ce (I) is. Türk alfabesinin üçüncü harfinin adı, okunuşu.
ce (II) ünl. Kucak çocuklarım, bebekleri eğlendirmek için çıkarılan ses. ce demeye mi geldin? şaka "Bu kadar az oturmaya mı geldin?" anlamında kullanılan bir söz.
-ce (I) bk. -ca / -ce vb. (I).
-ce (II) bk.-ca/-cevb. (II).
Ce kim. Seryum elementinin simgesi.
cebbar is. (cebba:r) Ar. cebbar 1. din b. Kudret sahibi, Tanrı. 2. astr. Gökyüzünün güneyinde bulunan bir yıldız kümesi. 3. sf. hlk. Becerikli, açıkgöz (kadın). 4. sf esk. Zorlayıcı, zorba.
cebe is. Moğ. cebe esk. 1. Zırh. 2. Silah.
cebeci is. tar. Yeniçeri ordusunda silah yapan, onaran ve bakımı ile görevli bulunan, savaşta ordunun silah ve cephanesini ulaştıran yaya kapıkulu ocaklarından bir sınıf asker.
cebel (I) is.hlk. 1. Sahipsiz, boş toprak. 2. Ekilmemiş tarla, ekime elverişli olmayan yer.
cebel (II) is. Ar. cebel esk. Dağ.
cebeli is. tar. 1. Osmanlı İmparatorluğu döneminde, savaş sırasında tımar, zeamet sahiplerinin dirlikleri oranına göre yanlarında götürmekle yükümlü bulundukları atlı asker. 2. Aynı dönemde illerdeki atlı İnzibat kuvveti.
cebelleşme is. Cebelleşmek işi.
cebelleşmek (-ie) 1. Uğraşmak, çekişmek: "Şehirde işi zor, cebelleşip duruyor." -T. Dursun K. 2. Tartışmak, münakaşa etmek.
cebellezi is. (cebe'liezi) argo Hakkı olmayan bir şeyi kendisine mal edip cebine koyma, cebine indirme, cebellezi etmek cebine indirmek.
ceberut is. (ceberu:t) Ar. ceberut esk. 1. din b. Tanrı'nın her şeyin üstünde olan kudreti: "Sahibikâinat olan ceberut." -T. Fikret. 2. din b. Tasavvufta Allah'a varmanın üçüncü basamağı. 3. mec. Merhametsizlik, zorbalık: "Böyle ceberut sahibi firavunlar karşısında ağız açmak haddimize mi düşmüş." -R. N. Güntekin. 4. sf. Acımasız, merhametsiz, zorba: "Ceberut hanım, hiçbir şeye izin vermiyordu ki!"-A. İlhan.
cebi delik, -ği sf. Tutumlu olmayan (kimse), savurgan.
cebin is. (cebi:n) Ar. cebin esk. 1. Alm, yüz. 2. sf. Korkak: "Sonra dört yüz bu kadar milyon adam, hepsi cebin." -M. A. Ersoy.
cebir, -brî (I) is. Ar. cebr esk. Zor, zorlayış. cebir kullanmak bir işi yaptırmak için zora başvurmak.
→ cebretmek, cebrinefis
cebir, -bri (II) is. Ar. cebr mat. esk. Artı ve eksi gerçek sayılarla, bunların yerini tutan harfler yardımıyla nicelikler arasında genel bağlantılar kuran matematik kolu: Bilinen en eski cebir kitabı, Harezm Türklerinden Musa oğlu Mehmet'in 830 yılında yazılan eseridir.
→ mali cebir
cebire is. (cebire) Ar. cebire esk. Kırık kemikleri yerinde tutmak için kullanılan tahta, mukavva veya tenekeden yapılmış, üzeri bezle kaplanan levha, süyek, koaptör.
cebirsel sf. Cebirle ilgili.
→ cebirsel deyim, cebirsel formül, cebirsel ifade
cebirsel deyim is. mat. Bilinen veya bilinmeyen büyüklük ölçüleri üzerinde, bunlara bağlı bir büyüklük ölçüsünü çıkarmak için gerekli işlemleri gösteren ve birbirine cebirsel işaretlerle bağlanan harf ve sayılar bütünü, cebirsel formül, cebirsel ifade.
cebirsel formül is. mat. Cebirsel deyim.
cebirsel ifade is. mat. Cebirsel deyim.
Cebrail öz. is. (cebra:il) Ar. cebrâ 'il din b. Allah tarafından peygamberlere vahiy getirmekle görevlendirilen, dört büyük melekten biri.
cebren zf. (ce'bren) Ar. cebren esk. Zorla: "Cebren ve hile ile aziz vatanın..." -Atatürk.
cebretme is. Cebretmek işi.
cebretmek, -der (-i, -e) Ar. cebr + T. etmek esk Zorlamak: "Sizi de inanmaya cebretmek isteyen bunamış bir inat ve ısrar ile söylüyor." -K. Ş. Hisar.
cebrî sf. (cebri:) Ar. cebrî esk. 1. Zorla yapılan: Cebrî muamele. 2. Zor kullanılarak yaptırılan. 3. Zorlama.
→ cebrî yürüyüş
cebrinefis, -fsi is. Ar. cebr + nefs esk. Nefis zorlaması: "Sonra son derece bir cebrinefsile kendimi tutabildim." -A. Gündüz.
cebriye is. Ar. cebriyyefel. esk. Yazgıcılık.
cebrî yürüyüş is. ask. Bir yere kuvvet yetiştirmek veya düşmandan önce varmak için yapılan hızlı yürüyüş.
cedel is. Ar. cedel esk. Tartışma, çekişme, münakaşa etme.
cedelleşme is. Cebelleşme.
cedelleşmek hlk. Cebelleşmek.
Cedi öz. is. (cedi:) Ar. cedi astr. esk. Oğlak (burcu).
cedit, -di sf. Ar. cedid esk. Yeni.
→ Ahd-i Cedit, esericedit
cedre is. Ar. cedre tıp esk. Guatr.
cefa is. (cefa:) Ar. cefa Büyük sıkıntı, üzgü, eziyet, zulüm: "Esirlikte ve cefada, millet ruhunu tavlandıran bir sır olduğuna o akşam inandım." -R. E. Ünaydın. cefa çekmek (veya görmek) üzüntü, sıkıntı çekmek: "Mektubumda yazmamış mıydım, senin yüzünden ne cefalar çektiğimi?" -O. C. Kaygılı, cefa etmek üzmek, eziyet etmek. cefaya katlanmak sıkıntı veya üzüntüyü sabırla karşılayıp tahammül etmek: "Hediye istemezler, fazla kıskanmazlar, cefaya katlanırlar, can sıkmazlar."-P. Safa.
