-ça (I) bk. -ca / -ce vb. (I).
-ça (II) bk. -ca / -ce vb. (II).
çaba is. Herhangi bir işi yapmak için ortaya konan güç, zorlu, sürekli çalışma, gayret, ceht: "Yoksa başlı başına zafer, boşuna bir çaba olur." -F. R. Atay. çaba göstermek bir işi başarmak için çalışmak, uğraşmak, gayret göstermek: "Onu kurtarabilmek için olmayacak şeylere saldırmak derecesinde bir çaba gösteriyorsunuz." -H. R. Gürpınar. çaba harcamak bir işi yapabilmek için elinden geleni yapmak: "Tehlikeyi anlamış olacak ki seçimlerde oylarını dağılmamaya çaba harcıyordu." -T. Buğra.
→ can çabası, yaşama çabası
çabalama is. Çabalamak işi.
çabalamak (nsz) 1. Güç bir durumdan kurtulmaya uğraşmak. 2. Bir işi başarmak için uğraşmak, gayret etmek: Çalış, didin, çabala; aklım, bilgini ve emeğim ortaya koy, bir şeyler elde et." -T. Buğra, çabalama kaptan ben gidemem bu işi yapacak güçte değilim, zorlamanın yararı yok.
çabalanma is. Çabalanmak işi.
çabalanmak (nsz) Çabalama işi yapılmak.
çabalayış is. Çabalama işi veya biçimi.
çabucacık zf. (ça'bucacık) Çabucak: İşini çabucacık bitirdi.
çabucak zf. (ça'bucak) 1. Vakit geçirmeden, kısa bir sürede, acilen, alelacele, anında, bir anda, birden, bir hamlede, bir koşu, bir lahzada, bir solukta, çabucacık, çabuk, çabukça, çarçabuk, dakikasında, derakap, derhâl, hemen, hemencecik, hızla, hızlı, hızlı hızlı, ivedilikle, lahzada, müstacelen, palas pandıras, serian, süratle, şipşak, tez beri, tezce, tezelden, yellim yalellim: "Yatakta çabucak doğruldu." -A. İlhan. 2. Kısa sürede: "Çabucak giyindim, yokuş aşağıya, beni götürdükleri tarafa süratle indim." -R. H. Karay. 3. Kolaylıkla.
çabuk, -ğu sf Far. çabuk 1. Çabucak: "Çabuk ve kolay bir konuşma tarzı vardı." -R. N. Güntekin. 2. zf. Alışılandan veya gösterilenden daha kısa bir zamanda, tez, yavaş karşıtı: "Yazıma çabuk cevap geldi." -A. Gündüz. 3. ünl. "Acele et, oyalanma" anlamlarında bir seslenme sözü. çabuk ol "çabuk davran, çabuk iş gör, oyalanma!" anlamlarında bir seslenme sözü: "Çağırınız kuzum, rica ederim çağırınız, hem biraz çabuk olunuz!" -P. Safa. çabuk parlayan çabuk söner olağan sayılmayacak kadar kısa bir zamanda olan bir gelişmenin sürekli olamayacağmı anlatan bir söz.
→ eli çabuk, eline ayağına çabuk, eline çabuk
çabukça zf. (çabu'kça) Çabucak: "Devlet kapısına gelmiş bir işin olacağı yahut olmayacağı bir oda içinde çabukça anlaşılıyor." -M. Ş. Esendal.
çabuklaşma is. Çabuklaşmak işi.
çabuklaşmak (nsz) Çabukluk kazanmak, hızlanmak.
çabuklaştırılma is. Çabuklaştırılmak işi.
çabuklaştırılmak (nsz) Çabuklaşma işi yaptırılmak.
çabuklaştırma is. Çabuklaştırmak işi, tacil.
çabuklaştırmak (-i) Bir işin yapılmasını hızlandırmak, aceleleştirmek, tesri etmek: "Şimdi hükmü yerine getirmeyi çabuklaştıralım." -K. Tahir.
çabukluk, -ğu is. Çabuk olma durumu, hız, sürat: "Her şey umulmaz bir çabuklukla yoluna girdi." -R. N. Güntekin.
→ el çabukluğu
çaça is. (ça'ça) Yun. 1. Ticaret gemilerinde eski ve usta gemici. 2. argo Genelev işleten kadın, abla, mama.
→ çaça balığı
çaça balığı is. zool. Hamsigillerden küçük bir balık (Clupea sprattus).
çaçaca is. (ça'ça'ça) îsp cha cha cha Meksika'dan yayılmış, hareketli, modem bir dans.
çaçaron sf. İt. chiacchierone Karşısındakini susturacak biçimde ve çok konuşan, çenesi kuvvetli, geveze: "Bir kaynanam var çaçaron, ama artık işi bitmiş." -H. R. Gürpınar.
çaçaronca sf. (çaçaro'nca) 1. Çaçarona yakışır (davranış). 2. zf. Çaçarona yakışır bir biçimde.
çaçaronluk, -ğu is. 1. Çaçaron olma durumu. 2. Çaçaronca davranış: Onun çaçaronluğu çekilmez.
çadır is. Far. çâder 1. Keçe, deri, kıl dokuma, sık dokunmuş kalın bez veya plastik maddelerden yapılarak direklerle tutturulan, taşınabilir barınak, çerge, oba, otağ: "Kılıcım çekip tek başına atını, düşman başkumandanının çadırına saldırarak ölüm arayan Türk kumandanları görülmüştür." -Atatürk. 2. Gölgelik olarak kullanılan tente veya şemsiye.
→ çadır ağırşağı, çadır bezi, çadır çanağı, çadır çatı, çadır çiçeği, çadır devlet, çadır direği, çadır kent, çadır tiyatrosu, çadıruşağı, kıl çadır, oksijen çadırı, paşaçadırı, Yörük çadırı
çadır ağırşağı is. Çadırın direk başlığı.
çadır bezi is. Pamuk veya ketenden dokunmuş kalın, sık bir tür bez.
çadırcı is. Çadır diken veya satan kimse.
çadırcılık, -ğı is. Çadır dikme veya satma işi.
çadır çanağı is. Çadır direğinin ucunda, çadır bezini tutmaya yarayan oyuk ağaç.
çadır çatı is. Orta noktadan başlayarak dört tarafa bakan yüzeyi bulunan ve kare piramit biçimindeki çatı.
çadır çiçeği is. bot. Nilüfergillerden, Çin ve Amerika ırmaklarında yetişen, büyük yapraklı, pembe ve beyaz çiçekli bir bitki (Euryaleferox).
çadır devlet is. Göçebe boy ve aşiretlerden oluşan devlet.
çadır direği is. Çadırın düzgün ve gergin kurularak çökmemesini sağlayan orta direk.
çadır kent is. Olağanüstü durumlarda afet bölgelerinde kurulan çadırlardan oluşan geçici yerleşim yeri.
çadırlı sf. 1. Çadırı olan. 2. Çadıra yerleşmiş olan.
→ çadırlı ordugâh
çadırlı ordugâh is. ask. Çadırlarda barındırılan askerî güç.
çadır tiyatrosu is. Oyunlannı ve diğer gösterilerini çok büyük bir çadır içinde halka sunan gezici tiyatro veya gösteri grubu.
çadıruşağı is. bot. Maydanozgillerden, öz suyu hekimlikte kullanılan bir bitki (Dorema ammoniacum).
çağ is. 1. Zaman dilimi, vakit. 2. Hayatın çocukluk, gençlik vb. dönemlerinden her biri, yaş: "Yazık ki delikanlılık çağını çoktan aşmıştır, şakaklarına kır düşmüştür, ayrıca hastadır." -R. H. Karay. 3. Kendine özgü bir özellik taşıyan zaman parçası, dönem, devir: "Dünya atom çağında, biz hâlâ medeniyet kavgası içindeyiz." -F. R. Atay. 4. Tarihin ayrıldığı dört büyük bölümden her biri, kurun: İlk Çağ. Orta Çağ. Yakın Çağ. Yeni Çağ. 5. mec. Bir şeyin uygun, elverişli zamanı: "Kendi çocuğu daha evlenecek çağda olmadığına göre kim bilir kimleri baş göz etmiştir." -S. F. Abasıyanık. 6.jeol. Bir katmanın oluştuğu süre. çağ açmak herhangi bir bakımdan öncekilerden farklı olan yeni bir evrensel gidişe yol açmak, çağ atlamak büyük ilerleme sağlamak, çağı geçmek 1) eskimek; 2) dönemi veya modası geçmek, çağı yakalamak çağın gerektirdiği gelişmişlik düzeyine ulaşmak, çağın gerisinde kalmak gelişmelere ve yeni düşüncelere uyum sağlayamamak, ayak uyduramamak. çağını aşmak düşünce, tutum ve davranışlarıyla bulunduğu çağdan daha ileride olmak.
→ çağ dışı, antik çağ, Birinci Çağ, Dördüncü Çağ, Eski Çağ, İkinci Çağ, İlk Çağ, Orta Çağ, Üçüncü Çağ, Yakın Çağ, Yeni Çağ, altın çağı, atom çağı, buluğ çağı, Buzul Çağı, emekleme çağı, emeklilik çağı, ergenlik çağı, gelinlik çağı, olgunluk çağı, Yontma Taş Çağı
çağa is. hlk. Çocuk, bebek.
çağanak zf. Çalgı çağanak.
→ Çalgı çağanak, çengüçağanak
çağanaklı sf. Çalgılı, neşeli, eğlenceli.
→ çalgılı çağanaktı
çağanoz is. Yun. zool. Kabukluların ön ayaklılar alt takımından, eti için avlanan, pavuryaya benzer küçük su hayvanı (Carcinus). çağanoz gibi eğri büğrü (kimse).
→ akıntı çağanozu
Çağatayca öz. is. (çağata'yca) 1. Adını Cengiz'in ikinci oğlu Çağatay'dan alan, Doğu Türkçesinin XV. yüzyılda oluşan yazı dili. 2. sf. Bu Türkçeyle yazılmış olan.
çağcıl sf. 1. Çağdaş. 2. Tekniğin, bilimin yeniliklerinden yararlanan, modern: Çağcıl fizik.
çağcıllaşma is. Çağdaşlaşma.
çağcıllaşmak (nsz) Çağdaşlaşmak.
çağcıllaştırma is. Çağdaşlaştırma.
çağcıllaştırmak (-i) Çağdaşlaştırmak.
çağcıllık, -ğı is. Çağdaşlık.
çağdaş sf. 1. Aynı çağda yaşayan, çağcıl, asri, muasır: Victor Hugo ile Namık Kemal çağdaş yazarlardır. 2. Bulunulan çağın anlayışına, şartlarına uygun olan, çağcıl, modern, asri: "Eğitim ve öğretim, Atatürk ilkeleri ve inkılapları doğrultusunda, çağdaş bilim ve eğitim esaslarına göre, devletin gözetim ve denetimi altında yapılır." -Anayasa.
çağdaşlaşma is. Çağdaşlaşmak işi, çağcıllaşma, modernleşme, asrileşme, muasırlaşma.
çağdaşlaşmak (nsz) Çağın tutumuna, anlayışına, gereklerine uymak, çağdaş duruma gelmek, çağcıllaşmak, modernleşmek, asrileşmek, muasırlaşmak.
çağdaşlaştırma is. Çağdaşlaştırmak işi, çağcıllaştırma, modernleştirme, asrileştirme, muasırlaştırma.
çağdaşlaştırmak (-i) Çağdaşlaşmasına yol açmak, çağcıllaştırmak, modernleştirmek, asrileştirmek, muasırlaştırmak.
çağdaşlık, -ğı is. Çağdaş olma durumu, çağcıllık, modernlik, asrilik, muasırlık.
çağ dışı sf. 1. Çağm gerektirdiği şartların gerisinde kalmış, çağdaş olmayan, köhne: "Açık kalpli olmamak çağ dışı bir tutum olur." -B. Felek. 2. ask. Askerliğe alınma döneminde olmayan, çağ dışı olmak (veya kalmak) 1) çağm gerektirdiği şartların gerisinde kalmak; 2) ask. yedek askerlik çağını doldurmuş olmak.
çağ dişilik, -ğı is. Çağ dışı olma durumu.
çağıl çağıl zf. Çağıldayarak: "Bahar gelip de nehir çağıl çağıl kabarmaya başlamaz mı, İçimi, geri kalmış bir saat huzursuzluğu kaplardı." -H. Taner.
çağıldama is. Çağıldamak işi.
çağıldamak (nsz) Sular akarken taşlara, kayalara çarparak "çağıl çağıl" ses çıkarmak: "Bu fıskiyenin sularını yıllarca neşeden çağıldar gibi duymuştum." -A. Ş. Hisar.
çağıldayış is. Çağıldama işi veya biçimi.
çağıltı is. Suyun, akarken taşlara, kayalara çaıparak çıkardığı yansıma ses: "Yalnız koca arktan akan suyun serin çağıltısı duyuluyordu. " -C. Uçuk.
çağıltılı sf. Çağıltısı olan: "Çağıltılı bir dereden geçerken yolcu telaş gösterir." -R. N. Güntekin.
çağın is. bh çağrı.
çağırım is. 1. Çağırma işi. 2. Ruh çağırma sırasında seans.
çağırma is. Çağırmak işi: "Daha doktor çağırmaya giden olmamış." -P. Sata.
çağırmak (-i) 1. Birinin gelmesini kendisine yüksek sesle söylemek, seslenmek: "Beyaz gömlekli zurnacısını çağırarak sandalyeye çıkardı." -R. N. Güntekin. 2. (-i, -e) Herhangi birinin bir yere gelmesini istemek, davet etmek: "O akşam Orhan'ı yemeğe çağırdı. " -T. Buğra. 3. Binmek için bir araç istemek: "Bir taksi çağırdım." -C. Uçuk. 4. hlk. Yüksek sesle şarkı, türkü söylemek: "Türküler çağırarak tahta siliyor." -Y. Z. Ortaç.
çağırtı is. Çağırma sesi: Bağırtılar, çağırtılar.
çağırtkan is. Ötüşüyle kendi türünden olan kuşların çevresine toplanması için avcıların yararlandığı kuş, çığırtkan.
çağırtma is. Çağırtmak işi.
çağırtmaç, -cı is. Tellal.
çağırtmak (-i, -e) Çağırma işini yaptırmak: "Sah günü bir adam çıkarıp müdürü köye çağırttı."-M. Ş. Esendal.
çağla is. (çağla) bot. Badem, kayısı, erik vb. tek çekirdekli yemişlerin körpeyken yenilebilen ham şekli.
→ çağla yeşili
çağlama is. Çağlamak işi.
çağlamak (nsz) 1. Su, köpürerek ve ses çıkararak coşkun bir biçimde akmak: "Bir gün nehirler gibi çağlayarak derinden." -Ö. B. Uşaklı. 2. mec. Coşmak: "Musiki, gönüllerin hüzünleriyle zevklerinin birleştiği sınırda çağlayan sesleridir." -A. Ş. Hisar, çağlamadan çatlamak gerekli olgunluğa erişmeden olgun davranışlarda bulunmak, büyüklük taslamak.
çağlar is. Çağlayan.
çağlayan is. Küçük bir akarsuyun, çok yüksek olmayan bir yerden dökülüp aktığı yer, küçük şelale: "Yüksekten karşıda çağlayanın şırıltısı duyuluyordu." -Ö. Seyfettin.
çağla yeşili is. 1. Olmamış,-ham olan yeşil meyvenin rengi. 2. sf. Bu renkte olan.
çağlayık, -ğı is. Yerden ses çıkararak, gürültüyle kaynayarak çıkan genellikle sıcak su, kaynak.
çağlayış is. Çağlama işi veya biçimi.
çağma is. Çağmak işi.
çağmak, -ar (-e) hlk. Güneş ışığı vurmak: "Ömrüm bir tepeye çağmış gün gibi." - Karacaoğlan.
çağnak, -ğı is. Amniyon sıvısı.
çağrı is. 1. Birinin bir yere gelmesini isteme, davet: "Bu gizli çağrı neden icap ediyordu? " -Y. K. Karaosmanoğlu. 2. Çağrı cihazı.
→ çağrı belgesi, çağrı cihazı, çağrı kâğıdı
çağrı belgesi is. huk. Mahkeme tarafından dava edene, edilene veya tanıklara gönderilen belge, çağrı kâğıdı, celp, celp kâğıdı, celpname.
çağrıcı is. 1. Çağırma işini yapan, çağırmak için giden kimse, davetçi. 2. Mübaşir. 3. Sahnede oyuncuları takdim eden kimse.
çağrıcılık, -ğı is. Çağrıcı olma durumu.
çağrı cihazı is. Telefon sistemi ve ağı düzeninde belli bir numara verilerek taşıyanına kolayca ulaşılmasını veya ona haber bırakılmasını sağlayan alet.
çağrı kâğıdı is. Çağrı belgesi.
çağrılı is. Bir toplantıya, bir yere veya birinin yanına çağrılmış kimse, davetli: "Almanların çağrılısı olarak İstanbul'dan ayrıldık." -T. Buğra.
çağrılık, -ğı is. Davet için yazılan kâğıt, davetiye, okuntu.
çağrılış is. Çağrılma işi veya biçimi.
çağrılma is. Çağrılmak işi.
çağrılmak (nsz, -e) Çağırma İşi yapılmak.
çağrım is. Yüksek bir sesin yetişebileceği kadar uzaklık: İki çağrım ötede bir pınar var.
çağrısız sf. Çağrılmamış veya çağrılmayan (kimse).
çağrışım is. psikol. 1. Bir düşünce, görüntü vb.nin bir başkasını hatırlatması: "Goethe denince herkesin aklına gelen ilk çağrışım, dünyanın sayılı iki üç dâhi yazarından biri olduğudur." -H. Taner. 2. Davranışlar, düşünceler ve kavramlar arasında yer ve zaman birliğinin etkisiyle kurulan bağlantılar sonucu, bilinç alanına bunlardan birisi girdiğinde ötekini de bilince çekmesi olayı, tedai: "Gününde dedikleriyle günümüzde olanlar arasında kolaylıkla çağrışımlar, karşılaştırmalar kurabiliriz." -N. Cumalı. çağrışım yapmak çağrıştırmak.
→ görsel işitsel çağrışım
çağrışımcı is. Çağrışımcılık doktrini taraftarı olan kimse.
