bücür sf Ufak tefek ve kısa boylu (kimse).
bücürlük, -ğü is. Bücür olma durumu.
büfe is. (bü'fe) Fr. buffet 1. Evlerde içine yemek takımlarının konduğu dolap. 2. Toplantılarda yiyecek ve içeceklerin konulduğu masa: "Kadınlar büfeye gidip bir şey yemek için bile kımıldamıyorlardı." -F. R. Atay. 3. Yiyecek, içecek, gazete, dergi vb.nin satıldığı küçük dükkân: "Ben köşedeki büfeden size sandviç getirebilirim." -P. Safa.
→ açık büfe, soğuk büfe
büfeci is. Büfe işleten kimse.
büfecilik, -ği is. Büfe işletme işi.
Bügdüz öz. is. tar. Oğuz Türklerinin yirmi dört boyundan biri.
büğe is. bk. büve.
büğelek, -ği is. Büve.
büğeme is. Büğemek işi.
büğemek (-i) hlk. Suyu önüne bent yaparak toplamak.
büğet is. hlk. Gölet.
büğlü is. Fr. bugle muz. Küçük büğlü, soprano büğlü, alto büğlü, bariton büğlü olarak dört türü bulunan, bakırdan, perdeli veya pistonlu müzik araçlarının adı.
bühtan is. Ar. bühtan esk. Kara çalma, iftira. bühtan etmek kara çalmak, iftira etmek.
bük is. 1. Ovada veya dere kıyısında çalı ve diken topluluğu. 2. Böğürtlen. 3. Akarsu kıyılarındaki verimli tarlalar. 4. Dönemeç.
büken is. anot. Oynak kemikleri arasındaki açılan daraltan kasların genel adı, açan karşıtı.
büklük, -ğü is. Akarsu kıyılanndaki verimli tarlalar, bük.
büklüm is. 1. Bükülmüş, kıvrılmış şeylerin oluşturduğu kat, kıvnm: "Yırtılmış atılmış o kâğıtlar ki hayatım / Her parçası, her büklümü üstünde adın var." -M. C. Kuntay. 2. hlk. Dönemeç, viraj.
→ büklüm büklüm, iki büklüm
büklüm büklüm sf. Çok büklümlü, kıvnm kıvrım: "Büklüm büklüm alnına dökülen kıvırcık saçları vardı."-S. F. Abasıyanık.
bükme is. 1. Bükmek işi. 2. Bükülmüş kaytan veya iplik. 3. sp. Vücudun bir bölümünü yanındaki bölüm üzerine kıvırma, germe karşıtı.
→ gıcırı bükme
bükmek, -er (-i) 1. Sertçe çevirmek, kıvırmak: "Bu kez onu sürmeden olduğu yerde büküp altına aldı." -S. Birsel. 2. Birkaç tel ipliği burarak sarmak: İpek bükmek. 3. Eğmek: Olur der gibi başını büktü. Çelik halatı büktü. 4. Katlamak: "Büktüğüm yeri kaybetmişim, nereye kadar geldiğimi bilmiyorum. " -S. M. Alus. 5. Döndürmek.
→ kargabüken
büktürme is. Büktürmek işi.
büktürmek (-i) Bükme işini yaptırmak, kıvırtmak.
bükücü is. Ağaç veya kontrplakları kalıpla, elle bükerek şekil veren kimse.
bükücülük, -ğü is. Bükücünün işi veya mesleği.
büküç, -cü is. Köşe.
bükük, -ğü sf. Bükülmüş, eğilmiş olan: "Az beli bükük ve gözleri biraz baygın bir ihtiyar."-O. C. Kaygılı.
→ beli bükük, boynu bükük
büküktük, -ğü is. Bükük olma durumu.
→ boynu büküklük
bükülgen sf. 1. Kolay eğilip bükülen. 2. dbl. Bükünlü.
bükülgenlik, -ği is. Bükülgen olma durumu.
bükülme is. Bükülmek işi.
bükülmek (nsz) 1. Bükme işine konu olmak, katlanmak: "Yerde kenarı bükülmüş bir seccade vardı." -F. R. Atay. 2. İplik eğrilmek. 3. Eğilmek. 4. Yönelmek.
bükülü sf. Bükülmüş olan.
bükülüş is. Bükülme işi veya biçimi: "Uzun ve yürüyüşü pek zarif bükülüşlerle dalgalanan genç bir kadındı." -H. E. Adıvar.
büküm is. 1. Bükme işi. 2. Bir şeyin bükülmüş yeri, kat, kıvrım: "Cebine koyarken kâğıt yere düştü, bükümü açıldı." -B. Felek. 3. Bir kerede eğrilmiş iplik, yün miktarı.
bükümlü sf. Bükülmüş olan, bükümü olan.
bükümsüz sf. Bükülmemiş olan, bükümü olmayan.
bükün is. dbl. Dil bilgisi görevleri ve yapı bakımından, kelime köklerinin başında, içinde veya sonunda türlü değişikliklerin olması, insiraf.
bükünlü sf. dbl. Türetmede ve çekimde kelime kökleri değişikliğe uğrayan, bükülgen (dil), insirafî.