→ eza cefa
cefakâr sf (cefa:kâ:r) Ar. cefa + Far. -kâr 1. Eziyet eden. 2. hlk. Eziyet çeken, cefakeş.
cefakeş sf. (cefa:keş) Ar. cefâ + Far. -keş esk. Cefa çeken, sıkıntıya katlanan: "Bu, cefakeş bir işçi kadının hikayesiydi." -Y. K. Karaosmanoğlu.
cefalı sf. 1. Sıkıntı, eziyet çekilen: "Bedia için hazin ve cefalı bir hayat başladı." -P. Safa. 2. Sıkıntıya, eziyete katlanmış veya katlanan.
ceffelkalem zf. (ce'ffelkalem) Ar. ceff+ kalem esk. Hiç düşünüp taşınmadan, bir çırpıda: "Avrupalılar, bir şiirimiz olduğunu bilmezler ve Türk'ün bu bahiste de kabiliyetim ceffelkalem inkâr ederler." -Y. K. Beyatlı.
cehalet is. (ceha:let) Ar. cehalet Bilgisizlik: "Açlık gidecek, cehalet gidecek, benizler kanlanacak, tabiat yenilenecek, emir altına alınacaktı." -T. Buğra.
cehdetme is. Cehdetmek işi.
cehdetmek, -der (-e) Ar. cehd + T. etmek esk. Çalışıp çabalamak.
cehennem is. Ar. cehennem 1. din b. Dinî inanışlara göre, dünyada günah işleyenlerin öldükten sonra ceza görecekleri yer, tamu: "Cennet, cehennem, ahiret, ebedî hayat hayallerine bir daha dönmesine imkân yoktu." -R. N. Güntekin. 2. mec. Çok sıkıntılı yer: "Kafamın çatlaklığı yüzünden bir anda orasını zindana, cehenneme çevirdim." -R. H. Karay, cehennem gibi çok sıcak, cehennem ol defol! cehennem olmak defolmak: "Başımı Örtünce cehennem olur giderim." -Y. K. Karaosmanoğlu. cehenneme kadar yolu var "defolsun, istediği yere kadar gitsin, korkum yoktur" anlamlarında bir sövgü sözü. cehennemi boylamak sevilmeyen bir kimse ölmek, cehennemin bucağı (veya dibi) çok uzak yer: "... inerseniz çok büyük sevaba girmiş olursunuz. Yoksa bilirsiniz ki ben, cehennemin bucağı olsa giderim..." -O. C. Kaygılı, cehennemin dibine gitmek kızılan bir kimse defolup gitmek.
→ cehennem azabı, cehennem hayatı, cehennem kütüğü, cehennem sıcağı, cehennem taşı, cehennem zebanisi
cehennem azabı is. 1. din b. Cehennemde uğranılacağına inanılan ceza. 2. mec. Çok büyük sıkıntı, eziyet: "Üç gün üç gece cehennem azabı çekip borcunun ancak bir kısmını ödedi." -E. E. Talu.
cehennem hayatı is. Büyük sıkıntı ve üzüntülerle dolu yaşayış: Bu ikisinin arasında senelerce süren bir cehennem hayatı oldu." -H. Z. Uşaklıgil.
cehennemi sf. (cehennemi:) Ar. cehennemi esk. 1. Cehennemle ilgili. 2. mec. Üzücü, yakıcı, cehennem gibi: "İçimi cehennemi bir üzüntü kemiriyordu." -Y. K. Beyatlı.
cehennem kütüğü is. din b. Cehennemde yanmaya yaraşır kimse.
cehennemleşme is. Cehennemleşmek durumu.
cehennemleşmek 1. Cehenneme dönmek. 2. Aşın üzüntü ve sıkıntı çekilen yer durumunu almak: "Hayatımız, gönlümüzde kâh cennetleşen ve kâh cehennemleşen bir âlemde geçer." -A. Ş. Hisar.
cehennemlik, -ği is. 1. Hamamın ocağı, külhan. 2. Modern ekmek fırınlarında ateşin bulunduğu en sıcak bölüm. 3. sf Öldükten sonra yerinin cehennem olacağı sanılan, cehenneme layık (kimse): "Gözlerini açıp kendini büyük bir ateş önünde bulunca cehennemde olduğunu anlayarak cehennemlik olduğum malumdu, dedi." -A. Ş. Hisar.
cehennem sıcağı is. Aşırı sıcak.
cehennem taşı is. min. Gümüşün nitrik asitte ergitilmesiyle elde edilen, havaya dayanıklı, ışıkta bozulmayan beyaz kristal.
cehennem zebanisi is. Zalim, acımasız kimse.
cehil, -hli is. Ar. cehl esk. Bilgisizlik, bilmezlik: "Bütün inadı ve bütün kuvveti cehlinden geliyor." -Y. K. Karaosmanoğlu.
cehre is. Far. cehre esk. Pamuk, yün, ipek vb.ni eğirip iplik durumuna getirmeye yarar araç, iğ.
cehri is. bot. Kök boyasıgillerden, meyve, kabuk veya odunundan güzel kırmızı renk elde edilen bir kök (Rhamnus infectorius).
ceht, -hdi is. Ar. cehd esk. Çaba, çabalama: "Ağlamamak için yaptığı büyük bir ceht gayesine varamadı ve gözyaşları boşandı." -P. Safa.
→ cehdetmek
-cek bk. -cak / -cek vb.
ceket is. Fr. jaauette Erkeklerin ve kadınların giydiği, genellikle önden düğmeli, kalçayı örten, kollu üst giysisi.
ceketatay is. bk. jaketatay.
ceketli sf. Ceketi olan.
ceketsiz sf. Ceketi olmayan.
celadet is. (celâ:deî) Ar. celâdet esk. Yiğitlik, kahramanlık.
celal, -li is. (celâ:l) Ar. celâl esk. 1. Büyüklük, ululuk. 2. Öfke, kızgınlık: "Kahraman ırkıma bir gül, ne bu şiddet, bu celal." -M. A. Ersoy.
Celali öz. is. (celalli:) Ar. celâli tar. İlk olarak Yavuz Sultan Selim döneminde ortaya çıkıp devlete isyan eden Bozoklu Derviş Celal'in adamlarına ve ondan yana olanlara, sonraları da ortaya çıkan bütün eşkıyaya verilen ad.
Celalilik, -ği öz. is. Celali olma durumu.
celallenme is. Celallenmek işi.
celallenmek (nsz) Öfkelenmek, kızmak.
celalli sf. 1. Sert ve öfkeli (kimse): "îyi ve memnun zamanlarında ne kadar nazikse sıkıldığı, kızdığı vakit de o kadar celalli ve kaba olurdu." -R. N. Güntekin. 2. Coşkun: "Bir vakitler kükreyip taşan celalli bir nehirmiş." -H. Taner. 3. Hırçın.
celallice sf. (celâlli'ce) Celalli gibi, celalliye benzer: "Ev sahibi celallice bir adamdı." -R. N. Güntekin.
celbe is. Avcı çantası.
celbetme is. Celbetmek işi.
celbetmek, -der (-i) Ar. celb + T. etmek 1. Kendine çekmek. 2. Getirmek.
celep, -bi is. Ar. celeb esk. 1. Koyun, keçi, sığır vb. kesilecek hayvanların ticaretini yapan kimse: "Sen kasap mısın, koyun tüccarı mı, celeplerle senin ne işin var?" -O. C. Kaygılı. 2. tar. İç oğlanı.
celeplik, -ği is. Koyun, keçi, sığır vb. kesilecek hayvanların ticaretini yapma işi.
celi sf. (celi:) Ar. celi esk. 1. Açık, aşikâr. 2. Parlak, cilalı.
→ celi yazı
celil sf. Ar. celil esk. 1. Çok büyük, ulu. 2. din b. Tanrı'nın sıfatlarından biri.
celi yazı is. Uzaktan okunacak biçimde istif edilmiş, iri sülüs Arap harfli levha yazısı: "Sülüs, nesih ve celi yazılarda gösterdiği ustalığı herkes göstermez." -S. Birsel.
cellat, -di is. (cellâ:t) Ar. cellâd 1. Ölüm cezasına çarptırılanları öldürmekle görevli olan kimse. 2. sf. mec. Acımasız, katı yürekli, kolaylıkla suç işleyen, zalim, cellat gibi acımasız.
cellatlık, -ğı is. 1. Cellat olma durumu. 2. Celladın görevi. 3. mec. Katı yüreklilik, zalimlik.
celp, -bi is. Ar. celb 1. ask Askerlik ödevini yapmaya çağırma: Bu celpte yüz er geldi. 2. huk Çağrı belgesi: "Mahkeme celbinin gelmesi gecikti." -T. Buğra. 3. esk Getirtme, kendi üzerine çekme.
