ço

çoban is. Far. çübân, şübân Koyun, keçi, sığır, manda sürülerini otlatan kimse: "Çoban kaval çaldı sordu bülbüle / Sürülerim hani, ovam nerede?" -Z. Gökalp. çoban aldı bağa gitti, kurt aldı dağa gitti malım, varlığını başkaları kullandı, kendisine bir şey kalmadı, çoban kulübesinde padişah rüyası görmek İçinde bulunduğu duruma uygun düşmeyen düşler kurmak, çobanın gönlü olursa tekeden yağ (veya süt) çıkarır kişi istediğinde olmayacak gibi görünen işlere çözüm yolu bulur.

çobanaldatan, çoban böreği, çobançantası, çobandağarcığı, çobandeğneği, çobandüdüğü, çobaniğnesi, çoban kebabı, çoban köpeği, çoban merhemi, çobanpüskülü, çoban salatası, çobansüzgeci, çobantarağı, çobantuzluğu, çobanüzümü, Çoban Yıldızı

çobanaldatan is. zool. Çobanaldatangillerden, kanatları sivri, kuyruğu uzun bir kuş türü, keçisağan, dağ kırlangıcı, ebabil (Caprimulgus europeus).

çobanaldatangiller ç. is. zool. En iyi bilinen türü çobanaldatan olan, kuşlar sınıfının gökkuzgunumsular takımının bir familyası.

çoban böreği is. Haşlanmış patateslerin sütle püre durumuna getirilip doğranmış soğanla kavrulmasından sonra üzerine et suyu, kıyma ve nane eklenerek pişirilmesiyle hazırlanan börek.

çobançantası is. bot. Turpgillerden, yemişleri torbayı andıran bir yaban bitkisi (Capsella bursa pastor is).

çobandağarcığı is. bot. Turpgillerden yabani bir bitki, kuşekmeği (Thlaspi).

çobandeğneği is. bot. Karabuğdaygillerden, beyaz veya pembe çiçekli, yürek biçimi yapraklı, otsu bir kır bitkisi (Polygonum aviculare).

çobandüdüğü is. bot. İki çeneklilerden, sap ve yapraklarında keskin bir koku ve acı bir tat olan, nemli yerlerde yetişen bir bitki, meyhaneci otu (Asarum europaeum).

çobaniğnesi is. bot. Itır çiçeği cinsinden kokulu bir bitki (Geranium).

çoban kebabı is. Tas kebabına benzeyen yoğurtlu et yemeği.

çoban köpeği is. Sürüyü koruyan iri cins köpek.

çobanlama is. ed. Pastoral.

çobanlık, -ğı is. 1. Çoban olma durumu veya çobanın gördüğü iş: "Sen bunların içinde en güzelim, bir sürünün başında çobanlığı seçmiştin." -S. F. Abasıyanık. 2. Çobana verilen ücret, çobanlık etmek çoban olarak çalışmak, hayvan gütmek.

çoban merhemi is. Terementi ve mum yağı ile yapılmış yara merhemi.

çobanpüskülü is. bot. Çobanpüskülügillerden, bir süs bitkisi (llex aauifolium).

çobanpüskülügiller ç. is. bot. İki çeneklilerden, örnek bitkisi çobanpüskülü olan bitki familyası.

çoban salatası is. Domates, salatalık ve biberlerin küçük küçük doğranmasıyta yapılan soğanlı salata: "Ateş oluncaya kadar peynir vereyim, bir de çoban salatası yaparım, ateş olunca da şiş yaparım." -N. Cumalı.

çobansüzgeci is. bot. Yoğurt otu.

çobantarağı is. bot. Maydanozgillerden, tarlalarda çok rastlanılan, beyaz çiçekli bir bitki (Scandix).

çobantuzluğu is. bot. Sarıçalı.

çobanüzümü is. bot. Yaban mersini.

Çoban Yıldızı öz. is. astr. Merkür'den sonra güneşe en yakın olan gezegen, Akşam Yıldızı, Çolpan, Çulpan, Kervankıran, Kervan Yıldızı, Tank, Venüs, Zühre.

