-çi bk. -cı / -ci vb.
çiçeği burnunda sf. 1. Yeni: "O zaman henüz çiçeği burnunda bir ilk sömestir öğrencisi olduğum bu üniversitenin eskiliği ile övünmüştüm." -H. Taner. 2. Çok taze, yeni koparılmış.
çiçeğimsi sf. Çiçeksi.
çiçek, -ği is. bot. 1. Bir bitkinin, üreme organlarını taşıyan çoğu güzel kokulu, renkli bölümü. 2. Çiçek açan kır veya bahçe bitkisi: "Evin ufak çiçekler ve bitkilerle süslü bahçesine çıktım." -R. H. Karay. 3. mec. Davranışları hafif, toplum kurallarına uymayan kimse: Onun ne çiçek olduğunu hep biliriz. 4. kim. Süblimleşme veya çiçeksime yoluyla elde edilen toz. 5. tıp İrinli kabarcıklar dökerek yüzde izler bırakan ateşli, ağır ve bulaşıcı bir hastalık, çiçek açmak (veya vermek) 1) çiçeklenmek: "Hiç kurumuş ağaç yeşerir, çiçek açar mı?" -Ö. Seyfettin. 2) yeniden ortaya çıkmak, görüntü vermek: "Her biri bir mazinin çiçek açmasıdır. " -A. Ş. Hisar, çiçek çıkarmak çiçek hastalığına tutulmak: "Küçükken çıkardığı çiçek, sabanla tarla sürer gibi çehresinin altını üstüne getirmiş." -R. N. Güntekin. çiçek gibi temiz, bakımlı, güzel: "Sen yirmi beşine bile gelmemiş çiçek gibi bir taze duldun. " -R. N. Güntekin. çiçek olmak yaşma, durumuna uymayan aşırı davranışlarda bulunmak. çiçeğe kesmek çiçek açmak: "O-valar, dağlar tepeden tırnağa çiçeğe kesmiş, bütün dünya çiçek kokuyordu." -Y. Kemal.
→ çiçek aşısı, çiçek bahçesi, çiçek biti, çiçek boyası, çiçek bozuğu, çiçek çocukları, çiçek durumu, çiçek dürbünü, çiçekevi, çiçek pazarı, çiçek sapçığı, çiçek sapı, çiçeksever, çiçek soğanı, çiçek suyu, çiçek tacı, çiçek tozu, çiçek yağı, çiçek yaprağı, çiçeği burnunda, ölmez çiçek, sartçiçek, yapma çiçek, ağı çiçeği, amber çiçeği, ateş çiçeği, atlas çiçeği, ayçiçeği, baklaçiçeği, bakla çiçeği, balçiçeği, boru çiçeği, çadır çiçeği, çan çiçeği, çanta çiçeği, çuha çiçeği, düğün çiçeği, fırıldak çiçeği, gelin çiçeği, gugu çiçeği, gün çiçeği, güzelhatun çiçeği, hançer çiçeği, Hint çiçeği, ıtır çiçeği, inci çiçeği, ipek çiçeği, kabak çiçeği, kadife çiçeği, kahkaha çiçeği, kanarya çiçeği, kandil çiçeği, kar çiçeği, kelebek çiçeği, kese çiçeği, kına çiçeği, kır çiçeği, kükürt çiçeği, küpe çiçeği, Latin çiçeği, lavanta çiçeği, mahmur çiçeği, mahmuz çiçeği, mastı çiçeği, mine çiçeği, muhabbet çiçeği, mum çiçeği, nar çiçeği, oya çiçeği, peygamber çiçeği, rezede çiçeği, saat çiçeği, salon çiçeği, saray çiçeği, soğan çiçeği, suçiçeği, taşkıran çiçeği, telgraf çiçeği, yayla çiçeği, yılan çiçeği, yıldız çiçeği, yoğurt çiçeği, Latin çiçekleri
çiçek aşısı is. tıp Çiçek hastalığına karşı bağışıklık sağlamak amacıyla aşı olarak yapılan zayıflatılmış çiçek virüsü.
çiçek bahçesi is. Çiçek yetiştirilen veya çiçeklerle kaplanmış süslü bahçe.
çiçek biti is. zool. Yarım kanatlılardan, küçük ve yumuşak vücutlu olan, bitkilerin üzerinde sürü durumunda yaşayan bir tür böcek.
çiçek boyası is. Kırmız.
çiçek bozuğu sf Çiçek hastalığından yüzü delik deşik olmuş, çopur: "... kısa boylu, tombul, hafif çiçek bozuğu yüzlü, sevimli bir işçi kadın yanıma sokuldu." -O. Kemal.
çiçekçi is. 1. Çiçek yetiştiren, satan veya yapma çiçek işiyle uğraşan kimse. 2. Çiçek satılan yer.
→ çiçekçi esnafı
çiçekçi esnafı is. esk. Kabzımal: "Bu kabzımallara eskiden çiçekçi esnafı derlermiş." -M. Ş. Esendal.
çiçekçilik, -ği is. 1. Çiçek yetiştirme veya satma işi. 2. Çiçek yapıp satma işi.
çiçek çocukları ç. is. Çağdaş toplumu eleştiren, özgürlük hareketlerini destekleyen, kendine özgü düşüncelerini sergileyen gençlik kesimi.
çiçek durumu is. bot. Çiçeklerin sap üzerindeki dizilişi.
çiçek dürbünü is. Kaleydoskop.
çiçekevi is. Çiçek yetiştirilen ve satılan yer.
çiçekleme is. Çiçeklemek işi.
çiçeklemek (-i) 1. Çiçek dikmek. 2. Çiçekle donatmak: "Çiçekliyor duvarı ocağın akisleri."-F.N.Çamhbel
çiçeklendirme is. Çiçeklendirmek işi.
çiçeklendirmek (-i) 1. Çiçekli duruma getirmek. 2. Çiçekli bir durumdaymış gibi görünmek: "Güneş, döşemenin muşambaları üzerinde oymalı gölgeler çiçeklendiriyordu." -Ö.Seyfettin.
çiçekleniş is. Çiçeklenme işi veya biçimi.
çiçeklenme is. 1. Çiçeklenmek durumu. 2. Çiçeğin açma zamanı. 3. kim. Tuzların billurlaşma sularını yitirerek toz durumuna gelmesiyle oluşan tuzlar.
çiçeklenmek (nsz) Çiçek açmak, çiçek vermek, çiçekli duruma gelmek: "Yaz erken gelmiş, mart içinde bütün ağaçlar çiçeklenmişti." -B. Felek.
çiçekleşme is. Çiçekleşmek işi veya durumu.
çiçekleşmek (nsz) Çiçek durumuna girmek, çiçek gibi olmak: "Her şeyin çiçekleştiği bu bahçelerde kadınlar ve erkekler de vardı." -B. R. Eyuboğlu.
çiçekli sf. Çiçeği veya çiçek resimleri olan: "Gölgelerinde koyunlar otlayan çiçekli badem ağaçlarının altından geçtiler." -Ö. Seyfettin.
→ çiçekli bitkiler, kökten çiçekli
çiçekli bitkiler ç. is. bot. Tohumlu bitkiler.
çiçeklik, -ği is. 1. Koparılmış çiçekleri koymaya yarar kap: "Her evde, bahçelerde, sofalarda, odalarda, saksılarda, çiçekliklerde çiçekler bulunur." -A. Ş. Hisar. 2. Çiçek saksılarını koymaya veya çiçek yetiştirmeye ayrılmış yer. 3. Eski evlerde süs eşyası konulan raflı duvar oyuğu. 4. Çiçeğin üzerinde çanak, taç ve öteki organlarının bulunduğu parça.
çiçek pazarı is. Çiçeklerin alınıp satıldığı çarşı.
çiçek sapçığı is. bot. Çiçekleri sapa birleştiren ince ve küçük bölüm.
çiçek sapı is. biy. Bütün çiçeklerin, üzerinde toplandığı veya bitiştiği sap.
çiçeksever is. Çiçeğe düşkün kimse.
çiçekseverlik, -ği is. Çiçeksever olma durumu.
çiçeksi sf. Çiçeği andıran, çiçeğe benzeyen, çiçek gibi, çiçeğimsi.
çiçeksime is. Çiçeksimek işi veya sonucu.
