-ca / -ce, -ça / -çe (I) İsimden isim türeten ek: esmer-ce, sarışın-ca, sert-çe, soluk-ça vb.
-ca / -ce, -ça / -çe (II) 1. Vurgusuz zarf eki: açık-ça, iyi-ce, kısa-ca, mert-çe vb. 2. Dil adlan türeten bir ek: Alman-ca, İngiliz-ce, Rus-ça, Türk-çe vb. 3. "Bakımından" anlamında zarf türeten bir ek: para-ca, yaş-ça vb. 4. "-a göre" anlamında zarf türeten bir ek: ben-ce, biz-ce, oniar-ca, sen-ce vb. 5. "Tarafından" anlamında zarf türeten bir ek: bakanlık-ça, hükûmet-çe vb. 6. "Kadar" anlamına zarf türeten bir ek: bun-ca, on-ca vb. 7. Sayıca eşitlik bildiren zarflar türeten bir ek: aylar-ca, binler-ce, günler-ce, yüz-yıllar-ca vb. 8. Topluluk, beraberlik anlatan zarflar türeten bir ek: aile-ce, ev-ce, köy-ce vb.
Ca kim. Kalsiyum elementinin simgesi.
caba is. (ca'ba) 1. Bir şey ödemeden, para vermeden alınan şey, bedava: "Bu mâni benden sana caba olsun." -S. Birsel. 2. zf Fazla olarak, fazladan, üstelik: "Kilometre başına bilmem ne kadar litre benzin dağıtılmış, yağ da caba!" -S. F. Abasıyanık.
cabadan zf. (ca 'badan) Bedava olarak, karşılıksız: Böyle cabadan verilen on paralık etiket pek sevindirirdi çocukları." -Ç. Altan.
-cacık / -cecik Zarf türeten ek: hemen-cecik, usul-cacık, yavaş-çacık vb.
cacık, -ğı (I) is. Yoğurt, ayran içine hıyar veya marul doğranarak yapılan, çoğu kez sarımsaklı, iştah açıcı yiyecek.
cacık, -ğı (II) is. hlk. Bir tür ot: "Aksaray ovasında cacık derler ot biter." -O. Rifat.
cadaloz sf. Far. cötfw'dan Çok konuşan, huysuz ve şirret (kadın).
cadalozlaşma is. Cadalozlaşmak işi.
cadalozlaşmak (nsz) Cadaloz gibi davranmak.
cadalozluk, -ğu is. Cadaloz olma durumu.
cadde is. Ar. cadde Şehir içinde ana yol: Anafartalar Caddesi, caddeyi tutmak 1) herhangi bir sebeple bir yoldan geçişi engellemek, kapamak; 2) argo korkulu bir durumda başım alıp gitmek, uzaklaşmak: "E-mine bağırarak caddeyi tutarken peşi sıra ötekiler de kalktılar." -O. C. Kaygılı.
→ ana cadde
cadı is. Far. câdû 1. Geceleri dolaşarak insanlara kötülük ettiğine inanılan hortlak. 2. mec. Huysuz, çirkin, ihtiyar kadın. 3. esk. Çok güzel göz. cadı gibi 1) saçı başı dağınık, tırnaklan uzun ve pis (kadın); 2) çok becerikli.
→ cadı kazam, cadısüpürgesi
cadı kazanı is. Dedikodunun, fesadın çok olduğu yer.
cadılaşma is. Cadılaşmak işi.
cadılaşmak (nsz) 1. Kadın huysuzlaşmak. 2. Bitki bakımsızlıktan yabanileşmek: "Yer yer cadılaşmış üzüm kütükleri." -M. Ş. Esendal.
cadılık, -ğı is. Cadıya yakışır davranış, huysuzluk: "Sizin cadılığınızın fitnesi dünyaya şimdiye kadar gelmemiştir." -S. Birsel, cadılık etmek huysuzluk etmek, cadı gibi davranmak.
cadısüpürgesi is. bot. 1. Emeçleri Özellikle dal uçlarındaki kabuk altında sıkı bir ağ örerek çekirdekli yemiş ağaçlarının çiçeklenmesine, dolayısıyla meyve verimine engel olan asklı mantar (Taphrina cerasi). 2. Bu mantarın yol açtığı bitki hastalığı.
cafcaf is. Far. cafcaf1. Gösteriş, şatafat: Cafcafından geçilmiyor. 2. sf. hlk. Ağız kalabalığı ile bir şeyi elde eden, şirret.
cafcaflı sf. 1. Gösterişli, fazla şık, şatafatlı: "Ada vapuru yandan çarklı / Bayraklar donanmış cafcafı." -M. C. Anday. 2. Karışık, gürültülü patırtılı, tehlikeli: "Taburda, hem de muharebenin en cafcafı yerindeydim." -Ö. Seyfettin.
Caferi öz. is. (ca:feri:) Ar. câ'ferî Şiiliğin bir kolu ve bu koldan olan kimse.
Caferilik, -ği öz. is. Caferi olma durumu.
cağ (I) is. hlk. Parmaklık, korkuluk.
cağ (II) is. hlk. Büyük bez veya deri torba, cav.
cağ (III) is. hlk. 1. Lavabo, banyo. 2. Hamam, duş, banyo vb. yerlerde atık suyun akmasını sağlayan delik.
cağ kebabı is. Oltu kebabı.
cağlık, -ğı is. Dokumacılıkta, çözgü makinesinde çözgü ipliği bobinlerinin desen ve renk sırasına göre yerleştirildiği sehpa.
cahil sf. (ca:hil) Ar. câhil 1. Öğrenim görmemiş, okumamış: "Bu maskara sosyete bana cahil diye bakar." -H. E. Adıvar. 2. Bilgisiz. 3. Belli bir konuda yeterli bilgisi olmayan: "Bu doktorun karşısında cahil, aptal oluyorum. " -M. Ş. Esendal. 4. hlk. Deneysiz, genç, toy (delikanlı veya kız): "Esasta batıl itikatlara inanmış cahil bir kızcağızdı." -R. H. Karay, cahil kalmak bilgi edinememek, bilgisi olmamak: "Bu konularda yeni kuşağın yanında her zaman cahil kalmaya mahkûmuz. " -H. Taner.
→ kara cahil, zırcahil
cahilane zf. (ca:'hilâ:ne) Ar. câhil + Far. -öne Cahilce: "İnkılaptan, hürriyetten gayet cahilane bahseder." -Ö. Seyfettin.
cahilce zf. (ca:hi İçe) Cahile yakışır biçimde, cahilane.
cahiliye is. (ca:hiliye) Ar. câhiliyye tor. Araplarda Müslümanlıktan önceki çağ.
cahiliyet is. (ca:hiliyet) Ar. câhiliyyet Bilgisizlik.
cahillik, -ği is. (caıhillik) 1. Bilgisizlik: "Dokunmayan bir safdilliliği, bir cahilliği vardı. " -R. H. Karay. 2. Gençlik, toyluk, deneyimsizlik: Cahillik işte, kusurunu bağışlayın. 3. Gençlik, toyluk, deneyimsizlik yüzünden işlenen kusur, cahillik etmek 1) bilgisizliğini göstermek; 2) gençlik, toyluk, deneysizlik yüzünden kusur işleme: "Birçoklarının tazyikinden kurtulmak için o da cahillik ederek böyle bir işe girişmek zorunda kalmıştı." -R. H. Karay.
caiz sf. (caıiz) Ar. cû 'iz esk. 1. Din, yasa, töre vb. bakımdan işlenmesinde, yapılmasında sakınca olmayan, yapılıp işlenmesine izin verilen. 2. Uygun, yerinde sayılan, yakışık alan: "Akşama kalıp iskelenin üstü bin bir ayakken gitmek caiz değildi." -S. M. Alus.
caize is. (ca:ize) Ar. cü 'ize esk. 1. ed. Şairlerin kasidelerle övdükleri büyükler tarafından kendilerine verilen bahşiş. 2. Yazıda bir sözün olduğu gibi tekrarlandığını göstermek için alt hizasına konulan tırnak biçimindeki noktalama işareti. 3. Yol yiyeceği, azık.
-cak / -cek, -çak / -çek İsimden isim türeten ek: kol-çak, kuzu-cak, yavru-cak vb.
caka is. (ca'ka) argo Gösteriş, çalım, kabadayılık, fiyaka: "Onların dördünde de bir kral havası, bir padişah cakası vardır." -H. Taner. caka satmak gösteriş yapmak, çalım satmak: "Askerliğin palavra ile olmadığını anladı, ama hâlâ caka satıyor." -H. E. Adıvar. caka yapmak gösterişli davranmak, fiyakalı durumda olmak: "Baktım ki caka yapıyor, vesikayı el âleme göstere göstere eviriyor, çeviriyor." -P. Safa.
cakacı is. Caka yapmayı seven kimse.
cakacılık, -ğı is. Cakacı olma durumu veya cakalı davranış.
cakalanma is. Caka satma.
cakalanmak (nsz) argo Caka satmak.
cakalı sf. Cakası olan, caka ile yapılan, gösterişli: Cakalı bir yürüyüş.
cakasız sf. Cakası olmayan.
cali sf. (ca:li) Ar. ca'li esk. Yapmacıklı, düzme, sahte: "Dudaklarında gergin, cali bir tebessümle ilerledi." -P. Safa.
calip, -bi sf (ca:tip) Ar. câlib esk. Celp eden, çeken, çekici.