çocuk, -ğu is. 1. Küçük yaştaki oğlan veya kız: "Çocuğun bir sütninesi vardı." -R. H. Karay. 2. Soy bakımından oğul veya kız, evlat: "Anası olacak bir kadın çocuğu omuzundanyakalamış."-B. R. Eyuboğlu. 3. Bebeklik ile erginlik arasındaki gelişme döneminde bulunan oğlan veya kız, uşak: "Çocuk köşeyi dönerken ana arkasından su içmeye gitti." -B. R, Eyuboğlu. 4. Genç erkek. 5. Büyükler arasında daha az yaşlı olan kişi. 6. mec. Büyüklere yakışmayacak biçimde düşüncesizce davranan kimse: Otuz yaşında ama hâlâ çocuk. 7. mec. Belli bir işte yeteri kadar deneyimi ve yeteneği olmayan kimse, çocuk aldırmak tıp kadın karnındaki bebeği hekime ameliyatla aldırmak. çocuk düşürmek gebe kadın çocuğunu vaktinden önce ve ölü olarak doğurmak, düşük yapmak, çocuk dünyaya getirmek çocuk doğurmak, çocuk gibi 1) yetenekleri gelişmemiş, çocuk kalmış: Çocuk gibi çıdam. 2) kolay kanar, kolay inanır: Sen de çocuk gibisin, o adamın sözüne inanılır mı? çocuk gibi sevinmek çok sevinmek, çocuk kalmak büyümüş olmasına rağmen çocukça düşünceler taşıyıp çocuk gibi davranmak: "Araya araya bu oyunu mu buldun? Ayol sen sahiden çocuk kalmışsın." -R. H. Karay, çocuk olmak çocuklaşmak, çocuk peydahlamak evli olmayan kadın, gebe kalmak, çocuk yapmak isteyerek çocuğu olmak, çocuk yetiştirmek çocuğu topluma yararlı bir duruma getirmek, çocukla çocuk, büyükle büyük olmak içinde bulunulan yere veya çevredeki insanlara uymak. çocuklar! tkz. arkadaşlar! çocuktan al haberi bir aile sorunu veya ailece gizli tutulan bir şey, çocukların rastgele söyledikleri bir sözle açığa çıktığında söylenen bir söz: "Ben de bir türlü ne olduğunu anlayamamıştım! Çocuktan al haberi derler... Boş laf değilmiş." -B. R. Eyuboğlu. çocuğu olmak çocuğu doğmak.

çocuk bahçesi, çocuk bakıcı, çocuk bakıcısı, çocuk bezi, çocuk bilimi, çocuk dili, çocuk işi, çocuk oyuncağı, çocuk oyunu, çocuk ruhlu, çocuk yuvası, çoluk çocuk, dünkü çocuk, üvey çocuk, bayram çocuğu, köprü altı çocuğu, kucak çocuğu, mektep çocuğu, muhallebi çocuğu, okul çocuğu, orospu çocuğu, sokak çocuğu, sünnet çocuğu, süt çocuğu, zamane çocuğu, çiçek çocukları

çocuk bahçesi is. Çocukların gezinmesi, oyun oynaması ve hava alması İçin yapılmış bahçe.

çocuk bakıcı is. Çocuk bakıcısı.

çocuk bakıcılığı is. Çocuk bakıcısı olma durumu.

çocuk bakıcısı is. Çocuk bakımı ile görevlendirilmiş kız veya kadın, çocok bakıcı.

çocuk bezi is. Bebeklerin altına bağlanan bez.

çocuk bilimci is. Çocuk bilimi uzmanı, pedolog.

çocuk bilimi is. Konu olarak çocuğu alan ve onu her bakımdan inceleyerek özelliklerini belirten bilim, pedoloji.

çocukcağız is. Kendisine karşı şefkat ve acıma duyulan çocuk.

çocukça sf. (çocu'kça) 1. Çocuk gibi: "Doktor Hikmet yüreğinde âdeta çocukça bir sevinç duydu." -Y. K Karaosmanoğlu. 2. zf. Çocuğa yakışır biçimde.

çocukçu is. hlk. Çocuk sağlığı ve hastalıkları doktoru.

çocuk dili is. Çocukların belli birtakım seslerden, basitleştirilmiş kurallardan, örneklemelerden yararlanarak kullandıkları dil.

