-çı bk. -cı / -ci vb.
çıban is. Vücudun herhangi bir yerinde oluşan ve çoğu, deride şişkinlik, kızartı, ağrı ve ateş ile kendini gösteren irin birikimi, çıban işlemek çıban irin akıtmak, çıbanın başını koparmak ağır bir sorunun patlak vermesine yol açmak.
→ çıban ağırşağı, çıbanbaşı, Halep çıbanı, kan çıbanı, kurca çıbanı, şark çıbanı, Urfa çıbanı
çıban ağırşağı is. 1. Çıbanın patlamak üzere olan yeri. 2. mec. Ağır sonuçlar doğurabilecek durum veya sorun.
çıbanbaşı is. 1. Yaranın ucu. 2. mec. Kurcalandığı, üzerine düşüldüğü takdirde ağır veya kötü bir sonuca vanlması muhtemel konu. 3. mec. Genel kurallara aykırı davranış içinde olan kimse.
çıbanlaşma is. Çıbanlaşmak durumu.
çıbanlaşmak (nsz) Çıban durumuna gelmek.
çıdam is. Moğ. esk. Sabır.
çıfıt sf. Ar. cehüd Hileci, düzenbaz.
→ çıfıt çarşısı, içi çıfıt çarşısı
Çıfıt öz. is. Ar. cehüd Yahudi.
çıfıt çarşısı is. Türlü şeylerin karmakarışık bir durumda bulunduğu yer.
çıfıtlık, -ğı is. Hilekârlık, düzenbazlık, çıfıtlık etmek hile yapmak, düzenbazlık etmek.
Çıfıtlık, -ğı öz. is. Yahudilik.
çığ is. 1. Dağın bir noktasından kopup yuvarlanan ve yuvarlandıkça büyüyen kar kümesi. 2. hlk. Bölme veya paravana, çığ düşmek dağdan aşağı çığ yuvarlanmak, çığ gibi büyümek bir olay birdenbire ve etkileyici bir biçimde büyümek.
çığa (I) is. zool. Mersin balığının, yumurtasından havyar yapılan türü (Acipenser ruihenus).
çığa (II) is. hlk. Horoz, cennet kuşu vb. kuşların kuyruğundaki tüylerden en uzun ve gösterişli olanı.
çığalanma is. Çığalanmak işi.
çığalanmak (nsz) hlk. Atın kuyruğu horoz kuyruğu gibi dikilmek.
çığıltı is. Çığlıkla karışık ses.
çığır is. 1. Çığın kar üzerinde açtığı iz. 2. Hayvanların gide gele açtıkları ince yol, keçi yolu, patika. 3. İz: "Sabanın sapına çalımlı çalımlı sarılarak kuvvetli demirin açtığı çığır üzerinde ağır adımlarla yürümekteydi. " -N. Nâzım. 4. Büyük hattatların sanat yolu: Mustafa Rakım çığırı. 5. mec. Yeni bir biçim, yöntem veya yol: "Edebiyatımızda büyük bir çığırın ilk ve güçlü öncüsü olan bu hikâyeler..." -H. Taner, çığır açmak bir alanda yeni bir yol, yöntem başlatmak: Atatürk, bütün Doğu milletleri için kurtarıcı bir çığır açtı.
çığırış is. Çığırma işi veya biçimi.
çığırma is. Çığırmak işi.
çığırmak (-i) hlk. 1. Çağırmak, seslenmek. 2. Türkü söylemek: "Gazi Rahman gene türküler çığıracaktır, eski türküleri çığıracaktır. " -T. Buğra.
çığırtı is. Çığırma sesi.
çığırtkan is. 1. Çağırtkan. 2. Bir olayı, bir haberi yüksek sesle çevreye duyuran kimse: "Haberim böyle fısıl fısıl anlatmaz, gümbür gümbür yayar çığırtkan dediğin." -T. Oflazoğlu. 3. mec. Çıkarı olduğu için birini övüp koruyan kimse.
çığırtkanlık, -ğı is. Çığırtkanın yaptığı iş: "Ben sürekli bir afacanlıkla ve çığırtkanlıkla koşuşup duruyordum." -Y. K. Beyatlı.
çığırtma is. 1. Çığırtmak işi. 2. esk. Basit, küçük, nefesli bir çalgı: "Bu lakırtıların arasında çığırtma gibi ince çocuk sesi." -H. R. Gürpınar.
çığırtmacı is. Çığırtma çalan kimse.. çığırtmak (-i, -e) Çağırtmak.
çığlık, -ğı is. Acı, ince ve keskin ses, feryat, figan: "İki kardeş güzel güzel oynarken ne oldu ise birdenbire bir ağlama, bir çığlık başladı." -M. Ş. Esendal. çığlık atmak (veya koparmak veya basmak) kulak tırmalayıcı korkunç sesler çıkararak acı acı bağırmak: "Martılar acı çığlıklar atarak birbirlerinin ağzından balık kapıyorlar." -H. Taner. "Bir gün işte bu çalgı çalınırken küçük kız olanca kuvveti ile tepinmeye, çığlık basmaya başlamıştır." -H. E. Adıvar.
çığlık çığlığa zf. Çığlık atarak, bağırıp çağırarak: "Büyük abla, kapının yanındaki iskemlenin üstünden fesimi aldığımı görünce çığlık çığlığa beni azarlamaya başladı." -R. N. Güntekin.
çığralık, -ğı is. 1. Karda kürekle, dallarla açılan dar yol. 2. Bir tür çalılık: "İzleri takip ettiler, Çadırtepe'ye doğru çığralık içinde kayboldular." -M. Ş. Esendal.
çığrış is. bk. çığırış.
-çık bk. -cık/-cik vb.
çıkacak, -ğı is. 1. Hamamlarda dışarıya çıkıp giyinme yerine giderken kurulanmak üzere verilen havlu. 2. Boy ölçüşecek kimse: Ona çıkacak kimse yoktur.
çıkagelme is. Çıkagelmek işi.
çıkagelmek (nsz) Beklenmedik bir zamanda gelmek: "Hey gidi Miralay Ferit, hiç değişmez, çıkınında biraz üzüm, biraz incir, ağzında acı tatlı türlü savaş anısı, böyle çıkagelir. " -A. İlhan.
çıkak, -ğı is. 1. Çıkılacak yer, çıkıt, mahreç. 2. dbl. Boğumlanma noktası.
çıkan is. mat. Çıkarma işleminde bütünden alınan sayı.
çıkar is. Dolaylı bir biçimde elde edilen kazanç, menfaat, yarar: "Kimse siyasi ve kişisel çıkar yahut nüfuz sağlama amacıyla dince kutsal sayılan şeyleri istismar edemez ve kötüye kullanamaz." -Anayasa, çıkar gözetmek çıkarına bakmak, çıkarına bakmak yalnızca kendini ve kendi durumunu gözeterek çıkar sağlamak, çıkarını tepmek 1) kendisine yarar sağlayacak bir şeyi veya bir durumu istememek; 2) kendisine yarar sağlayacak bir şeyden veya durumdan yararlanmamak.
→ çıkar budak, çıkar yol
çıkar budak, -ğı is. Çevresi ile bağlantısı zayıflayan ve bazı ağaç türlerinde kendiliğinden düşebilen budak türü.
çıkarcı is. Yalnız kendi çıkarını düşünen, çıkarını kollayan kimse, menfaatçi, menfaat düşkünü, menfaatperest, menfaatperver: "Büyüklere ve topluma en büyük fenalık çıkarcı oğlu çıkarcı pohpohçulardan gelir." -H. Taner.