Calvinci öz. is. bk. Kalvenci.
cam is. Far. câm 1. Soda veya potas katılmış silisli kumun ateşte eritilmesiyle yapılan sert, saydam ve çabuk kırılır cisim. 2. sf. Tümü veya bir bölümü bu maddeden yapılmış, sırça: "Tıraşa başlarken biri büyük, biri küçük iki örtü alırdı, cam dolabından." -N. Cumalı. 3. Pencere: "Camın önündeki masaların hemen arkasındaki yere oturup kalıyorum." -S. F. Abasıyanık. 4. esk. Kadeh, içki. cam gibi 1) arkası görünen, saydam, şeffaf; 2) donuk, cansız (göz), camı çerçeveyi indirmek etrafı kınp dökmek, her şeyi parçalayıp dağıtmak: "Neden soğuk değil bu su, diye hır çıkarıp camı çerçeveyi indiriyor." -Ç. Altan.
→ cam çivisi, camevi, camgöbeği, camgöz, cam göz, camgüzeli, cam kanatlılar, cam macunu, cam mozaik, cam resim, cam suyu, cam yuvası, cam yünü, beyaz cam, buzlu cam, ısıcam, kristal cam, mikalı cam, plastik cam, kelebek camı, Moskof camı, saat camı, tepe camı
camadan is. Far. câme~dân esk. 1. Çapraz düğmeli, ipek veya sırma işlemeli bir tür kısa yelek: "Sırtlarına da çuhadan, dar mı dar bir camadan geçirirler." -S. Birsel. 2. den. Dört köşe yelkenleri boğarak yüzeylerini küçültme işi. camadan vurmak fazla rüzgâra karşı yelkeni kasmak, camadanı fora etmek bağlan koyuverip kısılmış yelkeni açmak.
camadanlı sf. Camadan giymiş olan: "Mor camadanlı, kırmızı sırmalı cepkenli Yaver Ağa..."-C.Uçuk.
cambaz is. Far. cân-büz 1. Yerde ve tel, at, bisiklet, ip vb. üzerinde dengeye dayanan, tehlikeli, heyecan verici gösteriler yapan kimse, akrobat: "Önüne getirilen ata bir cambaz çevikliğiyle atladı." -Ö. Seyfettin. 2. At alıp satan veya yetiştiren kimse: "Bitişik komşumuz cambaz İbrahim -bizde at alıp satanlara cambaz derler- hacca gitti, geldi." -M. Ş. Esendal. 3. Usta, becerikli kimse: Söz cambazı. 4. tor. Osmanlı Devleti'nde atlı olan ve savaşlarda padişahın önünde düşmana karşı ilk saldırıya geçen birlik. 5, sf. mec. Kurnaz, hileci, hilekâr: O cambaz adamdır, güvenilmez.
→ cambazhane, at cambazı, dil cambazı, ip cambazı, kelime cambazı, laf cambazı, söz cambazı, tel cambazı
cambazhane is. (cambazhaıne) Far. cân-bâz + hâne esk. Cambazların oyunlarını gösterdikleri yer: "Minimini bir cambaz kızını görmek için at cambazhanesine daldı." -O. C. Kaygılı.
cambazlık, -ğı is. 1. Cambazın işi veya mesleği, akrobatlık, akrobatik, akrobasi: "İki çocuk iskelenin parmaklıklarında cambazlık yapıyor." -S. F. Abasıyanık. 2. At alıp satma veya yetiştirme işi: "Elli senedir cambazlık ettiği hâlde, ancak ömründe bir defa beyaz eşek görmüştü." -Ö. Seyfettin. 3. mec. Kurnazlık, düzenbazlık, hilecilik.
→ kelime cambazlığı, laf cambazlığı, söz cambazlığı
cambul cumbul sf. Çok sulu, suyu bol (yemek): Cambul cumbul bir et yemeği.
camcı is. 1. Cam ticaretini veya cam takmayı meslek edinmiş kimse. 2. argo Evin içini pencereden gözetleyen kimse.
→ camcı elması, camcı macunu
camcı elması is. Ucundaki küçük, dönebilen elmas parçası ile camı çizerek kesmeye yarayan alet.
camcılık, -ğı is. 1. Cam alıp satma veya takma işi. 2. argo Evin içini pencereden gözetleme.
camcı macunu is. Cam ile çerçeve arasındaki aralıkları kapatmakta kullanılan ve kaba üstübeçle bezir yağmdan yapılan hamur.
cam çivisi is. Yaklaşık çapları 1 mm, boyları 1,5-2,5 cm arasında değişen ince ve başsız tel çivi.
camekân is. (camekâ:n) Far. came-kân 1. Göstermelik, satılık şeylerin sergilendiği camlı bölme veya yer, sergen, vitrin: "Camekânı geniş ve nadir sanat eserleriyle dolu bir mağazaya girdik." -Y. K. Beyatlı. 2. Bir yeri, bir veya daha çok bölüme ayıran cam bölme, camlık: "Camekânla bölünmüş bir kahve ocağı ile altı yedi masa vardı içeride. " -Ç. Altan. 3. Limonluk. 4. Hamamlarda soyunulan camlı yer. 5. argo Gözlük: "Artık arkasına sığınacak bir camekânım da yok." -H. F. Ozansoy.
camekânlı sf. Camekânı olan (yer): "Çocuklar aşağı inmişler, camekânlı merdiven kapısının arkasına üşüşmüşlerdi." -R. N. Güntekin.
→ camekânlı kutu
camekânlı kutu is. Televizyon: "Dünya futbol turnuvası, bir aydır tüm dünyayı camekânlı kutu önünde topluyor." -H. Taner.
camekânsız sf Camekânı olmayan.
camevi is. 1. Cam takma işleri yapılan dükkân, camcı. 2. Çerçevelerde camın yerleştirilmesi için açılan yiv, cam yuvası.
camgöbeği is. 1. Yeşile çalan mavi renk. 2. sf. Bu renkte olan.
camgöz is. zool. Deniz kıyısına yakın yaşayan, boyu 1,5 m kadar olan, eti lezzetli bir tür köpek balığı (Galeius canis).
cam göz sf. 1. Gözü takma olan. 2. mec. Açgözlü.
camgüzeli is. bot. Evlerde süs olarak yetiştirilen, pembe, kırmızı çiçekler açan bir tür kına çiçeği (Impatiens sultanı).
camız is. Ar. câmüs Manda.
cami, -i, -si (I) is. (ca:mi) Ar. cami' din b. Müslümanların namaz kılmak için toplandıkları yer. cami ne kadar büyük olsa imam gene bildiğini okur cemaat ne kadar çok olsa imam gene bildiğini okur. cami yıkılmış, ama mihrabı yerinde yaşlandığı hâlde güzelliği bozulmamış (kadın).
→ selatin cami
cami (II) sf. (cami) Ar. cami' esk. Toplayan, bir araya getiren, bir arada bulunduran: "Umumi kütüphane, ilmin, edebiyatın her şubesine ait kitapları cami olmak lazım gelir." -Z. Gökalp.
camia is. (ca:mia) Ar. cümi'a Topluluk, zümre: "Gerek Macarca, gerek Türkçe Avrupa milletler camiası için aynı derecede yabancı iki dildir." -H. Taner.
→ medya camiası
camit, -di sf. (ca:mit) Ar. câmid esk. 1. Cansız: "Bir kenara bırakılıvermek, bir camit eşya gibi ayak ucuyla itilmek ne korkunç." -P. Safa. 2. Donmuş.
cam kanatlılar ç. is. zool. Kurtçukları, elma, kayın, kavak, meşe ve gürgen ağaçlarına zarar veren, kanatlan camsı, hortumları körelmiş kelebekler familyası.
camlama is. Camlamak işi.
camlamak (-i) Cam geçirmek, cam takmak.
camlanma is. Camlanmak işi.
camlanmak (nsz) Cam takılmak.
camlaşma is. Camlaşmak işi.
camlaşmak (nsz) Cama benzer duruma gelmek: "Camlaşmış aynanın, insanları çirkin göstermesine içerledi." -S. F. Abasıyanık.
camlatma is. Camlatmak işi.
camlatmak (-i, -e) Cam taktırmak: "Pahalı çerçevelere geçirtir, camlatır, salonlara asardı."-R. H.Karay.
camlı sf. Cam takılmış, cam geçirilmiş, camı olan: "Verandayı andıran camlı sofa iyice ısınmıştı." -R. H. Karay.