çiçeksimek (nsz) 1. Çiçek gibi olmak, çiçeklenmek. 2. kim. Kristal durumunda bulunan bir bileşik, kristal suyunu yitirip beyazımsı bir toz durumunu almak. 3. tıp Deride leke, sivilce, çiçek gibi döküntüler belirmek.
çiçeksiz sf. Çiçeği olmayan.
→ çiçeksiz bitkiler
çiçeksiz bitkiler ç. is. bot. Üreme organları gizli olan mantarlar, eğrelti otları vb. bitkiler sınıfı.
çiçek soğanı is. bot. Lale vb. çiçeklerin ekim zamanı köklerinde oluşan soğan biçimindeki yumru filiz.
çiçek suyu is. Turunçgillerin çiçeklerinin İmbikten geçirilmesiyle elde edilen güzel kokulu su: "Yaptığı çiçek suyunun ilk bardağım kendi içtikten sonra ikincisini hanımına getirir." -H. R. Gürpınar.
çiçek tacı is. bot. Çiçeklerin üreme organlarının çevresinde türlü renkte yaprakçıklardan oluşan ve böcekleri çeken organ, tüveyç.
çiçek tozu is. bot. Çiçekli bitkilerde erkek organın başçığında bulunan döl hücresi, polen.
çiçek yağı is. Ayçiçeği yağı. çiçek yaprağı is. bot. Çiçek sapı üzerinde ve çiçeğe yakın, özel biçimler gösteren yaprak.
çift sf. Far. cuft 1. Birbirini tamamlayan iki tekten oluşan (nesneler). 2. is. Bir erkek ve bir dişiden oluşan iki eş: "Kocası İtalyan, karısı Sırbistanlı olan bu çift ile araları pek iyi idi, ailece de görüşüyorlardı." -R. H. Karay. 3. is. Toprağı sürmek için birlikte koşulan iki hayvan. 4. is. Küçük maşa veya cımbız: Kuyumcu çifti. Saatçi çifti, çift görmek sarhoş olmak, çift koşmak hayvanları sabana, pulluğa koşmak, çift sürmek saban, pulluk kullanarak toprağı ekilebilir duruma getirmek, çifte gitmek tarla sürmeye gitmek, çifte koşmak çift koşmak: "Harmanı biz dövelim, öküzleri biz çifte koşalım, tarlayı biz sürelim, siz yukarıda aşık atın." -S, F. Abasıyanık. çifti bozmak çiftçilik yapmaktan vazgeçmek.
→ çift atış, çift ayaklılar, çift camlı, çift cinsellik, çift çubuk, çift dalma, çift desimetre, çift dikiş, çift direkli, çift dirsek, çift dişliler, çift kanatlılar, çift kapı, çift kişilik, çift kol, çift küme, çift motorlu, çift parmaklılar, çift pencere, çift sayı, çiftteker, çift vuruş, çift yıldız, çift zamanı, bir çift, bir çift takırtı, stereoskopik çift, kuvvet çifti, termoelektrik çifti
çift atış sp. Çıkış hakeminin, çıkışın yanlış olduğunu koşuculara bildirmek ve yarışı durdurmak için yaptığı iki el tabanca atışı.
çift ayaklılar ç. is. zool. Duyargaları sekiz eklemli, vücut halkalarında ikişer çift ayak bulunan, ıslak ve karanlık yerleri seven çok ayaklılar topluluğu.
çift camlı sf. Aralarında boşluk bırakılarak takılmış iki camı bulunan (pencere).
çift cinsellik, -ği is. tıp Kişinin beyninde bir dişi bir de erkek gizil gücün bulunması durumu.
çiftçi is. Geçimini toprağı ekerek sağlayan kimse, rençper: Köylülerimizin çoğu çiftçidir.
çiftçilik, -ği is. 1. Çiftçi olma durumu. 2. Çiftçinin gördüğü işler, rençperlik: "Devlet ... yeter toprağı bulunmayan çiftçilikle uğraşan köylüye toprak sağlamak amacıyla gerekli tedbirleri alır." -Anayasa, çiftçilik etmek tarımla uğraşmak, rençperlik yapmak: "Dağlarda çiftçilik eden Müslümanlarla gayet iyi geçindiklerim görüyorum." -R. N. Güntekin.
çift çubuk, -ğu is. 1. Çiftçilik yapabilmek için gereken her türlü araç: "Kendi taksiratı haricinde parası çoğalınca çiftini çubuğunu bıraktı." -Ö. Seyfettin. 2. Mal mülk, para edebilecek bütün varlıklar: "Çiftini çubuğunu satarak İstanbul'a gelip kızına kavuşan bir kadıncağız..." -P. Safa. çifte çubuğa gitmek ekim ve biçim işleriyle uğraşmak: "Yatağa düşersen hayvanlara kim bakar nine, çifte çubuğa kim gider?" -T. Oflazoğlu.
çift dalma is. Ayakta güreşirken beklenmeyen bir atılımla karşısındakinin iki ayağını birden kapma.
çift desimetre is. Üzerinde 20 cm'lik bölüntüler bulunan Ölçü cetveli.
çift dikiş is. 1. Birbirlerinden geçen iki sıra düz dikiş. 2. argo Bir sınıfta iki yıl üst üste okuma, çifte dikiş.
çift direkli sf. den. İki direkli küçük yelkenli.
çift dirsek, -ği is. Boruya 180 derecelik dönüş veren dirsek.
çift dişliler ç. is. zool. Omurgalılardan, üst çenedeki bir çift kemirmeye yarayan kesici dişin arasında bir çift daha küçük dişleri bulunan kemiriciler takımının bir alt takımı.
çifte is. Far. cufte 1. At, eşek ve katırın arka ayaklarıyla vuruşu, tekme. 2. İki namlulu av tüfeği: "Çifteler dolduruldu, horozlar çekildi, iki el silah atıldı." -O. V. Kanık. 3. sf İkisi bir arada bulunan veya ikili: Çifte minare. "Güzel sevme derler nasıl sevmeyim / Kaşlar arasında çifte benler var." -Karacaoğlan. 4. sf. Çift kürekli (sandal, kayık): "Valde Paşa'nın üç çifte kayığındaki gümüş kafes örmeli ve kenarları balık şeklinde yine gümüş saçaklı ihramı meşhurdu." -A. Ş. Hisar, çifte atmak 1) at, eşek arka ayakları ile vurmak; 2) iki namlulu av tüfeğini patlatmak, çifte dalmak sp. çift dalmak. çifte vurmak çiftelemek. çifte yemek hayvanın çiftesine maruz kalmak.
→ çifte dikiş, çiftehane, çifte kavrulmuş, çifte kıskaç, çifte kumrular, çifte nağra, çifte standart, çiftetelli, çifte vatandaş, dört çifte, iki çifte
çifte dikiş is. Çift dikiş.
çiftehane is. (çiftehame) Far. cufte + hâne esk. Kuş üretmeye yarar kafesli yer.
çifte kavrulmuş sf. 1. İki kez kavrulmuş (leblebi, nohut, çekirdek vb.). 2. mec. Pek pişkin (kimse). 3. mec. Çok çile çekmiş (kimse). 4. is. Bir çeşit sert ve ufak kesilmiş lokum.
çifte kavrulmuşluk, -ğu is. Çifte kavrulmuş olma durumu.
çifte kıskaç, -cı is. İkili kıskaca alma durumu.
çifte kumrular ç. is. Çok sevişen ve birbirinden hiç ayrılmayan iki sevgili.
çifteleme is. Çiftelemek işi.
çiftelemek (-i) 1. Hayvan arka ayaklarıyla tepmek, çifte vurmak. 2. (nsz) den. Gemi havanın sertleşmesi üzerine ikinci demirini de atmak.
çiftelenme is. Çiftelenmek işi.
çiftelenmek (nsz) Çifte yemek.
çifteleşme is. Çifteleşmek işi veya biçimi.
çifteleşmek (nsz, -le) Birbirini çiftelemek.
çifteli sf. 1. Çiftesi bulunan. 2. Çifte atan veya alnında çift sakar bulunan. 3. mec. Rahat durmayan, sataşkan. 4. hlk. Uğursuz.
çifte nağra is. muz. Birbirine bağlı küçük iki dümbelekten oluşan çalgı.