çocuk işi is. Kolay veya önemsiz iş.

çocuklama is. Çocuklamak işi.

çocuklamak (-i, nsz) Doğurmak, dünyaya getirmek.

çocuklaşma is. Çocuklaşmak işi.

çocuklaşmak (nsz) Çocuk gibi davranışlarda bulunmak: "Yüzündeki değişikliklerde, dinlerken âdeta çocuklaştığını görüyordu adamın." -N. Cumalı.

çocuklaştırma is. Çocuklaştırmak işi.

çocuklaştırmak (-i) Çocuklaşmasına yol açmak.

çocuklu sf. Çocuğu olan: "O da eski karısından iki veya üç çocuklu bir duldu." -F. R. Atay.

çoluklu çocuklu

çocukluk, -ğu is. 1. Çocuk olma durumu. 2. İnsan hayatının bebeklikle ergenlik arasındaki dönemi: "Manasız çocukluk, tatsız gençlik, olgunluk çağına hazırlanmaktan başka nedir?" -A. Haşim. 3. Çocukça davranış: "Onun nazım çekerek bütün çocukluklarına katlanıyorum." -A. H. Tanpınar. çocukluk etmek 1) çocukça davranışlarda bulunmak; 2) gereği gibi düşünmeden deneyimsizce davranmak: "Çocukluk etme, Halis, âlemin kulağına gider. Sonra büyük dedikodu olur." -H. R. Gürpınar, çocukluğu tutmak çocuksu davranışlarda bulunmak.

çocuk oyuncağı is. 1. Çocukların oynayıp eğlenmesi için yapılmış oyuncak. 2. mec. Kolay iş. 3. mec. Önem verilecek değerde olmayan şey. çocuk oyuncağı hâline getirmek yeteneksiz kimseler karışarak bir işi değerinden düşürmek.

çocuk oyunu is. 1. Çocukların oynadığı oyun. 2. mec. Basit ve sıradan bir olay veya durum.

çocuk ruhlu sf. Çocuklara benzeyen bir iç dünyası olan, çocuksu davranışları olan (kimse).

çocuk ruhluluk, -ğu is. Çocuk ruhlu olma durumu.

çocuksu sf. Çocuk gibi, çocukça olan, çocuğa benzeyen: "Annesinin tesiri altında kalır, biraz çocuksu gözleriyle yangından korkar, her türlü korkusunu gizlemek dilermiş." -A. Ş. Hisar.

çocuksuluk, -ğu is. Çocuksu olma durumu. çocuksuz sf. Çocuğu olmayan.

çocuksuzluk, -ğu is. Çocuksuz olma durumu.

çocuk yuvası is. 1. Küçük çocukların sabah bırakılıp akşam alındıkları bakımevi, kreş. 2. Yetiştirme yurdu.

çoğalış is. Çoğalma işi veya biçimi.

çoğalma is. Çoğalmak durumu.

çoğalmak (nsz) Azken çok olmak, çok duruma gelmek, artmak: "Ansızın aşağıda ayak sesleri, uğultular çoğaldı." -Y. Z. Ortaç.

çoğaltan is. mat. Çarpan.

çoğaltıcı is. tek. Çoğaltma işini gerçekleştiren düzenek: Elektron çoğaltıcı.

çoğaltım is. 1. Çoğaltma işi. 2. sin. ve TV Asıl kopya ile aynı özellikleri taşıyan yeni bir kopyayı tek işlemde elde etme.

çoğaltış is. Çoğaltma işi veya biçimi.

çoğaltma is. 1. Çoğaltmak işi. 2. Çok duruma getirme, teksir.

çoğaltma makinesi

çoğaltmak (-i) 1. Miktarını, sayısını, ölçüsünü artırmak: "Şüphe yok ki ölçüsüz bir para israfı bu borçları daha çoğaltacak, hiç azaltmayacaktı." -P. Safa. 2. Çoğaltma makinesi kullanılarak sayısını artırmak, teksir etmek.

çoğaltma makinesi is. Özel bir kâğıt üzerine yazılmış yazıyı çoğaltmaya yarayan makine, teksir makinesi, müstensih.