çağrışımcılık, -ğı is. fel. Bütün bellek işlemlerini, aklın bütün İlkelerini, hatta bellek hayatının hepsini, düşüncelerin çağrışımı ile açıklamak isteyen doktrin.
çağrışımlı sf. Çağrışımı olan.
çağrışımsal sf. Çağrışımla ilgili.
çağrışımsız .sf. Çağrışımı olmayan.
çağrışma is. Çağrışmak işi: "Sağdan soldan bağrışmalar, çağrışmalar, üstüne saldırır gibi davranışlar..."-Y. K. Karaosmanoğlu.
çağrışmak (nsz, -le) 1. Birbirini çağırmak. 2. Hep birden bağırarak yaygara etmek: "Koşuşa çağrışa etrafa dağılıyorlar, ağaçlara tırmanıp çimenlerde yuvarlanıyorlardı." -R. N. Güntekin.
→ bağrışa çağrışa
çağrıştırma is. Çağrıştırmak işi.
çağrıştırmak (-i) 1. Bir çağrışıma yol açmak. 2. Akla getirmek, hatırlatmak, andırmak: "Muradiye'deki evlerinin avlusunu çağrıştıran telli kavakların puslu yeşili..." -E. E. Talu. 3. Benzemek, andırmak.
-çak bk. -cak / -cek vb.
çak, -ki is. (ça:k) Far. çak esk. Yırtık, yarık. çak çak olmak çok yırtık, lime lime, parça parça olmak.
→ çak çak
çakal is. Far. şağâl 1. zool. Etoburlardan, sürü hâlinde yaşayan, kurttan küçük bir yaban hayvanı (Canis aureus). 2. argo Kurnaz, yalancı, düzenci, aşağılık kimse. 3. sf. hlk. Titiz, huysuz, görgüsüz.
→ çakal armudu, çakalboğan, çakal eriği, çakal yağmuru
çakal armudu is. Yabani armut, ahlat.
çakalboğan is. bot. Kırlarda rastlanan bir bitki: "Bağın içini de ayrık otları, çakalboğanlar sarmıştı." -N. Cumalı.
çakal eriği is. bot. Çok ekşi, sert, iri çekirdekli bir erik türü, yaban eriği (Prunus spinosa): "Ama her çocuk gibi bol bol çakal eriğiyiyememişim." -S. F. Abasıyanık.
çakaloz is. esk. 1. Mermi olarak çakıl taşı atan bir tür top. 2. Bu topu kullanan topçu.
çakal yağmuru is. hlk. Güneş varken yağan yağmur.
çakar is. 1. Denizde, açığa veya kıyılara yerleştirilen, belirli aralıklarla yanıp sönen küçük fener. 2. Uzunluğu iki yüz elli - üç yüz, genişliği on kulaç olan balık ağı: Kolyoz çakarı. Uskumru çakarı.
çakaralmaz is. 1. Basit, ilkel çakmak. 2. Basit, ilkel tabanca. 3. sf. Kalitesiz: "Nasıl oldu bilmem eğilip yakarken çakaralmaz çakmak kıvılcım çıkardı." -B. Felek. 4. sf argo İşe yaramayacak durumda olan, bozuk.
çaker is. (ça:ker) Far. çâker Kul, köle, cariye, yanaşma: "Ayağınızın türabıyım, çakeriniz efendimizi dünyada bırakmam." -M. Ş. Esendal.
çakı is. 1. Açılıp kapanan bir veya birkaç ağızlı küçük cep bıçağı: "İki çocuk tahta saplı bir çakı ile kollarını çizdiler." -Ö. Seyfettin. 2. Denizçakısı, çakı gibi 1) canh ve atik; 2) sağlıklı.
→ sustalı çakı, denizçakısı
çakıcı is. Bıçakçı: "Çocukların velileri arasında birçokları iplikçi, boyacı, ipekçi, dokumacı, havlucu, çakıcı gibi muhtelif sanatları gösteriyordu." -H. S. Tanrıöver.
çakıl is. Çakıl taşı: "Killi, kireçli toprak küçük çakıl parçalarıyla Örtülüydü." -N. Cumalı.
→ çakıl çukul, çakıl kuşu, çakıl taşı, çakıl yol
çakıl çukul zf Karışık biçimde, ne dediği belli olmaksızın: "Bu hain, sert kadın, kızının beni istemediğini, boşamazsam yarın saraya gidip huzura çıkacağını, beni Fizan'a sürdüreceğini çakıl çukul söyledi." -Ö. Seyfettin.
çakıldak, -ğı is. 1. Bir çarkın yalnız bir yöne doğru işlemesine yol verip tersine dönmesini önleyen veya değirmen, su dolabı vb. makinelerin işleyişini çıkardığı sesle kontrole yarayan parça. 2. Elde çevrildikçe gürültülü ses çıkaran, değirmi biçiminde bir çocuk oyuncağı. 3. Koyunların kuyrukları altındaki lallara yapışıp kuruyan pislik.
çakıldama is. Çakıldamak işi.
çakıldamak (nsz) Sürtünen, yuvarlanan çakıl taşları gibi ses Çıkarmak.
çakıldatma is. Çakıldatmak işi.
çakıldatmak (-i) Çakıldama işini yaptırmak,
çakılı sf. 1. Çivi, kazık vb. bir şeyle tutturulmuş: "Duvara çakılı büyük rakkaslı saati tamire götüren hademe, Reşat'ın omzuna adamakıllı bindirmiş." -Y. Z. Ortaç. 2. Çakılmış, bir şeye bağlı: "Genç kadın forsaların çakılı bulunduğu oturak dairesini görmeyi merak ediyordu." -F. F. Tülbentçi. 3. Yeri değişmez, sabit: Çakılı top. çakılı kalmak 1) yerini veya biçimini değiştirmeden durmak; 2) iz bırakmak: "O günkü sözleri çakılı kaldı bende." -N. Cumalı.
çakıl kuşu is. zool. Yağmur kuşugiller familyasından kuzey bölgelerde yaşayan, sıcak aylarda güneye geçen göçmen kuş (Crocethia diba).
çakıllı sf. Çakılı olan: "Kumsal topraktan, dibi çakıllı suya girdi." -C. Uçuk.
çakıllık, -ğı is. Çakıl döşenmiş veya birikmiş yer.
çakılma is. Çakılmak işi.
çakılmak 1. Çakma işine konu olmak: "Ceketini serginin tahtasına çakılmış çividen alır, omuzlarına bırakır." -S. F. Abasıyanık. 2. (-e) Hızla düşüp saplanmak: Uçak dağa çakıldı. 3. argo Ortaya çıkmak, farkına varılmak, anlaşılmak, çakılıp kalmak bir yerde uzun süre hareketsiz kalmak: "Bir arıza yapsa araba çakılıp kalacağız." -Ç. Altan.
çakıl taşı is. min. Deniz kıyılarında veya derelerde suyun aşındırması ile sivrilikleri kaybolmuş, toparlak veya badem biçiminde ufak bir taş türü, çakıl: "Kavisli yollarına kakılmış, beyazlı siyahlı çakıl taşları henüz sulanmış." -R. H. Karay.
çakıltı is. Çakıl taşı vb. kımıldatıldığında çıkardığı ses.
çakıl yol is. Çakıl taşları ile döşenmiş yol: "Kayaların kenarından, bir çakıl yol hafifçe yükselir, onun bulunduğu geniş meydanlığa varırdı."-S. F. Abasıyanık.
çakım is. 1. Kıvılcım. 2. Şimşek.
çakın is. 1. Kıvılcım. 2. Şimşek.
çakıntı is. 1. Şimşek çakması, parlaması: "A-lanları düşüncenin çakıntılarıyla aydınlanan kent / Genişletti varoşlarını genç ordularıyla eylemin." -T. Oflazoğlu. 2. mec. Ani buluş, düşünce, beklenmeyen söz veya davranış: "Sarhoşun bazı sevimli buluşları, delinin beklenmedik çakıntıları olabilir." -H. Taner.
çakıntılı sf Çakıntısı olan.
çakıntısız sf. Çakıntısı olmayan.
çakır (I) sf. 1. Açık mavi, hareli ela (göz): "Soluk esmer renkli, çakır gözlü, ağır tavırlı, az konuşur bîr delikanlıydı." -M. Ş. Esendal. 2. is. Çakırdoğan.
→ çakır ayaz, çakır çukur, çakırdiken, çakırdoğan, çakırkanat, çakırkeyif, çakır pençe
çakır (II) is. esk. Şarap.
çakır ayaz is. hlk. Açık, ancak çok soğuk hava.
çakırcı is. Kuş avında çakırdoğanı tutan kimse.
çakırcılık, -ğı is. Çakırcının işi ve mesleği.
çakır çukur is. 1. Girintili çıkıntılı, pürüzlü yüzey: Her taraf çakır çukur. 2, zf. "Çak çuk" diye ses çıkararak.
çakırdiken is. bot. Maydanozgillerden, hekimlikte kullanılan bir bitki, deveelması (Arctium tomentosum).
çakırdikenlik, -ği is. Çakır dikeni bol olan yer; "Yoldan bir çakırdikenliğe düştüler. Çakırdikenlikten bir fundalığa vardılar." -Y. Kemal.
çakırdoğan is. zool. Yırtıcı kuşlardan bir doğan çeşidi, tuğrul (Accipiter genülis).
çakırkanat, -di is. zool. Kanatları mavi hareli bir Ördek çeşidi (Anas crecca).
çakırkeyf sf. bk. çakırkeyif.
çakırkeyif, -yfi sf. Yan sarhoş: "Trene binmezden evvel biraz çakırkeyiftik." -Y. K. Karaosmanoğlu.
çakırlaşma is. Çakırlaşmak durumu.
çakırlaşmak (nsz) 1. Çakırkeyif olmaya başlamak. 2. Olgunlaşmaya yüz tutmak.
çakır pençe sf. Tuttuğunu koparan, giriştiği veya ele aldığı her işi başaran, becerikli (kimse): "Dudu, romanesk görünüşüne rağmen son derece tutumlu ve çakır pençe bir ev kadınıydı." -R. N. Güntekin.
çakır pençelik, -ği is. Tuttuğunu koparma, becerikli olma durumu: "Bu tombul imam, Abdülmecit devrinde çakır pençeliği ile meşhur bir adammış." -R. N. Güntekin.
çakısız sf. Çakısı olmayan.
çakış is. Çakma işi veya biçimi.
çakışık, -ğı sf. mat. Çakışmış olan: Çakışık üçgenler.
çakışma is. Çakışmak işi.
çakışmak (nsz, -le) 1. Birbirine geçip kenetlenmek, takılmak. 2. Aynı zaman dilimine denk gelmek: İki sınıfın dersleri çakıştı. 3. hlk. Söz yarışı etmek: Saz şairleri çakışıyor. 4. mat. Doğru, açı, yüzey vb. geometrik biçimler üst liste konulduklarında birbirini bütünüyle örterek eşit olmak.
çakışmalı sf. geom. Birbirine eşit olan (şekil).
çakıştırma is. Çakıştırmak işi.
çakıştırmak (-i) 1. Çakışma işini yaptırmak. 2. tkz. İçki içip keyfetmek: "Güzel meze ile arada bir de çakıştırıyorlar." -M. Ş. Esendal.
çakma is. 1. Çakmak işi. 2. Vurulup çakılarak yapılmış kuyumcu işi. 3. Bu işte kullanılan kuyumcu kalıbı. 4. hlk. Deri hastalığı, yara, çıban.
→ çakma kapı
çakmacı is. Çakma işini yapan kimse.
çakmak, -ğı (I) is. 1. Taşa vurulup kıvılcım çıkarılan çelik parçası: "Nasıl oldu bilmem, eğilip yakarken çakaralmaz çakmak kıvılcım çıkardı." -B. Felek. 2. Çelik, taş, cam, plastik vb. maddeden yapılmış gaz veya benzinle dolu tutuşturma aleti. 3. esk. Tabanca veya tüfeklerde bulunan tetik düzeni.
→ çakmak taşı
çakmak, -ğı (II) is. tıp Kuruduğunda kalın kabuk bağlayan kabarcıklarla beliren ve genellikle yüzde çıkan bir deri hastalığı.
çakmak, -ar (III) (-i, -e) 1. Vurarak sokup yerleştirmek: Çiviyi tahtaya çakmak. 2. Çivi ile tutturmak: "İsa'nın ruhu eğer bugün içinden çıkmış olduğu yere inerek bu sahneyi görseydi, kim bilir patriklerini hangi oduna çakardı." -F. R. Atay. 3. Kazık çakıp hayvan bağlamak: Atı çayıra çakmak. 4. (-i) Bir şeyi başka bir şeye sürtmek, vurmak veya çarpmak. 5. Parıldamak, ışık vermek: "Bütün gözler çakar şimşekler gibi parlıyordu. " -A. Ş. Hisar. 6. mec. Saplamak: "Bir tanesi altısına yeterken, ben altı kurşunu bir tanesine çakıverdim." -A. Gündüz. 7. (-i, -den) tkz. Sezinlemek, anlamak, farkına varmak: "Vallahi çaktı mı çakmadı mı anlayamadım. Parasını aldı, tüydü." -S. F. Abasıyanık. 8. (nsz) argo İçki içmek. 9. argo Anlamak, bilmek: "Ay, bu kadın İngilizceden de çakıyor mu?" -N. Araz, 10. argo Vurmak. 11. argo Sınavda başarısız olmak. 12. argo Kabul etmeyeceği bir şeyi kurnazlıkla kabul etmesini sağlamak: Kalp parayı birisine çakmak.
→ çakaralmaz, çakmak çakmak
çakma kapı is. Genellikle iki kuşak üzerine tahtaların çivi ile tutturulması yöntemiyle yapılan basit kapı.
çakmak çakmak zf. Parlar durumda, alev alev: "Hep çalanak çakmak yanan açık ela gözlerinde öfke aşikârdı." -T. Buğra.
çakmakçı is. 1. Çakmak yapan veya satan kimse. 2. esk. Tüfek ve tabanca çakmaklarını yapan ve onaran kimse.
çakmakçılık, -ğı is. Çakmak yapıp satma işi.
çakmaklaşma is. Çakmaklaşmak durumu.
çakmaklaşmak (nsz) Göz çakmak çakmak olmak, kızarmak ve iyice açılmak.
çakmaklı is. esk. Çakmak taşı ve zemberekle ateş alan bir tür tüfek.
çakmaklık, -ğı is. 1. İçine çakmak konulan koruyucu malzeme. 2. sf. Çakmakta kullanılacak olan: Çakmaklık benzin.
çakmaksız sf. 1. Çakmağı olmayan. 2. is. Eski, kullanılmaz tabanca veya tüfek. 3. is. esk. Kibrit.
çakmak taşı is. 1. min. Demir veya çeliğe sürtüldüğünde kıvılcım çıkartan bir tür kuvars. 2. Düvenlerin altına çakılan küçük ve kesici taş: "Düven tahtasının altına çakmak taşlarım yerleştiriyordu." -C. Uçuk.
çakozlama is. Çakozlamak durumu.
çakozlamak (-i) Uygunsuz bir durumu fark etmek.
çakra is. (Sanskritçeden) Vücuttaki enerji üreten noktalardan her biri.
çakşır is. 1. Paça bölümü diz üstünde veya diz altında kalan bir tür erkek şalvarı: İyi işlenmiş mavi çakşır ve mavi cepken giyerdi." -Y. K. Beyatlı. 2. Kuşların ayağında bulunan ve süs gibi görünen tüy.
çakşırlı sf. 1. Çakşır giymiş. 2. Ayakları tüylü, paçalı (kuş).
çakşırsız sf. Çakşırı olmayan.
çaktırılma is. Çaktırılmak işi.
çaktırılmak (nsz) Çaktırma İşi yapılmak.
çaktırış is. Çaktırma işi veya biçimi.
çaktırma is. Çaktırmak işi veya durumu.
çaktırmadan zf. (çaktı'rmadan) tkz. Belli etmeden, gizlice, sezdirmeden: "O, kenar kenar yürüyerek ve çaktırmadan deminki cevizlerin altına göz attı." -O. C. Kaygılı.
çaktırmak (-i, -e) 1. Çakma işini yaptırmak: "Burası oda olmak için evvela bir tavan çaktırmalı." -M. Ş. Esendal. 2. argo Sınavda bırakmak. 3. tkz. Birinin bir şeyi sezmesini sağlamak.
çal is. hlk. Taşlık yer, çıplak tepe.
çalacak, -ğı is. hlk. Yoğurt mayası.
çalak, -ki sf. (ça:lâ:k) Far. çâlâk esk. Eline ayağına çabuk, atik, çevik: "Norveçli bir seyyah gibi çalak, köprüye indim ve vapura bindim." -Y. K. Beyatlı.
çalakalem zf. Gelişigüzel, durmadan yazarak: "Delegasyonumuz aleyhine çalakalem bir polemiğe girişmiş bulunuyordu." -Y. K. Karaosmanoğlu.
çalakamçı zf. Durmadan kamçılayarak: "Arabacı artık beygiri çalakamçı sürüyor." -O. C. Kaygılı.
çalakaşık zf. Soluk almadan yiyerek.
çalakılıç zf. Durmadan kılıç sallayarak.
çalakürek zf. Sürekli kürek çekerek: "Bu sırada kaldırılmakta olan birinci sınıf merdivenine doğru bir sandalın çalakürek yanaştığı görüldü." -Y. K. Karaosmanoğlu.
Çalap, -bı öz. is. din b. esk. Tanrı: "Suyun akar yalap yalap / Böyle emreylemiş Çalap. " -Yunus Emre.
çalapaça zf. Zorla yürüterek, sürükleye sürükleye.
çalar is. Farklılık veya anlam inceliği, nüans.
çalarma is. Çalarmak işi.
çalarmak (nsz) Ekinler veya meyveler olmaya, olgunlaşmaya yüz tutmak.
çalar saat, -ti is. Ayarlanışına göre İstenilen zamanda çalan saat: "Masanın üstündeki çalar saat ters döndüğünden ona bakmak için kolunu çıkarıp..." -S. F. Abasıyanık.
çalçerıe sf. Durup dinlenmeden konuşan, çenesi düşük (kimse), geveze: "İhsan Hanım, altmış beş yaşlarında çalçene, dedikoducu bir kocakarıydı." -R. N. Güntekin.