→ celbetmek, celp kâğıdı, celpname
celp kâğıdı is. huk Çağrı belgesi.
celpname is. (celpna:me) Ar. celb + Far. nâme huk. Çağn belgesi.
celse is. Ar. celse Oturum: "Celse gürültüler arasında tatil edildi." -H. Taner, celseyi açmak oturumu açmak: "Evvela Nihat bir nutukla celseyi açtı." -P. Safa. celseyi tatil etmek oturuma ara vermek.
→ açık celse, gizli celse, hafi celse
cem is. Ar. cem' 1. Toplama, bir araya getirme: "Haymana'da ayrıca kuvvet cemine teşebbüs ettiler." -Atatürk. 2. dbl. esk Çokluk. 3. mat. esk Toplama.
→ cemetmek, cemevi, ayinicem
cemaat, -ti is. (cema:at) Ar. cemâ'at 1. din b. Bir İmama uyup namaz kılan kişiler. 2. İnsan kalabalığı, topluluk: "Sonra, dağılmayan, etrafını saran cemaate dönüyor." -T. Buğra. 3. Bir dinden veya bir soydan olanların topluluğu: "Önde Rum patriği, arkada bütün cemaatlerin patrikleri, hepsi sırma esvaplı ve altın taçlı, sopalarını taşa vurarak mezarın etrafını tavaf ettiler." -F. R. Atay. cemaat ne kadar çok olsa imam gene bildiğini okur bir yetkili kimse, çevresindekilerin düşüncesi ne olursa olsun kendi istediğini yapmaya çalışır, cemaate uymak içinde bulunulan bir topluluğa uyarak davranmak. cemaatle namaz kılmak imama uyarak namaz kılmak.
→ cemaatimüslimin, cumhur cemaat, cümbür cemaat
cemaatimüslimin is. (cema:atimüslimi:n) Ar. cemâ'at + müslimin din b. Müslüman halk: "Beni dinleyin bir yol, ey cemaatimüslimin!" -Yi. Taner.
cemaatleşme is. Cemaatleşmek işi veya durumu.
cemaatleşmek (nsz) Cemaat durumuna gelmek.
cemaatti sf. Cemaati olan.
cemaatsiz sf. Cemaati olmayan.
cemaatsizlik, -ği is. Cemaatsiz olma durumu: "Camiler cemaatsizlikten çın çın ötüyordu." -Ö. Seyfettin.
cemadat ç. is. (cema:da:t) Ar. cemâdat esk. Cansızlar, cansız varlıklar.
cemal, -li is. (cema:l) Ar. cemâl esk. Yüz güzelliği: "Sadakatinden dinî bir zevk duyuyor, cemaline tutkun kalmaktan temiz neşeler topluyordu." -R. H. Karay.
ceman zf. (ce'ma:n) Ar. cem'an esk. Toplayarak, toplam olarak, hepsini içine alarak.
→ ceman yekûn
ceman yekûn zf. Toplam olarak.
cem ayini is. (cem ayini) din b. Mevlevi ve Bektaşi tekkelerinde kadın ve erkeğin birlikte katıldığı, dinî müzikli sohbet töreni, ayinicem.
cemaziyelahir is. (cema:ziyelâ:hir) Ar. cemâziyü'l-âhir esk. Ay takviminin altıncı ayı, küçük tövbe ayı.
cemaziyelevvel is. (cema:ziyelewel) Ar. cemâziyü'l-evvel esk. 1. Ay takviminin beşinci ayı, büyük tövbe ayı. 2. Geçmiş: "Hırsız acaba bu on kişiden hangisi? .. On kişinin şekil ve şemailini şöyle bir süzerim, mümkünse cemaziyelevvellerini de bir yoklayıveririm." -R. N. Güntekin. (bir kimsenin) cemaziyelevvelini bilmek bir kimsenin herkesçe bilinmeyen, geçmişteki her türlü yönünü veya kötü durumunu bilmek.
cembiye is. Ar. cenbiyye esk. 1. Bir çeşit eğri kama, hançer: "Karşı taraf üstüne üşüşüp cembiye ile Türk çocuğunu parçaladılar." -F. R. Atay. 2. Ağzı eğri bir tür Arap bıçağı.
cembiyeli sf. Cembiyesi olan: "Tüfekli ve cembiyeli nöbetçiler arasında içeri girdi." -F. R. Atay.
cembiyesiz sf Cembiyesi olmayan.
cemetme is. Cemetmek işi.
cemetmek, -der (-i) Ar. cem' + T. etmek esk. Toplamak, bir araya getirmek.
cemevi is. Alevilerin toplanma yeri.
cemi sf (cemi:) Ar. cemi' esk. Bütün, hep, bir şeyin hepsi, bir şeyin tümü.
cemil sf Ar. cemil esk. 1. Güzel (erkek). 2. din b. Tanrı'nın sıfatlarından biri.
cemile is. (cemide) Ar. cemile esk. 1. Gönül alıcı davranış: "Binecekleri vapur, Konsolosa fevkaladeden bir cemile olarak o turda, pruva direğine Türk bayrağı çekiyordu." -R. H. Karay. 2. sf Güzel (kadın).
cemiyet is. Ar. cem'iyyet 1. Dernek: "Gazî'nin reisliği altında bir Türk Tarihi Tetkik Cemiyeti var." -E. İ. Benice. 2. Düğün: "Bohçacı hanım, cemiyetin nerede olacağını öğrenip yarın haber getirmeyi vadetmişti." -S. M. Alus. 3. Bir olayı veya kişiyi kutlamak amacıyla bir araya gelen topluluk: "Bîr hafta olmazdı ki bir mektebe başlama, bir sünnet, bir düğün, bir lohusa cemiyeti görmeyelim." -Ö. Seyfettin. 4. Yüksek sosyete. 5. ed. Birbirine uygun veya zıt anlamlı kelimeleri tenasüp, tezat sanatları yoluyla bir araya getirme. 6. sos. Toplum.
→ gizli cemiyet
cemiyetli sf Cemiyet içinde geçen, derli toplu, dağınık olmayan: "... o kadar cemiyetli bir hayatımız vardı ki bir türlü bırakamadım. " -A. H. Tanpınar.
cemre is. Ar. cemre Şubat ayında birer hafta arayla havada, suda ve toprakta oluştuğu sanılan sıcaklık yükselişi: "Bu cemre sözü Arapça kor ateş manasındadır." -B. Felek. cemre düşmek sıcaklık yükselmek: Bugün cemre suya düştü.
cenabet sf (cena:bet) Ar. cenabet din b. 1. Cünüp. 2. mec. Pis, kötü, hoşlanılmayan (kimse veya şey): "Cenabet karının oyunları da en aşağı yedi sekiz kısımlıktır, çok bekletir." -P. Safa. 3. is. din b. Cünüp olma durumu.
Cenabın ak, -kk'ı öz. is. (cena:bıhak) Ar. cenâb + hakk din b. Allah, Tanrı: "Cenabıhakk'ın lütfuyla bu büyük badireden sağ çıktık." -Ö. Seyfettin.
cenah is. (cena.h) Ar. cenah esk. 1. Kuş kanadı. 2. Kol, pazı. 3. Yan, taraf. 4. ast Kanat: "Ben takımımla beraber taburun sağ cenahını himaye için tepelere çıktım." -Ö. Seyfettin.
cenap, -bı is. (cena:p) Ar. cenâb esk. Saygı, onur ve büyüklük anlamıyla kullanılan bir söz: "Prens cenapları için oturacak yer arıyoruz. " -Ö. Seyfettin.
cenaze is. (cena:ze) Ar. cenaze 1. Kefenlenip tabuta konmuş, gömülmeye hazırlanmış insan ölüsü. 2. Ölü, ölmüş kimse: "Evden iki sene içinde üç cenaze çıkmıştı." -P. Safa. 3. Cenaze töreni, cenaze gibi benzi sararmış. cenazeyi kaldırmak 1) ölüyü gömmek üzere götürmek; 2) ölüyü gömmek; 3) mec. ortada kalan bir işi bitirmek.
