da / de bağ. 1. Daha önce geçmiş bir cümle veya eş görevli öge ile sonraki arasında "-den başka" anlamıyla ilişki kuran bir söz: "Bu adamın kim olduğunu o da öğrenmişti." -R. N. Güntekin. 2. Azarlama, yalvarma, küçümseme, yakınma, övme anlamlarında iki cümleyi bağlayan bir söz: "İş bulamayanlar kahveden de dürülüp çıkarılırlarsa bilmem artık nereye giderler?" -R. N. Güntekin. 3. "Dahi" anlamında kullanılan bir söz: Gözün aydın sen de sınıfı geçmişsin. 4. Karşıt anlamlı cümleleri pekiştirerek bağlayan bir söz: Bütün yıl gezmiş de şimdi iş bulmaya kalkışmış. 5. Şart bildiren fiillerden sonra "bile" anlamına gelerek şartın geçerli olmadığını anlatan bir söz: Artık gönlümü alsa da değeri yok. "Yatakları, yorganları bile kıt ise de, hasta çocuğa yerimiz yok diyecek değiller ya." -M. Ş. Esendal. 6. Bazı birleşik cümleleri "ama, fakat" anlamıyla birbirine bağlayan bir söz: İstedi de vermedim. 7. Bazı edat, bağlaç ve zarflardan sonra gelerek anlamı güçlendiren bir söz: Savunması hiç de yeterli değil. O kadar da soğuk yok. "Şimdi, yalnız yorgun değil, biraz da dalgın görünüyordu." -Y. K. Karaosmanoğlu. 8. Kendisinden önceki fiili zarf-fiil durumuna sokan bir söz: Çalıştı da başardı. Evine uğramış da kendisim görmüş. 9. -erek, -ip ekli zarf-fiillerden sonra kullanılırsa temel fiilin oluş biçimini, önermenin nasıl oluştuğunu anlatan bir söz: Burası süpürülerek de temizlenir. Gidip de gelmemek, gelip de görmemek var. 10. Tekrarlanan İki isim, iki sıfat arasında kullanıldığında anlamı güçlendiren bir söz: Kadın da kadınmış hal 11. Bir isteğe karşı olan fiili bağlamaya yarayan bir söz: Sınıfım geçsin de istediğini yapmaya hazırım. 12. Tekrarlanan fiiller arasında süreklilik bildiren bir söz: Bir kere ağzını açtı mı söyler de söyler. Gitmiş de gitmiş, gitmiş de gitmiş, sonunda yorulmuş. 13. Bir şeyin yerine geçebilen iki cümlenin fiillerini birbirine bağlayan bir söz: Onu almadım da bunu aldım. Sen otur da ben gideyim. Kâğıt kalacakmış da bana zarf verecekmişsiniz. 14. Tekrarlanan kelimelerin arasına girerek kuvvetli istek, direnme bildiren bir söz: Çocuk, satıcıyı görünce şeker de şeker, diye tutturdu.
-da- / -de- İsimden fiil türeten ek: çağıl-da-mak, fısıl-da-mak, fıngir-de-mek gümbür-de-mek vb.
-da / -de, -ta / -te Bulunma durumu eki: evde, gök-te, oda-da, sokak-ta vb. Bazı örneklerde bu ek kalıplaşmıştır: gözde, ondalık, sözde.
Dadacı öz. is. Dadacılık akımına bağlı sanatçı, Dadaist.
Dadacılık, -ğı öz. is. 1. Savaşa ve toplumsal düzensizliğe karşı başkaldırmadan doğan bir sanat akımı, Dadaizm. 2. ed. 1916'da dil ve estetik kurallarını tanımayan, kelimelerin anlamlarına değer vermeyen, anlatımda başıboş ve alabildiğine çağrışımlara dayanan bir yol izleyen, bile bile kapalılığa sapan bir çığır, Dadaizm.
Dadaist öz. is. Fr. dadaiste Dadacı.
Dadaizm öz. is. Fr. dadaisme Dadacılık.
dadandırma is. Dadandırmak işi.
dadandırmak (-i, -e) Dadanmasına yol açmak: O kediyi bu kapıya sen dadandırdın.
dadanma is. Dadanmak işi.
dadanmak (-e) 1. Tadını aldığı, hoşlandığı bir şeyi sık sık istemek: Çocuk çikolataya pek dadandı. 2. Yarar, çıkar amacıyla veya alışkanlıkla bir yere sık uğramak: "İkinci sene plajlara da dadandı; yüzüyor, kumda yatıp güneşleniyor, dans ediyor, kürek çekiyordu. " -R. H. Karay.
dadaş is. 1. Erkek kardeş. 2. Delikanlı, yiğit kimse: "Su katılmamış bir dadaştı ve politika ile uğraşmamıştı." -T. Buğra. 3. ünl. hlk. Yakın dostlar için kullanılan bir seslenme sözü.
dadaşlık, -ğı is. Dadaş olma durumu.
dadı is. Far. düdü Çocuk bakımı ile görevli kadın, dadı olmak çocuk bakıcılığı görevini üstlenmek: "Yaşlanınca torunlarına dadı olmuş bütün kadınların öçlerini almak istiyor gibiydi." -M. Ş. Esendal.
dadılık, -ğı is. Dadı olma durumu veya dadının yaptığı iş. dadılık etmek 1) çocuk bakıcılığı İle uğraşmak: "Elli yaşlarında bir adam, konaklarda dadılık eden bir kadının erkeğidir." -M. Ş. Esendal. 2) mec. üzerine sorumluluk almak, göz kulak olmak, sahip çıkmak, sahiplenmek.
dağ (I) is. Yer kabuğunun çıkıntılı, yüksek, eğimli yamaçlanyla çevresine hâkim ve oldukça geniş bir alana yayılan bölümleri. dağ ardında olsun da, yer altında olmasın yaşasın da uzakta olsun, dağ (veya dağları) devirmek çok zor işleri başarmak. dağ dağ üstüne olur, ev ev üstüne olmaz aynı evde oturan iki aile arasında er geç birtakım anlaşmazlıklar çıkar, dağ dağa kavuşmaz, insan insana kavuşur ne kadar uzak düşmüş olurlarsa olsunlar, insanlar günün birinde birbirleriyle karşılaşabilirler. dağ doğura doğura bir fare doğurmuş büyük şeyler beklenen bir işten önemsiz bir sonuç alındığında söylenen bir söz. dağ (veya dağlar) gibi (veya kadar) 1) çok büyük, çok iri, çok güçlü: "Bizim de kalbimizi kımıldatır yerinden / Toprağa diz vuruşu dağ gibi bir zeybeğin." -F'. N. Çamlıbel. 2) pek çok: "Bende bu hikâyelerin dağlar gibi dosyaları var." -M. Ş. Esendal. dağ yürümezse, abdal yürür büyüklük taslayan birinden bitecek bir işimiz varsa, biz onun ayağına gidip işimizi görmeliyiz, dağa çıkmak 1) eşkıyalık etmek; 2) hükümete karşı gelmek için dağlara çekilmek, (birini) dağa kaldırmak birini, herhangi bir amaçla, zorla dağa veya ıssız bir yere götürüp orada tutmak: "Yalnız Efe'den kimsenin şikâyeti yokmuş. Ne kimseyi dağa kaldırırmış ne de fidye istermiş." -Ö. Seyfettin, dağda bağın var, yüreğinde dağın var malı mülkü veya evladı olanlar kaygı ve. tasadan uzak olamazlar. dağda büyümüş kaba ve görgüsüz kimse, dağdan gelip bağdakini kovmak sonradan geldiği bir yerde, kendinden önce gelen kişinin yerini almaya çalışmak, dağlara düşmek büyük bir üzüntü dolayısıyla insanlardan kaçıp ıssız yerlerde yaşamak. dağlara taşlara kötü bir durumdan söz edilirken "hepimizden ırak olsun" anlamında söylenen bir söz. dağların misafir aldığı mevsim şaka yaz mevsimi, dağların şenliği (veya gelin anası) şaka ayı, kaba, anlayışsız kimse: "Hay kör olası, dağların şenliği, bak şimdi de hanımın saksısını devirdi." -M. Ş. Esendal.
→ dağ adamı, dağalası, dağ anası, dağ armudu, dağ aslanı, dağ ayısı, dağbaşı, dağ başı, dağ bayır, dağ bilimi, dağ birliği, dağ çamı, dağ çayı, dağ çayırı, dağ çileği, dağ dalak otu, dağ elması, dağ eriği, dağ eteği, dağevi, dağ gölü, dağ havası, dağ iklimi, dağ ispinozu, dağ kavağı, dağ keçisi, dağ kestanesi, dağ kırlangıcı, dağ kolu, dağ koyunu, dağ köyü, dağ lalesi, dağ merası, dağ nanesi, dağ oluşu, dağ otlağı, dağ reyhanı, dağ serçesi, dağ servisi, dağ sıçanı, dağ taş, dağ tavuğu, dağ topu, dağdan inme, dağlar anası, sıradağ, yanardağ, yanardağ bilimi, buz dağı, Hut Dağı, Kafdağı
dağ (II) is. Far. dağ 1. Kızgın bir demirle vurulan damga, nişan. 2. İyileştirmek için vücudun hastalıklı bölümünde kızgın bir araçla yapılan yanık. 3. mec. Büyük üzüntü, acı: "Dağda bağın var, yüreğinde dağın var." -Atasözü.
→ gözdağı
dağ adamı is. Kaba saba, görgüsüz kimse, dağdan inme.
dağalası is. zool. Eti kırmızı bir çeşit küçük alabalık (Salmo alpinus).
dağ anası is. Çok iri kadın, dağlar anası.
dağar is. Far. tağâr 1. Ağzı yayvan, dibi dar toprak kap. 2. Dağarcık: "Daldırın elinizi onun özdeyiş dağarına, her duruma uygun formüller bulabilirsiniz." -H. Taner.
dağarcık, -ğı is. 1. Meşin torba. 2. muz. Repertuvar. 3. psikol. mec. Bellek: "Dağarcıklarındaki üç beş yüz kelimeye yeni duydukları sekiz onu da eklenince bu iş pekâlâ oluyordu." -T. Buğra, dağarcığı yüklü bilgisi çok olan, bilgili, dağarcığına atmak bir bilgiyi eski bilgilerine katmak, zihnine yerleştirmek, dağarcığındakini çıkarmak hazırladığı bir sözü söylemek, dağarcıkta bir şey kalmamak her şeyi tüketmek, bitirmek.
→ çobandağarcığı, ovogon dağarcığı, söz dağarcığı
dağ armudu is. bot. Ahlat (I).
dağ aslanı is. zool. Puma, Yeni Dünya aslanı.
dağ ayısı is. 1. zool. Dağlarda yaşayan yabani ve tehlikeli ayı cinsi. 2. mec. Şehir yaşayışına alışmamış çok kaba kimse.
dağbaşı is. 1. Issız yer: "Dağ başında gece yarısı beni kim görmek isteyebilir?" -M. Ş. Esendal. 2. Devletin koyduğu yasaların işletilmediği yer.
dağ başı is. Dağın zirvesi, doruğu.
dağ bayır is. İnişli çıkışlı yer, kır.
dağ bilimi is. Yeryüzü biçimlerini genellikle de dağların özelliklerini ve dış görünüşlerini inceleyen bilim, orografya.
dağ birliği is. ask. Dağ şartlarına göre eğitilmiş askerî birlik.
dağcı is. Dağa tırmanma sporu yapan kimse, alpinist.
dağcıl sf. bot. Dağ şartlarına ve iklimine göre yetiştirilen bitki.
dağcılık, -ğı is. Dağa tırmanma sporu, alpinizm.
dağ çamı is. bot. Dağda yetişen çam türü.
dağ çayı is. bot. Ada çayı.
dağ çayırı is. bot. Dağlık bölgelerde derin ve rutubetli toprağa sahip alanlarda gelişen doğal çayır.
dağ çileği is. bot. Dağda yetişen çilek, yaban çileği.
dağdağa is. Ar. dağdağa Gürültü, patırtı, telaş, karmakarışık durum, sıkıntı: "Hayat mütemadi ihtiyaçları yerine getirmeye uğraşmaktan ibaret çetin bir dağdağa." -H. R. Gürpınar.
dağdağalı sf. Gürültülü patırtılı: "Sultan Mahmut devri, imparatorluğun dağdağalı ve çok dertli bir zamanıydı." -A. Ş. Hisar.
dağdağasız sf. Gürültüsüz, patırtısız, sessiz ve sakin.
dağ dalak otu is. bot. 5-10 cm yükseklikte, yere yatık ve çiçekleri soluk sarı renkli bir dalak otu türü (Teucrium montana).
dağdan inme is. Dağ adamı.
dağ elması is. bot. Yabani elma.
dağ eriği is. bot. Yabani erik.
dağ eteği is. coğ. Dağ yamacının alt bölümü.
dağ evi is. Şehirlerin kirli havasından uzaklaşmak, tabiat varlıklarından ve güzelliklerinden yararlanmak İçin dağlık bölgelerde yapılmış ev.
dağ gölü is. coğ. Dağlar arasındaki çukur alanlarda, akan suların birikimi ile oluşan göl.
dağ havası is. Yüksek yerlerdeki serin ve temiz hava.
dağılım is. 1. Dağılarak birbirinden ayrılma. 2. Bir toplumda, bir kümede incelenen bir veya birçok özelliğin zamana, yere, seçilen herhangi bir değişkene göre hesaplanan sayısal ve oransal dağılışı. 3. db. Bir ses biriminin, anlam biriminin değişik kullanım veya bağlamlardaki çevrelerinin tümü. 4. ekon. Ulusal gelirin toplumun bireyleri veya kesimleri arasındaki dağılışı: "Vergi yükünün adaletli ve dengeli dağılımı, maliye politikasının sosyal amacıdır." -Anayasa. 5. ekon. Mal üretiminde, katkıda bulunanlara, üretilen mallardan herhangi bir ölçüde verilmesi, dağıtılması. 6. kim. Birleşiminde kütle içinde tamamen eşit olarak dağılmış gerçek veya koloidal eriyik biçiminde başka bir madde bulunan katı, sıvı veya gaz durumundaki bütün cisimler.
→ gelir dağılımı
dağılış is. 1. Dağılma işi veya biçimi, çözülme: Düşman ordusunun dağılışı. 2. Yıkılış, çöküş: Hun İmparatorluğu'nun dağılışı.
dağılma is. 1. Dağılmak işi: "Fatoş'un içeri girmesiyle sabahtan beri esen kederli havanın dağılması bir oldu." -S. F. Abasıyanık. 2. ask. Sınırlı bölgelere toplanmış birlik, gereç ve kuruluşların düşman saldırısına karşı daha iyi korunmalarını sağlamak amacıyla birbirlerinden uzaklaştırılmaları. 3. ask. Bir hedefe aynı silahla atılan mermilerin, barut haklarının ve başka şartların değişmesi yüzünden ayrı ayrı noktalara vurması.
dağılmak (nsz) 1. Toplu durumdayken ayrılıp birbirinden uzaklaşmak: "Yolcular artık yavaş yavaş dağıtıyorlardı." -H. Taner. 2. Değer ve birimler belli etkenlerle, oranlı olarak bölünmek. 3. Parçalanarak yayılmak, ufalanmak: "Kentin eski merkezindeki evler kendiliğinden yıkılıyor, bahçe duvarları dökülüp dağılıyordu." -A. Kutlu. 4. Karışık duruma gelmek, düzeni bozulmak: Oda dağıldı. "Siyah saçları hare hare suyun yüzüne dağıldı." -C. Uçuk. 5. mec. Birliği, beraberliği bozulmak: Golü yiyince takım dağıldı. Babanın ölümünden sonra aile dağıldı. mec. Bir topluluğun, kuruluşun varlığı son bulmak, fesholunmak, münfesih olmak. mec. Yavaş yavaş kaybolmak, yok olmak: "Ona ne zaman rastlasanız, içiniz açılır, efkârınız dağılır." -H. Taner.
dağınık, -ğı sf. 1. Geniş bir alana yayılmış olan. 2. Bir arada olmayan, birbiriyle bağlantısız. 3. Düzeni bozuk, düzensiz, karışık: "Kadın yatağın içinde saçları dağınık, dimdik oturuyordu." -P. Safa. 4. Hoş görünmeyen, uyumsuz: "Bağırarak konuşmaktan hoşlanmaz, dağınık kıyafetle, kocasına bile görünmez bir kadın." -M. Ş. Esendal. 5. mec. Düşüncelerini toparlayamayan: Şu anda kafam çok dağınık.