çıkarcılık, -ğı is. Yalnız kendi çıkarını düşünme durumu, menfaatçilik, menfaatperestlik.
çıkarılış is. Çıkarılma işi veya biçimi.
çıkarılma is. Çıkarılmak işi.
→ kispet çıkarılması
çıkarılmak (-den, -e) Çıkarma işine konu olmak: "Biraz sonra sedye yukarı çıkarılıp koridora konuldu." -M. Ş. Esendal.
çıkarım is. 1. Çıkarma işi. 2. man. Belli önermelerin kabul edilen veya gerçek olan doğruluklarından, yanlışlıklarından, başka önermelerin kabul edilen veya gerçek olan doğruluklarını, yanlışlıklarını çıkarma, istidlal.
çıkarış is. Çıkarma İşi veya biçimi.
çıkarma is. 1. Çıkarmak işi. 2. ask. Düşman kıyılarına gemi, bot vb.nden asker indirme, asker çıkarma. 3. mat. Dört işlemden biri, çıkarmak işlemi, tarh.
→ çıkarma birliği, çıkarma gemisi, çıkarma harekâtı, çıkarma işareti, diş çıkarma, sağ çıkarma
çıkarma birliği is. ask. Deniz kıyısında çıkarma harekâtı yapmak üzere eğitilmiş, özel yapılmış hafif ve küçük teknelerden kurulmuş askerî birlik.
çıkarma gemisi is. ask. Çıkarma yapılacak kıyıya asker, araç ve cephane taşımaya yarayan, altı düz küçük deniz aracı.
çıkarma harekâtı is. ask. 1. Düşman işgalinde olan bir kıyıya, güvenli bir köprübaşı kurmak amacıyla düzenlenen ve çeşitli birliklerin görev aldığı askerî harekât. 2. mec. Bir konuda kamuoyu oluşturmak veya yandaş toplamak için yoğun faaliyet gösterme.
çıkarma işareti is. mat. Çıkarma İşlemini gösteren "-" işareti.
çıkarmak (-i, -den; -e) 1. Birinin veya bir şeyin çıkmasını sağlamak, çıkmasına sebep olmak: "Cebinden maroken kaplı bir defter çıkardı." -Ö. Seyfettin. 2. (-i) Sonunu getirmek: Bu para ile ayı çıkarırız. 3. (-i) Anlamak, ne olduğunu bilmek, sezmek. 4. (-i) Bulmak, ortaya koymak: Yalanım çıkarmak. Yanlışım çıkarmak. 5. Hatırlamak: "A-damı nereden tanıdığımı tam olarak çıkarmaya çalıştım." -N. Cumalı. 6. nsz Döküntülü hastalığa tutulmak: Çiçek çıkarmak. 7. Çok hoşlanmak: "Lezzetini çıkara çıkara hikâyesine devam ediyordu." -R. H. Karay. 8. (-i, -den) Öfke, hırs, acı vb.nin zararını çektirmek: Öfkesini benden çıkardı. 9. (-i, -den) Sağlamak, elde etmek: Ekmeğim taştan çıkarmak. 10. Gibi göstermek, bir davranış yüklemek: Birini hırsız, çıkarmak. Suçlu çıkarmak. 11. Sindirim yolundan dışarı atmak. 12. İlgisini keserek uzaklaştırmak. 13. (-i) Giysi, ayakkabı vb.ni vücuttan ayırmak, soymak: "ihtiyar hatun, onun ayakkabılarım ve ceketini çıkarıp çekilip gitmişti." -S. F. Abasıyanık. 14. Yayımlamak: "Gençlerin tenkitlerim gördü, yeni çıkardıkları edebiyat tarihlerini karıştırdı." -O. S. Orhon. 15. (-i) Gidermek: Lekeyi çıkarmak. 16. Sebep olmak, yol açmak: "Bir dedektif bürosu açmış, hükümet zorluk çıkardığından kapatmıştı." -R. H. Karay. 17. Yapmak, üretmek: Bu terzi çok İş çıkarıyor. 18. Sunmak: Konuklara çerez çıkardı. 19. Göstermek: "Sosyeteye bir ustabaşıyı kocam diye çıkaracaksın." -M. Ş. Esendal. 20. Bir şeyi bir örneğe göre yapmak: "Yeni öğrendiği bir tangoyu piyanoda tek parmakla çıkarmaya çalışan İlhami..." -H. Taner. 21. Yollamak, göndermek: Bir adam çıkarıp oğlunu yanına getirtti. 22. Yükü boşaltmak: "Karşıki kıyıda yün denkleri çıkaran gemiye haykırdık, işaretler ettik." -R. H. Karay. 23. Resim yapmak. 24. Fotoğraf çektirmek. 25. mec. Söylemek: "Bu dedikoduyu ortaya mutlak bizim arkadaş çıkarmıştır." -O. C. Kaygılı. 26. (-i, -den) mat. Üçüncü bir sayı elde etmek üzere belli bir sayıdan, daha az değerli başka bir sayı kadar birim eksiltmek, tarh etmek.
çıkarsama is. fel. Bir önermeden, düşünce yoluyla bir başka önermeye geçme işi, istihraç.
çıkartı is. Boşaltım ile vücuttan dışarı çıkan madde, ıtrah maddesi.
çıkartılma is. Çıkartılmak işi.
çıkartılmak (-den) Çıkartma işi yapılmak.
çıkartma is. 1. Çıkartmak işi. 2. Özel olarak hazırlanıp bir yere yapıştırılan zamklı desen, resim veya yazı: "Yonca'nın elindeki kâğıt parçasında, yeşilli, sarılı, kırmızılı bir kelebek çıkartması var." -O. Rifat. 3. Bu yolla çıkarılan resim.
çıkartmak (-e, -den) Çıkarma işini yaptırmak: "Bu adam bir senedir buraların resmini çıkartıyor." -B. R. Eyuboğlu.
çıkar yol is. Güç durumlarda insanı başarıya ulaştıran, kurtaran davranış, çözüm yolu, çare: "Bu kadar doğru bir istekle kendine bir çıkar yol bulmaya çalışarak karşıma gelmiş olan kızı, soğutup kırmak işime gelmedi. " -M. Ş. Esendal.
çıkı is. Çıkın: "Düğünün hamamı benden. Çerezi, çıkısı hepsi benden." -A. Sayar.
→ kirli çıkı
çıkık, -ğı is. 1. Bir kemik veya organın yerinden çıkmış olması: Kolunda çıkık var. 2. sf. Yerinden çıkmış (kemik veya organ). 3. sf. Çıkıntısı olan: "Bu adam, elli beş, altmış yaşlarında, boynu biraz yana çarpılmış, çıkık alınlı, çökük yanaklı, kara kuru bir ihtiyardı. " -R. N. Güntekin.
çıkıkçı is. Çıkıkları düzelten kimse, sınıkçı, kırıkçı: "... buzdan kayıp bacağım kırdı. Çıkıkçı getirdiler, bacağı şimdilik alçıda." -T. Dursun K.
çıkıkçılık, -ğı is. Çıkıkçının mesleği.
çıkıklık, -ğı is. Çıkık olma durumu.
çıkılama is. Çıkılamak işi.
çıkılamak (-i) Çıkı yapmak.
çıkılanma is. Çıkılanmak işi.
çıkılanmak (nsz) Çıkılama İşi yapılmak.
çıkılatma is. Çıkılatmak işi.
çıkılatmak (-i) Çıkı yaptırmak.
