürk. "Bu teftiş üç gün üç gece devam etti." -H. Taner. 2) sürekli gitmek: "Falanca kahveye mütekait memurlar devam eder." -B. R. Eyuboğlu.
→ ve devamı
devamlı sf. 1. Sürekli, bitmeyen, kesintiye uğramayan. 2. Okuluna düzenli bir biçimde devam eden: Devamlı öğrenci. 3. zf. Sürekli, bitmeyen, kesintiye uğramayan bir biçimde: "Devamlı memnuniyetini bildiriyor, şen, şakrak görünmeye çabalıyordu." -R. H. Karay.
→ devamlı otlatma
devamlılık, -ğı is. Devamlı olma durumu, süreklilik.
devamlı otlatma is. Bir meranın otlatma mevsimi içerisinde aralıksız bir biçimde, mera bitkilerine dinlenme imkânı verilmeden hayvanların otlatılması.
devamsız sf. 1. Devam etmeyen, süreksiz. 2. Okuluna düzenli bir biçimde devam etmeyen. 3. mec. Uygunsuz davranışlarda bulunan.
devamsızlık, -ğı is. Devam etmeme durumu, süreksizlik.
dev anası is. 1. Masallarda geçen dişi dev. 2. mec. İri yarı kadın.
devasa sf. (devaısa:) Far. div-üsâ esk. Dev gibi, çok büyük: "Kınalı, bir mil uzakta, kocaman hafif ışıklı bir böcek, devasa böcek hâlinde yatıyordu." -S. F. Abasıyanık.
devasız sf. (deva.sız) 1. İyileştirilemeyen, ilacı bulunamayan. 2. Çaresiz.
devasızlık, -ğı is. Devasız olma durumu.
dev aynası is. Nesneleri olduğundan çok büyük gösteren ayna.
devce sf. (de'vce) 1. Dev gibi: "O, kendini birdenbire devce bir kuvvetin sardığım hissetti." -C. Uçuk. 2. zf. Deve benzer bir biçimde.
deve is. zool. Geviş getiren memelilerden, boynu uzun, sırtında bir veya iki hörgücü olan, yük taşımakta kullanılan hayvan (Camelus). deve bîr akçeye, deve bin akçeye çok ucuza alınmayan bir şey gerekli olduğunda çok pahalıya alınabilir, deve gibi 1) uzun boylu; 2) hantal, deve nalbanda bakar gibi alay hiç görmediği, bilmediği bir şeye bakar gibi. deve olmak para veya yiyecek kaybolmak, deve yapmak başkasının malım kendine mal etmek: "Onu soyup soğana çevirecek, babasından kalan evleri, dükkânları birtakım maceralar yüzünden deve yapacaktı." -O. C. Kaygılı, deve yürekli çok korkak, devede kulak kabilinden (veya misalinden) 1) bir bütüne göre ufak bir parça; 2) çok az: "Bugünkü kargaşalığın baş sebebi, memlekette hakiki fikir adamlarının devede kulak kabilinden olmasıydı." -R. N. Güntekin. deveden büyük fil var herhangi bir konuda söz sahibi olanlardan daha büyük, daha yetkilisinin bulunabileceğini anlatmak için kullanılan bir söz. devenin başı (veya pabucu veya nalı) yok devenin başı. deveye hendek atlatmak birine yapılması çok zor, hemen hemen imkânsız olan işleri yaptırabilmek: "Görülüyor ki insanlara bir şeyi anlatmak deveye hendek atlatmaktan güçtür." -S. Birsel, deveyi düze çıkarmak güçlükleri giderip işleri yoluna koymak, deveyi havuduyla yutmak herkesin gözü önünde büyük hırsızlık yapmak. deveyi yardan uçuran bir tutam ottur keçiyi yardan uçuran bir tutam ottur.
