çe

çe is. Türk alfabesinin dördüncü harfinin adı, okunuşu.

-çe (I) bk. -ca / -ce vb. (I).

-çe (II) bk. -ca / -ce vb. (II).

çebiç, -ci is. hlk. Bir yaşındaki keçi yavrusu.

çecik, -ği is. hlk. Madenî kulp, halka, çivi.

çeç is. Far. çeç 1. Tahıl yığını: "Nisan yağar çeç olur, mayıs yağar geç olur." -Atasözü. 2. Tahıl elenen kalbur.

çeçe is. (çe'çe) Fr. tse-tse zool. İki kanatlılardan, insana uyku hastalığı aşılayan, sinekten büyük bir cins Güney Afrika böceği (Glossina).

Çeçen öz. is. Kafkasya'nın kuzeydoğusundaki Çeçen Cumhuriyeti'nde yaşayan bir halk veya bu halkın soyundan olan kimse.

Çeçence öz. is. 1. Çeçen dili. 2. sf. Bu dille yazılmış olan.

çedene is. hlk. Kendirin tohumu.

çedik, -ği is. hlk. 1. Mesh üzerine giyilen san pabuç: "Kavuğu başından düşmüş, çedik pabuçlarından biri ayağından fırlamış." -R. N. Güntekin. 2. Terlik.

çeğmel sf. Yay veya çengel biçiminde bükülmüş olan.

çeğmellenme is. Çeğmellenmek işi.

çeğmellenmek (nsz) hlk. Yay veya çengel biçimini almak: Kaşın çeğmellenmiş kirpik üstüne / Havada bulutun ağdığı gibi." -Halk türküsü.

çehre is. Far. çihre, çehre 1. Yüz (II): "Ben şimdi o güzel çehreden başka / Ne bir yüz düşünür ne hatırlarım." -N. H. Onan. 2. mec. Görünüş. 3. mec. Kimlik: "Şehrin etnik çehresi de bizim için az çok meçhuldür." -A. H. Tanpınar. 4. mec. Somurtkanlık: "Ben, arkadaşımın bu çehrelerini görünce arkamı döndüm." -S. F. Abasıyanık. çehre almak tavır takınmak: "Benimle yalnız kalınca yine bir nöbet ağlayıp sızlayacaklarını hissettiğim için çatkın bir çehre almıştım." -R. N. Güntekin. çehre etmek surat etmek: "Bir şeyim yok, asabım bozuk diye cevap veriyor, çehre ediyordu." -R. H. Karay. çehresi bozulmak yüzü, tavırları düşmek: "ihtiyarın çehresi fena hâlde bozulmuştu." -Ö. Seyfettin.

çehre züğürdü, çatık çehre, eğri çehre

çehrece zf (çehre'ce) Çehre bakımından: "Kadın vücutça, çehrece acaba nasılmış?" -R. H. Karay.

çehreli sf. Çehresi olan: "Kırmızı fesi kulaklarına kadar geçmiş, bayağı çehreli, yapma tavırlı, sahte öksürüklü bir adam çıktı." -R. H. Karay.

çatık çehreli

çehre züğürdü is. Yüzü çirkin olan kimse: "Bayan zengindir, gençtir de, gel gelelim çehre züğürdüdür." -B. Felek.

-çek bk. -cak / -cek vb.

çek is. İng. check Bir kimsenin, satın aldığı hizmet veya ürün karşılığında para yerine verdiği ve karşılığı banka hesabından ödenen yazılı belge.

açık çek, bloke çek, karşılıksız çek, hediye çeki

Çek öz. is. 1. Slavların batı kolundan olan bir ulus veya bu ulusun soyundan gelen kimse. 2. sf. Çek halkına özgü olan: Çek dili. Çek malı.

çekberi is. Harman yerinde yığınları çekmeye yarayan alet, gelberi.

Çekçe öz. is. (çe'kçe) 1. Çek dili. 2. sf. Bu dille yazılmış olan.

çekçek, -ği is. Dört tekerlekli el arabası: "Hem özür dilerim, sonra bir çekçeğe binerim. " -A. Gündüz.

çekecek, -ği is. Ayakkabı ile topuk arasına sokularak ayağın ayakkabıya kolay girmesini sağlayan, maden, boynuz ve plastik maddeden yapılmış alet.

çekek, -ği is. hlk. Kayık, mavna ve küçük gemilerin karaya çekildikleri yer: Kıyıdaki kayık çekekleri yıktırıldı.

çekel is. hlk. 1. Küçük çapa. 2. Üvendirenin alt ucunda bulunan, pulluğa yapışan toprağı ayırmaya yarayan demir bölüm.

çekeleme is. Çekelemek işi veya durumu.

çekelemek (-i) Tekrar tekrar çekmek: "Deniz yakasından yakalamış, parmaklarını geçirmiş iki yakasına, çekeliyor."-Z. Selimoğlu.

çekelez is. hlk. Sincap.

çekem is. bot. hlk. Yeşil yapraklı, dikensi, ateşe atıldığında çatırdayarak yanan bir bitki.

çekememe is. Çekememek işi veya durumu.

çekememek (-i) 1. Çekme İşini yapamamak. 2. mec. Katlanamamak: Ben onun hırçınlığını artık çekemem. 3. mec. Kıskanmak: "Belli bir şey ki, bu genç ikisinden de baskın, çekemiyorlar." -H. Taner.

çekememezlik, -ği is. Çekemezlik: "Şimdi düşünüyorum da, evimizin içinde o kadar halayık olduğuna göre, bu gelinler, bu görûmceler, oğullar, damatlar arasında elbette çekememezlik olur..." -Z. O. Saba.

çekemez sf. Kıskanç (kimse): "Bu iki birbirini çekemezin kişiliklerini kendi imbiğinde eritmiş bir şair olduğu söylenir." -H. Taner.

çekemezlik, -ği is. Çekememe durumu veya çekememekten, kıskançlıktan doğan davranış, çekememezlik.

çeker is. Bir tartma aletinin kaldırabildiği ağırlık miktarı.

çeki is. 1. Tartı. 2. İki yüz elli kiloya eşit olan, odun, kireç vb. ağır ve kaba şeyleri tartmakta kullanılan bir ağırlık ölçüsü. 3. mec. Üzüntü, sıkıntı. 4. hlk. Kadınların başlarına bağladıkları örtü. çeki taşı gibi ağır ve kımıldamaz. çekiye gelmek düzene uymak. çekiye gelmez 1) ölçüsüz derecede çok veya büyük; 2) düzeltilemez, düzene sokulamaz.

çekici sf. 1. Çekme işini yapan. 2. mec. Alımlı: "Necdet için bu öbüründen daha çekici değildi." -Y. K. Karaosmanoğlu. 3. is. Kaza veya arıza yapan aracı belli bir yere götürmek İçin kullanılan taşıt.

ilgi çekici, şeytan çekici

çekicilik, -ği is. 1. Çekici olma durumu, alım, albeni, alımlılık, cazibe, 2. fız. Çekme gücü: Mıknatısın çekiciliği.

çekiç, -ci is. 1. Çivi çakma, madenleri dövme vb. işlerde kullanılan saplı bir el aleti. 2. sp. Yaklaşık 1,20 m uzunluğundaki madenî tele bağlı ve ağırlığı 7,257 kg olan gülle.

çekiç atma, çekiçhane, çekiç kemiği, çekiç makinesi

çekiç atma is. sp. Çekicin en uzağa atılması temeline dayanan atletizm dalı.

çekiçhane is. (çekiçha:ne) T. çekiç + Far. îjâne Demir fabrikalarında makine ile çalışan çok ağır çekiçlerin bulunduğu yer.

çekiç kemiği is. anat. Orta kulaktaki dört küçük kemikten biri.

çekiçleme is. Çekiçlemek işi.

çekiçlemek (-i) Çekiçle dövmek.

çekiç makinesi is. Ayakkabı imalatında taban köşelerinin burun kısımlarını incelten ve köseleleri döverek düzelten bir makine.

çekidüzen is. Düzenlilik, özen, itina, intizam, ihtimam: "Onun her yazdığı iyi olmayabilir, kendini bırakıp çekidüzen gözetmeden karmakarışık yazdığı da oluyor." -N. Ataç. (birine veya bir şeye) çekidüzen vermek düzgün duruma getirmek, düzeltmek, düzenlemek: "Bir iki yutkunup sesine çekidüzen verdikten sonra şu ninniyi tutturdu." -O. C. Kaygılı.

çekik, -ği sf. 1. Yanlara doğru çekilerek gerilmiş gibi olan: Çekik göz. Çekik kaş. 2. İçeriye doğru kaçmış, batık: "Zayıf ince uzun bir vücudu, kuru, çekik esmer bir yüzü var." -P. Safa.

çekik gözlü

çekikçe sf. (çeki'kçe) Çekiğe yakm, biraz çekik.

çekik gözlü sf. Gözleri şakaklara doğru gerilmiş olan.

çekiliş is. 1. Çekilme işi: Piyangonun yılbaşı çekilişi. 2. Piyango çekilme işi.

çekilme is. 1. Çekilmek işi: "Daha düğün olmadan Hayrı benim okuldan çekilmemi istedi." -M. Ş. Esendal. 2. Bir görevden, bir İşten kendi isteği ile ayrılma, istifa: "Hesaplarım altüst etmiş, onu elli beş yaşında devlet memuriyetinden çekilmeye mecbur bırakmıştı." -R. N. Güntekin. 3. ask. Savaşta, bir ordunun veya bir birliğin düşmandan ayrılmak için yaptığı davranış, ricat: "Neticede işgal kuvvetleri, buralardan çekilmeye mecbur edildiler." -Atatürk. 4. jeol. Yerin yükselmesiyle bu yeri örten deniz sularının gerilemesi, basma karşıtı. 5. sp. Bir boksörün veya güreşçinin herhangi bir sebeple karşılaşmayı bırakması.

çekilmek (nsz, -e; -den) 1. Çekme işi yapılmak: "Ağlar çekiliyor dalyanlarda." -O. V. Kanık. 2. Kendini geriye veya bir yana çekmek. 3. Bir işten, bir görevden kendi isteğiyle ayrılmak, istifa etmek: "Hiçbir zaman mebusluktan çekilmek niyetinde değilim. " -T. Buğra. 4. Azalmak. 5. Yok olmak: İneğin sütü çekildi. 6. Bir yere geçmek: "Bir köşeye çekilerek ben de bir çay getirttim." -R. N. Güntekin. 7. Bir yerden uzaklaşmak, bir yere uğramamak: "Dükkân karmakarışık, mallar bayat, kibar müşteriler birer birer çekiliyor, ayak takımı her gün artıyor." -H. E. Adıvar. 8. Gerilemek, geri gitmek, ricat etmek: "Türklerin çekilmesiyle beraber hain ve zehirli bir çekirge bulutu gibi oraya üşüşen Avrupalılar..." -Ö. Seyfettin. 9. Katılmamak, vazgeçmek: Yarışmadan çekildi. 10. Katlanmak, üstlenmek, tahammül etmek: Çekilmez dert. 11. Tartılmak.

geri çekilmek

çekim is. 1. Çekme işi. 2. dbl. Fiillerin çeşitli zaman, kişi ve kiplere, isimlerin de isim hâllerine göre uğradıkları değişiklikler, tasrif. 3. fiz. Herhangi bir cismin, başka bir cismi kendine doğru çekme gücü, cazibe: Güneş çekimi. Yer çekimi. Mıknatıs çekimi. 4. sin. ve TV Alıcının sürekli olarak çalıştırılmasıyla elde edilen film parçası, plan.