→ camit köşk, çift camlı
camlık, -ğı is. 1. Camlı çerçeve ile bölünmüş yer. 2. Çiçek, sebze vb. bitkileri dış etkenlerden korumak için yapılmış küçük limonluk, camekân.
camlı köşk is. Saraylarda veya bahçelerde soğuktan korunmak için camla Örtülmüş oda, salon.
cam macunu is. Camı yuvasına tutturmak ve yalıtkanlık sağlamak amacı ile kullanılan bezir yağı ve üstübeç karışımı.
cam mozaik, -ği is. Renkli taş parçalan yerine cam parçalanndan yapılan mozaik.
cam resim, -smi is. Renkli camların kesilip birbirlerine kurşun çubuklarla bağlanması ile yapılan süs veya resim.
camsı sf. 1. Cam gibi saydam, cama benzer. 2. is. coğ. Yerin içinden yüze çıkan erimiş sıcak maddelerin, soğuma sırasında billurlaşmayıp biçimsiz olarak katılaşmış durumu.
camsız sf. Camı olmayan: "Çerçevesiz, camsız pencereden, ova ne durgun, ne mutlu görünüyor." -H. E. Adıvar.
cam suyu is. Potas veya sodanın kuvars ile eritilmesinden elde edilen, ağacın böceklere ve ateşe direncini artıran renksiz sıvı.
cam yuvası is. Camevi.
cam yünü is. tek. Çok ince, bükülebilir cam liflerinin oluşturduğu ısı ve ses yalıtımında kullanılan madde.
can is. Far. can 1. İnsan ve hayvanlarda yaşamayı sağlayan ve ölümle vücuttan aynlan madde dışı varlık: "Can çıkmayınca huy çıkmaz." -Atasözü. 2. Yaşama, hayat: "Bir kedi yavrusunu kurtarmak için ipe sarılıp kuyuya iner, canımı tehlikeye koyardım." -R. N. Güntekin. 3. Güç, dirilik: "Her şeyde bu mevsime mahsus bir can, bir dirilik kendini gösteriyordu." -M. Ş. Esendal. 4. Kişi, birey: "Benimle beraber dört canız ." -F. R. Atay. 5. İnsanın kendi varlığı, özü: "Ne denir, canımız ne mertebe insan olsa mayamız, maddemiz hayvan..." -R. N. Güntekin. 6. Gönül: "Çirkin bana kurban, ben de güzele / Can sever güzeli, maldan ziyade." -Karacaoğlan. 7. Bektaşilik ve Mevlevilikte tarikat kardeşi. 8. sf. Çok içten, sevimli, sevilen, şirin: "Alphonse Daudet ilk gençliğimin can yazarlarından biri idi." -T. Buğra. 9. ünl. Yakınlık duygusu belirten bir seslenme sözü: "Canlar! ... Açık olsun bahtınız. " -E. B. Koryürek. can alacak nokta (veya yer) bir şeyin en önemli yeri: "Susunuz, dedi, beyhude, ... yoruluyorsunuz can alacak noktayı unutuyoruz." -M. Yesari. can alıp can vermek ölüm sıkıntısı ve acısı içinde bunalmak, can atmak şiddetle arzu etmek, çok istemek: "Gözüne kestirdiği, daha doğrusu, suçlamak için can attığı birisi var." -T. Buğra, can başına sıçramak çok korkmak, can baş üstüne istenilen şeyin büyük bir memnunlukla yapılacağını anlatan bir söz. can bayılmak iç geçmek, takatsizlik göstermek, can beslemek 1) kaygısızca yiyip içip rahatına bakmak; 2) başkasının yiyeceğini, içeceğini sağlamak. can boğazdan gelir (veya geçer) insan yiyeceğine önem vererek güçlenebilir veya yemeden yaşamak mümkün değildir, can borcunu ödemek ölmek: "Sırası gelince kendi paylarına düşen can borcunu da Ödediler." -M. Ş. Esendal. can bulmak dirilmek, canlanmak: "Eylül sonunda ruhunu teslim eden heves / Can bulmak üzrediryeni baştan bahar ile" -F. N. Çamlıbel. can cana, baş başa 1) bir tehlike anında herkesin kendi canının, kendi başının kaygısına düştüğünü anlatan bir söz: "Gecenin karanlığında butun bir mahalle donanma fişekleri gibi ateş almış. Sokaklarda herkes can cana, baş başa... Tulumbacı naraları, çığlıklar, borular." -R. N. Güntekin. 2) birbirini seven iki kişi bir arada yalnız olarak, can cümleden aziz insanın kendisi herkesten önce gelir, can çekişmek 1) ölmek üzere bulunmak: "Gerçi bir yanda karısı can çekişirken öbür yanda onun rakı içmesi doğru bir hareket değildi." -R. N. Güntekin. 2) sona ermek, tükenmek, bitmek: "Yazdığım satırlara bakarsanız, manevi varlığımın can çekiştiğini görürsünüz." -H. E. Adıvar. can çekişmektense ölmek yeğdir bir işte çeşitli sıkıntı ve üzüntülerle karşılaşıp olağanüstü gayret harcamaktansa o işten vazgeçmek daha iyidir, can çıkmayınca (veya çıkmadan) huy çıkmaz insanı alışkanlıklarından, huylarından vazgeçirmek mümkün değildir. (bir şeye) can dayanmamak bir şey karşısında insanın dayanıklılığı elden gitmek. can derdinde olmak zor bir durumdan kurtulmaya çalışmak: "Herkes can derdinde, ben de Şahin'in ardına düşmüşüm ." -Y. K. Beyatlı. can derdine düşmek ölüm korkusuna kapılmak, can gelmek canlanmak, güçlenmek: "Vücudumuza serinlik, ferahlık yayılıyor / Kan verilen bir yaralı imişçesine cismime can geliyor." -R. H. Karay, can kalmamak bitkin bir duruma gelmek, gücü tükenmek, can kaygısına düşmek her şeyden vazgeçip sadece kendi hayatını koruma veya kurtarma çabasında olmak, carı olmak sevimli, hoş görünmek: "Yok canım, öyle demişim demek, derken ne kadar da can olurdu." -T. Buğra, can sevecek bir şey hoşa gidecek bir şey. can sıkmak 1) bıkkınlık vermek; 2) huzur bozmak, can vermek 1) ölmek: "Bir otel odasında tek başına can veren bir insan, herkeste ayrı bir hüzün yaratır. " -H. Taner. 2) ruha güç vermek: Bu sözleriniz bana can verdi. 3) canlanmasına yol açmak: "Bahar toprağa gene can verdi." -F. R. Atay. 4) bir şeyi çok istemek. can yakmak 1) zulmetmek, eziyet etmek; 2) bir kimseyi büyük zarar ve ziyana sokmak; 3) üzmek, acı vermek: "Ayrılık! Her vakit can yakar, ağlatır." -A. Rasim. cana can katmak yaşama gücünü artırmak: "Pınarların dibindeki çimenlik, sofada kuşların çığlıkları geziye çıkanların canına can katar." -S. Birsel, cana kıymak öldürmek. cana minnet saymak (veya bilmek) bir lütuf olarak kabul etmek: "Yeni yıla değil, yeni bir sabaha sağ çıkabilmeyi cana minnet sayıyorlardı." -H. Taner, candan geçmek ölmek: "Geçti Galip Dede candan yahu. " -Süruri. canı acımak 1) çarpma, vurma vb. sonucu acı duymak; 2) üzülmek, rahatsız olmak, canı ağzına (veya boğazına) gelmek 1) büyük bir tehlike karşısında ölecekmiş gibi bir korkuya kapılmak: "Bunlardan biri elimden kayarak ayağım üstüne şiddetle düşüverdi, az kalsın canım ağzıma gelecekti." -Y. K. Karaosmanoğlu. 2) aşırı duygulanmak, çok heyecanlanmak: "Bitip tükenmek bilmeyen bir tablo gibi serilip giden lale tarlası renkten renge geçtikçe herkesin canı ağzına geliyor." -B. R. Eyuboğlu. canı burnuna (veya burnundan) gelmek bir şey yaparken çok zorluk çekmek, canı burnundan çıkmak çok kızgın olmak, öfkelenmek: "Öte yandan Osman da, canı burnundan çıkarak 'karışma, hırsını alsın, anne!' der." -M. Şeyda, canı cana ölçmek başkasına yapılacak şeyi kendine yapılacak gibi düşünmek: "Canı cana ölç. Allah esirgesin bize birisi böyle bir şey yapsa Allah razı olsun der miyiz?" -R. N. Güntekin. canı canına (veya içine) sığmamak sabırsızlık göstermek, tahammül etmemek, canı cehenneme sevilmeyen bir kimse İçin duyulan öfke ve nefreti bildiren bir söz. canı çekilmek 1) vücudun herhangi bir organının canlılığı azalır gibi olmak; 2) İçi ezilmek. canı çekmek bir şeyi istemek, istek duymak, arzulamak: "Yufka dedim de, canım bir ıspanaklı börek çekti ki." -S. F. Abasıyanık. canı çıkasıca! "büyük zarara veya kötülüğe uğrasın, perişan olsun, ölsün" anlamlarında kullanılan bir ilenme sözü. canı çıkmak 1) çok yorulmak veya çok zorluk çekmek: Çalışmaktan canım çıktı. 