çıkılma is. Çıkılmak işi.
çıkılmak (-e) Dışarı veya yukarı gidilmek: Dağa çıkıldı. Bu havada dışarıya çıkılmaz.
çıkın is. Bir beze sarılarak düğümlenmiş küçük bohça, çıkı: "Eteğinin altında çıkın çıkın altınları vardır." -R. H. Karay, çıkın etmek çıkma koyup bağlamak, çıkına koymak, çıkınlamak.
çıkınlama is. Çıkınlamak işi.
çıkınlamak (-i) Çıkma koyup bağlamak.
çıkıntı is. 1. Bir yüzeyde ileri doğru çıkan bölüm: "Gırtlağının çıkıntısı, hiddetli bir adamın yumruğu gibi titriyordu." -Y. K. Karaosmanoğlu. 2. Bir metni düzeltmek veya ona bir şey eklemek için satır dışına yazılan yazı, çıkma. 3. argo Kambur.
→ dikensi çıkıntı, gırtlak çıkıntısı
çıkıntılı sf. Çıkıntısı olan.
→ girintili çıkıntılı
çıkıntısız sf. Çıkıntısı olmayan: "Bunlar, iyi cins beyaz kâğıt üstüne yazılmamış, basılmıştı sanki. Silintisiz, çıkıntısız, çizinüsiz." -Y. Z. Ortaç.
→ girintisiz çıkıntısız
çıkır çıkır zf. Şıkır şıkır: "Çıkır çıkır bilezikli kolları / Söyledikçe şirin olur dilleri." - Karacaoğlan.
çıkış is. 1. Çıkma işi veya biçimi: "Çiğ patatesle patlıcanı düşününüz, sıcak külden çıkışına bakınız, ne leziz yemektir." -R. H. Karay. 2. Bir yerden çıkmak için kullanılan yer. 3. Yokuş. 4. Güreşte cazgırın alana çıkardığı pehlivanların izleyicilere doğru yürüyerek çalım yapmaya başlaması. 5. Mezuniyet, okul bitirme. 6. Çıkış belgesi. 7. mec. Beklenilmeyen bir sırada yapılan sert konuşma. 8. ask. Uçağın bir havaalanından başka bir havaalanına gitme süreci, sorti. 9. ask. Kuşatılmış bir bölgedeki birliklerin yaptığı saldırı. 10. sp. Verilen bir işaretle yanşa başlama, depar, çıkış almak 1) işten ayrılmak; 2) çıkış belgesi almak, çıkış vermek belge düzenleyip işine son vermek, çıkış yapmak 1) bir tartışmada, karşı düşüncede olanları alt etmek için sert davranışta bulunmak; 2) ask. uçağın herhangi bir görevle havalanması.
→ çıkış belgesi, çıkış çizgisi, çıkış hakemi, çıkış kapısı, çıkış noktası, çıkış takozu, çıkış yolu, iniş çıkış, kafa çıkışı, yangın çıkışı
çıkış belgesi is. 1. Bir kimsenin bir okulu bitirdiğini göstermek için geçici olarak verilen belge, çıkış. 2. Bir malın ülke dışına çıkarılma iznini gösteren belge.
çıkış çizgisi is. sp. Yarışa başlangıç olarak belirlenen beyaz çizgi.
çıkış hakemi is. Yanşa başlama işaretini veren görevli.
çıkış kapısı is. Yapılarda dışarı çıkmayı sağlayan kapı.
çıkışlı sf. Belli bir okulu veya öğrenim kademesini bitirmiş olan, mezun: Okulun 1930 yılı çıkışlıları toplandı.
→ inişli çıkışlı
çıkışma is. 1. Çıkışmak işi. 2. Birine sert sözler söyleme: "Nedense ona açıktan açığa çıkışmaya cesaret edemiyordu." -R. N. Güntekin.
çıkışmak (-e) 1. Bir kimseye hoşa gitmeyen bir davranışından dolayı sert sözler söylemek, azarlamak: "Behey mübarek adam, gece yarıları denizin dibinde ne arıyorsun diye soruyor, âdeta karşısına bir suçlu çıkarmışlar gibi çıkışıyordu." -R. H. Karay. 2. (nsz) Yeter olmak, yetmek: Param çıkışmadığı için arkadaşımdan borç aldım, çıkışamamak boy ölçüşememek, eşit derecede olmamak: Çene yarıştırmada ben seninle çıkışamam.
çıkış noktası is. Bir şeye başlanılan yer: Çıkış noktanız hatalı.
çıkış takozu is. sp. Kısa mesafeli hız koşularında, sporcuların dizlerini yere dayadıktan sonra ayaklarını bastırıp itme gücü sağlamak ve hız kazanmak amacıyla kullandıkları özel araç.
çıkıştırma is. Çıkıştırmak işi.
çıkıştırmak (-i) Bir şeyi gereken miktara ulaştırmak: Sonunda parayı çıkıştırdım.
çıkış yolu is. Çözüm: "Türkiye çıkış yollarını da, yükseliş hızını da bulmuştu." -T. Buğra.
çıkıt is. Çıkak.
çıkkın sf. Kabarık, şişkin.
çıkkınlaşma is. Çıkkınlaşmak işi.
çıkkınlaşmak (nsz) Kabarmak, şişmek: "O akşam daha, oda kıyafeti ile fazlaca şişmanlaşıp çıkkınlaşmış gövdesinden, bir de bozulmuş bir musluktan durmaksızın akan su gibi hiç dinlendirilmeden söyletilen gramofondan başka acı haber izi görünmüyordu. " -R. E. Ünaydın.
çıkma is. 1. Çıkmak işi. 2. Bir yapının üst katlarından dışarıya doğru uzanmış bölüm, balkon. 3. Hamamdan çıkarken kullanılan havlu ve kurulanma takımı, çıkacak. 4. Bir yazı sayfasının kenarına metinle ilgili olarak yazılan ek, derkenar. 5. sf. Çıkmış: "Saraydan çıkma İstanbul eşyalarını görünce bunların hakikatine inanmak lazım geldiğini anlamış." -A. Ş. Hisar. 6. sf. Eski, kullanılmış: Çıkma jant.