→ dağınık gözenek, dağınık ışık
dağınıkça sf. (dağını'kça) Biraz dağılmış, dağınık gibi: "İçerisi biraz dağınıkça fakat insana sükûnet veren bir yerdi." -C. Uçuk.
dağınık gözenek, -ği is. Ağaç başkesitindeki gözeneklerin dengeli düzende dağılım gösterme durumu.
dağınık ışık, -ğı is. sin. ve TV Bir sahnenin genel olarak aydınlanmasını sağlayan veya sahnenin aydınlanma derecesini artırmakta kullanılan ışık.
dağınıklık, -ğı is. Dağınık olma durumu.
dağıntı is. Karışık, gelişigüzel atılmış öteberi.
Dağıstanlı öz. is. Kuzeydoğu Kafkasya'daki Dağıstan Federe Cumhuriyeti halkından olan kimse.
dağıtıcı is. 1. Mektup, gazete vb. şeyleri dolaşarak dağıtan kimse, müvezzi. 2. tek. Motorlarda yüksek gerilimli akımı çalışma sırasına göre bujilere yayıp gönderen aygıt, distribütör.
dağıtıcılık, -ğı is. Dağıtma işi: Kitap dağıtıcılığı.
dağıtık, -ğı sf. Kendinden geçmiş, sarhoş: Polis, dağıtık gazino müşterisini derdest edip götürdü.
dağıtılma is. Dağıtılmak işi.
dağıtılmak (nsz) Dağıtma işi yapılmak, tevzi edilmek: "Dışarıda, bahçede, meydanda bekleyen mektep çocuklarına birer külah şeker dağıtıldı." -Y. K. Beyatlı.
dağıtım is. 1. Dağıtma işi, tevzi: Kitap dağıtımı. 2, Bir merkezden çeşitli yerlere gönderme işi: Gaz dağıtımı.
→ dağıtım bürosu, dağıtımevi
dağıtım bürosu is. Dağıtım işinin yapıldığı büro.
dağıtımcı is. Dağıtım işiyle uğraşan kimse veya kuruluş.
dağıtımcılık, -ğı is. Dağıtımcının işi, distribütörlük.
dağıtımevi is. Dağıtım işiyle uğraşan kuruluş merkezi.
dağıtış is. Dağıtma işi veya biçimi.
dağıtma is. Dağıtmak işi, tevzi etme.
dağıtmak (-i) 1. Toplu durumda bulunanları birbirinden uzaklaştırmak veya ayırmak: "Düşman ordusunu çil yavrusu gibi dağıtırlardı. " -Y. K. Beyatlı. 2. Belli bir orana göre bölüştürmek, pay etmek, tevzi etmek: "Muhacir kümeleri arasında ekmek dağıtmakla uğraşan yaşlıca bir adama seslendi." -P. Safa. 3. Herhangi bir şeyi ayrı ayrı kimselere vermek. 4. Bir şeyin veya bir yerin düzenini bozmak: Odayı dağıtmak. Kâğıtları dağıtmak. 5. Güçlü bir vuruşla büyük bir zarara yol açmak: Bir yumrukta beynini dağıttı. 6. İletmek, ulaştırmak: "Selamlar dağıtarak telaşsız ve yorgun bana doğru yürüyordu." -R. H. Karay. 7. mec. Bir topluluğun varlığına son vermek, feshetmek: Kooperatifi dağıttılar. 8. mec. Kurulu bir düzeni bozmak. 9. mec. Etkisini, gücünü azaltmak, gidermek. 10. mec. Kendinden geçmek. 11. argo Değişik sebeplerle kendini koyvermek, beklenmedik '" davranışlarda bulunmak.
daği is. (da:ği:) T. dağ + Ar. -ı müz. Dağlık bölgelerde söylenen türkülerin makamı.
dağ iklimi is. coğ. Sert, kuru ve soğuk havanın hâkim olduğu iklim türü.
dağ ispinozu is. zool. Sırtı kara benekli, karnı beyaz, erkeğinin gerdanı portakal renginde, ağaçlık yerlerde yaşayan İspinozgillerden bir kuş.
dağ kavağı is. bot. Titrek kavak.
dağ keçisi is. zool. Boynuzlugiller familyasından, ufak sürüler hâlinde yaşayan, çok çevik bir antilop türü, elik (Rupicapra tragus).
dağ kestanesi is. bot. Amerika'nın sıcak bölgelerinde yetişen sert yapılı ağaç ve bu ağacın meyvesi (Sloane berteriana).
dağ kırlangıcı is. zool. Çobanaldatan.
dağ kolu is. coğ. Sıradağlardan her iki yöne doğru uzanan dağ sırtı.
dağ koyunu is. zool. Yabani koyun. dağ köyü is. Dağlık yerlerde kurulmuş yerleşim yeri.
dağlağı is. esk Dağlama aracı.
dağ lalesi is. bot. Düğün çiçeğigillerden, mor renkli, çan biçimli tüylü çiçekleri olan otsu bir bitki, anemon (Anemone vulgaris).
dağlama is. Dağlamak işi.
→ dağlama resim
dağlamak (-i) 1. Kızgın bir demirle hayvan derisine damga vurmak. 2. Akan kanı dindirmek veya hasta bölümleri ortadan kaldırmak için vücudun bir yerini kızdırılmış bir metal araçla yakmak: "Kızgın maşa demirini al da kollarını dağla dese, dağlayacakmışım." -O. C. Kaygılı. 3. mec. Çok sıcak, soğuk veya acı, bir şey, yakmak: Soğuk yüzünü dağladı. Biber ağzını dağladı. 4. mec. Acısı yüreğine işlemek.
dağlama resim, -smi is. Tahta üzerine kızgın demirle yapılan bir tür resim, yakma resim, pirogravür.
dağlanış is. Dağlanma işi veya biçimi.
dağlanma is. Dağlanmak işi.
dağlanmak (nsz) Dağlama işine konu olmak.
dağlar anası is. Dağ anası.
dağlatış is. Dağlatma işi veya biçimi.
dağlatma is. Dağlatmak işi.
dağlatmak (-i, -e) Dağlama işini yaptırmak.
dağlayış is. Dağlama işi veya biçimi.
dağlı (I) sf. 1. Dağlık bölge halkından olan. 2. Dağa ait. 3. mec. Kaba saba, görgüsüz: "Batıl itikatlara inanmış, dağlı, cahil bir kızcağızdı." -R. H. Karay.
→ karadağlı
dağlı (II) sf. Dağlanmış olan: "Yaralılara su ne ise, yüreği dağlı Müslümanlara da varlığın odur." -R. E. Ünaydın.
dağlıç, -cı is. zool. Kıvırcık koç ile Karaman koyununun birleşmesinden doğan melez koyun.
dağlık, -ğı sf. Birçok dağın bulunduğu, dağlarla kaplı (bölge).
dağ merası is. Dağlar arasında hayvan otlatmaya elverişli bölge, dağ otlağı.
dağ nanesi is. bot. Yüksekliği 20-50 cm arasında olan, sık beyaz tüylü, kuvvetli nane kokulu, çok yıllık ve otsu bir bitki (Cyclotrichium niveum).
dağ oluşu is. jeol. Yer kabuğunun belli yerlerinde kıvrılma, kırılma ve yükselme olayları sonucu dağların oluşunu inceleyen bilim kolu, orojeni.
dağ otlağı is. Dağ merası.
dağ reyhanı is. bot. Anık (II).
dağ serçesi is. zool. Serçegillerden, orman ve bahçelerde yaşayan sırtı kahverengi, karnı kül rengi ve beyaz olan bir tür serçe, ağaç serçesi (Passer montanus).
dağ servisi is. bot. Sedir (II).
dağ sıçanı is. zool. Kemiriciler takımının sincapgiller familyasından, postu beğenilen bir memeli türü (Marmota marmota).
dağ taş is. 1. Şehir dışındaki her yer. 2. zf. mec. Çok fazla: Ürün dağ taş yığıldı.
dağ tavuğu is. zool. Çil (I).
dağ topu is. ask. esk. Katır sırtında taşman küçük top.
dah ünl. Deh. dah etmek sürmek, yürütmek: Hayvanına dah edip yola koyuldu.
daha zf. 1. Şimdiye kadar, henüz: Daha kimse gelmemiş. Daha bir saat olmadı. 2. Var olana, elde bulunana ek olarak, olana katarak: "Bir kızım daha olsaydı, adını Meliha koyardım." -P. Safa. 3. Kendisinden sonra üçüncü kişi iyelik eki alan bir sıfatla birlikte sözü edilen konuda en önemli durumu belirtmek için kullanılan bir söz: Daha kötüsü treni de kaçırdık. 4. Bundan başka, bunun dışında: "Daha çiçekleri de sulayacağım." -H. Taner, daha da karşılaştırma derecesini vurgular: "Daha da önemlisi sıkılganlığını unutturacaktı ona." -N. Cumalı. daha iyisi can sağlığı "bulunabileceklerin en iyisi oldu" anlamında kullanılan bir söz: "Tertemiz, sıcacık bir oda. Daha iyisi can sağlığı." -A. İlhan, daha neler! "hiç öyle şey olur mu?" anlamında kullanılan bir söz.
→ daha bir, daha daha, az daha, bir daha
daha bir sf. Değişik, farklı.
daha daha zf. Başka başka, daha başka.
dahası is. Fazlası, ilavesi, dahası var bir konuda bilinmesi gereken başka şeyler de olduğunu anlatmak için kullanılan bir söz: "Dahası var fakat dahasını siz merak edip arayın, bulun." -B. R. Eyuboğlu.
dahdah is. bk. dehdeh.
dahi bağ. esk. 1. Da, de: Ben dahi gideceğim. 2. Bile: Artık gelse dahi beni bulamaz.
dâhi is. (da:hi:) Ar. dâhi Olağanüstü yeteneği ve yaratıcı gücü olan kimse, deha: "Atatürk, bilmek için öğrenmiş olmaya ihtiyacı olmayan dâhiler soyundandı." -H. Taner.
dâhice zf. (da:hi: 'ce) Dâhiye yakışır biçimde, dahiyane.
dahil, -hli is. Ar. dahi esk. Bir işe karışmış olma, karışma, (bir işte) dahli olmak bir işe karışmış olmak, bir işte parmağı olmak: "Yok, paşa kardeş, bu zaferde benim dahlim yok." F. F. Tülbentçi.
dâhil is. (da:hil) Ar. dâhil 1. İç, içeri: "Bütün bu şeraitten daha elim ve daha vahim olmak üzere memleketin dâhilinde iktidara sahip olanlar..." -Atatürk. 2. zf. İçinde, ... ile birlikte: "Bütün bu insanlar, amcası dâhil tiyatroda perdenin açılmasını bekler gibidir." -T. Buğra, dâhil etmek içine almak, katmak. (bir şeye) dâhil olmak katılmak, girmek veya içinde olmak: Oyuna biz de dâhil olduk.
dâhilen zf. (daı'hilen) Ar. dâhilen İçeriden, içten.
dahilî sf. (da:hili:) Ar. dâhili İçle ilgili: "Darülbedayi kısmım ve bu kısmın dahilî şekil ve manzarasını anlatmalıyım." -H. F. Ozansoy.
→ dahilî deniz, dahilî harp, dahilî nizamname, dahilî talimatname
dahilî deniz is. coğ. esk. İç deniz.
dahilî harp, -bi is. ask. esk. îç savaş.
dâhilik, -ği is. (da:hi:lik) Dâhi olma durumu, deha.
dahilî nizamname is. huk. esk. İç tüzük.
dahilî talimatname is. esk. İç yönetmelik.
dâhiliye is. (da:fiiliye) Ar. dâhiliyye esk. 1. Devlet yönetiminde iç işleri: "Dâhiliye nezaretine yazarlar, orası lazım gelen, muameleyi yapar." -A. Gündüz. 2. tıp. Hastanenin iç hastalıklarıyla ilgili bölümü: "Dâhiliye hemşiresi size yardım edecektir." -C. Uçuk. 3. tıp Vücudun iç hastalıklarıyla ilgili hekimlik kolu.
→ dâhiliye mütehassısı, dâhiliye subayı
dâhiliyeci is. İç hastalıkları uzmanı.
dâhiliye mütehassısı is. tıp İç hastalıkları uzmanı.
dâhiliye subayı is. ask. Askerî okul, askerî hastane vb. kuruluşlarda iç yönetimde görevli subay.
dâhiyane zf. (da:'hi:ya:ne) Ar. dâhi + Far. -âne esk. Dâhice.
dahletme is. Dahletmek işi.
dahletmek, -der (-e) Ar. dahi + T. etmek esk. 1. Sataşmak: "Dahleden dinimize bari Müselman olsa." -Bahai. 2. Karışmak, burnunu sokmak.
daim sf (da:im) Ar. dâ 'im esk 1. Sürekli, sonsuz. 2. zf. Daima, daim etmek (veya eylemek) sürekli kılmak, daim olmak süre durmak, sürüp gitmek, devam etmek.
→ devridaim, her daim
daima zf. (da:ima) Ar. dâ'imâ Her vakit, sürekli olarak: "Onlar daima bir macera ararlar." -Ö. Seyfettin.
daimî sf. (da:imi:) Ar. dâ'imı Sürekli: "Romanyalılar ve Macarlarla harp daimî bir hâl almıştır." -F. R. Atay.
dair sf (da:ir) Ar. dâ'ir Bir konu üzerine olan, üzerine, konusunda, ... ile ilgili, üstüne: "Yarına kadar sarhoşluğu geçer, ben de sarhoş olmadığına dair rapor veririm." -A. Gündüz.
daire is. (da:ire) Ar. dâ'ire 1. Bir yapının konut olarak kullanılan bölümlerinden her biri, kat: "Bu koskoca binanın, pasajın arka tarafında bir kısım daireleri ayrıca kiraya verilmiş." -H. F. Ozansoy. 2. Belirli devlet işlerini çevirmekle görevli kuruluşlardan her biri: "Eskiden hem bir dairede beraber bulunmuşlar hem de silah arkadaşlığı etmişlerdi." -R, H. Karay. 3. Bu kuruluşların içinde çalıştıkları yapı. 4. Bir yapı veya gemide belli bir işe ayrılmış bölüm: "Yemeği, selamlık dairesinin üst katındaki yemek salonunda yediler." -M. Ş. Esendal. 5. mec. Soyut kavramlarda belli sınır, ölçü: Mantık dairesinde konuşmak. 6. mat. Bir çemberin içinde kalan düzlem parçası. 7. müz. Saz takımında usul vurmaya yarayan tef.