→ bükünlü dil
bükünlü dil is. dbl. Dil bilgisi görevleri ve yapı bakımından kelime köklerini değiştiren dil: Arapça bir bükünlü dildir:
bükünme is. Bükünmek işi.
bükünmek (nsz) 1. Kıvrılmak, bükülmek. 2. Ağrıdan, sancıdan kıvranmak.
büküntü is. 1. Bükme sonucu oluşan biçim veya iz. 2. Bağırsakta olan ağrı. 3. hlk. Dönemeç, viraj.
büküş is. Bükme işi veya biçimi: "Her büküşünde yaradan koyu, kalın bir kan tabakası kabarıyordu." -R. H. Karay.
bülbül is. Far. bulbul 1. zool. Karatavukgillerden, sesinin güzelliği ile tanınmış olan ötücü kuş (Lvscinia megarhynchos). 2. mec. Sesi çok güzel olan kimse: "Hanende Nedim Bey ki, gençliğinde Boğaziçi'nin bülbülü, en sevgili kuluyken artık onun da ihtiyarlamaya, sesinin bozulmaya başladığı söylenirdi." -A. Ş. Hisar, bülbül gibi bilmek çok iyi Öğrenmiş olmak: "Çocuk dersi bülbül gibi bildiği hâlde, Mükremin Hoca, bir türlü tam numara almazmış." -H. Taner. bülbül gibi konuşmak (veya okumak) kolaylıkla konuşmak, okumak: "Kadın bülbül gibi Fransızca konuşuyor." -H. E. Adıvar. bülbül gibi konuşturmak (veya söyletmek) itiraf ettirmek: "Buluştukları zaman da onu bülbül gibi konuşturdu." -T. Buğra, bülbül gibi söylemek hiçbir şey saklamadan bildiklerini söylemek, itiraf etmek: "Mahkemeye havale edeceğim, orada bülbül gibi söylersin." -Ö. Seyfettin, bülbül gibi şakımak güzel sesle, neşeyle konuşmak. bülbül kesilmek bir etki veya baskı altında çokça konuşmak: "Ağzından dünya kelamı çıkmayan kadın kadıncık bazı bayanlar birdenbire bülbül kesildiler." -H. E. Adıvar. bülbülü altın kafese koymuşlar, "ah vatanım" demiş kişi, başka yerlerde ne kadar rahat ve mutlu olursa olsun yine de kendi yurdunu özler, bülbülün çektiği dili belası ilerisi düşünülmeden söylenen söz insanın başına dert açabilir: "Bülbülün çektiği dili belasıdır, dedikleri bülbüller için söylenmiş değildir." -B. Felek.
→ bülbül çanağı, bülbülkonağı, bülbülyuvası, çeşmibülbül, tepeli bülbül, çalı bülbülü, yalı bülbülü
bülbül çanağı is. Çok ufak kâse.
bülbülkonağı is. Bir tür hamur tatlısı.
bülbülleşme is. Bülbülleşmek işi.
bülbülleşnıek (nsz) Bülbül gibi ötmek veya şakımak.
bülbülyuvası is. Daire biçiminde, ortası çukur ve bu çukur yere piştikten sonra dövülmüş Antep fıstığı konulan bir tür hamur tatlısı.
bülten is. Fr. bulletin 1. Özel veya resmî kurum, kuruluş veya yetkili kişilerce herhangi bir durumla İlgili olarak süreli veya süresiz yayımlanan duyuru. 2. Dergi.
→ kırmızı bülten, arama bülteni, haber bülteni
büluğ is. Ar. bulûğ Ergenleşme, büluğa ermek ergenleşmek.
→ büluğ çağı
büluğ çağı is. Ergenlik çağı.
bünye is. Ar. bünye 1. Yapı: "Çok kuvvetli bir bünyeye sahipsiniz, nadir rastladığım vüçatlardan." -R. H. Karay. 2. Yapılış, kuruluş: "İlk bakışta fertlerin toplum bünyesi içinde çizdiği belirli çizgiler bunlardır." -Ç. Altan.
→ sosyal bünye
bünyece zf. (bünye'ce) Bünye olarak, bünye bakımından: "Bünyece hayli zayıf, görünüşü marazı." -A. İlhan.
bürgü is. hlk. 1. Baş örtüsü. 2. Çarşaf, 3. Atkı. 4. İnce perde.
bürgülü sf. Bürgüsü olan: "Islak kayanın ardına sinmiş, bürgülü bir kadınla yan yana oturuyor." -Y. K. Karaosmanoğlu.
bürgüsüz sf. Bürgüsü olmayan.
büro is. (büro) Fr. bureau 1. Çalışma odası, yazıhane: Mühendislik bürosu. 2. Danışma ve yazı işlerinin yürütüldüğü iş yeri: "Amerikan usulü hususi bir dedektif bürosu açmış. " -R. H. Karay. 3. Bölüm, şube: Narkotik büro. 4. Yazı masası.