→ cenaze alayı, cenaze duası, cenaze levazımatı, cenaze merasimi, cenaze namazı, cenaze töreni, canlı cenaze
cenaze alayı is. Cenazeyi izleyen topluluk: "Onu bu kadar candan alkışlayan İstanbul, iki gün sonra çok derin bir üzüntüyle cenaze alayını izledi." -H. C. Yalçın.
cenaze duası is. din b. Cenaze namazında okunan dua.
cenaze levazımatı is. Ölünün kefenlenmesi sırasında gerekli olan malzemeler.
cenaze merasimi is. Cenaze töreni.
cenaze namazı is. din b. Cenaze gömülmeden önce musalla taşının üstüne konulan tabutun önünde kılman namaz.
cenaze töreni is. Bir cenaze için mezara kadar yapılan dinî tören, cenaze merasimi: "Bir cenaze töreni için Şehitlik'e ilk defa gidiyordum. " -F. R. Atay.
cendere is. Far. cendere 1. Bir şeyi sıkma, ezme vb. işlerde kullanılan düzenek, pres. 2. mec. Manevi baskı, cendereye sokmak manevi baskı altına almak: "Yanımızdaki kızı umursamadığımızı göstermek için kör olası bir gururla kendimizi cendereye soktuğumuz çağlar." -H. Taner.
→ su cenderesi
cendereleşme is. Cendereleşmek işi. cendereleşmek (nsz) Manevi baskı altında mücadele etmek.
Cenevizli öz. is. (cene'vizli) tar. Ceneviz (bugünkü Cenova şehri) Cumhuriyeti halkından olan kimse.
cengâver sf. (cengâıver) Far. ceng-âver esk. 1. Savaşta kahramanlık gösteren: "Kimi sipahi ağası gibi mağrurdu, kimi cengâver tavırlı ve sakindi." -Y. K. Beyatlı. 2. İyi dövüşen, dövüşçü, savaşkan, vuruşkan: Cengâver bir ulus.
cengâverce zf. (cengâıve'rce) Cengâvere yakışır biçimde.
cengâverlik, -ği is. Savaşçılık, savaşkanlık, dövüşçülük.
cengel is. Far. cengel Otlarla ve sık ağaçlarla Örtülü geniş Hindistan ormanı, cangıl.
cenin is. Ar. cenin anat. Dölüt.
→ ceninisakıt
ceninisakıt is. (ceni:nisa:kıt) Ar. cenin + sâkit esk. Düşük.
cenk, -gi is. Far. ceng 1. Kahramanca mücadele, çarpışma, savaş: "Kale burçlarında cenge çağrı davulları vuruldu." -N. Araz. 2. mec. Büyük çaba, uğraş, kavga, çekişme: "Her dakikam bir ayrı cenk ile geçiyor." -Y. K. Karaosmanoğlu. cenk etmek savaşmak, mücadele etmek: "içimdeki bu ifriti öldürmek, sükûnumu bulmak için kendimle cenk ettim."-R.C. Yalçın.
cenkçi sf. Savaşçı, kavgacı.
cenkçilik, -ği is. Cenkçi olma durumu.
cenkleşme is. Cenkleşmek işi.
cenkleşmek (nsz, -le) 1. Savaşmak. 2. mec. Atışmak, çekişmek, münakaşa etmek: "Sadrazamın kapısındaki dilsizlerle cenkleşirken yardımayetişen yavere...'''-H. C. Yalçın.
cennet is. Ar. cennet 1. din b. Dinî İnanışlara göre dünyada iyilik yapanların, günahsızların, öldükten sonra sonsuz bir mutluluğa kavuşacakları yer, uçmak (II), behişt: "Cennet cennet dedikleri birkaç köşkle birkaç huri / isteyene ver sen anı, bana seni gerek seni." -Yunus Emre. 2. sf. mec. Çok güzel, huzur veren (yer): "Kim bu cennet vatanın uğruna olmaz ki feda." -M. A. Ersoy. cennet gibi güzel, bakımlı (yer): "Bu cennet gibi yerler gözümde zindan kesiliyor." -Y. K. Karaosmanoğlu. cennete çevirmek temiz, bakımlı, güzel bir yer durumuna getirmek. cennete dönmek güzel, rahat yaşanılır, bakımlı bir yer durumuna gelmek.
→ cennet balığı, cennet biberi, cennet kuşu, cennetmekân, cennet öküzü, cennet taamı, eşek cenneti
cennet balığı is. zool. Cennet balığıgillerden, mavi yeşil zemin üzerine bakır rengi çizgili tropikal balık (Macropodus viridiauratus).
cennet balığıgiller ç. is. zool. Kemikli balıklar takımının kefallar alt takımına giren bir familya.
cennet biberi is. bot. Zencefilgillerden karabiber tadında bir bitki.
cennet kuşu is. 1. zool. Cennet kuşugillerden, tüyleri güzel renkli bir kuş (Paradisea apoda). 2. mec. Güzel, alımlı kadın: "îbiş'in odasına cennet kuşları baskın vermişti." -T. Buğra. 3. hlk. Henüz pek küçükken ölen bebek.
cennet kuşugiller ç. is. zool. Omurgalı hayvanlardan kuşlar sınıfının bir familyası.
cennetleşme is. Cennetleşmek durumu.
cennetleşmek (nsz) 1. Cennet durumuna girmek. 2. mec. Cennetin güzellikleriyle donanmak: "İki dolu kadeh daha çekti, dünya cennetleşir gibi oldu." -H. R. Gürpınar.
cennetlik, -ği is. Öldükten sonra yerinin cennet olacağına inanılan kimse, cennetmekân.
cennetmekân is. (cennetmekâ:n) Ar. cennet + mekân esk. Cennetlik.
cennet öküzü is. Yüreği temiz, ancak budala denecek kadar saf olan kimse.
cennet taamı is. Tadı çok güzel olan yemek veya yiyecek.
center is. İng. center bk. merkez.
centilmen sf. İng. gentleman İyi arkadaşlık eden, saygılı, görgülü, kibar (erkek): "Kendisini çok yakışıklı ve centilmen bulduğumu söyledim." -R. N. Güntekin.
centilmence sf. (centilme'nce) 1. Centilmene yakışan: Centilmence bir davranış. 2. zf Centilmene yakışır (bir biçimde).
centilmenlik, -ği is. 1. Centilmen olma durumu. 2. Centilmene yakışır davranış: "Centilmenlik gösteren örnek sporculara kupalar verecekti." -H. Taner.
→ centilmenlik anlaşması
centilmenlik anlaşması is. Hukuksal ve resmî olmayan, ancak tarafların karşılıklı güvenlerine dayanan sözlü anlaşma.
cenubi sf. (cenuıbi:) Ar. cenubi esk. Güneyle İlgili, güneye özgü olan.
cenup, -bu is. Ar. cenüb esk. Güney.
cenuplu sf. Güneyli.
cep, -bi is. Ar. ceyb 1. Genellikle bir şey koymaya yarayan, giysinin belli bir yeri açılarak içine yerleştirilen astardan yapılmış parça: "Elleri ceplerinde, kapıdan kapıya gidip geliyor." -M. Ş. Esendal. 2. Trafiği kolaylaştırmak, araçların durabilmesine olanak sağlamak için yaya kaldırımları veya şehirler arası yolların kenarlarına yapılan cep biçimindeki taşıt yanaşma yeri. 3. Cep telefonu: Seninle yarın cepten konuşuruz. 4. ask. Savaş alanının bir yerinde düşmanın geriletilmesiyle ortaya çıkan taktik durum, çökertme, cebi para görmek parası yokken para kazanmaya başlamak, (birini) cebinden çıkarmak ondan çok üstün olmak, cebine indirmek (veya atmak) hakkı olmadığı hâlde parayı kendine mal etmek, cebini doldurmak karşılaştığı elverişli durumlardan yararlanarak bol para kazanmak: "Dünyayı bir tüketim çılgınlığına itip ceplerini doldurmuşlardı." -H. Taner, (birini) cepten aramak bir kimseyi cep telefonundan aramak. cepten harcamak bir başkasının söylemediği bir sözü söylemiş gibi aktarmak. cepten vermek kendi kesesinden, kendi malından ödemek: "Kâğıt parasını oyuna başlamadan peşinen cepten vereceğiz. " -K. Tahir.