çekim ekleri, çekimölçer, soya çekim, tıpkıçekim, ad çekimi, deneme çekimi, fiil çekimi, isim çekimi, yer çekimi

çekimci is. 1. Yapımcı. 2. Alıcı yönetmeni.

çekim ekleri ç. is. dbl. Fiil, isim kök veya gövdelerine gelerek bağlı oldukları kelime gruplarına göre kelimeler arasında durum (hâl), iyelik, çokluk, zaman, kişi ilişkisi kuran birimler: ev-e, ev-im, ev-ler, gel-di, gel-di-m, gel-di-ler gibi.

Çekimleme is. Çekimlemek işi.

çekimlemek (-i) fiz. Bir cisim genel çekim yasasına göre başka bir cismi çekmek.

çekimli sf. 1. Çekimi olan, alımlı, cazibeli, cezp edici: "Görüntüsü çok daha çekimli." -Ç. Altan. 2. dbl. Çekim ekleri alabilen.

çekimli fiil

çekimli fiil is. dbl. Kip, zaman ve kişi eklerini almış fiil.

çekimölçer is. 1. Çekim kuvvetlerini ölçmeye yarayan araç. 2. Yer yer değişen yer çekiminin tam ve gerçek değerini dikey olarak belirlemeye yarayan araç, gravimetre.

çekimsenme is. Çekimsenmek işi.

çekimsenmek (-den) Bir şeyi yapmaktan geri durmak, kaçınmak, el çekmek, istinkâf etmek.

çekimser sf Oy vermekten, eğilim göstermekten veya bir şey yapmaktan kaçınan, kararsız, taraf olmayan (kimse), müstenkif.

çekimserlik, -ği is. Çekimser davranma durumu.

çekimsiz sf. Çekimi olmayan.

çekimsizlik, -ği is. Çekimsiz olma durumu.

çekince is. Herhangi bir konuda ileriyi düşünerek çekinmeyi gerektiren sebep veya durum, rezerv, ihtiraz: Karara çekincesi olduğunu belirtti, çekince koymak çekindiğini, sakındığını belirtmek.

çekingen sf. Her şeyden çekinen, ürkek, sıkılgan, tutuk (kimse), muhteriz: "Korkak mı diyeyim, çekingen mi diyeyim, bir tuhaf olmuşlar." -S. F. Abasıyanık. çekingen davranmak ürkekçe davranışlarda bulunmak: "Birdenbire kadına karşı soğuk, çekingen davranmayı da onuruma yediremiyorum." -R. H. Karay.

çekingence sf. (çekinge'nce) 1. Çekingene yakışır. 2. zf Çekingene yakışır biçimde, ürkekçe.

çekingenleşme is. Çekingenleşmek işi.

çekingenleşmek (nsz) Çekingen duruma gelmek: "Akşama doğru kendisinin bile yadırgayacağı kadar çekingenleşmişti." -N. Cumalı.

çekingenlik, -ği is. Çekingen olma durumu: "Onu inciteceğinden çekiniyor, çekingenliği gözlerinden okunuyordu." -E. İ. Benice.

çekinik, -ği sf biy. Birkaç kuşak sonra ortaya çıkan ve o zamana kadar aradaki döllerde gizli kalan (soya çekim nitelikleri), resesif: Çekinik karakterler.

çekiniktik, -ği is. Çekinik olma durumu.

çekinilme is. Çekinilmek işi.

çekinilmek (nsz) Çekinme işine konu olmak: "Gerçekten hakir ve gülünç görünmekle benim için çekinilecek bir şey kalmıyormuş gibi, çehremin uykuda alabileceği çirkin ve aptal şekillerden ürkerim." -R. N. Güntekin.

çekiniş is. Çekinme işi veya biçimi.

çekinme is. Çekinmek işi: "İçinde bu adama karşı garip bir tiksinme, çekinme vardı." -S. F. Abasıyanık.

çekinmek (-den) 1. Saygı, korku, utanma vb. duygularla bir şeyi yapmak istememek, kaçınmak: "Karşı karşıya oturup yalnız kaldığımız zaman göz göze gelmekten çekindiğim de hissettim." -P. Safa. 2. (nsz) Bir şey sürünmek: Sürmeler çekinmiş bir kadın.

çekinti is. Duraksama, kararsızlık, tereddüt: "... korkuya, hiç değilse çekintiye benzeyen bir şey de getiriyordu." -T. Buğra.

çekirdecik, -ği is. biy. Hücre çekirdeğinin İçinde tek veya birden çok bulunan yuvarlak cisim.

çekirdek, -ği is. 1. Etli meyvelerin İçinde bir veya birden çok bulunan, çoğu sert bir kabukla kaplı tohum: Kayısı çekirdeği. Zeytin çekirdeği. Karpuz çekirdeği. 2. Yenmek için satılan kabak veya ayçiçeği tohumu: "Şimdi bir sinemada kabak çekirdeği yiyorlar." -S. F. Abasıyanık. 3. Ağaçlarda soyulmayan bölüm. 4. biy. Bir hücrenin merkezini oluşturan cisimcik: insan kanındaki alyuvarlar, çekirdeği olmayan hücrelerdir. 5. fiz. Atom çekirdeği. 6. esk. Kuyumculukta kullanılan ve 5 cgr'a eşit olan ağırlık ölçüsü. 7. sf. mec. Bir şeyin temelini oluşturan, öz, nüve: Çekirdek kadro, çekirdekten yetişme herhangi bir işte, meslekte, küçük yaştan başlayarak yetişmiş olan: "Siz çekirdekten yetişme bir gazetecisiniz." -R. N. Güntekin.

çekirdek aile, çekirdek kahve, atom çekirdeği, ay çekirdeği, kabak çekirdeği, mermi çekirdeği, üzüm çekirdeği, yer çekirdeği

çekirdek aile is. sos. Anne, baba ve henüz evlenmemiş çocuklardan oluşan aile.

çekirdekçi is. Çekirdek satan kimse.

çekirdekçilik, -ği is. Çekirdek satma işi.

çekirdek kahve is. Çekilmemiş veya dövülmemiş kahve.

çekirdeklenme is. Çekirdeklenmek işi.

çekirdeklenmek (nsz) Çekirdek bağlamak.

çekirdekli sf. Çekirdeği olan, içinde çekirdeği bulunan.

tek çekirdekli, tek çekirdekliler

çekirdeksel sf.fız. Nükleer.

çekirdeksiz sf. Çekirdeği olmayan, içinde çekirdeği bulunmayan: Çekirdeksiz üzüm.

çekirge is. (çeki'rge) zool. Düz kanatlılardan, uzun olan art bacaklanna dayanarak uzağa sıçrayabılen, birçok türü olan bir böcek (Acridium).

çekirge kuşu, çekirge ötleğeni, çekirge şalvar, yeşilçekirge, Afrika çekirgesi

çekirge kuşu is. zool. Sığırcık.

çekirge ötleğeni is. Orta Asya ve Avrupa içlerinde yaşayan ötücü bir kuş.

çekirge şalvar is. Paçaları çok dar, bacak bölümü geniş olarak dikilmiş şalvar: "Bizi, çekirge şalvar biçiminde bol aba pantolonla, bıyıklı bir adam karşıladı." -R. N. Güntekin.

çekiş is. 1. Çekme işi veya biçimi: "Bir düğümü bir çekişte açmak imkânını temin eden kesik ip ucunu bulunca durdular." -P. Safa. 2. Bir motorun çekme gücü: Benim arabanın çekişi çok iyi. 3. hlk. Ağız kavgası.

çekişken sf hlk. Çekişmeyi seven, kavgacı (kimse).

çekişli sf. Çekme gücünü ön veya arka tekerleklerden alan (araç).

önden çekişli

çekişme is. Çekişmek işi: "Bütün çekişmelerin dışında kalmayı da becermiştir." -H. Taner.

çekişmek (nsz, -le) 1. İki yönünden karşılıklı çekmek: Halat çekişmek. 2. Bir şeyi birbirine karşı çekmek: Bıçak çekişmek. 3. Aralarında ad, niyet, kâğıt veya piyango çekmek: Kura çekiştiler. 4. mec. Ağız kavgası etmek: "Seninle çekişmek lazım, büyük hareketlerin manasını anlamıyorsun." -P. Safa. 5. mec. Üstün gelmek için karşılıklı çabalamak: Takımımız birincilik için çekişiyor. çekişe çekişe pazarlık etmek alıcı bir malı ucuz almak için titizce pazarlık etmek: "Burada sekiz kuruşluk bir mal için benimle çekişe çekişe pazarlık edersin." -H. R. Gürpınar.

çekişmeli sf. 1. Çekişmeye yol açan. 2. zf Sert, çetin, zorlu bir biçimde: Maç çok çekişmeli geçti.

çekişmesiz sf Çekişmeye yol açmayan.

çekişte is. (çeki'şte) hlk. Tuzla terbiye edilmiş yeşil zeytin.

çekiştirici is. Bir kimsenin kötü taraflarını uzun uzadıya sayıp döken kimse.

çekiştiricilik, -ği is. Çekiştiricinin işi.

çekiştirme is. Çekiştirmek işi.

çekiştirmek (-i) 1. Uçlarından tutarak ayrı yönlere doğru çekmek. 2. Tekrar tekrar çekerek koparmak: "Bir şeye cam sıkıldığı vakit elini ensesine atar, saçının örgülerini yakalayarak çekiştirip dururdu." -R. N. Güntekin. 3. mec. Bir kimsenin kötü taraflarını uzun uzadıya sayıp dökmek: "Telefon ederler. Pazar günü evine gidip yeni müdürü çekiştirirler." -M. Ş. Esendal.

çekme is. 1. Çekmek işi: "Siyah kehribar tespihini çekmeye başladı." -C. Uçuk. 2. Çekmece: "Sonra çekmesinden pembe bir dosya çıkarıp önüne sürdü." -H. Taner. 3. Yüksekteki ince dalları çekip kesmeye yarar, ay biçiminde, uzun saplı, ağzı tırtıklı bıçak. 4. Parmak veya mızrapla çalınan çalgı. 5. Ağacın yapısındaki nem oranının azalması sonucu boyutlarının küçülmesi. 6. İş yaparken giyilen bir tür şalvar. 7. sf. Çekilerek giyilen veya kullanılan: "Erkekleri yandan lastikli çekme fotinden başkasını bilmiyorlardı." -R. H. Karay. 8. sf. Düzgün biçimli: Çekme burun. 9. sp. Vücut bölümlerinin bükücü kas gücü ile bir direnci kendisine yaklaştırması.

çekme demir, çekme halatı, çekme kat, ad çekme, halat çekme, kemane çekme, sıcak çekme, tırtıl çekme

çekmece is. 1. Masa, dolap vb. şeylerin dışarıya çekilen bölümü, göz, çekme: "Çekmecesinden utana utana bir şişe gazoz çıkardı." -T. Buğra. 2. İçinde mücevher vb. değerli şeyler saklanan küçük, süslü sandık: "Minderin köşesine annemden kalan ceviz boyalı çekmeceyi yerleştirdim." -Y. K. Beyatlı. 3. Gemilerin barınabilecekleri koy.

hırsız çekmecesi

çekmeceli sf. Çekmecesi olan.