→ daire kesmesi, daire parçası, dubleks daire, fasit daire, uçan daire, yarım daîre, arz dairesi, askerlik dairesi, enlem dairesi, hareket dairesi, harp dairesi, istihbarat dairesi, kalorifer dairesi, kaza dairesi, kazan dairesi, lojistik dairesi, meridyen dairesi, saat dairesi, vergi dairesi
daire kesmesi is. geom. Bir dairenin iki yarı çapı ile aralarındaki yayın çevrelediği alan.
daireli sf. Dairesi olan: "Katları dörder odalı, bir mutfak, bir sofa dört daireli bir apartmana sahibiz." -S. F. Abasıyanık.
daire parçası is. geom. Bir dairenin kirişi ile o kirişin yayı arasında kalan parça.
dairesel sf. 1. Daire ile ilgili. 2. Daire biçiminde olan, dairevi.
dairesiz sf. Dairesi olmayan.
dairevi sf (da:irevi:) Ar. da 'irevi Dairesel.
dakik sf. (daki:k) Ar. dakik 1. Düzenli işleyen, aksamayan. 2. mec. Zamanı kullanmada çok dikkatli olan, her şeyi zamanında yapmaya özen gösteren.
dakika is. (daki:ka) Ar. dakika 1. Bir saatlik zamanın altmışta biri: "On dakika bir mecliste insanların susması korkunç bir şeydir." -S. F. Abasıyanık. 2. An, zaman: "Bundan sonra sizi her dakika arayacağım." -C Uçuk. 3. mat. Bir derecenin altmışta biri. dakikası dakikasına tam zamanında: "Boğaz'da, geçen vapurlara bakıp zamanı bazen dakikası dakikasına kestirmek mümkündür." -H. Taner, dakikası dakikasına uymaz her an başka bir ruh durumu gösterir.
dakikane zf. (daki:ka:ne) Ar. dakik + Far. -üne esk. 1. Tam zamanında, dakik olarak. 2. Sadık bir biçimde: "Köpek asırlarca onlara dakikane hizmet etti." -Ö. Seyfettin.
dakikasında zf. Çabucak.
daktilo is. (da'ktilo) Fr. dactylo 1. Yazı makinesi. 2. Yazı makinesi İle yazmayı meslek edinen kimse: "Bir daktilonun ille hanende olması şart değildir." -H. Taner, daktilo etmek yazı makinesiyle yazmak.
→ daktilo kâğıdı, daktilo makinesi, daktilo masası, daktilo şeridi, elektrikli daktilo
daktilograf is. Fr. dactylographe Yazı makinesi ile yazı yazan kimse, daktilo.
daktilografi is. Fr. dactylographie Yazı makinesi ile yazı yazma işi.
daktilo kâğıdı is. Daktilo yazıları için kullanılan kâğıt.
daktiloluk, -ğu is. Daktilo olma durumu.
daktilo makinesi is. Yazı makinesi.
daktilo masası is. Üzerinde daktilo İle yazı yazılan özel masa.
daktiloskopi is. Fr. dactyloscopie Parmak izine dayanarak kimlik belirleme yöntemi.
daktilo şeridi is. Daktilodaki harflerin kâğıt üzerine yazılmasını sağlayan karbonlu şerit.
daktilotekni is. Fr. dactylo + technie Suçlunun parmak izlerini belirlemeye, kimliğini araştırıp bulmaya yarayan yöntemlerin bütünü.
dal (I) is. 1. Ağacın gövdesinden ayrılan kollardan her biri: "Cılız dallar, yeşili fersiz, tırnak kadar yapraklar!" -T. Buğra. 2. Kol, bölüm, branş. 3. biy. Canlıların bölümlenmesinde, sınıfların bir araya gelmesiyle oluşan birlik, şube. dal budak salmak 1) karmaşık bir biçimde yayılıp genişlemek: "Samimiyetimizin her köşesinde heybetli çınarlar gibi dal budak salmıştı." -O. S. Orhon. 2) soy yönünden genişleyip yayılmak. dal gibi ince uzun yapılı: "Dal gibi bir vücut üzerinde dev gibi bir baş!" -Y. Z. Ortaç, dal gibi kalmak vücudu çok zayıflamak. dalları basmak ağaçta dalları eğecek kadar çok meyve olmak.
→ dalfidan, dalkıran, dalkurutan, ana dal, yan dal, ana bilim dalı, harmandalı, zeytin dah
dal (II) is. hlk. 1. Arka, sırt. 2. Kol. 3. Omuz: "Belikler dalına dökülür gelir / İnce bel üstüne sal ala gözlüm." -Halk türküsü. 4. Boyun, ense. dal vermek dayanmak, yaslanmak. (birinin) dalına basmak hoşlanmadığı şeyleri yaparak birini kızdırmak: "Efendi aksi mi? -Pek dalına basmazsan kuzu gibi bir adamdır." -R. N. Güntekin. dalına binmek bir kimseye bir iş yaptırmak için asılmak, musallat olmak, sıkıştırmak.
→ ana dal, doruk dal
dal (III) sf. Çıplak, yalın: Dalkılıç. Daltaban.
→ dalfes, dalkılıç, daltaban, daluyku, dalyarak
dal (IV) sf. hlk. Zaman belirten kelimelerin başına getirildiğinde kelimenin anlamını güçlendirir.
→ dalgündüz, dalöğle
dalak, -ğı is. 1. anat. Midenin arkasında, diyaframın altında, sol böbreğin üstünde, yassı, uzunca, akyuvar üreten ve yıpranmış alyuvarları toplayan, damarlı, gevşek bir dokudan oluşmuş organ. 2. zool. Omurgalı hayvanlarda lenf bezine benzeyen ve kan damarları çok olan bir organ. 3. Tekerlek biçimindeki kaşar peyniri. 4. hlk. Bal peteği. dalak kestirmek hlk. sıtmadan büyümüş dalağı eski bir yöntemle tedavi ettirmek.
→ dalak otu, dağ dalak otu, tüylü dalak otu, arı dalağı
dalak otu is. bot. Ballıbabagillerden, Akdeniz çevresinde kuru yerlerde yetiştirilen, yüz kadar türü bulunan, güçlendirici, uyarıcı ve yara sağaltıcı olarak kullanılan otsu veya odunsu bitki, duvar sedefi (Teucrium chamaedrys).
dalalet is. (dalâdet) Ar. dalâlet esk. Sapınç, sapkınlık, doğru yoldan ayrılma: "Dalalete kapılmış olmalarından korkarım." -T. Buğra. dalalete düşmek doğru yoldan ayrılmak, sapkınlık etmek.
dalama is. Dalamak işi.
dalamak (-i) 1. Köpek, kurt vb. hayvanlar dişlemek, ısırmak: "Köpek mi daladı seni?" -H. R. Gürpınar. 2. Zehirli böcek, ısırgan otu, sert kumaş dokunarak teni acıtmak veya kaşındırmak.
dalan is. mim. 1. Lobi. 2. hlk. Biçim, şekil.
dalancı is. Lobici.
dalancılık, -ğı is. Dalancının işi veya mesleği.
dalaş is. Kavga, gürültülü bağrışıp çağrışma.
→ ağız dalaşı, dil dalaşı, it dalaşı, söz dalaşı
dalaşma is. Dalaşmak işi veya durumu, dalaş: "Hoşgörüden ve uzlaşma yeteneğinden yoksun bulunanlar ve dalaşmaya hazır olanlar da asıl bunlardır." -H. Taner.
dalaşmak (nsz, -le) 1. Köpekler boğuşup birbirini ısırmak. 2. mec. Ağız kavgası etmek: "Günün birinde hain bir kedi bir kuyruk parçasını kapıp kaçmış, o da bunun için günlerce karısıyla dalaşmış," -R. N. Güntekin.
dalavere is. it. il dare e l'avere tkz. Yalan dolanla gizlice görülen kötü iş, gizli oyun: "Gümrük dalaveresini bilmediğim için tüccar yanına giremedim." -P. Safa. dalavere çevirmek (veya döndürmek) yalan dolanla gizlice kötü iş görmek: "Beyefendi dalaveresini döndüreceği yerleri adamlarından hiç kimseye söylemedi." -Ö. Seyfettin.
→ alavere dalavere
dalavereci is. Çıkarı için hileye başvuran kimse, aferist.
dalaverecilik, -ği is. Dalavereci olma durumu.
dalay lama is. Tibetçe'den Lamaların (II) en büyüğü.
dalbastı is. hlk. Bir tür İri, aşılı kiraz.
dalcık, -ğı is. bot. Ana dalın kollarından her biri, küçük dal.
daldalanma is. Daldalanmak işi.
daldalanmak (-e) hlk. Gölgeli yere saklanmak: "Daldalan daldalan daldan aşağı / Saçları dökülür belden aşağı." -Halk türküsü.
daldan dala zf. Oradan oraya, düzensiz, kararsız bir biçimde, daldan dala konmak sık sık iş, konu veya düşünce değiştirmek: "Çalı kuşu gibi daldan dala konan kararsız bir çocuktu." -H. R. Gürpınar.
daldırılma is. Daldırılmak işi.
daldırılmak (-e) Daldırma işine konu olmak.
daldırış is. Daldırma işi veya biçimi.
daldırma (I) is. 1. Daldırmak işi, 2. Bir dalı gövdeden ayırmadan toprağa gömerek köklenmesini sağlama yolu. 3. Bu yolla daldırılan dal.
daldırma (II) is. Cam veya seramikten yapılmış bir çeşit kulplu kap.
daldırmak (-i, -e) 1. Dalma işini yaptırmak, dalmasına sebep olmak: "İnce parmaklarını kocasının saçlarına daldırarak yumuşak bir sesle yalvardı." -P. Safa. 2. mec. Dalmak.
daldırtma is. Daldırtmak işi.
daldırtmak (-i) Daldırmasını sağlamak.
daldız is. hlk. 1. Marangozların kullandığı ağaç oymaya yarayan oluklu demir alet. 2. Ağaçtan oyulmuş arı kovanı. 3. Ağaçtan oyulmuş yayık. 4. Petekten bal almak için kullanılan demir kepçe, demir bıçak.
dalfes is. esk. Üstünde sarık bulunmayan, sarıksız fes.
dalfidan is. Taze ve yeni fidan.
→ dalfidan boylu
dallıdan boylu sf. İnce, uzun ve yeni dal gibi boyu olan: Hepsi de gencecik dalfidan boylu ikişer üçer kız çıktı." -M. N. Sepetçioğlu.
dalga is. 1. Deniz veya göl gibi geniş su yüzeylerinde genellikle rüzgâr, deprem vb.nin etkisiyle oluşan kıvrımlı hareket: "Rıhtıma vuran dalgaların temposu da, içimdeki ölçüye uyuyor." -H. Taner. 2. Sıcak, soğuk, moda için belli bir süre etkili olan dönem: Sıcak dalgası. Aerobik dalgası. 3. Bir yüzeydeki kıvrım: "Geniş dalgalarla uzanıp giden ovaların yüzünde ne bir köy görünüyor ne de ufacık olsun bir ağaç." -M. Ş. Esendal. 4. Saçların kıvrım genişliği. 5. argo Gizli iş, dalavere: "Film çevirme dalgasıyla para kazanıyorlardı." -S. F. Abasıyanık. 6. argo Esrar, eroin vb. uyuşturucu maddelerin verdiği keyif durumu. 7. argo Dalgınlık. 8. argo Geçici sevgili. 9. argo Geçici aşk ilişkisi. 10. fiz. Titreşimin bir ortam içinde yayılma hareketi: "Kısık sesinin her dalgası içimi korkunç bir acıyla tırmalıyor." -H. E. Adıvar. dalga geçmek argo 1) üzerinde durulması gereken işle ilgilenmeyerek başka şeyler düşünmek veya yapmak: Dersini çalış, dalga geçme. 2) eğlenmek, alay etmek: "İki delikanlı dalga geçip otururlarken kapı yeniden sürüldü." -M. Ş. Esendal. 3) geçici sevgi İlişkisi kurmak, gönül eğlendirmek, dalga saymak 1) boş ve aylak durmak; 2) yersiz ve gereksiz şeylerle uğraşmak, dalgasına taş atmak işini bozmak, keyfini kaçırmak, dalgasını taşlamak birinin İşini bozmak, dalgaya düşmek (veya gelmek) argo yanılmak, dalgınlıkla unutmak, dalgaya getirmek argo dalgınlığından yararlanarak birini kandırmak. dalgayı başa almak gemi veya sandalın başını dalgaların geldiği yöne çevirmek.
→ dalga bandı, dalga boyu, dalga çukuru, dalga dalga, dalga genliği, dalga hızı, dalgakıran, dalga kuşağı, dalga oyuğu, dalgaölçer, dalga periyodu, dalga sırtı, dalga tepesi, dalga uzunluğu, dalga yüksekliği, büyük dalga, çok kısa dalga, duraklı dalga, kararlı dalga, kısa dalga, küçük dalga, mikrodalga, orta dalga, ölü dalga, soğuk damga, uzun dalga, yeni dalga, yeşil dalga, elektromanyetik dalgalar, ses dalgaları, deprem dalgası, sıcak dalgası, soğuk dalgası
dalga bandı is. fiz. Hem radyo hem de optik dalgaları kapsayan bant.
dalga boyu is. coğ. 1. Yan yana iki dalga sırtı arasında kalan ve uzunluğu yerine göre birkaç metreden birkaç yüz metreye kadar ulaşabilen yatay uzaklık. 2. fiz. Devirli hareketlerde bir devir içindeki hareketin yayıldığı uzaklık: Kırmızı ışığın dalga boyu (boşlukta veya havada) 0.7 mikrondur.
dalgacı sf. İşine gereken önem ve dikkati göstermeyen (kimse): "Pek dalgacı görünüyor, saçmalayacağa benziyordu." -P. Safa. dalgacı Mahmut yapılması gerekli bir işi benimsemeyen, kaytancı.
dalgacık, -ğı is. Küçük dalga: "İki tarafa köpükler saçan tekne, dalgacıklar üzerinden atlıyor." -F. F. Tülbentçi.
dalgacılık, -ğı is. Dalgacı olma durumu, kaytarıcılık.
dalga çukuru is. coğ. Birbiri ardından gelen iki dalga arasında oluşan çukur bölge.
dalga dalga sf. 1. Kıvrımlı (saç). 2. zf Açıklı koyulu: Bu badana dalga dalga olmuş. 3. zf. Düzgün olmayan, alçaklı yüksekli bir biçimde: "Saçlar, vücut Öldükten sonra da bir zaman canlı bir parlaklıkla dalga dalga büyümekte devam ederler." -R. N. Güntekin.
dalga genliği is. fiz. Dalganın en yüksek noktası ile sıfır noktası arasındaki nicelik.
dalga hızı is. coğ. Dalga boyunun dalga periyoduna oranı.
dalgakıran is. den. Kıyıdaki yapılan, tekneleri, dalgaların yıpratıcı etkisinden korumak veya gemilerin yük alıp boşaltmasını sağlamak amacıyla liman ve iskele önlerine yapılan uzun set: "Limanın dalgakıranı ucundaki deniz fenerine doğru ilerledim." -N. Cumalı.
dalga kuşağı is. fiz. Aynı frekansı içeren dalgalar bütünlüğü.
dalgalandırıcı is. Bir sıvıyı veya ortamı dalgalanmaya sürükleyici.
dalgalandırış is. Dalgalandırma işi veya biçimi.
dalgalandırma is. Dalgalandırmak işi.
dalgalandırmak (-i) Dalgalı duruma getirmek.
dalgalanış is. Dalgalanma işi veya biçimi: "Yemekte fazla şarap içmiş olduğunu hissettim; bir dalgalanış, sesini parlatıp söndürüyordu. " -P. Safa.
dalgalanma is. 1. Dalgalanmak işi. 2. ekon. Mal fiyatlarının türlü sebeplerle inişi veya çıkışı. 3. mec. Bir toplumda uyumsuzluktan doğan karışıklık. 4. sp. Koşu duruşunda, dizlerin hafif bükülmesinden ve kolların gevşek olarak öne yukarı doğru kaldırılmasından sonra, dizlerin gerilerek gövdenin doğrulmasıyla vücudun diz, kalça, bel, sırt, baş ve kollarda geliştirdiği bir dalga hareketi. dalgalanmaya bırakmak 1) ekon. paranın gerçek değerini bulması için girişimde bulunmadan beklemek; 2) mec. bir konu için girişimde bulunmadan beklemek.
dalgalanmak (nsz) 1. Üzerinde dalga oluşmak: "Yüzünde belli belirsiz bir pembelik dalgalanmıştı." -H. Taner. 2. Renk, ton değiştirmek. 3. mec. Hareketli olmak, kıpırdamak: "Yolun kenarlarında eğrelti otları tilki kürkü gibi dalgalanıyordu." -S. F. Abasıyanık.
dalgalı sf. 1. Dalgası olan: Dalgalı deniz. 2. Dalga dalga görünen: Dalgalı kumaş. 3. Kıvrımlı (saç): "Dalgalı ipek saçlı başı kardeşinin göğsüne sokuldu." -C. Uçuk. 4. Açıklı koyulu (renk). 5. fiz. Belli dalga boylarını alabilen, alternatif: Üç dalgalı radyo.