çoğu zm. 1. Bir şeyin büyük bölümü: "Biz o zaman okuduğumuz mısraların çoğunu ezber bilirdik." -A. Ş. Hisar. 2. Çok kimse: "Arkadaşlarımın çoğu gibi mektebe lalalarla, uşaklarla gitmedim." -A. H. Tanpınar. çoğu gitti azı kaldı yapılmakta olan işin en önemli, en güç bölümü bitti, az ve önemsiz bölümü kaldı anlamında kullanılan bir söz: "İkinci defa düğünümüzden bahsettim: -Biraz daha sabret Sara dedi. Çoğu gitti azı kaldı." -A. Gündüz, çoğu zarar azı karar "aşırıya kaçmamalı" anlamında kullanılan bir söz.

çoğu kez, pek çoğu

çoğu kez zf Genellikle.

çoğul is. dbl. Çokluk: Ordular. Geldik.

çoğul eki

çoğulcu sf sos. 1. Çoğulculukla ilgili olan, plüralist: Çoğulcu görüş. 2. Çoğulculuk yanlısı olan (kimse), plüralist.

çoğulculuk, -ğu is. sos. Çeşitli eğilimlerin, düşüncelerin, yönetimde etkisini kabul eden siyasi yöntem, plüralizm.

çoğul eki is. dbl. Çokluk eki.

çoğullama is. Çoğullamak işi.

çoğullamak (-i) Çoğul duruma getirmek.

çoğullaştırma is. Çoğullaştırmak işi.

çoğullaştırmak (-i) dbl. Bir kelimeyi çokluk ifade edecek biçime getirmek.

çoğulluk, -ğu is. Çoğul olma durumu.

çoğumsama is. Çoğumsamak işi.

çoğumsamak (-i) Bir şeyin düşünülenden daha çok olduğu yargısına varmak, çok görmek, çok bulmak.

çoğun zf. (ço'ğun) Çok kez, sık sık, ekseriya.

çoğunluk, -ğu is. Sayı üstünlüğü, ekseriyet, azınlık karşıtı: "Kapatılmış bir siyasi partinin mensuplarının üye çoğunluğunu teşkil edeceği bir siyasi parti kurulamaz." -Anayasa.

çoğunluk sistemi, nispi çoğunluk, salt çoğunluk

çoğunlukla zf. (çoğunlu'kla) 1. Çoğunluğa dayanılarak, ekseriyetle: Karar çoğunlukla alındı. 2. Genellikle: "Çoğunlukla akşamları ve bazen sabahleyin sisler içinde kalıyoruz." -R. H. Karay.

çoğunluk sistemi is. Çok partili sistemlere göre bir seçim bölgesinde en çok oy alan partinin seçimi kazanması.

çoğurcuk, -ğu is. zool. Sığırcık.

çok sf. 1. Sayı, nicelik, değer, güç, derece vb. bakımından büyük ve aşırı olan, az karşıtı: "Bana matematik çok kolay geldi." -F. R. Atay. 2. zf. Aşın bir biçimde: "Sanırım ki anamı daha çok severim." -M. Ş. Esendal. çok geçmeden kısa bir süre sonra: "Çok geçmeden büyük ağabeyim bu anarşiye son vermek ihtiyacını duydu." -R. N. Güntekin. (bir şey) çok gelmek 1) gereğinden fazla olmak; 2) çekilmez ve katlanılmaz olmak. (bir şeyi birine) çok görmek 1) esirgemek: "Mehmetçiğimiz ayrıca anıtlara layıktır. O-nun köylere kadar anıtlaştırılmasını çok görmem." -P. Safa. 2) bir kimsenin bir davranışını yadırgamak, (biri) çok olmak haddini aşarak karşısındakini usandırmak, çok söylemek gevezelik etmek, çok şey! şaşma anlatan bir söz. çok şükür! Tanrı'nın verdiği nimetlerden hoşnutluğu anlatan bir söz: "Sonra, çok şükür biz de bu dünyada bir şeyler gördük, diyerek rahat rahat ölür." -B. R. Eyuboğlu.