çifter çifter zf Her defasında, her yapılışında çift olarak: "Çifter çifter, acele acele yatağımızı ve uykumuzu düşünüyor gibi ayrıldık. " -S. F. Abasıyanık.
çiftesiz sf. 1. Çiftesi bulunmayan. 2. Çifte atmayan.
çifte standart, -di is. Kişiye veya duruma göre farklı davranışlarda bulunma, tutarlı olmama.
çifte standartlı sf. Çifte standardı olan.
çifte standartlık, -ğı is. Çifte standart olma durumu.
çifte standartsız sf. Çifte standardı olmayan.
çiftetelli is. müz. 1. Göğüs ve göbek titreterek, gerdan kırarak oynanan bir oyun. 2. Bu oyunun müziği: "En Avrupalı görünenlerimiz, en kibar pavyonlarda, gecenin bir saatinden sonra çiftetelli oynuyorlar." -A. İlhan.
→ bahriye çiftetellisi
çifte vatandaş is. İki ayrı devlet vatandaşlığına sahip olan kimse.
çifte vatandaşlık, -ğı is. Çifte vatandaş olma durumu.
çift kanatlılar ç. is. zool. Sinekler gibi iki kanadı olan ve emici ağızlan bulunan böcekler takımı, iki kanatlılar.
çift kapı is. Üst üste kapanan veya birbirine vidalanarak kullanılan, yalıtma özelliği çok, iki katlı kapı.
çift kişilik, -ği sf. İki kişiye ait, iki kişilik.
çift kol is. ask. Aynı yönde ilerleyen, duran veya yürüyen birliklerden ve araçlardan oluşan yan yana iki kol.
çift küme is. astr. Birbirine çok yakın iki yıldız kümesi.
çiftleme is. Çiftlemek işi.
çiftlemek (-i) 1. Çift duruma getirmek, ikilemek. 2. Dişi ile erkeği bir araya getirmek.
çiftlenme is. Çiftlenmek işi.
çiftlenmek (nsz) İkili duruma getirilmek.
çiftleşme is. Çiftleşmek işi.
çiftleşmek (nsz, -le) 1. Bir şey tekken bir tanesinin daha katılmasıyla iki olmak. 2. Erkek ve dişi hayvan veya bitki hücreleri döllenmek için bir araya gelmek.
çiftleştiriş is. Çiftleştirme işi veya biçimi.
çiftleştirme is. Çiftleştirmek işi.
çiftleştirmek (nsz, -le) 1. Çift yapmak. 2. Hayvanları çiftleşmek üzere bir araya getirmek.
çiftlik, -ği is. Tanm yapılan, hayvan yetiştirilen, çalışanlarının da oturması için evler bulunan geniş toprak parçası: "Orada kızına bir çiftlik almış, işten el çekmişti." -Ö. Seyfettin.
→ çiftlik kâhyası
çiftlik kâhyası is. Çiftlik işlerini yöneten kimse: "Çiftlik kâhyası her sene uzun bir masraf defteri gönderir." -H. R. Gürpınar.
çift motorlu is. İki motorlu küçük uçak.
çift parmaklılar ç. is. zool. Memelilerin öküz, koyun gibi parmaklan çift olan takımı.
çift pencere is. Yalıtkanlığı artırmak amacıyla üst üste kapanan iki kanat biçiminde yapılmış pencere.
çift sayı is. mat. 2 ve 4, 6, 8 gibi 2'nin katı olan ve 2'ye bölünebilen tam sayı.
çiftteker is. Bisiklet.
çifttekerci is. Bisikletçi.
çifttekercilik, -ği is. Bisikletçi olma durumu.
çift vuruş is. sp. Kurala aykırı ancak kasıtlı olmayan bir davranış dolayısıyla topun doğrudan doğruya kaleye vurulamadığı, İki vuruşlu bir ceza türü.
çift yıldız is. astr. Birbirinin çekim etkisinde bulunan ve böylece ortak kütle merkezi çevresinde dolanan yakın iki yıldız.
çift zamanı is. Tarla sünne zamanı.
Çigan öz. is. Mac. cigâny Çingene: "Edith Almera / Kafeşantanlarda muhabbet toplayan / Bir Çigan orkestrasının / Birinci kemancısıdır." -O. V. Kanık.
→ Çigan müziği
Çigan müziği is. müz. Macar folklorundan gelişmiş özel yaylı sazla çalınan hareketli halk müziği.
çiğ sf 1. Pişmemiş veya az pişmiş. 2. Gözü rahatsız eden, göze batan (renk, ışık): "Koca Mustafapaşa'daki berber Selim 'in aynası karşısında çiğ renkleri buna benzeyen çok süslü bir resim asılıydı." -R. H. Karay. 3. mec. Yersiz ve yakışıksız: "Bu, benim gibi yaşını başını almış bir adam tarafından pek çiğ bir hareket olurdu." -Y. K. Karaosmanoğlu. 4. mec. Yaşının gerektirdiği görgüye ve olgunluğa erişmiş olmayan (kimse): "Fakat Cemal Paşa, çiğ bir politikacı değildi." -F. R. Atay. çiğ düşmek hoş karşılanmamak, kaba ve yersiz bulunmak: "Onların da belki merhume ve öksüzler hakkında söylenilecek bir fikirleri olurdu. Fakat, şimdilik ne deseler çiğ düşecekti." -R. N. Güntekin. çiğ kaçmak yersiz, yakışıksız olmak: Onun o sözü pek çiğ kaçtı, çiğ süt emmiş insanoğlu çiğ süt emmiş, çiğ yemedim ki karnım ağrısın suç işlemedim ki korkayım, çiğden vermek ask. yiyecek karşılığını para olarak ödemek.
→ çiğ börek, çiğ çiğ, çiğ iplik, çiğ köfte, çiğ renkçi, çiğ toprak
çiğ börek, -ği is. Çiğ kıyma, soğan ve baharat karışımının açılmış yufkaya konulup yağda kızartılmasıyla yapılan börek.
çiğ çiğ zf Çiğ olarak, çiğ bir biçimde: "Yumurta sepetinden üç yumurta alıp çiğ çiğ onları yutmuş." -S. F. Abasıyanık. (birini) çiğ çiğ yemek parçalayıp öldürecek derecede birine kızmak.
çiğde is. bot. 1. Hünnap. 2. Bu ağacın kırmızı kabuklu, sert çekirdekli, iri zeytin biçiminde ve büyüklüğünde, güzün olgunlaşan yemişi.
çiğdem is. bot. Zambakgillerden, türlü renklerde çiçek açan, çok yıllık, yumrulu bir kır bitkisi, mahmur çiçeği (Colchicum).
→ acı çiğdem, sançiğdem, Ankara çiğdemi, güz çiğdemi
Çiğil öz. is. tar. Eski Türk boylarından biri.
çiğin is. hlk. Omuz.
çiğindirik, -ği is. hlk. İki ucuna su kabı, yoğurt tablası vb. taşınacak şeyler asılarak omuza alınan ağaç, omuzluk.
çiğ iplik, -ği is. Bükülmemiş iplik.
çiğit, -di is. hlk. Çekirdek, özellikle pamuk çekirdeği.
çiğitli sf. Çiğit karışmış olan.
çiğ köfte is. İyice dövülmüş çiğ etle ince bulgura biber, soğan, baharat, salça, maydanoz katılıp bulgur yumuşayıncaya kadar yoğrulduktan sonra pişirilmeden biçim verilerek yenen köfte.
çiğleşme is. Çiğleşmek işi.
çiğleşmek (nsz) 1. Göze batmak. 2. mec. Kaba davranışlarda bulunmak.
çiğlik, -ği is. 1. Çiğ olma durumu. 2. mec. Kaba, yersiz, yakışıksız davranış: "O gece de böyle bir şeyi bütün çiğliği ve çıplaklığıyla gördüğüm bir geceydi." -R. N. Güntekin. çiğlik etmek ters veya yersiz bir davranışta bulunmak: "Etrafım saranla, çiğlik ettin, adam sana vereceğini vermiş, daha ne versin, dediler." -N. Cumalı.
çiğnek, -ği is. hlk. Yol üstü.
çiğnem sf. hlk. Çiğnemlik.
çiğneme is. Çiğnemek işi.