→ dalgalı akım, dalgalı borçlar, dalgalı kur
dalgalı akım is. fiz. Bir çevrimde akış yönü sürekli değişen akım, alternatif akım.
→ dalgalı akım üreteci
dalgalı akım üreteci is. fiz. Dalgalı elektrik akımı veren üreteç, alternatör.
dalgalı borçlar ç. is. ekon. Devletin bir bütçe dönemi içinde gelirlerin giderleri karşılamadığı zamanlarda sağlamış olduğu kısa vadeli krediler.
dalgalı kur is. ekon. Döviz paritesinin alış ve satış değerlerinin serbest piyasa kurallarına göre Merkez Bankasımn müdahalesi olmaksızın belirlenmesi.
dalga oyuğu is. coğ. Dik kıyılarda yarın alt bölümünde bulunan, dalgaların çarparak oydukları in biçimli oyuk.
dalgaölçer is. Oluşan dalgaların yüksekliğini ve derinliğini ölçen alet.
dalga periyodu is. coğ. Dalgaların arka arkaya iki tepesinin belli bir noktadan geçiş süresi.
dalga sırtı is. coğ. Dalganın iki yanındaki çukurlar arasındaki yüksek kesimi.
dalgasız sf. Dalgası olmayan.
dalga tepesi is. Dalganın en yüksek noktası.
dalga uzunluğu is. Dalga boyu.
dalga yüksekliği is. Denizlerde dalga çukuru ile dalga tepesi arasındaki düşey mesafe.
dalgı is. hlk. Gaflet, aymazlık.
dalgıç, -cı is. 1. Deniz dibine inilebilecek özel donanımla su altında çalışmayı meslek edinen kimse, balık adam, kurbağa adam. 2. argo Başkasına ait olan bir şeyi habersiz alma huyunda olan kimse.
→ dalgıç böcekler, dalgıç elbisesi, dalgıç gözlüğü, dalgıç kuşları, dalgıç kuşu, dalgıç tüpü, tepeli dalgıç
dalgıç böcekler ç. is. zool. Sivrisinek kurtçuklarına saldırarak yok eden, durgun sularda yaşayan km kanatlılar familyası.
dalgıç elbisesi is. den. Dalgıçların su altında hareketlerini engellemeden vücutlarını çeşitli etkenlerden korumak İçin özel olarak yapılmış elbise.
dalgıç gözlüğü is. den. Su altında görmeyi sağlayan ve içine su girmeyecek biçimde yapılmış gözlük.
dalgıç kuşları ç. is. zool. Gagalan bir kılıfla örtülü, kanatları ve kuyruğu kısa, ayakları perdeli, iyi yüzen ve dalan bazı kuşları içine alan kuşlar takımı.
dalgıç kuşu is. zool. Dalgıç kuşlarından, Amerika ve Avrupa'nın kuzeyinde yaşayan bir hayvan (Colymbus glacialis).
dalgıç kuşugiller ç. is. zool. Kuşlar sınıfının dalgıç kuşları takımına giren bir familyası.
dalgıçlık, -ğı is. Dalgıcın mesleği: "Balıkçılıkta para vardır ama dalgıçlık kadar da genç işidir." -S. F. Abasıyanık.
dalgıç tüpü is. den. Dalgıçların su altında uzun süre kalmaları için solunum yapmalarını sağlayan tüp.
dalgın sf, 1. Çevresinde olup bitenleri fark edemeyecek kadar düşünceye dalan: "Kendi kendine mırıldanır gibiydi, dalgındı." -T. Buğra. 2. Dikkatini belirli bir konu üstünde toplayamayan. 3. zf. Kendinden geçmiş bir durumda: Hasta dalgın uyuyor.
→ dalgın dalgın
dalgınca zf. (dalgı'nca) Dalgın bir biçimde, dalgın olarak.
dalgın dalgın zf. Çevresiyle ilgilenmeden, düşünceli olarak: "Çocuklu dul kadın ağzım açmış, gözlerini süzmüş, dalgın dalgın Kenan'a bakıyordu."-O. C. Kaygılı.
dalgınlaşma is. Dalgınlaşmak işi.
dalgınlaşmak (nsz) Dalgın duruma gelmek: "Şinasi Halil Bey düşündükçe dalgınlaşıyor ve dalgınlaştıkça ne düşüneceğini şaşırıyordu." -M. Ş. Esendal.
dalgınlaştırma is. Dalgınlaştırmak işi.
dalgınlaştırmak (-i) Dalgın duruma getirmek: "Harap mezarlığın öyle bir hâli vardır ki, insanı ister istemez mahzun eder, dalgınlaştırır." -M. Ş. Esendal.
dalgınlık, -ğı is. 1. Dalgın olma durumu: "Kendisine bir dalgınlık ve unutkanlık gelmiş. " -P. Safa. 2. Dalgınca davranış. 3. Derin uyku durumu, dalgınlığına gelmek dalgınlık dolayısıyla fark edememek, dalgınlığına getirmek birinin dalgınlığından yararlanıp kendi isteğini gerçekleştirmek: "Bir dalgınlığına getirip dışarı kaçıyor." -M. Ş. Esendal.
dalgır is. hlk. Bir yüzeyde renk dalgalanması sonucu görülen parlaklık, meneviş, hare.
dalgündüz zf. Güpegündüz.
dalıcı is. Su altına dalan kimse veya hayvan.
dalıcılık, -ğı is. Dalıcı olma durumu.
dalınç, -cı is. 1. Kendinden geçercesine sessiz bir coşkuya dalma, istiğrak, meditasyon. 2. psikol. Günlük hayatın sıkmtılanndan sıyrılmak amacıyla bağdaş kurarak sessiz ve hareketsiz bir biçimde düşüncelerden uzaklaşma, kendini dinleme, istiğrak, meditasyon.
dalış is. 1. Dalma işi veya biçimi. 2. sp. Topu yakalamak amacıyla savunmadaki bir oyuncunun yatay olarak sıçraması, plonjon.
dalız is. anat. İç kulaktaki kemik dolambacın orta bölümü.
dalkavuk, -ğu sf. 1. Kendisine çıkar sağlayacak olanlara aşırı bir saygı ve hayranlık göstererek yaranmak isteyen (kimse), şaklaban, yağcı, yalaka: "Bunları yaparken hiçbir zaman kendini dalkavuk vaziyetine düşürmez." -R. N. Güntekin. 2. is. tor. Saraylarda devlet büyüklerini nükteli sözlerle eğlendiren kimse.
dalkavukça sf. (dalkavu'kça) 1. Dalkavuk gibi: "Zeki savcı yardımcısı, Selman'ın sözlerindeki bu alaycı tonda, daha çok başasistanı memnun etmek isteyen dalkavukça bir gayret sezinlemişti." -H. Taner. 2. zf. Dalkavuğa yakışır biçimde.
dalkavuklaşma is. Dalkavuklaşmak işi.
dalkavuklaşmak (nsz) Dalkavukça davranmaya başlamak.
dalkavukluk, -ğu is. 1. Dalkavuk olma durumu. 2. Dalkavukça davranış, şaklabanlık. dalkavukluk etmek dalkavuğa yaraşır biçimde davranmak: "Ötekiler dalkavukluk değil, âdeta benimle kavga ediyorlardı." -A. Rasim.
dalkılıç zf. Kılıcını çekmiş olarak, yalın kılıç: Süvariler dalkılıç hücuma geçtiler.
dalkıran is. 1. zool. Kabuk böcekleri familyasından, fındık ağaçlarında yaşayan km kanatlı böcek (Anisandrus dispar). 2. hlk. Şiddetli esen rüzgâr.
dalkurutan is. zool. Kabuk altındaki odun katında oyuklar açarak dişbudak sürgünlerini ve zeytin dallarını kurutan kın kanatlı böcek (Hylesinus oleiperda).
dallama is. 1. Dallamak işi. 2. sf. argo Aptal, enayi.
dallamak (-i) hlk. Budamak.
dallandırma is. Dallandırmak işi.
dallandırmak (-i) 1. Dallanmasına yol açmak. 2. mec. Bir işi, bir sorunu büyütüp karışık duruma getirmek.
dallanış is. Dallanma işi veya biçimi.
dallanma is. Dallanmak işi.
dallanmak (nsz) 1. Dal vermek. 2. mec. Yayılmak, genişlemek. 3. mec. Bir iş, bir sorun karışık, güç bir duruma girmek, (bir iş) dallanıp budaklanmak veya (bir işi) dallandırıp budaklandırmak bir iş, bir sorun büyüyerek karışık duruma gelmek (getirilmek).
dallı sf. 1. Dalları olan. 2. Üzerinde dal ve çiçek deseni bulunan (kumaş).
→ dallı budaklı, dallı güllü, bindallı, cimdallı
dallı budaklı sf. Karışık bir duruma girmiş olan, çapraşık: "Onun derdi de dallı budaklı olur." -H. Taner.
dallı güllü sf. Çok renkli, canlı: "Çevresinde dallı güllü, pırıl pırıl kılıfları içinde plaklar..."-A. İlhm.
dalma is. 1. Dalmak işi. 2. sp. Güreşçinin ayaktayken birden eğilerek rakibinin' bacaklarını kapması.
→ çift dalma
dalmak, -ar (-e) 1. Suyun içine bütün vücuduyla ve hızla girmek: "Oğlanlar denize dalıp tekneyi sağdan soldan, arkadan önden itmeyi denediler." -H. Taner. 2. Bir yerin içine girmek: "İkisi uçar gibi, kapısında koca bir telefon çam asılı dükkândan içeri daldılar." -H. Taner. 3. (nsz) Kendini bilmez duruma gelmek, kendinden geçmek: Çocuk ateşi çıkınca daldı. 4. Uyumak: "O serinlik içinde Teyfik dalmış. Uyandığı vakit güneş çoktan doğmuştu." -M. Ş. Esendal. 5. mec. Başka bir şeyle uğraşamayacak veya başka bir şeyi düşünemeyecek biçimde kendini bir şeye kaptırmak: "Yemek hazır, kitaba çok dalmışsınız, buyurunuz." -P. Safa. 6. sp. Güreşte rakibinin belden aşağı bir yerini aniden tutmak, dala çıka büyük güçlüklerle, dalıp çıkmak 1) deniz, göl vb. yerlerde suyun içinde kaybolup yeniden görünmek; 2) deniz, göl vb. içinde az süre kalmak: Biz bir dalıp çıkacağız. 3) birçok yere girmek: Nerede bulunduğu belli olmaz, her yere dalar çıkar, dalıp gitmek bir düşünce veya hayal ile bulunduğu ortamdan uzaklaşmak: "ilk geldiğimizde hava değiştirmekten olmalı, dalıp gidiyorduk." -F. R. Atay.
dalöğle is. Tam öğle zamanı.
dalsı sf 1. Dalı andıran, dala benzeyen. 2. bot. Görevi, biçimi ve durumu yaprağa benzeyen yassı (dal).
dalsız sf. Dalı olmayan.
daltaban sf. 1. Yalın ayak (kimse). 2. mec. Aşağılık, serseri.
daltonizm is. Fr. daltonisme tıp Renk körlüğü.
daluyku is. Derin uyku: "Yâr geliyor diyende, daluykudan uyandım." -Halk türküsü.
dalya (I) ünl. İt. taglia 1. Bir şey sayılırken birim olarak alınan sayıya gelindiğinde söylenen uyarma sözü: Dalya yüz! Dalya iki yüz! 2. Çocuk oyunlarında önceden belirlenen bir aşamaya gelme anında söylenen söz.
dalya (II) is. (da 'lya) bot. Yıldız çiçeği (Dahlia).
dalyan is. den. Deniz, göl ve ırmakların kıyılara yakın yerlerinde ağ ve kazıklarla oluşturulan, büyük balık avlama yeri. dalyan gibi boylu boslu: "Gidip de gelmeyen kocaları, yetişmiş dalyan gibi evlatları..." -E. E. Talu.
→ dalyan ağı, dalyan çorbası, dalyan köftesi, dalyan sepeti, dalyan tarlası, dalyan yeri
dalyan ağı is. den. Huni biçiminde oldukça dar gözlü balık ağı.
dalyancı is. 1. Dalyan sahibi olan kimse. 2. Dalyanla balık avlayan kimse.
dalyancılık, -ğı is. Dalyancı olma durumu.
dalyan çorbası is. Çeşitli taze balıklardan yapılan bol soğanlı çorba.
dalyan köftesi is. İçine bezelye, havuç ve haşlanmış yumurta konularak rulo biçiminde hazırlanan bir tür köfte.
dalyan sepeti is. den. Dalyanın denizden yana olan dip tarafındaki açıklığı kapamak için kullanılan büyük sepet.
dalyan tarlası is. den. Dalyanın, deniz içinde kurulu bulunduğu alan.
dalyan yeri is. den. Sabit veya yüzer dalyan kurmaya elverişli avlanma yeri.
dalyarak, -ğı sf. hkr. Budalalığı yüzünden her zaman densizlik eden (kimse).
dalyasan is. esk. Sarıkların omuz üzerine dökülen ucu.
dam (I) is. 1. Yapıları dış etkilerden korumak amacıyla üzerlerine yapılan çoğu kiremit kaplı bölüm: "Pencerenin Önüne geçmiş, dalgın ve hiddetli nazarlarıyla karşıki damları seyrediyordu." -E. E. Talu. 2. Üzeri toprak kaplı ev, küçük ev, köy evi: "Hekim kendisine üç ay, tam üç ay damdan dışarı çıkmaya izin vermemişti." -N. Nâzım. 3. argo Tutukevi. 4. hlk. Ahır: "At damında çocuğa çok iyi bir yer yapmıştı." -H. E. Adıvar. dam üstünde saksağan, vur beline kazmayı yersiz ve saçma sözler karşısında söylenen bir söz. dam yandı, içindeki sıçan da (birlikte) yandı "bu, büyük bir kayıp ancak eskiden yol açtığı rahatsızlık da sona erdi" anlamında kullanılan bir söz. dama çıkmak cinsel istekleri artmak. damdan çardağa atlamak hiçbir mantık bağı kurmadan konudan konuya geçmek. damdan düşer gibi (veya düşercesine) söz için birdenbire ve yersiz olarak: "Damdan düşer gibi birdenbire söyleyecek, açacak olursam itiraz eder." -M. Yesari.
→ dam aktarma, dam altı, dam koruğu, ısıdam, aş damı, domuz damı, öküz damı
dam (II) is. Fr. dame 1. Dansta kavalyenin eşi: Erkeklerin kimi damlarının elinden, kimi kolundan, kimi de hafifçe omzundan tutmuş, geliyorlardı." -Ç. Altan. 2. İskambil kâğıtlarında kız.
dama is. (da'ma) İt. dama Karelere ayrılmış zemin üzerinde on altı taşla İki kişi arasmda oynanan oyun: "Gürültüsüz oyun isterseniz gelin damaya." -M. A. Ersoy. dama demek 1) gücü kalmayarak bir işi daha ileri götüremeyecek duruma gelmek: "Konya'ya döndüğüm vakit benim motor 'dama Erol Efendi!' dedi. Kıtipiyoz bir tamirhaneye verdim." -A. Gündüz. 2) tükenmek: "Konyak şişesi dama dedi." -H. R. Gürpınar.