çalçenelik, -ği is. Çalçene olma durumu: "Bu çalçeneliğin için evvela sen kendine acı, sonra ben sana acıyayım." -H. R. Gürpınar.
çaldırılma is. Çaldırılmak işi.
çaldırılmak (nsz) 1. Çalma işi yaptırılmak: Halk müziği çaldırıldı. 2, Hırsıza kaptırılmak.
çaldırış is. Çaldırma işi veya biçimi.
çaldırma is. Çaldırmak işi.
çaldırmak (-e) 1. Çalma işini yaptırmak: "Bunların istedikleri çalgı çaldırmak değil, sarhoşluk etmek, ağız tadı ile kavga çıkarmaktır." -M. Ş. Esendal. 2. Hırsıza kaptırmak: Saatimi çaldırdım.
çalgı is. 1. Müzik aleti, enstrüman. 2. Çalgı çalma, müzik: "Sokağın dibinde çalgı sesleri işiterek birkaç adım ilerledi." -P. Safa. 3. Müzik topluluğu: "Çalgı, yerine geçmiş oturmuştu." -E. E. Talu. çalgı çalmak bir müzik aletini seslendirmek: "Şu evde ne zaman iki tel çalgı çalsak, mahalleli söylemediğini bırakmıyor." -P. Safa.
→ çalgı aleti, çalgı çağanak, çalgıhane, çalgı orağı, elektronik çalgılar, nefesli çalgılar, telli çalgılar, üflemeli çalgılar, vurmalı çalgılar, yaylı çalgılar
çalgı aleti is. Çalgı.
çalgıcı is. Çalgı çalmayı kendine meslek edinmiş kimse: "Gelin oyuna kalktığı zaman, çalgıcılara bin Ura verdi." -M. Ş. Esendal.
→ çalgıcı böcek, çalgıcı otu
çalgıcı böcek, -ği is. zool. Yaklaşık 5 mm boyunda, başı sert bir kabukla örtülü, kahverengi veya siyah, zararlı böcek.
çalgıcılık, -ğı is. Çalgıcının İşi.
çalgıcı otu is. bot. Turpgillerden, kurak yerlerde yetişen bir bitki cinsi (Sisymbrium).
çalgıç, -cı is. 1. müz. Mızrap. 2. hlk. Bahçe süpürgesi, çalkı.
çalgı çağanak zf. Çalgılı, neşeli ve gürültülü bir biçimde, çağanak: Çalgı çağanak bir hayli eğlendik.
çalgıhane is. (çalgıha:ne) T. çalgı + Far. hâne esk. Müzik evi, çalgılı lokanta veya eğlence yeri: "İşte o sırada çalgıhaneler, meyhaneler, kahvehaneler açıldı." -S. F. Abasıyanık.
çalgılı sf. 1. İçinde çalgı çalınan: "Adamı bir çalgılı meyhaneye götürüyor, rakı içiriyorlardı."-S. F. Abasıyanık. 2. Çalgı çalınarak yapılan: Çalgılı düğün.
→ çalgılı çağanaktı
çalgılı çağanaklı sf. Eğlenceli, şarkılı, çalgılı, gürültülü patırtılı, neşeli: "Bunların çalgılı çağanaklı davetlere benzeyen bir tarafları yoktu." -R. N. Güntekin.
çalgın is. hlk. 1. Sıcak veya soğuktan gelişemeyerek cılız kalan ekin. 2. Uzun zaman bakır kapta kalan tadı bozulmuş yemek, çalık. 3. sf. Kötürüm, inmeli, sakat.
çalgı orağı is. Tırpan.
çalgısız sf. Çalgısı olmayan.
çalı is. bot. Böğürtlen, ahududu gibi küçük, dallan dibinden çatallanan ve saplan odunsu bitki: "Çalıda gül bitmez, cahile söz yetmez." -Atasözü, çalı gibi sık ve sert (saç, sakal).
→ çalı bülbülü, çalı çırpı, çalı dikeni, çalı fasulyesi, çalı horozu, çalı kakıcı, çalı kuşu, çalı süpürgesi, karaçalı, sarıçalı, süpürge çalısı, tespih çalısı
çalı bülbülü is. zool. Serçegillerden, güzel öten, küçük bir kuş, ötleğen, bayır kuşu (Sylvia communis).
çalı çırpı is. Kolayca ateş yakmaya yarayan ince ve kuru ağaç dalı, kuru ot vb. şeyler: "Ocağa yaklaştılar, çalı çırpı yığınını tutuşturdular. " -N. Cumalı.
çalı dikeni is. bot. Karaçalı.
çalı fasulyesi is. bot. Kılçıklı bir çeşit fasulye.
çalı horozu is. zool. Tavukgillerden, eti beğenilen bir yaban kuşu (Tetraourogallus).
çalık, -ğı sf. 1. Çarpık: Ağzı burnu çalık. 2. Verev kesilmiş: Kumaşın bir yanı çalık. 3. Doğal olmaktan uzaklaşmış, kendi renginden olmayan: Aklı çalık. Rengi çalık. 4. Adı defterden silinmiş. 5. Yüzünde çıban veya yara yeri olan. 6. is. Çıban yeri. 7. is. Koyunlarda çiçek hastalığı. 8. is. Çalgm. 9. hlk. Yan yan giden: Çalık at.
→ çalık kavak, bakır çalığı
çalı kakıcı is. Eşkıya bozuntusu.
çalık kavak, -ğı is. bot. Dalları sepetçilikte kullanılan bir kavak türü, sepetçi kavağı.
çalı kuşu is. zool. Serçegillerden, başı koyu kırmızı, gövdesine doğru rengi açılan, çalılık yerleri seven ötücü bir kuş (Troglodytes): "Bir gün, bu çocuk, insan değil, çalı kuşu, diye bağırmıştı." -R. N. Güntekin.
çalı kuşugiller ç. is. zool. Çalı kuşu vb. türleri içine alan kuşlar familyası.
çalılandırma is. Canlandırmak işi.
çalılandırmak (-i) Çorak bir araziyi çalı ekimi yöntemi ile yeşertmek.
çalık sf. Çalısı olan.
çalılık, -ğı is. Çalısı çok olan yer: "Bağ tarafında, çalılıkların arkasına gizlenmiştim." -A. Ş. Hisar.
→ karaçalılık
çalım is. 1. Gösteriş, karşıdakini etkilemek amacıyla yapılan davranış, kurum, caka: "Bundan ötürü de hâllerinde görgüsüzce bir çalım, budalaca bir durum sezilir." -H. Taner. 2. Kılıcın keskin yanı. 3. Menzil, erim: Kurşun çalımı. Göz çalımı. 4. Biraz benzeme, andırma. 5. den. Geminin su kesiminden aşağı bölümünün baş ve kıç bodoslamasına doğru darlaşması. 6. sp. Bir oyuncunun topu elinden veya ayağından kaçırmadan karşısındaki oyuncuları kıvrak hareketlerle geçmesi, çalını atmak (veya yapmak) çalımlamak, çalım satmak kurulup büyüklük taslamak: "İzmir ve dolaylarında çalım satıp dolaşmaya başlayacaklar." -Y. K. Karaosmanoğlu. çalım yemek futbolda çalım ile geçilmek, çalımına gelmek (veya getirmek) uygun zaman veya durumu ele geçirmek: "Sanki elemek istediğim bir çalımına gelseydi seni de yüzdürürdü." -M. Ş. Esendal. "Yıldız, çalımına getirdikçe ateş ediyordu." -A. Gündüz, (birisinin) çalımından geçilmemek çok kurumlu olmak, çok çalımlı olmak.
→ alım çalım, kaşık çalımı
çalımcı is. Çalım yapan kimse.
çalımlama is. Çalımlamak işi.
çalımlamak (-i) sp. 1. Bir oyuncu topu elinden veya ayağından kaçırmadan karşısındaki oyuncuları kıvrak hareketlerle geçmek. 2. Kandırmak. 3. mec. Bir fırsattan yararlanarak bir başkasının hakkı olan bir şeyi ele geçirmek.
çalımlanış is. Çalımlanma işi veya biçimi.
çalımlanma is. Çalımlanmak işi veya durumu.
çalımlanmak (nsz) 1. Çalımlı davranmak. 2. Kendisine çalım yapılmak.
çalımlayış is. Çalımlama işi veya biçimi.
çalımlı sf. 1. Gösterişli, kurumlu. 2. is. den. Başı yüksek, yapısı dar gemi.
→ çalımlı çalımlı, alımlı çalımlı
çalımlı çalımlı zf. Çalım göstererek, çalım satarak: "Kâzım Bey çalımlı çalımlı çıktı gitti."-Y. R. Atay.
çalımlık, -ğı sf. Yoğurt veya maya çalmaya yetecek kadar: Bir çalımlık süt kaldı.
çalımlılık, -ğı is. Çalımlı olma durumu.
çalımsız sf. Çalımı olmayan, gösterişsiz.
çalımsızlık, -ğı is. Çalımsız olma durumu: "Kavrama hızının zayıflığıyla zekâsının çalımsızlığından ötürü, okulda kendisine kozalak adını takmışlardı." -Ç. Altan.
çalınma is. Çalınmak işi.
çalınmak (nsz, -e) 1. Çalma işine konu olmak: "Kapı kapanah daha üç beş dakika olmadan tekrar çalınmış." -A. Ş. Hisar. 2. hlk. İnme inmek.
çalıntı sf. Çalınmış olan: Çalıntı otomobil.
çalısız sf. Çalısı olmayan: "Oldukları yer otsuz, çalısız, kızıl renkli bir toprak." -M. Ş. Esendal.
çalı süpürgesi is. Kurumuş bitki saplarından yapılan bir tür süpürge: "Elinde bir çalı süpürgesi ile ortaya fırladı." -O. C. Kaygılı.
çalış is. Çalma işi veya biçimi: "Her muganninin okuyuşu, her çalanın çalışı yine şahsidir ve ayrıdır." -Y. K. Beyatlı.
çalışılma is. Çalışılmak işi.
çalışılmak (nsz) Çalışma işine konu olmak.
çalışkan sf. Gayretli, çalışmayı seven, faal: "Bundan başka saygılı, temiz ve çalışkan bir kızdı." -H. E. Adıvar.
çalışkanlık, -ğı is. Çalışkan olma durumu, faaliyet.
çalışma is. 1. Çalışmak işi, emek, say: "Kendilerine iyi bir çalışma fırsatı verdim." -Y. K. Karaosmanoğlu. 2. Bir yapı elemanının yük altında biçim değiştirmesi, az veya çok zorlanması: Bu kiriş hesabında kirişin aşırı yük altında çalışması göz önüne alınmıştır. 3. Bünyesindeki suyun azalması veya çoğalması sonucu ağacın biçim ve boyutlarının değişmesi: Ağaçtan üretilen işlerin Sonradan bozulması istenmiyorsa, bütün birleştirilmelerde ağacın çalışması özelliği dikkate alınmalıdır. 4. Bilimsel ve sanatsal amaçlı ürün.
→ çalışma barışı, çalışma belgesi, çalışma dolabı, çalışma gezisi, çalışma günü, çalışma hayatı, çalışma izni, çalışma kampı, çalışma karnesi, çalışma ruhsatı, çalışma saati, çalışma yöntemi, ön çalışma, parttaym çalışma, serbest çalışma, toplu çalışma, hazırlık çalışması, kulis çalışması, küme çalışması
çalışma barışı is. İş huzuru: "Devlet... çalışma barışının sağlanmasını kolaylaştırıcı ve koruyucu tedbirleri alır." -Anayasa.
çalışma belgesi is. Bir iş yerinde veya alanında çalışılabileceğini gösteren belge.
çalışmacı is. Sağlık, yönetim bilimi gibi konularda çalışma yapan kimse: Sosyal çalışmacı.
çalışma dolabı is. Üst yüzeyinde çalışma tablası bulunan, ön yüzeyinde kapak ve çekmeceleri olan mobilya.
çalışma gezisi is. İş gezisi.
çalışma günü is. Tatil günleri dışında kalan ve çalışılabilen her gün, iş günü.
çalışma hayatı is. İş hayatı: "Devlet... çalışma hayatım geliştirmek için gerekli tedbirleri alır." -Anayasa.
çalışma izni is. Bir konuda iş yapmak için resmî kuruluşlardan alınan İzin, çalışma ruhsatı.
çalışmak (nsz) 1. Bir şeyi oluşturmak veya ortaya çıkarmak için emek harcamak: Bu eser için üç yıl çalıştım. 2. Herhangi bir iş üzerinde olmak. 3. İşi veya görevi olmak, bulunmak: "Kışlan onun mandırasında çalışıyor. " -H. Taner. 4. Makine veya aletler işe yarar durumda olmak veya işlemekte bulunmak. 5. Bir şeyi yapmak İçin gereken çarelere başrvurmak, o şeyi gerçekleştirmek için kendini zorlamak, çaba harcamak: "Olduğundan fazla yaşlı görünmeye çalıştığım sezdim." -R. H, Karay, 6, (-e) Bir şeyi öğrenmek veya yapmak İçin emek vermek: "Dar ve sapa yallardan hızla yürümeye çalışıyorduk. " -A. H. Tanpınar. çalışıp çabalamak çok gayret göstermek: "Çalışıp çabaladı, sonunda bana da tahlilci bir zihniyet aşıladı." -H. E. Adıvar.
çalışma kampı is. Herhangi bir suçtan tutuklu bulunan kimselerin, ceza süresi boyunca değişik amaçlı işlerde, toplu olarak çalıştırıldıkları yer.
çalışma karnesi is. Çalışma hayatına başlayan İşçiye işveren tarafından verilen, onun işçilik durumunu gösteren belge.
çalışma ruhsatı is. Çalışma izni.
çalışma saati is. Belirlenmiş, planlanmış çalışma zamanı, iş saati.
çalışma yöntemi is. Bir çalışma veya iş süresinde İzlenen bilimsel ve metodik yöntem.
çalıştay is. Bilim adamları ve uzmanların bir konuda ön hazırlık yapmak üzere katıldığı inceleme ve değerlendirme toplantısı.
çalıştıran is. İşveren.
çalıştırıcı is. sp. Bir spor dalında, sporcuyu eğiten, yetiştiren ve çalıştıran kişi, antrenör.
çalıştırıcılık, -ğı is. Çalıştırıcının işi veya mesleği, antrenörlük.
çalıştırılma is. Çalıştırılmak durumu.
çalıştırılmak (nsz) Çalışma yaptırılmak.
çalıştırış is. Çalıştırma işi.
çalıştırma is. Çalıştırmak işi veya biçimi.
çalıştırmak (-i, -e) 1. Çalışmasını sağlamak. 2. Çalışma işini yaptırmak.
çalkağı is. hlk. Çalkar.
çalkak, -ğı is. hlk. Çalkar.
çalkalama is. Çalkalamak işi.
çalkalamak (-i) 1. İçinde bir şey bulunan bir nesneyi sarsarak sallamak: "Kahvelerde zar çalkalayan avuçlar görüyorum." -Y. Z. Ortaç. 2. Sulu bir şeyi sarsarak veya çırparak karıştırmak: "Fincanım çalkalayıp çalkalayıp diker, dibinde hiç telve hırakmamacasınal" -A. İlhan. 3. Bir şeyi içinden su çarparak geçirmek yolu ile temizlemek: Tabakları çalkalamak. Bardakları çalkalamak. Ağzım çalkalamak. 4. Tahılı sarsarak kalburdan geçirmek, elemek. 5. Vücudun göbek, kalça vb. yerini sürekli oynatmak: "Aşağıdan yavrum, aşağıdan diye göbek çalkalıyordu." -O, C. Kaygılı. 6, Kuluçka yumurtalarını çevirmek. 7, Sağlığının bozulmasına yol açmak.
çalkalanış is, Çalkalanma işi veya biçimi,
çalkalanma is. Çalkalanmak işi.
çalkalanmak (nsz) 1. Çalkama işine konu olmak, 2, Dalgalanmak.
çalkalatış is. Çalkalatma İşi veya biçimi.
çalkalatma is. Çalkalatmak işi,
çalkalatmak (-i, -e) Çalkatmak.
çalkalayış is. Çalkalama işi veya biçimi.
çalkama is. 1, Çalkamak işi. 2. sf. Çalkalanarak yapılan: Çalkama ayran.
çalkamak 1, Çalkalamak: "Dişim ağrıyor, rakı ile ağzımı çalkadım." -Ö, Seyfettin. 2. (nsz) Tahıl elemek.
çalkanış is. Çalkanma işi veya biçimi,
çalkanma is. Çalkanmak işi; "Mehtap alemiyle bütün Boğaziçi'nin çalkanmasına rağmen bu gecenin bir saz gecesi olacağım mutlaka herkes işitmiş olamazdı." -A. Ş. Hisar.
çalkanmak (nsz) 1. Çalkama işine konu olmak. 2, Deniz, göl dalgalanmak: "Bu loş ve serin salonların altında Halic'in denizliğini unutmuş, uslu suyu çalkanır," -B, R. Eyuboğlu. 3. mec. Coşmak, 4, mec. Haber, söylenti herkesin ağzında dolaşmak. 5. mec, Coşkunluk, hareketlilik İçinde bulunmak: "Herkes, her şey bir bahar sevinci içinde çalkanır durur." -H. Taner,
çalkantı is. 1. Deniz ve gölde dalgalanma. 2. Çalkanmış şey: Yumurta çalkantısı, 3, Kalbur yardımıyla ayrılan çer çöp. 4. mec, Coşku: "Lodos rüzgârı es esebildiğim / Dinmesin gönlümdeki çalkantı." -B. Necatigil. 5. mec. Kargaşa ve bunalımın yol açtığı düzensiz, karışık, sıkıntılı durum: "Beraat etmen büyük çalkantı yaratır basında."-Ç. Altan.
çalkantılı sf. Çalkantısı olan: "Gece yıldızsız, deniz hafif çalkantılı idi." -H. Taner.
çalkantısız sf. Çalkantısı olmayan: Çalkantısız deniz.
çalkar is. hlk. Tahıl tanesini yabancı nesnelerden seçmeye veya tohumlukta kullanılacak tahılı ayırmaya yarayan döner kalburlu araç, çalkağı, çalkak.