çekmecesiz sf. Çekmecesi olmayan.

çekme demir is. Haddeden geçirilmiş demir.

çekme halatı is. Bozulmuş, kaza yapmış araçları çekmeye yarayan ip, plastik, zincir veya halattan yapılmış alet.

çekmek, -er (-i, -e) 1. Bir şeyi tutup kendine veya başka bir yöne doğru yürütmek: "Hepsi iskemleleri çekerek masanın etrafında bir halka yapmaya hazırlanıyorlardı." -R. N. Güntekin. 2. Taşıtı bir yere bırakmak, koymak. 3. Germek: İpi çekmek. 4. İçine almak, emmek. 5. Bir yerden başka bir yere taşımak: Ekini tarladan çekmek. 6. Bir amaçla ortadan kaldırmak: Piyasadaki parayı çekmek. 7. Solukla içine almak: "Beş defa yutkunup üç defa burnunu çektikten sonra anlattı. " -B. R. Eyuboğlu. 8. Üzerinde bulunan bir silahla saldırmak için davranmak: "Elindeki tabancayı tetiğine basmak için yeni çekivermiş gibiydi." -T. Buğra. 9. Atmak, vurmak: Dayak çekmek. Şut çekmek. 10. Bir kimseyi veya bir şeyi geri almak. 11. Güç durumlara dayanmak, katlanmak: "Yalnız bende meçhul bir hastalık vardı. Sekiz yaşından beri çekiyordum." -P. Safa. 12. (-i) Yüklenmek, üzerine almak, etkisi altında bulunmak: Onun bütün masraflarını ben çekiyorum. "Senin yüzünden bir hâl olursa, azabını ömrün boyunca çekersin, ağabey..." -H. Taner. 13. Tartıda ağırlığı olmak: "Tartsaydınız kırk, kırk beş kilodan fazla çekmezdi. " -P. Safa. 14. Döşemek: Kablo çekmek. 15. Herhangi bir engel kurmak: "Derenin kış yaz kurumayan suları böğürtlen fidanlarını yükseltmiş, iki tarafa yemiş dolu bir koyu çit çekmiş." -R. H. Karay. 16. Şans denemek amacıyla hazırlanmış kâğıtlardan birini almak: "Birisi niyet çeksin de biz de bir lokma bir şey yiyelim, diye bekleşiyorlar." -S. F. Abasıyanık. 17. İmbik yardımı ile elde etmek: ispirto çekmek. Gül yağı çekmek. 18. Çizgi durumunda uzatmak: "Kirpiğine sürme çek / Kına yak parmağına." -F. N. Çamlıbel. 19. Aynısını yazmak veya çizmek: Yazıyı temize çekmek. Kopya çekmek. 20. Tedavi amacıyla şişe, vantuz, sülük vb.ni uygulamak: Bardak çekmek. 21. Bir yerden bir şeyi yukarı doğru almak. 22. Görüntüyü bir aletle özel bir nesne üzerine kaydetmek: Fotoğraf çekmek. Film çekmek. 23. Taşıma gücü olmak: Bu araba 500 kilodan çok yük çekmez. 24. Öğütmek: Kahve çekmek. 25. Protesto, poliçe, çek vb. düzenleyip yürürlüğe koymak. 26. Dikkat, ilgi vb.ni üzerine toplamak: "Bu kadın iyi terzi elinden çıkmış koyu renk elbiseleri içinde biçimli vücuduyla az sonra dikkati çeker." -R. H. Karay. 27. Hoşa gitmek, sarmak. 28. Kaçan ilmeği örmek: Çorap çekmek. 29. Masrafını karşılamak, masrafını çekmek, ikramda bulunmak: "Beni lokantasına götürdü, âlâ bir öğle yemeği çekti." -H. E. Adıvar. 30. Bir duyguyu içinde yaşatmak: "Ona yanıyorum, onun hasretini çekiyorum."-R, H. Karay. 31. Yürütmek, sürmek: "Aheste çek kürekleri mehtap uyanmasın." -Y. K. Beyatlı. 32. (-e) Bir kimse ailesinden birine herhangi bir bakımdan benzemek: "Yeğeninin ona çeken tek yanı yoktur." -T. Buğra. 33. Bir şeyin içyüzünü anlamak amacıyla bir kimseyi sıkıştırmak: Sorguya çekmek. 34. (-i, -e) Herhangi bir anlama almak: Bak, sözümü nereye çekti! 35. (-i, -e) Örtmek, giymek: "Yorganınızı başınıza çeker ve uykunuza devam edersiniz." -R. H. Karay. 36. (-i, -e) Dişi hayvanı çiftleşmek için erkeğin yanma götürmek. 37. Yol, ay sürmek: "Sevmediğim ayların çoğu otuz bir çeker, uzundur." -B. Felek. 38. (nsz) Daralıp kısalmak: Kumaşı yıkayınca çekti. 39. Söylemek: "Bir nutuk çekmeye başlarken birdenbire yutkunmuş susmuştu." -Y. K. Beyatlı. 40. Asmak: "Açıkta durduk. Demir attık. Kayığa tehlike bayrakları çektik." -Halikarnas Balıkçısı. 41. Boya, badana vb. sürmek: Kapıya bir kat boya çekti. 42. Yollamak: "Çektikleri telgrafı babasıyla annesi, bakalım, alabilecekler mi?" -A. İlhan. 43. Bir şeyi emip dışarıya çıkarmak: Tulumba, suyu iyi çekiyor. Baca iyi çekiyor. Hamur vb. iyice pişmiş duruma gelmek. fiz. Bir cisim, belli bir yakınlıktaki başka bir cismi kendisine yaklaşmaya zorlamak, itmek karşıtı. 46. argo İçki içmek: "Çok kimse rakısını bağında çekiyordu." -F. R. Atay. çekip almak uzaklaştırmak, meşguliyetine son vermek, koparmak: "Beni tiyatrodan çekip alırken alıştığım yaşayışın giderlerini karşılayıp karşılayamayacağım sonradan anladım." -N. Cumalı. çek! (veya çek arabanı!) hkr. git buradan! "Ben şimdi boya mı düşünüyorum? Çek arabam şuradan diyecektim, diyemedim." -O. V. Kanık. çekeceği olmak başına sıkıntılı çok iş gelecek olmak: Bu laf anlamaz ustadan çekeceğin var. çekip çevirmek hâle yola koymak, yönetmek: Dükkânı çekip çeviremem ki! çekip gitmek bırakıp gitmek, ayrılmak, savuşmak: "Sırf bu parayı ödeyemiyorum diye çekip gitmesini bağışlamıyordu." -T. Buğra. çekiver kuyruğunu argo artık ondan hayır bekleme: "Bir defa rakı adamın beynine vurdu mu, çekiver kuyruğunu." -M. Ş. Esendal.

çekçek, çekyat, dörtçeker, nemçeker, topçeker, yükçeker

çekme kat is. Apartmanlarda veya evlerde dört yanı teras olarak bırakılan en üst kat.

çekmeli sf. 1. Çekmesi olan. 2. Çekmecesi olan: Çekmeli dolap.

çekmelik, -ği is. Yemeni vb. giyeceklerde, ayağın daha rahat girmesi için topuk üzerinde bulunan uzun çıkıntı: "Adam, topukların ucundan yükselen çekmeliklere geçirilmiş kınnaplara bağlı yemenileri omzunun iki yanından sarkıttı." -A. Kutlu.

Çekoslovak Öz. is. esk. Çekoslovakya'da yaşayan kimse.

Çekoslovakyalı öz. is. esk Çekoslovak halkından olan kimse.

çektiri is. den. Yelkenleri olmakla birlikte kürekle de yol alan eski zaman gemisi, çektirme: "Bu donanma bizimdi... Kadırgalarıyla, kalyonlarıyla, çektirileriyle bizim." -O. S. Orhon.

çektirici is. Tekstil imalatında dokunmuş malzemeyi istenilen boy ve ene göre çektiren aracı çalıştıran işçi.

çektiriş is. Çektirme işi veya biçimi.

çektirme is. 1. Çektirmek işi: "Mebus adayları gibi bunları da fotoğraf çektirmeye gider gibi kılık kıyafetlerinden tanımak güç değildi." -R. N. Güntekin. 2. den. Çektiri. 3. den. Büyük yelken kayığı. 4. Sökülebilir elbise, yemek ve salon dolaplarının tablalarını birbirine tutturmak için metal veya plastikten yapılmış bağlantı parçası. 5. Arabaların göbek bilyelerini çıkarmak için kullanılan araç. 6. Arabaların değişik bölümlerinde hareketi ve dönüşü sağlamaya yarayan rulmanların yuvalarından çıkarılması işinde kullanılan alet.

çektirme ağı

çektirme ağı is. Yan yana ilerleyen iki tekne tarafından çekilen geniş ağızlı büyük balık ağı.

çektirmek (-i, -e) 1. Çekme işini yaptırmak: "Karıcığım, seninle şöyle yan yana bir resim çektirelim." -P. Safa. 2. Birini sıkıntılı duruma sokmak, içinden çıkılamaz duruma düşürmek: Allah çektirmesin!

çekül is. fiz. Ucuna küçük bir ağırlık bağlanmış iple oluşturulan, yer çekiminin doğrultusunu belirtmek için sarkıtılarak kullanılan bir araç, şakul.

çek valf, -fi is. 1. Depodaki suyun kaçmasını önlemek için kullanılan araç, çek vana. 2. İçinden gaz akışının geçmesine bir yönde izin veren, ters yönde gaz akışını otomatik olarak kapayan ve durduran vana, çek vana.

çek vana is. Çek valf.

çekyat is. Gerektiğinde açılıp yatak durumuna getirilebilen koltuk, kanepe.

çeldirici is. eğt. Test sınavında, sorunun cevapları arasında doğruya en yakın görünen ancak yanlış olan şık.

çeldirme is. Çeldirmek işi.

çeldirmek (-i) 1. Çelme işini yaptırmak. 2. Yanılmasına yol açmak.

çelebi is. T. çalap + Ar. -I 1. Bektaşi ve Mevlevi pirlerinin en büyüklerine verilen unvan. 2. esk. Hristiyan tüccar: Çelebi, tütün mü alacaksınız? 3. sf. Görgülü, terbiyeli, olgun (kimse): "Yeleği gümüş köstekli, fesi kalıpsız, orta yaşlı bir adamdı. Son derece Osmanlı ve çelebi." -A. İlhan.

çelebice sf. (çelebi'ce) 1. Çelebiye yakışır, çelebi gibi. 2. zf Çelebiye yakışır biçimde.

çelebilik, -ği is. Çelebi olma durumu veya çelebice davranış.

çelek, -ği is. hlk. Boynuzu kırık veya eğri hayvan.

çelen is. hlk. Ev saçağı.

çelenk, -gi is. 1. Çiçek, dal ve yapraklarla yapılmış halka: "Uçaktaki elli iki delegenin boyunlarına genç kızlar çelenk geçirdiler." -H. Taner. 2. esk. Kadınların başlarına taktıkları mücevher veya madenden yapılmış sorguç, çelenk koymak bir kimseyi anmak için mezarına veya anıtına çelenk bırakmak.