→ dama tahtası, dama taşı
damacana is. (damaca'na) İt. damigiana Su vb. sıvıları taşımaya yarayan, dar ağızlı, şişkin karınlı, genellikle hasır veya plastik sepet içinde korunan büyük şişe.
damacı is. Dama oyuncusu.
damak, -ğı is. anat. Ağız boşluğunun tavam, tabanı: "Şerbetin tadı damaklarına, serinliği midelerine yayılınca..." -R. H. Karay.
→ damak eteği, damak tadı, damak ünsüzü, alt damak, art damak, art damak ünsüzü, diş-damak ünsüzü, diş eti-damak ünsüzü, ön damak, ön damak ünsüzü, sert damak, yumuşak damak
damak eteği is. anat. Damağın kemiksiz ve yumuşak olan arka bölümü.
damaklı sf. Damağı olan.
→ damaklı diş, kara damaklı
damaklı diş is. Damağı ile birlikte hazırlanan takma diş.
damaksı sf. dbl. Boğumlanma noktası damakta bulunan (ses): Kişi kelimesindeki k damaksı bir sestir.
damaksıl sf. dbl. Damakla ilgili.
damaksıllaşma is. Damaksıllaşmak işi.
damaksıllaşmak (nsz) dbl. Bir kelimede art damaktan çıkan bir ünsüz veya kalın bir ünlü ön damağa kayıp yumuşamak ve incelmek: Yana > yine, alma > elma gibi.
damaksıllaştırma is. Damaksıllaştırmak işi.
damaksıllaştırmak (-i) dbl. Bir fonemin boğumlanma noktasını sert damağa doğru kaydırmak.
damaksız sf. 1. Damağı olmayan. 2. is. Sivri uçlu balıkçı iğnesi. 3. mec. Tat alma duyusu zayıflamış olan veya bu duyuyu tamamen yitirmiş olan (kimse).
damak tadı is. Yiyeceklerden alınan lezzet.
dam aktarma is. Damın kiremitlerini elden geçirip kırıklarını değiştirme.
damak ünsüzü is. dbl. Dil sırtı yardımı ile ön damakta veya art damakta oluşan ses: g, k, n.
damalı sf. Üstünde kareler bulunan: "Damalı bir eteklik, açık mavi kapalı bir yün kazak giymişti." -N. Cumalı.
dam altı is. Barınılacak, sığınılacak yer.
damar is. 1. anat. Canlı varlıklarda kanın veya besleyici sıvıların dolaştığı kanal: "Alnında ve şakaklarında şişen damarlar ağrıyordu. " -P. Safa. 2. Mermerde, bazı taşlarda ve tahta kesitlerinde renk ayrılığı gösteren dalgalı çizgi. 3. Başka türden katmanların arasında bulunan sıvı, maden veya mineral katmanı: Zengin bir altın damarı. 4. mec. Soy, yaradılış. 5. mec. Huy, mizaç: Cimrilik damarı. Şairlik damarı. 6. bot. İçinde ongun besi suyunun dolaştığı odunsu dokudan boru. 7. zool. Böceklerde kanat zarını dik tutmaya yarayan organ, damardan girmek argo karşısındaki kişiyi en fazla etkileyebilecek noktadan konuya girmek, damarı (veya damarları) kabarmak bir huy veya duygu güçlü bir biçimde ortaya çıkmak: "Birden nasihat damarlarının kabardığını duydu." -Ö. Seyfettin, damarı kurusun birinin huysuzluğuna öfkelenildiğinde söylenen bir ilenme sözü. damarı tutmak kötü huyu, aksiliği depreşmek, inatlaşmak: "Tutarsa onun bir damarı, yıkar adamın başına çadırı." -O. C. Kaygılı, damarına basmak birini, duyarlı olduğu bir konuda kızdırmak: "En ufak şeye kızan insanın damarına basarlar." -P. Safa. damarına çekmek soyunun özelliklerini taşımak, (birinin) damarına girmek birinin hoşlanacağı şeyler yaparak kendisini ona sevdirmek, damarına (veya damarlarına) işlemek kötü bir huy, vazgeçilmez bir biçimde yerleşmek, (birinin) damarını bulmak hoşlanabileceği biçimde davranıp uysallığını sağlamak.
→ damar aktarma, damar damar, damardaraltan, damargenişleten, damar sertliği, damar tabaka, damar tıkanıklığı, ana toplardamar, atardamar, büyük atardamar, halkalı damar, kılcal damar, orta damar, toplardamar, damarı bozuk, bilek damarı, can damarı, gazel damarı, korku damarı, maden damarı, su damarı, şah damarı, iletken damarlar
damar aktarma is. tıp Vücudun bir yerinden alınan daman tıkanmış damarın yerine koymak suretiyle yapılan tedavi, baypas.
damarcık, -ğı is. anat. Küçük damar.
damar damar sf. 1. Çok damarlı. 2. Katmanlı.
damardaraltan sf. fizy. Damarların kas tabakasını büzerek kanın dolaşımını çabuklaştıran veya düzenleyen (sinir, madde).
damargenişleten sf fizy. Damarların kas tabakasını gevşeterek çapını büyüten (sinir, madde).
damarı bozuk, -ğu sf. Huysuz, sinirli, aksi, geçimsiz (kimse), damarsız.
damarlandırma is. tıp Damarları yetersiz olan bir organa yeni damarlar eklemeyi amaçlayan ameliyat.
damarlanma is. tıp Bir organın, bir bölgenin damarlarının belirginleşmesi durumu: Elin damarlanması.
damarlanmak (nsz) Damarlı duruma gelmek.
damarlı sf. 1. Damarı olan: Damarlı mermer. 2. Daman gözle görülecek kadar kabarmış olan: Damarlı el.
damar sertliği is. tıp Atardamar iç yüzeyinde yaşlanma, yıpranma, kireçlenme sebebiyle ortaya çıkan kan dolaşımı güçlüğü ve kan basıncının artması hastalığı: "Üstüne üstlük damar sertliği de yapışmamış mı zavallının yakasına? " -H. Taner.
damarsız sf. 1. Damarı olmayan. 2. mec. Damarı bozuk.
damar tabaka is. anat. İnce kan damarlarından oluşan, göz küresinin içini döşeyen katman.
damar tıkanıklığı is. tıp Atardamar kanının pıhtılaşması veya yağ parçacıklarının oluşması sonucunda meydana gelen tıkanma, amboli.
damasko is. (Dama'sko) İt. damasco Çoğunlukla döşemelik olarak kullanılan, keten ve ipek karışımı bir tür kumaş.
damat, -di is. (da:ma:t) Far. dâmâd 1. Evlenmekte olan bir erkeğe, evlenme töreni sırasında verilen ad, güveyi. 2. Bir kızın ailesinden olan büyüklere göre kızın kocası, güveyi. 3. esk. Padişah soyundan kız almış olan kimse, damat girmek aileye güveyi olarak katılmak: "Öyle bir aileye damat girmek isterim." -H. Taner.
dama tahtası is. Üzerinde dama oynanan tahta.
dama taşı is. 1. Dama oynanan taş. 2. sf. mec. Sık sık bir yerden başka bir yere giden veya atanan, dama taşı gibi oynatmak birini sık sık bir yerden bir yere göndermek veya atamak.
damatlık, -ğı is. 1. Damat olma durumu, güveyilik. 2. Damat için alınmış, yapılmış giysi, armağan: Damatlıklarını giyinmiş. 3. sf. Damatken kullanılan veya yapılan: Damatlık elbise. Damatlık tıraş.
damdazlak, -ğı sf. (da'mdazlak) Hiç saçı olmayan (kimse).
damga is. 1. Bir şeyin üzerine bir nişan, bir işaret basmaya yarayan araç. 2. Bu araçla basılan nişan, işaret. 3. mec. Bir kimsenin adını kötüye çıkaran, yüz kızartıcı durum: "Orada da haksız damgalar altında kalırsan ne olacak?" -A. Gündüz, 4. mec. Bir şeyin kime, hangi çağa ait olduğunu gösteren belirgin iz, işaret, nitelik, (birine) ... damgasını vurmak biri için kötü bir yargıya varmak: "Fakat gel gör ki insana aşüfte yahut hırsız damgasını vurmak için bu kâfi değildir." -H. E. Adıvar. damga vurmak 1) damgalamak; 2) iz bırakmak: "Belli semtler, yüzyıllar boyu, oraların sakinlerine belli bir damga vurmuş gibidirler." -H. Taner, (bir kimse) damga yemek biri kötü bir yargıya veya nitelenmeye uğramak: "Şiirlerim bir araya toplayan bir kitap yüzünden kızıl bir damga yemiş." -Y. Z. Ortaç.
→ damga harcı, damga pulu, damga vergisi, soğuk damga, pateni damgası
damgacı is. 1. Damga vurmakla görevli kimse. 2. Damga yapan veya satan kimse.
damgacılık, -ğı is. Damgacının işi veya mesleği.
damga harcı is. huk. esk. Kamuya ait mal ve hizmetlere vatandaşın katkı payı olarak ödediği vergi.
damgalama is. Damgalamak işi.
damgalamak (-i) 1. Bir şeyin üzerine damga ile işaret yapmak, damga vurmak: Hayvanı damgalamak. Pulu damgalamak. 2. mec. Bir kimseye, gerçeğe dayanmadan herhangi bir Özellik veya nitelik yüklemek. 3. mec. Birine yüz kızartıcı bir suç yüklemek.
damgalanma is. Damgalanmak işi.
damgalanmak (nsz) Damgalama işine konu olmak.
damgalatma is. Damgalatmak işi.
damgalatmak (-i, -e) Damgalama işini yaptırmak.
damgalayış is. Damgalama İşi veya biçimi.
damgalı sf t. Damgası olan, damgalanmış olan. 2. mec. Kendisine yüz kızartıcı bir suç yüklenmiş olan.
damga pulu is. Resmî işlemlerde belgelere yapıştırılan pul.
damgasız sf. Damgalanmamış, damgası olmayan.
damga vergisi is. ekon. Kişiler veya kuruluşlar arası hukuki işlemlerin geçerliliğini belgeleyen kâğıtlardan alınan vergi.
damıtıcı is. 1. Damıtmaya yarayan, damıtma işinde kullanılan araç, imbik. 2. Endüstride türlü ham maddeleri damıtan kimse.
damıtık, -ğı sf. kim. Damıtma yoluyla, damıtılarak elde edilmiş olan: Damıtık su.
damıtılma is. Damıtılmak işi.
damıtılmak (nsz) Damıtma işi yapılmak veya damıtma işine konu olmak.
damıtma is. Damıtmak işi, taktir.
damıtmak (-i) fiz. 1. Gaz ürünler elde etmek için, bazı katı nesneleri ısı yoluyla temel öğelerine ayrıştırmak, imbikten çekmek, taktir etmek. 2. Sıvı karışımlarda, karmaşık, değişken birleşimleri oluşturan Öğeleri, özellikleri belirli ürünlere ayırmak.
damızlık, -ğı sf 1. Yalnız dölü alınmak için yetiştirilen yüksek nitelikli (hayvan): "Çiftliğime damızlık bir boğa yahut arabama at almıyorum ki." -H. C. Yalçın, 2. is. hlk. Maya: Yoğurt damızlığı. Peynir damızlığı.
dam koruğu is. bot. Dam koruğugillerden, bir veya çok yıllık türleri olan, ılık iklimlerde yetişen otsu bir bitki (Sedum).
dam koruğugiller ç. is. bot. İki çeneklilerden örnek bitkisi dam koruğu olan bir bitki familyası.
damla is. 1. Yuvarlak biçimde, çok küçük miktarda sıvı: "Elime bir damla yağmur düştü." -H. E. Adıvar. 2. Damlalıkla kullanılan ilaç: Burun damlası. Göz damlası. 3. Kalbe inen İnme, felç: Damladan ölmüş. 4. mec. Çok az miktar: "Keyfin damlası karıştığı zaman, hak hak olmaktan, adalet adalet olmaktan çıkar." -F. R. Atay. 5. sf. Damla biçiminde olan (ziynet): Damla elmas, (birine) damla inmek felç olmak, damlaya uğramak yüreğine inmek, felç olmak.
→ damla damla, damla hastalığı, damla sakızı, damla taş, damla taşı, bir damla, kandamlası
damlacık, -ğı is. Küçük damla: "Gökten yerlere düşen bu damlacıkların tekrar bulutlara doğru gittiklerini göz görmese de..." -S. Ayverdi.
damla damla zf Azar azar: "Koşan elbet varır, düşen kalkar / Kara taştan su damla damla akar." -T. Fikret.
damla hastalığı is. tıp Gut.
damlalık, -ğı is. 1. Bir sıvıyı damla damla akıtmak için bir ucuna kauçuktan yapılmış başlık geçirilmiş, öbür ucu sivri, cam veya plastikten araç. 2. Bir yapıda çörtenleri ve dam oluklarını taşıyan yan duvar. 3. Bulaşık teknesinin yanma konulan ve yıkanmış kap kaçağın sularını tekneye akıtan oluklu bölüm.
damlama is. Damlamak işi.
damlamak (-e) 1. Damla durumunda tane tane düşmek: Örtüye yağ damlamış. 2. (nsz) İçindekini damla damla akıtmak: Musluk damlıyor. 3. (nsz, -e) mec. Bir yere çağrılmadan, çekinmeden gitmek, çıkagelmek: "Herkes yattıktan sonra şu fıstık ağacının altına damla." -P. Safa. damlaya damlaya gül olur azar azar olagelen şeyler birikerek önemli bir niceliğe ulaşacağı için küçümsenmemelidir.
damla sakızı is. İri taneli, parlak ve çok sevilen bir tür sakız.
damla taş is. min. 1. Tıraş edilmeyerek yuvarlak ve cilalı bırakılmış, değerli veya yarı değerli taş. 2. Sarkıt.
damla taşı is. mim. Yapılarda süs öğesi olarak kullanılan damla biçiminde taş.
damlatılma is. Damlatılmak işi.
damlatılmak (nsz) Damlatma işi yapılmak.
damlatma is. Damlatmak işi.
damlatmak (-i, -e) 1. Damla damla akıtmak. 2. Damlalıkla ilaç koymak: "Kâzım tezgâhın arkasında kulağına ilaç damlatıyordu." -A. İlhan. 3. Damıtmak.
damlı sf. Damı olan.
damper is. İng. dumper Bir şasinin üzerine takılmış, inip kalkan kasası olan, kendinden hareketli, yükü boşaltan düzen.
damperli sf. Damperi olan: Damperli kamyon.
dampersiz sf. Damperi olmayan.
damping is. (da'mping) Ing. dumping ekon. bk. ucuzluk.
damsız (I) sf. 1. Damı olmayan: "Taş yığınlarının yanında damsız birkaç ev kümesi etrafında bir gölge kırık bir tencereyi kaynatıyor. " -H. E. Adıvar. 2. zf. Damı olmadan.
damsız (II) sf. Yanında bayan bulunmayan: Salona damsız olarak girilmez.
-dan / -den; -tan / -ten 1. Çıkma durumu eki: köy-den, tarla-dan vb. 2. İsimlerden sıfat ve zarf türeten eki: candan, gerçekten, toptan vb.
dana is. zool. İneğin, sütten kesildikten sonra bir yaşına kadar olan yavrusu, danalar gibi bağırmak (veya böğürmek) çok kuvvetle bağırmak, haykırmak, dananın kuyruğu kopmak beklenen veya korkulan sonuç gerçekleşmek: "İstediğimiz parayı vermezse, işte o zaman dananın kuyruğu kopar." -Y. Kemal.
→ danaayağı, danaburnu, dana derisi, danadili, dana eti, dana humması, danakıran otu, süt danası
danaayağı is. bot. Yılanyastığıgillerden, yapraklan lekeli bir bitki (Arum).
danaburnu is. zool. 1. Toprak içinde yaşayıp bitkilere, köklerini keserek zarar veren bir böcek, kök kurdu (Gryllotalpa vulgaris). 2. bot. Aslanağzı.
danacı is. hlk. Dana çobanı.
dana derisi is. Ölü buzağından elde edilen ve tirşe yapımında kullanılan özel deri.
danadili is. Bir tür cönk.
dana eti is. Dananın kesilip parçalanmış eti.
dana humması is. Buzağıyı doğurduktan sonra inekte ortaya çıkan bir tür hastalık.
danakıran otu is. bot. Salepgillerden, bataklık yerlerde yetişen bir bitki (Epipactis).