→ alım satım bürosu, basın bürosu, dağıtım bürosu, danışma bürosu, emlak bürosu, haber bürosu, tevzi bürosu
bürokrasi is. Fr. bureaucratie 1. Devletle ilgili işlerin yürütülmesinde gereksiz kural ve işlemler, kırtasiyecilik. 2. Devlet kurumlarında çalışan üst düzey yöneticiler topluluğu. 3. Kamu yönetimi.
bürokrat is. Fr. bureaucrate 1. Devlet kurumlarında çalışan üst düzey yönetici. 2. Kırtasiyeci.
bürokratik, -ği sf. Fr. bureaucratique 1. Kırtasiyecilikle ilgili. 2. Kamu yönetimi ile ilgili: "Bürokratik engelleri ortadan kaldıracak bir yol aradık ve bulduk." -H, Taner.
bürudet is. (büruıdet) Ar. burüdet esk. Soğukluk.
bürük, -ğü is. hlk. 1. Burulmuş ip veya kordon. 2. Çarşaf, baş örtüsü. 3. Duvak: "Attan iniyom attan / Bürüğüm yedi kattan." -Halk türküsü.
bürülü sf. Bürünmüş.
bürüm sf. Burulmuş, durulmuş, katlanmış olan: Bir bürüm kaymak.
bürümcek, -ği is. Koza gibi yumaklanmış şey.
bürümcük, -ğü is. 1. Ham ipekten dokunmuş İnce kumaş: "Ona, yakası daima açık ve yenleri bol bir bürümcük gömlek giydirdim. " -Y. K. Karaosmanoğlu. 2. sf Bu kumaştan yapılmış: "Kadınları kırmızı canfesten şalvar ve bürümcük gömlek giyerler." -Y. K. Beyatlı. 3. Ham ipekten yapılmış baş örtüsü.
bürümcek, -ği is. Bürümcük.
bürüme is. Bürümek işi.
bürümek (-i) 1. Sarmak, kaplamak, örtmek, basmak, istila etmek: "Tarlayı otlar bürümüştü. " -N. Nâzım. 2. mec. Çok, güçlü etkilemek: "Bir kötümserlik bürümüş sizin içinizi."-N. Ataç.
bürünme is. Bürünmek işi.
bürünmek (-e) 1. Bürüme işine konu olmak: Dağ başı sise büründü. 2. Sarınmak, örtünmek: "Annem, babaannem, halalarım çarşaflarına bürünmüşlerdi." -O. Kemal. 3. Bir görünüşe girmek: "Unutmak istediğim eski kimliğime bürünüvermiştim."-O. Pamuk.
büryan is. bk. biryan.
büsbütün zf. (bü'sbütün) İyiden iyiye, iyice, tamamen, tamamıyla, temelli: Seçim günleri yaklaştıkça iki komşu da propaganda faaliyetini büsbütün artırdılar." -H. Taner.
büst is. Fr. büste 1. Vücudun, omuzlarla birlikte göğüsten yukarı bölümü. 2. Heykelcilikte başı, göğsü, bazen de omuzları içine alan sanat ürünü: Atatürk büstü.
büstiyer is. Fr. bustier Bayanların ceket vb. kıyafetlerinin içinde kullanılan çarpıcı, göz alıcı, işlemeli kumaştan yapılmış askılı veya askısız üstlük.
bütan is. Fr. butane kim. Metal bidonlar içinde az bir basınç altında sıvılaşan, yakıt olarak yararlanılan HC formülündeki hidrokarbür gazı.
bütçe is. (bütçe) Fr. budget 1. Devletin, bir kuruluşun, bir aile veya bir kimsenin gelecekteki belirli bir süre için tasarladığı gelir ve giderlerinin tümü: "Düğün sahibinin bütçesi ne kadar dar ve mütevazı olursa olsun, hokkabaz şarttı." -S. Ayverdi. 2. Devlet ve öteki kuruluş veya toplulukların belirli bir dönem içindeki gelir ve giderlerinin oranlama niceliklerini önceden belirleyen, onaylayan ve bu işlemlerin yapılmasına izin veren kanun veya karar.