çelgi is. hlk. Alna bağlanan yazma, yemeni.

çelik, -ği (I) is. 1, Su verilerek çok sert ve esnek bir duruma getirilebilen, birleşiminde az miktarda karbon bulunan demir ve karbon alaşımı, polat: "Süngülerini çelikten birer parmak gibi göğe kaldırmışlar." -R. E. Ünaydın. 2. sf. Bu alaşımdan yapılmış: "Tavandaki abajursuz, çelik elektrik lambasını yakmış okuyordu." -S. F. Abasıyanık. çelik gibi zayıf fakat güçlü (vücut): "Çelik ve demir vücuduyla hassas bir sporcuya benziyordu." -S. F. Abasıyanık. çeliğe su vermek çeliği özel bir biçimde hızla soğutarak daha çok sertleşmesini sağlamak.

çelik başlık, çelik çember, çelik halat, çelikhane, çelik kalemi, çelik kapı, çelik kasa, çelik macunu, çelik metre, çelik pamuğu, çelik yelek, nervürlü çelik, paslanmaz çelik

çelik, -ği (II) is. 1. Kısa kesilmiş dal. 2. Kök salması için yere dikilen dal. 3. Çocukların çelik çomak oyununda ucuna çomakla vurarak havaya kaldırdıkları iki tarafı sivri, kısa değnek. 4. Bir ağacı aşılamak amacıyla hazırlanmış dal. 5. den. Gemilerde, üzerine halat veya ip geçirip tutturmaya yarayan, ağaç veya metalden yapılmış kısa değnek.

çelik çomak

çelik başlık, -ğı is. ask. Hafif piyade silahlarının, havan ve top mermi parçalarının etkilerine karşı başı korumak için giyilen özel başlık.

çelik çember is. Balya, eşya, yük vb. sarılıp ambalajlanmasında kullanılan dar, çelik şerit.

çelik çomak, -ğı is. Çocukların, çomakla çeliğe vurarak oynadıkları oyun.

çelik halat is. Çelikten yapılan, asma köprü ayaklarını birbirine bağlayan, trol ağını denizde çekmeye yarayan halat.

çelikhane is. (çelikhame) T. çelik + Far. hâne Çelik elde edilen fabrika.

çelik kalemi is. Her türlü metal, tahta ve taşları kesme, oyma ve yontma işlerinde çekiçle vurarak kullanılan, çelikten yapılmış, keskin uçlu alet.

çelik kapı is. Genellikle çerçevesi ve içi çelikten, dış yüzeyi ahşaptan yapılan kapı.

çelik kasa is. Kıymetli eşyayı ve parayı saklamak için çelikten yapılan kasa.

çelikleme is. Çeliklemek işi.

çeliklemek (nsz) Çelik dikerek ağaç yetiştirmek.

çelikleşme is. Çelikleşmek işi.

çelikleşmek (nsz) 1. Çelik durumuna gelmek. 2. mec. Güçlenmek, güç kazanmak.

çelikleştirme is. Çelikleştirmek işi.

çelikleştirmek (-i) 1. Çelik durumuna getirmek. 2. mec. Güçlendirmek, güç kazandırmak: "Almanya akıl almaz bir çabuklukla yemden kalkındı, ekonomisini çelikleştirdi, parasını altın yaptı." -T. Buğra.

çelikli sf. 1. Çeliği olan, çelik içeren. 2. Çelikle kaplı.

çelik macunu is. Yağ, vernik, dolgu ve renk gereçlerinden hazırlanan boya astarı.

çelik metre is. Üzerinde ölçü birimleri işaretlenmiş, küçük bir kutuya girebilen, ince çelik metalden yapılmış ölçme aracı.

çelik pamuğu is. Verniklenmiş yüzeyleri düzeltmeye veya matlaştırmaya yarayan uzun ve keskin kenarlı çelik tel tomarı.

çeliksi sf. Çeliğe benzeyen, çeliği andıran.

çeliksiz sf. Çeliği olmayan.

çelik yelek, -ği is. Özel alaşım ve maddelerle kurşun geçirmeyecek biçimde yapılmış üst giysisi.

çelim is. hlk. Güç, kuvvet.

çelimli sf. Güçlü.

çelimsiz sf. Güçsüz, zayıf, nahif: "Pek çelimsiz olduğu için oruç tutamıyor." -B. Felek.

çelimsizlik, -ği is. Çelimsiz olma durumu.

çelişik, -ği sf. Çelişmeli: Çelişik bir söz.

çelişiklik, -ği is. Çelişik olma durumu.

çelişiklik ilkesi

çelişiklik ilkesi is. man. İki çelişik önermenin hem doğru hem yanlış olamayacağı ilkesi.

çelişken sf. Çelişik.

çelişkenlik, -ği is. Çelişken olma durumu.

çelişki is. Çelişme, tenakuz.

çelişkili sf. Çelişme durumunda olan, çelişmeli, çelişik, çatışık, mütenakız.

çelişkisiz sf. Çelişme durumunda olmayan, çelişmesiz.

çelişkisizlik, -ği is. Çelişkisiz olma durumu.

çelişme is. 1. Çelişmek durumu: "Fikirlerindeki çelişmeyi belirtip adamı kıskıvrak bir kapana sıkıştırır." -H. Taner. 2. man. Önerme, yargı, kavram ve terimlerin birbirini tutmama durumu.

çelişmek (nsz, -le) Düşünce ve davranış birbirini tutmamak, birbirlerine ters düşmek, tutarsız olmak, mütenakız olmak.

çelişmeli sf. Çelişkili.

çelişmesiz sf. Çelişkisiz.

çelişmezlik, -ği is. man. İçinde çelişme yaratmayan kuram.

çelişmezlik ilkesi

çelişmezlik ilkesi is. man. Çelişik önermeleri özünde bulundurmayan ve yasaklayan kuram.

çello is. İt. çello Viyolonsel.

çelme is. 1. Çelmek işi. 2. Birini yere düşürmek için ayağının önüne ayak uzatma: "Bir itişme, bir bakışma, bir yamndakine çelme vurup öne geçme yarışıdır gidiyordu." -Y. K. Karaosmanoğlu. 3. Arkadan hafifçe bağlanan baş örtüsü, (birine) çelme atmak (veya takmak) 1) çelme ile yıkmaya çalışmak: "Bir keresinde de karısı şişman kocasına ustalıkla bir çelme attı." -H. Taner. 2) mec. bir işi veya bir kimseyi baltalamak, gelişmesini engellemek: "Herkesin birbirine çamur attığı, çelme taktığı, birbirinin gözünü oyduğu bu dünyada..."-H. Taner.

çelmece zf. Aklını karıştıracak biçimde: "Her ne söylerse çelmece söyler / Dertli derunumu delmece söyler." -Halk türküsü.

çelmek, -er (-i) 1. Ayak uzatarak birisini düşürmek. 2. Yolundan çevirmek, engel olmak, engellemek: "En tutulmaz penaltıları çeler ama bazen de bakarsın, bacak arasında en olmayacak golleri yerdi." -H. Taner. Örtü vb.ni örtünüp iki ucunu bağlamak. Bir şeyin kenarını verev veya çapraz kesmek, çalmak. 5. Topa gidiş yönünü değiştirecek biçimde vurmak. 6. mec. Kendi yanına çekmek, beğenisini, sevgisini kazanmak: Gönlümü çelen bir söz söyle. 7. mec. Düşünce ve davranış birbirini tutmamak, birbirine ters düşmek: Bu sözünüz deminkini çeliyor.

çelmeleme is. Çelmelemek işi.

çelmelemek (-i) 1. Çelme takmak: "Hademelerden biri odaya lamba getirirken Mebrure bahçeye fırladı, birbirini çelmeleyen adımlarla, istediği hâlde koşmaya muvaffak olamayarak sokağa yürüdü." -P. Safa. 2. mec. Bir iş veya kimseyi engellemek. 3. mec. Bir işi baltalamak.

çelmelenme is. Çelmelenmek işi.

çelmelenmek (nsz) 1. Çelme takılmak. 2. mec. Bir iş veya kimse engellenmek, baltalanmak: Gene kötüler ve kötülükler vardı, gene iyi, seven ve sevilen çelmeleniyordu, engelleniyordu." -T. Buğra.

çelmeleyiş is. Çelmeleme işi veya biçimi.

çelmik, -ği is. hlk. Buğday ve başakla karışık iri saman.

çeltek, -ği is. hlk. Çoban yamağı, yardımcı, uşak.

çeltik, -ği is. Far. şeltük Kabuğu ayıklanmamış pirinç.

çeltik kargası, çeltik tarlası

çeltikçi is. Çeltik yetiştiricisi.

çeltikçilik, -ği is. Çeltik yetiştirme işi.

çeltik kargası is. zool. Karaleylek.

çeltikli sf. İçinde çeltik olan: Çeltikli pirinç.

çeltiklik, -ği is. Çeltik ekmeye veya üretmeye elverişli yer.

çeltik tarlası is. Pirinç yetiştirilen sulak tarla.

çembalo is. İt. cembalo müz. Klavsen.

çember is. Far. çenber 1. mat. Merkez denilen sabit bir noktadan aynı uzaklık ve düzlemdeki noktalar kümesinin oluşturduğu kapalı eğri. 2. mat. Bu biçime getirilmiş katı cisimlerin çevresi: Kalbur çemberi. 3. Çocukların çevirip arkasından koştukları tekerlek biçiminde oyuncak. 4. Sandık, denk, fıçı vb.nin dağılmaması için üzerlerine geçirilen dayanıklı bir cisimden kuşak. 5. Yazma, yemeni, baş örtüsü: "Çemberimde gül oya / Gülmedim doya doya." -Halk türküsü. 6. mec. Aşılması, çözümü güç durum. 7. sp. Basketbolda içinden topun geçmesiyle sayı kazanılan ağlı demir halka, çember geçirmek çemberle kuşatmak, çember içine almak (veya çembere almak) kuşatmak: "İktidar muhalefet partilerim gittikçe daralan bir çember içine alıyor." -Y. K. Karaosmanoğlu. çemberden dönmek başarıya ulaşmak üzereyken olumsuz bir sonuçla karşılaşmak, çemberi yarmak bir veya birkaç noktayı delerek kuşatmadan kurtulmak.

çember kayık, çember makası, çember sakal, büyük çember, çelik çember, düşey çember, kalite çemberleri

çember kayık, -ğı is. Arka tarafı yuvarlak kayık.

çemberleme is. Çemberlemek işi.

çemberlemek (-i) Çemberle kuşatmak.

çemberlenme is. Çemberlenmek işi.

çemberlenmek (nsz) 1. Çemberle kuşatılmak. 2. Çember durumuna gelmek.

çemberletme is. Çemberletmek işi.

çemberletmek (-i) Çemberlenmesini sağlamak.

çemberli sf. 1. Çemberi olan. 2. Çember geçirilmiş olan: "Köşelerde ağır, ceviz ağacından yapılmış, demir çemberli mezarlar duruyor. " -Ö. Seyfettin.

çember makası is. Karyola ve somya imalatında kullanılacak olan çelik çemberleri kesmeye yarayan araç.

çember sakal is. Yuvarlak bir biçimde kesilmiş sakal.

çember sakallı sf. Çember sakalı olan (kimse): "İçlerinde en ağzı kalabalık olan o çember sakallıydı." -A. Gündüz.