→ çıkma durumu, kola çıkma, kümeye çıkma, lige çıkma
çıkma durumu is. dbl. İsim soylu bir sözün taşıdığı kavramda çıkış bildiren, -dan / - den, - tan / -ten ekleri ile kurulan durum, ayrılma durumu, ablatif: okuldan, evden, sokaktan, işten vb. çıkmak, -ar (-den) 1. İçeriden dışarıya varmak, gitmek: "Ortalık ağarırken bir arkadaşımla yorgun adımlarla konaktan çıktık." -F. R. Atay. 2. Elde edilmek, sağlanmak, İstihsal edilmek: "Bu mülakatımızdan esaslı bir netice çıkmadı." -Atatürk. 3. Bir meslek veya bilim kurumunda okuyup yetişmek, mezun olmak: "Çiçeği burnunda subay çıkar çıkmaz, ben size bir emir eri bulurum." -H. Taner. 4. Bulunduğu yeri bırakıp başka yere geçmek, taşınmak, ayrılmak, ilgisini kesmek: "Yeni evimizden çıkıp eski evimize taşındık." -Y. Z. Ortaç. 5. Süresi dolduğunda ayrılmak: Daireden çıkmak. Hastaneden çıkmak. Cezaevinden çıkmak. 6. Yapılmak, yürümek: Bu dairede işler kolay çıkmaz. 7. Yetişecek ölçüde olmak: Bu kumaştan bir palto çıkar mı? 8. Eksilmek: Dörtten iki çıkarsa... 9. Meydana gelmek: "Uygunsuz dediğim vakalardan biri bir salon oyunu yüzünden çıkmıştır."-R. N. Güntekin. 10. Sıyrılmak, ayrılmak: Bebeğin patiği çıktı. 11. Herhangi bir durumda olduğu anlaşılmak: Borçlu çıkmak. Kârlı çıkmak. Alacaklı çıkmak. 12. Bir durumla ilgili niteliklerini yitirmek, bir durumdan başka bir duruma geçmek: "Çok sonra öğrenecek bunu. Çok sonra, çocukluktan çıkıp kocaman adam olduktan sonra." -T. Dursun K. 13. (-i) Bir şeyin yukarısına doğru yürümek: "Uzun, dik merdivenli bir yokuşu çıktık." -R. H. Karay. 14. Bir inceleme, bir araştırma sonucu bulmak: Sularda bakteri çıktı. 15. (-e) İş için, yetkili birinin makamına gitmek: Başkana çıkmak. 16. (-e) Talihine veya payına düşmek, İsabet etmek, vurmak: Arkadaşa piyango çıkmış. Bize yine gezi çıktı. Bu işten size de bir şey çıkar. 17. (-e) Gitmek, koyulmak: "Yola çıkmadan evvel eve gitmek, uyumak istedim." -M. Ş. Esendal. 18. (nsz) Bir konu yetkililerce karara bağlanmak. 19. (-e) Birdenbire görünmek: "Neden hiçbir korsan filosu önümüze çıkamadı?" -F. F. Tülbentçi. 20. (-e) Mal olmak: Bu ev dört milyara çıktı. 21. (-e) Oyunda herhangi bir rolü oynamak: "Arsız ve aptal mahalle çocuğu rolüne çıkmıştı."-B. R. Eyuboğlu. 22. (-e) Bir yere ulaşmak, varmak: "Karşı kaldırıma geçtiler, sağa sola saptılar, demir yoluna çıktılar." -M. Ş. Esendal. 23. Karaya ayak basmak: "1919 senesi Mayısının on dokuzuncu günü Samsun'a çıktım." -Atatürk. 24. Yayılmak, duyulmak: "Başından beri gazetelerde enstitü hakkında havadisler çıkıyordu." -A. H. Tanpınar. 25. Olmak, bulunmak, var olmak: "Bayramın son günü her iki kadının da işleri çıkmıştı." -O. C. Kaygılı. 26. Bir iddia ile ortalıkta görünmek: "Sen onun karşısına çapkın bir adam gibi çıktın." -P. Safa. 27. Yayılmak: Lağımdan pis kokular çıkıyor. 28. (-e) Karşı gelebilmek, boy ölçüşmek: Güreşte ona çıkacak kimse yok. 29. (-e) Bulaşmak: Kravatın boyası gömleğe çıktı. 30. (-i) Binaya kat eklemek: Evin ikinci katını çıkmadan havalar bozuldu. 31. (-e) Bir sebeple bulunulan yerden ayrılmak: "Bu kahveden sıkıldın, ötekine çıkarsın, anladın mı?" -M. Ş. Esendal. 32. (nsz) Niteliği sonradan anlaşılmak: "Eyvah, bu da ötekiler gibi soysuz çıktı, istemem artık gözüm görmesin, soğudum, iğrendim. Atın evimden dışarı." -R. N. Güntekin. 33. (nsz) Davranışta herhangi bir niteliği bulunmak: Akıllı çıktı da, arkadaşına uymadı. 34. Yerinden oynamak: "Fukaranın hem sağ bileği çıkmış hem davulu patlamıştı." -R. N. Güntekin. 35. (nsz) Görünür veya belli bir durumda bulunmak: Tencerenin bakırı çıktı. Zayıflıktan kemikleri çıkmış. 36. (nsz) Oluşmak, olmak: Fırtına çıkmak. Soğuk çıkmak. 37. (nsz) Piyasaya sürülmek. 38. (nsz) Bitmek, büyümek, sürmek: Ekinler çıkmaya başladı. Bıyığı çıktı. 39. (nsz) Verilmek: Maaş çıkmak. Emir çıkmak. 40. (nsz) Ay veya mevsim geçmek: Mart çıktı. Kış çıktı. 41. (nsz) Yeni yetişip satışa sunulmak: Erik çıkmış. Çilek daha çıkmadı. 42. (nsz) Yükselmek, artmak: Fiyatlar çıktı. 43. (nsz) Artırmak, fiyatı yükseltmek. 44. (nsz) Sesini yükseltmek. 45. (nsz) Büyük abdest bozmak. 46. (nsz, -den) Giderilmek, yok olmak: Leke çıktı. 47. (-den) Unutmak: O söz benim hatırımdan çıkmadı. 48. Ay, güneş görünmek: "Hava açılmış, ay çıkmıştı." -R. H. Karay. "Güneş seni ısıtmak için çıkıyordu." -Y. K. Karaosmanoğlu. 49. (nsz) Yayımlanmak: "Yeni çıkmış Fransızca bir iki kitap bulunurdu." -Y. Z. Ortaç. 50. Gelmek: "Çok geçmeden haber çıkacağım kadınlık insiyakiyle derhâl sezmişti." -R. H. Karay. 51. (-den) Gerçekleşmek: "İnsanın her gördüğü rüya çıkmaz ya!" -M. Ş. Esendal. 52. Bulunduğu yerden fırlamak, kopmak: Arabanın direksiyonu çıkmak. 53. (-den) Bir şeyin düzeni bozulmak, eskisinden daha değişik, kötü bir duruma girmek: Ev, ev olmaktan çıktı. 54. (-îe) Flört etmek: "Sevim, senden başka bir kızla çıkmadım." -A. İlhan. 55. (-e) Erişmek, görmek: "Aklı başında ama sabaha çıkamayacağına kalıbımı basarım." -S. F. Abasıyanık. 56. mec. Harcamak zorunda kalmak: Paradan çıkmak. Bin liradan çıktım. 57. (-i) argo Vermeye katlanmak: Çık bakalım paraları!
→ bata çıka, battıçıktı, zıpçıktı
çıkmaklık, -ğı is. Çıkma durumunda olma: , "Hâlbuki ayrılık acısına ve ayrılık seslerine, bildik çıkmaklığım gerekti." -R. H. Karay.
çıkmalı sf. Çıkma durumunda olan.
→ çıkmalı tamlama, çıkmalı tümleç
çıkmalı tamlama is. dbl. Tamlayanı çıkma durumunda olan ve tamlananı üçüncü kişi iyelik eki alan tamlama: İnsanlardan bazıları. Öğrencilerden ikisi gibi.
çıkmalı tümleç, -ci is. dbl. Fiilin anlamını tamlayan ve çıkma durumunda bulunan dolaylı tümleç: Çocuklar evden çıktılar.
çıkmaz is. 1. Sonu kapalı, çıkış yeri olmayan, hiçbir yere ulaşamayan yol, sokak: "Bu apartmanın olduğu çıkmazda bir garaj, bir eski ahır, üç esrarlı ve daima kapalı depodan başka bir şey yoktur." -H. E. Adıvar. 2. mec. Çözüme ulaşmayan, çözüm yolu olmayan. çıkmaz ayın son çarşambası şaka işin hiçbir zaman yapılmayacağını anlatan bir söz. çıkmaza girmek bir iş çözümlenemeyecek, içinden çıkılmayacak bir duruma düşmek: "Kıbrıs sorunu, şu ya da bu siyasal oyunla, yeniden çıkmaza girecektir." -T. Halman. çıkmaza sokmak bir işi, bir durumu çözümlenemez, güç bir duruma getirmek.