→ deveboynu, deve dikeni, deve dişi, deve döşlü, deveelması, devegozü, deve kini, deve kolu, deve kuşu, devetabanı, deve tımarı, devetüyü, deve tüyü, deve yükü, tepeli deve kuşu, hacı devesi, peygamberdevesi
deveboynu is. S veya U biçiminde boru.
deveci is. 1. Deve sahibi, deve kiralayan kimse. 2. Deve kervanını güden kimse. 3. sp. mec. Çok sert ve kaba oynayan kimse, deveci ile görüşen kapısını yüksek açmalı yüksek makam sahibi kimselerle ilgisi olanlar durumlarının gerektirdiği özveriyi göze almalıdırlar.
devecilik, -ği is. 1. Deve yetiştirme işi. 2. Deve ile yük taşıma işi.
deve dikeni is. bot. Bileşikgillerden, yol ve tarla kenarlarında yetişen, 30-100 cm yükseklikte 1 -2 yıllık ve otsu bir bitki, meryemana dikeni, peygamber dikeni, sütlü kengel, katayandık (Suyum marianum).
deve dişi sf. İri taneli (nar, mısır vb.), deve dişi gibi 1) iri görünüşlü; 2) sıradan olmayan, tanınmış, güçlü.
deve döşlü sf. Karnı içeriye çekik (at). deveelması is. bot. Çakırdiken. devegözü is. bot. İri ve siyah taneli bir üzüm çeşidi.
deve kini is. Bitip tükenmek bilmeyen kin: "Bu vaziyeti de görünce büsbütün kızdı, Gülsüm'e unutmaz, affetmez bir deve kini bağladı." -R. N. Güntekin.
deve kolu is. tar. Çöl nitelikli bölgelerde taşıma işlerinde kullanılmak için develerden kurulmuş askerî ulaştırma birlikleri: "Deve kolundan neferler geldi." -F. R. Atay.
deve kuşu is. zool. Afrika ve Arabistan bozkırlarında yaşayan, kısa kanatları uçmaya elverişli olmayan fakat uzun bacaklarıyla çok hızlı koşabilen, tehlikeyi sezdiği an kafasını kuma sokarak saklandığım ve gerçeklerden uzak olduğunu sanan iri bir kuş (Struthio camelus). deve kuşu gibi (yüke gelince kuş, uçmaya gelince deve) uygun şartlarda terslik çıkaran, deve kuşu gibi başını kuma sokmak (veya gömmek) 1) bir tehlike, bir olay karşısında yararlı olmayacağı apaçık ortada olan kaçamak bir yola sapmak; 2) başkalannı aldattığını sanarak kendisini aldatmak.
deve kuşuluk, -ğu is. Deve kuşu gibi olma veya davranma işi. deve kuşuluk etmek deve kuşu gibi başını kuma sokup gerçeklerden uzak duracağını sanmak: "Bu harekete sadece şımarık gözü ile bakmak deve kuşuluk etmek olur." -H. Taner.
develik, -ği (I) is. hlk. Özellikle Güneydoğu Anadolu'daki evlerin alt katında bulunan, develerin korunduğu veya bağlandığı bölüm.
develik, -ği (II) is. bot. Defne.
developer is. İng. developer bk. yıkamaç.
developman is. Fr. developement Fotoğrafçılıkta kullanılan, kimyevî bir tür banyo maddesi.
deveran is. (deveraın) Ar. deveran esk. 1. Dolaşım, dönme. 2. anat. Kan dolaşımı.