çembersel bölge is. mat. Çember ve çemberin içindeki noktaların meydana getirdiği düz yüzey.

çembersız sf. 1. Çemberi olmayan. 2. Çember geçirilmemiş olan.

çemçe is. hlk. Çömçe.

çemen is. bot. 1. Maydanozgillerden, kimyon türü bir bitki (Cuminum cyminum). 2. Bu bitkinin kokulu tohumu. 3. Bu tohumu un durumuna getirip sarımsak, kırmızıbiberle karıştırarak yapılan, genellikle pastırma üzerine sürülen macun.

çemenleme is. Çemenlemek işi.

çemenlemek (-i) Çemen sürmek: Pastırmayı çemenlemek.

çemenli sf Çemeni olan veya çemen sürülmüş olan.

çemensiz sf. Çemeni olmayan.

çemiç, -ci is. hlk. Dut veya üzüm kurusu.

çemiş is. hlk. 1. Çemiç. 2. sf Sıska, zayıf (kimse).

çemkiriş is. Çemkirme işi veya biçimi.

çemkirme is. Çemkirmek işi.

çemkirmek (nsz) 1. Birine karşı gelmek, sert cevap vermek. 2. hlk. Köpek kesik kesik havlamak.

çemrek, -ği sf. hlk. Kolları ve bacakları sıvanmış (kimse): "Tepeden tırnağa çamura, toza batmış, dize kadar çemrek kalabalığı görenler, bunda bir iş, mühim bir iş olduğunu anlamakta gecikmediler." -Y. Kemal.

çemreme is. Çemremek işi.

çemremek (-i) hlk. Kolunu veya paçalarını sıvamak, eteğini toplamak.

çemrenme is. Çemrenmek işi.

çemrenmek (nsz) hlk. 1. Kendi kol ve paçalarını sıvamak, eteğini toplamak. 2. mec. Bir işe girişmek için hazırlanmak, paçaları sıvamak.

çençen sf. hlk. Geveze.

çene is. Far. çâne 1. Omurgalılarda kemik veya kıkırdak ile desteklenen, altlı üstlü dişleri taşıyan ve ağzın açılıp kapanmasını sağlayan parça: "Çenesinin, başının bütün iskeleti peksimeti çiğnedikçe daha açık olarak meydana çıkıyordu." -H. E. Adıvar. 2. Mengene, kerpeten vb. araçların eşyayı sıkıştıran karşılıklı iki parçasından her biri. 3. mec. Çok konuşma huyu, gevezelik: Sende de çene var ha! 4. hlk. Köşe. 5. zool. Omurgasız hayvanlarda buna benzeyen yapı. çene çalmak gevezelik etmek: "Komşu kadınlar akşam yemeğinden sonra onun etrafında toplanırlar, geç vakitlere kadar çene çalarlardı." -R. N. Güntekin. çene yormak boşuna söyleyip durmak, çenen tutulsun şom ağızlılara "söyleyemez ol" anlamında kullanılan bir ilenme sözü. çenesi açılmak durmadan konuşmak, gevezelik etmek: "Sabahtan akşama kadar uyukluyorsun, gece olunca çenen açılıyor." -M. Ş. Esendal. çenesi atmak can çekişirken çenesi titremek: "Hasta aksırır gibi bir ses çıkardı. Döndü, baktı; -Ne istiyor?... dedi, ağa cevap vermedi. Çenesi atıyordu." -Ö. Seyfettin. çenesi durmamak gereksiz yere sürekli konuşmak, çenesi düşmek yerli yersiz konuşup gevezelik etmek, çenesi kitlenmek alt ve üst çene sımsıkı bir durumda bir araya gelmek, çenesi oynamak 1) bir şey yemek: "Yavrum gelinim! Kapının önünden yemiş mi aldın? Ölmüşlerinin canı için biraz da bana tattır; canım sıkılıyor, azıcık çenem oynarsa sevinirim." -H. R. Gürpınar. 2) çok konuşmak, çenesini açmak 1) çok konuşmasına sebep olmak: "Fakat bu inat, Emine'nin çenesini açmış; kızın ne kadar kusuru varsa babasından geldiğini söylerken Tevfık'e ağzım açmış, gözünü yummuştu. " -H. E. Adıvar. 2) çok konuşmak, gevezelik etmek, (birisinin) çenesini açtırmak söz fırsatı vermek: "Büyük hanım gece erken yatıp kocasının çenesini açtırmamak için şimdi öğle yemeklerinden sonra biraz kestiriyormuş." -M. Ş. Esendal. çenesini bağlamak 1) ölen bir kimsenin çenesi altından geçirilen tülbendi başının üstünde düğümlemek; 2) mec. bir kimsenin ölümünü istemek, çenesini bıçak açmamak sıkıntı ve üzüntüden konuşamamak: "Hiçbirimizin çenesini bıçak açmıyordu." -Y. K. Karaosmanoğlu. çenesini dağıtmak iyice dövmek, çenesini kapatmak susturmak. çenesini tutmak bildiğini, düşündüğünü söylememek, çenesinin bağı çözülmek gevezelik etmek, yerli yersiz, sürekli konuşmak: "Çenesinin bağı çözülmüştü, cıvıldıyor, annesinden, babasından söz açıyordu." -O. Kemal.

çene çukuru, çene kavafı, çene yarışı, çene yarıştırma, çenesi düşük, çenesi kuvvetli, çeneye kuvvet, alt çene, çalçene, ökçe çene, üst çene

çenebaz sf. Far. çâne-bâz esk. Çok konuşan, çenesi kuvvetli, çeneli (kimse): "Bu, otuz yaşlarında çenebaz ve oynak bir duldu." -R. N. Güntekin.

çenebazlık, -ğı is. Çenebaz olma durumu: "Hep bunlar yeni avukatlık çenebazlığı, zamane lafları..."-H. R. Gürpınar.

çene çukuru is. Alt çenenin ucundaki çukur.

çenek, -ği is. bot. 1. Tohumda embriyoyu kaplayan etli bölüm: Bakla, fasulye gibi bitkilerin tohumlarında ikişer çenek bulunur. 2. zool. Kuşların gagasını oluşturan alt ve üst bölümlerden her biri. 3. zool. Böceklerde ağzın iki yanmda bulunan parçalayıcı sert organ.

çene kavafı sf Geveze.

çenekli sf. bot. Çeneği olan.

tek çenekli, bir çenektiler, iki çenektiler, tek çenektiler

çeneksiz sf. bot. Çeneği olmayan veya çenekleri iyi görülemeyen.

çeneleşme is. Çeneleşmek işi.

çeneleşmek (-e) Karşılıklı olarak konuşmak: "Bankacı pencereden baktı, kadın, hamallarla çeneleşiyordu." -M. Ş. Esendal.

çeneli sf. 1. Çenesi olan. 2. mec. Çok konuşan, çenebaz.

çengel çeneliler, yapışık çeneliler

çenesi düşük, -ğü sf. Çok gereksiz şeyler konuşan (kimse), boşboğaz, geveze: "Komşu Tayfur Paşa'nın gene yetmişlik bir emektarı vardı: îlyas Ağa. îshak'la çok sevişirlerdi. ikisi de pinpon... İkisi de çenesi düşük. " -H. R. Gürpınar.

çenesi kuvvetli sf Kolay ve etkili söz söylemekten yorulmayan (kimse): "Çenesi de o kadar kuvvetli ki kayığın kıçında o hâli ile hiç durmadan boyuna kadın taklidi yapıyor..." -O. C. Kaygılı.

çenesiz sf. 1. Çenesi olmayan. 2. mec. Çok konuşan. 3. mec. Yerinde ve düzgün konuşmasını bilmeyen.

çenet, -di is. 1. bot. Açıldığında tohumların ortaya çıktığı kabuk. 2. zool. İstiridye vb. iki çeneli yumuşakçalarda, kolsu ayaklılarda kavkının iki parçasından her biri.

çenetli sf biy. İki veya daha çok çeneti bulunan.

bir çenetli, eşit çenetli, iki çenetli, iki çenetliler

çene yarışı is. Sürekli karşılıklı konuşma: "Arif gibi bir adamla çene yarışına girmek istememekle beraber susup oturamazdı." -M. Ş. Esendal. çene yarışına girmek 1) karşı tarafı dinlemeksizin, susmamacasma tartışmak; 2) çok konuşmak.

çene yarıştırma is. Karşılıklı gevezelik etme, karşılıklı çene çalma.

çeneye kuvvet zf. Konuşma gücüyle, durmadan konuşup söyleyerek.

çengel is. Far. çengâl 1. Bir yere takılmaya, geçirilmeye yarayan eğri ve ucu sivri demir: "Kız eğilmiş, panjurun kanatlarını çengellerine takıyor." -R. H. Karay. 2. sp. Basketbolda çembere yan durarak tek elle baş üzerinden geçirilerek atılan şut, çengel atış. çengel atmak bir konuya taraftar toplama girişiminde bulunmak, ilişki kurmak. çengel takmak uğraşmak veya kötülük etmek için el atmak.

çengel atış, çengel çeneliler, çengel iğnesi, çengel sakızı

çengel atış is. sp. Çengel.

çengel çeneliler ç. is. zool. Çeneleri gaga biçiminde uzamış ve tam kemikleşmemiş balıklar takımı, yapışık çeneliler.

çengel iğnesi is. 1. Çengel biçiminde ilmiklerden oluşan bir tür işleme. 2. hlk. Çengelli iğne.

çengelleme is. Çengellemek işi.

çengellemek (-i) 1. Çengelini takmak: "... duvara çengelliyordu pencerenin panjurlarım. " -N. Cumalı. 2. Çengel atış yapmak.

çengellenme is. Çengellenmek durumu.

çengellenmek (nsz) Çengel takılmak, çengelle tutturulmak: "Cam burada da açık, panjurları da iki yana çengellenmiş." -O. Rifat.

çengelleyiş is. Çengelleme işi veya biçimi.

çengelli sf. Çengeli olan veya ucu çengel biçiminde olan: "Odada ne kordon ne çengelli çiviye benzer bir şey ele geçirememiştim." -R. N. Güntekin.

çengelli iğne

çengelli iğne is. Tutturulduğu yerden kurtulmaması için ucu özel yuvaya geçirilen iğne, kancalı iğne, çengel iğnesi, çatallı iğne, firkete.

çengel sakızı is. Kenger sakızı.

çengelsi sf. Çengeli andıran, çengel biçimli.

çengi is. Far. çengi Çalgı eşliğinde oynamayı meslek edinmiş kadın: "Eski Galata'dan arta kalmış çengiler zilzurna dağılıyorlar." -A. İlhan.

çengi kolu, çengi takımı

çengi kolu is. Çengilerden oluşan topluluk.

çengilik, -ği is. Çenginin yaptığı İş.

çengi takımı is. Çengi kolu: "Sekiz kişilik bir ince sazla kadınlardan beş kişilik bir hanende ve çengi fakımı vardı." -O. C. Kaygılı.

çengüçağanak zf. Çalgı çağanak.

çengüçegane is. (çengüçega:ne) Far. çeng + çeğâne Saz eğlentisi.

çenileme is. Çenilemek işi.

çenilemek (nsz) hlk. Canı yanan köpek ağlar gibi acı acı ses çıkarmak.