çalkatma is. Çalkatmak işi.
çalkatmak (-i, -e) Çalkama işini yaptırmak.
çalkayış is. Çalkama işi veya biçimi.
çalkı is. 1. Çalgıç. 2. hlk. Tırpan.
çalma is. 1. Çalmak işi: "Kimsenin bilmediği bir havayı çalmaya başladılar." -H. F. Ozansoy. 2. Hırsızlık, sirkat: "Rüyamıza kadar giren bu bahçeden elma çalmaya gidiyorduk." -B. R. Eyuboğlu. 3. Başa sarılan sarık. 4. sf. Çalınmış: Çalma mal. 5. sf. Kakmalı olmayan, kalemle işlenmiş: Çalma çiçekli bir gümüş vazo. 6. hlk. Kibrit.
çalmacı is. Maden üzerine çalma işi yapan usta.
çalmaç, -cı is. hlk. Tahtadan yapılmış kap.
çalmak, -ar (-i, -e) 1. Başkasının malını gizlice almak, hırsızlık etmek, aşırmak: "İngiliz cephesinden at kaçırıp bize satan bedeviler dönüşlerinde bizim atlarımızı çalıp ingilizlere satarlardı." -F. R. Atay. 2. Vurarak veya sürterek ses çıkartmak: "Bir yandan mızıka istiklal havasını çalıyordu." -R. E. Ünaydın, 3. Bir müziği dinlemeyi sağlayan aleti çalıştırmak: "Fevkalade zekidir; iyi dans eder, piyano çalar, tenis oynar, ata biner, avcıdır, kayakçıdır." -R. H. Karay. 4. (nsz) Ses çıkarmak, ses vermek: "Hafif hafif ıslıklar çalan sesi eski keskinliğini kaybetmiştir. " -R. N. Güntekin. 5. Atmak, çarpmak, vurmak. 6. Yoğurt yapmak için sütü mayalamak, katıp karıştırmak: "Ana, inek sağar; yoğurt çalar, yayık vurur." -T. Buğra. 7. Üzerine sürmek: Ekmeğin üzerine yağ çaldı. 8. (-i) Bozmak, zarar vermek: "Acı patlıcanı kırağı çalmaz." -Atasözü. 9. (-i) Kumaşın bir parçasını kesmek. 10. Madeni oymak, kalemle işlemek. 11. (-e) Benzemek, andırmak: "Geniş alınlı, kırmızıya çalar, kahverengi saçlı, altın dişli tuhaf bir delikanlı gülümsedi." -S. F. Abasıyanık. 12. mec. Zamanı boşa harcatmak, ziyan edilmesine yol açmak. 13. (-i) hlk. Süpürmek, temizlemek: Tozu çalmak, çalmadan oynamak 1) çok keyifli ve sevinçli durumda bulunmak; 2) bir işe çok hevesli görünmek. çalıp çırpmak hırsızlık yapmak; "Bu Salih Araboğlu, tefecilikten, çalıp çırpmaktan para yapmış, uğursuz heriflerden biridir." -M. Ş. Esendal.
→ kasetçalar, uzunçalar, yürürçalar
çalpara is. (ça'tpara) Far. çâr-püre 1. Parmaklara takılıp çalınan zil veya buna benzer ses çıkarıcı araç: "Bet beniz solmuş, gözler büyümüş, kansız dudaklar aralık, alt üst dişler çalpara gibi birbirine vuruyor." -H. R. Gürpınar. 2. zool. Açıklarda, kumluk alanlarda yaşayan ve ağlan keserek balıkçılara zarar veren bir çeşit çağanoz (Portunus puber).
çaltı is. hlk. Diken, çalı.
çaltılık, -ğı is. Çaltısı çok olan yer.
çalyaka zf (ça'lyaka) Yakasına yapışıp sıkıca tutarak: "Bizi çalyaka karakola götürdüler." -R. N. Güntekin. çalyaka etmek yakasına yapışıp sıkıca tutmak: "Şimdi karakoldan görürlerse kudurmuşsun diyerek çalyaka ederler." -H. R. Gürpınar.
çam is. bot. Çamgillerin örnek bitkisi olan, dört mevsim yeşil kalabilen, iğne yapraklı, yurdumuzda birçok türü yetişen bir orman ağacı (Pinus). çam devirmek karşısındakine dokunacak veya kötü bir sonuç doğuracak söz söylemek: "Bu hoppa oğlan, karısına ne diller dökecek, ne potlar kıracak, ne çamlar devirecekti." -H. R. Gürpınar.
→ çam balı, çam bölmesi, çam fıstığı, çam sakızı, çam yarması, çam yeşili, alaçam, karaçam, kızılcam, sarıçam, top çam, Çin çamı, dağ çamı, fıstık çamı, katran çamı, salon çamı, yer çamı
çamaşır is. Far. câme-şüy 1. İç giysisi: "Çamaşırı ile yarı açık duran bacakları kan içindeydi." -M. Ş. Esendal. 2. Kirli eşyaları yıkama İşi: "Artık benim gündelikle çamaşıra, ortalık temizlemeye gitmemden başka çare kalmadı." -H. E. Adıvar. 3. sf. Yıkanması gerekli olan, kirli, çamaşır ertesi olmak çamaşır yıkamaktan aşırı yorulup hasta olmak: "Kaynanam da yıkar ama, iki gün de çamaşır ertesi olur yatar." -M. Ş. Esendal.
→ çamaşır azgını, çamaşır deterjanı, çamaşır dolabı, çamaşırhane, çamaşır ipeği, çamaşır ipi, çamaşır kazanı, çamaşır leğeni, çamaşır makinesi, çamaşır mandalı, çamaşır sabunu, çamaşır sepeti, çamaşır sodası, çamaşır suyu, çamaşır takımı, kirli çamaşır, iç çamaşırı
çamaşır azgını sf Çok yıkanmaktan dolayı hırpalanmış, eskimiş, örselenmiş: "Çamaşır azgını önlüğü, iki üç yerinden yamalı." -A. Rasim.
çamaşırcı is. esk. Para ile başkalarının çamaşırını yıkayan kimse.
çamaşırcılık, -ğı is. Çamaşırcının işi.
çamaşır deterjanı is. Çamaşırların temizlenmesini sağlayan kimyasal bileşim.
çamaşır dolabı is. Çamaşır saklamada kullanılan çekmeceli dolap.
çamaşırhane is. (çamaşırha:ne) Far. cüme-şüy + hâne Çamaşırlık: "Çamaşırhanenin arkasındaki duvardan atladım, dedim." -R. N. Güntekin.
çamaşır ipeği is. Nakış yapmakta kullanılan ipek iplik.
çamaşır ipi is. Kurutmak için üzerine çamaşır asılan ip veya tel.
çamaşır kazanı is. İçinde çamaşır kaynatılan kazan.
çamaşır leğeni is. İçinde çamaşır yıkanan, metal veya plastikten yapılmış geniş kap.
çamaşırlık, -ğı is. 1. Çamaşır yıkamak için kullanılan yer, çamaşırhane. 2. Kurutmak amacıyla üzerine çamaşır serilen araç. 3. İçine çamaşır konulmaya yarayan sepet veya torba. 4. sf. Çamaşır yapımına yarayan: Çamaşırlık kumaş.
çamaşır makinesi is. Çamaşır yıkamaya yarayan araç: "Yedi yüz liralık çamaşır makinesini dörtte bir eksiğine mal etmişsin." -R. H. Karay.
çamaşır mandalı is. Kuruması için asılmış çamaşırları İpe sıkıca tutturmak amacıyla kullanılan küçük, tahta veya plastik kıskaç.
çamaşır sabunu is. Çamaşır yıkama işinde kullanılan sabun.
çamaşır sepeti is. Kirli veya yıkanmış çamaşırların içinde toplandığı sepet.
çamaşır sodası is. hlk. Beyaz çamaşırların yoğun veya asitli kirlerini eritmek için kullanılan sodyum karbonat.
çamaşır suyu is. Çamaşırların beyazlamasını ve kolayca temizlenmesini sağlayan kimyasal birleşimli su.
çamaşır takımı is. Fanila, atlet ve dondan oluşan iç giyim.
çamat, -di is. hlk. Avlanılmış balıklan elde taşımaya yarar çengel askı.
çam balı is. Arıların sarı çam üzerinde biten yaprak bitlerine salgıladıkları sıvıdan oluşturdukları bir tür bal.
çam bölmesi sf. Çam yarması: "İki çam bölmesi kol, kim tutacak, kim bükecek? " -M. A. Ersoy.
çamca is. zool. Sazangillerden, pullarından yalancı inci yapılan bir ırmak balığı (Leuciscus rutilus).
çamçak, -ğı is. 1. Ağaçtan oyularak yapılmış kulplu su kabı, çapçak. 2. Köpüklenerek akma.
→ çamçak çamçak
çamçak çamçak zf. Bolca, bol miktarda: "Kaynayıp çifte kazan aksa da çamçak çamçak." -M. A. Ersoy.
çam fıstığı 'is. bot. Fıstık çamının kozalak biçimindeki meyvesinden çıkarılan sert kabuklu, yağlı ve nişastalı tohum.
çamgiller ç. is. bot. Kozalaklılardan, iğne gibi İnce ve uzun yapraklannı yaz kış dökmeyen, tohumları çıplak olarak kozalak pullan üzerinde bulunan, çam, köknar, ladin vb. bitki türlerini içine alan reçineli ağaçlar familyası.
çamlık, -ğı is. 1. Çam ağaçlan çok olan yer. 2. Çam korusu: "Merdivenleri, çamlığı ve çardağı bir geyik gibi sekerek koştu." -F. R. Atay.
çam sakızı is. bot. Çam ağacından çıkarılan reçine, acı sakız, çam sakızı çoban armağanı verilen bir armağanın sunulduğu kimseye değerine uygun olmadığını ve verenin gücünün ancak buna yettiğini özür yollu anlatmak için söylenen bir söz. çam sakızı gibi tedirgin edecek kadar bir insanın peşinden ayrılmayan.
çamuka is. (çamu'ka) Yun. zool. Gümüş balığına benzer bir balık (Atherina hepsetus).
çamur is. 1. Su ile karışıp bulaşır ve içine batılır duruma gelmiş toprak, balçık: "Ayakkabılarımızın altındaki kırmızı renkli, arasından kuru otlar fırlamış çamurun ağırlığını duyar gibi oluyorum." -R. H. Karay. 2. sf. mec. Sataşkan, çevresini tedirgin eden, sulu, arsız (kimse): "Çamur oyuncu ile dürüst oyuncuyu herkes karıştırıyor." -H. Taner. 3. hlk. Yapı işlerinde kullanılan çeşitli malzemeden oluşmuş harç. (birine) çamur atmak (veya sıçratmak) birini kötü bir İşe kanşmış göstennek, kara çalmak, iftira etmek: "Herkesin birbirine çamur attığı, çelme taktığı bu dünyada..."-H. Taner, çamur gibi 1) iyi pişmemiş ve siyah unla yapılmış (ekmek); 2) herkese sataşıp tedirginlik veren (kimse), çamura bulaşmak (veya batmak) kirli ve uygunsuz bir işe karışmak. çamura taş atmak çirkefe taş atmak, çamura yatmak argo borcunu ödememek, sözünü yerine getirmemek, (birini) çamurdan çekip çıkarmak birini kötü veya onurunu tehlikeye düşüren bir durumdan kurtarmak. çamuru karnında, çiçeği burnunda çiçeği burnunda, çamuru kamında.
→ çamur banyosu, çamur deryası, çamur ığrıbı, çamur kalemi, özlü çamur, lüleci çamuru
çamur banyosu is. Tedavi gücü olan çamurla yapılan banyo.
çamurcuk, -ğu is. zool. Sazangillerden, sazandan küçük, eti tatsız bir göl ve bataklık balığı (Chrondrostoma nasus).
çamurcun is. zool. Anadolu ve Kuzey Afrika'da yaşayan bir tür ördek.
çamur deryası sf. Her tarafı çamurla kaplı: "Çamur deryası mahallede kışı geçirmek bir azaptı." -O. C. Kaygılı.
çamur ığrıbı is. Denizin sığ ve çamurlu yerlerinde kullanılan 25-30 kulaç uzunluğunda bir balık ağı.
çamur kalemi is. Heykeltıraşların çamura biçim verme sırasında kullandıkları şimşir araç.
çamurlama is. 1. Çamurlamak işi. 2. mdn. Yanmaya elverişli cevherin bir bölümünün eski üretim alanında bırakılması sonucunda çıkması muhtemel yangının Önlenmesi işi.
çamurlamak (-i) 1. Çamur sürmek, çamurla sıvamak. 2. mec. Kötülemek.
çamurlanma is. Çamurlanmak işi.
çamurlanmak (nsz) 1. Üzerine çamur sıçramak, bulaşmak. 2. mec. Kötülenmek, sataşılmak.
çamurlaşma is. Çamurlaşmak işi.
çamurlaşmak (nsz) 1. Çamur durumuna gelmek: "Erimeye başlayan ve gittikçe çamurlaşan karlara bastıkça ayakları kayıyordu. " -A. Gündüz. 2. mec. Sataşmaya, kavga çıkarmaya başlamak, terbiyesizleşmek.
çamurlatma is. Çamurlatmak işi veya biçimi.
çamurlatmak (-i, -e) Çamur sürdürmek, çamurla sıvatmak.
çamurlu sf. Çamur bulaşmış, üstünde veya içinde çamur bulunan: "Uzun sarı tüyleri biraz daha çamurlu, bacakları biraz daha berelenmiş." -R. N. Güntekin.
çamurluk, -ğu is. 1. Çamuru çok olan yer: Bahçenin o tarafı çamurluk 2. Paçaları çamurdan korumak için giyilen tozluk. 3. Taşıtlarda tekerleklerin üst bölümünü örten parça. 4. Ayakkabıların çamurunu kazımak için yapılarda giriş kapısının Önünde, yere çimento veya betonla tutturulan, demirden yapılmış, türlü biçimlerdeki ayakkabı sileceği.
çamurlukçu is. esk 1. Araçların çamurluklarını yapan veya onaran kimse. 2. Araçların çamurluklarını yapan veya onaran iş yeri.
çamurlukçuluk, -ğu is. Çamurlukçunun işi veya mesleği.
çamursuz sf. Çamuru olmayan, üstünde çamur bulunmayan.
çam yarması sf. İri yan, koca gövdeli (kimse), çam bölmesi.
çam yeşili is. 1. Yeşilin çam yapraklarına benzer bir tonu. 2. sf. Bu renkte olan.
çan is. İçinden sarkan tokmağının kenarlara vurmasıyla ses çıkaran madenden araç, kampana: "Harp gemisinde çan, düdük ve insan sesleri birbirine karıştı." -F. R. Atay. çan çalmak herkese bildirmek, (birinin) çanına ot tıkmak (veya tıkamak veya tıkanmak) sesini çıkaramayacak, kötülük edemeyecek bir duruma getirmek (getirilmek), susturmak (susturulmak); "İsterseniz, çanıma ot tıkar, beni mahvedersiniz." -O. Kemal.
→ çan çan, çan çiçeği, çan kulesi, cankurtaran çam, kilise çam
çanak, -ğı is. 1. Toprak, metal vb. bir maddeden yapılmış yayvan, çukurca kap: "Oradaki sigara çanağından bir Gelincik alıp yaktıktan sonra anlattı." -B. Felek. 2. bot. Çiçeğin en dışında bulunan yeşil yaprakların tümü. 3. Göz çukuru: "Kanlı çanaklarından fırlayan iri parlak gözleri, pek korkunç bakıyordu. " -Ö. Seyfettin. 4. coğ. Çevresine göre alçakta bulunan, derinliği genişliğinden az olan arazi, çanak tutmak (veya açmak) davranışları veya sözleriyle kötü bir sonuca yol açmak: "Oh olsun... Vallahi memnun oldum, diyordu. Çanak tuttun. Şunun şurasında rahat sana battı mıydı?" -R. N. Güntekin. çanak yalamak dalkavukluk etmek.
→ çanak ağızlı, çanak anten, çanak çömlek, çanak üzengi, çanak yalayıcı, çanak yaprak, ayrı çanak yapraklılar, bitişik çanak, bitişik çanak yapraklılar, bülbül çanağı, çadır çanağı, çirişçi çanağı, dilenci çanağı, ışık çanağı, şarap çanağı
çanak ağızlı sf. 1. Büyük ağızlı, 2. mec. Sır saklamaz.
çanak anten is. Uzaydaki aktarıcıdan belirli frekanslarda yapılan radyo ve televizyon yayınlarını almaya yarayan tepsi biçiminde anten.
çanakçı is. Çanak yapan veya satan kimse.
çanakçılık, -ğı is. Çanak yapma veya satma işi.
çanak çömlek, -ği is. Topraktan yapılmış türlü kaplar: "Hitit adı verilen o insanların bıraktıkları çanak çömleklere bakınca bugün hâlâ Anadolu halkının kullandığı çanak çömlekleri görür gibi oluyoruz." -Y. K. Karaosmanoğlu.
çanaklık, -ğı is. den. Gemi direklerindeki gözetleme yeri.
çanaksı sf. Çanağı andıran, çanağa benzeyen, çanak gibi.
→ çanaksı hücreler
çanaksı hücreler ç. is. anat. Salgılanacağı zaman şişen ve belirli bir büyüklüğe geldiklerinde içlerindeki sıvı salgısını boşaltan bez hücreleri.
çanak üzengi is. Basılan yeri, tabanın büyük bir bölümünü kaplayacak kadar geniş olan üzengi.
çanak yalayıcı sf. Dalkavuk: "İhsan bekleyen bu çanak yalayıcı, bu jurnalci yaratıklar köpeklik tarihinin yüzkarası idiler." -H. Taner.
çanak yalayıcılık, -ğı is. Dalkavukluk, çanak yalayıcılık etmek dalkavukluk etmek.
çanak yaprak, -ğı is. bot. Çanağı oluşturan yaprakların her biri.
çancı is. 1. Çan yapan veya satan kimse. 2. Çan çalmakla görevli kimse.
çancılık, -ğı is. Çancınm işi veya mesleği.