→ deveranıdem
deveranıdem is. (devera: 'nıdem) Ar. deveran + dem biy. esk. Kan dolaşımı.
devetabanı is. bot. Bileşikgillerden, geniş yapraklı bir süs bitkisi (Phlodentron).
deve tımarı sf. Özensiz, üstünkörü yapılan: Deve tımarı iş.
devetüyü is. 1. Deve tüyü rengi, açık kahverengi. 2. sf. Bu renkte olan.
deve tüyü is. Deveden elde edilen yün, kıl: "Öyle kabileler var ki, çadırları, maşlahları, abaları, heybeleri ve bütün eşyaları deve tüyünden örülmüştür." -F. R. Atay.
deve yükü is. 1. Bir devenin taşıyabileceği yük miktarı. 2. sf. mec. Aşırı ölçüde, çok fazla: "Tarih şuurunun bir terbiye unsuru olduğunu takdir etmek için bir deve yükü malumata sahip olmak gerekmez." -S. Ay verdi.
devim is.fız. Devinim.
→ devim bilimi
devim bilimi is.fız. Dinamik.
devimli sf. Devimi olan.
devimsel sf. 1. Devinim durumunda olan, hareki. 2. fel. Devinimi yalnızca fizik kanunlarına bağlı olmayan, aynı zamanda etkin bir gücü, bir amacı da içeren, dinamik.
devimselcilik, -ği is. fel. Beliren ve gelişen şeylerin kendiliklerinden etkin olduklarını, gelişmelerini sağlayan gücün dışarıdan gelmeyip kendileriyle özdeş bulunduğunu İleri süren öğreti, dinamizm, mekanikçilik karşıtı.
devimsellik, -ği is. Devimsel olma durumu.
devimsiz sf. Devimi olmayan.
devindirici is. Devindirme özelliği olan kimse veya şey.
devindirme is. Devindirmek işi.
devindirmek (-i) Devinmesine yol açmak.
devin duyumu is. fizy. Devinmekten ve özellikle kasların kasılmasından canlının edindiği duyum, kinestezi.
devingen sf. Hareketli, müteharrik.
devingenlik, -ği is. Devingen olma durumu veya hareketlilik.
devinim is. 1. Devinme İşi, hareket: "Dinleyenlerden de kendisini doğrulayan baş devinimleri bekliyordu." -N. Cumalı. 2. Bir toplumdaki olayların ana özelliğini, varlık biçimini belirleyen toplumsal süreçlerin bütünü. 3. fel. Bir ruh durumundan başka bir ruh durumuna geçiş. 4. fel. Bir düşünce sürecinin başlaması, hareket. 5. fel. Zaman içinde durum değiştirme. 6.Jiz. Durağan bir noktaya göre devinmekte olan bir nesnenin durumu, devim, hareket: Dünyanın biri kendi, öteki güneş çevresinde olmak üzere iki devinimi vardır.
→ öz devinim
devinme is.fız. Devinmek işi, hareket.
→ devinme olayı
devinmek (nsz) 1. Vücudu oynatmak veya kıpırdatmak, kımıldanmak, hareket etmek. 2. fiz. Bir cismin, bir noktaya göre, yeri veya durumu değişmek, hareket etmek.
devinme olayı is. astr. Yerin dönme ekseninin tutulum düzleminin normali çevresinde bir koni çizecek biçimde çok yavaş olarak dönmesi, presesyon.
devir, -vri (I) is. Ar. devr Kendine özgü bir Özellik taşıyan zaman parçası, dönem, periyot: "Bana sorarsanız devrimiz nasihat devri olmaktan çıktı." -B. Felek, devir açmak tarihte özellik taşıyan yeni bir çağ başlatmak.
→ devrinindi, devrisaadet, Cilalı Taş Devri, kavuşum devri, kuluçka devri, Maden Devri, Taş Devri, yetki devri, Yontma Taş Devri
devir, -vri (II) is. Ar. devr 1. Dönme, dönüş: Tekerin devri. 2. Aktarılma: Malın arabadan vagona devri. 3. Bir malın mülkiyetini veya bir mal üzerindeki hakkı bir başkasına geçirme. 4. Bir görevin bir kimseden bir başkasına geçmesi: Devir teslim töreni. 5. Sürekli ve düzenli değişme, çevrim. 6. fiz. Bir hareket, birbirinin aynı olan ve eşit zamanlarda yapılan başka hareketlerden oluştuğunda hareketlerin her biri veya bunların yapılması için geçen her zaman aralığı, periyot. 7. esk. Dolaşma: Şehrin çevresinde iki devir yaptık.