Danca öz. is. (da'nca) 1. Danimarka dili. 2. sf. Bu dille yazılmış olan.
dan dan zf. Kaba, kırıcı bir biçimde: Dan dan konuşuyor.
dandik, -ği sf. argo 1. Düşük nitelikli. 2. Düzmece.
dandini sf. (da'ndini) 1. Düzensiz, karışık, darmadağınık: Ortalık dandini. 2. imi. Bebekleri uyuturken, oyalarken söylenen tekerlemelerde geçen bir söz: Dandini yavrum hoppala!
→ dandini bebek
dandini bebek, -ği is. Yaşma yakışmayacak davranışlarda bulunan kimse.
dan dun is. Karşılıklı atılan silahların sesi.
dane is. (da:ne) Far. düne Kuş yemi.
dang is. îsp. dengue tıp Başta, kaslarda, oynaklarda ağrılar yapan, vücutta kızıl lekeler gösteren, ateşli ve salgm bir hastalık.
dangadak zf. 1. Ansızın. 2. Damdan düşer gibi.
dangalak, -ğı sf tkz. Akılsız, düşüncesiz (kimse): "Bu dangalağın hiçbir şeyden haberi yoktu. " -Ö. Seyfettin.
dangalakça sf. (dangala'kça) 1. Dangalağa yakışır. 2. zf Dangalağa yakışır biçimde.
dangalaklık, -ğı is. Dangalak olma duramu veya dangalakça davranış.
dangıl dungul zf. Kaba saba, yersiz ve lüzumsuz (bir biçimde).
dangırdama is. Dangırdamak işi veya biçimi.
dangırdamak (nsz) Yüksek sesle, bağıra bağıra konuşmak: Dağ deyip dangırdama, dağın sahibi vardır.
danış is. Önemli bir konuda birkaç kişinin bir arada konuşması, müşavere.
danışık, -ğı is. Olmayan bir durumu varmış gibi göstermek veya olduğundan başka anlatmak için önceden yapılan anlaşma, muvazaa.
danışıklı sf. Gerçekte olmadığı hâlde bir anlaşma sonunda öyle gösterilen, muvazaalı.
→ danışıklı dövüş
danışıklı dövüş is. Başkalarını aldatmak veya atlatmak için önceden yapılmış gizli anlaşmaya dayanan davranış, şike.
danışıklık, -ğı is. Danışıklı olma durumu, muvazaa.
danışılma is. Danışılmak işi.
danışılmak (nsz) Danışma İşi yapılmak: "Mazi, ahi danışılacak en doğru sözlü ve tecrübeli bir dosttur." -S. Ayverdi.
danışma is. 1. Danışmak işi, müşavere, istişare, müzakere, meşveret: "Bu civarda her kim ki başı sıkışır, ona danışmaya gelir." -Y. K. Karaosmanoğlu. 2. Danışılan yer, müracaat, enformasyon: "Aşağıdaki kapıcı soruyor, danışmadaki şişman kız soruyor." -A. İlhan.
→ danışma bürosu, danışma meclisi
danışma bürosu is. Bazı kuruluşların işleriyle ilgili olarak sorulacak soruları cevaplamak üzere açılmış büro.
danışmak (-i, -e) Bir iş için bilgi veya yol sormak, görüş almak, istişare etmek, müracaat etmek, meşveret etmek: "Doktor, bugün size ben asıl başka mesele danışmak için geldim." -H. E. Adıvar.
danışma meclisi is. esk. 1982 Anayasasını hazırlayan ve Kurucu Meclisi oluşturan organlardan biri.
danışman is. Bilgi ve düşüncesi alınmak için kendisine danışılan görevli kimse, müşavir.
→ başdanışman, basın danışmanı
danışmanlık, -ğı is. Danışmanın yaptığı görev, müşavirlik.
→ başdanışmanlık
Danimarka kırmızısı is. zool. Kıllan kırmızı, ortalama 600 kg ağırlığında, iri yapılı, sert şartlara uyum sağlayan bir sütçü sığır ırkı.
Danimarkalı öz. is. (danima'rkalı) Danimarka halkından veya bu halkın soyundan olan kimse.
daniska sf (dani'ska) (Danzig şehrinin adından) tkz. En iyi, katmerli: "Bu sade dile değil, karşısındakine de saygısızlığın daniskası. " -H. Taner.
danişment, -di is. Far. dâniş-mend tar. 1. Tanzimattan önce, kadıların yanında yetişmek üzere görevlendirilen kimse. 2. Sahn Medreselerinde oda sahibi olabilen öğrenci. 3. sf. esk. Bilgili.
dans is. Fr. danse Müzik temposuna uyularak yapılan ve estetik değer taşıyan düzenli vücut hareketleri, raks: "Herkesin içinde dans öğrenmem şık olur." -P. Safa. dans etmek müzik temposuna uyarak estetik değer taşıyan vücut hareketleri yapmak: "Demin tek başına dans ederek yaptığım soytarılıklardan utanıyorum." -R. H. Karay.
→ buz dansı, göbek dansı, İspanyol dansı, lambada dansı
dansçı is. 1. Dans eden kişi. 2. Dansı meslek edinen kişi.
dansçılık, -ğı is. Dansçı olma duramu.
dansimetre is. (dansime'ire) Fr. densimetre fiz. Yoğunlukölçer.
dansing is. İng. dancing Dans etmek için gidilen, halka açık yer: "Barlarda, gazinolarda, dansinglerde millî dilin konuşulduğunu pek işitmezsiniz." -O. S. Orhon.
danslı sf. Dansı olan, dans edilen: "Bizim bakanlığın danslı bir yemeği var, tek kişilik bir davetiye verdiler." -Ç. Altan.
dansör is. Fr. danseur Dans etmeyi meslek edinmiş erkek.
dansörlük, -ğü is. Dansörün işi veya mesleği. dansöz is. Fr. danseuse Dans etmeyi meslek edinmiş kadın.
dansözlük, -ğü is. Dansözün işi veya mesleği.
danssız sf. Dansı olmayan, dans edilmeyen.
dantel is. Fr. dentelle Her türlü iplikle örülen veya bir kumaşın kenarına işlenen türlü biçimde İnce ve ağ görünümünde örgü, tentene: "Gözlerini açıp Maviş Hanımı elinde tığ, pencerenin önüne oturmuş, sabırla dantel örüyor görmüyor mu?" -A. İlhan.
→ dantel ağacı, denizdanteli
dantela is. (dantelâ) Yun. bk. dantel.
dantel ağacı is. bot. Dulaptal otugillerden, Antillerde yetişen, sünger gibi kullanılan, kabuk lifleri dantele benzeyen bir ağaç (Lagetta).
dantelli sf. Danteli olan.
dantelsiz sf. Danteli olmayan.
dapdar sf. (da'pdar) Çok dar.
dapdaracık, -ğı sf. (dapdaracık) Çok dar: "Karanlık ve kaldırımları bozuk bu dapdaracık sokağa saptılar." -E. E. Talu.
dar (I) sf. 1. İçine alacağı şeye oranla ölçülen yetersiz olan, geniş ve bol karşıtı: Dar elbise. Dar ev. 2. Genişliği az veya yetersiz olan, ensiz: "Sahilleri kucaklayan tatlı meltemler, bu mahallenin dar sokaklarından geçmiyordu." -S. Derviş. 3. Az, elverişsiz, sınırlı: Bu dar gelirle hiçbir şey yapılamaz. Dar zaman. 4. Sıkıntılı: "Dar bir gün gelmiş birinden üç beş kuruş almışım, ne çıkar!" -M. Ş. Esendal. 5. mec. Yetersiz: Dar düşünce. Hayali dar. 6. zf Güçlükle, ucu ucuna, ancak: "En sonra, pek çok sıkılan çocukların zoru ile, akşam altı postasına dar yetiştiler." -M. Ş. Esendal. (kendini) dar atmak güçlükle ve ivedi olarak bir yere sığınmak, kaçmak: "Zavallı ihtiyarlar, sabah oldu mu bir yangından kaçar gibi, kendilerini evden dar atıyorlar, gece yarısına kadar kahvede oturuyorlar, kavga ediyorlar, uyukluyorlardı." -R. N. Güntekin. dar gelmek sıkıntı ve huzursuzluk vermek: "Acaba bu içinde yaşadığımız hava neden bu kadar dar geliyor?" -Y. K. Beyatlı. dar kaçmak istemediği bir çevreden kendini dışarı atmak. dara boğmak birinin güç durumundan yararlanmak, dara düşmek para sıkıntısına düşmek: "Madam onu çocuğu gibi seviyordu. Dara düştüğü günlerde hizmetini hiç aksatmadan para mara istemedi." -T. Buğra, dara gelmek 1) aceleye gelmek; 2) mecbur olmak, dara getirmek aceleye getirmek. darda bulunmak para sıkıntısı çekmek, darda kalmak 1) paraca sıkıntı içine girmek; 2) zor duruma düşmek: "Lala da pek darda kaldığı zaman kabahati Gülsüm'ün üstüne yıkıyor." -R. N. Güntekin.
→ dar açı, dar aralık, darboğaz, dar boğaz, dar darına, dar gelirli, dar görüşlü, dar hat, dar kafalı, dar paça, dar ünlü, dara dar, darı darına, gönlü dar, havsalası dar, içi dar, ufku dar, yüreği dar
dar (II) is. Far. dar esk. İdam mahkûmlarını asmak için dikilen direk.
→ darağacı
dar (III) is. (da:r) Ar. dar esk. Yurt.
dar (IV) is. (da:r) Ar. dür esk. Ev.
→ darıdünya, darülaceze, darülbedayi, darüleytam, darülfünun, darüşşifa
dara is. (da'ra) İt. tata 1. Kabıyla birlikte tartılan bir nesnenin kabının ağırlığı. 2. Bu kabın ağırlığına karşılık olarak terazinin öbür kefesine konulan ağırlık, abra. 3. İçinde yük taşman aracın boş durumdaki ağırlığı. darasını almak içine bir şey konulacak kabın ağırlığını tartmak, darasını düşmek tarttıktan sonra kabın ağırlığını hesaptan düşmek, daraya atmak (veya çıkarmak) değer vermemek.
daraban is. (-a:m) Ar. daraban esk. Kalp vuruşu, kalp atışı.
daracık, -ğı sf (da'racık) Çok dar: "Daracık ve bozuk kaldırımlardan çamurlu sular akıyordu. " -T. Buğra.
daraç, -cı sf Dar: "Başım, geçtiğimiz daraç bir sokaktaki yamru yumru karanlık evlerin arasından görünen gökyüzünün mavi boşluğuna doğru kaldırarak geniş soluklar alıyor..." -R. N. Güntekin.
dar açı is. mat. Ölçüsü 90 dereceden küçük olan açı.
dara dar zf. Güçlükle, ancak, uç uca, son dakikada: "İngiliz süngüsünden dara dar başını kurtaracaktı." -F. R. Atay.
darağacı is. İdam cezası alanları asmak için kurulan sehpa: "Damgacına çekilmiş bir adam gibi, göğsüm, nefes borularım birdenbire tıkanıverdi." -P. Safa.
daralış is. Daralma işi veya biçimi.
daralma is. 1. Daralmak işi: "Yeni bir aşkın eşiğindeymiş gibi bir daralma vardı yüreğinde..." -N. Cumalı. 2. dbl. Geniş ünlülerin, yanlarındaki bazı ünsüzlerin etkisiyle darlaşması: geymek > giymek, yene > yine gibi.
→ anlam daralması
daralmak (nsz) 1. Dar duruma gelmek, küçülmek. 2. Azalmak: "Yıllar geçer, bir gün bakarsınız vakitler daralmış." -R. N. Güntekin. 3. Zayıflamak: "Hafızası o kadar daralmış, bir sene evvelini hatırlamıyor gibi." -S. F. Abasıyanık. 4. mec. Güçleşmek, zorlaşmak: Geçimi daraldı. 5. mec. Sıkışmak, başı dara gelmek, bunalmak: "Daralan soluğu ile çıkamayacağı merdivenleri oğlunun da çıkmasını yasaklıyordu." -N. Cumalı. daraltı is. Dar gibi görünme veya olma.
daraltıcı is. Boruların çaplarını daraltmakta kullanılan bağlantı parçası.
daraltılma is. Daraltılmak işi.
daraltılmak (nsz) Daraltma işi yapılmak.
daraltma is. Daraltmak işi.
daraltmak (-i) 1. Dar durama getirmek: "Hoyrat bir rüzgâr bütün gün tozu dumanına katmış, solukları kesmiş, göğüsleri daraltmıştı. " -T. Buğra. 2. Sayıca azaltmak: "Aslında geniş olan kadroyu ne akla hizmet edip de bu derece daralttığına bir türlü akıl erdirememişti." -H. Taner.
→ damardaraltan
dar aralık, -ğı is. ekon. Borsada hisse senetlerinin alım satım emirlerinin verilmesi sırasında geçen kısa süre.
darasız sf. 1. Darası alınmamış. 2. zf. Darası alınmadan.
daraş sf. Dar, kasvetli (yer): "O oda hem daraş hem nezaretsiz hem de lodosa karşı..."-S. M. Alus.
daraşlık, -ğı is. Sıkıntılı ortam, durum, darlık: "Bu ocaklar hiç sönmez, gece gündüz yanar. Ben hem yemek pişireyim hem de bu daraşlıkta temizlik nasıl yapayım?" -M. Ş. Esendal.
darbe is. Ar. darbe 1. Vuruş, çarpış: "Başına şiddetli bir darbe indirerek hayvanı sersemletti. " -O. C. Kaygılı. 2. Bir ülkede baskı kurarak, zor kullanarak veya demokratik yollardan yararlanarak hükümeti istifa ettirme veya rejimi değiştirecek biçimde yönetimi devirme işi: "Partisinin hükümet darbesi yapacağına dair haber aldığını söylediğini, açık açık belirtmişti." -Ç. Altan. 3. mec. Birini kötü duruma düşüren, sarsan olay: "Bu, nereden ve kimden geldiği belli olmayan darbe son kalkınma ümitlerini de silip süpürmüştü." -E. E. Talu. darbe vurmak (veya indirmek) İyi olan bir durumu kötüye dönüştürmek: "Abdülhamit, Midhat Paşa'nın katli ile fikir denilen kuvvete ağır bir darbe vurmuş..." -H. E. Adıvar. darbe yemek 1) gücü sarsılmak: "Seniha'nın kaçışı üzerine en müthiş darbeyi yiyen kalp, Celis'in kalbi oldu." -Y. K. Karaosmanoğlu. 2) kötü, olumsuz bir duruma maruz kalmak.