çiğnemek (-i) 1. Ağza alınan bir şeyi dişler arasında ezmek, öğütmek: "Gözlerine uyku denilen şey girmiyor, çiğnediği lokma boğazından inmiyor." -H. R. Gürpınar. 2. Ayak veya tekerlek altına alarak ezmek: "Bunlara dalgın bakarken, öteden gelen bir araba onu çiğneyecekti." -M. Ş. Esendal. 3. mec. Uyulması gereken kural veya yasaya uymamak. 4. mec. Sayılması gereken bir şeyi saymamak, itibar etmemek, ayaklar altına almak: "Bunu yapmamak, insanlığın mukaddes mirasını çiğnemek değil, kendi hayatımı da inkâr etmek olacaktı." -R. N. Güntekin. 5. mec. Egemenliği altına almak, hükmetmek: "On iki milyonluk bir milleti çiğnemek sevdasına kapıldı." -R. E. Ünaydın.
çiğnemik, -ği is. Ağızda çiğnenip çıkarılan yemek: Çocuklara çiğnemik yedirmek zararlı bir alışkanlıktır.
çiğnemlik, -ği sf. Ağızda çiğnenecek miktarda olan: Bir çiğnemlik sakız.
çiğneniş is. Çiğnenme işi veya biçimi.
çiğnenme is. Çiğnenmek işi.
çiğnenmek (nsz) 1. Çiğneme işi yapılmak. 2. mec. İşgal altına alınmak.
çiğnetme is. Çiğnetmek işi.
çiğnetmek (-i) Çiğneme işini yaptırmak.
çiğneyiş is. Çiğneme işi veya biçimi.
çiğ renkçi is. Çiğ renkçilik anlayışında resim yapan sanatçı.
çiğ renkçilik, -ği is. XX. yüzyılın başlangıcında ilk defa izlenimciliğin renklerini bırakıp gereğinden çok saf renkler kullanarak abartılmış tabiat biçimlerini gösteren resim anlayışı.
çiğ toprak, -ğı is. Uzun zaman işlenmemiş, güç sürülür toprak.
-çık bk. -cık / -cik vb.
çiklet is. Fr. chiclet bk. sakız.
çikolata is. İt. cioccolata Kakaonun içerisine şeker, süt, fıstık, fındık vb. katılarak yapılan bir tür tatlı yiyecek.
çikolatacı is. 1. Çikolata yapan veya satan kimse. 2. Çok çikolata yiyen veya seven kimse.
çikolatacılık, -ğı is. Çikolata yapma veya satma işi.
çikolatalı sf. Çikolatası olan.
çikolatasız sf. Çikolatası olmayan.
-çil bk. -cıl / -cil vb.
çil (I) is. zool. Orman tavuğugillerden, eti için avlanan, ormanlarda yaşayan bir kuş, dağ tavuğu (Tetrasfes bonasia). çil yavrusu gibi dağılmak toplu olarak bulunan insanların her biri bir yana dağılmak: "Çocuklar çil yavrusu gibi dağıldılar, biz de baştaki boş çadıra gittik." -O. C. Kaygılı.
çil (II) is. 1. Çoğunlukla yüzde oluşan kahverengi küçük benekler. 2. Aynada oluşan leke. 3. Bitki köklerindeki kıla benzer ince uzantılar. 4. sf. Tüyünde küçük benekler bulunan (hayvan): Çil horoz.
çil (III) sf. Yeni ve parlak (para veya altın): "Anneme elli çil altın bıraktılar." -A. Gündüz.
→ çil çil
çil çil sf. Pırıl pırıl, parlak: "Kaptan da çil çil altınları görünce yumuşadı." -F. F. Tülbentçi.
çile (I) is. Far. çille 1. Zahmet, sıkıntı: "Dargınlık insanların bütün ömrünü dolduran bir çile, bir ezadır." -R. H. Karay. 2. din b. Dervişlerin kırk gün süre ile kendilerine uyguladıkları zahmetli ve perhizli dönem. çile çekmek çok sıkıntı çekmek: "Âşıkın olmaz mı çile çekmesi / Çilenin olmaz mı boyun bükmesi." -Seyrani. çile çıkarmak (veya doldurmak) sıkıntılı bir işin veya bir durumun sona ermesini beklemek: "Yirmi beş senedir Beykoz'daki o tekke gibi evde çile dolduruyorum." -R. N. Güntekin. (birini) çileden çıkarmak çok kızdırmak: "Karşı taraftan konuşanın kolağası Mustafa Kemal oluşu hepsini çileden çıkarır." -F. R. Atay. çileden çıkmak 1) olup bitenler karşısında sabrı ve dayanıklılığı kalmayıp taşkınlık göstermek: "Ben ötede beride tanıdığım yaşlı başlı Fransızlarla böyle konuştukça kardeşim çileden çıkıyordu." -B. R. Eyuboğlu. 2) çile süresini bitirmek, çilesi dolmak 1) esk. derviş ve tarikat ehli, sadece dua ve ibadetle geçirmeleri gereken süreyi tamamlayarak çileden çıkmak; 2) üzücü ve sıkıntılı bir durumdan kurtulmak, çileye girmek dervişlerin kırk gün süre ile kendilerine uyguladıkları zorlu ve perhizli döneme girmek.
→ çilehane
çile (II) is. 1. İpek, yün, pamuk vb. her türlü iplik demeti. 2. Yay kirişi.
çilecilik, -ği is. Dinî amaçlarla ve törelere bağlı olarak doğal eğilimleri ve beden isteklerini yenmek için isteyerek acı çekme.
çilehane is. (çileha:ne) Far. çille + hâne esk. Dervişlerin çile doldurdukları yer.
çilek, -ği is. bot. 1. Gülgillerden, sapları sürüngen, çiçekleri beyaz bir bitki. 2. Bu bitkinin güzel kokulu, pembe, kırmızı renkli meyvesi.
→ çilek reçeli, çilek suyu, çilek üzümü, ağaç çileği, dağ çileği, Frenk çileği
çilekçi is. Çilek yetiştiren veya satan kimse.
çilekçilik, -ği is. Çilek yetiştirme veya satma işi.
çilekeş sf. Far. çille-keş esk. Hayatı boyunca birçok sıkıntı ve üzüntü çekmiş (kimse): "Aslı ile kalpı arasındaki farkı ancak o işin çilekeşleri bilir." -O. V. Kanık.
çilekeşlik, -ği is. Çilekeş olma durumu.
çilek reçeli is. Çilek ve şekerden yapılan kokulu bir tür reçel.
çileksi sf. Çileği andıran, çileğe benzeyen, çilek gibi.
çilek suyu is. Çileğin sıkılmasıyla elde edilen meyve suyu.
çilek üzümü is. Bir tür üzüm.
çileli sf. 1. Çilesi olan, çok sıkıntı çekmiş olan: Çileli başım. 2. Çok üzüntülere yol açan: Çileli bir iş,
çilemek (nsz) hlk. 1. Yağmur çiselemek: "O baharın renkleri, güzellikleri ve ihtirasları bir nisan yağmuru hâlinde çiler dururdu." -A. Gündüz. 2. Nemlenmek, ıslanmak. 3. Bülbül şakımak.
çilenti is. Hafif yağmur, serpinti.
çilingir is. Far. cilânger Anahtarcı.
→ çilingir sofrası
çilingirlik, -ği is. Çilingirin yaptığı iş.
çilingir sofrası is. Üzerine meze ve içki konmuş tepsi, küçük içki sofrası: "Haydi Abbas vakit tamam /Akşam diyordun, işte oldu akşam / Kur bakalım çilingir soframızı / Dinsin artık bu kalp ağrısı." -C. S. Tarancı.
çillenme is. Çillenmek işi.
çillenmek (nsz) Bitki köklerinde kılı andıran uzantılar çıkmak.
çilli sf. Çili olan: "Perdede şimdi yüzü çilli bir çocuk babasına sarılmış, ağlayarak bir şeyler anlatıyordu." -H. Taner.
çilsiz sf Çili olmayan: Çilsiz bir yüz.
çim is. bot. 1. Buğdaygillerden, bahçelerin, yol kenarlarının ve parkların yeşillendirilmesinde yararlanılan çok yıllık bitki (Lolium). 2. Yeşilliği bol olan yer.
→ çim çim
çimbali is. (çimba'li) İt. cembalo muz. Klavsen.