çenk, -gi is. Far. çeng muz. Arpı andıran, telli bir çalgı.

çentik, -ği is. 1. Bir şeyin kenarından kesilerek veya kırılarak açılan küçük kertik, tırtık: Bıçağın ağzında çentik var. 2. Küçük oyuk: "İhtiyarın uzun şakaklarında, gözlerinin altında bıçak yaraları gibi ince çizgiler, çukurlar, oyuklar, çentikler, yenikler görünüyor. " -P. Safa. 3. sf Kertikli: Çentik bıçakla iş yapılamıyor. 4. sin. Basım sırasında basım aletinin diyaframını belirli bir açıklığa getirecek düzeni işletmek için filmin kenarına yapılan çukurluk, çentik açmak çentik oluşturmak, çentik atmak çentiklemek.

çentikleme is. Çentiklemek işi.

çentiklemek (-i) 1. Bir şeyde çentik açmak. 2. Bir şeyi ince doğramak.

çentiklenme is. Çentiklenmek işi.

çentiklenmek (nsz) Çentikli duruma gelmek: Masanın kenarı çentiklenmiş.

çentikli sf. Üzerinde çentik bulunan: "Avucunu kapının tozlu ve çentikli tahtası üzerinde gezdirdi." -P. Safa.

çentiksiz sf Üzerinde çentik bulunmayan.

çentilme is. Çentilmek durumu.

çentilmek (nsz) Çentme işine konu olmak.

çentme is. Çentmek işi.

çentmek, -er (-i) 1. Bir şeyin kenarında kertik açmak. 2. Soğan, salatalık vb.ni küçük ve ince parçalar biçiminde doğramak: "... yabansı çiçeklerden toz toplayıp tunç havanda dövdüler, içine sabun çenttiler." -T. Dursun K.

çepçevre sf. ve zf. bk. çepeçevre.

çepeçevre sf. (çepe'çevre) 1. Bütün yanlannı kuşatan: "Çepeçevre dağlar arasında Manisa, akşamları morararak susar." -P. Safa. 2. zf. Bütün yanlannı kuşatacak biçimde, fırdolayı: "Gazetelerle dergileri gözden geçirip bakanlıkla ilgili yazıları çepeçevre kırmızı kalemle çizerdi." -N. Cumalı.

çepel is. 1. Kir, bulaşık, çamur, pislik. 2. Ürüne karışmış yabancı madde: Üzümün çepelini ayıkladı. 3. Çalı çırpı. 4. hlk. Bozuk, kapalı, yağmurlu hava: "Şu saatte kar yağıyordur, daha fenası hava çepeldir, sokaklar çamurludur." -R. H. Karay.

çepelleme is. Çepellemek işi.

çepellemek (-i) 1. Çepel duruma getirmek. 2. Karıştırıp bozmak.

çepellenme is. Çepellenmek işi.

çepellenmek (nsz) 1. Çepelli duruma gelmek. 2. Karışıp bozulmak.

çepelli sf. İçinde sap, taş, toprak vb. yabancı madde bulunan; Çepelli buğday.

çepellilik, -ği is. Çepelli olma durumu.

çepelsiz sf. İçinde sap, taş, toprak vb. yabancı madde bulunmayan.

çeper is. hlk. 1. Çit: "Sıra sıra çeperler / Çepere su serperler / Irak yoldan geleni / Terli terli Öperler." -Halk türküsü. 2. Ahlaksız, huysuz, geçimsiz kimse. 3. Bağ çubuğu, çalı çırpı. 4. Sebze bahçesi. 5. anat. ve bot. Zar. çeper çekmek çitten duvar çevirmek.

çeperli sf. Çeperi olan, çeperle çevrili bulunan.

çepersiz sf. Çeperi olmayan.

çepez is. hlk. Bozuk ipek kozası.

çepin is. hlk. Bahçelerde kullanılan küçük çapa.

Çepni öz. is. tar. Oğuz Türklerinin yirmi dört boyundan biri.

çerçeve is. Far. çar + çübe 1. Resim, yazı, ayna vb.ni süslemek veya bir yere aşılabilecek duruma getirmek için bunlara geçirilen kenarlık: "Duvarda bir çerçeve asılıdır ki çarpıktır, düzeltemezsiniz." -R. H. Karay. 2. Kapı, pencere ile bunların cam veya tablalarının yerleştirilmiş olduğu kenarlık: "Pencerenin geniş çerçevesi yıldız salkımlarıyla dolu." -Y. Z. Ortaç. 3. mec. Bir konunun, bir düşünce alanının sınırları veya bu sınırlar içindeki alan: "Boğaziçi'nin böyle bir medeniyet çerçevesi içinde geçen hayatı ne güzel ve mükemmeldir." -A. Ş. Hisar. 4. Beden eğitiminde asılma ve tırmanmalar için kullanılan araç.

çerçeve anlaşma

çerçeve anlaşma is. sos. Hükümet ile sendika ve işverenler arasında toplu sözleşme öncesinde varılan ön anlaşma.

çerçeveci is. 1. Çerçeve yapan kimse. 2. Resimlere, tablolara çerçeve takma işiyle uğraşan kimse.

çerçevecilik, -ği is. Çerçeve yapma veya satma işi.

çerçeveleme is. 1. Çerçevelemek işi. 2. sin. ve TV Filmi çevrilecek başlıca cismin, gerek büyüklük gerek yer bakımından görüntü çerçevesine göre düzenlenmesi işi.

çerçevelemek (-i) 1. Bir şeyi çerçeve içine almak: "İnce çeneli uzun yüzünü siyah yemeni sımsıkı çerçeveliyor." -H. E. Adıvar. 2. Bir şeye çerçeve geçirmek.

çerçevelenme is. Çerçevelenmek işi.

çerçevelenmek (nsz) Çerçeve İçine alınmak: "Duvarlarda Avrupa mecmualarından kesilip çerçevelenmiş birkaç renkli resim vardı."-R.N. Güntekin.

çerçeveletme is. Çerçeveletmek işi.

çerçeveletmek (-i) Çerçeve geçirtmek: "Levhayı çerçevelettim, baş ucuma astım." -B. Felek.

çerçevelettirme is. Çerçevelettirrnek işi.

çerçevelettirmek (-i) Çerçeveleme işini yaptırmak.

çerçeveli sf Çerçeve geçirilmiş veya çerçeve İçine alınmış olan: "Çerçeveli, çerçevesiz bir sürü fotoğraf çıkarıp masasının üstüne serdi." -A. Gündüz.

çerçevesiz sf. Çerçeve içinde olmayan: "Duvarda Nadir'in pastelle yapılmış çerçevesiz bir portresi." -P. Safa.

çerçi is. 1. Köy, pazar vb. yerlerde dolaşarak ufak tefek tuhafiye eşyası satan kimse. 2. Bazı bölgelerde tuhafiyeci.

çerçilik, -ği is. Çerçinin yaptığı iş.

çer çöp is. 1. Çalı çırpı kırıntısı: "Karısı ocağı tutuşturmak için olanca soluğu ile ateşi üflüyordu. Ocaktaki çer çöp yaştı." -A. Sayar. 2. Döküntü, süprüntü: "Bir sokak köpeği gibi çer çöple geçinir ve geceleri kilisenin yanındaki köpek kulübeleri büyüklüğünde bir barakada yatardı." -R. N. Güntekin. 3. ünl. Bazı çocuk oyunlarında "dikkat" anlamında kullanılan uyarma sözü.

çerden çöpten sf. 1. Dayanıksız, çürük: "Petrol lambası yanan / Kamış saz kulübede / Çerden çöpten kulübede / Mısır ekmeği yiyen çocuk / Seni seviyor." -S. F. Abasıyanık. 2. mec. Zayıf, narin, çelimsiz: "Ufak tefek, çerden çöpten kızlar, sinema yıldızları mesela..." -R. H. Karay.

çerez is. Yun. 1. Asıl yemekten sayılmayan, peynir, zeytin vb. yiyecekler. 2. Yemek dışında yenilen yaş veya kuru yemiş vb. şeyler: "Çorba, file, keklik, balık, biraz çerez, bir iki biradan sonra hesabımı sordum." -A. Rasim.

çerezci is. Çerez satan kimse.

çerezcilik, -ği is. Çerez satma işi.

çerezlenme is. Çerezlenmek işi.

çerezlenmek (nsz) 1. Çerez türünden bir şeyler yemek. 2. mec. Bir şeyden biraz yararlanmak, çimlenmek.

çerezlik, -ği is. 1. Çerez olabilecek şeyler. 2. Çerez konulan kap.

çerge is. 1. Derme çatma çadır, göçebe çadırı: "Belki on aile keçelerden, kilimlerden çergelerini meyve ağaçlarının altlarına kurdular." -Ö. Seyfettin. 2. Çingene çadırı. 3. tar. Otağ.

çergeci is. tar. Padişah çadırını beklemekle görevli yeniçeri.

çergici is. Pazarlarda sergi açan gezginci esnaf.

çeri is. esk. Asker.

çeribaşı, yeniçeri

çeribaşı is. tar. 1. Alay beyi. 2. Çingene topluluklarının başı: "Çok iyi giyinmiş ve süslenmiş bir cerihasının yanında, yalın ayak, pis gömlekli bir baldırı çıplak gidiyor ve çeribaşı ile senli benli görüşüyordu." -Y. K. Beyatlı.

çeribaşılık, -ğı is. Çeribaşı olma durumu.

Çerkez öz. is. 1. Kafkasya'da yaşayan bir boy veya bu boydan olan kimse. 2. sf. Çerkezlere özgü, Çerkezlerle ilgili.

Çerkez peyniri, çerkeztavuğu

Çerkezce öz. is. (çerke'zce) Çerkez dili.

Çerkezlik, -ği öz. is. Çerkez olma durumu.

Çerkez peyniri is. Peynir yapmak için mayalanan sütün ince dilimlenerek sıcak suya atılmasıyla yapılan, taze veya kuru olarak yenen tuzlu bir peynir türü.

çerkeztavuğu is. Tavuk, hindi vb. kümes hayvanlarının etinden yapılan ve salçasına dövülmüş ceviz, biber katılarak hazırlanan bir yemek.

çermik, -ği is. hlk. Kaplıca, ılıca.

çerviş is. Far. çerbiş 1. Kasaplık hayvanlardan elde edilen çeşitli yağların eritilmişi. 2. Yemeğin sulu kısmı.

çervişli sf. Çervişi olan: "Fransızların yüz türlü çervişli yemeği varsa, doksan dokuzu bol sarımsaklıdır." -A. Gündüz.

çervişsiz sf. Çervişi olmayan.

çeşit, -di is. Far. çeşiden 1. Aynı türden olan şeylerin bazı Özelliklerle ayrılan öbeklerinden her biri, tür, nevi: "Her çeşit insanı kavrayacak bîr sunuş tarzı vardı." -H. Taner. 2. Canlıların bölümlenmesinde, bireylerden oluşan, türden daha küçük birlik. 3. sf. Türlü: "Bu camilerin her biri başka planda başka çeşittir." -Y. K. Beyatlı.

çeşit çeşit, çeşitkenar, envaiçeşit

çeşit çeşit, -di sf. Çeşitli olan, türlü türlü: "Varsayın, ayaklarının altına çeşit çeşit kürkleri ben sereyim." -R. H. Karay.