→ devralmak, devredilebilir, devredilmek, devredilmezlik, devretmek, devriâlem, devridaim, devrikebir, devrirevan, devrolunmak
devirli sf. fiz. Eşit zaman aralıkları ile ardışık olarak tekrarlanan (hareket), devri.
devirme is. Devirmek işi.
devirmek (-i) 1. Ayakta veya dik duran bir şeyi düşürmek, yatay duruma getirmek: A-ğacı devirmek. Masayı devirmek. 2. mec. Bir yönetim organının veya başkanının yönetim gücünü zorla elinden almak: Başkanı devirmek. 3. mec. Bütünüyle İçmek: "Birinci, ikinci ve üçüncü bardaklarım hep bu birlik konusuyla devirdiler." -N. Cumalı. 4. mec. Bir yana eğmek: Şapkasını yana devirdi. 5. mec. Bir kitabı başından sonuna kadar okuyup bitirmek: "... zengin bir tasvir ve izah yapabilmek için evde kitaplar devirdi."-M. Ş.Esendal devitken sf. Herhangi bir hareketi sağlayan, muharrik.
devitme is. Devitmek işi.
devitmek (-i) Hareket durumuna getirmek.
dev köpek balığıgiller ç. is. zool. Omurgalı hayvanlardan balıklar sınıfının köpek balıkları takımının bir alt familyası.
devleşme is. Devleşmek işi veya durumu.
devleşmek (nsz) 1. Çok büyümek, irileşmek. 2. mec. Aşırı bir gelişme göstermek: "Günlük gazeteler bugünküler kadar devleşmemişti henüz." -Y. Z. Ortaç.
devleştirme is. Devleştirmek işi.
devleştirmek (nsz) Dev duruma getirmek, aşırı ölçüde geliştirmek.
devlet is. Ar. devlet sos. ve huk. 1. Toprak bütünlüğüne bağlı olarak siyasal bakımdan örgütlenmiş millet veya milletler topluluğunun oluşturduğu tüzel varlık: Türkiye Devleti. 2. Devletin yönetim organları: "Devlet hizmetinde epeyce ileride sayılanlardan olsa gerek." -M. Ş. Esendal. 3. mec. Büyüklük, mevki. 4. mec. Mutluluk: "Halk içinde muteber bir nesne yok devlet gibi / Olmaya devlet cihanda bir nefes sıhhat gibi." -Muhibbi. 5. mec. Talih, devletle! "güle güle" yerine kullanılan bir uğurlama sözü.
→ devlet adamı, devlet baba, devlet bakanı, devlet bankası, devlet başkam, devlet düşkünü, devlethane, devlet kapısı, devlet kuşu, devlet nişanı, devlet tahvili, devletler arası, çadır devlet, derin devlet, sosyal devlet, tampon devlet
devlet adamı is. Devlet yönetiminde söz sahibi kişi.
devlet baba is. hlk. Devlet: "Kimsenin devlet babaya, artık yeter, teşekkür ederim, dediği yofc."-F.R.Atay.
devlet bakanı is. Bazı resmî kuruluşların yönetimini başbakan adına üstlenen hükümet üyesi.
devlet bankası is. Bazı ülkelerde devletten aldığı sermaye ile kurulan, yönetimde devletin atadığı kişiler bulunan veya devletin izniyle para bastırıp piyasaya sürme hakkı bulunan banka.
devlet başkanı is. Devletin başında bulunan kimse.
devletçi sf. 1. Devletçilik yanlısı: "Bunun sebebi ise öteden beri devletçi bir millet olmamızdır. " -Y. K. Beyatlı. 2. Devletçiliğe uygun olan.