→ çıkmaz sokak
çıkmazlık, -ğı is. İkilem.
çıkmaz sokak, -ğı is. Herhangi bir yöne çıkışı olmayan sokak: "Biraz ötemizdeki çıkmaz sokaktan başka her yere çıkmak, bana yasak edilmişti." -Halikarnas Balıkçısı.
çıkra is. hlk. Sık çalı.
çıkralık, -ğı is. Çıkra ile örtülü yer.
çıkrık, -ğı is. 1. Kuyudan kovayı çekmeye yarayan ve el ile çevrilen araç. 2. İplik bükme, iplik sarma vb. işlerde kullanılan, el veya ayakla çevrilen dolap. 3. fiz. Ağır bir şeyi çekecek ipin sarılmasına yarayan ve bir eksen üzerinde uzunca bir kolla çevrilerek dönen silindir.
→ su çıkrığı
çıkrıkçı is. 1. Çıkrık yapıp satan kimse. 2. Elyaf fitillerini incelterek iplik veya elyaf yünü durumuna getiren ve boş makaralara saran bir makine.
çıkrıkçılık, -ğı is. Çıkrık yapma veya satma işi.
çıkrıkçın is. zool. Bir ördek türü.
çıkrıklı sf. Çıkrığı olan: "Bahçede bir de çıkrıklı kuyu olacak." -S. F. Abasıyanık.
çıkrıksız sf. Çıkrığı olmayan: "... yayvan bir incir ağacı ile çıkrıksız bir kuyu ve duvar kalıntıları kararmış olan yangın yerine bakıyordu. " -T. Buğra.
çıktı is. tic. 1. Üretim sonucu ortaya çıkan ürün, girdi karşıtı. 2. Artık: Sanayi çıktısı. 3. Bilgisayarda yazılan bir metnin kâğıda dökülmüş biçimi. 4. Mezuniyet belgesi, çıktı almak bilgisayarda bulunan bir metni kâğıda yazdırmak.
→ girdisi çıktısı
-çıl (I) bk. -cıl/-cil vb.
-çıl (II) Küçültme sıfatları türeten ek: ak-çıl, kır-çılvb.
çılbır (I) is. Yoğurtlu yumurta yemeği.
çılbır (II) is. hlk. Yulara takılan ip veya zincir.
çıldırasıya zf. Çıldıracak gibi, pek çok.
çıldır çıldır zf 1. Canlı canlı: Çocuk çıldır çıldır bakıyor. 2. Parlak parlak, parlayarak: Elmas yüzük çıldır çıldır yanıyor.
çıldırış is. Çıldırma işi veya biçimi.
çıldırma is. Çıldırmak işi.
çıldırmak (nsz) 1. Delirmek, aklını oynatmak: "Kendimi yalnız buluyorum. Kitaplarım olmasa çıldıracağım." -Y. K. Karaosmanoğlu. 2. mec. Israrla İstemek, büyük arzu göstermek: "Eminim, resminizi yapmak için çıldırıyor. " -H. E. Adıvar.
çıldırtıcı sf. Çıldırtma işini yapan (kimse veya durum): "Kendisini yeniden kahırlı, çıldırtıcı, büyük bir hayatın eşiğinde buluyordu." -A. İlhan.
çıldırtıcılık, -ğı is. Çıldırtıcı olma durumu.
çıldırtma is. Çıldırtmak işi.
çıldırtmak (-i) Çıldırmasına sebep olmak: "Ana kız ikisini de sevinçlerinden çıldırtacak kadar ağır, pahalı hediyeler getirmişti."-R. H.Karay.
çılgın sf. 1. Aşırı davranışlarda bulunan, deli, mecnun: "Ömrümde ilk defa saat için çılgın gibi dövüştüm." -S. F. Abasıyanık. 2. Çok büyük, aşırı, olağanüstü: "Onların bu çılgın aşklarına karşı konulacak engel setlerinin hiç hükmü yoktur." -K. Tahir. çılgına dönmek (veya döndürmek) 1) sevinç, öfke, kızgınlık vb. duygular sonucu aşırı ölçüde heyecanlanmak (heyecanlandırmak): "Şöyle az buçuk mürekkep yalamış bir insanı böylesine üç nutuk çılgına döndürür'." -S. F. Abasıyanık. 2) kendine hâkim olamamak.
çılgınca zf. (çılgı'nca) 1. Deli gibi, delicesine, çılgıncasına: "Mademki Salvotore'yi o derece kıskandım, demek ki kendisine çılgınca âşıktım." -R. H. Karay. 2. Aşırı bir biçimde, çılgıncasına: "Gençler, çocuklar, günün kahramanına çılgınca tezahürat yapıyorlar. " -H. Taner.
çılgıncasına zf (çılgı'ncasına) Çılgınca: "Herkesin bu kadar uzun vadeli emelleri, bu kadar çılgıncasına ölçüsüz ümitleri yok mudur?" -A. Ş. Hisar.
çılgınlaşma is. Çılgınlaşmak işi.
çılgınlaşmak (nsz) Çılgınca davranışlarda bulunmak.
çılgınlık, -ğı is. Aşırı davranış: "Yeşil gözlerinde mahmurluk, sarhoşluk ve çılgınlığa benzer acayip pırıltılar vardı." -H. Taner.
çılkava is. bk. cılkava.
çıma is. (çı'ma) ît. cima den. Halat ucu. çıma vermek halat uzatmak.
çımacı is. Vapur iskelelerinde çıma uzatan veya tutan işçi: "Kimimiz dümen tutar mavnalarda / Kimimiz çımacıdır halat başında." -O. V. Kanık.
çımacılık, -ğı is. Çımacının işi: "Boğaziçi vapurlarında bir çımacılık bulmuş." -H. Taner.
çımbar is. hlk. Dokuma tezgâhındaki kumaşı germeye yarayan iki tarafı dişli araç.
çımkırma is. Çımkırmak işi.
çımkırmak (nsz) Kuş, pislemek.
çın sf esk. Doğru, gerçek, çın tutmak doğru olduğunu söylemek, doğrulamak.
→ çınayaz, çınsabafı
çınar is. Far. çenar bot. İki çeneklilerden, 30 m'ye kadar uzayabilen, gövdesi kalın, uzun ömürlü, geniş yapraklı bir ağaç (Platanus).
çınargiller ç. is. bot. Örneği çınar olan bitki familyası.
çınarlı sf. Çınarı olan: "Çınarlı köşkün Önüne gelince durdu." -H. Taner.
çınarlık, -ğı is. Çınar ağaçları çok olan yer: "Bayramda o, kızlarla beraber arabaya biner, çınarlığa doğru çıkardı." -R. N. Güntekin.
çınayaz is. Açık, mehtaplı, çok soğuk hava.
çın çın zf Metal eşyaya vurulduğunda çıkan sese benzeyen bir ses çıkararak, çın çın inletmek gür ve keskin ses çıkarmak, çın çın ötmek sürekli olarak keskin ses çıkarmak: "Nişancı dükkânlarındaki kuvvet oyuncağının zili çın çın Öttü." -S. F. Abasıyanık.
çınçınlatmak Kadehleri birbirine tokuşturmak.