2) ölmek: "Herifin burnunu sıksan canı çıkacak." -S. F. Abasıyanık. 3) çok yıpranmak: Her gün giyilmekten elbisenin canı çıktı. canı çıksın! "ölsün, gebersin" anlamında bir ilenme sözü. canı gelip gitmek 1) ayılıp bayılmak; 2) ümit ve ümitsizlik arasında kalıp heyecanlanmak, cani gelmek yeniden canlanmak, canı yerine gelmek, canı gibi sevmek çok güçlü bir sevgiyle bağlanmak: "Amcasının sırtım, cam gibi sevdiği sekiz yaşındaki Serdar'ı nasıl oksarsa öyle sıvazlıyor. " -T. Buğra, cam gitmek özen gösterilen, çok sevilen bir şeye zarar gelecek diye kaygılanmak, canı ile oynamak tehlikeli işlerle uğraşmak, canı istemek heves duymak: "Şehre ineceğiz, canı dans etmek istiyormuş. " -R. H. Karay, canı isterse "kabul etmezse etmesin" anlamında kullanılan bir söz. canı sağ olsun! üzülmeye gerek olmadığının karşı tarafa bildirilmesi için kullanılan iyi dilek sözü: "Bin lira olur mu? Olmazsa canın sağ olsun, güle güle dedi." -Y. K. Beyatlı. canı sıkılmak 1) içi sıkılmak, yapacak bir işi olmamaktan tedirginlik duymak: "Bu dört yanı duvarlı, tek kat, basık ve toprak evde öyle cam sıkılıyordu ki..." -R. H. Karay. 2) keyfi kaçmak: "Eski hasırı bu yüzden yaktığı için balıkçının sözüne fena canı sıkılmıştı." -S. F. Abasıyanık. 3) üzülmek, öfkelenmek: "Atölyede bellediğim dünya kadar söze gazetelerde, kitaplarda rastlamayınca enikonu canım sıkılıyordu." -B. R. Eyuboğlu. canı yanan eşek attan yüğrük olur zarara veya kötülüğe uğrayan kimse acısını çıkarmak için aşırı çaba harcar. canı yanmak 1) çok acı duymak; 2) acı bir deneme geçirmek; 3) bir işte zarar görmek. canı yerine gelmek 1) yorgunluğu geçmek; 2) sağlığını, gücünü kazanmak. (birinin) canı yok mu? birinin katlandığı sıkıntıyı başkalarına örnek göstermek için söylenen bir söz: Onun cam yok mu, sabahtan beri çalışıyor, canım! 1) sevgi bildiren bir seslenme sözü: "Gitme canım oğul, uyma bu akıllara." -T. Dursun K. 2) hoşnutsuzluk anlatan bir seslenme sözü: "Canım be evladım, bırak şu el Öpmeyi!" -M. Ş. Esendal. 3) (camım) çok güzel, çok değer verilen: "insanlar bir zamanlar şu canım sürahilerden su içerlerdi." -S. F. Abasıyanık. canım ciğerim Sevgi bildiren bir seslenme sözü. canım dese, canın çıksın diyor sanmak birinin en gönül okşayıcı sözleri bile kendisine dokunmak, batmak. canımı sokakta bulmadım tehlikeye veya herhangi bir sıkıntıya katlanmaya hiç niyetim yok. canımın içi Sevgi veya şefkat bildiren bir seslenme sözü: "Gel benim canımın içi, gel yanıma." -O. V. Kanık, canın isterse! "dilediğin gibi olsun, sen bilirsin, bana göre hava hoş" anlamında kullanılan bir söz. canına acımamak kendini düşünmeden, kendine bakmadan yaşamak, canına değmek 1) çok hoşlanmak: Bu limonata canıma değdi. 2) ruhu şad olmak: Babanın canına değsin. canına ezan okumak bir kimsenin hakkından gelmek, öldürmek, canına geçmek (veya işlemek veya kâr etmek) çok etkilemek: "Yalnızlık canıma kâr etti, bilmem neylesem." -Ruhi. canına kasdetmek 1) intihara kalkışmak; 2) birini öldürmeye hazırlanmak, canına kıymak 1) acımadan öldürmek; 2) kendini öldürmek: "Canına kıymasına meydan vermeden yetişmeliyiz." -R. H. Karay. 3) gücünden fazla iş görerek aşın derecede kendini yormak. canına minnet beklenilmeyen iyi bir durumla karşılaşıldığında duyulan memnunluğu anlatmak için söylenen bir söz: Bu durum onun canına minnet, canına okumak tkz. berbat ve perişan etmek: "İnsanın sağlık bakımından canına okuyan kentler de, İşte böyle değişken rüzgârlara açık kentler oluyor." -H. Taner, canına rahmet "Allah rahmetini esirgemesin" anlamında kullanılan iyi dilek sözü. (birinin) canına susamak birini öldürmeyi istemek, canına susamak ölmek istemek, canına tak demek (veya etmek) dayanamaz duruma gelmek, sabrı kalmamak: "Kimsesizlik bu sefer tak dedi artık canıma." -M. A. Ersoy. canına tükürdüğümün (veya üfürdüğümün) argo kızgınlık ve öfke belirten bir söz. canına yandığım (veya yandığımın) argo sevgi, hayranlık, öfke vb. duygular anlatan bir söz: Canına yandığımın dünyası! canına yetmek katlanamayacak duruma gelmek, bezmek, bıkmak: "El kapısı kızcağızın öyle canına yetmişti ki, soğan ekmeğe bile razı." -H. Taner, canından bezmek (veya bıkmak veya usanmak) ölümü göze alacak kadar sıkıntı içinde olmak: "Artık doğrusu bendeniz canımdan bıktım." -M. Ş. Esendal. canından geçmek ölmek için hazır olmak: "Millet her ne zaman isterse, uğrunda canımdan geçmeye hazırım." -H. C. Yalçın. (birinin) canını acıtmak birine acı vermek: Bırak kolumu, canımı acıtıyorsun, canını almak 1) öldürmek; 2) canını verdirecek kadar memnun etmek; 3) sıkıntıya sokmak: "İşi o makamdan o makama sora sora dolaşır, parasını almaz ama iş sahibinin canını alır." -B. Felek, canını bağışlamak öldürülmesi gerekirken vazgeçmek, canını burnundan getirmek çok yormak, fazla çalıştırmak: "Bize soluk aldırmaz, canımızı burnumuzdan getirir." -Y. Kemal, canını cehenneme göndermek (veya yollamak) argo öldürmek: "Elim değmişken, elmas kılıcımla canım cehenneme yollayayım." -T. Oflazoğlu. canını çıkarmak hırpalamak, çok yormak, yıpratmak, canını (bir yere) dar atmak bir tehlikeden güçlükle kurtularak bir yere sığınmak, canını dişine almak (veya takmak) 1) her tehlikeyi göze alarak işe girişmek: "Öyleyse niye uğraşıyoruz, canımızı dişimize takmışız, sen, ben, Ali, Yel Musa?" -Y. Kemal. 2) bütün gücünü harcayarak yapmak, canını sıkmak sözlerle veya davranışlarla kişinin neşesini kaçırmak, huzurunu bozmak: "Serbestçe birisi olursa sizin canınızı sıkar." -Ö. Seyfettin, canını sokakta bulmak sağlığı korumak gerektiğini anlatan bir söz: Canımı sokakta mı buldum? Elbette biraz dinleneceğim, canını vermek 1) kendini feda etmek: "En küçük sevgi sözüne canımızı verecek hâle geliriz." -S. F. Abasıyanık. 2) hiçbir şey esirgememek; 3) bir şeye çok düşkün olmak, çok sevmek: O, kitap için canım verir, canını yakmak 1) acı verecek biçimde cezalandırmak: "Eskiden uzun seneler askerî rüştiyelerde hocalık etmiş olan bu adam, kim bilir ne kadar çocuğun canım yakmıştı." -R. N. Güntekin. 2) bir kimseyi, çok sıkıntı ve zarara sokmak: "Ne derse desin, gözü bunun canını yakmakta." -M. Ş. Esendal. canının derdine düşmek canından başka bir şey düşünemeyecek kadar sıkıntıda olmak, canının içine sokacağı gelmek çok hoşlanmak, çok sevmek. canı ile uğraşmak 1) ağır hasta olmak, ölüm döşeğinde can çekişmek: "Kadıncağız cam ile uğraşıyor, sen de eğleniyorsun. " -R. N. Güntekin. 2) büyük sıkıntıya düşmek.