→ cep defteri, cep feneri, cep harçlığı, cep kitabı, cep saati, cep sözlüğü, cep takvimi, cep telefonu, cep televizyonu, iç cep, yalancı cep, cebi delik, saat cebi, sığınma cebi, cam cebinde
cepçi is. argo Yankesici.
cepçilik, -ği is. Yankesicilik.
cep defteri is. Cebe sığabilecek büyüklükteki defter.
cep feneri is. Cepte taşınabilen, pilli, küçük fener: "Köye ilk cep fenerini o sokmuş." -S. F. Abasıyanık.
cephane is. (cepha:ne) Far. cebe + hâne ask. Ateşli silahlarla atılmak için hazırlanan her türlü patlayıcı madde, mühimmat,
cephaneci is. Kara, deniz ve hava birliklerinde cephanelik görevlisi veya sorumlusu olan kimse.
cephanelik, -ği is. Cephanenin saklanmasına yarar kapalı ve korunmuş yer.
cep harçlığı is. Bir kimseye ufak tefek gündelik harcamaları karşılaması için verilen para. cep harçlığını çıkarmak günlük masrafını karşılayacak kadar kazanç sahibi olmak: "Tuttuğu odayı, ayda üç bin Frankla başkasına veriyor; arada hiç olmazsa, cep harçlığını çıkarıyordu." -A. İlhan.
cephe is. Ar. cebhe 1. Bir şeyin veya yapının ön tarafta bulunan bölümü, alnaç: "Başım kaldırarak köşkün karanlık cephesine baktı. " -P. Safa. 2. Belli bir düşünce, istek çevresinde sağlanan beraberlik. 3. mec. Yan, yön, taraf: "Hakikatin bin bir cephesi ve başka başka görünüşleri yok mudur?" -A. Ş. Hisar. 4. ask. Üzerinde savaşın sürdüğü bölge: "Meydan muharebesi, yüz kilometrelik cephe üzerinde cereyan ediyordu." -Atatürk. 5. den. Farklı ısıdaki iki su kütlesi arasındaki sınır. 6. meteor. Yerde veya daha yükseklerde sıklık, sıcaklık bakımından iki ayrı hava yığınının karşılaştıkları yer. cephe açmak savaş olmayan bir bölgede, savaşa hazırlanmak ve başlamak: "Avusturyalılara karşı Makedonya'da cephe açarak Selanik'e otuz bin asker çıkardılar." -N. Cumalı. (birine) cephe almak hasım durumu takınmak, bir düşünceye karşı olmak, direnmek: "Çekinmiyor, bizzat imparatora karşı cephe alıyordu." -F. F. Tülbentçi, cepheden cepheye koşmak durmadan değişik cephelerde savaşmak, yılmak bilmemek, cepheden hücuma geçmek dolaşık yollara sapmadan doğrudan doğruya konuyu ele alarak birine karşı çıkmak veya mücadeleyi açıktan açığa yapmak.
→ cephe gerisi
cephe gerisi is. Savaş alanının gerisinde kalan bölge: "Atılmış portakal kabukları üstüne üşüşen şiş karınlı çocuklar, ekmek artığı kemiren iskelet kadınlar, ilk defa burada bize cephe gerisinin ıstırabını haber verdi." -F. R. Atay.
cephelenme is. Cephelenmek işi.
cephelenmek (-e) Cephe oluşturmak: "Gürültüye karşı savaşanlar köpeğe karşı cephelerim işler." -F. R. Atay.
cepheleşme is. Cepheleşmek işi.
cepheleşmek (nsz) Farklı düşünce ve istekler çerçevesinde zıt birlikler oluşturmak.
cepheli sf. Yönlü, taraflı: "Tek cepheli edebiyatlara aldanmak istemiyorum." -P. Safa.
cepken is. Kolları yırtmaçlı ve uzun, harçla işlenmiş bir tür kısa, yakasız üst giysisi: "Cepkenim, damalı mintanım çıkarmış, kolalı gömleğine kravatım bağlıyordu." -T. Buğra.
cep kitabı is. Cepte taşınacak, cebe girecek biçimde küçük kitap.
cepleme is. Ceplemek işi.
ceplemek (-i) argo Kazanmak, cebine indirmek: "Kalkıp cevabını veriyor; bilirse ne âlâ, beş bin kâğıdı cepledi demektir." -A. İlhan.
cep saati is. Cepte taşınan saat.
cep sözlüğü is. Cepte taşınabilecek ve günlük gereksinime cevap verebilecek nitelikte küçük sözlük.
cep takvimi is. Cepte taşınabilecek küçük boy takvim.
cep telefonu is. Kişinin yanında taşıyabildiği, kablosuz telefon.
cep televizyonu is. Çok küçük boyutta veya cebe sığabilecek küçüklükteki televizyon.
cer, -rri is. Ar. cerr esk. Çekme, sürükleyerek götürme, cerre çıkmak medreselerde okuyan softalar para ve erzak toplamak için belli aylarda köylere dağılıp imamlık veya müezzinlik yapmak: "... padişahlardan birinin torunu çıkageldi, yarı ümmi bir adamla cerre çıkmıştı." -R. H. Karay.
→ cer hocası
cerahat, -ti is. (cera:hat) Ar. cerahat esk. 1. İrin. 2. Yara.
cerahatlenme is. Cerahatlenmek işi.
cerahatlenmek (nsz) Yara irin toplamak.
cerahatli sf. İrin toplamış, irinli: "Sarı, cerahatli bir suyun kafamdan aktığım duyuyorum." -S. F. Abasıyanık.
cerahatsiz sf. İrin toplamamış, irinsiz: Cerahatsiz bir yara.
cerbeze is. Ar. cerbeze esk. 1. Güzel konuşma: "Aldıracak bir şey olmadığını cerbezeliyle tekrar etti." -Y. K. Beyatlı. 2. Beceriklilik, girginlik. 3. Kurnazlık, hilekârlık.
cerbezeli sf. Girgin, kolaylıkla ve inandırıcı söz söyleyen, dilli: "Bu atılgan, cerbezeli kadınımız, bazen geleceği iyi görmüş." -H. Taner.
cereme is. Ar. cerime esk. Başkası tarafından yapılan veya kaza sonucu ortaya çıkan zarar. ceremesini çekmek başkasının yol açtığı zararı ödemek.
ceren is. Moğ. hlk. Ceylan: "Dedim akça ceren çölde ne gezer." -Karacaoğlan.
cereyan is. (cereyam) Ar. cereyan 1. Bir yöne doğru akma, akış, akıntı: "Köprünün parmaklığına dayandı, gözlerini Halic'in kapkara sularına, bu suların cereyanına kaptırdı. " -E. E. Talu. 2. Bir şeyin gelişme, olma durumu: "En iyisi zorlamamak, işi tabii cereyanına bırakmak." -R. H. Karay. 3. mec. Aynı eğilimde olan, aynı görüşü paylaşan kimselerin oluşturduğu hareket: "Aşırı ırkçılık cereyanlarının yalancı şahidi olarak sahneye çıkarıldı." -C. Meriç. 4. fiz. Akım: Elektrik cereyam. cereyan çarpmak elektrik akımına tutulup etkisinde kalmak, cereyan etmek geçmek, olmak, yapılmak: "Düzbel'de cereyan eden meydan muharebesini İkinci Kılıç Arslan kazandı." -Y. K. Beyatlı. cereyana kapılmak 1) elektrik akımıyla çarpılmak; 2) suyun akışı içinde kalıp sürüklenmek; 3) bir eğilim, bir görüş hareketi içinde yer almak, cereyanda kalmak 1) kapalı bir yerde, karşılıklı açık pencere veya kapı arasında meydana gelen hava akıntısında kalmak; 2) buna bağlı olarak üşütmek.