çıngar is. Yun. argo Kavga, gürültü, çıngar çıkarmak gürültü, kavga çıkarmak, çıngar koparmak kavga çıkarmak, çıngar kopmak gürültü, kavga çıkmak: "Bu son rolü, ihtiyaten, büyük çıngarın kopacağı güne sakladı." -N. Araz.
çıngı is. hlk. 1. Kıvılcım. 2. Parça, zerre.
çıngıl is. Ufak ve seyrek taneli üzüm salkımı: "Bağ bozumundan sonra kütüklerde kalan tek taneli, güneşten ısınmış üzüm çıngılının tadım hiçbir salkımda bulamazsınız." -R. H. Karay.
çıngırak, -ğı is. 1. Küçük çan: "Sıcaktan o kadar bunalmıştık ki uğuldayan kulaklarımız, eski usul sac kapıya asılı iri çıngırağın sesini kavrayamadı." -R. H. Karay. 2. İçindeki tanelerin hareketiyle ses çıkaran metal nesne: "Kollarım, çıngırağı tutmak istermiş gibi oynatıyor, ileriye geriye, iki yana." -A. ilhan, çıngırağı çekmek argo ölmek.
çıngırakçı is. Çıngırak yapan veya satan kimse.
çıngırakçılık, -ğı is. Çıngırak yapma veya çıngırak satma işi.
çıngıraklı sf. 1. Çıngırak taşıyan, üzerinde çıngırak bulunan: "Bir gün bol çıngıraklı atları sabırsızca kişneyen bir yaylı, kapımızın Önünde durdu." -B. R. Eyuboğlu. 2. mec. Neşeli ve yüksek sesli (gülüş, kahkaha): "Bedri beklenmedik çıngıraklı bir kahkaha savurdu." -O. Rıfat.
→ çıngıraklı yılan
çıngıraklı yılan is, zool. Çıngıraklı yılangillerden, kuyruk ucundaki sert pullan kımıldatarak kuru yaprak hışırtısına benzer bir ses çıkartan tehlikeli bir yılan (Crotalus).
çıngıraklı yılangiller ç. is. zool Omurgalı hayvanlardan sürüngenler sınıfına giren bir familya.
çıngır çıngır zf. Çıngırak sesine benzer ses çıkararak: "Ara sıra kahkahayı bastığı zaman evin içini çıngır çıngır öttürüyordu." -R. N. Güntekin.
çıngırdak, -ğı is. 1. Çıngırak. 2. Çocuk oyuncağı olarak kullanılan saplı bir tür çıngırak.
çıngırdama is. Çıngırdamak işi.
çıngırdamak (nsz) Çıngırak sesi çıkarmak: "Caz alabildiğim çıngırdıyor, gümbürdüyor, garsonlar sağa sola seğiriyor." -H. E. Adıvar.
çıngırdatma is. Çıngırdatmak işi.
çıngırdatmak (-i) Çıngırak sesi çıkarmasını sağlamak: "Sığırlar çıngıraklarını ıslak ve sisli seslerle çıngırdatarak geçtiler." -S. F. Abasıyanık.
çıngırtı is. Çıngırağın sesine benzer keskin ve kesik ses.
çınlak, -ğı sf Çınlaması, yankısı çok olan (yer).
çınlama is. Çınlamak işi.
çınlamak (nsz) 1. "Çın" diye ses çıkarmak: "Kulaklarımda bir dünya nağmesi / Bir büyük çalgı var içimde çınlar." -A. K. Tecer. 2. Yankı vermek: "Bir ses benzeri İşitilmemiş bir kahkaha gibi çınladı." -T. Buğra.
çınlamalı sf. Çınlaması olan.
çınlatış is. Çınlatma işi veya biçimi.
çınlatma is. Çınlatmak işi veya biçimi: "Sahnenin önüne dizilen dört hoparlörden geçen saz sesleri, salonu çınlatmaya başladı." -H. E. Adıvar.
çınlatmak (-i) Çınlamasını sağlamak.
çınlayış is. Çınlama işi veya biçimi: "Kahkahalarımın çınlayışı o kadar berraktı ki her kusurum affolunuyordu."-Yi. C. Yalçın.
çınsabah zf. Sabahleyin, çok erken.
çıpı çıpı is. Çocuk dilinde yıkanma.
çıpıl çıpıl zf. Su İle oynayarak.
çıpır is. Yonga.
→ çıpır makinesi
çıpır makinesi is. Elyaflı plaka imalatında kullanılmak üzere odunları yonga durumuna getiren makine.
çıplak, -ğı sf. 1. Üstünde bulunması gereken giysi, örtü vb. bulunmayan, üryan, nü, cıbıl, cıbıldak: "Kız, çıplak tabanlarını bozuk yolda şaplata şaplata köyün içerisine doğru uzaklaştı."-E. E. Talu. 2. Saçsız (baş). 3. Çizerinde yeşillik olmayan (arazi): "Irmağın başında kocaman, çıplak bir tek kavak vardı. " -H. E. Adıvar. 4. Yoksul (kimse): "Askerliğini yapmamış, beş parasız, çıplak bir Cemal'in nesi vardı evlenilecek?" -N. Cumalı. 5. İçinde gerekli eşya bulunmayan: "Ankara tepelerinin birinde, boz renkli bir binanın çıplak ve dar bir odasında onunla karşı karşıyayız." -Y. K. Karaosmanoğlu. 6. is. Çıplak vücut resmi, nü. 7. mec. Yalın, süssüz: Çıplak bir anlatım. 8. mec. Olduğu gibi, apaçık, çıplak gözle (bakmak) görmeye yardımcı olacak hiçbir araç kullanmaksızm.
→ çıplak alev, çıplak at, çıplak maden, çıplak mülkiyet, çıplak resim, çıplak tohumlular, çıplak ücret, çıplaklar kampı, baldırı çıplak
çıplak alev is. kim. Isıtılacak maddelere veya bunların içinde bulunduğu kaplara doğrudan doğruya yöneltilen ateş veya alev.
çıplak at is. Koşumlan ve gemi takılmamış, eyerlenmemiş at.
çıplaklar kampı is. İnsanların giysisiz dolaştıkları dinlenme bölgesi.
çıplaklaşma is. Çıplaklaşmak işi.
çıplaklaşmak (nsz) Çıplak duruma gelmek.
çıplaklaştırma is. Çıplaklaştırmak işi.
çıplaklaştırmak (-i) Çıplak duruma getirmek.
çıplaklık, -ğı is. Çıplak olma durumu: "Bugün bir ikinci moda da çıplaklıktır fakat bu bir sözde çıplaklıktır." -H. E. Adıvar.
→ baldırı çıplaklık, bütün çıplaklığıyla
çıplak maden is. kim. Tamamen saf durumda, içinde hiçbir yabancı madde bulunmayan maden.
çıplak mülkiyet is. huk. Yararlanma hakkı başkasının olan bir mal üzerindeki sahiplik durumu.
çıplak resim, -smi is. Resim sanatında çıplak insanı konu alan bir resim türü, nü.
çıplak tohumlular ç. is. bot. Açık tohumlular.
çıplak ücret is. ekon. Vergiler, yan ödemeler veya primler dışında kalan asli ücret.
çıra is. Far. çerâğ 1. Çam vb. reçineli ağaçların yağlı ve çabuk yanmaya elverişli bölümü. 2. Bu bölümden küçük küçük kesilerek hazırlanmış, tutuşturma ve aydınlatma işlerinde kullanılan parça. 3. hlk. Lamba, çıra dibine ışık vermez mum dibine ışık vermez.