→ can acısı, can alıcı, can arkadaşı, can beraber, can bunaltısı, canciğer, can çabası, can damarı, can direği, can dostu, can düşmanı, can eriği, canevi, can feda, canfes, can gözdesi, can havli, can korkusu, cankulağı, can kulağı, can kurban, cankurtaran, can kuşu, can noktası, can pahasına, can pazarı, can sağlığı, can sıkıcı, can sıkıntısı, cansiparane, can sohbeti, can tahtası, can yeleği, can yoldaşı, cana yakın, canı burnunda, canı cebinde, camgönülden, canı pek, canı sıkkın, canı tattı, canı tez, canıyürekten, canına düşkün, canla başla, babacan
cana ünl. (ca:na:) Far. cânâ esk. "Ey sevgili" anlamında bir seslenme sözü: "Esiriaşkın olmuşum cana!"'-M. C. Anday.
can acısı is. Vücudun herhangi bir yerinde duyulan şiddetli acı: "Ya kız can acısı ile ağzından bir şey kaçırır, konakta yapılan gizli ticareti haber verirse." -R. N. Güntekin.
can alıcı sf. 1. En önemli, çarpıcı: "Şimdi bu incelemeyi özetleyişimizin en can alıcı sebebine geliyoruz." -F. R. Atay. 2. Kahredici, kendinden geçirici, aşırı çekici: "Dane dane benleri var yüzünde / Can alıcı bakışları gözünde" -Halk türküsü. 3. is. Azrail.
can alıcılık, -ğı is. Can alıcı olma durumu.
canan is. (ca:na:n) Far. cânân 1. Gönülden sevilen, gönül verilmiş olan kadın, sevgili: "Canı canan dilemiş vermemek olmaz ey dil." -Fuzuli.. 2. esk. Tasavvufta Tanrı: "Yunus ver canını Hak yoluna / Can vermeyince canan bulunmaz." -Yunus Emre.
cananlık, -ğı is. Canan olma durumu.
can arkadaşı is. Can dostu.
canavar is. Far. cân-âver 1. Masallarda sözü geçen yabani, yırtıcı hayvan: "Sen bir ahu gibi dağdan dağa kaçsan da yine / Seni aşkım canavarlar gibi takip edecek." -F. N. Çamlıbel. 2. Köpek balığı: "Balıklara canavar hücum etmesin diye göz kulak olurmuş." -S. F. Abasıyanık. 3. mec. Haşarı, yaramaz çocuk. 4. hlk. Kurt, domuz vb. cana kıyan yaban hayvanı. 5. sf. mec. Acımasız, kötü ruhlu, zalim (kimse), canavar gibi 1) iri yarı, saldırgan; 2) çok fazla: Canavar gibi çalışıp sınavlara hazırlandı, canavar kesilmek hırçınlaşmak, canavar gibi olmak: Fakat o, bu gece sahiden canavar kesilmiş.
→ canavar düdüğü, canavar otu, ayaklı canavar
canavarca sf. (canava'rca) 1. Canavar gibi: "Mektep çıkışlarında canavarca dövüşler olurdu." -Y. K. Beyatlı. 2. zf Canavara uygun biçimde.
canavar düdüğü is. 1. Taşıtlarda bulunan, tiz ses çıkaran alet. 2. Acı acı ses çıkaran ve uzaklara kadar tehlike işareti vermek için kullanılan düdük: "Öte yandan canavar düdükleri de ilk çığlıklarım koparmaya başlamışlardı. " -Y. K. Karaosmanoğlu.
canavarlaşma is. Canavarlaşmak işi.
canavarlaşmak (nsz) 1. Canavar gibi davranmak. 2. mec. Korkunç, ürkütücü bir durum almak.
canavarlık, -ğı is. Canavar gibi davranma.
canavar otu is. bot. Canavar otugiller familyasının örnek türlerinden olan ve kenevirle tütün köklerinin asalaklarından biri sayılan çiçekli bitki (Orobanche ramosa).
canavar otugiller ç. is. bot. Bitişik taç yapraklı iki çeneklilerden, tarım bitkilerine zarar veren asalak bir bitki familyası.
cana yakın sf. Sevimli: "Cana yakın birkaç dilbere rastlarsınız." -B. Felek.
cana yakınlık, -ğı is. Cana yakın olma durumu: "O bu kadında daha bîr cana yakınlık bulur gibi oluyordu." -O. C. Kaygılı.
can beraber sf. esk. Çok sevgili.
can bunaltısı is. Aşırı üzüntü sebebiyle canm sıkılma, bunalma durumu: "Günlerce, haftalarca, üstümüze memleket yıkılmış gibi, bir can bunaltısı içinde kıvrandık." -F. R. Atay.
cancağız is. "Kendiliğinden isterse, içinden gelirse" anlamındaki cancağzı isterse deyiminde geçen bir söz: "Tayfur Bey görünmezse görünmesin, cancağzı isterse görünsün!" -S. M. Alus.
canciğer sf. Çok yakın, sıkı fıkı, pek içten (arkadaş): "Aynı işi ortaklaşa yaparlardı, canciğer dosttular." -O. Kemal, canciğer kuzu sarması içli dışlı, candan, pek içten: "Bir gün evvel canciğer kuzu sarması, ferdası günü sen kimsin efendi ben seni tanımıyorum. " -H. Taner, canciğer olmak birbiriyle çok yakın arkadaş olmak: "Birbirinizin yüzüne karşı canciğer olursunuz, fakat sekiz on adım ayrıldığınız gibi, başka birine mükemmel çekiştirirsiniz." -R. N. Güntekin.
canciğerlik, -ği is. Canciğer olma durumu.
can çabası is. Varlığını kanıtlamak amacıyla gösterilen aşırı gayret.
can damarı is. En önemli veya hassas nokta, bir şeyin yaşaması için en önemli araç. (bir kimsenin) can damarına basmak bir işin en önemli yönü üzerinde durmak, can damarından yakalamak 1) konuya en önemli yerinden yaklaşmak; 2) birinin en zayıf noktasından yararlanmak.
candan sf 1. İçten, yürekten, gönülden, samimi. 2. zf. İçtenlikle, istekle, ilgiyle: "Onlar da ilk defa candan alkışlamanın o güzel (adım tadıyorlardı." -T. Buğra.
→ candan yürekten
candanlık, -ğı is. Candan olma durumu: "Hepsi de halis sporculara özgü sevimli bir çocukluk ve candanlık içinde kocamışlardı." -H. Taner.
candan yürekten zf. İçtenlikle.
candarma is. hlk. bk. jandarma.
can direği is. muz. Kemanın içinde, alt ve üst kapaklan arasında dikili duran çubuk.
can dostu is. Pek içten dost, can arkadaşı.
can düşmanı is. Aşın düşmanlık güden kimse, öldürmeyi bile düşünen düşman: "Hem değil sana, can düşmanıma bile gül yaprağı ile dokunmaya kıyamam." -R. N. Güntekin.
can eriği is. bot. Genellikle yeşilken yenen sert, sulu bir tür erik.
canevi is. hlk. 1. Kalbin altındaki bölge: "Yazın susamışken birdenbire bir soğuk su içtiniz mi bir sancı, bir ağırlık oturuverir; öyle bir şey oturdu canevime." -S. F. Abasıyanık. 2. mec. En duyarlı yer, yürek: "Bir çift göz istiyorum, canevimi görecek." -B. K. Çağlar, canevinden vurmak en etkileyici yönünden saldırmak.
can feda ünl Çok imrenilen iyi veya güzel şeyler, davranışlar karşısmda söylenen bir söz, can kurban.
canfes is. Far. cân + fes esk. 1. Üzerinde desen bulunmayan, ince dokunmuş, parlak, tok, ipekli kumaş: "Arabistan'dan getirdiği birtakım ipekler, canfesler ve kumaşlarla giyinir." -A. Ş. Hisar. 2. sf. Bu kumaştan yapılmış: "Canfes yastıklar üzerinde, muslinlere bürünmüş bir halayık portakal soyuyor." -R. H. Karay, canfes gibi ince, taze ve sinirsiz (asma ve dut yaprağı).
canfeza is. (canfeza:) Far. cün-fizâ müz. Türk müziğinde çok az kullanılmış bir birleşik makam.
cangıl is. 1. Cengel. 2. mec. Karışıklık, kargaşa.