→ bütçe açığı, bütçe dengesi, bütçe yılı, destekli bütçe, ek bütçe, genel bütçe, idari bütçe, katma bütçe, konsolide bütçe, mülhak bütçe, aile bütçesi
bütçe açığı is. Bütçede belirlenen giderlerin gelirlerden çok olması durumu.
bütçe dengesi is. 1. Gelirin gidere eşit olma durumu. 2. ekon. Devletin bütün gelir toplamının gider toplamına eşit olma durumu.
bütçeleme is. Bütçelemek işi.
bütçelemek (-i) Bütçe yapmak veya hazırlamak.
bütçe yılı is. Bir bütçenin uygulanmaya başladığı günden ertesi yıl aynı güne kadar geçen süre.
büten is. Fr. butene kim. Olefin grubundan C4HS formülünde iki hidrokarbonun adı.
bütün sf. 1. Eksiksiz, tam: "Güller bütün güller bu sabah / Bir ağızdan şarkı söyler gibi açıyor her bahçede." -N. Cumalı. 2. Çok sayıdaki varlık ve nesnelerin hepsi: "Bütün civar köylerde onu sevmeyen yoktu." -Y. K. Karaosmanoğlu. 3. Bozuk olmayan (para): Bütün para. 4. Parçalanmamış. 5. is. Birlik, tamlık: "Şiirde bir bütünün lüzumuna inananlar bile mısralar arasında birtakım aralıklar kabul eder." -O. V. Kanık.
→ bütün bütün, bütün bütüne, bütün çıplaklığıyla, başı bütün, dini bütün, kuruluşlar bütünü, tesisler bütünü
bütün bütün zf. Büsbütün, tamamıyla: "Meydanda kimse kalmadı artık bütün bütün." -Y. K. Beyatlı.
bütün bütüne zf. Bütün olarak, tamamıyla: "Gönlümü yararak bütün bütüne / Benzedim sararmış yaban gülüne." -F. N. Çamlıbel.
bütüncü ekonomi is. ekon. Belli bir dönemdeki ekonomik etkinlik düzeyini belirleyen ve ekonomik büyüklükler arasındaki ilişkileri açıklayan ekonomi dalı, makroekonomi.
bütüncül sf. Totaliter.
bütüncüllük, -ğü is. Bütüncül olma durumu.
bütün çıplaklığıyla zm. Hiçbir şey saklamaksızın, olduğu gibi: "Meseleyi bütün çıplaklığıyla anlattım." -M. Yesari.
bütünleme is. 1. Tamamlama, tam duruma getirme, ikmal. 2, eğt. Bütünleme sınavı. bütünlemeye kalmak bir öğrenci yarıyıl veya öğretim yılı sonunda derslerinde başarısızlığa uğramak, ikmale kalmak.
→ bütünleme sınavı
bütünlemek (nsz) 1. Eksiksiz duruma getirmek, tamamlamak. 2. Ufak, bozuk paralan büyük para durumuna getirmek.
bütünlemeli sf. Bütünleme sınavına girmesi gereken (öğrenci).
bütünleme sınavı is. eğt. Okullarda başarısız olan öğrenciler için yapılan ek sınav, bütünleme sınavı, İkmal imtihanı.
bütünlenme is. Bütünlenmek işi veya durumu.
bütünlenmek (nsz) Bütünleme işine konu olmak, ikmal edilmek, tamamlanmak: "Ve yıldızlar indikçe bakışlarınla / Bütünlenirdi varlığım." -T. Oflazoğlu.
bütünler sf. Bütün durumuna getiren veya bütün durumuna getirmek İçin eklenen, mütemmim.
→ bütünler açı
bütünler açı is. mat. Ölçülerinin toplamım 180 dereceye çıkaran açılardan her biri.
bütünleşik, -ği sf. Birbiriyle bağlantılı duruma getiren, tümleşik.
bütünleşme is. Bütünleşmek işi.
→ toplumsal bütünleşme
bütünleşmek (nsz) Bütün duruma gelmek.
bütünletme is. Bütünletmek işi.
bütünletmek (-i, -e) Bütün durumuna getirmek, tamamlatmak.
bütünleyen sf. Bütün durumuna getiren, mütemmim.
bütünleyici is. Bütünleme işini yapan kimse.
bütünleyicilik, -ği is. Bütünleyici olma durumu.
bütünlük, -ğü is. Bütün olma durumu, tamamiyet: "Ulusal birlik adına dış politikadaki bütünlük tam olmalıydı." -Ç. Altan.