→ çaydaçıra, Marmara çırası
çırağ is. (çıra:ğ) Far. çerâğ esk. 1. Mum, kandil, lamba vb. ışık veren araç. 2. Işık.
çırak, -ğı is. Far. çerâğ 1. Zanaat öğrenmek İçin bir ustanın yanında çalışan kimse: "Bu çocuğu sekiz yaşındayken, araba boyacısına çırak vermişler." -S. F. Abasıyanık. 2. Dükkânda ayak işlerine bakan kimse: "Ekseriya bahçıvan, uşak, bakkal çırağı ile karşılaşırdım. " -R. H. Karay. 3. esk. Saray, daire vb. büyük yerlerde yıllarca hizmet ettikten sonra geçimi sağlanarak başka yerde yaşamasına izin verilen kimse, çırak almak yanında çırak çalıştırmak, çırak çıkarmak 1) bir kimseyi beklediğinden az bir kazançla ortaklıktan uzaklaştırmak; 2) esk. cariye veya odalıkların saray, konak, köşk vb. büyük yerlerde yıllarca hizmet ettikten sonra evlenmesine veya geçimi sağlayacak o yerden ayrılmasına izin vermek.
çıraklık, -ğı is. 1. Çırak olma durumu, yamaklık: "Evimize yakın olan bu kahveye gide gele, kahveci çıraklığına başlayıverdim." -M. Ş. Esendal. 2. Çırağın yaptığı iş: "Bir şey söylemeden çıraklık vazifesini alırdı." -S. F. Abasıyanık. 3. Çırağa verilen ücret. 4. Çırakların çalıştığı yer. çıraklık etmek çırak olarak çalışmak.
çırakma is. Far. çerâğ + pâ hlk. Şamdan.
çırakman is. 1. Üzerinde meşale yakılan kule veya demir direk. 2. Balıkçıların balıkları kıyıya çekebilmek için geceleyin yaktıkları ateş. 3. Çırakma.
çıralı.?/ Çırası olan: Çıralı tahta.
çıralık, -ğı sf Çıra olarak kullanılmaya elverişli: "Çıralık yanınca Koca Osman onu öylece gördü, yüzüne ters ters, alaylı baktı." -Y. Kemal.
çıramoz is. Balıkçıların, ateş balığı avlarken üzerinde çıra ve funda yaktıkları ızgara.
çırasız sf. Çırası olmayan.
çırçıl is. tar. Gemilere yükleme sırasında, bir fıçıyı yukarı kaldırabilmek için fıçının iki başına takılan enli ve kancalı zincir.
çırçıplak, -ğı sf. (çı'rçıplak) Çırılçıplak: "Hasta binlerle, bakan yok; diriler çırçıplak / Ölüler kaskatı olmuş, hani kim kaldıracak?" -M. A. Ersoy.
çırçıplaklık, -ğı is. Çırçıplak olma durumu.
çırçır (I) is. Pamuğu çekirdeğinden ayırmaya yarayan alet.
çırçır (II) is. hlk. Küçük pınar.
çırçır (III) is. hlk. Cırcır böceği.
çır çır zf Çırpınmak fiili İle birlikte ne yapacağını şaşırmış bir durumda çok üzüntü ve telaş anlatır: "Başka zaman olsa çır çır çırpınırdım, deli çıkardım, her yanımı ateşler basardı." -T. Dursun K.
çırçırlama is. Çırçırlamak işi veya durumu.
çırçırlamak (-i) Pamuk, keten, kendir vb. bitkisel dokuma ham maddelerini çekirdek veya kabuklarından temizlemek.
çırılçıplak, -ğı sf. 1. Tamamen çıplak, çırçıplak, anadan doğma, anadan üryan: "Çırılçıplak bir ovanın ortasındayız." -R. N. Güntekin. 2. zf. mec. Çok açık ve yalın bir durumda: "Hepsinin yüzünde de aynı endişe çırılçıplak görünüyor." -P. Safa.
çırılçıplaklık, -ğı is. Çırılçıplak olma durumu.
çırnık, -ğı is. SI. den. 1. Küçük boyda kayık. 2. Üç flok yelkeni bulunan, iki yüz tona kadar olabilen, tek ve yekpare direkli yelkenli.
çırpı is. 1. Dal, budak kırpıntısı: "Bir çırpıya benzeyen kolunu sol tarafta bir yere uzattı." -Y. K. Karaosmanoğlu. 2. Boyalı ve gergin bir sicimi yay gibi çekip bırakmak yoluyla çizgi çizme: Çırpı vurmak. 3. Çok zayıf. çırpı gibi çok ince, çok zayıf (kol ve bacak). çırpı vurmak boyaya batırılmış ipin gerilip çabucak çırpılmasıyla yüzeylere çizgi çekmek, çırpıya getirmek bir sıra veya çizgi üzerine getirmek.
→ çırpı ipi, çalı çırpı, bir çırpıda
çırpıcı is. 1. Çırpma işini yapan kimse veya şey. 2. Yazma kumaş işlerini, boyalan tutsun diye deniz suyunda çırpan kimse.
çırpı ipi is. İki nokta arasında düzgünlüğü sağlamak için kullanılan ip.
çırpılma is. Çırpılmak işi.
çırpılmak (nsz) Çırpma işine konu olmak.
çırpınış is. Çırpınma işi veya biçimi: "O, şimdi herkes uyurken gündüzki yorgunluklarının, çırpınışlarının beyhudeliğini anlamıştı." -A. Ş. Hisar.
çırpınma is. Çırpınmak işi.
çırpınmak (nsz) 1. Acı ile debelenmek: "Bir oltanın iğnesinde çırpınan bir balık." -O. V. Kanık. 2. Kaslar birdenbire kendiliğinden ve düzensiz bir biçimde kımıldamak, ihtilaç etmek. 3. Ses çıkararak hafifçe dalgalanmak: "Bayrakları arzularımla çırpınan gemiler, bir gün sırtlayıp beni götürdüler." -B. R. Eyuboğlu. 4. mec. Ne yapacağını şaşırmış bir durumda üzülmek ve telaşlanmak: "Beğeniyor musun şu yaptıklarım, ne olacak şimdi, ne yapacağız, diye çırpınıyordu. " -O. C. Kaygılı. 5. mec. Çok istenilen bir şeyi gerçekleştirebilmek İçin aşırı derecede çaba harcamak: "Bir hizmetinizde bulunabilmek, işinizde size yardım etmek, size yararlı olmak için çırpınacak, elinden geleni yapacaktır. " -M. Ş. Esendal.
çırpıntı is. 1. Çırpınma. 2. Suların ufak ve oynak dalgalarla kaynaşması. 3. tıp Ruhsal gerginliğin dışa vurması, ajitasyon.
çırpıntılı sf. Ufak ve oynak dalgalı (deniz): "Balıkçı kayıkları, çırpıntılı, çıplak denize açılıyor. " -R. H. Karay.
çırpış is. Çırpma: "Kuştur desem, ne kanat çırpışı var ne sesi." -F. N. Çamlıbel.
çırpışma is. Çırpışmak işi.
çırpışmak (nsz) Kuşlar kanatlannı oynatmak.
çırpıştırılma is. Çırpıştırılmak işi.
çırpıştırılmak (nsz) Çırpıştırma işi yaptırılmak.
çırpıştırma is. 1. Çırpıştırmak işi. 2. sf. Çarçabuk, özensiz ve üstünkörü yapılan (iş).
çırpıştırmak (-i) Emek harcamadan özensiz ve üstünkörü yapmak: "O sıralar her gün Ulus'a başmakaleler çırpıştırmakta idi." -H. Taner.