→ cangıl cungul
cangıl cungul is. 1. Hayvanlara takılan çan veya başka maden eşyanın çıkardığı ses. 2. Bu biçimdeki gürültü: Bu çanların cangıl cungulu insanın başını ağrıtıyor.
can gözdesi is. Sevgili: "Bu mektup o can gözdesine gitsin, bir ah kadar göklere ersin. " -T. Oflazoğlu.
can havli is. Ölüm korkusu, can havliyle ölüm korkusundan doğan güçlü bir tepki ile: "Feridun'un, kasıklarıma doğru indirdiği son bir tekme üzerine can havliyle onun gırtlağına atıldım." -O. C. Kaygılı.
canhıraş sf. (canhırasş) Far. cân-hirüş esk. Yürek paralayan, kulak tırmalayan, acı, tüyler ürpertici: "Canhıraş bir feryat koparır koparmaz, ipek gömlekle odaya kendimi atmışım." -S. M. Alus.
canı burnunda sf. Çok yorgun ve bezgin. canı burnunda olmak çok yorgun ve bezgin olmak.
canı cebinde sf. Zayıf ahlaklı (kimse).
canıgönülden zf. (ca:nı gönülden) İçtenlikle, çok isteyerek: Ev halkı da şu kızın bir an evvel başının bağlanmasını canıgönülden istedikleri hâlde, yine de kumarbaz Hayriye kız vermezler." -S. F. Abasıyanık.
canına düşkün sf. Kendine iyi bakan, kendini koruyan (kimse).
canı pek sf Acıya, sıkıntıya karşı dayanıklı (kimse).
canı sıkkın sf Keyfi kaçmış (kimse): "Pencereden canı sıkkın ayrılırken polislerinden birini odasına çağırdı." -N. Cumalı.
canı tatlı sf. Sıkıntıya ve acıya katlanmak istemeyen (kimse).
cam tez sf Aceleci.
canıyürekten zf. Canıgönülden: "İki köy halkı ihtiyar, genç, her sabah bu duaları canıyürekten tekrarlıyorlar, sanki Ali'yi derin bîr uykudan uyandırıyorlar." -Ö. Seyfettin.
cani is. (ca:ni:) Ar. cani 1. Cinayet işlemiş olan kimse, kıyacı: Sırtlanlar demir kafeslere, caniler zindanlara kapatılır. 2. sf. mec. Acımasız, gaddar.
canice zf. (ca:ni: 'ce) Cani gibi, caniye yakışır biçimde, caniyane.
canilik, -ği is. Cani olma durumu.
canip, -bi is. (ca:nip) Ar. cânib esk. Yan, taraf.
caniyane zf. (ca:niya:ne) Ar. câni+ Far. –âne esk. Canice.
can korkusu is. Ölüm korkusu.
cankulağı is. Çok yakın dost, sırdaş: "Derdimizi dökecek bir dert ortağı, şikâyetimizi dinleyecek bir cankulağı bulunsun." -A. Ş. Hisar.
can kulağı is. "Çok dikkatli dinlemek" anlamındaki can kulağı ile dinlemek deyiminde geçen bir söz: "Atölyede duyduğum kelimeleri, cümleleri can kulağı ile dinliyor, bunları aynen Fransızlar gibi kullanmak için can atıyordum." -B. R. Eyuboğlu.
can kurban ünl. Can feda.
cankurtaran is. 1. Hasta veya yaralı taşımaya uygun hazırlanmış özel araç, ambulans. 2. Havuz veya plajda yüzme bilmeyenleri uyaran, tehlikeden koruyan ve onları kurtaran kimse, cankurtaran yok mu! ölüm tehlikesi karşısında yardım isteme sözü: "İmdat! İmdat!.. Cankurtaran yok mu?" -E. M. Karakurt.
→ cankurtaran çanı, cankurtaran düdüğü, cankurtaran gemisi, cankurtaran kulübesi, cankurtaran salı, cankurtaran sandalı, cankurtaran simidi, cankurtaran şamandırası, cankurtaran yeleği
cankurtaran çanı is. Tipili veya sisli havalarda sığınacak yeri yolculara, gemilere belli etmek için kullanılan çan veya düdük, cankurtaran düdüğü.
cankurtaran düdüğü is. Cankurtaran çanı.
cankurtaran gemisi is. den. Karaya oturan, yanan veya batma tehlikesi ile karşı karşıya kalan gemileri kurtarmaya yarayan gemi.
cankurtaran kulübesi is. Dağ geçitlerinde tipiden veya soğuktan korunmak için sığınak olarak yapılmış kulübe.
cankurtaranlık, -ğı is. Cankurtaran olma durumu.
cankurtaran salı is. den. Deniz kazalarında kullanılmak üzere gemilerde bulundurulan sal.
cankurtaran sandalı is. den. Deniz kazalarında veya gemi batmak üzereyken insanları kurtarmaya yarayan motorlu, kürekli sandal, filika.
cankurtaran simidi is. den. Suda boğulma tehlikesine karşı kullanılan ve sudan hafif maddelerden, büyük simit veya yelek biçiminde yapılmış araç.
cankurtaran şamandırası is. den. Denize düşenlerin kolayca belirlenip kurtarılmaları için denize bırakılan ve kazaya uğrayanların bulup kendilerini göstermeleri için kullanılan, parlak renkli, fosforlu şamandıra.
cankurtaran yeleği is. den. Yelek biçiminde yapılmış cankurtaran aracı, can yeleği.
can kuşu is. Ruh.
canla başla zf. Seve seve, her türlü yorgunluğu göze alarak, var gücüyle: "Dünyanın en ilginç ve muhteşem müzelerinden biri olan sarayı güçlendirmek için canla başla çalıştı. " -T. Halman.
canlandırıcı is. 1. Canlılık veren, canlılık kazandıran şey. 2. Bir canlı resim veya şema filmi için hareketliliği sağlayan tek tek resimleri yapan sanatçı. 3. Otel, tatil köyü vb. turistik yerlerde konuklan eğlendirmek için çeşitli oyunlar, gösteriler yapan kimse, animatör.
canlandırıcılık, -ğı is. Canlandırıcı olma durumu.
canlandırılma is. Canlandırılmak işi.
canlandırılmak (nsz) Canlandırma işine konu olmak.
canlandırım is. mim. Ortada kalan kalıntılarına göre bir eserin ana tasarısına uygun olarak yeniden çizimi.
canlandırma is. 1. Canlandırmak işi, animasyon: "Küçük kafasında kendisini çağırtan ihtiyar kadının hayalini canlandırmaya çalışıyordu. " -H. E. Adıvar. 2. ed. Kişileştirme. 3. sin. ve TV Tek tek resimleri veya hareketsiz cisimleri gösterim sırasında hareket duygusu verebilecek biçimde düzenleme ve filme aktarma işi. 4. sin. ve TV Geçmiş bir olayın gelişmesini ve sonucunu aynı biçimde yansıtarak sunma, animasyon.
canlandırmak (-i) 1. Canlanmasını sağlamak, canlanmasına yol açmak. 2. Yaşatmak, birinin kılığına girmek. 3. Canlılık, tazelik, dirilik getirmek: "Güller tazelikleri, renkleri, biçimleriyle salonu canlandırmışlardı birden." -C. Uçuk. 4. mec. Yoğunluk, etkinlik kazandırmak: "Şu ocağı canlandır, sonra yanıma gel." -R. H. Karay. 5. sin. ve TV Bir karakteri oynamak, ona kişilik vermek.
canlanma is. Canlanmak işi.
canlanmak (nsz) 1. Gücü artmak, diri duruma gelmek: Biraz oyalandıktan sonra canlanan parmaklarını beyaz tuşlarda koşturarak çalmaya başladı." -P. Safa. 2. Depreşmek: "Bir kere gözlerime baksanız anlardınız / Sizin için kalbimde canlanan emelleri." -N. H. Onan. 3. Geçmişte yaşanan bir olay veya durum yeniden hatırlanmak: "Necati'nin o gün bir kere bile aklından geçmeyen bir isim, uzaklaşmış hatıraları arasından canlandı. " -P. Safa. 4. mec. Etkinliği artmak, hareketlilik kazanmak.
canlı sf. 1. Canı olan, diri, yaşayan: "Bütün canlıların kendilerini yarı baygın, uykulu, hareketsiz bir tembelliğe bıraktıkları saatler başlamıştı." -N. Cumalı. 2. Güçlü, etkili, hareketli, hayat dolu: "Recep çok canlı bir adamdı." -S. F. Abasıyanık. 3. is. Yaşayıp yer değiştirebilen yaratık, hayvan. 4. is. Canlı yayın.... canlısı... düşkünü.