cereyanlı.?/ 1. Akıntılı. 2. Akımlı.
cerh is. Ar. cerh. esk. 1. Yaralama. 2. huk. Bir düşünce, inanç veya iddiayı çürütme, cerh etmek 1) yaralamak; 2) huk. çürütmek.
cer hocası is. esk. Taşrada imamlık veya müezzinlik yaparak para ve erzak toplayan genç medrese öğrencisi.
ceride is. (ceri:de) Ar. ceride esk. 1. Gazete. 2. Tutanak, kayıt defteri. 3. ask. Süvari kolu.
ceriha is. (ceri:ha) Ar. ceriha esk. Yara: "O zaman vecdile bin secde eder varsa taşım / Her cerihamdan, ilahî, boşanıp kanlı yaşım. " -M. A. Ersoy.
cerime is. (ceri:me) Ar. cerime esk. bk. cereme.
Cermen öz. is. Fr. germain Bugünkü Almanya'yı, Bohemya ve Polonya'nın batı bölümünü kapsayan Cermanya'da milattan önce III. yüzyıldan IX. yüzyıla kadar oturan halk veya bu halktan olan kimse.
→ Cermen dilleri
Cermence öz. is. 1. Cermen dili. 2. sf. Bu dille yazılmış olan.
Cermen dilleri ç. öz. is. Kuzey Avrupa'da konuşulan, Hint-Avrupa dil ailesinin bir kolu.
cermen menteşe is. Bina kapılan ile pencerelere takılan ve yapraklan menteşe uzunluğunun yansı kadar olan, sacdan kıvnlarak yapılmış menteşe.
cerrah is. Ar. cerrah 1. Ameliyat yapan uzman hekim, operatör. 2. esk. Önemsiz yaraları İyileştiren kimse.
→ beyin cerrahı
cerrahi sf. (cerraM:) Ar. cerrahi 1. Cerrahlıkla ilgili. 2. is. Hekimliğin, ameliyatla tedavi yapan dalı: Beyin cerrahisi.
→ cerrahi müdahale, plastik cerrahi, beyin cerrahisi, göğüs cerrahisi
cerrahi müdahale is. Ameliyat.
cerrahlık, -ği is. 1. Cerrah olma durumu veya cerrahın mesleği. 2. sf. Cerrahı ilgilendiren, cerrah gerektiren: Cerrahlık bir durum yok.
cerrar sf (cerra:r) Ar. cerrar esk. 1. Çekici, sürükleyici. 2. is. Zorla para alan kimse. 3. is. Savaş araçlarıyla donatılmış kalabalık ordu. 4. is. Dilenci.
cesamet is. (cesa:met) Ar. cesamet esk. Büyüklük, irilik: "Dağdan baktığınızda her biri beş altı fil cesametinde." -R, N. Güntekin.
cesametli sf. Kocaman, iri.
cesaret is. (cesaıret) Ar. cesaret 1. Güç veya tehlikeli bir işe girişirken kişinin kendinde bulduğu güven, 2. Yüreklilik, yiğitlik, yürek ve göz pekliği: "Bütün halk türküleri gibi ölenin örnek cesaretim öven türkülerdi bunlar." -N, Cumalı. 3. Cüret. 4. Çekinmezlik, atılganlık, cesaret almak (veya bulmak) herhangi bir durumdan, davranıştan güç almak: "Hayvanın sokulganlığından cesaret alan bir başka kız da usulca yanına yaklaştı." -H. Taner, cesaret etmek korkulması gereken bir İşe korkmadan girişmek, göze almak: "Bana bir şey söylemeye cesaret ettiğini gördünüz mü şimdiye kadar?" -T. Buğra, (birine) cesaret gelmek yılgınlığı gitmek, yüreklenmek, cesaret (veya cesaretini) göstermek yürekli davranmak: "Demek ki işi açığa vurmak cesaretini gösterdi." -R. H. Karay, (birine) cesaret vermek birinin yılgınlığını gidermek, birini yüreklendirmek: "Sabahın ışıkları bana yeniden bir cesaret verdi." -S. F. Abasıyanık. (biri) cesarete gelmek yılgınlığı gitmek, yüreklenmek, (birinin) cesaretini kırmak yürekliliğini gidermek, korkutmak: "Zekânız size yardım etmez, bilakis cesaretinizi kırar." -R. H. Karay, cesaretini toplamak kendine güven duygusunu, yürekliliğini ve atılganlığını bir araya getirmek: "Bir gün bütün cesaretini toplayıp beyefendiye gider." -F. R. Atay.
cesaretlendirilme is. Cesaretlendirilmek işi, yüreklendirilme.
cesaretlendirilmek (nsz) Yüreklendirilmek.
cesaretlendirme is. Cesaretlendirmek işi, yüreklendirme, yiğitlendirme.
cesaretlendirmek (-i) Yüreklendirmek, yiğitlendirmek, cesaret vermek: "Reis memnun oluyor ve kâtibi biraz daha cesaretlendirmek ister gibi görünüyordu." -M. Ş. Esendal.
cesaretlenme is. Cesaretlenmek işi, yüreklenme, yiğitlenme.
cesaretlenmek (nsz, -den) Yılgınlığı gitmek, yüreklenmek, yiğitlenmek,
cesaretli sf. Yürekli: "Daha cesaretli bazıları kucaklaşarak birbirlerini öperlerdi." -A. Ş. Hisar,
cesaretlilik, -ği is. Cesaretli olma durumu, yüreklilik.
cesaretsiz sf. 1. Yüreksiz. 2. Çekingen.
cesaretsizlik, -ği is. Cesaretsiz olma durumu, yüreksizlik.
ceset, -di is. Ar. cesed Ölü beden, naaş: "Gece sabaha karşı, balıkçılar denizde bir ceset bulmuşlardı." -A. İlhan.
cesim sf (cesiım) Ar. cesim esk. Büyük, iri, kocaman: "Arzı baştan başa cesim ormanlar kaplamış." -M. Ş. Esendal.
ceste ceste zf esk. Azar azar, kısım kısım: Borcunuzu ceste ceste ödersiniz.
cesur sf Ar. cesur 1, Yürekli. 2. zf. Yürekli bir biçimde: "Erkeklere karşı İlk tanışmada cesur ve ümit verici davranırdı." -R. H. Karay.
cesurane zf (cesu:ra:ne) Ar. cesur + Far. -âne Cesurca: "Süratle merdivenleri çıktı, cesurane idare heyeti odasına girdi." -R. N. Güntekin.
cesurca sf. (cesıt'rca) 1. Cesura yakışan: "O zamanlar bu gerçekten cesurca, üstelik fazla atak bir adımdı." -H. C. Yalçın. 2. zf. Cesura yakışan biçimde, cesur gibi, cesaretle, yüreklice, yiğitçe, cesurane.
cesurluk, -ğu is. 1. Yüreklilik, gözü pek olma durumu: "Onlarda aradığımız vasıfların başlıcası cesurluk ve kahramanlık idi." -Y. K. Karaosmanoğlu. 2. Atılganlık.
cet, -ddi is. Ar. cedd Dede, büyük baba, ata: "Nice yıl, cetlerimiz kökleşerek bir yerde, manevi varlığının resmini çizmiş havaya." -Y. K. Beyatlı. ceddine (veya yedi ceddine) lanet "soyun sopunla birlikte Tanrı cezanızı versin!" anlamında bir ilenme sözü. ceddine rahmet "aferin, bravo, Tanrı senden razı olsun" anlamlarında bir söz.