çan çan is. 1. Sürekli ve yüksek sesle edilen gevezelik: Bütün gün onun çan çanından bıktım. 2. zf. Çan sesine benzer ses çıkararak. çan çan etmek (veya ötmek veya konuşmak) yüksek sesle sürekli gevezelik etmek.
çan çiçeği is. bot. Çan çiçeğigillerden, süs bitkisi olarak ekilen ve çiçekleri çan biçiminde olan bir bitki cinsi, meryemanaeldiveni, boru çiçeği (Campanula medium).
çan çiçeğigiller ç. is. bot. Bitişik taç yapraklılardan, örneği çan çiçeği olan bir bitki familyası, boru çiçeğigiller.
çandı is. hlk. 1. Çivisiz, birbirine geçirilme yöntemine göre kesilmiş hazır kereste: "Evi, ahırı, samanlığı babadan kalma, çandı, yani çivisiz yapılmış keresteler birbirine geçirilerek yapılmış." -H. E. Adıvar. 2. Tahta kapak veya tavan.
çandır sf. hlk. 1. Karışık, melez. 2. Aşılanmamış, yaban.
çangal (I) is. sp. Ayakta güreşirken karşı güreşçinin koltuğu altından bir kolu sokarak bir ayakla o güreşçinin bir bacağına çengel taktıktan sonra onu öne doğru eğip başı üzerinden atma oyunu, çelme takma.
çangal (II) is. Far. çengâl 1. bot. Dallı budaklı ağaç. 2. hlk. Fasulye sırığı, sırık.
çangıl çungul zf. Çangır çungur.
çangır çungur zf Düşme veya birbirine çarpma sırasında kaba ve zevksiz ses çıkararak, çangıl çungul.
çangırdama is. Çangırdamak işi veya durumu.
çangırdamak (nsz) Düşerek veya birbirine çarparak gürültü çıkarmak.
çangırtı is. Çangırdama sesi.
çanıltı is. Çan sesi.
çan kulesi is. İçinde çan bulunan uzun, yüksek yapı, kule: "Baştan başa yenileşen o şehirlerin her tarafında çan kuleleri yükselir." -Y. K. Beyatlı.
çanta is. (ça'nta) Kösele, meşin, kumaş vb. hafif malzemeden yapılıp büyüklüğüne göre para, evrak, yiyecek vb. koyup taşımaya yarayan kap: "Yanından hiç ayırmadığı çantasında bir kütüphane bulursunuz." -Y. Z. Ortaç, çantadan yetişmek bir mesleği eğitim görmeden deneyimlerle kazanmak.
→ çanta çiçeği, çantada keklik, şifreli çanta, avcı çantası, beslenme çantası, çobançantası, ecza çantası, el çantası, evrak çantası, ilk yardım çantası, para çantası, plaj çantası
çantacı is. Çanta yapan veya satan kimse.
çantacılık, -ğı is. Çanta yapma sanatı veya çanta satma işi.
çanta çiçeği is. bot. İki çeneklilerden, beyaz, erguvani veya san renkli bir süs bitkisi.
çantada keklik, -ği sf. Ele geçirilmesi, elde edilmesi kolay olan, torbada keklik: "Merak etme, tam tabiriyle o çantada keklik artık." -R. H. Karay.
çantalı sf. Çantası olan: "Kompartmana eli çantalı bir tahsildar düştü." -R. Enis.
çantasız sf. Çantası olmayan.
çap (I) is. 1. Cisimlerin genişliği, kutur: "Tüfeklerin çaplarım sorsanız cevabım veremezler. " -Ö. Seyfettin. 2. Büyüklük. 3. Ölçü, Ölçek: "Bütün bu çabalar da Alman edebiyatım dünya çapında bir güce kavuşturmaya yetmiyor." -H. Taner. 4. Yapının veya arsanın boyutlarını ve sınırlarını gösteren harita. 5. mec. Bilgi, deneyim ve yeteneklerin tümü: "Her şeyde olduğu gibi politikada da bu büyük rolü insanın kendi çapı oynar." -H. Taner. 6. mat. Uç noktaları dairenin çevresi üzerinde bulunan ve çemberin merkezinden geçen doğru parçası, çaptan düşmek çalışma gücü, verimi azalmış veya tükenmiş olmak.
→ açısal çap, dış yarıçap, iç yarıçap, yarıçap, küçük çapta, ufak çapta
çap (II) sf. 1. Bozuk, eğri, dolaşık, aykırı. 2. zf. Bozuk, eğri, dolaşık, aykırı bir biçimde.
çapa (I) is. (ça'pa) ît. zappa 1. Tarlalarda toprağı işlemek İçin kullanılan ağaç veya demir saplı kazı aracı: "İleride iki büklüm eğilmiş, elindeki çapayla tarhlarda çalışan bahçıvan, otomobilin gelişini görünce ağır ağır doğruldu." -H. E. Adıvar. 2. Çapalama işi.
→ kör çapa
çapa (II) is. den. 1. Gemilerin dalgalara, akmtılara kapılarak yer değiştirmemesi İçin suya atılan, zincirle gemiye bağlı bulunan, ucu çengelli ağır demir araç, çipo, demir. 2. sp. Sahanın ortasında görev alan, savunmayı ve hücumu düzenleyen, gerektiğinde çabuk oynayan ve rakibin çabuk oynamasını engelleyen futbolcu.
çapacı is. Çapa ile çalışan işçi.
çapacılık, -ğı is. Çapacının yaptığı iş.
çapaçul sf. Kılığının veya eşyasının düzgün ve temiz olmasına özenmeyip düzensizlik içinde yaşayan, pasaklı: "Musa, gene her günkü çapaçul kılığına bürünmüş." -R. N. Güntekin.
çapaçulcu is. Serseri, başıboş kimse.
çapaçulculuk, -ğu is. 1. Serserilik, başıboşluk. 2. Kılık kıyafete özen göstermeyişi âdet edinme.
çapaçullaştırma is. Çapaçullaştırmak işi veya durumu.
çapaçullaştırmak (-i) Çapaçul duruma getirmek.
çapaçulluk, -ğu is. Çapaçul olma durumu, kılık kıyafete özen göstermeyiş: "Çapaçullukla hiç de alakası bulunmayan biri." -R. H. Karay.
çapak, -ğı (I) is. 1. Göz pınarında ve kirpiklerde birikerek pıhtılaşan veya kuruyan akıntı. 2. Madenler dövülürken sıçrayan ince, ufak parça. 3. Metal veya toprak eşya kenarlarında bulunan pürüz.
çapak, -ğı (II) is. zool. Sazan familyasından, vücudu yandan basık, 50 cm uzunluğunda, 4-5 kg ağırlığında, san pullu, eti tatsız, kılçıklı bir tatlı su balığı (Abramis brama).
çapaklanış is. Çapaklanma işi veya biçimi.
çapaklanma is. Çapaklanmak işi.
çapaklanmak (nsz) Çapak oluşmak: "İhtiyar kadın hep çapaklanan gözlerini mendiliyle kurulayarak bir iki söz daha kekeledi." -P. Safa.
çapaklı sf. Çapağı olan: "Perdeci, çapaklı gözlerim kirli yumruklarıyla ovuşturarak cevap verdi." -P. Safa.
çapaksız sf. Çapağı olmayan.
çapalama is. Çapalamak işi.
çapalamak (-i) Çapa ile toprağı kabartmak: "Ana çapa çapalar, ot yolar, soğan, sarımsak, yeregeçen eker." -T. Buğra.
çapalanış is. Çapalarıma işi veya biçimi.
çapalanma is. Çapalanmak işi.
çapalanmak (nsz) Bir yer çapa ile kabartılmak.
çapalatma is. Çapalatmak işi.
çapalatmak (-i, -e) Çapalama işini yaptırmak.
çapalı sf. 1. Çapalanmış (yer). 2. Çapası olan.
çapanoğlu is. Başa dert olacak durum, çapanoğlunun abdest suyu gibi suyu fazla, tatsız ve kötü görünüşlü olan (içilecek şeyler).
çapar (I) is. esk. 1. Postacı, ulak. 2. sf. Benekli, alacalı (hayvan ve bitki). 3. sf. Akşın. 4. hlk. Çiçek bozuğu yüz:
çapar (II) is. hlk. Takadan büyük, baş ve kıç tarafı yukarı kalkık bir çeşit Karadeniz kayığı.
çaparız is. Far. çep + rast hlk. İçinden çıkılamayacak kadar güç olan, karışık iş.
çapari is. (çapa'ri) İt. chiapparei Beden, köstek ve iğne bölümlerinden meydana gelen, her bir iğneye hindi, horoz, kaz, martı, tavuk, ördek vb. kuşların kanat, kuyruk tüyleri takılan çok iğneli bir tür olta takımı.
çapasız sf 1. Çapalanmamış (yer). 2. Çapası olmayan.
çapçak, -ğı is. 1. Çamçak. 2. Ağzı açık fıçı: "Elimi çapçağa daldırdım, karidesi bıyığından yakaladım." -S. F. Abasıyanık.
çapkıma is. Çapkımak işi.
çaplamak (-i) Enini boyunu ölçmek, çaplamak.
çapkın sf. 1. Geçici aşklar ve ilişikler peşinde koşan (kimse), hovarda: "Sen onun karşısına çapkın bir adam gibi çıktın." -P. Safa. 2. Cinsellik hatırlatan: "Bunlar, herhangi bir caz havasına uyar gibi omuz, gerdan kırar, kalça sallar ve mantolarım çapkın bir eda ile şöylece omuzlarının üstüne atıverirler." -H. E. Adıvar. 3. Haylaz: "İyidir, hoştur ... ille velakin birazcık delişmendir, birazcık çapkındır." -O. C. Kaygılı. 4. ünl. Okşayıcı bir seslenme sözü: "Kostüm yeni, potinler yeni, gömlek yeni ... güveyi mi giriyorsun çapkın!" -P. Safa.
→ mahalle çapkını, yalıçapkını
çapkınca zf. (çapkı'nca) Çapkın bir biçimde: "Bana azıcık çapkınca göründü, söyle yola gelsin." -M. Yesari.
çapkınlaşma is. Çapkınlaşmak işi.
çapkınlaşmak (nsz) Çapkın duruma gelmek.
çapkınlık, -ğı is. Çapkın olma durumu veya çapkınca davranış: "Yaşlının çapkınlığını uzaktan seyretmek bile çirkin..." -R. H. Karay.
çapla is. Maden kazımak için kullanılan çelik kalem.
çaplama is. Çaplamak işi.
çaplamak (-i) 1. Bir şeyin enini, boyunu ölçmek, çaplamak. 2. Keresteleri dört köşe olarak kesip biçmek.
çaplı sf. 1. Çapı geniş olan. 2. mec. Bilgisi çok olan. 3. mec. Yetenekli.
→ geniş çaplı, küçük çaplı
çapma is. Çapmak işi.
çapmak, -ar (-i) esk. 1. Koşturmak: Atını çaparak gitti. 2. (-e) Akın etmek, koşmak: "Yağı basar, uğru çapar, tek başıma barınamam, ölürüm."-M. Ş. Esendal.
çaprak, -ğı is. Eyer örtüsü, şaprak.
çapraşık, -ğı sf. 1. Karışık, dolaşık, girift: "Çapraşık akıntılar birden düz yön aldı." -R. E. Ünaydın. 2. mec. Anlaşılması, çözülmesi veya içinden çıkılması güç, karışık, muğlak: "Benimseyemediği çapraşık bir dünyanın bin bir dolabı içinde bunalmış genç bir öğrenciyi hatırlatıyordu." -E. İ. Benice.
çapraşıklaşma is. Çapraşıklaşmak işi.
çapraşıklaşmak (nsz) Çapraşık duruma gelmek.
çapraşıklık, -ğı is. Çapraşık olma durumu.
çapraşma is. Çapraşmak işi.
çapraşmak (nsz) 1. Karışık, çapraşık, çözülmez duruma gelmek. 2. İki şey birbiriyle çapraz olarak kesişmek: "Döne döne çapraşan, su yolları gibi ucu." -R. H. Karay.
çapraz sf. Far. çep + rast 1. Eğik olarak birbiriyle kesişen: "Boynuna çapraz astığı tüfeğini yokladı." -S. Kocagöz. 2. İki taraflı, karşılıklı: Çapraz ateş. 3. is. Bir tür olta iğnesi. 4. is. hlk. Kopça, düğme. 5. is. sp. Güreşte rakibin koltuk altından kol geçirip sarma oyunu, çapraza almak 1) karşı yönlerden kuşatmak: "Mitralyözler onu çapraza almış, kızıl iğneleriyle gövdesini delik deşik ediyorlardı." -A. İlhan. 2) mec. herhangi bir konuda çeşitli yönlerden sıkıştırmak, çapraza sarmak bir iş içinden çıkılmaz duruma gelmek, çaprazlaşmak, çaprazda sürmek sp. çapraza alınan hasmı geriye doğru hızla sürmek.
→ çapraz ateş, çapraz kafiye, çapraz kur, çaprazölçer, göğüs çaprazı, testere çaprazı
çapraz ateş is. Karşılıklı yönlerden silahla saldırma.
çapraz kafiye is. ed. Dörtlüklerde birinci ile üçüncü, ikinci ile dördüncü dizelerin birbiriyle kafıyelenmesi düzeni.
çapraz kur is. ekon. İki ülke parası arasında üçüncü bir ülkenin parasıyla belirlenen kambiyo sürüm değeri, üç ülke parasının birbirlerine oranı.
çaprazlama is. 1. Testerenin keserken sıkışmaması için dişlerini belli ölçülere göre sağa sola bükme. 2. zf. Çapraz olarak, makaslama: "Yatağı çaprazlama tam bu papazın yatağı hizasında . idi." -Y. K. Karaosmanoğlu.
çaprazlamak (-i) Çapraz duruma getirmek: "Tüfeği bıraktım, kollarımı göğsüme çaprazladım." -R. H. Karay.
çaprazlamasına zf. (çaprazla'masına) Çapraz olarak, çaprazvari.
çaprazlaşma is. Çaprazlaşmak işi.
çaprazlaşmak (nsz) İçinden çıkılamamak, ne yapılacağı bilinememek: İş çaprazlaştı.
çaprazlık, -ğı is. Çapraz olma durumu.
çaprazölçer is. tek. Elde veya makinede çaprazlanan dişlerin eğimini denetlemede yararlanılan yardımcı alet.
çaprazvari zf (çaprazva:ri:) Far. çep + râst-vâri Çaprazlamasına: "İki zayıf el harmaniden çıktı, göğsünün üstünde çaprazvari kavuştu. " -H. E. Adıvar.
çapsız sf. 1. Çapı geniş olmayan. 2. mec. Yetersiz, dar görüşlü.
çapsızlık, -ğı is. Çapsız olma durumu.
çapul is. Yağma, talan, plaçka: "Tanınmamak için yüzlerim karalayarak gece çapuluna çıkmış iki haydut." -H. R. Gürpınar.
çapula is. hlk. Kaba deriden yapılmış ucu sivri ve kıvrık ayakkabı.
çapulacı is. Çapula yapan veya satan kimse.
çapulacılık, -ğı is. Çapulacmın işi veya mesleği.
çapulcu is. Başkasının malını alan, yağma, talan eden kimse, talancı, yağmacı, plaçkacı: "Bütün çapulcu alayı başka kasabalara gittiler." -S. F. Abasıyanık.
çapulculuk, -ğu is. Çapulcunun yaptığı iş veya davranış: "Birçok geçit yerlerinde eşkıyalık, yol yağmacılığı, çapulculuk türedi." -A. Gündüz.
çapullama is. Çapullamak işi.
çapullamak (-i) Bir yeri soymak, yağmalamak.
çaput is. hlk. 1. Eskimiş bez parçası, paçavra. 2. Bez. çaput bağlamak bez bağlamak.
→ çul çaput
çar is. Rus. tor. Rus imparatorlarına ve Bulgar krallarına verilen unvan.
çarçabuk zf. (ça'rçabuk) Çabucak: "Hareket ve heyecanın arkasını kestiğimiz zaman çarçabuk hiç oluveririz." -R. H. Karay.
çarçur is. "Gereksiz yerlere harcayıp tüketmek" anlamındaki çarçur etmek ve "gereksiz yere harcanmak, ziyan olmak" anlamlarındaki çarçur olmak birleşik fiillerinde geçen bir söz: "Birikmiş parasını, elindeki sermayeyi çarçur etmesinden koruyabilmek için yine yalanlara başvuruyordu." -N. Cumalı.
çardak, -ğı is. Far. çar + Ar. tak 1. Tarla, bahçe vb. yerlerde ağaç dallarından örülmüş barınak. 2. Asma vb. bitkilerin dallarını sardırmak için direklerle yapılmış yer: "Evin bahçeye açılan tahta kapısının üstündeki çardakta koruklar sarkıyordu." -O. Rifat. 3. Kameriye: "Çardağın boşluğuna girdiğimiz vakit durmuş, eliyle yanağımı sıkmış, çenemi okşamıştı." -R. H. Karay.
çardaklı sf. Çardağı olan: "Evlerinin önünde bir erik ağacı, çardaklı bir asma, çan çiçekleri... " -S. F. Abasıyanık.
çardaksız sf. Çardağı olmayan.
çardaş is. Mac. csârdâs İki veya dört zamanlı Macar halk dansı.
çare is. (ça:re) Far. çâre 1. Bir sonuca varmak, ortadaki engelleri kaldırmak için tutulması gereken yol, çıkar yol, çözüm yolu: "Sonra aklına daha emin bir çare gelmiş gibi ters yüzü geri döndü." -Y. K. Karaosmanoğlu. 2. Bir şeyi önleme: Olacakla öleceğe çare bulunmaz. -Atasözü. 3. Tedavi yolu, deva. (bir şeyin) çaresine bakmak gerekeni yapmak, çözüm yolu aramak: "Sıkboğaz etme çocuğum. Bir çaresine bakacağız. Ben annenle konuşurum.." -M. Yesari.
→ hal çaresi
çaresiz sf. 1. Çaresi bulunmayan, onulmaz: Çaresiz dert. 2. Çare bulamayan (kimse), biçare: "Viranelerde yemek için ot toplayan çaresiz kadınlarla konuştu." -Ö. Seyfettin. 3. zf. İster istemez: "Bu olmayınca da işi çaresiz komisyonculuğa dökmüştü." -H. Taner. çaresiz kalmak çözüm yolu, çıkar yolu bulamamak: "Köyde kim çaresiz kalırsa, kimin işi bozulursa, İstanbul yolunu tutar." -Ö. Seyfettin.