→ canlı canlı, canlı cenaze, canlı model, canlı müzik, canlı Özdekçilik, canlı resim, canlı yayın, ağırcanlı, dokuz canlı, etli canlı, iki canlı, it canlı, kanlı canlı, pek canlı, tez canlı, yedi canlı, arkadaş canlısı, dost canlısı, mal canlısı, para canlısı
canlı canlı zf 1. Diri diri, henüz ölmemiş bir biçimde: "Ev bark sahipleri, sandalcıların olta ile tutup oracıkta eski bir leğen içinde canlı canlı sattıkları balıklara bakmadan geçemezlerdi." -Z. O. Saba. 2. Heyecanla: "Komutan canlı canlı cevap veriyordu." -F. R. Atay.
canlı cenaze is. Çok zayıf, bir deri bir kemik kalmış kimse: "Ayşe Hanım, canlı cenazeden farksız, handiyse son nefesini verecek." -S. M. Alus.
canlıcılık, -ğı is. fel. 1. Olup bitenin, ruhlar alanının gizli güçleri tarafından yönetildiğine inanan ilkel anlayış, animizm. 2. Bağımsız bir ruhsal varlığın insanda ve doğa nesnelerinde yerleşik olduğuna inanan ilkel dinî görüş. 3. Tek ve aynı ruhun fikrî ve organik hayatın ilkesi olduğunu ileri süren öğreti. 4. Çocukta bir düşünce biçimi olarak bütün cisimlerin canlı olduğuna inanma.
canlılık, -ğı is. 1. Canlı olma durumu. 2. mec. Neşelilik, hareketlilik: "Her girdikleri oyuna renk ve hareket, canlılık ve şaklabanlık katarlardı." -H. Taner.
→ ağırcanlıltk, iki canlılık
canlı model is. Heykeltıraşlıkta yararlanılan kadın veya erkek.
canlı müzik, -ği is. Gazino, lokal vb. yerlerde yemek sırasında bir veya birkaç müzisyenin çalgı ve sesleri ile parçalan seslendirmesi.
canlı özdekçilik, -ği is. fel. Evrenin temeli olarak düşünülen maddenin canlı olduğunu savunan doktrin, hilozoizm. .
canlı resim, -smi is. sin. ve TV Bir hareketi parçalarına ayırıp bunların elle yapılan resimlerinin alıcıyla tek tek çevrilmesine dayanan ve gösterimde sürekli bir hareketi ortaya koyan film tekniği.
canlı yayın is. Daha önceden herhangi bir gereç üzerine kaydedilmemiş olay, gösteri, toplantı ve etkinlikleri gerçekleştiği anda alıcı aracılığıyla radyo ve televizyondan aktarma.
can noktası is. En önemli husus, vurgulanması gereken yer: "Bütün şikâyetlerinin can noktası bu cins maskaralıklar değil mi?" -R. N. Güntekin.
can pahasına zf. Canını vererek veya tehlikeye koyarak.
can pazarı is. Herkesin kendi canının kaygısına düştüğü ve kendini kurtarmaya çalıştığı bir durum: "... can pazarı kardeşim, herkes kendi başının derdine düşmüş." -M. Ş. Esendal.
can sağlığı is. İnsanın sağ ve sağlıklı olması.
can sıkıcı sf. Üzüntü yaratan, üzücü: "Kendisini can sıkıcı bir yabancı yerine koyan tavırlarını hiç çekemiyor." -H. E. Adıvar.
can sıkıcılık, -ğı is. Can sıkıcı olma durumu.
can sıkıntısı is. Yapılacak bir iş olmaması ve hiçbir şeyle oyalanma imkânı bulunmaması sebebiyle duyulan tedirginlik, bunalım: "Genç kadın, can sıkıntısıyla yüzünü ekşitti."-P. Safa.
cansız sf. 1. Canını yitirmiş, ölmüş: Cansız bir kuş. 2. Canlı olmayan (varlık), camit. 3. zf. mec. Güçsüz, mecalsiz bir biçimde: "Nil'in deminden beri avucumun içinde cansız duran eli kımıldadı, parmaklarımı sıkıyor." -R. H. Karay. 4. mec. İlgi uyandırmayan, sönük: Cansız bir anlatış. 5. mec. Durgun: Bu yıl buğday piyasası biraz cansız. cansız düşmek hastalık veya yorgunluk yüzünden bitkin bir duruma gelmek.
→ cansız hedef, kansız cansız
cansız hedef is. ask. İnsan ve hayvan dışında ateş etmek için seçilen hedef.
cansızlaşma is. Cansızlaşmak işi.
cansızlaşmak (nsz) Cansız duruma gelmek.
cansızlaştırma is. Cansızlaştırmak işi.
cansızlaştırmak (-i) 1. Cansız duruma getirmek. 2. tıp Bir dişin canlı dokusunu yok etmek.
cansızlık, -ğı is. 1. Cansız olma durumu. 2. Hareketsizlik.
cansiparane zf. (cansipara:ne) Far. can + sipâr-âne esk. Canım verircesine, özveriyle: "Çopur Apti, maksat uğruna cansiparane çalışmaktadır." -R. H. Karay.
can sohbeti is. İçtenlikle konuşan çok yakın dostlar bir arada söyleşip dertleşme: "Pazar akşamı bizim can sohbetine sizi de bekleyeceğiz. " -H. E. Adıvar.
can tahtası is. hlk. Göğüs kemiği.
cantiyane is. Lat. bk. kantiyane.
can yeleği is. den. Cankurtaran yeleği.
can yoldaşı is. Yalnızlıktan kurtulmak için birlikte yaşanılan kimse vb: "Bizim kadın kimsesizdir, bir can yoldaşı yok." -M. Ş. Esendal.
capcanlı sf. (capcanlı) 1. Çok canlı: "Ayaklarının birisi taşla ezilmişti ama, capcanlıydı." -S. F. Abasıyanık. 2. zf. Çok canlı bir biçimde.
car (I) is. hlk. 1. Çağrı, tellal ile duyurma. 2. İlan. 3. Tehlike durumu, imdat, yardım, car etmek 1) nara atmak, haykırmak; 2) ilan etmek.
→ carcar, car car
car (II) is. Ar. izâr'dm hlk. Zar (III).
carcar sf. hlk. Geveze, yaygaracı.
car car zf. Çok ve yüksek sesle, gürültülü bir biçimde (konuşmak): Sabahtan akşama kadar car car konuşur durur.
carcur (I) is. hlk. bk. şarjör.
carcur (II) zf. "Gelişigüzel konuşmak" anlamındaki carcur etmek birleşik fiilinde geçen bir söz.
carcur (III) is. hlk. Fermuar.
cari sf. (caıri:) Ar. câri 1. Geçerli olan, yürürlükte olan: Memlekette bu konunun hükmü hâlâ caridir. 2. Akan.
→ cari gider, cari hesap, cari kur, cari masraf, cari para, cari ücret
cari gider is. ekon. Yatırım ve transfer ödemesi niteliğinde olmayan kamu harcamaları.
cari hesap, -bı is. tic. İki taraf arasında sürüp giden alacak verecek işlemlerinin tutulan hesabı.
cari kur is. ekon. 1. Piyasada arz ve talep sonucu belirlenen kur. 2. Bir kambiyo işleminin yapıldığı anda söz konusu olan kur.
cari masraf is. ekon. Belirli bir dönemde yapılan harcamalar.
cari para is. ekon. Geçerli olan, yürürlükte bulunan para.
cari ücret is. ekon. İş gücü piyasasında iş gücünün, arz ve talebe göre belirlenen fiyatı.
cariye is. (ca.riye) Ar. câriye esk Yabancı ülkelerden kaçırılıp özgürlükten yoksun bırakılan, alınıp satılabilen, her konuda efendisinin İsteklerine bağlı bulunan genç kadın, halayık: "Ben dedi, zevce ile cariye arasındaki farkı hâlâ anlamış değilim." -P. Safa. cariyeniz (veya cariyeleri) esk 1) söz söylenen kimseye aşırı bir saygı göstermiş olmak için kadınlar tarafından "ben" zamiri yerine kullanılan bir söz; 2) aynı maksatla genç kadınlardan söz edilirken onlan anlatan kelimelere bir unvan gibi getirilen bir söz: Kerimem cariyeniz. Hemşirelerim cariyeleri.
cariyelik, -ği is. Cariye olma durumu, cariyelik etmek cariye gibi hizmet etmek: "Bîr erkek çocuğu doğuruncaya kadar bu yabancı adama cariyelik eder." -F. R. Atay.
carlama is. Carlamak işi.
carlamak (nsz) hlk. 1. Bağırarak konuşmak. 2. Çok söylemek. 3. Nara atmak, haykırmak. 4. (-i) İlan etmek, duyurmak.
carlı sf. Zarı (III) olan: "Köyün sokaklarında elleri carlı, peştamallı köylüleri kovalıyordu." -Ö. Seyfettin.
carsız sf. Can (II) olmayan.
cart is. Sert bir şey yırtılırken çıkan ses. cart cart ötmek 1) kendini beğenmiş bir davranışla ve buyururcasma söz söylemek: "Öldürecek adam öldüreceğim diye cart cart ötmez, sıkı ise gelir öldürür." -H. Taner. 2) çok konuşmak, cart kaba kâğıt argo yüksekten atana veya çalımlı bir tavır takmana karşı söylenen hafifseme ünlemi.