devletçilik, -ği is. 1. Bir milletin yönetimle ve ekonomiyle ilgili işlevlerinin devletçe birleşik bir yönetim altında bütünleştirilmesi siyaseti ve öğretisi, erkincilik karşıtı. 2. fel. Genellikle devleti töre, kültür, hukuk vb.nin kaynak ve taşıyıcısı olarak görme eğilimi.
devlet düşkünü sf. Bolluk ve mutluluk içindeyken sonradan fakir düşmüş (kimse).
devlethane is. (devletha:ne) Ar. devlet + Far. hane esk. Kendisine saygı gösterilen bir kimseyle konuşulurken nezaket gereği olarak "eviniz" anlamında kullanılan bir söz: Devlethane ne tarafta?
devlet kapısı is. Devletin kurum ve kuruluşları: "Artık refahlarını devlet kapıları dışında aramaya heves ettikleri zamanlardı." -A. Ş. Hisar.
devlet kuşu is. Beklenmedik bir iyilik, iyi talih, talih kuşu: "Bu devlet kuşunun bir daha başımda dolaşması mümkün olmayacağı için hemen İstanbul'a döndük." -R. N. Güntekin.
devletler arası sf. Birden çok devleti kapsayan veya birçok devletle ilgili olan: Devletler arası barış antlaşması.
devletleştirilme is. Devletleştirilmek işi.
devletleştirilmek (nsz) Devletleştirme işi yapılmak.
devletleştirme is. Devletleştirmek işi, kamulaştırma.
devletleştirmek (-i) huk. Kamu yararı için devlete mal etmek, devlet eliyle işletmek, kamulaştırmak.
devletli sf. esk. 1. Mutluluk ve refah içinde olan (kimse). 2. is. tor. Osmanlı İmparatorluğunda paşa, vezir vb. devlet adamlarına verilen unvan.
→ başı devletli
devlet nişanı is. Gördükleri önemli işlerden dolayı kişileri onurlandırmak için devletçe verilen anmalık, madalya.
devlet tahvili is. ekon. Devletin aldığı genellikle uzun vadeli borçlar karşılığında özel ve tüzel kişilere verdiği ve sahibinin devletten alacaklı olduğunu gösteren kıymetli kâğıt veya belge.
devoniyen is. Fr. devonienjeol. Birinci Çağın dördüncü dönemi ve bu dönemde oluşmuş yer tabakaları.
devralma is. Devralmak işi.
devralmak (-i) Ar. devr + T. almak Bir şeyi devir yoluyla almak, teslim almak: Nöbeti devraldı.
devran is. (devraın) Ar. devrân esk. 1. Dünya: "Ben neyleyim büyükse devran." -A. Hamit. 2. Kader, talih: "Herkesin başına yazdan gelir, devrandır." -Cem Sultan. 3. Zaman, çağ: "Ben artık eskisi gibi değilim / Devran değişti." -B. Necatigil.
devre (I) is. Ar. devre 1. Dönem: "Bu kadar uzun bir bekleyiş devresi, tatsız ara veriş yeter." -A. Gündüz. 2.fız. Çevrim, devreye alınmak işin içine girmesi sağlanmak: Devlet Bakam borçların eritileceğim, dış borçlanma için bankaların ve özel sektörün devreye alınacağını kaydetti, devreye girmek ilgilenmek, karışmak, araya girmek. devreye sokmak işin içine girdirmek, karıştırmak.