çırpma is. 1. Çırpmak işi. 2. Kumaşın kenarını kıvınp dikmek İçin iğne, kenara göre çapraz tutularak ve çift kattan batınlıp tek kattan çıkarılarak yapılan dikiş biçimi.
çırpmacı is. Çırpma işini yapan kimse.
çırpmacılık, -ğı is. Çırpmacının işi veya mesleği.
çırpmak, -ar (-i) 1. Kanatlan hızla ve kesik kesik hareket ettirmek: "Kanat çırparken birden durulur, suya konarlar." -H. Taner. 2. Halı, kilim vb. şeyleri hızla ve kesik kesik silkelemek. 3. İki şeyi birbirine çarpmak: "Ali Bey ellerini çırptı: -Elif Hanım, hepimize kahve, diye seslendi." -H. E. Adıvar. 4. Bir şeyin ucundan bir parça kesmek: Ağacın dallarını çırpmak. 5. Sulu yiyecekleri hızla ve sürekli olarak çatal, kaşık vb. ile karıştırmak. 6. mec. Çalmak, hırsızlık etmek. 7. sp. Güreşte rakibinin kollarını beli hizasında sımsıkı kavrayarak minderde kendi üzerinden sağa ve sola sırtüstü savurmak.
çırptırma is. Çırptırmak işi.
çırptırmak (-i, -e) Çırpma işini yaptırmak.
çıt is. Hafif ve anlık ses: "Aşağı katta ayak sesleri. Teyzenin odasında çıt yok." -P. Safa. çıt çıkarmamak hiç ses çıkarmamak: "İşte bak, hücre kapısını çıt çıkarmadan araladı, yine bir şey diyecek." -A. İlhan, çıt çıkmamak 1) en hafif bir ses bile çıkmamak: "Bir müddet hiçbirisi kımıldamadı ve çıt çıkmadı, sonra bir hıçkırık duyuldu." -P. Safa. 2) hiç konuşmamak, çıt etmek "çıt" sesi çıkarmak.
çıta is. (çı'ta) Düzgün biçilmiş uzun ve ensiz tahta.
→ yabancı çıta
çıtak, -ğı sf. hlk. 1. Dağda yaşayan ve geçimini odun satarak sağlayan. 2. Kaba, huysuz, kavgacı.
çıtçıt is. 1. Üzerinde dikili bulundukları şeyin iki kenarım üst üste getirerek birleştirmeye ve tutturmaya yarayan, iki parçadan yapılmış metal nesne, fermejüp, kopça. 2. Mobilya kapaklarını, kapılan kilitleme ve sürgülemenin dışında kapalı tutmaya yarayan ve az bir kuvvetle açılıp kapanmasını sağlayan iki parçalı metal veya plastik araç.
çıt çıt is. Birbiri ardınca çıkan çıtırtılı ses.
çıtçıtlama is. Çıtçıtlamak işi.
çıtçıtlamak (-i) Çıtçıtla tutturmak.
çıtı pıtı sf. Ufak tefek ve sevimli, çıtır pıtır: "Kızı çıtı pıtı, bütün öbür genç kızlar gibi bir kızcağız." -H. Taner.
çıtırbom sf. Türedi, ehliyetsiz: "Seksenli yılların çıtırbom yayıncıları, ne türden bir kültürsüzleştirmeye hizmet ettiklerini acaba biliyorlar mı?" -A. İlhan.
çıtır çıtır is. 1. Kömür ve odun yanarken, ince tahta çubuklar vb. kırılırken, gevrek bir şey yenilirken çıkan ses. 2. sf. Çok taze, gevrek. çıtır çıtır etmek çıtırdamak, çıtır çıtır konuşmak düzgün ve uzunca konuşmak.
çıtırdama is. Çıtırdamak işi.
çıtırdamak (nsz) Çıtır çıtır ses çıkarmak: "Yere kuş gibi basardı. Fakat ne kadar olsa eski tahtalar çıtırdardı." -P. Safa.
çıtırdatış is. Çıtırdatma işi veya biçimi.
çıtırdatma is. Çıtırdatmak işi.
çıtırdatmak (nsz) Çıtır çıtır ses çıkarmasına yol açmak.
çıtırdayış is. Çıtırdama işi veya biçimi.
çıtır pıtır sf. 1. Çıtı pıtı. 2. zf. Kolaylıkla ve tatlı tatlı (konuşmak).
çıtırtı is. Çıtırdama sesi: "Yanımda bir dal çıtırtısı duydum." -S. F. Abasıyanık.
çıtkırıldım sf. Aşırı incelik, dayanıksızlık ve çekingenlik gösteren (kimse): "İstanbul'un çıtkırıldım hanımlarıyla benim gibi bir kaba askergeçinemez."-H. E. Adıvar.
çıtkırıldımlık, -ğı is. Çıtkırıldım olma durumu.
çıtlama is. 1. Çıtlamak işi. 2. Antep fıstığının kabuğunu aralama.
çıtlamak (nsz) "Çıt" sesi çıkarmak: Ateş çıtlıyor.
çıtlatılma is. Çıtlatılmak işi.
çıtlatılmak (nsz) Çıtlatma işi yapılmak.
çıtlatış is. Çıtlatma işi veya biçimi.
çıtlatma is. 1. Çıtlatmak işi. 2. Antep fıstığının kabuğunu aralama.
çıtlatmak (-i) 1. Bir şeyden "çıt" sesi çıkarmak: "Asabiyetle parmaklarını çıtlattı." -A. Gündüz. 2. Antep fıstığının kabuğunu aralamak. 3. İş parçalarının bazı yerlerini oyup çıkarmadan makasla kesmek. 4. (-i, -e) mec. Bir kimseye, bilmediği bir şeyden ancak sezdirecek kadar söz etmek: "Kim bana bu sevdanın sonu çıkmaz olduğunu hafif yollu çıtlatacak olsa, kırılarak karşı çıkıyor, çıtlatana düşman kesiliyordum." -N. Cumalı.
çıtlık, -ğı is. hlk. Çitlembik.
çıtpıt is. Ayak altında ezilerek çıtır çıtır ses çıkaran bir tür patlangaç, çatapat.
çıvgar is. Yun. hlk. Çift sürmekte veya araba çekmekte olan hayvanlara yardımcı olarak koşulan hayvan.
çıvgın is. hlk. 1. Rüzgâr ve karla karışık yağan yağmur. 2. Ağaç sürgünü, filiz. 3. Şıvgın.
çıvma is. Çıvmak işi.
çıvmak, -ar (nsz) hlk. 1. Atlamak, sıçramak, zıplamak. 2. Hızla giden bir şey bir yere çarpıp yön değiştirmek, sekmek, çavmak, sapmak, inhiraf etmek: "Kurşun da taşa değmiş sonra taştan çıvmış, Dursun Hacıya değmiş."-M. Ş. Esendal.
çıyan is. 1. zool. Çok ayaklılardan, sarımtırak renkte, zehirli böcek (Scolopendra). 2. sf. mec. Hain: "Damadım için söylüyorsan, sen de bilirsin ki ne akreptir ne de çıyan." -E. E. Talu. çıyan gibi hain bakışlı (kimse).
→ çıyan gözlü, sarıçıyan, yılan çıyan
çıyan gözlü sf. Mavi gözlü.
çıyanlık, -ğı is. Hain olma durumu, hainlik. çıyanlık etmek hainlik etmek.
çızıktırma is. Çiziktirme.
çızıktırmak (-i) hlk. Çiziktirmek.