çimçek, -ği is. hlk. Serçenin küçük bir türü.
çim çim zf. İsteksizce: Çim çim yemek.
çimdik, -ği is. 1. Çimdikleme işi. 2. sf. Başparmakla işaret parmağının ucu arasına alınan miktarda olan. 3. mec. Gönül kıracak söz: "Her röportajı, bir yeni muziplik, bir yeni çimdik içerirdi." -H. Taner. 4. hlk. Tatar böreği, çimdik atmak (veya basmak) çimdiklemek: "Kalçasına bir çimdik basayım da çığlığı buradan işitiniz." -R. H. Karay.
çimdikleme is. Çimdiklemek işi.
çimdiklemek (-i) 1. Bir kimsenin etini başparmakla işaret parmağı arasında kıstırarak sıkıp acıtmak. 2. Bir bütünden küçük küçük parçalar koparmak: Bu ekmeği kim çimdiklemiş?
çimdiklenme is. Çimdiklenmek işi.
çimdiklenmek (nsz) Çimdik atılmak.
çimdirme is. Çimdirmek işi veya durumu.
çimdirmek (-i) Çimme işini yaptırmak.
çimek, -ği is. hlk. Çimecek yer.
çimen is. 1. Kendiliğinden yetişmiş çim: "Baş başa uzandık seninle ıslak / Çimenlerine yaz bahçelerinin." -A. H. Tanpınar. 2. bk. çemen.
çimenli sf. Çimeni olan: "Çimenli, çiçekli bir bahçe ortasında üstü camlı, müstakil bir bina." -Y. K. Beyatlı.
çimenlik, -ği is. Çimeni olan yer: "Çimenliklerde bir tek kuru yaprak yoktu." -C. Uçuk.
çimensîz sf Çimeni olmayan: "Ilık bir sonbahar güneşi, boş, çimensiz tarlaları parlatıyordu."-Ö. Seyfettin.
çimento is. (çime'nto) İt. cemento Killi kalkerleri özel fırınlarda pişirip ezmekle elde edilen, çamuru çarçabuk katılaşıp sertleşen ve yapılarda harç malzemesi olarak kullanılan kül renginde veya beyaz toz.
→ dökme çimento, süper çimento, toprak çimento
çimentocu is. Çimento üreten veya satan kimse.
çimentoculuk, -ğu is. Çimento üretme veya satma işi.
çimentolama is. Çimentolamak işi.
çimentolamak (-i) Çimento sürmek, çimento ile sıvamak.
çimentolanma is. Çimentolanmak işi.
çimentolanmak (nsz) Çimento sürülmek, çimento ile kaplanmak.
çimentolatma is. Çimentolatmak işi.
çimentolatm ak (-i) Çimento ile sıvatmak, çimento karışımı malzeme ile yaptırmak.
çimentolu sf. Çimentosu olan.
çimentosuz sf. Çimentosu olmayan.
çimleme is. Çimlemek işi.
çimlemek (-i) Çim ekmek: "O koca alam biz kendi elimizle temizledik, düzelttik, çimledik, suladık."-M. Ş. Esendal.
çimlendirme is. Çimlendirmek işi.
çimlendirmek (-i) Çimlenmesini sağlamak.
çimlenme is. Çimlenmek işi.
çimlenmek (nsz) 1. Çimle kaplanmak. 2. Üzerinde çim bitmek. 3. (-den) mec. Yiyeceklerden azar azar alıp yemek: "Tuzlu bademler, fıstıklar, fındıklar, kızarmış sucuklar, küçük börekler, tarama gibi şeylerden çimleniyorum." -B. Felek. 4. (-den) tkz. Kendinin olmayan şeylerden biraz yarar sağlamak.
çimleyiş is. Çimleme işi veya biçimi.
çimme is. Çimmek işi.
çimmek, -er (nsz) hlk. Suya bütün vücuduyla girip çıkmak, yıkanmak: "Arıkta çimdim de geldim, diye fısıldadı. "-C. Uçuk.
çinakop is. Yun. zool. Lüfer balığının küçüğü (Temnodon altator).
Çin anasonu is. bot. Manolyagillerden, san renkteki çiçekleri anason kokan bir ağaççık (lllicium anisatum).
Çince öz. is. (çi'nce) 1. Çin dili. 2. sf. Bu dille yazılmış olan.
Çin çamı is. bot. Mabet ağacı.
çinçilya is. Fr. chincilla zool. Çinçilyagillerden, postu için avlanan, yumuşak ve gümüş rengi tüyleri olan kemirici hayvan (Chinchilla laniger).
çinçilyagiller ç. is. zool. Ömek hayvanı çinçilya olan kemiriciler familyası.
Çingen öz. is. Çingene.
Çingene öz. is. 1. Hindistan'dan çıktıkları söylenen, dünyanın çeşitli yerlerinde yaşayan bir topluluk: "Karadutum, çatalkaram, Çingene'm / Nar tanem, nur tanem bir tanem" -B. R. Eyuboğlu. 2. Bu topluluktan olan kimse.
→ Çingene ahtapotu, çingene palamudu, çingene pavuryası, Çingene pembesi
Çingene ahtapotu is. tıp Ur.
Çingenece öz. is. (çingene'ce) Çingenelerin kullandığı dil: "Emine ona hiç manası olmayan uydurmasyon bir Çingenece ile takıldı." -O. C. Kaygılı.
çingeneleşme is. Çingeneleşmek işi.
çingeneleşmek (nsz) 1. Çingene olmak. 2. Çingene gibi davranmak.
Çingenelik, -ği is. Çingene olma durumu.
çingene palamudu is. zool. Palamut balığının eti lezzetli olan küçüğü.
çingene pavuryası is. zool. Yengecin küçüğü.
Çingene pembesi is. 1. Göz alıcı pembe renk. 2. sf. Bu renkte olan.
Çin gülü is. bot. Kamelya.
çini is. Far. çini 1. Duvarları kaplayıp süslemek için kullanılan, bir yüzü sırlı ve genellikle çiçek resimleriyle bezeli, pişmiş, balçık levha, fayans: "Bizi sarar bir sülüs yazı görsek duvarda / Bize heyecan verir bir parça yeşil çini." -F. N. Çamlıbel. 2. sf. Sırlı ve süslü, pişmiş balçıktan yapılmış olan: "Çini sobayı gürültü etmemeye çalışarak yakardı." -R. H. Karay, çini döşemek bir yeri çini ile kaplamak.
→ çini mürekkebi
çinici is. Çini yapan veya satan kimse.
çinicilik, -ği is. Çini yapma sanatı.
çinili sf. Çinisi olan, çinilerle bezenmiş olan: "En göze çarpan yerlerinde de oymalı ya da çinili ocaklar vardır." -S. Birsel.
çini mürekkebi is. Simsiyah, ince ve solmaz bir is mürekkebi.
çinisiz sf. Çinisi olmayan.
çinko (I) is. (çi'nko) İt. zinco kim. 1. Atom numarası 30, atom ağırlığı 65,37, mavimsi beyaz renkte olan sert bir element, tutya (simgesi Zn). 2. sf. Bu elementten yapılmış: "Odamız yaz günleri çinko damın altında yanar durur." -O. V. Kanık.
çinko (II) is. (çi'nko) İt. cinque 1. Tombala oyununda kartın bir veya iki sırasını doldurma: Tombalada hem birinci hem de ikinci çinkoyu o yaptı. 2. tini. Tombala oyununda kartın bir veya iki sırasını ilk olarak doldurduğunda kazandığını bildiren ve açıkça söylenen söz.
çinkograf is. Fr. zincographe Çinkografî ustası.
çinkografî is. Fr. zincographie Çoğaltılmak istenilen resim veya yazıların kalıbını çinko üzerine çıkarma sanatı.
çinkomsu sf. Çinkoyu andıran, çinkoya benzeyen, çinko gibi.
Çin lahanası is. Asıl memleketi Çin olan bir tür lahana.
Çin leylağı is. bot. Tespih ağacı.
Çinli öz. is. Çin milletinden veya bu milletin soyundan olan kimse.
çintiyan is. hlk. İçi astarlı, uzun kadın donu, kadın şalvarı.