çaresizlik, -ği is. Çaresiz olma durumu: "Çaresizlikten Anadolu'ya giden bir saz heyetinin peşine takılıyor." -R. N. Güntekin.
çareviç is. (ça'reviç) Rus. Çarın oğlu.
çargâh is. (ça:rgâ:h) Far. çâr-gâh müz. 1. Türk müziğinde "do" perdesinin adı. 2. Bu perdede karar kılan makam.
çarık, -ğı is. 1. İşlenmemiş sığır derisinden yapılan ve deliklerine geçirilen şeritle sıkıca bağlanan ayakkabı: "Tozla örtülmüş çarıklarının eskiliği belli olmuyor." -Ö. Seyfettin. 2. Araba yokuş aşağı giderken tekerleği frenlemek için altına sürülen demir levha. 3. argo Para cüzdanı: "Kızı bu çarık sözünün para cüzdanı manasına geldiğini bilmeden dinler..."-R. H.Karay.
→ çürük çarık, Venüsçarığı
çarıkçı is. Çarık yapan veya satan kimse.
çarıkçılık, -ğı is. Çarık yapma veya satma işi.
çarıklı sf. Ayağına çarık giymiş.
→ çarıklı erkânıharp
çarıklı erkânıharp, -bi is. şaka Kurnaz veya uyanık köylü: "Yahu bu köyde kimseler yok mu? - Vardır, vardır amma ne olur ne olmaz diye hepsi bir köşeye sinmiştir. Onlara çarıklı erkânıharp derler." -Y. K. Karaosmanoğlu.
çarıklık, -ğı is. 1. Çarık konulacak yer. 2. sf. Çarık yapmaya elverişli: Çarıklık deri.
çarıksız sf Çarığı olmayan veya çarık giymemiş.
çariçe is. (çari'çe) Rus. tar. Çarın 'karısına veya kadın çara verilen unvan.
çark is. Far. çarh 1. Bir eksenin döndürdüğü tekerlek biçimindeki makine parçası: "Çarklar dönüyor, küçük çark büyüğünü döndürüyor." -S. F. Abasıyanık. 2. ask. Herhangi bir askerî birliğin, biçimini ve düzenini bozmadan kanatlarından biri çevresinde dönerek yön değiştirmesi, çark çevirmek aynı yol üzerinde dönerek gitmek: "Kırmızı balıklar birdenbire canlanırlar ve kavanozun içinde birbiri ardınca keyifli keyifli çark çevirmeye başlarlar." -H. E. Adıvar. çark etmek 1) bir doğrultuda giden kimse, şey sağa veya sola doğru yön değiştirmek: "Küçük hizmetçi masanın öbür itamdan yarım sağa çark ederek elektrik düğmesine doğru döndü." -S. F. Abasıyanık. 2) geri dönmek; 3) mec. savunduğu düşünceden vazgeçmek, çarka vermek (veya çarka çektirmek) kesici araçlan bileği çarkı ile biletmek, çarkı döndürmek hlk. geçimini sağlamak, çarkına etmek (veya okumak) argo birine büyük kötülük yapmak veya işini bozarak zarar vermek.
→ çarkıfelek
çarka is. tar. Osmanlılarda öncü görevi.
çarkacı is. tar. Osmanlı ordusunda öncü süvari birliğinde görevli asker: "Davlumbazlar yeğde yeğde vuranda / Çarkacılar sağlı sollu dönende /Eğri kılıç ak gövdeyi bölende / Yiğidi doğuran ana, bin yaşa!" -Halk türküsü.
çarkçı is. 1. Kesici aletleri çarkla bileyen kimse, bileyici. 2. den. Vapurlarda makine bölümünü yöneten kimse: "Karısı bir deniz çarkçı subayının kızıdır." -M. Ş. Esendal.
→ çarkçıbaşı
çarkçıbaşı is. den. Vapurlarda birinci çarkçı: "Bir aralık geminin çarkçıbaşını yakalayacak gibi oldu." -M. Ş. Esendal.
çarkçılık, -ğı is. Çarkçının görevi.
çarkıfelek, -ği is. (ça'rkıfelek) Far. çarh + Ar. felek 1. Yakıldığında dönerek kıvılcım saçan donanma fişeği. 2. Bir tür talih oyunu. 3. mec. Talih, kader. 4. bot. Çarkıfelekgillerden, güzel, büyük, parlak kırmızı çiçekleri olan, duvar kenarlarına ve kameriyeler çevresine ekilen tırmanıcı bir süs bitkisi, fırıldak çiçeği (Passiflora caerulea).
çarkıfelekgiller ç. is. bot. Ayrı çanak yapraklı iki çeneklilerden, örneği çarkıfelek olan bir bitki familyası.
çarkıt sf hlk. Eski, bozuk, sakat.
çarklı sf 1. Çarkı olan. 2. is. Her iki yanda birer çarkı bulunan vapur.
→ yandan çarklı
çarksız sf. Çarkı olmayan.
çarlık, -ğı is. tar. 1. Çar olma durumu. 2. Çarın yönetiminde bulunan devlet; "Rusya'da çarlık devrilmişti." -T. Buğra.
çarliston is. İng. charleston 1. Birinci Dünya Savaşı'ndan sonra Avrupa'da yaygınlaşan dans türü. 2. Bu dansın müziği: "Arkamızdan geliyor ve ıslıkla bir çarliston çalıyordu. " -A. Gündüz. 3. bot. Sivri uçlu, uzun ve kalın, tatlı, yeşilimsi biber, çarliston biber. 4. sf İnce, uzun ve çarpıcı; "Ben, bir hayalet kadar zayıf on altı yaşında, çarliston pantolonlu, şık fesli bir mektepli efendiydim. " -S. F. Abasıyanık.
→ çarliston biber, çarliston marka
çarliston biber is. bot. Çarliston,
çarliston marka sf. argo Yeni icat, az bulunur, antika.
→ çarliston marka kereste
çarliston marka kereste is. 1. Az bulunan kereste. 2. sf argo Haddini bilmez, terbiyesiz: "Kim bu ruhsatsız lafa karışan çarliston marka kereste?" -H. Taner.
çarmıh is. Far. çar + mili 1. Suçlunun öldürülmek amacıyla çivilendiği haç biçimindeki darağacı. 2. den. Ana direkleri ve gabya çubuklarını yandan tutan halatlar, çarmıha germek haç biçimindeki darağacma çivilemek.
çarnaçar zfl (ça'rna;ça:r) Far. çâr-nâ-çâr esk. İster istemez: "Yenge hanıma söylemek ayıbıma gidiyor, çarnaçar size başvuruyorum kızım." -A. İlhan.
çarpan is. mat. Bir çarpma işleminde çarpılan sayının kaç kez tekrarlanacağını gösteren sayı, çoğaltan: 7x3-7+7+7=21 işleminde 3 sayısı 7'nin çarpanıdır, çarpanlara ayırma bir sayıyı veya cebirsel anlatımı, iki veya daha çok çarpanın çarpımı durumuna getirme.
→ ortak çarpan
çarpan balığı is. zool. Levrekgillerden, yüzgeçleri dikenli ve zehirli, eti sevilen bir balık, trakunya (Trachinus draco).
çarpı is. 1. Kaba sıva, çarpma sıva. 2. mat. Birbiriyle çarpılan iki sayı arasına konulan işaret: "a x b" veya "a . b", "a çarpı b" diye okunur.
çarpıcı sf. 1. Etkili. 2. zf. Etkili bir biçimde: "Ne kadar küçük olursa olsun, bu ona pek çarpıcı ve aydınlatıcı geliyordu." -T. Buğra.
çarpıcılık, -ğı is. Çarpıcı olma durumu: "Yorumları, dildeki çarpıcılıkları ile aşar dururlar eskinin ustalarını." -N. Cumalı.
çarpık, -ğı sf. 1. Düzgünlüğünü yitirerek eğrilmiş, doğru karşıtı: "İyice kararmış çarpık bir tahta kapı aralık duruyordu." -Ç. Altan. 2. mec. Gerçek niteliğini yitirmiş: "Oraya Özellikle çarpık vasıfları olanları toplarlarmış." -H. Taner. 3. zf. mec. Aksi, ters, huysuz bir biçimde: "Nedense, Makbule, bu davetten çarpık dönüyordu." -R. N. Güntekin.
→ çarpık çurpuk
çarpıkça sf. (çarpıkça) Biraz çarpık.
çarpık çurpuk, -ğu sf. Çok çarpık, eğri büğrü: "Safa, küçük, çarpuk çurpuk vücudu, koca kafası, minarede sala verir gibi etrafa çınlayan sesiyle konağın imamı Şadan Mollayı hatırlatıyordu." -H. E. Adıvar.
çarpıklaşma is. Çarpıklaşmak işi.
çarpıklaşmak (nsz) Çarpık duruma gelmek.
çarpıklaştırma is. Çarpıklaştırmak işi.
çarpıklaştırmak (-i) Çarpık duruma getirmek.
çarpıklık, -ğı is. Çarpık olma durumu, eğrilik: Dayımın yüzünde de bir acayiplik, bir çarpıklık hasıl oldu." -R. H. Karay.
çarpılan is. mat. Bir çarpma işleminde önce yazılan ve tekrarlanan sayı: 7x3=7+7+7=21 işleminde 7 sayısı çarpılan durumundadır.
çarpılı sf. 1. Çarpı işareti konmuş. 2. is. Bir tür olta iğnesi.
çarpılış is. Çarpılma işi veya biçimi.
çarpılma is. 1. Çarpılmak işi. 2. Çarpık duruma gelme.
çarpılmak (nsz, -e) 1. Çarpma işine konu olmak. 2. Çarpık duruma gelmek: "Bu adam, elli beş, altmış yaşlarında, boynu biraz yana çarpılmış, çıkık alınlı, çökük yanaklı, kara kuru bir ihtiyardı." -R. N. Güntekin. 3. mec. Çalınmak, soyulmak. 4. mec. Aldatılmak. 5. mec. Alınıp gücenmek: Tatlı tatlı konuşurken birdenbire çarpıldı. 6. mec. Çekiciliğine kapılmak, etkilenmek: "Bir bakış, bir gülüşle çarpılmak işten değil." -C. S. Tarancı.
çarpım is. mat. Çarpma işleminin sonucu olan sayı: 3x7x5=105 işleminde çarpım 105'tir.
→ çarpım cetveli, çarpım tablosu
çarpım cetveli is. Çarpım tablosu.
çarpım tablosu is. Birden dokuza kadar birbiriyle çarpılan sayıların çarpımlarını gösteren çizelge, çarpım cetveli, kerrat cetveli.
çarpınma is. Çarpınmak işi.
çarpınmak (nsz) Çırpınmak.
çarpıntı is. Kalbin hızlı ve sık vurması: "Müthiş bir kalp çarpıntısı ve korku ile kanepeden kalktı." -S. F. Abasıyanık. çarpıntısı tutmak heyecan, korku veya üzüntüden çarpıntı nöbeti gelmek.
→ kalp çarpıntısı, yürek çarpıntısı
çarpıntılı sf. Heyecanlı, telaşlı: "Zavallı Ayşe Hanım, çarpıntılı hatun." -S. M. Alus.
çarpıntısız sf. Çarpıntısı olmayan.
çarpış is. Çarpma işi veya biçimi.
çarpışılma is. Çarpışılmak işi veya biçimi.
çarpışılmak Çarpışma işi yapılmak.
çarpışma is. 1. Çarpışmak işi, müsademe, sadme. 2. ask. Öncülerin veya küçük birliklerin yaptıkları küçük savaşma: "Bu, iki cephe arasında ilk çarpışmadır." -Y. Z. Ortaç.
çarpışmak (nsz, -le) 1. Birbirine çarpmak, tokuşmak: "Kompartmana girdi ve eşyalarını raflara koymaya çalışan Pervin'le çarpıştı. " -H. E. Adıvar. 2. Vuruşmak, savaşmak: "Karşımıza çıkacak olan kuvvet, kim ve ne olursa olsun, behemehal çarpışırız ve muvaffak oluruz." -Atatürk. 3. mec. Birbirine üstün gelmeye çalışmak: İki düşünce çarpışıyor.
çarpıştırma is. Çarpıştırmak işi.
çarpıştırmak (-i, -le) Çarpışma işini yaptırmak.
çarpıtılma is. Çarpıtılmak işi veya biçimi.
çarpıtılmak (nsz) Çarpıtma işi yapılmak.
çarpıtma is. Çarpıtmak işi.
→ bilgi çarpıtma
çarpıtmak (-i) 1. Çarpık duruma getirmek: "Sağ gözünü şakağa doğru gerip çarpıtarak korkunç bir şekle sokmuştur." -R. N. Güntekin. 2. mec. Yanlışa ve kötü duruma götürmek: "Örnek tutarlı olmazsa, kimseyi düzeltemez / Tutarlı olmayan örnek herkesi çarpıtır." -T. Oflazoğlu. 3. mec. Gerçek anlamından saptırmak.
çarpma is. 1. Çarpmak işi: "Ayşe'nin yüreği daha hızlı çarpmaya başladı." -Ö. Seyfettin. 2. Kuyu çengeli biçiminde beş kollu büyük olta iğnesi. 3. mat. Dört işlemden biri, çarpmak işlemi, darp. 4. muz. Alaturka müzikte temel notaların arasına sıkıştırılmış ve usulü bozmayan, tek perdelik küçük fazlalık.
→ çarpma işareti, çarpma kapı, elektrik çarpması
çarpma işareti is. mat. Çarpma işlemini gösteren "x veya ." işareti.
çarpmak, -ar (-e) 1. Hızla değmek, vurmak: "Ahmet şaşkınlığından bir kestane yığınına çarptı, canı acıyordu." -S. F. Abasıyanık. 2. (-i) Etkisiyle birdenbire hasta etmek: Güneş çarpmak. Kömür çarpmak. 3. (-i) Varlığına inanılan bir gücün öfkesine uğramak: "Yeşildirek'te yatan evliya hepinizi çarpar." -K. Tahir. 4. (-i) El çabukluğu ile çalmak, dolandırarak elde etmek: "Köprüden denizi seyredenlerin cüzdanını hep çarparlar." -B. Felek. 5. (-i) Kurnazlıkla, zorla ele geçirmek: "İhtiyarın üç aylıkları aldığı günler çıkagelir, allem edip kallem edip zavallının yarı maaşım çarpar kaçar." -H. Taner. 6. Kalp, hızlı hızlı vurmak. 7. (-i, -le) mat. Biri çarpılan, öbürü çarpan denilen iki sayı verildiğinde çarpanı çarpılandaki birim kadar çoğaltarak çarpım adı verilen bir üçüncü sayıyı elde etmek, darp etmek. 8. (-i) mec. Çekiciliğiyle etkilemek, şaşırtmak: "Güzel halk türkülerinde beni çarpan şey bunların hepsinin arkasında bir vaka, bir macera, nihayet bir insan bulunmasıdır." -B. R. Eyuboğlu.
→ çarpan balığı
çarpma kapı is. Özel menteşesi yardımı ile içe ve dışa doğru açılabilen, tek veya çift kanatlı kapı türü.
çarpmalı sf. Çarpma yapılabilen.
çarpmasız sf. Çarpma yapılamayan.
çarptırış is. Çarptırma işi veya biçimi.
çarptırma is. Çarptırmak işi.
çarptırmak (-e, -i; -le) 1. Çarpma işini yaptırmak veya çarpmasına yol açmak: "Yüreğini çarptıran bir merakla ihtiyara yaklaştı. " -P. Safa. 2. (-i, -e) Yankesiciye kaptırmak.
çarşaf is. Far. çâder + şeb 1. Yatağın üstüne serilen veya yorgan kaplanan bez örtü: "Yatağında oturdu, alnında toplanan ter damlalarını çarşafının ucuyla sildi." -H. E. Adıvar. 2. esk. Kadınların kullandığı ve baştan örtülen, pelerinli, eteklikli sokak giysisi: "Çabucak yatak odasına koştu, çarşafını giydi." -P. Safa. çarşaf gibi dalgasız, dümdüz ve durgun (deniz, göl), çarşaf kadar eni boyu küçük olması gereken şeyler pek büyük, çok geniş: "Çarşaf kadar bir kâğıda künyemi yazmışlar." -R. H. Karay. çarşafa dolanmak argo bir işin içinden çıkamamak, kötü ve başansız duruma düşmek, zor durumda kalmak, çarşaflamak. çarşafa girmek esk. yeni yetişen kız çarşaf giymeye başlamak.
→ çarşaf çarşaf yatak çarşafı, yorgan çarşafi
çarşaf çarşaf sf. Olabildiğince uzun, uzun uzun.
çarşafçı is. Çarşaf yapan veya satan kimse.
çarşafçılık, -ğı is. Çarşaf yapma sanatı veya çarşaf satma işi.
çarşaflama is. Çarşaflamak işi.
çarşaflamak (-i) 1. Yorganı çarşafla kaplamak. 2. argo Kötü ve başarısız duruma düşmek, çarşafa dolanmak.
çarşaflanma is. Çarşaflanmak işi.
çarşaflanmak (nsz) 1. Çarşaflama işine konu olmak: Yorgan çarşaflandı. 2. Çarşaf giymek: "Annem de çarşaflanıp aramıza katılmış. " -Z. O. Saba.
çarşaflatma is. Çarşaflatmak işi.
çarşaflatmak (-i) Çarşaflama işini yaptırmak.
çarşaflı sf. 1. Üzerinde çarşaf olan. 2. Çarşaf giymiş olan (kimse): "Türk Ocağının en ileri adımlarından biri, çarşaflı hanımı piyano çalmak için sahneye çıkarmak olmuştur." -F. R. Atay.
çarşaflık, -ğı sf. Çarşaf yapmaya elverişli olan (kumaş).
çarşafsız sf. 1. Üzerinde çarşaf olmayan. 2. Çarşaf giymemiş olan.
çarşafsızlık, -ğı is. Çarşafsız olma durumu: "Şimdi kimse çarşafsızlığıma bakmıyordu." -A. Gündüz.
çarşamba is. Far. çâr-şenbe Haftanın dördüncü günü, salı İle perşembe arasındaki gün.