→ dini bütünlük
bütünsel sf. Bütün niteliğinde olan, bütünle ilgili, total.
bütünsellik, -ği is. Bütün olma durumu.
büve is. zool. Genellikle sığırlara saldıran, onların kanını emen, vızıltılarıyla tedirginlik yaratan sokucu sinek, büvelek (Hypoderma bovis).
büvelek, -ği is. zool. bk. büve.
büvet (I) Büğet: "Postacılar, tahsil memurları, daha birkaç kişi istasyonun gölgeli büvetine oturmuşlar, masadan masaya yarenlik ediyorlar." -H. Taner.
büvet (II) is. Fr. büvette İstasyon, tiyatro, sinema vb. yerlerde yiyecek ve içecek satılan küçük büfe.
büyü is. 1. Tabiat kanunlarına aykırı sonuçlar elde etmek iddiasında olanların başvurdukları gizli işlem ve davranışlara verilen genel ad, afsun, sihir, füsun, bağı: "Akkız Ana, Hasan'a gönül vermenin bir büyü olduğunu, ne kadar anlatmışsa da kâr etmemiş." -H. E. Adıvar. 2. mec. Karşı durulamaz güçlü etki: "Ondan tüten görünmez bir büyünün içinde titriyorum." -Y. Z. Ortaç, büyü bozmak yapılmış bir büyüyü etkisiz duruma getirmek, büyü bozulmak 1) yapılmış bir büyü etkisiz duruma getirilmek: "Öldük, ölümden bir şeyler umarak / Bir büyük boşlukta bozuldu büyü." -C. S. Tarancı. 2) mec. önceden hissedilen duygular hissedilmez olmak, büyü yapmak büyü yolu ile etki altına almaya veya aldırmaya çalışmak: "Şayeste'nin reise büyü yaptığına ve adamı başka kadınlara karşı efsunla bağladığına kanaat getirmişti." -H. Taner, büyüsüne kapılmak (veya tutulmak) yapılan büyünün etkisinde kalmak, bir şeyin o kimsenin çekiciliğinden kurtulamamak: "Durup durup başıma gelenlerin büyüsüne kapılıyordum." -O. Pamuk.
büyücek, -ği sf. Biraz büyük, büyüğe yakın: "Bir dostumuzun teklifiyle İstanbul'da büyücek bir memuriyet almıştık." -B. Felek.
büyücü is. 1. Büyü yapan kimse, bağıcı, afsuncu, sihirbaz. 2, mec. Çevresindekileri çabuk ve güçlü olarak etkileyen kimse: "O ne yaman büyücüdür, şeytan tüyü var herifte. " -R. H. Karay.
büyücülük, -ğü is. Büyücünün yaptığı iş, sihirbazlık.
büyük, -ğü sf. 1. Boyutları, benzerlerinden daha fazla olan (somut nesne), küçük karşıtı: "Büyük ağaçların altında, gazinoya doğru gidiyoruz." -Y. Z. Ortaç. 2. Çok, ortalamayı aşan (soyut kavram): "Büyük bir cevap sıkıntısı geçirdikten sonra itiraf etti." -P. Safa. 3. Niceliği çok olan: "Benim büyük kalabalıklara karşı ürkekliğim vardır." -R. N. Güntekin. 4. Üstün niteliği olan: "Moliere büyük adammış, yeryüzüne gelmiş kişilerin en büyüklerinden biri." -N. Ataç. 5. Yetişkin, belli bir yaşa gelmiş: "Büyüklerin yanında sesim çıkmazdı." S. F. Abasıyanık. 6. Önemli: "Ömrünün tek ve büyük oyunu bitmişti." -T. Buğra, büyük balık küçük balığı yutar güçlüler, güçsüzleri ezer. büyük başın derdi büyük olur büyük işlerin başında bulunanların karşılaşacağı güçlükler de çoktur: "Mutlu değildi. Büyük başın derdi de, sıkıntısı da büyük olur." -B. Felek. büyük görmek (veya bilmek veya tutmak) kendini veya başkasını olduğundan üstün saymak, yüceltmek, büyük laf etmek büyük söz söylemek, büyük lokma ye büyük söyleme başaramayacağın, sonuçlandıramayacağm bir konuda kesin sözler söyleme. büyük oynamak 1) çok para koyarak kumar oynamak; 2) mec. büyük risk ve beklentilerle bir işe girişmek, büyük (söz) söylemek yapacağı bir şey hakkında kesin konuşarak övünmek, büyük sözüme tövbe! bir konuda çok kesin konuşulduğunda tersi bir durumun başa gelmemesi dileğini belirten bir söz: "Büyük sözüme tövbe, hatır ve hayalime bile getiremem." -S. M. Alus. büyük yemin etmek bir şeyi yapmamak konusunda en kutsal şeyler üzerine ant içmek. büyükle büyük, küçükle küçük olmak her yaş ve durumdaki kişilere karşı dostça, arkadaşça davranmak, büyüklerin ellerinden, küçüklerin gözlerinden öpmek saygı ve sevgi göstermek: "Buralara kadar zahmet ettiniz, büyüklerin ellerinden, küçüklerin gözlerinden öperim." -H. Taner, büyükten büyüğe mirasın kardeşler arasında önce büyüğe, o öldüğünde kalanların en büyüğüne geçmesi kuralı.