→ cart curt
carta is. (ca'rta) argo Yellenme, cartayı çekmek argo ölmek.
cartadak zf. (ca'rtadak) tkz. Birdenbire ve gürültü ile, cartadan.
cartadan zf. (ca'rtadan) tkz. Cartadak.
cart curt is. Gerekli gereksiz yerde söylenen abartılı söz: "Aman efendim, ben bu carta curta tahammül etseydim, pekâlâ istanbul'da kalırdım." -Y. K. Karaosmanoğlu. cart curt etmek göz korkutmak veya övünmek amacıyla abartılı konuşmak: "Cart curt etmesine balana, korkaktır." -S. F. Abasıyanık.
cascavlak, -ğı sf. (ca'scavlak) 1. Saçsız (baş): Cascavlak bir baş. 2. Çırılçıplak, örtüsüz: Cascavlak bir alan. cascavlak kalmak bütün imkânları elinden alınmış olarak ortada kalmak.
cash cart is. İng. cash cart bk. nakit kartı.
casus is. (caısus) Ar. câsüs Ajan: "Ortalığı karıştırmak isteyen yabancı kimseler, askerlik casusları burada oturur." -M. Ş. Esendal.
casusluk, -ğu is. Casus olma durumu, çaşıtlık: "Casusluk şüphesiyle hudut dışına atılmakla kurtuldu." -A. Gündüz, casusluk etmek casus olarak çalışmak: "Bildiği şey hükümete casusluk etmek, hükümeti düşürmek isteyenleri enselemektir." -P. Safa.
catering is. İng. catering bk. yemek hizmeti.
cavalacoz sf. argo Değersiz, önemsiz, derme çatma.
cavlak, -ğı sf. Çıplak, tüysüz: "Arkasına fırlayan külahım ben elimle tutup cavlak kafasına geçirdim." -F. R. Atay. cavlağı çekmek argo ölmek: "Ne olacak a canım, hepimiz de.ya bir kaza neticesinde veyahut kazasız olarak cavlağı çekeceğiz." -Halikarnas Balıkçısı.
cavlaklık, -ğı is. Cavlak olma durumu, çıplaklık.
cavlama is. Cavlamak işi.
cavlamak (I) hlk. Kavlamak, tüyünü dökmek, çıplak kalmak.
cavlamak (II) (nsz) Ölmek.
caydırıcı is. Karanndan, sözünden döndürücü kimse veya şey.
caydırıcılık, -ğı is. Caydıncı olma durumu.
caydırılma is. Caydırılmak işi.
caydırılmak (nsz) Caydırma işi yapılmak.
caydırış is. Caydırma işi veya biçimi.
caydırma is. Caydırmak işi.
caydırmak (-i) Cayma işini yaptırmak.
caygın sf. hlk. 1. Vazgeçip işin ardını bırakan. 2. Dönek.
cayır cayır zf. Şiddetli, çabuk ve etkili bir biçimde (yanmak, yırtılmak vb.): "İşte görüyorsun, ben İrfan'ımın sevdasından cayır cayır yanıyorum." -O. C. Kaygılı.
cayırdama is. Cayırdamak işi.
cayırdamak (nsz) Nesneler "cayır" sesi çıkararak yanmak veya yırtılmak.
cayırdatma is. Cayırdatmak işi.
cayırdatmak (-i) Sert, uzun, gürültülü ses çıkartmak.
cayırtı is. Şiddetli yanma, yırtılma sesi, gürültü. cayırtı koparmak çok gürültü koparmak. cayırtı vermek gürültü ile gözdağı vermek, cayırtıyı basmak birdenbire bağırıp çağırmaya başlamak.
cayırtılı sf. Cayırtısı olan.
cayış is. Cayma işi veya biçimi: "Yüreğinde, gevşek bir isteksizlik, cayışa benzeyen tatsız bir gerileme vardı." -C. Uçuk.
cayma is. Caymak işi.
caymak, -ar (nsz) Sözünden, karanndan dönmek, vazgeçmek: "Yonca düşündü, önce annesiyle alışverişe gitmek istedi, sonra caydı."-O. Rıfat.
caz is. İng Jazz 1. Başlangıçta Kuzey Amerika zencilerine aitken sonraları bütün dünyada benimsenen bir müzik türü: "Onlar alaturka dinlemek istiyor, siz caz dinlemek istiyormuşsunuz." -Ç. Altan. 2. Bu müziği çalan orkestra: "Bunun lüks bir lokantası olacak, hatta ileride bir caz bile temin edilecekti. " -R. N. Güntekin.
→ cazbant, caz (akımı
cazbant, -di is. (ca'zbant) İng. jazz-band Caz müziği çalan orkestra: "Kaldırımın nihayetinde bir cazbant sesi geliyor." -P. Safa.
cazbantçı is. Cazcı: "Başımı çevirip bakınca gördüm ki evin bütün uşakları, cazbantçıları, oradakiler, hepsi Mustafa'yı zapt etmişler. " -A. Gündüz.
cazcı is. Caz müziği çalan veya besteleyen kimse: "Aaa diyorlar, burada bar açılmış, bak cazcı Arap kapıda." -Y. Z. Ortaç.
cazcılık, -ğı is. Cazcının işi veya mesleği.
cazgır is. 1. Güreşecek olan pehlivanları yüksek sesle izleyicilere tanıtan ve dua okuyarak onları alana süren kimse. 2. hlk. Fitneci.
cazgırlık, -ğı is. Cazgır olma durumu.
cazır cazır zf. Güçlü ve sesli olarak (kaynamak, yanmak).
cazırdama is. Cazırdamak işi.
cazırdamak (nsz) "Caz" diye ses çıkarmak.
cazırdatma is. Cazırdatmak işi.
cazırdatmak (-i) Cazırdamasına yol açmak.
cazırtı is. Cazırdama sesi: "Bütün gece kağnı arabalarının cazırtısını duydum." Halikarnas Balıkçısı.
cazırtılı sf. Cazırtısı olan.
cazırtısız sf. Cazırtısı olmayan.
cazibe is. (ca:zibe) Ar. cazibe 1. Çekicilik: "O zaman Çamlıca'nın bir cazibesi, tamamen millî olmasıydı."-A. Ş. Hisar. 2.fiz. Çekim.
→ cazibe kanunu, arz cazibesi
cazibedar sf. (ca:zibeda:r) Ar. cazibe + Far. -dür esk. Çekiciliği olma, alımlı: "Epeyce bozulmuş olmakla beraber o sevimli çirkinliği hâlâ cazibedardı." -H. C. Yalçın.
cazibe kanunu is. fiz. Yer çekimini belirten kurallar bütünü: "Newton'un bahçesindeki elma ağacı cazibe kanununun keşfine yaramış. " -R. H. Karay.
cazibeleşme is. Cazibeleşmek durumu.
cazibeleşmek (nsz) Çekici, alımlı duruma gelmek.
cazibeleştirme is. Cazibeleştirmek işi.
cazibeleştirmek (-i) Çekici, alımlı duruma getirmek.
cazibeli sf. 1. Cazibesi olan: "Sesi mat, yavaş, tatlı ve cazibeli idi." -F. R. Atay. 2. mec. Önemli, ağırlığı olan: "Zamanın en ciddi, en cazibeli bir meselesini konuşabilmek için oraya kapanmışlar ve kendilerini unutmuşlardı. " -R. N. Güntekin.
cazibesiz sf. Cazibesi olmayan: "Cazibesiz güzellik kâfi gelmiyor." -R. H. Karay.
cazip, -bi sf. (ca:zip) Ar. câzib Alımlı: "Gizli bir musikinin vezniyle dalgalanan ipekli maddeler gibi cazip, yumuşak ve tatlı idi." -P. Safa.
cazipleşme is. Cazipleşmek durumu.
cazipleşmek (nsz) Cazip duruma gelmek.
cazipleştirme is. Cazipleştirmek durumu.
cazipleştirmek (-i) Cazip duruma getirmek.
cazipti sf. Çekici, alımlı, albenili.
caziptik, -ği is. Cazip olma durumu: "Şık, şatafatlı görünen kıyafetleri, onları güzelliğin, şirinliğin ve cazipliğin birer timsali gibi gösteriyordu." -O. C. Kaygılı.
cazlı sf. Cazı olan: "Eğer gürültülü, cazlı bir yerde yemeği tercih etmezseniz, sizi lokantaya götürecektim." -R. H. Karay.
cazsız sf. Cazı olmayan.
caz takımı is. Caz müziği çalan orkestranın bütün çalgıları: "Caz takımının önünden güç bela geçebildiler." -R. H. Karay.
Cb kim. Kolombiyum elementinin simgesi.
cc müz. Kemanın sırt ve göğüs tahtasını iki yanından "c" harfi biçiminde çenten oyuklar.
Cd kim. Kadmiyum elementinin simgesi.