→ çarşamba karısı, çarşamba pazarı
çarşamba karısı is. 1. Saçı başı karmakarışık, üstü başı özensiz kadın. 2. Alkansı.
çarşamba pazarı is. Her şeyi karmakarışık ortada olan yer. (birisini) çarşamba pazarına çevirmek özellikle yüze vurarak çok dayak atmak.
çarşı is. Far. çâr-sü Dükkânların bulunduğu alışveriş yeri: "Elbet çarşıda bir kahve, bir çaycı dükkânı bulurum."-Y. Z. Ortaç, çarşı pazar dolaşmak (veya gezmek) alışveriş edinilen her yeri dolaşmak (gezmek): "Her gün çarşı pazar dolaşarak ona küçük bir apartman hazırlamaya çalışıyoruz." -R. N. Güntekin.
→ çarşı ağası, çarşı ekmeği, kapalı çarşı, çıfıt çarşısı, içi çıfıt çarşısı, yer altı çarşısı
çarşı ağası is. tar. Çarşıyı ve esnafı düzen altında tutmakla görevli kimse.
çarşı ekmeği is. Çarşıda satılan, has undan yapılmış ekmek türü.
çarşılı is. 1. Çarşı esnafı: "Çarşılı hep onun yazıhanesine toplanır, birbirinin ağzından laf kapmaya çalışırlardı." -Ö. Seyfettin. 2. sf. Çarşısı olan.
çarşısız sf. Çarşısı olmayan.
çasar is. (ça:sa:r) Mac. csâszür esk. Viyana'-da oturan Alman imparatoruna verilen unvan.
çaşıt, -di is. hlk. 1. Ajan. 2. Ara bozmak amacıyla söz taşıyan kimse.
çaşıtlama is. Çaşıtlamak işi veya durumu.
çaşıtlamak (nsz) Casusluk yapmak.
çaşıtlık, -ğı is. Çaşıt olma durumu, casusluk.
çat (I) is. Sert bir şeyin kırılırken çıkardığı ses. çat etmek "çat" diye ses çıkarmak, çat kapı beklenmedik bir zamanda kapıyı çalarak. çat orada çat burada çat kapı arkasında çok çabuk yer değiştiren bir şeyin durumunu anlatan bir söz: "Sizin sevgili bir yerde durmaz, çat orada çat burada çat kapı arkasındadır." -O. C. Kaygılı.
→ çatpat, çat pat
çat (II) is. hlk. İki yolun veya İki derenin birleştiği yer, kavşak.
çatak, -ğı is. 1. İki dağ yamacının kesişmesi ile oluşmuş dere yatağı: "Karakaçanı, Armutdere çataklarında bu Bozdayı tepelediydi." -M. Ş. Esendal. 2. sf. Yapışık, ikiz (meyve). 3. sf. Kavgacı.
→ çatak bayrak
çatak bayrak, -ğı is. tar. Yeniçerilerin yarısı sarı, yansı kırmızı renkteki bayrağı.
çatal is. 1. İki veya daha çok kola ayrılan değnek. 2. Yol, ağaç gibi kollara ayrılan şeylerin ayrılma yeri. 3. Dallı olan şeylerin her kolu. 4. Yemek yerken kullanılan iki, üç veya dört uzun dişli çoğunlukla metal araç: "Çatalı elinden düştü, ağzı açık kaldı." -P. Safa. 5. Dirgen. 6. Bir tür olta iğnesi. 7. sf. Ucu kollara ayrılmış: Çatal dal. Çatal yol. 8. sf. İki taraflı: Çatal anahtar. "Evlerinin önü çatal pınarlar / İçerler suyunu beni anarlar." -Halk türküsü. 9. sf. İki anlamlı, iki türlü anlaşılabilir: Çatal söz. çatal görmek net görememek, bir şeyi iki görmek, çatal matal kaç çatal üzerine atlanıp sırtına oturulacak gözleri kapalı kişinin, üzerinde oturanın tek veya çatal biçimde kaldırılmış çift parmağının kaç olduğunu bilmesi temeline dayanan bir çeşit birdirbir oyunu.
→ çatal ağız, çatal aşı, çatal ayak, çatal bel, çatal bıçak takımı, çatal çivi, çatal don, çatal iğne, çatal kargı, çatal kazık, çatal kundak, çatalkuyruk, çatal sakal, çatal ses, çatal yürek, çatal zıpkın, üççatal
çatal.ağız, -ğzı is. coğ. Delta.
çatal aşı is. Yeşilmercimek, kuru barbunya, dövme soğan, tereyağı ve baharat kullanılarak hazırlanan bir çorba türü.
çatal ayak, -ğı is. Ateşli bir silahm namlusuna destek olan, genellikle ters V biçiminde yere kurulan iki ayaklı parça.
çatal bel is. Bahçeyi bellemeye yarayan ucu çatallı ve saplı alet.
çatal bıçak takımı is. Sofra için gerekli olan çatal, kaşık, bıçak ve diğer servis araçlarının tümü: "İçinden bir yuvarlak francala, çocuk oyuncaklarını andıran bir çatal bıçak takımı çıkardı." -Y. K. Karaosmanoğlu.
çatal çivi is. Elektrik ve telefon kablolarını süpürgeliğe, kapı, pencere pervazı vb. ahşap yüzeylere tutturmakta kullanılan, iki ucu sivri, U biçiminde Özel çivi.
çatal don is. Paçaları diz üstünde kalan don.
çatal iğne is. İki veya üç çengeli olan olta iğnesi.
çatal kargı is. Büyük balıkları zıpkınlayarak avlamakta kullanılan üç dişli, sivri uçlu araç, çatal zıpkın.
çatal kazık, -ğı is. Sonuçta ne olacağı belirsiz, karışık, karanlık ve şüpheli durum.
çatal kundak, -ğı is. ask. Açıldığında V biçiminde olan iki ayaklı top kundağı.
çatalkuyruk, -ğu is. zool. Uzun ve ince gövdeli, ılık denizlerde yaşayan bir balık türü (Lepidopus caudatus).
çatallanma is. Çatallanmak işi.
çatallanmak (nsz) Çatal gibi ikiye ayrılmak: "Bir çeyrek daha gittiler, önlerinde yol bir daha çatallandı." -N. Cumalı.
çatallaşma is. Çatallaşmak işi.
çatallaşmak (nsz) İki veya daha çok ihtimal ortaya çıkarak anlaşılması güç bir duruma gelmek: "Meğer ne kadar yanılmıştım. İş asıl bundan sonra çatallaşacaktı." -Y. K. Karaosmanoğlu.
çatallaştırma is. Çatallaştırmak işi.
çatallaştırmak (-i) Çatallaşmasına yol açmak.
çatallı sf. 1. Çatalı olan veya çatal durumunda olan. 2. Pürüzlü (ses). 3. mec. İki veya daha çok ihtimali olan.
→ çatallı iğne
çatallı iğne is. Çengelli iğne.
çatallık, -ğı is. Çatal konulan yer.
çatal sakal is. 1. Çatal biçiminde ikiye ayrılmış sakal: "Sağ eliyle çatal sakalının birini bırakıp birini tutuyordu." -Ö. Seyfettin. 2. sf. Sakalı ortadan ikiye ayrılmış (kimse).
çatal ses is. İki perdeden çıkar gibi olan ve kulağı tırmalayan ses.
çatalsız sf. 1. Çatalı olmayan. 2. zf. Çatal olmadan.
çatal yürek, -ği sf. Çatal yürekli.
çatal yürekli sf Cesur, korkusuz.
çatal yüreklilik, -ği is. Çatal yürekli olma durumu.
çatal zıpkın is. Çatal kargı.
çatana is. (çata'na) (Çetene kasabasının adından) den. Filika büyüklüğünde, islimle işleyen deniz teknesi, küçük vapur, istimbot: "Süslü, hususi birçok çarklı çatanalar geçer."-A. Ş. Hisar.
çatanacı is. Çatana işleten kimse.
çatapat is. Ayakla çiğnendiğinde veya bir yere sürtüldüğünde "çat pat" diye patlayan bir eğlence fişeği, çatpat: "Elindeki çatapatı ayağının altında ezdi." -R. İlgaz.
çatı is. 1. Bir yapının, bir evin damını kuran parçaların bütünü: "Sık ağaçlar arasında yalnız üst katının çatısı görünen kırmızı aşı boyalı bir eski eve doğru yürüyorlardı." -Ö. Seyfettin. 2. Birbirine çatılmış, çakılmış şeylerin bütünü. 3. Yapının tavanı İle damı arasındaki kullanılan yer. 4. İnsan ve hayvanda iskeletin kuruluşu. 5. mec. Barınılan, sığınılan yer. 6. mec. Belli bir maksada yönelik kimselerin oluşturduğu kuruluş. 7. dbl. Özne, nesne durumlarına göre, belirli çatı eklerinin fiil kök veya gövdelerine getirilen türev, bina: Sevinmek (sev-in-), sev--dirmek (sev-dir-), sevindirmek (sev-in-dir-) gibi. 8. ed. Hikâye, roman, piyes vb. edebî türlerde olay kuruluşu, kurgu: "Halit Ziya Uşaklıgil'in, Yakup Kadri Karaosmanoğlu'nun, Reşat Nuri Güntekin'in romanlarındaki sağlam çatıyı onunkilerde bulamazdınız. " -H. Taner. 9. min. Bir yapıyı örten ve eğik yüzeyleri olan damın tahtadan iç yapısı, çatı aktarmak çatının kırık kiremitlerini sağlamlarıyla değiştirmek, çatıyı almak çatıya ulaşmak.
→ çatı arası, çatı ekleri, çatı eteği, çatı kaplayıcı, çatı katı, çatı kirişi, çatı örtüsü, çatı penceresi, alın çatı, çadır çatı, dönüşlü çatı, edilgen çatı, ettirgen çatı, ikili çatı, işteş çatı
çatı arası is. Tavan arası: "Çatı arasına ve kümese kadar aramadığı yer kalmadı." -F. R. Atay.
çatıcı is. 1. Çatma işini yapan kimse. 2. Çatı işlerini yapan kimse.
çatıcılık, -ğı is. 1. Çatıcı olma durumu. 2. Çatıcı olma işi.
çatı ekleri ç. is. dbl. Fiil kök veya gövdelerinden dönüşlü, edilgen, işteş, ettirgen çatılar yapmaya yarayan ekler: (Sev-in-), (sevil-), (sev-iş-), (kapa-t-), (geç-ir-), (sev-dir-) gibi.
çatı eteği is. Çatının, binanın dış duvarlarını aşan, yağışlara karşı duvarın en üst bölümünü koruyan dışa uzanmış kısmı.
çatık, -ğı sf. Çatılmış olan: "O çatık kara kaşlı, al yanaklı hanımın kucağına oturmak lazım gelmişti." -Y. K. Karaosmanoğlu.
→ çatık çehre, çatık kaş, çatık surat, çatık yüz
çatı kaplayıcı is. İskele kurup ahşap çatı kaplamasını yapan, duvarları keçe veya özel kâğıtlar ile kaplayan usta.
çatı katı is. Yapılarda çatı ile son kat arasında yapılan küçük kat: "Tavan arasını çocuklar için iki odalı bir çatı katı yapmıştır." -T. Buğra.
çatık çehre is. Çatık yüz.
çatık çehreli sf. Çatık yüzlü.
çatı kirişi is. Bir ucu tavanın üstüne bindirilen ve üzerine kiremit altı tahtalarının kaplandığı ana kiriş.
çatık kaş sf. Kaşları birbirine çok yakm ve çatık olan (kimse).
çatıklaşma is. Çatıklaşmak işi.
çatıklaşmak (nsz) Çatık duruma gelmek.
çatıklık, -ğı is. Çatık olma durumu: "İki gözün arasında, burnun üstündeki çatıklık ödün vermezliğin işaretidir." -H. Taner.
çatık surat is. Çatık yüz: "... tepemde Topal Hocanın çatık suratını gördüm." Halikarnas Balıkçısı.
çatık suratlı sf. Çatık yüzlü.
çatık yüz is. Öfkeli yüz, çatık çehre, çatık surat.
çatık yüzlü sf. Yüzü asık olan, çatık çehreli, çatık suratlı.
çatıldama is. Çatıldamak durumu.
çatıldamak (nsz) Çatık duruma gelmek.
çatılı sf. 1. Çatısı olan (yapı): "Burası uzaktan beyaz çatılı, tenha bir köye benziyordu." -Ö. Seyfettin. 2. Çatılmış olan. 3. Başına çatkı bağlanmış olan.
çatılış is. Çatılma işi veya biçimi.
çatılma is. Çatılmak işi.
çatılmak (nsz) Çatma işine konu olmak: "Hafifçe kaşları çatıldı, fakat gene sakin bir sesle..."-H. E. Adıvar.
çatınma is. Çatınmak işi.
çatınmak (nsz) Kaşlarını çatıp surat asmak: "Bazen kız, çatınmakta inat ederse birden hatırına her müşkülü halledecek bir çare gelmişçesim..." -H. Z. Uşaklıgil.
çatı örtüsü is. Çatıların üstüne kiremit, çinko ve oluklu sac vb. ile kaplanan, tavana su geçmesini önleyen yapı bölümü.
çatı penceresi is. Tavan arasını aydınlatmaya yarayan pencere veya camlı kapak.
çatır çatır is. 1. Sert bir şey kırılırken, yanarken, yerinden sokulurken veya sıkıştırılırken çıkan ses, çatır çutur. 2. zf mec. Güçlük çekmeden: İngilizceyi çatır çatır konuşuyor. 3. zf. mec. Zor kullanarak, baskı yaparak: Alacağımı çatır çatır alırım, çatır çatır çatlamak 1) çok çatlamak: "Kızgın güneşe maruz bırakılmış çam fıstıkları çatır çatır çatlıyor, sapır sapır dökülüyordu." -E. E. Talu. 2) çok kıskanmak, çatır çatır etmek çatır çatır ses çıkarmak, çatır çatır sökmek bir şeyi zorlayarak yerinden söküp çıkarmak: "Ben, altın dişini çatır çatır söktüklerini gözlerimle gördüm." -H. Taner.
çatır çutur zf. Çatır çatır: "Kapıya yüklenmiş ve çatır çutur kırarak içeriye girmiş." -Y. K. Karaosmanoğlu.
çatırdama is. Çatırdamak işi: "... konak, bir fırtına başlangıcında bir eski gemi gibi çatırdamaya başladı." -Y. K. Karaosmanoğlu.
çatırdamak (nsz) 1. "Çatır" diye ses çıkarmak: "Kolumu öyle bir çekiş çekti ki, omuz başım çatırdadı." -S. M. Alus. 2. mec. Çökmeye, yok olmaya yüz tutmak, tehlikeli duruma düşmek.
çatırdatma is. Çatırdatmak işi.
çatırdatmak (-i) Bir şeyin "çatır" diye sesini çıkartmak.
çatırtı is. Çatırdama sesi: "Az sonra tutuşan çalıların çatırtısı sağanak sesini bastırmıştı."-R.H.Karay.
çatırtılı sf. Çatırtısı olan: "Çatırtılı, dumanı fena hâlde kıvılcım üreten vahşi bir yangın. " -E. E. Talu.
çatırtısız sf. Çatırtısı olmayan.
çatısız sf. Çatısı olmayan, üstü açık (ev, kulübe).
çatış is. Çatma işi veya biçimi.
çatışık, -ğı sf Çelişkili: Bu soru üzerine bir sürü çatışık düşünceler ileri sürüldü.
çatışılma is. Çatışılmak işi.
çatışılmak (nsz) Çatışma işi yapılmak.
çatışkı is. fel. Yasaların veya önermelerin kendi aralannda çelişikliği, antinomi.
çatışma is. 1. Çatışmak işi: "Döndüğü zaman hoş olmayan çatışmalar olabilmesi ihtimali evde felaket bekleyen bir gerginlik yaratmıştı. " -H. E. Adıvar. 2. Silahlı büyük kavga, arbede: On beş dakika süren bir çatışma olmuştur. 3. ask. Savaş maksadıyla düşma-. na karşı İlerleyen bir birliğin karşı tarafın keşif ve güvenlik kollarıyla arasındaki ilk silahlı vuruşma. 4. coğ. Türlü yönlerden uzanan kıvrımlı dağ sıralarının, bir yerde dar bir açı ile birbirine yaklaşıp kaynaşması veya düğümlenmesi.
→ benlik çatışması, rol çatışması, ünlü çatışması
çatışmak (nsz, -le) 1. Birbirine çatmak veya çatılmak: "Ulu denizin üstünü çatışan, şimşeklenen kara bulutlar sardı." -Y. Kemal. 2. Söz, iddia veya davranış birbirini tutmamak, birbirini çelmek, mütenakız olmak. 3. Karşılıklı vuruşmak, kavga etmek. 4. Kavga etmek. 5. Deve ve köpek çiftleşmek. 6. Aynı zamana rastlamak: Ders saati yemek saatiyle çatışıyor.
çatıştırma is. Çatıştırmak işi.
çatıştırmak (-i, -le) Birbirine çattırmak, kavga ettirmek, birbirine düşürmek.
çatkı is. 1. Uç uca, birbirine çatılan şeylerin bütünü: Tüfek çatkısı. 2. Sehpa. 3. Alından geçerek başın çevresine çember gibi bağlanan bağ, kaşbastı: "Alnında, başı ağrıdığı vakitlerdeki gibi beyaz tülbentten bir çatkı vardı." -Y. K. Karaosmanoğlu. 4. Bir işin bütününün veya parçalarının bir araya getirilmesinde uyulan yöntem.
çatkılı sf Çatkısı olan: "Kızının bu hâlini gören başı çatkılı bir dolmacı bacı hemen oraya koştu." -O. C. Kaygılı.
çatkılık, -ğı is. Çift öküzlerini birbirlerine bağlayan çifte boyunduruklu ağaç.
çatkın sf. Çatık: "Müftü bunu işitince çatkın bir çehre ile geldi." -R. N. Güntekin.
çatkınlık, -ğı is. Çatkın olma durumu.
çatkısız sf Çatkısı olmayan.