→ hükümet darbesi
darbeci is. 1. Vuran, çarpan kimse. 2. Darbe yaparak yönetime el koyan kimse.
darbecik, -ği is. Hafifçe vuruş: "Kapıya yaklaşıp iki üç, işitilmez darbecik vurdu." -M. Ş. Esendal.
darbecilik, -ği is. Darbecinin işi,
darbeleme is. Darbelemek işi.
darbelemek (-i) 1. Vurmak, çarpmak. 2. mec. Yıkıma uğratmak. 3. mec. Bir işi engellemek.
darbımesel is. (da'rbımesel) Ar. darb + mesel esk. Atasözü, atalar sözü: "Diğer ülkelerde Türk gençleri gibi kahraman, Türk kızları gibi ince, Türk gibi hür yollu darbımeseller vardı."-Y. K. Beyatlı.
dar boğaz is. coğ. Kanyon.
darboğaz is. ekon. 1. Piyasalarda üretimin, kredilerin, döviz imkânlarının, sürümün, ham madde arzının ve malzeme stoklarının gereksinim düzeyi altına düştüğü sıkıntılı durum. 2. mec. Toplumun, çözümlenmesinde güçlüklerle karşılaştığı bunalımlı durum.
darbuka is. (darbu'ka) Ar. darabukka müz. Toprak veya madenden yapılan, bir yanı açık, vurmalı çalgı.
darbukacı is. Darbuka çalan kimse.
darbukacıbk, -ğı is. Darbukacının işi veya mesleği.
darca sf (da'rca) Biraz dar, pek geniş olmayan.
dardağan is. bot. 1. Palmiye cinsinden bir ağaç (Milium effusum). 2. Bu ağacın çitlembik büyüklüğünde, sert çekirdekli tatlı yemişi.
dar darına zf. Dan darına.
dar gelirli sf. Geliri normal bir geçim sağlamaya yetişmeyen, geçim sıkıntısı çeken (kimse).
dar gelirlilik, -ği is. Dar gelirli olma durumu.
dargın sf. 1. Darılmış olan, küskün: "Hasan Ağa büyük oğlu ile dargındı." -S. F. Abasıyanık. 2. Soğuk, ilgisiz: "Annem, bahçe kapısında beni iki dargın kelime ile karşıladı. " -Y. Z. Ortaç, dargın durmak küskün durumda olmak: "Bu olaydan sonra benimle aylarca dargın durdu." -R. N. Güntekin.
dargınlaşma is. Dargınlaşmak işi.
dargınlaşmak (nsz) Dargın bir durum almak.
dargınlık, -ğı is. Dargın olma durumu; "Bu dargınlığa onun da canı sıkıldı." -M. C. Kuntay.
dar görüşlü sf. Yeni ve değişik görüşleri benimsemeyen, anlayış göstermeyen (kimse).
dar görüşlülük, -ğü is. Dar görüşlü olma durumu.
dar hat, -ttı is. Dar demir yolu.
darı is. bot. 1. Buğdaygillerden, kuraklığa dayanıklı bir bitki, akdarı (Panicum miîiaceum). 2. Bu bitkinin buğday yerine besin olarak kullanılan tohumu. 3. hlk. Mısır. darı unundan baklava, incir ağacından oklava olmaz kötü gereçle iyi iş görülemez. darısı ... başına (veya darısı başına) bir başarı, bir mutluluk başkası için istendiğinde söylenen bir söz: "Geçenlerde, darısı dostlar başına, kızını everdi." -H. Taner.
→ akdarı, ballıdarı, cin darısı, Hint darısı, karaca darısı, süpürge darısı
darı darına zf Güçlükle ve son anda, güç hâl ile, uç uca, dar darına.
darıdünya is. (da:rıdünya:) Ar. dar + dünyâ hlk. Dünya, yeryüzü: "Bu darıdünyada bana ondan başka, halis dost kalmadı." -H. R. Gürpınar.
darıfülfül is. (da:rıfülfül) Far. dür + fulfül bot. Doğu Hint Adalarında yabani olarak yetişen, tırmanıcı, meyveleri 6 cm uzunluğunda, 7 mm çapında, koni biçiminde, açık esmer renkli, yakıcı ve keskin lezzetli, iştah açıcı bir bitki (Fructus Piperis longi).
darılgan sf. Çabuk alınıp darılan (kimse).
darılganlık, -ğı is. Çabuk alınıp darılma durumu.
darılma is. Darılmak işi.
darılmaca is. tkz. "Sakın danlma" anlamında kullanılan darılmaca yok veya darılmaca gücenmece yok deyimlerinde geçen bir söz.
darılmak (-e) 1. Hoşa gitmeyen bir tutum, davranış veya söz dolayısıyla gücenip görüşmez olmak, gücenmek, küsmek, ilgiyi kesmek: "Kalenin üzerine top atmadılar bahanesiyle darılmadı mıydı?" -Ö. Seyfettin. 2. Gücenmek, kırılmak, alınmak, incinmek: "Sinirlenmek, darılmak, kin taşımak ne olduğunu bilmezdi." -Y. K. Karaosmanoglu. 3. Azarlamak, paylamak.
darıltma is. Darıltmak işi.
darıltmak (-i) Darılmasına sebep olmak.
dar kafalı sf. Kavrayışı az, anlayışı kıt, yenilikleri benimseyecek yetenekten yoksun (kimse): "Bu derece taassup gösterecek bir dar kafalı olmamalı idi." -F. R. Atay.
dar kafalılık, -ğı is. Dar kafalı olma durumu.
darlaşma is. Darlaşmak işi.
darlaşmak (nsz) Daralmak: "Herkeste darlaştıkça bizim evimizde kahve, un, şeker bollaştı." -M. Ş. Esendal.
darlaştırma is. Darlaştırmak işi.
darlaştırmak (-i) Dar duruma getirmek.
darlık, -ğı is. 1. Dar olma durumu. 2. mec. Geçim zorluğu. 3. mec. İç sıkıntısı: "Yüreği göğsünü yırtacak gibi hopluyor, boğazına bir darlık tıkanıyordu." -Ö. Seyfettin.
→ göğüs darlığı, gönül darlığı, mitral darlığı, nefes darlığı, para darlığı, soluk darlığı, yürek darlığı
darmadağın sf. (da'rmadağın) Çok dağınık ve karışık, darmadağınık, tarumar, darmadağın etmek 1) dağıtmak, karıştırmak; 2) mec. dayak atıp iyice dövmek: Köy kahvesinden yetişen birkaç delikanlı bu haşarıları darmadağın etmişti." -O. C. Kaygılı, darmadağın olmak 1) dağınık ve karışık duruma gelmek: "Gözlerinin sürmesi akmış, saçları darmadağın olmuştu." -Y. K. Karaosmanoglu. 2) kötü bir biçimde dövülmek.
darmadağınık, -ğı sf. Darmadağın.
darmadağınıktık, -ğı is. Darmadağmlık.
darmadağınlık, -ğı is. Darmadağın olma durumu, darmadağınlık.
darmaduman sf. (da'rmaduman) Karmakarışık. darmaduman etmek karmakarışık bir duruma getirmek, darmaduman olmak karmakarışık bir duruma gelmek: "Eskiler, genç hürriyet jandarmalarının aman vermez takipleri altında darmaduman olmuşlardı." -O. Seyistim,
darmadumanük, -ğı is. Darmaduman olma durumu.
darmstadtiyum is. kim. Atom numarası 110, atom ağırlığı 271 olan, 25 °C'de katı olduğu, gümüş renginde veya gri renkte olduğu tahmin edilen yapay bir element (simgesi Ds).
darp, -bı is. Ar. darb esk. 1. Vurma, dövme. 2. mat. Çarpma. 3. müz. Vuruş, darp etmek 1) vurmak, çarpmak; 2) para basmak; 3) mat. çarpmak.
→ darphane
dar paça is. Normal ölçüden daha dar eni bulunan pantolon, şalvar paçası.
darphane is. (darpha:ne) Ar. darb + Far. hâne Madenî para basılan yer.
daru is. (da.ru:) Far. dârû esk. İlaç.
darülaceze is. (da: 'rülâceze) Ar. dar + 'aceze esk. Düşkünlerevi.
darülbedayi is. (da:rüibeda:yi) Ar. dar + bedâyi' esk. Güzel sanatlar kuruluşu: "Darülbedayi ismini bulan da doktor ve şair Hüseyin Suat'tı." -H. F. Ozansoy.
darüleytam is. (da:rüleyta:m) Ar. dür + eytâm esk. Yetimlerin barındığı yer: "Hizmetçide bir darüleytam kız talebesi güzelliği vardı." -S. F. Abasıyanık.
darülfünun is. (da:'rülfünu:n) Ar. dar + funün esk. Üniversite.
dar ünlü is. dbl. Alt çenenin az açılmasıyla oluşan ünlü: u, ü.
darüşşifa is. (da:rüşşifa) Ar. dür + şifâ esk. Sağlık yurdu.
Darvincilik, -ği öz. is. fel. ve biy. Danvin'ce geliştirilen, canlı türlerinin doğal ayıklanma sonucu, evrim yoluyla basit organizmalardan türediğini ileri süren görüş.
dasdaracık, -ğı sf. (da'sdaracık) Çok dar: "Dasdaracık bir pantolon altından koca ayaklar çıkıyor." -P. Safa.
dasit is. Fr. dacitejeol. Kuvarslı diyorit birleşiminde olan bir sızıntı kütlesi.
dasitan is. (da.sitan) Far. dasitan esk. bk. destan.
dasitani sf. (da:sita:ni:) Far. dasitan + Ar. -i esk. bk. destani.
dasnik, -ği is. Erm. kaba Pezevenk.
-daş / -deş; -taş / -teş İsimden isim türeten ek: arka-daş, din-daş, meslek-taş, sır-daş, yoldaş vb.
data is. İng. data 1. Veri. 2. ekon. Aslında kendileri ekonomik olmayan ancak ekonomi dünyasını dışarıdan kuşatan veya çerçeveleyen, nüfus, teknik bilgi, hukuk düzeni ve yönetim biçimi öğelerinden her biri.
datif is. Fr. datif dbl. Yönelme durumu.
daüssıla is. (da:üssıla) Ar. dâ' + sıla esk. Yurt Özlemi: "Bu daüssıla denen bir yurt acısı hastalığıdır." -R. N. Güntekin.
dav is. zool. Postu, kaplan postu gibi çizgili bir tür Afrika zebrası (Hippotigris burchelli).
dava is. (da:va:) Ar. da'vâ huk. 1. Korunmanın bir hüküm İle sağlanması için yargı organlarına başvurma. 2. İleri sürülerek savunulan düşünce, çözümlenmesi gerekli olan konu, sav: "Erkekler davalarını hanımlar kadar hararetle müdafaa edememişlerdir." -H. C. Yalçın. 3. mec. Sorun: "O kırkyıllık davada beyhude akıntıya kürek çekmişiz." -Y. K. Beyatlı. 4. mec. Ülkü: "Ankara'nın bırakılışını Türkiye'nin ve davanın bırakılışı sayanlar vardı." -T. Buğra. 5. argo Sevgili. dava etmek (veya açmak) hukuki korunmanın bir hüküm ile sağlanması için yargı organlarına başvurmak: "Dayak yiyen kadın kimi, kime dava edecek?" -A. Gündüz, dava görmek açılan davalan incelemek ve sonuca bağlamak: "Danıştay, davaları görmek...' ve kanunlarla gösterilen diğer işleri yapmakla görevlidir." -Anayasa, (bir şeyin) davasını gütmek sürekli olarak bir konuyu savunmak veya gündemde tutmak: "Bütün edebiyatım, Tanin gazetesinin cumartesi sayılarında garpçılık davasını gütmekle geçiyor. " -F. R. Atay. davaya bakmak açılan davayı incelemek, araştırmak ve sonuçlandırmak, rüyet etmek: "Hiçbir mahkeme görev ve yetkisi içindeki davaya bakmaktan kaçınamaz." -Anayasa.
→ dava adamı, dava vekili, ticari dava, amme davası, benlik davası, boşanma davası, eşek davası, iflas davası, kamu davası, kan davası, namus davası, ödence davası, tazminat davası
dava adamı is. Bir ülkü uğrunda sürekli çalışan kimse.
davacı is. Dava eden kimse, müddei: "Davacı yerinde kimseler yok." -S. F. Abasıyanık.
davacılık, -ğı is. Davacı olma durumu.
davalaşma is. Davalaşmak durumu.
davalaşmak (nsz) Birbiri aleyhinde mahkemeye başvurmak.
davalı sf. 1. Dava edilen (kimse), müddeialeyh. 2. Davası olan (kimse): Ev yüzünden davalı oldular. 3. Dava konusu olan: Bu ev davalıdır.
davalık, -ğı sf. Davayı gerektiren.
davar is. 1. Koyun ve keçiye verilen ortak ad. 2. Koyun veya keçi sürüsü: Çoban davarı yaymaya götürdü, davar gütmek 1) sürüyü otlatmak, korumak ve gerektiğinde süt sağmak: "Davar güden, tarlaya bakan, odun kesmeye giden hep benim..." -Y. K. Karaosmanoğlu. 2) argo İşe yaramayan, aptal veya acemi insanları kendi çıkarları doğrultusunda kullanmak.
→ karadavar
dava vekili is. huk Avukat sayısı beşten az olan yerlerde avukat yetkisini taşıyan meslek adamı.
dava vekilliği is. Dava vekili olma durumu.
davet is. (da:vet) Ar. da'vet 1. Çağrı, çağırma. 2. Yemekli toplantı: "Nevin'ın her aklına estikçe yaptığı davetlerden biriydi." -P. Safa. davet etmek 1) çağırmak: "Bir bakanmışım gibi beni kürsüye davet etti." -Y. K. Karaosmanoğlu. 2) mec. yol açmak: Hastalığı davet ediyor. 3) birinin bir şeye uymasını istemek: "Kimin kimi istifaya davet edeceğini pek yakında gösterecekti." -R. N. Güntekin. davete icabet etmek çağrılı olduğu yere gitmek: "Fakat, kâbus içinde bunalmış bir kimse gibi bir türlü bu davete icabet edemez." -Y. K. Karaosmanoğlu.
→ davetname
davetçi is. (daıvetçi) Çağrıda bulunan kimse, çağrıcı: "Müezzin denen o ilahî daveiçilerin ezan seslerine..." -S. Ayverdi.
davetçilik, -ği is. Davetçi olma durumu.
davetiye is. (da:vetiye) Ar. da'vetiyye Bir toplantıya, bir yere çağrılanlara gönderilen yazının bulunduğu belge: "Kapıda gülümseyen bir zat davetiye kontrol ediyor." -B. Felek.
davetkâr sf. (da:vetkâ:r) Ar. da'vet + Far. -kür 1. Çağıran, davet eden (bakış, davranış vb.): "Yanımdan geçerken bir tuhaf baktı / Arzulu ve davetkârdı mutlak." -B. Necatigil. 2. Çekici, cazibeli: "Vapur, pırıl pırıl ışıklarıyla gündüzkinden bir kat daha davetkârdı. " -Y. K. Karaosmanoğlu.
davetli is. (daıvetli) Çağrılı: "Tayin ettiği gün ve saatte davetlileri kabule başladı." -Y. K. Karaosmanoğlu.
davetname is. (da:vetna:me) Ar. da'vet + Far. nâme esk. Yasal bir iş için gönderilen çağrılık.
davetsiz sf. (da:vetsiz) 1. Çağrılmayan. 2. zf Çağrılmaksızm: "Davetsiz gelen döşeksiz oturur." -Atasözü.
davlumbaz is. Ar. tabl+ Far. -bâz 1. Dumanı ve kokuları toplayıp bacaya vermeye yarayan çıkıntı. 2. Yandan çarklı vapurların çarklarını örten yarım daire biçimindeki kapak: "Ben bir şey söylemeden hızla uzaklaştı davlumbazdan."-Z. Selimoğlu.
davrandırma is. Davrandırmak işi.
davrandırmak (-i, -e) Birinin davranmasını sağlamak.
davranılma is. Davranılmak işi.
davranılmak (nsz) Davranma işi yapılmak.
davranım is. Davranış.
davranış is. 1. Davranma işi veya biçimi, tutum, davranım, muamele, hareket: "Düşünceleri, davranışları bana ters gelen biriyle bir arada oturamam elbet!" -N. Cumalı. 2. fel. Dıştan gözlemlenebilecek tepkilerin toplamı. 3. psikol. Organizmanın uyaranlar karşısındaki tepkilerinin bütünü.