→ cetbecet
cetbecet zf. Ar. ced + Far. -be + Ar. ced esk. Atalardan beri, soyca: "Zanaatını sorduklarında cetbecet kayıkçıyız dersin." -H. Taner.
cetvel is. Ar. cedvel 1. Doğru çizgileri çizmeye yarayan, dereceli veya derecesiz, tahtadan, plastikten, madenden yapılmış araç, çizgilik. 2. Liste, çizelge: "O, masanın üzerinden kaptığı cetvele üç tane sıfırı yapıştırmıştı. " -Ö. Seyfettin.
→ borsa cetveli, çarpım cetveli, haztrun cetveli, hesap cetveli, kerrat cetveli, T cetveli
cevaben zf. (cevaı'ben) Ar. cevaben esk. Cevap olarak, karşılık olarak.
cevabi sf (ceva:bi:) Ar. cevabi esk. Cevap niteliğinde olan: Cevabi nota, cevabi yazı.
cevahir ç. is. (cevaıhir) Ar. cevahir Elmas, yakut vb. değerli taşlar, mücevher: "Bunların bazısının cevahirle süslenmiş mineli kapakları bulunur." -A. Ş. Hisar, cevahir yumurtlamak tkz. cevher yumurtlamak.
cevahirci is. Kuyumcu.
cevap, -bı is. (-va:bı) Ar. cevâb Bir soruya, bir isteğe, bir söz veya yazıya verilen karşılık, yanıt: "Belindeki Önlüğü çıkarmaya uğraşıyor, cevap arıyor gibi, düşünüyordu." -S. F. Abasıyanık. cevap vermek 1) karşılık olarak bildirmek veya söylemek: "Onun lakırtı söylemeye niyeti olmadığım göstererek kendisi cevap verdi." -R. N. Güntekin. 2) gereksinimi karşılamak: Keban Barajı, Doğu Anadolu'nun elektrik ve su sorununa büyük ölçüde cevap vermiştir. 3) iyi sonuç vermek, iyi sonuç alınmak: İlaç cevap vermedi. cevabı dikmek (veya dayamak veya yapıştırmak) hlk. kesin, ters ve karşısındakinin beklemediği bir karşılık vermek.
→ cevap anahtarı, cevap hakkı, cevap kâğıdı, hazırcevap, peşin cevap
cevap anahtarı is. Sınavlarda sorulan soruların çözülmüş biçimi.
cevap hakkı is. Bir kimsenin şahsıyla ilgili genellikle basm yayın organlarında çıkan haberlere karşılık olarak düzeltme veya cevap verme hakkı.
cevap kâğıdı is. Sınavlarda sorulan soruların cevaplarının bulunduğu kâğıt.
cevaplama is. Cevaplamak işi.
cevaplamak (-i) Bir soruya, bir isteğe, bir söz veya yazıya karşılık vermek, yanıtlamak.
cevaplandırılma is. Cevaplandırılmak işi, yanıtlandırılma.
cevaplandırılmak (nsz) Bir şeyin cevabı, karşılığı verilmek, yanıtlandırılmak.
cevaplandırma is. Cevaplandırmak işi, yanıtlandırma.
cevaplandırmak (nsz) Bir şeyin cevabını, karşılığını vermek, yanıtlandırmak: "Mustafa Kemal Paşa, bu isteği ilk Önce şakaya alarak şöyle cevaplandırmıştı." -Y. K. Karaosmanoğlu.
cevaplanma is. Cevaplanmak işi.
cevaplanmak (nsz) Cevaplama işi yapılmak.
cevaplı sf. İçinde cevap bulunan, yanıtlı.
→ cevaplı telgraf
cevaplı telgraf is. esk. Cevabının ücreti, bir şey sorup cevap almak için telgraf gönderen kimse tarafından önceden ödenmiş olan telgraf türü.
cevapsız sf. 1. Cevabı verilmemiş, karşılıksız, yanıtsız. 2. zf. Cevabı verilmemiş, karşılıksız, yanıtsız olarak, cevapsız bırakmak karşılığında herhangi bir cevap vermemek, bir tepki göstermemek: "Şakayı cevapsız bıraktı. " -H. Taner, cevapsız kalmak cevap alınamamak: Sorularım cevapsız kaldı.
cevapsızük, -ğı is. Cevapsız olma durumu.
cevaz is. (cevaız) Ar. cevaz esk. İzin, müsaade. (bir şeye) cevaz vermek hoş görmek, uygun bulmak: "... silah kullanılmasına kanunun cevaz verdiği durumlarda." -Anayasa.
cevelan is. (cevelâ'.n) Ar. cevelân esk. Dolaşma, dolanma, gezinme, gezinti: "Atlarla, arobalarla yapılan bu cevelan, Tünel meydanından Şişli'ye değin uzanır." -S. Birsel.
cevher is. Ar. cevher 1. Bir şeyin özü, maya, gevher: "Şu kuvvetin, cevherin sırrını öğrenmek için soruyorum." -S. F. Abasıyanık. 2. Değerli süs taşı, mücevher. 3. mec. İyi yetenek: "Avrupa aristokratı, cevheri tükenmeye yüz tutmuş bir insandır." -P. Safa.. 4. fel. Töz. cevher yumurtlamak tkz. değerli sözler söylediğini sanarak saçmalamak: "Sofrada biraz fazla kaçırdığı şarabın ateşiyle daha saatlerce cevherler yumurtlayacaktı." -Ö. Seyfettin.
→ fakir cevher, maden cevheri
cevherli sf. Cevheri olan.
cevhersiz sf. Cevheri olmayan.
cevir, -vri is. Ar. cevr esk. Eziyet, cefa, üzgü: "Kendi kafamın çevrinden kurtulmak için de geldim." -Y. K. Karaosmanoğlu.
→ cevretmek
ceviz is. Ar. cevz bot. 1. Cevizgillerin örnek bitkisi olan, uzun ömürlü, gövdesi kaim, kerestesi değerli, yurdumuzda çok yetişen ağaç (Juglans regia): "Ceviz ağaçlarının altına çökebilir, tabakalarınızdan birer sigara yakabilirsiniz." -S. F. Abasıyanık. 2. Bu ağacın dışı kabuklu, içi yağlı ve nişastalı yemişi, koz. 3. sf. Bu ağacın kerestesinden yapılmış: "Yedekleri ise ceviz dolabın alt tarafına kaldırılmıştı." -N. Cumalı. ceviz kırmak yanlış tutum veya davranışta bulunmak, hata yapmak: "Onun kırdığı cevizler artık haddini aştı." -O. C. Kaygılı.
→ ceviz içi, acı ceviz, çetin ceviz, karaceviz, Hindistan cevizi, kola cevizi, küçük Hindistan cevizi
cevizgiller ç. is. bot. Örneği ceviz olan, taçsız iki çeneklilerden bir bitki familyası.
cevizi sf. (ceviızî:) Ar. cevzi esk. Cevizden yapılmış veya cevizi andıran.
ceviz içi is. Cevizin kabuğu kırıldıktan sonra kalan, yenilebilir iç kısmı.
cevizimsi sf Cevizi andıran, cevize benzeyen, ceviz gibi.
cevizli sf Cevizi olan, ceviz katılmış: "Cevizli tel kadayıfına gönül verene de rastlanıyor." -S. F. Abasıyanık.
cevizlik, -ği is. Ceviz ağacının çok olduğu yer.
cevretme is. Cevretmek işi.
cevretmek, -der (-e) Ar. cevr + T. etmek esk. Eziyet etmek.
cevval, -li sf. (cewa:l) Ar. cevval esk. Davranışları çabuk ve kesin olan: Cevval çocuk. Cevval zekâ.
cevvaliyet is. (cevva:liyet) Ar. cevvâliyyet esk. Çabukluk, hareketlilik: "Gözlerinde hülya, düşünce, öfke, cüret, insanlara mahsus cevvaliyet var." -P. Safa.
cevvi sf. (cevvi:) Ar. cevvi esk. Atmosfer ile ilgili, atmosferik.