çatlak, -ğı sf 1. Çatlamış olan: Çatlak bardak. 2. mec. Deli. 3. is. Çatlama. 4. is. Ara, aralık: "İki denizci kara bulutlar çatlağından güneş ışığının güldüğünü sandılar." -Halikarnas Balıkçısı. 5. is. jeol. Yer altındaki basınç ve gerilim dolayısıyla, taş kütlelerinin yer değiştirmeden çatlayıp yarılması, diyaklaz: "Esmer toprağın yüzünü saran çatlaklar sanki yerin dibine kadar iniyordu ." -T. Buğra.
→ çatlak ses, çatlak zurna, kafası çatlak, karın çatlağı, kasık çatlağı
çatlaklık, -ğı is. 1. Çatlak olma durumu. 2. Çatlamış yer, çatlak: Duvarda bir çatlaklık var. 3. mec. Delilik.
çatlak ses is. Pürüzlü, bozuk ses: "Bir zurna gibi duyulan çatlak sesiyle âlemi çekiştirir." -A. Ş. Hisar.
çatlak zurna is. Çirkin sesli, geveze, boşboğaz kimse.
çatlama is. 1. Çatlamak işi. 2. Dalgaların sığ kıyıya geldikleri zaman dökülüp köpürmesi, çatlak. 3. Uygun olmayan kuruma sonucu ağacın boyu yönündeki lif ayrılması. 4. bot.-Tohumların dağılması için meyve kabuğunun yarılması, açılma.
çatlamak (nsz) 1. Parçalan ayrılıp dağılmayacak biçimde yarılmak: Bardak çatladı. 2. Bir yüzeyde kırışıklar, çizgiler oluşmak: "Meşin ciltlerin çoğu kıvrılmış, bir kısmı da arkalarından çatlamıştı." -A. H. Tanpınar. 3. mec. Aşın yemekten, içmekten, yorgunluktan, ağlamaktan ölecek duruma gelmek veya ölmek. 4. mec. Sıkıntı, sevinç, yalnızlık, heyecan, sabırsızlık, kıskançlık vb. ruhsal durumları aşırı derecede duymak: "Neredeyse sevincinden yüreği çat deyip ortasından çatlayacaktı." -Y. Kemal, çatladın mı? aşın sabırsızlık gösterenlere söylenen kaba bir uyarma, çatlasa da (veya çatlasa da patlasa da) tkz. elinden gelen her çareye başvursa da.
çatlatış is. Çatlatma işi veya biçimi.
çatlatma is. Çatlatmak işi.
çatlatmak (-i) 1. Çatlak duruma getirmek: "Elindeki ustura ile çatlatacağı bu canlı yemişe baktı." -Ö. Seyfettin. 2. Çatlamasına yol açmak: "Duvarları, tavanı çatlatacak kadar şiddetli olan ve birdenbire kulağa saldıran bu ses dalgası kimsenin kulağını incitmedi." -H. E. Adıvar. 3. mec. Sabrını taşırmak. 4. mec. Aklını kaçırmak.
çatlayış is. Çatlatma işi veya biçimi.
çatma is. 1. Çatmak işi. 2. Provada geçici olarak bir giysiye iliştirilmiş olan parça. 3. Duvarları ağaç gövdesinden birbirine takılarak ve çivisiz olarak yapılan yayla evi, yörük çadırı. 4. Bir çeşit döşemelik kumaş: "Sonra o çatma örtülü minderin üstüne oturmuş, albayın İstanbul hakkındaki suallerine kısa kısa cevap vermişti." -H. E. Adıvar. 5. Ahşap yapılarda ağaç iskeletin temel parçalan. 6. Semerin ağaç kısmı. 7. Heykel yapımında çamuru ayakta tutan tel iskelet. 8. huk Gemilerin çarpışması.
→ çatma kaş, derme çatma
çatmak, -ar (-i) 1. Odun, değnek, kılıç, tüfek vb. uzun şeylerden birkaç tanesini, tepelerinden birbirine çaprazlama dayayarak durdurmak: "Avlusunda silahlarını çatmış, ayaklarını germiş askerler var." -F. R. Atay. 2. Kereste vb.ni birbirine tutturmak. 3. Bir şeyi yapmak için gerekli parçaları bir araya getirmek: "Koca bir nahiye titreştik, ödünsüz yattık / O büyük mektebi gördün ya, kışın biz çattık." -M. A. Ersoy. 4. Yükü hayvana iki yanlı yüklemek. 5. Başa yemeni, çatkı, yazma vb.ni bağlamak. 6. Kaşı, yüzü sertlik, öfke bildiren bir duruma sokmak: "Komiser o yana doğru geldiğinden polis kaşlarım çattı." -H. Taner. 7. (-e) Üzücü, kızdırıcı veya şaşırtıcı olaylarla karşılaşmak: "Hacı Mustafa bağırıyor, ömründe böyle bir işe çatmadığım söylüyordu." -R. H. Karay. 8. (-e) Yazıyla veya sözle sataşmak: "Böyle söyler de sonra yemek biraz azca çıkarsa yahut pek düzgün olmasa aşçıya çatacak gibi olur." -M. Ş. Esendal. 9. (-e) Rastlamak, karşılaşmak: "Nerden çattım böylesi bir güzele..." -C. S. Tarancı. 10. Sırası gelmek, zamanı gelmek: "Bir karara varma zamanı gelip çatmıştı." -C. Uçuk. 11. huk. Gemiler birbirine çarpmak.
→ çöpçatan, sözçatar
çatma kaş is. Aralarında kılsız yer olmayıp birbirine kavuşmuş olan kaşlar.
çatpat is. Çatapat.
çat pat zf. 1. Az çok ve yalan yanlış biçimde. 2. sf. Yarım yamalak: "Çat pat İngilizcesi olduğundan, onu tutmuş, Harbiye nezaretiyle işgal karargâhı arasında irtibat zabiti yapmışlardı." -A. İlhan. 3. Ara sıra. 4. Uygunsuz zamanlarda, vakitli vakitsiz: O bize çat pat gelir.
çatra patra zf. (ça'trapa'tra) Çat pat: "Bülbül gibi İtalyanca, Fransızca, çatra patra Türkçe konuşuyor." -P. Safa.
çattırma is. Çattırmak işi.
çattırmak (-i, -e) Çatma işini yaptırmak.
çav (I) is. esk. Ses, ün, haber.
çav (II) is. hlk. At, eşek vb. hayvanların erkeklik organı.
çavalye is. (çava'lye) İt. den. Çavela.
çavdar is. bot. 1. Buğdaygillerden, unlu tane veren bir bitki (Secale cereale). 2. Bu bitkinin esmer ve uzun tanesi.
→ çavdar ekmeği, çavdarmahmuzu
çavdar ekmeği is. Çavdar ve buğday unu karışımından yapılan ekmek.
çavdarlı sf. Çavdar katılmış.
çavdarmahmuzu is. bot. Buğdaygillerin ve en çok çavdarın, başağı üzerinde türeyip koyu mor renkte bir horoz mahmuzunu andıran, 1-4 cm uzunlukta, 2-7 mm genişlikte, az çok kıvrık, kolayca kırılabilen, özel kokulu, silindir yapılı çubuklar hâlinde olan ve hekimlikte kullanılan askılı mantarlardan biri (Claviceps purpurea).
çavdarsız sf Çavdar katışmamış olan.
çavela is. (çavelâ) İt. den. Tutulan balıkların içine konduğu sepet, çavalye.
çavlan is. coğ. Şelale: "Çavlan sesinden öte bir şey duyulmuyordu şimdi." -C. Uçuk.
çavlanma is. Çavlanmak işi.
çavlanmak (nsz) 1. Gürültüsü çevreye yayılmak. 2. mec. Dillere düşmek, şüyu bulmak.
çavlı is. Henüz ava alıştırılmamış doğan yavrusu.
çavma is. Çavmak işi.
çavmak, -ar (-e) hlk. 1. Güneş doğmak. 2. Dağılıp yayılmak, saçılmak. 3. Sapmak, yol değiştirmek, amaçtan şaşmak.
çavşır is. Ar: cövşir bot. 1. Maydanozgillerden bir bitki (Opopanax chironium). 2. Bu bitkinin eczacılıkta kullanılan reçinesi.
Çavuldur öz. is. tar. Oğuz Türklerinin yirmi dört boyundan biri.
çavun is. Hayvan derisinden veya çavdan yapılmış kırbaç.
çavuş is. 1. tar. Osmanlı devleti teşkilatında çeşitli hizmetler yapan görevli. 2. tar. Osmanlı ordusunda üst komutanların buyruklarını ast komutanlara ulaştıran görevli. 3. Bir işin veya işçilerin başında bulunan ve onları yöneten sorumlu kimse: "O döver, ne olacak babası belediye çavuşu imiş." -P. Safa. 4. ask. Onbaşıdan sonra gelen ve görevi manga komutanlığı olan erbaş: "Kadanaların birinin üstünde bir topçu çavuşu oturuyor. " -R. H. Karay. 5. ask. Askerî okullarda sınıf başkanı: "İki ay içinde üstünlüğünü tanıtarak sınıfının çavuşu olmuştur." -F. R. Atay.
→ çavuş kuşu, çavuş üzümü, ahbap çavuş ilişkisi, astsubay başçavuş, astsubay çavuş, astsubay kıdemli başçavuş, astsubay kıdemli çavuş, astsubay kıdemli üstçavuş, astsubay üstçavuş, başçavuş, karaçavuş, kıdemli başçavuş, kıdemli üstçavuş, uzatmalı çavuş, uzman çavuş, üstçavuş, belediye çavuşu, emir çavuşu
çavuş kuşu is. zool. Çavuş kuşugillerden, uzun yay biçimli gagalı, güvercinden küçük, başı sorguçlu, kısa kanatlı bir kuş, ibibik, hüthüt (Upopa epops).
çavuş kuşugiller ç. is. zool. Örneği çavuş kuşu olan bir kuş familyası.
çavuşluk, -ğu is. 1. Çavuş olma durumu veya görevi. 2. Çavuş rütbesi.
→ başçavuşluk, üstçavuşluk
çavuş üzümü is. bot. Kabuğu ince, çekirdeği ufak, iri taneli bir tür beyaz üzüm: "Dün akşam, İstanbul'dan gelirken cebimdeki son mecidiyeyi bozdurup iki okka çavuş üzümü aldım."-Y.Z. Ortaç.
çay (I) is. (Çinceden) bot. 1. Çaygillerden, nemli iklimlerde yetişen bir ağaççık (Thea chinensis). 2. Bu ağaççığın özel işlemlerle kurutulan yaprağı. 3. Bu yaprağın demlenmesiyle elde edilen güzel kokulu ve sarımtırak kırmızı renkli içecek: "O esnada bana sadece bir büyük bardak çay getirdiler." -R. N. Güntekin. 4. Çeşitli bitkilerin yaprak veya çiçeklerinin demlenmesiyle elde edilen bir tür içecek. 5. Konukların içecek ve börek, pasta vb. yiyeceklerle ağırlandığı toplantı: "Sana bir şey söyleyeyim mi, artık çay davetlerinden bıktım." -P. Safa. 6. Müzikli toplantı: "Gittiği zengin arkadaşlarının çayından allak bullak gelir." -H. Taner, çay demlemek demlemek, çay dökmek çay demleyip bardakta sunmak.
→ çayağacı, çay bahçesi, çay bardağı, çayevi, çay fincanı, çayhane, çay kaşığı, çay ocağı, çay saati, çay servisi, çay şekeri, çay takımı, buzlu çay, kuru çay, poşet çay, saltama çay, torba çay, yaprak çay, ada çayı, dağ çayı, elma çayı, paşa çayı
çay (II) is. Dereden büyük, ırmaktan küçük akarsu: "Deli bir çayın kıyısındaki yalçın bir kaya gibidir." -T. Buğra, çay kenarında kuyu kazmak elde, amaca ulaşılacak bol araç varken emek harcayarak başka yollar aramak, çaydan geçip derede boğulmak büyük güçlükleri yenmişken önemsiz bir sebepten başarısızlığa uğramak, çayı görmeden paçaları sıvamak dereyi görmeden paçaları sıvamak.
→ çaykara, çaydaçıra
çayağacı is. argo Tavla vb. oyunlarda sürekli yenilip bir şeyler ısmarlamak zorunda kalan kimse.
çayan is. hlk. Akrep, yılan, çıyan, kırkayak vb. zehirli hayvan.
çay bahçesi is. Çay, kahve ve alkolsüz içkilerin içildiği bahçe: "Üstü kat kat satılacak, altı ya çay bahçesi olacak ya da gazino!" -A. İlhan.
çay bardağı is. Çay içmekte kullanılan cam bardak: "Elimde ince belli çay bardağı, yudum yudum içerek müşterileri seyrediyorum. " -Y. Z. Ortaç.
çaycı is. 1. Çay demleyip satan kimse: "Elbet çarşıda bir kahve, bir çaycı dükkânı bulurum." -Y. Z. Ortaç. 2. Çay yetiştiricisi. 3. Çay içmeye düşkün, çay tiryakisi. 4. Çay demlenip satılan yer.
çaycdık, -ğı is. 1. Çay yapma ve satma işi. 2. Çay yetiştirme işi.
çaydaçıra is. hlk. 1. Elazığ ve çevresinde kına gecesi veya düğünlerde, ellerde yanan mum taşınarak oynanan türkülü bir halk oyunu. 2. Bu oyunun müziği.
çaydanlık, -ğı is. Çay hazırlamak için kullanılan mutfak eşyası: "Aşağı indim, çaydanlık, bakır mangalın kenarında, küle gömülmüş, demleniyor." -Y. Z. Ortaç.
çayevi is. Çay, kahve vb. içeceklerin hazırlandığı ve içildiği yer, çay ocağı, çayhane.
çay fincanı is. Genellikle porselenden yapılan, kulplu fincan.
çaygiller ç. is. bot. İki çeneklilerden, yapraklarından çay yapılan bir bitki familyası.
çayhane is. (çayha:ne) T. çay + Far. hâne esk. Çayevi.
çayhaneci is. Çayhane İşleten kimse.
çayhanecilik, -ği is. Çayhanecinin işi veya mesleği.
çayır is. 1. Üzerinde gür ot biten düz ve nemli yer: "Çocukların neşesi birdenbire sönmüş, çayıra bir eski mezarlık sükûtu çökmüştü." -R. N. Güntekin. 2. Böyle yerde biten otlar.
→ çayırgüzeli, çayır kuşu, çayır mantarı, çayırmelikesi, çayır otu, çayır peyniri, çayırsedefi, çayır tavuğu, çayır teresi, çayır tirfili, çayır yulafı, karaçayır, kokulu çayır otu, kuru çayır, suni çayır, yaş çayır, dağ çayırı, orman çayırı, yayla çayırı
çayırgüzeli is. bot. Buğdaygillerden bir bitki (Erogrostis majör).
çayır kuşu is. zool. Tarla kuşu.
çayırlama is. Çayırlamak işi.
çayırlamak (nsz) 1. Çayırlanmak. 2. Hayvan yediği çayırdan hastalanmak.
çayırlaşma is. Çayırlaşmak işi.
çayırlaşmak (nsz) Çayır durumuna gelmek.
çayırlı sf. Çayın olan.
çayırlık, -ğı is. Çayın olan yer: "En çok zevki, kasabanın bayram yerlerinden, halkın tatil günleri serpildiği çayırlıklardan aldım." -S. F. Abasıyanık.
çayır mantarı is. bot. Şapkasının alt yüzü ince dilimli, zehirli de olabilen mantar türlerinin ortak adı.
çayırmelikesi is. bot. Keçisakalı.
çayır otu is. bot. 1. Çayır oluşturan çeşitli bitkilerin genel adı. 2. Buğdaygillerden kuru ve kireçli yerlerde yetişen küçük bir çayır otu, fleol (Phleum pratense).
çayır peyniri is. Az tuzlu veya tuzsuz bir tür taze peynir.
çayırsedefi is. bot. Düğün çiçeğigillerden, sulak yerlerde yetişen, kökü iç sürdürücü olarak kullanılan bir bitki (Thalictmm).
çayırsız sf. Çayırı olmayan.
çayır tavuğu is. zool. Orman tavuğugillerden, sırtı beyaz çizgili siyah ve esmer, karnı siyah bir kuş (Tympanuchus cupido).
çayır teresi is. bot. Turpgillerden beyaz çiçekli, yabani bir bitki (Cardemina pratensis).
çayır tirfili is. bot. Baklagillerden, hayvan yemi olarak yetiştirilen bir bitki (Trifolium pratense).
çayır yulafı is. bot. Buğdaygillerden, yulafa benzeyen bir kır bitkisi (Avenastrum).
çaykara is. hlk. Çay kenarında çıkan göze, kaynak, pınar.
çay kaşığı is. Kahve yaparken, ilaç içerken veya çaya toz şeker koyarken ölçek olarak kullanılan ve şekeri karıştırmaya yarayan küçük kaşık.
çaylak, -ğı is. 1. zool. Yırtıcılardan, uzun kanatlı, çengel gagalı, küçük kuşları ve fare gibi zararlı hayvanları avlayan, tavuk büyüklüğünde bir kuş (Milvus migrans). 2. sf. mec. Toy, deneyimsiz, acemi (kimse).
→ çaylak fırtınası, acemi çaylak
çaylakça sf. (çayla'kça) 1. Çaylağa yakışır. 2. zf. Çaylağa yakışır biçimde.
çaylak fırtınası is. Kış başlarında olan fırtına.
çaylaklık, -ğı is. Toyluk, deneyimsizlik, acemilik.
çaylı sf. İçinde çay bulunan.
→ çaylı kek
çaylık, -ğı is. 1. Çay ağaççıklarının yetiştiği yer. 2. sf. Çay İçin kullanılan: Çaylık şeker.
çaylı kek is. İçine çay karıştırılarak yapılan kek.
çay ocağı is. Çayevi.
çay saati is. Çay içmek için belirlenmiş saat.
çay servisi is. Çay dağıtımı.
çay şekeri is. Çayı tatlandırmak için kullanılan katı şeker, küp şekeri.
çay takımı is. 1. Çaydanlık, sütlük, şekerlik ve altı veya on iki çay fincanından oluşan takım: "Bir çay takımı göndermek önerisi ilkin coşkunlukla kabul edilir." -N. Cumalı. 2. Çay sunulurken kullanılan Örtü ve peçetelerin hepsi.