çeşitkenar sf. mat. Kenarlarından hiçbiri ötekine eşit olmayan (çokgen).

çeşitkenar üçgen

çeşitkenar üçgen is. mat. Üç kenarı da ayrı uzunlukta olan üçgen.

çeşitleme is. 1. Çeşitlemek işi. 2. müz. Belli bir temayı değişik armoni, melodi ve ritimle süsleyerek yeniden çalma, varyasyon: Piyano için çeşitlemeler.

çeşitlemek (-i) Bir şeyin çeşidini artırmak.

çeşitlendirme is. Çeşitlendirmek işi.

çeşitlendirmek (-i) Çeşitlerini artırmak.

çeşitlenme is. Çeşitlenmek işi.

çeşitlenmek (nsz) Çeşitli duruma gelmek.

çeşitli sf. Çeşidi çok olan, türlü, mütenevvi: "Boğaziçi'nin çeşitli yerlerine dair fikirlerini söyledi." -R. H. Karay.

envaiçeşitli

çeşitlilik, -ği is. Çeşidi çok olma durumu, tenevvü: "Onun gülüşünü ve gülüşlerindeki mana çeşitliliğini bilmesi gereken ve bildiğini sandığı üç beş kişiden biri." -T. Buğra.

çeşme is. Far. çeşme Genellikle yol kenarlarında herkesin yararlanması için yapılan, borularla gelen suyun bir oluktan veya musluktan aktığı, yalaklı su hazinesi veya yapısı, pınar, çeşmeye gitse çeşme kuruyacak çok talihsiz kimseler için söylenen bir söz.

çeşme başı, kuru çeşme

çeşme başı is. Çeşmenin etrafı: "Küçükken ayaklarında takunyalarla çeşme başında oynamışlar." -R. N. Güntekin.

çeşmibülbül is. (çe'şmibülbül) Far. çeşm + bulbul Üzeri beyaz, sarmal süsler ve çiçek motifleri ile bezenmiş cam işi: "Burada çeşmibülbüllerin güzelliğini bilmem nasıl tarif etmeli." -S. F. Abasıyanık.

çeşni is. Far. çâşni 1. Yiyeceğin ve içeceğin tadı, tadımlık: Çeşni olsun diye... 2. mec. Hoşa giden bir özellik: "Böyle samimi konuşmalarda sözlerimden hiç eksik etmediğim latife çeşnisini temin için, 'burada kalmak için hatta üste biraz para da vermeye razıyım' diye ilave edecektim." -R. N. Güntekin. çeşni katmak değişik, özel ve hoş bir katkı yapmak: "Varlığa yepyeni bir çeşni katan yepyeni bir ulus yaratacağım sizden." -T. Oflazoğlu. çeşni tutmak ekmekçilikte una karıştırılacak suyun oranını belirtmek, çeşnisine bakmak tadına bakmak.

çeşnici is. esk. 1. Saraylarda ve büyük konaklarda yemek ve sofra işlerini yöneten kimse. 2. Sikkelerin ayarını düzenleyen kimse. 3. Tütün veya içkilerin tat ve niteliğini belirleyen kimse.

çeşnicibaşı

çeşnicibaşı is. Sık sık eş değiştiren erkek.

çeşnicilik, -ği is. Çeşnicinin işi.

çeşnileme is. Çeşnilemek işi: "Ne üslupların ne devirlerin ne de çeşnilemelerin farkında idi." -F. R. Atay.

çeşnilemek (nsz) Çeşni vermek.

çeşnilenme is. Çeşnilenmek işi.

çeşnilenmek (nsz) Tadı yerine gelmek.

çeşnili sf. Çeşnisi olan: "Melodram çeşnili hikâyeyi aklından çıkarmaya bak!" -R. H. Karay.

çeşnilik, -ği is. Yemeğe çeşni vermek için katılan baharat vb.

çeşnisiz sf. Çeşnisi olmayan.

çete is. Bulg. 1. Ordu birliklerinden olmayan silahlı küçük birlik: "Bir korsan çetesi kuracak, adadan adaya geçerek..." -R. H. Karay. 2. Yasa dışı işler yapmak için bir araya gelmiş topluluk.

çete savaşı

çeteci is. Çeteden olan kimse: "Sadi artık kâh bir hoca, kâh bir çeteci kılığında idi." -T. Buğra.

çetecilik, -ği is. Çeteci olma durumu veya çetecinin yaptığı iş.

çetele is. (çe'tele) Yun. 1. Çizilerek veya oyularak açılan kertik. 2. esk. Ekmekçi, sütçü vb. esnafın, uzunlamasına ikiye bölüp üzerine kertikler çenterek hesap tuttukları ağaç dalı. çetele çekmek (veya tutmak) hesap tutmak amacı ile bir yere çizgiler çizmek. çeteleye dönmek insanın yüzünde veya başka bir tarafında birçok kesikler ve sıyrıklar oluşmak.

çeteleşme is. Çeteleşmek işi veya durumu.

çeteleşmek (nsz) Çete durumuna gelmek.

çeteleştirme is. Çeteleştirmek işi veya durumu.

çeteleştirmek (-i) Çete durumuna getirmek: "Peşine sürdüğü devlet kuvvetlerini bile çeteleştirmiş olduğunu hatırlarsınız." -F. R. Atay.

çete savaşı is. ask. Küçük asker birlikleri veya çeteler tarafından düşmanı yıpratmak için her türlü yola başvurarak yapılan savaş: "Onlar da kendilerine göre bir çete savaşı yapmak hevesine düşmüş olabilirler." -S. Birsel.

çetin sf. Amaçlanan duruma getirilmesi, elde edilmesi, çözümlenmesi, işlenmesi güç veya engeli çok olan, zor, müşkül: "Bu karar aileyi bozup dağıtacak şiddetli, çetin bir karar olabilir mi?" -M.. Ş. Esendal.

çetin ceviz

çetince sf. (çeti'nce) 1. Çetin. 2. zf. Çetin bir biçimde.

çetin ceviz is. 1. Yola getirilmesi güç olan kimse: Rakibi çetin ceviz çıkmıştı. 2. Yapılması zor olan iş.

çetinleşme is. Çetinleşmek işi.

çetinleşmek (nsz) Çetin duruma gelmek.

çetinleştirme is. Çetinleştirmek işi veya durumu.

çetinleştirmek (-i) Çetin duruma getirmek.

çetinlik, -ği is.'Çetin olma durumu, sertlik.

çetrefil sf 1. Karışıklığı dolayısıyla, anlaşılması veya sonuca bağlanması güç: "Çetrefil siyasete aklım ermez." -A. İlhan. 2. Yapı ve ses kurallarına aykırı kullanılan (dil): Onun çetrefil bir dili var. 3. Sarp, engelli ve engebeli (yer): "Bu engebeli, orasından burasından kayalıklı sel yataklarıyla kesilmiş çetrefil arazide, yönlerini bulmalarını kolaylaştıracak bir harita..." -A. İlhan.

çetrefilce sf. (çetrefilce) Biraz çetrefil.

çetrefilleşme is. Çetrefilleşmek işi veya durumu.

çetrefilleşmek (nsz) Çetrefil duruma gelmek: "Durum çetrefilleşiyor, belki her şeyi yeni baştan düşünmem icap edecek." -E. E. Talu.

çetrefilleştirme is. Çetrefilleştirmek işi.

çetrefilleştirmek (-i) Çetrefil duruma getirmek.

çetrefilli sf Karışık ve anlaşılması güç olan.

çetrefillik, -ği is. Çetrefil olma durumu: "Hiddetlendiği zamanlar çetrefilliği bir kat daha belli olurdu." -E. E. Talu.

çetrefillilik, -ği is. Çetrefilli olma durumu.

çetrefilsiz sf. Basit ve anlaşılması kolay olan.

çevgen is. Far. çevgân 1. Değnek. 2. Polo.

çevik, -ği sf. Far. çabuk Kolaylık ve çabuklukla davranan, tetik, atik: "Sofrada Atatürk'ün pek kuvvetli ve çevik birkaç arkadaşı vardı." -F. R. Atay.

çevikçe zf (çevi'kçe) Çevik bir biçimde.

çevikleşme is. Çevikleşmek işi.

çevikleşmek (nsz) Çevik duruma gelmek.

çevikleştirme is. Çevikleştirmek işi.

çevikleştirmek (-i) Çevik duruma getirmek.

çeviklik, -ği is. 1. Çevik olma durumu. 2. Çevikçe davranış: "Vücudundan umulmaz bir çeviklikle yerinden kalktı." -R. N. Güntekin.

çevirge is. bl. Bilgisayar verilerini telefon hattı vb. iletişim hatlan üzerinden gönderen elektronik araç, modem.

belgegeçer çevirgesi, ses çevirgesi

çevirgeç, -ci is.fiz. Anahtar.

çevirgi is. Çevrilebilen anahtar, tokmak vb. araçlar.

çeviri is. 1. Bir dilden başka bir dile aktarma, çevirme, tercüme. 2. Bir dilden başka bir dile çevrilmiş yazı veya kitap, tercüme: "Düşüncelerimi sormak üzere bu çevirileri parça parça İstanbul'a yollamıştı." -T. Buğra. çeviri yapmak bir dilden başka bir dile aktarmak, çevirmek, tercüme etmek.

çeviri dili, çeviri yazı, motamot çeviri, harf çevirisi

çevirici is. 1. Çevirmen: Bu kitabın çeviricisi Fransızcayı iyi bilir, 2.fiz. Anahtar.

çevirici dili

çevirici dili is. Bilgisayarda makine dili komutlarının sembollerle kaydedildiği alçak düzeyli programlama dili.

çeviricilik, -ği is. Çevirmenlik.

çeviri dili is. Bir bilgisayarın sembolik makine dili.

çevirim is. 1. Çevirme işi. 2. sin. Sinema filmi elde etmek üzere alıcının çalıştırılması, duyar katın üzerinde gizli görüntülerin belirmesi.

çevirim senaryosu, yazı çevirimi

çevirim senaryosu is. sin. Çekimlere bölünmüş, her çekimin sayısı belirtilmiş, çevirim için bütün teknik açıklamaları ve konuşmaları İçine alan senaryo.

çeviriş is. Çevirme İşi veya biçimi.

çeviri yazı is. db. Bir yazıyı bütün ses inceliklerini belirterek başka bir alfabeye çevirme yolu, yazı çevirimi, transkripsiyon.

çevirme is. 1. Çevirmek işi, tedvir. 2. Kuzu, oğlak vb. hayvanların şişte, kor üzerinde çevrilerek pişirilmişi: "Değirmende, daha sabahtan gönderilip hazırlanan yağlı bir oğlak çevirmesini tam kıvamında buldular." -R. H. Karay. 3. Çeviri: Fransızcadan çevirme bir eser. 4. ask. Uzaktan dolaşıp düşmanın yan gerilerine düşerek onu istemediği bir durumda dövüşmek zorunda bırakma. 5. muz. Bir müzik parçasındaki aralığın veya bir cümle parçasının tiz sesini peşe, pes sesini tize dönüştürmek işi.

çevirme ağı

çevirme ağı is. Balık sürülerinin önce çevrelerinin sarılması, sonra ağın altının kapatılması yoluyla kaçmalarını önleyerek avlamayı sağlayan bir ağ türü.