→ büyük abdest, büyük aile, büyük amiral, büyük ana, büyük anne, büyük atardamar, Büyükayı, büyük baba, büyükbaş, büyük boy, büyük çember, büyük dalga, büyük defter, büyükelçi, büyük hanım, büyük harf, büyük kalori, büyük kan dolaşımı, büyük mağaza, büyük mevlit ayı, büyük orta, büyük önerme, büyük para, büyük peder, büyük sesli uyumu, büyükşehir, büyük tansiyon, büyük terim, büyük tövbe ayı, büyük ünlü uyumu, ağzı büyük, burnu büyük, küçüklü büyüklü
büyük abdest is. Dışkı, kaka, hacet, büyük abdesti gelmek göden bağırsağını boşaltma gereği duymak.
büyük aile is. sos. Büyük baba, büyük anne ile bunların evli oğullarından, gelinlerinden ve çocuklanndan oluşan aile.
büyük amiral, -li is. ask. Bazı ülkelerde kara ordusunda mareşale denk sayılan donanma subaylarının en yüksek aşamasındaki amiral.
büyük ana is. kik. Büyük anne.
büyük anne is. Nine: "Büyük annem yeni dansları eski kabakçı Arapların oyunu kadar bile güzel bulmuyor." -H. R. Gürpınar.
büyük atardamar is. anat. Kalbin kasılması ile karmcıklardaki kanı bütün vücuda taşıyan ana atardamar.
Büyükayı öz. is. astr. Kuzey yanm kürede yedi yıldızdan oluşmuş takımyıldız, Yedigir, Dübbüekber.
büyük baba is. Dede.
büyükbaş is. Sığır, manda vb. kasaplık hayvanlara verilen genel ad.
büyük boy sf. Normal ölçülerden daha büyük: "Bir ana dans sırasında, büyük boy duvar aynalarından birini gösterdi." -N. Cumalı.
büyükçe sf. 1. Biraz büyük: "Aynı kamarayı paylaşacaksınız, büyükçedir, ikinize de yeter. " -Z. Selimoğlu. 2. mec. Oldukça önemli: "Büyükçe bir beyin humması geçirmiştim. " -R. N. Güntekin.
büyük çember is. mat. Bir kürenin merkezinden geçen bir düzlemde ara kesiti olan çember.
büyük dalga is. fiz. Uzun dalga radyo yayını.
büyük defter is. tic. Ticari kuruluşların aylık bilanço hesaplarını gösteren defter, defterikebir.
büyükelçi is. Bir devletin başka bir devletteki en üst düzey temsilcisi, sefirikebir.
büyükelçilik, -ği is. 1. Büyükelçi olma durumu. 2. Büyükelçinin makamı. 3. Büyükelçi ve elçilikte çalışanların içinde bulunduğu bina.
büyük hanım is. Aile içinde saygın yeri olan ve sözü geçen yaşlı kadın: "Bir kandil günü öteki bölükteki büyük hanımın elini öpmeye gitmiştim." -B. Felek.
büyük harf, -fi is. dbl. Özel adlarla cümle başları gibi yerlerde kullanılan ve büyük yazılan harf, majüskül.
büyük kalori is. fiz. Bir atmosfer basınç altında 1 kg suyun sıcaklığım 14,5 °C'den 15,5 °C'ye çıkarmak için gereken ısı enerjisi miktarı, kilokalori.
büyük kan dolaşımı is. anot. Kalbin sürekli kasılıp gevşemesiyle kan ve lenfin vücudun büyük bölümünü dolaşması.
büyüklenme is. Kendini büyük gösterme, kibir: "Başta delikanlılar, çoğunun oturuşunda bir büyüklenme var." -T. Buğra.
büyüklenmek (nsz) Kendini büyük göstermek, büyüklük taslamak, kibirlenmek.
büyüklük, -ğü is. 1. Büyük olma durumu, ululuk: "Bu büyüklük değil, ancak mertçe bir davranıştır." -N. Araz. 2. mec. Büyüklere yaraşır bağışlayıcı davranış, büyüklük göstermek gönül ululuğu göstermek: "İnsan yaptığı işler ve bıraktığı eserlerle büyüklüğünü gösterir." -A. Gündüz, büyüklük satmak gururlanıp üstünlük taslamak: "Bir eski muallime olan annem, istese de büyüklük satamazdı, elinden gelmezdi." -O. Kemal, büyüklük taslamak kendini üstün görmeye çalışmak, böbürlenmek.