çok anlamlı, çok ayaklılar, çokbilmiş, çok çok, çok düzlemli, çok eşli, çok fazlı, çokgen, çok gözeli, çok hücreli, çok karılı, çok katlı otopark, çok kısa dalga, çok ortaklı, çok partili, çoksatar, çok seslendirilmiş, çok sesli, çok sözlü, çok tanrıcı, çok taraflı, çok tasım, çok terimli, çok uluslu, çok yanlı, çok yıllık, çok yönlü, çok yüzlü, az çok, birçok, en çok, pek çok, birçoğu

çokal is. esk. Savaşlarda giyilen zırh. çok anlamlı sf. dbl. Çok anlamlılıkla ilgili olan.

çok anlamlılık, -ğı is. Bir kelimenin birçok anlamlar bildirme niteliği.

çok ayaklılar ç. is. zool Eklem bacaklı böceklerin, çıyan gibi her ekleminde bir veya iki çift ayağı olan takımı.

çokbilmiş sf. 1. Her şeye aklı eren, zeki, akıllı: "Ama bunun lafını bile etmiyor, çokbilmiş görünmek istemez." -T. Buğra. 2. Çıkarını bilen, kurnaz: "O ne çokbilmiş bir kadın. " -H. Taner.

çokbilmişlik, -ği is. Çokbilmiş olma durumu. çokbilmişlik taslamak kendini çokbilmiş gibi göstermek: "Zekâ gösterisine yeltenmemiş, çokbilmişlik taslamamıştı." -K. Tabir.

çokça zf. (ço'kça) 1. Çok olarak: "Benden utanırlar, odada çokça koca lakırtısı olsa, kalkar kaçarlar." -M. Ş. Esendal. 2. Aşırı, fazla: "Çokça alıngan olduğu için arkadaşları onunla sık sık bozuşuyor." -S. Birsel.

çok çok zf. En çok, en son, olsa olsa: Bu iş çok çok iki saat sürer.

çokçu sf. fel. Çokçuluk öğretisini benimseyen (kimse), plüralist.

çokçuluk, -ğu is. fel. Gerçekçiliğin açıklanmasında birden çok ilkenin temelde bulunduğunu kabul eden öğreti, tekçilik karşıtı, plüralizm.

çok düzlemli sf. mat. Birkaç düzlemin birbirini kesmesiyle oluşmuş (açı).

çok eşli sf sos. Aynı zamanda birçok kadınla evli olan (erkek) veya birçok erkekle evli olan (kadın), poligam.

çok eşlilik, -ği is. sos. Karı veya kocadan herhangi birinin birden çok sayıda olmasının toplumsal olarak onaylandığı evlilik biçimi, poligami.

çok fazlı sf. fiz. Birden çok fazı bulunan takım, sistem).

çokgen is. mat. Açı oluşturacak biçimde dörtten çok kenardan oluşan kapalı şekil, poligon.

çok gözeli is. Çok hücreli.

çok hücreli sf biy. Yapısında birden çok hücre bulunan (hayvan veya bitki).

çok hücreliler ç. is. biy. Yapısında birden çok hücre bulunan bitki ve hayvanlar.

çok karık sf. Birden çok karısı olan.

çok karılılık, -ğı is. sos. Bir erkeğin yasalara uygun olarak aynı zamanda iki veya daha çok sayıda kadınla evli olabildiği evlilik biçimi, polijini.

çok katlı otopark is. Motorlu araçların park etmesi İçin yapılmış çok katlı yapı.

çok kısa dalga is. 2,9 m'den 3,4 m'ye (104 megahertze) kadar olan radyo dalgaları.

çokları zm. Birçoğu: Çoklarım dinledim.

çoklarınca zf. (çokiarı'nca) Birçok kimselerce, birçok kimse tarafından.

çoklu sf. İçinde birden çok işlev barındıran.

çoklu ortam

çokluk, -ğu is. 1. Sayı veya ölçü yönünden çok olma durumu, çoğul, kesret, ekseriyet, teklik karşıtı: "Anayasa değişikliklerinde iptale karar verebilmesi için üçte iki oy çokluğu şarttır." -Anayasa. 2. Çoğunluk: "O akşam kibarların geleceğini, smokin, hatta frakların çoklukta olacağım söyledi." -H. E. Adıvar. 3. dbl. Kelimelerin belirli eklerle birden çok varlığı veya kişiyi bildirme biçimi, çoğul, cem. 4. zf. Sık sık, çokça, çok kez, çoğu: "Ben çokluk ata binmediğim için birkaç ay içinde at toplandı, semirdi ve güzelleşü." -F. R. Atay.