→ devre arası, devre mülk, açık devre, ilk devre, kapalı devre, kısa devre, hazırlık devresi
devre (II) zf. hlk. Ters, yanlış biçimde: "Sarıldı boynuma ağlama deyi / Hotozumu devre bağlama deyi." -Karacaoğlan.
devre arası is. sp. Devreleri birbirinden ayıran dinlenme süresi, ara.
devredilebilirlik, -ği is. huk. Bir hakkın karşılıklı veya karşılıksız olarak başkasına geçirilebilirle durumu.
devredilme is. Devredilmek işi.
devredilmek (nsz) Ar. devr+ T. edilmek Devretme işi yapılmak.
devredilmezlik, -ği is. huk. İnsan haklarının niteliklerinden birini belirtmek için kullanılan terim.
devre mülk is. Özellikle tatil beldelerinde belli dönemlerde kullanılmak üzere satın alınan ve değişik kişilerce de kullanılabilen müstakil ev veya daire.
devren zf (de'vren) Ar. devren Devir (II) yoluyla, devrederek: Devren satılık bakkal dükkânı.
devretme is. Devretmek işi.
devretmek, -der (-i, -e) Ar. devr + T. etmek 1. Dönmek, dolaşmak. 2. huk. Bir malın mülkiyetini, bir mal üzerindeki hakkı başkasına geçirmek: "Bana gelip hisseni satın almak istiyorum, bana devret deseydin, belki razı olurdum." -O. Kemal. 3. Aktarmak: "Büyük Millet Meclisi, Başkumandanlık yetkilerini Mustafa Kemal Paşa'ya devretmişti. " -T. Buğra. 4. esk. Baştan sona değin okumak, bitirmek: Tarih kitabım üç kez devrettim.
devrî sf. (devri:) Ar. devri fiz. 1. Devirli. 2. kim. Devirle ilgili.
devriâlem is. (de'vriâ:letn) Ar. devr + 'âlem esk. Dünyayı dolaşma: "Dört, beş ay sürecek bir devriâlem seyahatine çıkıyorduk." -S. F. Abasıyanık.
devridaim is. (de'vrida:im) Ar. devr + dü'im 1. tek. Motorda suyun dönmesini sağlayan cihaz. 2. esk. Tam ve sürekli dönüş veya dolaşım.
devrihindi is. (de'vrihindi:) Ar. devr + hindi müz. Türk müziğinde bir küçük usul.
devrik, -ği sf. 1. Katlanıp kendi üzerine bükülmüş: "Kısa keten etek, yakası devrik bol bluz..." -H. E. Adıvar. 2. Devrilmiş olan. 3. Yatırılmış, yıkılmış, dik durumunu yitirmiş: Devrik çam ağaçları. 4. mec. Darbe ile makamından indirilmiş: Devrik başbakan.
→ devrik cümle
devrik cümle is. dbl. Yüklemi sonda olmayan cümle: Dayanamam kitabı görünce.
devrikebir is. Ar. devr + kebir müz. Türk müziğinde bir büyük usul.
devriklik, -ği is. Devrik olma durumu.
devriliş is. Devrilme işi veya biçimi.
devrilme is. Devrilmek işi.
devrilmek (nsz) 1. Devirme işi yapılmak. 2. mec. Yok edilmek, ortadan kaldırılmak: "Bir düzine kadarı, aman dilemeye bile vakit bulamadan devrildi." -T. Buğra.
devrim is. 1. Belli bir alanda hızlı, köklü ve nitelikli değişiklik. 2. İhtilal: Fransız devrimi. 3. esk. inkılap. 4. esk. Çevrilme, katlanma, bükülme.
→ karşı devrim
devrimci is. 1. Belli bir alanda hızlı, köklü ve nitelikli değişiklik yapan kimse. 2. Devrim yapan veya devrime bağlı olan kimse, ihtilalci. 3. esk İnkılapçı kimse.
devrimcilik, -ği is. 1. Belli bir alanda hızlı, köklü ve nitelikli değişiklik yapma. 2. İhtilalcilik. 3. esk. İnkılapçılık.
devrirevan is. Ar. devr + Far. revân müz. Türk müziğinde bir büyük usul.
devrisaadet is. (de'vrisaa.det) Ar. devr + sa'âdet esk. Asnsaadet.
devrisi sf hlk. Bir sonraki, ertesi (gün, hafta, ay, yıl): "Bizim moruk ertesi güne devrisi der de ondan dilim alışmış." -S. F. Abasıyanık.
devriye is. Ar. devriyye 1. Güvenliği sağlamak amacıyla dolaşan polis, jandarma veya asker topluluğu, karakol: "Tam o aralık E-yüp merkezinin deniz devriyesi yetişti." -O. C. Kaygılı. 2. tar. Osmanlılarda ilmiye sınıfından olan kimselere verilen derece, devriye gezmek karakol gezmek.