çip is. Milimetrik yüzeyler üzerinde on binlerce devre elemanından oluşan ve son derece karmaşık elektronik devrelerin yerleştirildiği, genellikle silikon benzeri yarı İletken bir malzemeden yapılmış ince bir dilim: Bilgisayar cipi.
çipil sf. Ağrılı ve kirpikleri dökülmüş (göz): "Annesininki gibi çipil fakat daha siyah ve kapakları şişmiş gözleri parlak, ufarak ve banktı." -P. Safa.
çipilleşme is. Çipilleşmek işi.
çipilleşmek (nsz) Gözleri çipil duruma gelmek.
çipilti is. hlk. Yağmur serpintisi.
çipo is. (çi'po) it. cipo den. Çapa (II).
çipura is. (çipu'ra) Yun. zool. Karagöz balığına benzer, eti beyaz bir Akdeniz balığı, çupra balığı (Aurata aurata): "Yarın İzmir'deyiz! Gelsin buz gibi arslan sütü, meze de çipura, dedi." -Halikarnas Balıkçısı.
çir is. hlk. Kayısı, erik, zerdali vb. meyvelerin kurusu.
çiriş is. Far. sirış Çiriş otunun kökünün öğütülmesiyle yapılan ve su ile karılarak tutkal gibi kullanılan esmer, sarı bir toz. çiriş gibi yapışkan ve acı.
→ çiriş otu
çirişçi is. Çiriş yapan ve satan kimse.
→ çirişçi çanağı
çirişçi çanağı is. 1. Çiriş hazırlamakta kullanılan derin kap. 2. sf. mec. Acı ve kurumuş, zehir gibi: "Dün akşam fazla kaçırdım, ağzım çirişçi çanağı." -M. Ş. Esendal.
çirişçilik, -ği is. Çirişçinin İşi veya mesleği.
çirişleme is. Çirişlemek işi.
çirişlemek (-i) Çiriş sürmek.
çirişlenme is. 1. Çirişlenmek işi veya durumu. 2. Nişastanın ve bazı inorganik tuzların etkisi ile yapısının bozulması, su alarak şişmesi, kristal özelliğini kaybetmesi ve viskozite ve enzimlere karşı hassasiyetinin artması.
çirişlenmek (nsz) Çiriş sürülmek.
çirişli sf. 1. Çiriş sürülmüş. 2. İnceliği kola ile örtülmüş (bez, kumaş).
çiriş otu is. bot. Zambakgillerden, beyaz çiçekli bir bitki (Asphodelus). çirişsiz sf. Çiriş sürülmemiş.
çirkef is. Far. çirk + üb 1. Pis ve bulanık su. 2. sf. mec. İğrenç ve bulaşkan (kimse veya şey): "Akşam'daki ilk yazılarım Babıali Caddesinin ahlak ve ruh çirkefi içinde birtakım sızlanışlardı." -F. R. Atay. çirkefe (veya çamura) taş atmak (veya çirkefi üzerine sıçratmak) edepsiz bir kimsenin tepkisine yol açacak bir davranışta bulunmak: "Çirkefe taş atma, hikmetini mırıldanarak kaçar gibi uzaklaştı." -Ö. Seyfettin.
çirkefçe sf. (çirke'fçe) 1. Çirkefe yakışır. 2. zf. Çirkefe yakışır bir biçimde.
çirkefleşme is. Çirkefleşmek işi.
çirkefleşmek (nsz) Çirkef durumuna gelmek: "Aralarında senin gibi çirkefleşeni çıkmadı hiç." -T. Buğra.
çirkefli sf İğrenç ve pis durumda bulunan: Çirkefi sokak.
çirkeflik, -ği is. Çirkef olma durumu veya çirkefçe davranış: Sende bu çirkeflik varken...
çirkin sf. Far. çirkin 1. Göze veya kulağa hoş gelmeyen, güzel karşıtı: "Kız öyle müstesna bir güzelliğe sahip olmamakla beraber çirkin de değildi." -H. R. Gürpınar. 2. Hoş olmayan, yakışık almayan (davranış veya söz): "Bu boş ve çirkin iddiayı bir kere de onun ağzından işitmek istedim." -Ö. Seyfettin. 3. Karanlık, dalavereli, şüpheli: "Dedikodular artmış, o da bu çirkin işler içinde kalmak istemediğinden çekilmiş." -M. Ş. Esendal. çirkin kaçmak hoş olmayan bir durum olmak.
çirkince sf (çirki'nce) 1. Çirkine yakın. 2. zf. Çirkin bir biçimde.
çirkinleşme is. Çirkinleşmek işi.
çirkinleşmek (nsz) Çirkin bir duruma gelmek: "Her gün biraz daha zayıflayıp çirkinleşen, sinirli bir kadın." -K. Tahir.
çirkinleştirme is. Çirkinleştirmek işi.
çirkinleştirmek (-i) Çirkin bir duruma getirmek.
çirkinlik, -ği is. 1. Çirkin olma durumu: "Güzelliği görmekten çirkinliğe bakıp da iğrenmeye vakit bulamaz." -Y. K. Beyatlı. 2. Çirkin olanın niteliği: "Cins kediler, leşlerini, çirkinliğini gizlemek için tenha yerlerde ölmeye girerlermiş." -P. Safa.
çirkinseme is. Çirkinsemek işi.
çirkinsemek (-i) Bir şeyi çirkin bulmak.
çiroz is. Yun. 1. Yumurtasını atarak zayıflamış uskumru balığı. 2. Bu balığın kurutulmuşu. 3. sf. mec. Çok zayıf (kimse).
çirozlaşma is. Çirozlaşmak işi veya durumu.
çirozlaşmak (nsz) 1. Uskumru, yumurtasını atarak zayıflamak. 2. mec. Çok zayıflamak.
çirozluk, -ğu is. 1. Zayıflık, kuruluk. 2. sf. Çiroz olmaya elverişli.
çis is. Bazı bitkilerden sızan ve katılaşarak sarımtırak bir cisim durumuna gelen bir çeşit şekerli öz su, kudret helvası: Çis, hekimlikte müshil olarak kullanılır.
çişe is. hlk. İnce yağmur, çisenti.
çiseleme is. Çiselemek işi.
çiselemek (nsz) Yağmur ince ince yağmak: "Mevsim kış, hava kapalı, yağmur ince ince çiseliyor." -R. N. Güntekin.
çiseme is. Çisemek işi,
çisemek (nsz) Çiselemek.
çisenti is. Toza benzer biçimde ince ince yağan şey: "Yıldızların ışık çisentisi altında yalıya geldim." -Y. Z. Ortaç.
çiskin is. 1. Çiseleyen yağmur. 2. sf. Çiseleyen yağmurdan hafifçe ıslanmış.
çiş is. Çocuk dilinde sidik, çiş etmek işemek. çiş yapmak işemek, çişi gelmek işeyeceği gelmek.
çişik, -ği is. hlk. Tavşan yavrusu.
çit (I) is. Bağ, bahçe, bostan vb. yerlerin çevresine çalı, kamış, ağaç dalı gibi şeylerden çekilen duvar türü, çeper, barı: "Çitten her akşam yaptığım gibi mektepten kalmış bir spor aşkı ile atladım." -S. F. Abasıyanık.
→ çit sarmaşığı, yatık çit
çit (II) is. hlk. 1. Pamuktan dokunmuş basma. 2. Baş örtüsü, yazma, yemeni.
çita is. İng. cheetah zool. Etçil memeliler sınıfının etçiller takımının kedigiller familyasından bîr hayvan.
çitar is. hlk. Çitari.
çitari is. 1. zool. İzmaritgillerden, üzerinde san çizgiler bulunan, en büyüğü"yarım kiloyu aşmayan, kılçıklı bir balık (Boxsalpa). 2. ipek ve pamukla dokunan bir tür çizgili kumaş, çitar: "Pencerelerdeki çitari perdelerden, köşedeki aynalı konsola kadar her şey, Hikmet'i çocukluğunun en samimi aşinaları gibi karşıladı." -Y. K. Karaosmanoğlu.
çiten is. hlk. 1. Saman taşımak için arabalara konulan ince dallardan örülmüş büyük sepet veya çit. 2. Kuzu ağılı.
çiti is. Çitme işi. çiti yapmak 1) saçları, çitilmiş tarakla taramak; 2) çitilemek.
çitileme is. Çitilemek işi.