çokluk eki, oy çokluğu

çokluk eki is. dbl. Getirildiği kelimenin birden çok olduğunu anlatan ek, çoğul eki.

çoklukla zf. (çoklu'kla) Genellikle: "Bazen yumurta pişiriyor, çoklukla yoğurt, peynir, salata, meyve, soğuk etler gibi şeylerle karın doyuruyordu." -N. Cumalı. çoklu ortam is. bl. Bilgisayarda metin, grafik, ses, canlandırma öğelerini birleştirerek sunan ortam.

çok ortaklı sf. Birçok ortaktan oluşan (şirket), anonim.

çok partili sf Birden fazla partinin katılımı ile yaşanan siyâsi hayat.

çok partililik, -ğı is. Çok partili olma durumu.

çokrağan is. Gür kaynak.

çoksama is. Çoksamak işi.

çoksamak (-i) Çok görmek.

çoksatar is. En çok satılan yayın.

çok sesli sf müz. 1. Çok seslilikle ilgili, polifonik. 2. Birçok değişik sesin bir araya gelmesiyle yapılan (müzik), polifonik. 3. mec. Değişik düşüncelerin özgürce dile getirildiği (ortam, toplum).

çok seslilik, -ği is. 1. Çok sesli olma durumu. 2. müz. Birçok sesi müziğe uygun olarak yazma sanatı, polifoni.

çok sözlü sf. Tatlı dilli, konuşkan: "Döktüğün dillere bittim, seni çok sözlü seni! /Ayda âlemde bir olsun aramazsın Köse'ni." -M. A. Ersoy.

çok sözlülük, -ğü is. Çok sözlü olma durumu.

çoktan zf. (ço'ktan) çok zaman önce, çok zamandan beri, öteden beri, uzun süreden beri, çoktandır: "İçeri girdiklerinde birinci film çoktan başlamış, hatta sonuna bile yaklaşmıştı." -H. Taner.

çoktandır zf (ço'ktandır) Çoktan: "Ol Nereye böyle? Çoktandır yüzünü gördüğümüz yok." -R. H. Karay.

çok tanrıcı sf Birden çok tanrının varlığını benimseyen.

çok tanrıcılık, -ğı is. sos. Birçok tanrının varlığı düşüncesini benimseyen inanç, politeizm, paganizm.

çok taraflı sf Çok yönlü.

çok taraflılık, -ğı is. Çok yönlülük.

çok tasım is. man. Birinin vargısı ötekine öncül olmaya yaramak yoluyla birbirine bağlı bulunmayan birçok tasımdan oluşmuş kanıt.

çok terimli is. mat. Aralarında artı (+) veya eksi (-) işareti bulunan birçok terimden oluşan cebir ile ilgili anlatım.

çok uluslu sf. 1. İki veya daha çok ulusla ilgili olan (sanayi veya ticaret). 2. Çeşitli ulusların katılımıyla gerçekleştirilen (ortaklık): Çok uluslu şirketler.

çok ulusluluk, -ğu is. Çok uluslu olma durumu.

çok yanlı sf Farklı görüş açılarını içeren: "Romanları, denemeleri hep kültürle yüklü ve A. Hamdi'nin kişiselliği kadar çok yanlı, zengindi." -H. Taner.

çok yanlılık, -ğı is. Çok yanlı olma durumu: "Gençlik, onun çok yanlılığını, angajmansızlığını, iç inzivasını hiç tutmazdı."-İl. Taner.

çok yıllık, -ğı is. bot. 1. Yıllarca toprak üstünde ve toprak altında canlılığını sürdürebilen bitki. 2. sf Çiçek açmadan önce birçok yıl yaşayan (bitki).

çok yönlü sf. 1. İkiden çok yönü olan. 2. Birçok konuda bilgi ve çalışması olan.