→ seneidevriye
devrolunma is. Devrolunma işi.
devrolunmak (nsz) Ar. devr + T. olunmak Devredilmek.
devşirilme is. Devşirilmek işi.
devşirilmek (nsz) Devşirme işi yapılmak: "Koleksiyonun kitapçılıktan kazanılan paralarla devşirildiğini belirtiyor." -S. Birsel.
devşirim is. Devşirme işi.
devşirimli sf. Düzenli olarak derlenmiş.
devşirimsiz sf. Düzenli olarak derlenmemiş.
devşirme is. 1. Devşirmek işi. 2. tar. Asker yetiştirilmek üzere Yeniçeri Ocağına alınacak çocukları seçip toplama işi. 3. tar. Yeniçeri Ocağına bu yolla alınan çocuk. 4. sf. Toplanmış, bir araya getirilmiş: "Biz, bürokratlardan devşirme bir kalabalıkla bir_ inkılap hareketinin yürütülemeyeceğini, iddia ediyorduk." -Y. K. Karaosmanoğlu.
devşirmek (-i) 1. Bir araya getirmek, derlemek, toplamak: "Köylü kızları gülüşe çağrışa kuru incir devşiriyorlardı." -Halikarnas Balıkçısı. 2. Katlamak, düzgün duruma getirmek: "Kumaşı tutacağız, kaldırıp çekeceğiz, buruşturacağız, devşirebileceğiz, sanki!" -R.H. Karay.
deyi is. 1. db. Dil, söz, işaret, mimik vb. anlatım araçlarının bütünü, logos. 2. fel. Hristiyan felsefesinde Tanrı kelamını insanlara ulaştıran oğul, logos.
→ ön deyi
deyim is. Genellikle gerçek anlamından az çok ayrı, ilgi çekici bir anlam taşıyan kalıplaşmış söz öbeği, tabir: "Bence ziyan olmuş, eski deyimi ile heder olmuş bir değerdir." -H. Taner.
→ cebirsel deyim
deyimleşme is. Deyimleşmek işi.
deyimleşmek (nsz) Deyim özelliğini kazanmak.
deyimleştirme is. Deyimleştirmek işi.
deyimleştirmek (-i) Deyim durumuna getirmek, deyim özelliği kazandırmak.
deyiş is. 1. Deme, söyleme işi: "Peki deyişleri de akılları yattığı için değil, korkuları ağır bastığı için oldu." -T. Buğra. 2. Söyleme biçimi, anlatım biçimi, üslup. 3. Bir kimsenin bir konuyla ilgili anlattıkları, ifade. 4. ed. Halk şiiri, halk türküsü: "Karacaoğlan'ı okudukça deyişin önemini daha iyi anlarız." -N. Ataç.
→ ön deyiş, öz deyiş, son deyiş
deyyus sf. Ar. deyyus hkr. 1. Karısının veya kendisine çok yakın bir kadının iffetsizliğine göz yuman (kimse). 2. ünl. (deyyus) Bir sövgü sözü.
dezavantaj is. Fr. desavantage Avantajlı olmama durumu.
dezenfeksiyon is. Fr. desinfection tıp Mikroplardan temizleme işi.
dezenfektan sf. Fr. desinfectant tıp Mikrop kırma özelliği olan (madde).
dezenfekte sf Fr. desinfecter Mikroplardan temizlenmiş, dezenfekte etmek mikroplardan temizlemek, mikropsuzlaştırmak.