çitilemek (-i) Kirini çıkarmak için çamaşırın iki yanını birbirine sürtmek: "Gel beni çitile, bana vur tokuç." -B. K. Çağlar.
çitilenme is. Çitilenmek işi.
çitilenmek (nsz) Çitileme işine konu olmak.
çitili sf. Çitilenmiş olan.
çitilme is. Çitilmek işi.
çitilmek (nsz) Çitme işine konu olmak.
çitişme is. Çitişmek işi.
çitişmek (nsz) Çitme işine konu olmak.
çitlembik, -ği is. bot. 1. Kara ağaçgillerden, düz kabuklu, kerestesi sert ve dayanıklı bir ağaç, çıtlık, melengiç (Celtis). 2. Bu ağacın mercimekten büyük, yuvarlak, buruk lezzette meyvesi, çitlembik gibi ufak tefek, esmer ve sevimli.
çitleme is. Çitlemek işi.
çitlemek (-i) 1. Kabak çekirdeği, ayçiçeği, fıstık vb.nin kabuklarını çıkararak yemek. 2. Çitle çevirmek.
çitme is. Çitmek işi.
çitmek (-i) 1. Bir araya getirmek, birleştirmek. 2. Kumaştaki deliği örerek kapamak. 3. Tarağın dişlerini iplikle bağlayıp sıkıştırmak. 4. Çitilemek.
çitmik, -ği is. hlk. 1. Üzüm salkımının küçük dalı. 2. sf. Çimdik: Bir çitmik biber.
çit sarmaşığı is. bot. Çit sarmaşığıgillerin örnek bitkisi olan, genellikle tarla kenarlarında yetişen, beyaz çiçekli, tüysüz ve uzun saplı, sarıhcı, çok yıllık ve otsu bir bitki (Convolvulus sepium).
çit sarmaşığıgiller ç. is. bot. Bitişik taç yapraklı iki çeneklilerden, çit sarmaşığı, kahkaha çiçeği, mahmude, küsküt vb. bitkileri içine alan bir familya.
çivi is. 1. İki şeyi birbirine tutturmak için çakılan, ucu sivri, başlı, metal veya ağaçtan yapılmış ufak çubuk, mıh. 2. Kalkan balığının üzerindeki düğmeye benzer kemiksi oluşum. çivi çıkar ama yeri kalır gönül yarası kapansa da unutulmaz, çivi çiviyi söker güçlü bir şey kendisi güçlü olan başka bir şeyle veya durumla etkisiz bırakılır, çivi gibi 1) çok sağlam ve çevik (kimse); 2) çok soğuk: "Suyu çivi gibi tutan toprak testiyi çarpıp kırmıştı bir seferinde." -T. Dursun K. (el veya ayak veya parmak) çivi gibi olmak çok üşümek, donmak, çivi kesmek tkz. çok üşümek: "Ayağının çivi kestiğini ancak o zaman fark etti." -H. Taner, çivi kestirmek tkz. çok üşütmek: "Misafirlerimize trende çivi kestirmekte mana yok." -R. N. Güntekin. çivi kırmak ayakkabıların içinden çıkan çivi uçlarını bir aletle kesip raspa ile eğeleyerek köselenin içine gömmek. çivi sokmak (veya sürmek) bir işin olmasında engel, güçlük çıkarmak: "Bakanlıktan biri bir çivi sürer diye korkuyor." -M. Ş. Esendal.
→ çivi yazısı, çiviyukarı, ağaç çivi, çatal çivi, tel çivi, cam çivisi, döşemeci çivisi, inşaat çivisi, kulak çivisi, temel çivisi, yaya çivisi
çivici is. 1. Çivi satan kimse. 2. sp. Topu sert olarak karşı alana dikine indiren oyuncu.
çivicilik, -ği is. Çivi yapıp satma işi.
çividi is. (çivi:di:) T. çivit + Ar. -î 1. Çivit rengi. 2. sf Bu renkte olan: "Yalnız o, Fatma gibi üst yanı cepli, çividi mavi ceket yaptırmamıştı."-M. Yesari.
çivileme is. 1. Çivilemek işi. 2. sp. Topu karşı alana dikine indirmeye yarayan sert vuruş. 3. zf Dimdik ve ayaküstü bir durumda (denize atlama).
çivilemek (-i, -e) 1. Bir şeyi bir yere çivi ile tutturmak, mıhlamak. 2. Aynı noktaya sürekli olarak bakmak: "Duvara sırtını verip çömeldi. Gözünü hamamcının geleceği yola çiviledi." -A. Sayar. 3. mec. Vurmak, Öldürmek. 4. mec. Olduğu yerde hareketsiz bırakmak: "Maçın sonuna kadar, sanki koltuğuna çivilemişler, hiç kımıldamıyor." -A. İlhan. 5. mec. Sabitleştirmek, kesin olarak yerleştirmek: "Adamı dışarıya çekerken bir cümleyi zihnine çiviler gibi yerleştirdi." -A. Gündüz.
çivilenme is. Çivilenmek işi.
çivilenmek (nsz) 1. Çivi ile tutturulmak, mıhlanmak. 2. (-e) mec. Aynı noktaya sürekli olarak bakmak: "Kıpırdamadan duruyordu. Başı dikti, gözleri kapıya çivilenmişti." -A. Sayar. 3. (-e) mec. Bir yerde hareketsiz kalmak.
çiviletme is. Çiviletmek işi.
çiviletmek (-i) Çivi çaktırmak: Ayakkabılarını çiviletti.
çivili sf. 1. Çivisi olan: "Bedevi kadınları altı iri çivili bir tür yarım çizme giyiyorlar." -R. H. Karay. 2. Çivi çakılarak yapılmış: "Kapıcı odasındaki çivili bastonu aldım, fabrikayı dolaşmaya çıktım." -S. F. Abasıyanık. 3. Çivi ile bir yere tutturulmuş. 4. is. Çeşitli spor oyunlarında giyilen bir ayakkabı türü.
çivisiz sf. Çivisi olmayan veya çivilenmemiş olan.
→ çivisiz kalkan
çivisiz kalkan is. zool. Vücudunda çivi yerine benekleri bulunan, eti çok lezzetli kalkan balığı cinsi.
çivit, -di is. Eskiden çivit otundan, bugün yapay yollarla elde edilen, mavi renkli, sarılığını gidermek için çamaşırın son suyuna karıştırılan toz boya: "Gömleğime yine çivit koymuş annem." -Y. Z. Ortaç.
→ çivit mavisi, çivit otu, çivit rengi
çivitleme is. Çivitlemek işi.
çivitlemek (-i) Çamaşırı çivitli suya sokup sanlığını gidermek.
çivitlenme is. Çivitlenmek işi.
çivitlenmek (nsz) Çivitleme işine konu olmak.
çivitli sf. 1. İçinde çivit bulunan. 2. Çivitli sudan geçirilmiş olan (çamaşır).
çivit mavisi is. 1. Çivit rengindeki mavi: "Sarımtırak kirpiklerinin arasından bana bakan gözleri çivit mavişiydi." -Z. O. Saba. 2. sf. Bu renkte olan.
çivit otu is. bot. 1. Baklagillerden, yapraklarından çivit çıkarılan bitki türü (İndigofera). 2. Turpgillerden, yapraklarından mavi boya çıkarılan bitki (İsalis tinctoria).
çivit rengi is. 1. Bir tür koyu mavi renk. 2. sf. Bu renkte olan.
çivitsiz sf. Çividi olmayan veya çivitlenmemiş olan.
çivi yazısı is. Eski Farsların, Medlerin ve Asurluların kullandığı yazı.
çiviyukarı is. sp. Yağlı güreşte hasmı ayaklarından yakalayıp tepesi üstü diktikten sonra sırtını yere getirerek yenme biçimi.
çiy is. Havada buğu durumundayken akşamın ve gecenin serinliğiyle yerde veya bitkilerde toplanan küçük su damlaları, şebnem: "Çimenlerin üzerindeki çiylerde güneşten düşmüş parlak elmas damlalarını ayaklarıyla ezdi." -Ö. Seyfettin.
çiyleme is. Çiylemek işi.
çiylemek (nsz) hik. Yağmur, hafif ve ince yağmak.
çizdirme is. Çizdirmek işi.