çok yönlülük, -ğü is. Çok yönlü olma durumu.

çok yüzlü is. mat. Bütün yüzleri birer çokgen olan şekil.

çok yüzlülük, -ğü is. Çok yüzlü olma durumu.

çolak, -ğı sf. Eli veya kolu sakat olan (kimse): "Hırsızlan yakalayan genç, mavi gözlü, çolak bir polisti." S. F. Abasıyanık.

çolaklık, -ğı is. El veya kol sakatlığı.

çolpa sf. Far. çulâh + pâ esk. 1. Ayağı sakat olan. 2. mec. Beceriksiz, eli işe yakışmayan, acemi: "Hareketleri çolpa, dikkati dağınık, tepkileri geç ve kesikti." -A. H. Tanpınar.

çolpalık, -ğı is. Çolpa olma durumu.

Çolpan öz. is. astr. Çoban Yıldızı.

çoluk çocuk, -ğu is. 1. Çocuklarla birlikte aile topluluğu: "Benim ve çoluk çocuğumun bu kapıdan yiyeceğimiz ekmek artık temiz bir ekmek olamaz." -R. N. Güntekin. 2. Bir işte gereken deneyimi kazanmamış yaşça küçük kimseler, gençler: "Benden evvel çoluk çocuk bütün ev halkı, hayvanı temaşaya çıkmışlar." -M. Ş. Esendal. çoluk çocuk elinde kalmak deneyimsiz, çok genç kişilerin eline geçmek, çoluk çocuk sahibi olmak evlenip eşi ve çocukları olmak, çoluk çocuğa karışmak evlenip çocukları dünyaya gelmek: "Isa Bey, burada zengin bir eşraf kızıyla evlenerek çoluk çocuğa karıştığı için 24 Meşrutiyeti'nde İstanbul'a dönmemiştir." -R. N. Güntekin.

çoluklu çocuklu sf. Çoluk çocuğu olan: "Komşularımızdan çoluklu çocuklu bir aile muhteşem bir sofra hazırlamaya başladılar. " -B. R. Eyuboğlu.

çomak, -ğı is. Değnek, çomak sokmak (veya koymak) tekerine çomak koymak.

çelik çomak

çomaklama is. Çomaklamak işi.

çomaklamak (-i) Çomakla vurmak.

çomar is. İri köpek, çoban köpeği.

çopra is. 1. Balık kılçığı. 2. Sık çalılık veya sazlık.

çopur sf. Yüzü çiçek hastalığından kalma küçük yara izleri taşıyan, aşırı çiçek bozuğu olan (kimse): "Etrafıma bakıyor, bu kadar insan içinde çopur yüzü, yanık dudağı..." -R. N. Güntekin.

çopurîna is. (çopuri'na) zool. İzmarite benzer bir balık.

çopurlaşma is. Çopurlaşmak işi.

çopurlaşmak (nsz) Çopur duruma gelmek.

çopurlaştırma is. Çopurlaştırmak işi.

çopurlaştırmak (-i) Çopur duruma getirmek.

çopurluk, -ğu is. Çiçek bozuğu olma durumu.

çor is. hlk. 1. Hastalık. 2. Sığır vebası.

çorak, -ğı sf. 1. Bitkisi iyi olmayan (toprak): "Biz geçtiğimiz zamanlar, Sina Çölü, Peygamber Musa'nın geçtiği zaman kadar ıssız, boş, kuru ve çoraktı." -F. R. Atay. 2. Verimli olmayan (toprak). 3. Acı (su). 4. mec. Verimsiz, kısır, bakımsız, yoksul: "Hayatımın en acı, en yaslı ve çorak zamanları başlamış oldu." -T. Buğra. 5. is. Toprak damlara çekilen, su geçirmeyen killi toprak. 6. is. Bazı toprakların yüzünde beyaz bir katman durumunda toplanan ve eskiden barut yapmakta kullanılan potaslı, sutlu tuz.

çoraklaşma is. Çoraklaşmak işi.

çoraklaşmak (nsz) Çorak duruma gelmek.

çoraklaştırma is. Çoraklaştırmak işi.

çoraklaştırmak (-i) Çorak duruma getirmek: Gübresiz toprağı çorakiaştırdı.