çevirmek (-i) 1. Bir şeyin yönünü değiştirmek: "Nefes nefese koşan anneme, başını çevirmeden cevap verdi." -Y. Z. Ortaç. 2. Öteki yüzünü görünür duruma getirmek: "Sermet defterinin yapraklarım çeviriyordu." -Ö. Seyfettin. 3. Döndürerek hareket ettirmek: "Resimleri albüme yapıştırırken kocası da radyonun düğmesini çevirdi." -S. F. Abasıyanık. 4. Yönetmek, idare etmek: "Eteği belinde, bütün evi o çeviriyor." -H. Taner. 5. Yolundan alıkoymak, yoldan döndürmek: Arkadaşı bizi çevirip evine götürdü. 6. Geri göndermek: Kendisine yollanan parayı çevirmiş. 7. Bir giyeceği söküp iç yüzünü dışa getirmek. 8. Çevrilemek, tevil etmek: Sözü işine geldiği gibi çevirdi. 9. Çeviri yapmak: "Romanlar, hikâyeler yazar; yahut Fransızcadan çevirirmiş." -M. Ş. Esendal. 10. (-i, 4e) Bir yerin çevresini bir şeyle sarmak, kuşatmak: Bağı duvarla çevirmek. 11. (-i, -e) Bir durumdan başka duruma getirmek, dönüştürmek: Evlerini otele çevirdiler. 12. Bir durumdan başka duruma geçmek. 13. Kâğıt oyunu oynamak. 14. mec. Hile, dolap, dalavere vb. dürüst olmayan davranışlar ortaya koymak: "Bendenize şikâyetlerin yapılmaması, iş çevirmek isteyenlerin muvaffak olamayacaklarını bilmeleri neticesidir." -Atatürk. 15. (-i, -e) mec. Kötü bir duruma getirmek: Maskaraya çevirmek. Paçavraya çevirmek, çevir kazı yanmasın alay karşısındakine dokunacak yersiz bir söz söylediğini fark eder etmez sözünü çevirmeye kalkışanlara alay söylenen bir söz.

evire çevire

çevirmen is. Bir yazıyı veya konuşmayı bir dilden başka bir dile çeviren kimse, çevirici, dilmaç, tercüman, mütercim.

çevirmenlik, -ği is. 1. Çevirmen olma durumu, çeviricilik, dilmaçlık, tercümanlık, mütercimlik. 2. Çevirmenin görevi.

çevir sesi is. Telefon numarasının aranmaya hazır olduğunu belirten ince ve monoton ses, sinyal: "Bir kere daha telefona sarıldı. Bu defa çıtırtılı bir sessizlik, bir türlü gelmek bilmeyen çevir sesi." -A. İlhan.

çevir sinyali is. Çevir sesi.

çevirtme is. Çevirtmek işi.

çevirtmek (-i, -e) Çevirme işi yaptırmak: "Yoldan bir araba çevirtsek de yalıya inseniz." -R.H.Karay.

çevre is. 1. Bir şeyin yakını, dolayı, etraf: "Büyük kentlerin çevreleri gecekondularla sarılmıştır." -O. Rifat. 2. Kişinin içinde bulunduğu toplumu oluşturan ortam: "Her girdiği çevreye kişiliği ile birlikte olgun ve asil bir huzur havası getirirdi." -H. Taner. 3. Sırma işlemeli mendil: "Geçen gün sandığı karıştırırken elime işlemeli çevreler geçti." -M. Yesari. 4. mec. Aynı konu ile ilgisi bulunan kimselerin tümü, muhit: Siyasi çevreler. Sanat çevresi. 5. mec. Bir kimse ile ilişkisi bulunanlar, muhit: "Babanın ve çevresinin var güçleri ile destekledikleri düşünülebilir. " -H Taner. 6. dbl. Bir birimden önce veya sonra gelen aynı türden birimlerin tümü, bunların oluşturduğu küçük grup, kontekst. 7. mat. Düzlem üzerindeki bir şekli sınırlayan çizgi. 8. sos. Hayatın gelişmesinde etkili olan doğal, toplumsal, kültürel dış faktörlerin bütünlüğü.

çevre açı, çevre bilimleri, çevre felaketi, çevre kirliliği, çevre sağlığı, çevre teker, çevre temizlik vergisi, çevre yolu, dış çevre, kültür çevresi, sandık çevresi, seçim çevresi, yargı çevresi

çevre açı is. mat. Geometride, bir çemberin iç bölgesinde, köşesi çember üzerinde bulunan açı.

çevre bilimci is. Çevre bilimleri uzmanı.

çevre bilimleri ç. is. Çeşitli bilim dallarını içerisinde toplayan, insan-doğa ilişkilerini ve çevre sorunlarını inceleyen, uygulamalı ve disiplinler arası bilimler.

çevre bilimsel sf. Çevre bilimleriyle ilgili, çevre bilimlerine dayanan.

çevreci is. Çevre kirliliği sorunlarıyla uğraşan kimse veya topluluk.

çevrecilik, -ği is. Çevrecinin yaptığı iş.

çevre felaketi is. Çevre kirliliğinin aşırı boyutlara varması.

çevre kirliliği is. Doğal kaynakların aşırı ve yanlış kullanılması, tahrip edilmesi sonucunda çevrede dengenin olumsuz yönde bozulması ve birtakım sorunların ortaya çıkması.

çevreleme is. Çevrelemek işi.

çevrelemek (-i) 1. İçine almak, kuşatmak, sarmak, ihata etmek: "Açık başımı çevreleyen beyaz saçlarım." -R. N. Güntekin. 2. mec. Bir konunun sınırlarını çizmek, tahdit etmek.

çevreleniş is. Çevrelenme işi veya biçimi.

çevrelenme is. Çevrelenmek işi.

çevrelenmek (nsz) 1. Kuşatılmak, sınır içine alınmak, tahdit edilmek. 2. Örtülmüş: "Annemin, beyaz namaz beziyle çevrelenmiş başı kapıdan uzanmıştı." -Y. Z. Ortaç.

çevreleyiş is. Çevreleme işi veya biçimi.

çevrelik, -ği is. Marangozlukta, mimarlıkta ve dülgerlikte kullanılan bütün kenar parçaları.

çevren is. Ufuk, göz erimi.

çevre sağlığı is. Belli bir çevrede yaşayan kişilerin sağlığını etkileyen dış faktörler ve alınan Önlemler.

çevresel sf. Çevre ile ilgili.

çevre teker is. bot. Sap ve kökte, merkez bölümünün en dış kuşağı.

çevre temizlik vergisi is. Belediyenin mücavir alan sınırları içinde bulunan ve katı atık toplama hizmetinden yararlanan konut ve iş yeri sahiplerinden alınan vergi, çöp vergisi.

çevre yolu is. Şehir trafiğini aksatmamak amacıyla yerleşim yerinin dışından geçen ve şehir yollarına bağlanan ana yol.

çevri is. 1. Bir söz veya davranışı görünür anlamından başka bir anlamda kabul etme, tevil. 2. coğ. Anafor: Hava çevrisi şiddetli olduğundan ağaçları söker, yapıları yıkar.

çevrik, -ği sf. Çevrilmiş, dönük.

çevrileme is. Çevrilemek işi.

çevrilemek (-i) Çevriye uğratmak, tevil etmek.

çevrili sf. 1. Çevrilmiş, kuşatılmış: "Bizim lokantanın üzeri, yanları, karşısı büyük büyük apartmanlarla çevriliydi." -O. Kemal. 2. Dönük.

çevriliş is. Çevrilme işi veya biçimi.

çevrilme is. Çevrilmek işi: Almancadan çevrilme romanlar yayımlıyor.

çevrilmek (nsz, -e) 1. Çevirme işine konu olmak: "Ne tuhaf bir sinemaydı burası! Bir garajdan mı sinemaya çevrilmişti, nedir? " -S. F. Abasıyanık. 2. Kendini çevirmek, birine dönmek: "Nerde güzel görsen ona çevrilme / Bizim ilde cana kıyar beyler var." -Karacaoğlan.

çevrim is. 1. Devir. 2.fiz. Bir elektrik akımının iletken üzerinde aldığı yol, devre. 3. fiz. Elektrik enerjisinin bir başka enerjiye dönüştürülmesi.

çevrim dışı, çevrim içi

çevrim dışı is. bl. Bilgisayar sisteminde sunucuya bağlı ve çalışır durumda olmama.

çevrim içi is. bl. Bilgisayar sisteminde sunucuya bağlı ve çalışır durumda olma.

çevrimli sf. hlk. İşi iyi yöneten, becerikli, idareli.

çevrimsel sf. Çevrimle ilgili veya çevrim biçiminde olan, devrî.

çevrinme is. Çevrinmek işi, tavaf.

çevrinmek (nsz) Bir şeyin etrafında saygı ile dolanmak, tavaf etmek.

çevrinti is. 1. Bir şeyin kendi ekseni çevresinde sürekli dönmesi. 2. Su ve hava çevrintisi: "... bir kızıl çevrinti mi yakut yüzük parmağında?" -T. Oflazoğlu. 3. Çeşitli tahıl karışığı.

çevrintili sf. Çevrintisi olan.

çevrintisiz sf. Çevrintisi olmayan.

çeyiz is. Ar. cihaz Gelin için hazırlanan her türlü eşya: "Noksansız bir çeyiz ve düğünle iyi bir eve verilen Zeynep..." -T. Buğra, çeyiz düzmek çeyiz hazırlamak: "Kazandığını bir yana atar, kendine çeyiz düzer." -M. Yesari.

çeyizci is. Çeyiz hazırlayan veya satan kimse.

çeyizcilik, -ği is. Çeyiz hazırlama veya satma işi.

çeyizli sf. Çeyizi olan.

çeyizlik, -ği is. 1. Çeyiz eşyası: "Obanın kızları geceyi gündüze katmışlar, çeyizlikler hazırlamışlardı." -Y. Kemal. 2. sf. Çeyiz olarak hazırlanan, çeyiz için ayrılan.

çeyizsiz.ş/ Çeyizi olmayan.

çeyrek, -ği sf. Far. çar + yek 1. Dörtte bir. 2. is. On beş dakikalık zaman: "Bir çeyrek geçmeden otomobil kara saplanıyor." -R. N. Güntekin. 3. is. Çeyrek altın. 4. is. argo Alman markı. 5. is. esk. Gümüş mecidiyenin dörtte biri değerinde olan beş kuruş: "Şehre vardığım zaman, iki gümüş çeyrekten başka param yoktu." -F. R. Atay.

çeyrek altın, çeyrek final, çeyrek finalist, çeyrek son, üççeyrek

çeyrek altın is. Cumhuriyet altın lirasının dörtte biri, çeyrek.

çeyrek final, -li is. sp. Bir yarışmada ikili eşlemelerle son sekiz takımın oluşturduğu grup veya aşama.

çeyrek finalist is. sp. Çeyrek final aşamasına yükselme başarısını gösteren ekip veya kişi.

çeyrekleme is. Çeyreklemek işi.

çeyreklemek (-i) Süt çocuklarının kollannı ve bacaklarını çaprazlayarak vücutlarına idman yaptırmak.

çeyrek son is. sp. Koşullarda yan final yansına katılacak dört kişiyi seçmek üzere sekiz kişi veya dört takımı ayırmak için sekiz takım arasında düzenlenen seçme yansı.