→ davranış bilgisi, davranış bozukluğu, takınaklı davranış, tepkisel davranış, toplumsal davranış
davranış bilgisi is. sos. Görgü kuralları.
davranış bozukluğu is. psikol. însan davranışlarının ruhsal dengesizlik nedeniyle normal seyrinin dışına çıkması.
davranışçılık, -ğı is. psikol. Psikolojinin İnceleme konusunun davranış olduğuna inanan, bilincin, psikolojinin araştırma alanına girdiğini inkâr eden görüş.
davranma is. Davranmak işi.
davranmak (nsz) 1. Bir kimseye veya bir şeye karşı belli tavır takınmak: "Hiç gerekmezken dönüyor ve onu yeni görmüş gibi davranıyor." -T. Buğra. 2. (-e) Bir şeye el atmak, girişmek: "Polisi görünce kaçmaya davrandılar." -H. Taner. 3. Bir işi yapmaya hazır olmak, hazırlanmak; "Kalbine bu üzüntü düşünce duramadı, ayağa kalkıp gitmeye davrandı." -R. H. Karay, davranma! "kımıldama!" anlamında kullanılan bir tehdit sözü.
davudi sf. (da:vudi:) Ar. davudi esk. Kaim, tok ve gür (ses): "Bak, hafif davudi sesi, gözlerini baygın baygın süzüşü aklımdan hâlâ gitmez." -A. İlhan.
davul is. Ar. tabi müz. Büyük ve enlice bir kasnağın iki yanma deri geçirilerek yapılan, tokmak ve değnekle çalınan çalgı, bateri: "Hafif sesli bütün aletleri susturup davulu sabaha kadar vurdurmak istiyorum." -F. R. Atay. davul birinin boynunda, tokmak bir başkasının elinde sorumluluk birinde olmasına karşın bir başkasının sözü geçiyor. davul çalmak 1) davula vurarak ses çıkarmak; . 2) mec. bir şeyi herkesin haber alabileceği biçimde ortalığa yaymak, davul çalsan işitmez 1) sağır; 2) uykusu çok ağır, derin uykuda, davul dengi dengine diye çalar evlenecek kimselerin birbirlerine denk olması gerekir, davul dövmek davul çalmak. davul gibi şiş ve gergin, davulu biz çaldık, parsayı başkası topladı biz çalıştık, uğraştık, başkası yararlandı, davulun sesi uzaktan hoş gelir işin içinde olmayanlar o İşi kolay veya kârlı sanırlar.
→ davultozu
davulcu is. müz. Davul çalan kimse, baterist.
davulculuk, -ğu is. Davulcunun işi veya mesleği.
davultozu is. argo Gerçekleşmesi imkânsız durum.
davya is. Fr. davier Dişçi kerpeteni.
dayak, -ğı (I) is. Bir insanı veya bir hayvanı dövme işi, sopa, patak, kötek, dayak atmak dövmek, sopa ile dövmek: "Gece tenha bir sokakta parasını aldığı bir adama dayak atıyormuş." -A. Ş. Hisar, dayak cennetten çıkmıştır dayağın yola getirici bir etkisi vardır, dayak yemek dövülmek, sopa ile dövülmek: "Ertesi gün dayak yemiş gibi, yorgun uyandım." -H. E. Adıvar. dayağa idmanlı olmak dayak yemeye alışmış olmak: "Bereket versin ki boksör, dayağa idmanlıydı. " -R. N. Güntekin.
→ dayak arsızı, dayak düşkünü, dayak kaçkını, meydan dayağı, sıra dayağı
dayak, -ğı (II) is. 1. Bir şeyin yıkılmaması için dayanan ağaç, destek, payanda: "Gelin ayağından, çoban dayağından belli olur." -Atasözü. 2. Evlerin kapısının açılmaması için kapının arkasına konulan kol, destek, sürgü.
→ duvar dayağı
dayak arsızı sf. Dayaktan korkmaz olmuş, dayak yemeye alışmış (kimse).
dayak düşkünü sf. Dayağa layık olan, dövülmeyi hak eden (kimse).
dayak kaçkını sf. Dayak yemeye alışmış, dayaktan korkmayan (kimse).
dayaklama is. Dayaklamak işi.
dayaklamak (-i) 1. Yıkılmaması için bir şeye destek koymak. 2. Kapıyı bir destekle arkasından kapamak, sürgülemek.
dayaklanma is. Dayaklanmak işi veya durumu.
dayaklanmak (nsz) Dayaklama işi yapılmak.
dayaklı sf. Dayağı olan: "Yapılan şakalar bazen dayaklı kavgalara meydan açacak derecede canlanıp kızışır." -R. N. Güntekin.
dayaklık, -ğı is. 1. Destek olarak kullanılan şey. 2. sf. mec. Dayağı hak eden (kimse).
dayaksız sf. Dayağı olmayan,
dayalı sf. 1. Dayanmış olan. 2. İlgili, dair, müstenit, mebni: "Kanun yayımlandığı tarihten itibaren on gün geçtikten sonra şekil bozukluğuna dayalı iptal davası açılamaz." -Anayasa.
→ dayalı döşeli, deneye dayalı
dayalı döşeli sf. Döşemesi ve eşyası eksiksiz: "Ev temiz, dayalı döşeli, yemeklerin tadı yerinde, kadın güzel, sinirli değil." -M. Ş. Esendal.
dayama is. Dayamak işi.
dayamak (-İ, -e) 1. Yaslamak: "Sol kolunu yürürken hep kalçasına dayardı." -Ö. Seyfettin. 2. Bir yerden, bir kimseden yararlanmak, güç almak: "Kürekleri iskeleye dayayarak bütün hızıyla itti." -S. F. Abasıyanık. 3. Korkutmak için hızla, Öfkeyle yaklaştırmak, uzatmak: Mektubu gözüne dayadı. Bıçağı göğsüne dayadı. 4. Varmak, ulaşmak. 5. mec. Kalitesiz, kötü veya çürük bir malı, gizlice iyi olanların arasma katıp müşteriye satmak. 6. (-i) tkz. Vakit geçirmeden, bekletmeden vermek: "Tezgâha giden garson, önüme koca bir kadeh rakı dayadı." -O. C. Kaygılı. 7. hlk. Kapı veya pencereyi ardına kadar açmak. dayayıp döşemek evi, odayı mobilya vb. İle döşemek: "Karyolalar, koltuklar, kanepelerle dayayıp döşemek lazım." -Y. K. Karaosmanoğlu.
dayamsız döşemsiz sf. Yaşamak için gerekli olan nesneler olmayan (yer): "O bağlarda beşi altısı dayamsız döşemsiz bir evceğizde konaklamış." -R. E. Ünaydın.
dayanak, -ğı is. 1. Dayanılacak şey, istinatgah, mesnet, 2. mec. Bir iddiayı güçlendirmeye yarayan tanıt. 3. mec. Destek, dayanak noktası: "Söylenenleri destekliyor, onlara dayanak oluyordu." -T. Buğra. 4. fel. Bir gerçekliğin onaylanması için olayların arkasında veya altında bulunan şey, kendisine bir şey yüklenilen, bir varlığa destek olan, altta bulunan temel.
→ dayanak noktası
dayanaklı sf. Dayanağı olan.
dayanaklık, -ğı is. Dayanak, destek olma durumu: "Atatürk'ün yaptıkları ve bu yapılanlara dayanaklık eden prensipleri daha nice kuşaklar Türkiye'nin ilerisinde kalacak. " -F. R. Atay.
dayanak noktası is. 1. Yapılarda bir bölümün ağırlığını taşımaya yarayan öge. 2. mec. Dayanak.
dayanaksız sf. Dayanağı olmayan: "Boş savlardır bunlar. Dayanaksız savlardır." -N. Cumalı.
dayanç, -cı is. 1. Sabır. 2. Dayanak: Ülkemizin ve geleceğimizin dayancı olan gençlik...
dayandırma is. Dayandırmak işi.
dayandırmak (-i) Dayanmasını sağlamak, istinat ettirmek.
dayanıklı sf. 1. Dayanabilen, sağlam, güçlü, mukavim, zorlu. 2. mec. Metanetli, metin, mütehammil: "Anadolu çocukları ne dayanıklı adamlardır." -F. R. Atay.
→ ateşe dayanıklı
dayanıklılık, -ğı is. Dayanıklı olma durumu, metanet.
→ ateşe dayanıklılık
dayanıksız sf. Dayanmayan, sağlam olmayan, güçsüz, metanetsiz.
dayanıksızlık, -ğı is. Dayanıksız olma durumu, metanetsizlik.
dayanılma is. Dayanılmak işi veya durumu.
dayanılmak (-e) Dayanma işi yapılmak.
dayanılmaz sf. 1. Karşı konulamaz veya karşı çıkılamaz (kimse veya şey), tahammülfersa: "Genç adam, dayanılmaz bir cazibeye tutulmuşçasına hemen hesabını ödedi." -Y. K. Karaosmanoğlu. 2. Tahammül edilemez, katlanılamaz: Dayanılmaz bir kış ayazı.
dayanılmazlık, -ğı is. Dayanılmaz olma durumu.
dayanım is. Bir varlığın dış etkilere karşı direnme özelliği, direnç.
→ dayanım ömrü, basılma dayanımı, burulma dayanımı
dayanım ömrü is. fiz. Dayanma ömrü.
dayanırlık, -ğı is. Direnç, mukavemet.
dayanış is. Dayanma işi veya biçimi.
dayanışık, -ğı sf. Üyeleri arasında dayanışma bulunan (millet, topluluk, sınıf vb.), mütesanit.
dayanışma is. 1. Dayanışmak İşi, tesanüt. 2. sos. Bir topluluğu oluşturanların duygu, düşünce ve ortak çıkarlarda birbirlerine karşılıklı bağlanması, tesanüt.
→ toplumsal dayanışma
dayanışmacı is. sos. Dayanışmacılıktan yana olan kimse, solidarist.
dayanışmacılık, -ğı is. sos. Bir topluluğun bütün bireyleri arasında bir dayanışma bulunmasını toplu durumda yaşamanın gereklerinden sayan ve bireycilikle ortaklaşacılık arasında yer alan bir öğreti, solidarizm.
dayanışmak (nsz, -le) Bir topluluğu oluşturan kişiler bir şeyi gerçekleştirmek için duygu, düşünce ve çıkar birliği göstermek, birbirini kollamak, mütesanit olmak.
dayanışmalı sf. Aralarında dayanışma bulunan. dayanma is. Dayanmak işi.
→ dayanma ömrü
dayanmak (-e) 1. Bir yere yaslanmak, kendini dayamak: "Odalardan birinde köşeye dayanmış bir adam, sanki sızmış gibi görünüyor." -M. Ş. Esendal. 2. Kullanılışı uzun sürmek, dayanıklı olmak: Bu kumaş çok dayandı. 3. Zarar görmemek, varlığını korumak, hasar görmemek: Bu gemi fırtınaya iyi dayanır. 4. Birinden, bir şeyden güç almak, güvenmek, istinat etmek: "Laikliği korumak için kanun kuvvetine mi, eğitim ve telkin kuvvetine mi dayanmalıyız?" -F. R. Atay. 5. Tutunmak, karşı durmak, karşı koymak, mukavemet etmek: "Merkezde Akhisar'ın, Bergama'nın da henüz dayandığını öğrendiler. " -N. Cumalı. 6. Bir şeyin üzerinde kurulmuş olmak. 7. Güç bir duruma katlanmak, çekmek, sabretmek, tahammül etmek: "Aradan biraz daha geçince kumandan dayanamadı, söze başladı." -M. Ş. Esendal. 8. Varmak, ulaşmak: "Bu haber ortalığa yayılır yayılmaz banknotlarını kapan bankaya dayanıyor." -Y. Z. Ortaç. 9. Bütün gücünü kullanarak bir işi yapmak: "İki genç, kırarcasına küreklere dayandılar." -Halikarnas Balıkçısı. 10. Bir iş sonunda birinin veya bir şeyin üzerinde kalmak: Bu proje sonunda bize dayanacak. 11. Yetişmek, yeter olmak. 12. tkz. Hız vermek: Şoför gaza dayandı.
dayanma ömrü is. fiz. Bir malzemenin kopmasına, kırılmasına ve görevini yapamaz duruma gelmesine kadar göstermiş olduğu direnç, dayanım ömrü.
dayantı is. hlk. Dayanıklık.
dayatış is. Dayatma İşi veya biçimi.
dayatışma is. Kendi isteğinde inatlaşma: "Büyükler arasında daha fazla çocuk inadına benzer bir dayatışma idi." -F. R. Atay.
dayatışmak (nsz) Kendi istek ve arzuları doğrultusunda ısrar etmek, inatlaşmak. dayatma is. Dayatmak İşi, empoze etme: "Motorlu birlikler bu memleketi, hiçbir dayatmaya uğramaksızın işgal ediverince hayretten donakaldı." -Y. K. Karaosmanoğlu.
dayatmacı sf. İstediğini yaptırmada baskı uygulayan, direten, empoze eden: Dayatmacı politika izlemek.
dayatmacılık, -ğı is. Dayatmacı olma durumu.
dayatmak (-i, -e) 1. Dayama işini yaptırmak. 2. (nsz) Kendi İstediğini yaptırmakta direnmek: "Ertesi gün dayattı, ben onu almam diye." -H. Taner. 3. Başkasının İsteğine karşı koymak. 4. Empoze etmek.
dayattırma is. Dayattırmak işi.
dayattırmak (-i, -e) Dayatma işini yaptırmak.
dayayış is. Dayama İşi veya biçimi: "Bu kadının başını bahriye neferinin göğsüne öyle dayayışı var ki pek hoşuma gidiyor." -P. Safa.
daye is. (da.ye) Far. dâye esk. Çocuk bakıcısı, sütnine, dadı.
dayı is. 1. Annenin erkek kardeşi. 2. sf. hlk. Cesur, yiğit. 3. ünl. hlk. Yaşlı erkeklere söylenen bir seslenme sözü: "O kadarcık okumaktan kanun anlaşılsa, avukata ekmek mi kalırdı, dayı!" -S. F. Abasıyanık. 4. mec. Bir kimsenin kayırıcısı olan, sözü geçer kimse: "Bunların çok bariz olan bir tarafı da, siyasi dayıları sık sık değiştirmeleridir." -P. Safa. 5. argo Kabadayı. 6. tor. Osmanlı İmparatorluğu döneminde Tunus, Cezayir ve Trablusgarp'ta seçimle başa getirilen yönetici.
→ dayı kızı, dayı oğlu, dayızade, kabadayı
dayı kızı is. Dayının kızı.
daydanma is. Dayılanmak işi.
dayılanmak Çalım satmak, yüksekten atmak.
dayılık, -ğı is. 1. Dayı olma durumu. 2. mec. Kayırıcılık. 3. argo Kabadayılık, külhanbeylik.
→ kabadayılık
dayı oğlu is. Dayının oğlu, dayızade.
dayızade is. (dayıza:de) T. dayı + Far. zade esk. Dayı oğlu.
daylak, -ğı is. hlk. 1. Dişi deve. 2. sf. Çıplak: "Develer daylak / Sevenler aylak / Sen kimin yârisin / Her yanın oynak." -Halk türküsü.
daz sf. hlk. 1. Saçı dökülmüş (baş), dazlak. 2. Çıplak (toprak).
dazkır is. coğ. Ot bitmeyen, tuzlu, kıraç, kurak, yarı bozkır, yarı çöl özelliği gösteren yer.
dazkırlaşma is. Dazkırlaşmak durumu.
dazkırlaşmak (nsz) Doğal olaylar veya insanların etkisiyle yeryüzü bölgesi çıplaklaşmak ve kelleşmek.
dazlak, -ğı sf. Başında saçı olmayan (kimse, baş): "Işığı, donuk donuk yansıtan dazlak bir kafa. "-A.İlhan.
dazlaklaşma is. Dazlaklaşmak durumu.
dazlaklaşmak (nsz) 1. İnsanın tepesindeki saçı dökülmüş olmak, dazlak duruma gelmek. 2. Saçlarını ustura ile kazıtmak.
dazlaklık, -ğı is. Dazlak olma durumu.
dazlama is. Dazlamak işi.
dazlamak (nsz) Güç beğenmek, güç beğenir olmak: "Dazlayan daza düşer, kel başlı kıza düşer." -Atasözü.
Db kim. Dubniyum elementinin simgesi.