çoraklık, -ğı is. 1. Toprağın verimli olmama durumu. 2. Suyun acı olma durumu.

çorap, -bı is. Far. cürâb Pamuk, yün vb.nden örülen, ayağa giyilen giyecek: "Köşede bağdaş kurmuş, önce kunduralarını, sonra da çoraplarını çıkarmış." -S. F. Abasıyanık. çorap kaçmak çorabın bir teli kopup örgüsü uzunlamasına açılmak, çorap söküğü gibi gitmek (veya gelmek) başlayan bir iş veya birbirine bağlı birçok iş arka arkaya ve kolayca sürüp gitmek, çorap örmek başına çorap örmek.

külotlu çorap

çorapçı is. Çorap ören veya satan kimse.

çorapçılık, -ğı is. 1. Çorap yapma işi. 2. Çorap alıp satma işi.

çorba is. Far. şürbâ 1. Sebze, tahıl, et vb. ile hazırlanan sıcak, sulu içecek. 2. mec. İçinden çıkılmaz durum, (bir şeyi) çorba etmek karıştırmak, çorba gibi 1) pek sulu (yemek); 2) karmakarışık, çorba içmeye çağırmak yemek yemeye çağırmak, çorba olmak çorbaya dönmek, çorbada tuzu (veya maydanozu) bulunmak bir iş veya görevde az da olsa emeği geçmiş olmak, (bir iş) çorbaya dönmek karmakarışık duruma gelmek, içinden çıkılmaz bir durum almak. çorbaya sinek düşmek işin tadı kaçmak, yeteri kadar iyi ve güzel olmadığı anlaşılmak: "Bu canım yolların, bu sevimli yapıların harcına dünyamızdan nasibini almamış yüz binlerce insanın alın teri karıştığı akla gelince çorbaya sinek düşüyor." -B. R. Eyuboğlu.

çorba kaşığı, çorba tabağı, egzotik çorba, ekşili çorba, hazır çorba, terbiyeli çorba, balık çorbası, bulgur çorbası, dalyan çorbası, domates çorbası, düğün çorbası, ezogelin çorbası, hamsi çorbası, hamur çorbası, işkembe çorbası, karalahana çorbası, köylü çorbası, kuskus çorbası, mantar çorbası, mercimek çorbası, patates çorbası, pirinç çorbası, sebze çorbası, süt çorbası, şehriye çorbası, tarhana çorbası, Tatar çorbası, toyga çorbası, un çorbası, yarma çorbası, yayla çorbası, yoğurt çorbası

çorbacı is. 1. Çorba pişirip satan kimse. 2. den. Tayfaların gemi sahibine verdikleri ad. 3. tar. Taşrada halkın Hristiyan ileri gelenlerine verdiği unvan: "İstasyonda bir çorbacı ve köylü kalabalığı kaynaşıyor." -Y. K. Beyatlı. 4. tar. Yeniçerilerde bir birlik komutanı.

çorbacılık, -ğı is. Çorba pişirip satma işi.

çorba kaşığı is. Yemek yerken kullanılan tatlı kaşığından büyük kaşık.

çorbalık, -ğı sf. Çorba pişirmeye yarar: Çorbalık pirinç.

çorba tabağı is. Çorba konmak için yapılan özel tabak.

çorlu sf. hlk. Hastalıklı, dertli.

çotanak, -ğı is. hlk. Üzerinde birçok fındık bulunan dal.

çotira is. (çoti'ra) zool. Çotiragillerden, dikenli, sert pullu, kısa ve geniş, siyaha yakın esmer bir balık (Balistes capriscus).

çotiragiller ç. is. zool. Örnek hayvanı çotira olan kemikli balıklar familyası.

çotra is. (ço'tra) Yun. Ağaçtan yapılmış küçük su kabı: "Elime çotranın yanındaki bir balta geçti." -Ö. Seyfettin.

çotuk, -ğu is. 1. Dışarıda kalmış ağaç kökü. 2. Kesilen ağacın topraktan yukarıda kalan bölümü: "Ummadığın çotuk araba devirir." -Atasözü. 3. Asma kütüğü, tevek.