→ büyüklük hastalığı, burnu büyüklük, negatif büyüklük, sonlu büyüklük
büyüklük hastalığı is. tıp Kendini olduğundan daha büyük ve önemli görme, gösterme hastalığı, megalomani.
büyüklü küçüklü zf. Büyük küçük hepsi bir arada.
büyük mağaza is. Her türlü tüketim maddesinin bol miktarda satışa sunulduğu yer.
büyük mevlit ayı is. Ay takviminin üçüncü ayı, rebiyülevvel.
büyük orta is. sp. Karakucak ve yağlı güreşte pehlivanların ayrıldıkları beş dereceden biri.
büyük önerme is. fel. ve man. Tasımın öncüllerinden büyük olanı, majör.
büyük para is. Çok para.
büyük peder is. Büyük baba, dede: "Bu kitap büyük pederin matbaasında diziliyordu." -H. Taner.
büyükseme is. Büyüksemek işi.
büyüksemek (-i) Büyük olduğunu kabul etmek.
büyük sesli uyumu is. dbl. Büyük ünlü uyumu.
büyüksü sf. Büyüğü andıran, büyüğe benzeyen, büyük gibi: "Haspanın gülümseyişi bile büyüksü." -H. Taner.
büyükşehir, -hri is. Merkezî idarenin vali yönetimindeki şehirlerinden nüfus ve ticarî bakımından belli bir büyüklükte olanı.
büyük tansiyon is. tıp Kalbin kasılması sırasında ölçülen kan basıncı.
büyük terim is. man. Kapsamı daha geniş olan son uç Önermesinin yüklemi görevini taşıyan terim.
büyük tövbe ayı is. Ay takvimin beşinci ayı, cemaziyelevvel.
büyük ünlü uyumu is. dbl. Türkçe bir kelimenin ilk hecesinde kalın bir ünlü "a, ı, o, u" varsa, ondan sonra gelen bütün hecelerin kalın ünlülerle, ince bir ünlü "e, i, ö, ü" varsa sonraki hecelerin de ince ünlülerle sürüp gitmesi kuralı, büyük sesli uyumu: Çocuklaşmak, denizcilik gibi.
büyüleme is. Büyülemek işi.
büyülemek (-i) 1. Büyü ile etki altına almak. 2. mec. Çekiciliği ile etkisi altına almak, birini kendine bağlamak, teshir etmek: "Bu genç kadında kendisini büyüleyen şeyin ne olduğunu bulmaya uğraşıyor." -A. İlhan.
büyüleniş is. Büyülenme işi veya biçimi.
büyülenme is. Büyülenmek işi.
büyülenmek (nsz) Büyüleme işine konu olmak: "Düşlerimin tiyatrosuydu benim. Önümden geçerken bile büyülenirdim." -N. Cumalı.
büyüleyici is. Etkileyen, çekici niteliği olan kimse veya şey.
büyüleyicilik, -ği is. Büyüleyici olma durumu.
büyüleyiş is. Büyüleme işi veya biçimi.
büyülteç, -ci is. Fotoğraf ve resim büyültmeye, büyültüp basmaya yarayan aygıt, agrandisör.
büyültme is. 1. Büyültmek işi: "İşin içinde bir büyültme, bir şişirme var." -H. Taner. 2. Fotoğraf ve resimlere boyut kazandırma işlemi, agrandisman.
büyültmek (-i) 1. Bir şeyi büyük duruma getirmek, büyütmek: Masayı büyültmek. O-dayı büyültmek. 2. Resim, harita vb.nin daha büyük örneğini yapmak: Fotoğraf büyültmek. 3. mec. Abartmak.
büyülü sf. 1. Kendisine büyü yapılmış (kimse). 2. Büyü gücü olan, sihirli. 3. Çok etkileyici: "Sen akşamlar kadar büyülü, sıcak / Rüyalarım kadar sade, güzeldin." -A. H. Tanpınar.
büyüme is. 1. Büyümek işi. 2. Organizmanın bütününde veya bu bütünün bir bölümünde boyutların artması.
→ büyüme hızı, doğma büyüme, planlı büyüme
büyüme hızı is. İş gücü, doğal kaynaklar, donanım vb. temel değişkenlerin bir arada yoğrulması sonunda bir önceki yıla oranla adam başına düşen gerçek gelir artış hızı.
büyümek (nsz) 1. Organizmanın bütününde veya bu bütünün bir bölümünde, boyutlar artmak, irileşmek, eskisinden büyük duruma gelmek: "Büyür güzellikleri, vücutları, kısmetleri çocuklar uyurken." -F. H. Dağlarca. 2. Yetişmek: İhtiyar Süleyman Çavuşun ellerinde büyüdüm." -A. Gündüz. 3. Yaşı artmak, yaşlanmak: "Fakat büyüdükçe o kadar sevdiği bu oyunlara veda etmek lazım gelecekti." -Ö. Seyfettin. 4. Artmak, güçlenmek, şiddeti artmak: "İkinci de okuduktan sonra kavga büyüdü." -M. Ş. Esendal. 5. Sayıca artmak. 6. Genişlemek: "Barbarosların ülkesi büyüdükçe büyüyordu." -F. F. Tülbentçi. 7. Önem ve değer kazanmak: "Türklük ülküsünün biraz daha köklendiğini, büyüdüğünü, yeşerdiğini duyarız." -O. S. Orhon. büyümüş de küçülmüş konuşması ve davranışları yaşına uymayan, büyüklerinki gibi olan: "Küçücük gözlü, çokbilmiş suratlı, büyümüş de küçülmüş, kavruk bir oğlandı." -H. Taner.