Cevza öz. is. (cevza:) Ar. cevzâ astr. esk. İkizler.
ceylan is. (ceylân) Moğ. zool. Çift parmaklılardan, boynuzlugiller familyasından, çöllerde yaşayan, çok hızlı koşan, gözlerinin güzelliği ile tanınan, ince bacaklı, zarif, memeli hayvan, ahu, karaca, gazal (Gazella dorcas). ceylan gibi yapısı ince ve uyumlu.
→ ceylan bakışlı
ceylan bakışlı sf. Süzgün ve tatlı bakışlı: "E-lini koynuna sokup ceylan bakışlı bir çingene kızı resmi çıkardı." -O. C. Kaygılı.
ceylanca zf. (ceyla'nca) Ceylan gibi, ceylana uygun biçimde: "Ceylanca ürkmüş kocaman, güzel gözler korku rengindeydi." -C. Uçuk.
ceza is. (ceza:) Ar. ceza' 1. Uygunsuz davranışlarda bulunanlara uygulanan üzüntü, sıkıntı, acı verici işlem veya yaptırım. 2. huk. Suç İşleyen bir kimsenin yaşantısına, özgürlüğüne, mallarına, onuruna karşı yasaların öngördüğü yaptırım: "... kimse insan haysiyetiyle bağdaşmayan bir cezaya veya muameleye tabi tutulamaz." -Anayasa, ceza almak cezalandırılmak, ceza çekmek 1) hapiste yatmak: Hırsızlıktan üç ay ceza çekti. 2) manevi bakımdan İşlenen suçun ağırlığım çekip sıkıntı ve üzüntü içinde kalmak. ceza görmek kendisine ceza verilmek, cezalandırılmak, (birine) ceza kesmek görevli para cezası yazmak, ceza vermek 1) cezalandırmak; 2) para cezası ödemek, ceza yazmak ceza kesmek, ceza yemek cezalandırılmak. cezasını bulmak hak ettiği kötü sona uğramak: "Hasretten lime lime olmuş zavallı kalbinle oynayanlar cezalarını buldular." -H. E. Adıvar. cezasını çekmek 1) yaptığı bir kusur veya tedbirsizliğin zaranna uğramak: "Bu haylazlığının cezasını çeker." -P. Safa. 2) hükmedilen cezayı bitirmek, cezaya çarptırmak cezalandırmak: "Seni yalana tövbe ettirecek bir cezaya çarptırmalıyım." -R. H. Karay.
→ ceza alam, ceza atışı, cezaevi, ceza hukuku, ceza reisi, ceza sahası, ceza vuruşu, agır ceza, nakdî ceza, yarı açık cezaevi, ağır hapis cezası, ağır para cezası, beden cezası, disiplin cezası, hafif hapis cezası, idam cezası, kınama cezası, kürek cezası, ölüm cezası, para cezası, pranga cezası
ceza alanı is, sp. Futbolda bir oyuncunun bilerek yaptığı kural dışı davranışın penaltı ile cezalandırıldığı veya kalecinin topu elle tutmasına izin verildiği alan, penaltı alanı, ceza sahası, penaltı sahası.
ceza atışı is. sp. Penaltı.
cezaevi is. Hükümlülerin içinde tutuldukları yapı, hapishane, mahpushane, dam, kodes, mahbes.
ceza hukuku is. huk. Suç kapsamı içine giren eylemler ile bunlara uygulanacak cezalan inceleyen hukuk dalı.
cezai sf. (ceza:i:) Ar. ceza 'i esk. Ceza ile ilgili, cezaya ilişkin, cezaya dayanan: "Danışma Meclisinin her türlü karar ve tasarruflarından dolayı haklarında cezai, mali veya hukuki sorumluluk iddiası ileri sürülemez." -Anayasa.
cezalandırılma is. Cezalandırılmak işi.
cezalandırılmak (nsz) Cezaya çarptırılmak, ceza verilmek, tecziye edilmek: "Hatalar bağışlanacak, kasıtlar şiddetle ve derhâl cezalandırılacaktır." -T. Buğra.
cezalandırma is. Cezalandırmak işi.
cezalandırmak (-i) Bir kimseye veya varlığa ceza vermek: "Meğer bizim Abdullah ve kardeşi et çalan bir kediyi cezalandırmak istemişler." -F. R. Atay.
cezalanma is. Cezalanmak işi.
cezalanmak (nsz) Cezaya çarpılmak: "Yanlış ve mantıksız hareketim bu surette cezalanmak!"-A. Gündüz.
cezalı sf. Cezalandırılmış (kimse).
ceza reisi is. Ağır ceza mahkemesi başkanı.
ceza sahası is. sp. Ceza alanı.
cezasız sf. Cezaya çarptırılmamış, cezalandırılmamış.
cezasızlık, -ğı is. Cezasız olma durumu.
ceza vuruşu is. sp. Penaltı.
Cezayirli öz. is. (ceza: yirli) Cezayir halkından olan kimse.
Cezayir menekşesi is. bot Zakkumgillerden, bahçelerde süs bitkisi olarak yetiştirilen, kendine özgü mavi, açık mor renkli çiçekleri ve ortası çukur taç yaprakları olan bir bitki (Vinca).
cezbe is. Ar. cezbe esk. Bir duygu veya bir inanışın etkisiyle aşın ölçüde coşup kendinden geçme durumu: "İsmet Paşayı birer serdengeçti cezbesiyle savunanlar arasında ben de vardım." -Y. K. Karaosmanoğlu. cezbeye tutulmak (veya kapılmak) bir duygu veya bir inanışın etkisiyle aşın ölçüde coşup kendinden geçmek: "Cezbeye tutulmuş gibi haykırdım, Türkçe haykırdım." -A. Gündüz.
cezbelenme is. Cezbelenmek durumu.
cezbelenmek (nsz) esk. Cezbeye tutulmak, kendinden geçmek, kendini kaybetmek: "Hırıltıdan cezbelenen cins köpek gibi artık kendini tutamayarak o da Nükhet'e saldırdı. " -H. R. Gürpınar.
cezbeli sf. Cezbesi olan: "Dünyanın bir ucundan cezbeli, keramet ve sır sahibi bir derviş çıkageliyor." -H. R. Gürpınar.
cezbesiz sf. Cezbesi olmayan.
cezbetme is. Cezbetmek durumu.
cezbetmek, -der (-i) Ar. cezb + T. etmek Kendine çekmek, bağlamak, etkilemek: "U-zun boyu ve endamındaki zarafeti ile benî cezbetti." -H. C. Yalçın.
cezerye is. Ezilmiş havuç içine fındık, şeker vb. eklenerek yapılan bir tür tatlı.
cezir, -zri is. Ar. cezr esk. 1. Kök. 2. coğ. Alçalma, medar karşıtı.
→ medcezir
cezire is. (cezi:re) Ar. cezire coğ. esk. Ada.
cezp, -bi is. Ar. cezb esk. 1. Kendine çekme. 2. mec. Etkileyerek kendine bağlama.
→ cezbetmek
cezrî sf. (cezrî;) Ar. cezri esk. Köklü, kökten, temelden, radikal: Cezrî tedbir.
cezve is. Ar. cezve Kahve pişirmeye yarayan, saplı, küçük kap. cezve sürmek kahveyi pişirmek için cezveyi ateşe koymak.
→ kahve cezvesi
Cf kim. Kaliforniyum elementinin simgesi.
CGS (Santim, gram, saniye kelimelerinin kısaltılmasından) fiz. Uluslararası fizik birimleri sistemi.