çizdirmek (-i, -e) Çizme işini yaptırmak: "Para kuvvetiyle durup dinlenmeksizin yazdırdılar, çizdirdiler." -Y. K. Beyatlı.
çizecek, -ği is. Ağacı çizmeye yarayan, çember kesitli, ucu sivri ve ağaç saplı el aracı.
çizelge is. 1. Çizgilerle bölümlere ayrılmış .kâğıt, cetvel. 2. Kadro, kademe, basamak ve derecelerin yer aldığı liste.
→ gösterge çizelgesi, imza çizelgesi, övünç çizelgesi, yansıtanım çizelgesi
çizge is. Bir olayın çeşitli durumlarını göstermeye veya birkaç şey arasında karşılaştırma yapmaya yarayan çizgilerden oluşmuş biçim, grafik.
çizgi is. 1. Çizilerek veya çeşitli yollarla oluşmuş iz, çizi, hat, tahril: "Bu kâğıda üç çizgi çekti." -Ö. Seyfettin, 2. Yüz ve vücut hatlarının her biri: "Gözlerinin rengi, yüzünün çizgileri, boyu boşu bile değişmiyordu." -O. Rıfat. 3. mat. Bir noktanın yürütülmesiyle oluşan biçim: Çizginin yalnız uzunluk boyutu vardır. 4. mec. Temel: "Ben hayatımı yeniden ve bambaşka çizgiler üzerinde kuracağım." -A. İlhan. 5. mec. Bir durumdan başka bir duruma atlanan, geçilen yer, sınır, çizgi çekmek 1) bir noktayı hat biçiminde çeşitli yönde uzatmak; 2) mec. bitirmek, sona erdirmek: "Tüm Müslümanlar aralarındaki kızgınlıklara, kinlere, o gün bir çizgi çekeceklerdi." -H. Taner.
→ çizgi film, çizgi hakemi, çizgi im, çizgi ölçek, çizgi resim, çizgi roman, ana çizgi, eğik çizgi, kırık çizgi, kırmızıçizgi, kırmızı çizgi, kısa çizgi, uzun çizgi, dış çizgiler durumu, atlama çizgisi, çıkış çizgisi, doruk çizgisi, gösterge çizgisi, kale çizgisi, konuşma çizgisi, mafya çizgisi, ölçek çizgisi, sahil çizgisi, santra çizgisi, su bölümü çizgisi, ufuk çizgisi, varış çizgisi, yan çizgisi
çizgi film is. sin. ve TV Bir konuyla ilgili olarak karakterlerinin hareketlerini belirtecek biçimde art arda çizilmiş resimlerden oluşan sinema filmi.
çizgi hakemi is. sp. Voleybolda topun veya ayağın çizgiye temas durumunu belirlemekle görevli hakem.
çizgi im is. Malın değişik özelliklerini ve fiyatını belirten, elektronik aygıtların okuyabileceği biçimde düzenlenmiş etiket, barkod.
çizgileme is. Çizgilemek işi.
çizgilemek (-i) Çizgi çekmek, çizgi çizmek: "Her gelen karikatürist nüktesini duvara çizgilemiş." -H. Taner.
çizgilenme is. Çizgilenmek işi veya durumu.
çizgilenmek (nsz) Çizgi meydana gelmek.
çizgileşme is. Çizgileşmek işi veya durumu.
çizgileşmek (nsz) Çizgi durumuna gelmek: "... siyah ve kalın bıyıklar altında çizgileşmiş dudakları..." -Y. Z. Ortaç.
çizgili sf. Üzerinde çizgi bulunan: "Benim mi Allah'ım bu çizgili yüz / Ya gözler altındaki mor halkalar." -C. S. Tarancı.
çizgilik, -ği is. Çizgi çizmeye yarar tahta, cetvel tahtası.
çizginme is. Çizginmek işi veya durumu.
çizginmek (nsz) esk. 1. Bir şeyin etrafında dönüp durmak. 2. Tereddüt etmek.
çizgi ölçek, -ği is. Plan veya haritanın alt köşesinde yatay bir çizgi ile gösterilen, harita üzerindeki uzunluğun gerçekte ne kadar uzunluğa karşılık olduğunu belirten ve bunun çizgi üzerinde işaretlenmesiyle elde edilen Ölçek.
çizgi resim, -smi is. Yalnız çizgilerle yapılmış resim.
çizgi roman is. Konuyu ve olaylar zincirini kesintisiz olarak resimleme yöntemiyle okuyucuya sunan roman.
çizgisel sf. Çizgi ile gösterilmiş.
çizgisiz sf. Üzerinde çizgi olmayan: "Yanakları parlıyor, çizgisiz yüzünde sarı bir korku gölgesi beliriyordu." -Ö. Seyfettin.
çizi is. 1. Çizgi. 2. Saban demirinin toprakta bıraktığı iz. 3. mec. Tutum, davranış.
çizici is. Tarlada haşhaş kozalaklarını afyon almak için çizen kimse.
çizicilik, -ği is. Çizicinin işi.
çizik, -ği is. 1. Çizgi. 2. Sıyrık, çizgi biçiminde yara: "Şapkası ezilmiş, ceketi yakasından ta omuzuna kadar yırtılmış, yüzü gözü çizikler, çürükler içinde..." -Y. K. Karaosmanoğlu. 3. sf. Çizilmiş.
çizikti sf. Çizikleri olan.
çizîksiz sf. Çiziği olmayan.
çiziktirme is. Çiziktirmek işi: "Önünde duran bembeyaz kâğıda önemli bir şeyler çiziktirmeye başladı." -H. Taner.
çiziktirmek (-i) 1. Çabucak çizmek, cızıktırmak. 2. mec. Baştan savma yazmak.
çizili sf. Çizilmiş olan.
çiziliş is. Çizilme işi veya biçimi.
çizilme is. Çizilmek işi.
çizilmek (nsz, -e) Çizme işine konu olmak: "Şişenin bir tarafı birer santimetre ara ile çizilmiş ve üzerine de birer rakam konulmuş. " -A. Mithat.
çizim is. 1. Çizme işi. 2. Çizilerek oluşturulmuş biçim. 3. mat. Bir şeklin belli bir kurala göre cetvel ve pergel yardımıyla çizilmesi işi.
→ geometrik çizim, tasar çizim
çizimci is. Çizim yapan kimse.
→ tasar çizimci
çizin çizin zf. hlk. Çizgi durumunda, sırayla: "Turnam gelir çizin çizin / Kanadı boynundan uzun." -Halk türküsü.
çizinti is. 1. Ufak sıyrık. 2. Bir yazıda üzeri çizilen yer; "Bunlar iyi cins beyaz kâğıt üstüne yazılmamış, basılmıştı sanki. Silintisiz, çıkıntısız, çizintisiz." -Y. Z. Ortaç.
çiziş is. Çizme işi veya biçimi.
çizme (I) is. Çizmek işi.
çizme (II) is. Koncu diz kapaklarına kadar çıkan bir çeşit ayakkabı: "Bedevi kadınları altı iri çivili bir tür yarım çizme giyiyorlar." -R. H. Karay, çizmeden yukarı çıkmak bilmediği, aklının ermediği, yetkisi dışındaki bir işe karışmak: "İsyanda çizmeden yukarı çıkmıyor." -Y. K. Beyatlı. çizmeleri çekmek bir işe girişmek: "Yaptığım işe hâlâ şaşmaktan ve inanamamaktan vazgeçemediğim hâlde çizmeleri çekmiştim." -R. N. Güntekin.
çizmeci is. Çizme yapan veya satan kimse.
çizmecilik, -ği is. Çizme yapma veya satma işi.
çizmek, -er (-i) 1. Çizgi çekmek. 2. Resmini yapmak, resmetmek: "Ben sizi yazar olarak değil, insan olarak çizmek istiyorum." -H. E. Adıvar. 3. Çizgiler hâlinde belirtmek, desenini yapmak: "Bir gün yine onlara görünmeden krokiler çiziyordum." -B. R. Eyuboğlu. 4. Çizgi biçiminde yaralamak: İğne elimi çizdi. 5. Geçersiz kılmak için üzerine çizgi çekmek: Şu iki kelime gereksizdir, çiziniz. 6. mec. Kişiyle ilgiyi' kesmek, bağı koparmak.
→ depremçizer, yayçizer, yazarçizer
çizmeli sf. Çizmesi olan.