büyümseme is. Büyükseme.
büyümsemek (-i) Büyüksemek.
büyüsel sf. Büyü ile ilgili olan.
büyüsüz sf. Büyüsü olmayan.
büyüteç, -ci is. fiz. Cisimleri büyüterek gösteren alet, pertavsız: "Büyüteç, teleskoba girdi, bize küçüklüğümüzü; mikroskoba girdi, büyüklüğümüzü öğretti." -H. Taner.
büyütken sf. Büyümeye yol açan.
→ büyütken doku
büyütken doku is. bot. Sürgen doku.
büyütme is. 1. Büyütmek işi. 2. Birisi tarafından yetiştirilmiş kimse: O, filancanın büyütmesidir. 3. astr. Uzakta duran cisimlere dürbün vb. bir araçla bakıldığında cismi gören açının çıplak gözle bakıldığı zamanki açıya oranı.
büyütmek (-i) 1. Büyük duruma getirmek, genişletmek. 2. Yetiştirmek, bakmak: "Büyüt bu fidanı ey genç / Hazır yeşermişken." -B. Necatigil. 3. mec. Abartmak, mübalağa etmek: "Bir ara yine işi büyüttüğüne, hayale kapıldığına hükmetti." -R. H. Karay.
büyütülme is. Büyütülmek işi.
büyütülmek (nsz) Büyütme işi yapılmak: "Resmi ötekilerden ayrılarak büyütülmüştür."-F.R. Atay.
büyütürlük, -ğü is. Aşırılaştırma.
büyütüş is. Büyütme işi veya biçimi.
büyüyüş is. Büyüme işi veya biçimi.
büz is. Fr. buse Künk.
büzdürme is. Büzdürmek işi.
büzdürmek (-i) 1. Büzmek: Giysisinin belini büzdürüp vücuduna uydurdu. 2. Büzme işini birine yaptırmak.
büzgen is. onat. Kasılarak vücuttaki herhangi bir deliği açan veya kapayan çember biçimindeki kasların genel adı.
büzgü is. Dikişte kumaşın bir ucundan istenilen yere kadar geçirilen bir ipliğin çekilmesi ile oluşan, kumaşın bolluğunu azaltan sık, küçük kıvrım.
büzgüleme is. Büzgülemek işi.
büzgülemek is. Büzgü şeklini vermek.
büzgülü sf Büzgüsü olan, büzülerek dikilmiş olan: "Büzgüleri gevşetti ve keseyi sağ eliyle altından tutarak..." -C. Uçuk.
büzgüsüz sf Büzgüsü olmayan.
büzme is. 1. Büzmek işi. 2. sf. Ağzı büzülerek kapatılan (kese, torba vb.): "Öbürü dolgunca ve büzme çarşaflı." -R. H. Karay.
büzmek, -er (-i) 1. Buruşturarak, sıkıştırarak veya kıvnm yaparak bir şeyin alanmı ve hacmini küçültmek: "Herkesin ağzı torba değil ki çekip büzesiniz." -B. Felek. 2. Kısmak. 3. mec. Kapatmak, dedikodu yapılmasına engel olmak.
büzük, -ğü sf. 1. Toplanarak büzülmüş. 2. is. hlk. Kalın bağırsağın sona erdiği yer, anüs. 3. is. argo Yüreklilik, cesaret.
→ ezik büzük
büzüktaş is. hlk. Kafa dengi arkadaş, kafadar.
büzülme is. Büzülmek işi.
büzülmek (nsz) 1. Büzme işi yapılmak: "Sağ gözünün kuyruğu çiçek bozuğundan hafifçe büzülmüştü." -R. N. Güntekin. 2. mec. Korku, şaşkınlık, soğuk vb. etkenlerle bir kenara sinmek, bîr kenara çekilmek: "Geniş hasırlı sofanın bir kenarına da biz büzülmüştük." -F. R. Atay. büzülüp oturmak (veya kalmak) bir kenarda çekingen bir tavırla oturmak: "Ankara'ya kadar bir köşeye büzülüp kaldım." -A. Gündüz.
→ ezile büzüle
büzülüş is. Büzülme işi veya biçimi.
büzüşme is. Büzüşmek işi.
büzüşmek (nsz) Büzülerek alan hacmini küçültmek, kırışmak.
büzüşük, -ğü sf. 1. Büzülerek yüzey veya hacmi küçülmüş olan, büzüşmüş. 2. Kırışık.