bu

bu sf. 1. Yerde, zamanda veya söz zincirinde en yakın olanı gösteren bir söz: Bu ev geniştir. 2. zm. En yakında bulunan bir varlığı veya biraz önce anılan bir şeyi işaret yolu ile belirtmek için kullanılan bir söz: Bunu istemem, şunu isterim, bu abdestle daha çok namaz kılınır bir tutum veya davranışın etkisi sürekli olur. bu minval üzere bu biçimde, bu tarzda: "Bu minval üzere uskumruyu bir hayli yumuşattıktan sonra..." -R. N. Güntekin. bu ne perhiz bu ne lahana turşusu! sözleri ve davranışları birbirini tutmuyor, çelişiyor, bu sıcağa kar mı dayanır? aşın harcamalarla eldeki İmkânlar çok çabuk tükenir, (-den) bu yana -den beri: Cumhuriyetten bu yana.

bu arada, bu cümleden, bu denli, bu gidişle, bu gözle, bu haysiyetle, bu kabil, bu kabilden, bu kadar, bu merkezde, bu meyanda, bu sefer, bu türlü, bu yüzden, bununla beraber, işbu, o bu, şu bu, susu busu

bu arada zf. 1. Bu süre içinde: "Bu arada benim kim olduğumu, ne iş yaptığımı öğrendi." -M. Ş. Esendal. 2. Birlikte, beraber.

buat is. Fr. boitefiz. Elektrik akımı devrelerinde birleştirme yapmak veya akımı bir veya daha fazla kollara ayırmak için kullanılan kutu.

bubi tuzağı is. Küçük bir dokunma ile patlayan, kamufle edilmiş bomba.

bucak, -ğı is. 1. Kenar, köşe, yer: "Bunlardan sonra köşede, bucakta, kendi âleminde yaşayan Türkler vardı." -Y. K. Beyatlı. 2. esk. İlçelerin, bir müdürle yönetilen bölümlerinden her biri, nahiye.

bucak bucak, dip bucak, dört bucak, kıyı bucak, köşe bucak, kıyıda bucakta, baba bucağı, dünyanın dört bucağı

bucak bucak zf. Her yerde, her yanda, her tarafta, bucak bucak aramak her yerde aramak. bucak bucak kaçmak bir olay, bir durum veya bir kimseyle karşılaşmamaya çalışmak: "O mübarekler de aman hemşehri bize beş on kuruş diye el açıyorlar, lalayı bucak bucak kaçmaya mecbur ediyorlardı." -R. N. Güntekin.

bucaklı sf. Bucağı olan.

bucaksız sf. Bucağı olmayan.

uçsuz bucaksız

bu cümleden zf. esk. Bunlar arasında, bunlar gibi.

buçuk, -ğu sf. ... ve yanın: "Üç buçuk senedir ben bu sallantıya şahit oldum." -P. Safa.

az buçuk, üç buçuk, yarı buçuk

buçuklu sf. Kesirli: Buçuklupara.

budak, -ğı is. bot. 1. Ağacın dal olacak sürgünü. 2. Dal. 3. Daim gövde içindeki başlangıç yeri olan ve tahtalarda görülen yuvarlak koyuca renkte sert bolüm.

budak deliği, budak özü, çıkar budak, dişbudak, kırkbudak, kırk budak, üçbudak

budak deliği is. Tahtalardaki budak yerinin çıkarılmasından sonra açılan boşluk: "Duvarda asılmış bir şapka âdeta canlanmış, altında bir budak deliği kapkara bir tek göz gibi bakıyor." -R, N. Güntekin.

budaklanma is. Budaklanmak işi.

budaklanmak (nsz) Budak sürmek, dallanmak.

budaklı sf Budağı olan: "Başmubassır, budaklı kızılcık dalına meraklı idi." -F. R. Atay.

dallı budaklı

budak özü is. bot. Taze sürgün.

budala sf. Ar. budala 1. Zekâca geri olan (kimse), alık: "Biz ondan yaşlı üç akıllı bu budalaya inandık." -H. R. Gürpınar. 2. Ahmak, bön: "Kendisi için bu budalaların arasında bir dakika geçirmek artık bir asır kaybetmeye müsaviydi." -Ö. Seyfettin. 3. mec. Bir şeye aşırı düşkün: Kibarlık budalası.

ayran budalası, kibarlık budalası

budalaca sf. (budala'ca) 1. Budalaya yakışan: "Bunu becerebilmek insanı nice budalaca hatalardan korur." -H. Taner. 2. zf. Budalaya yakışır biçimde, budalacasına: "Budalaca gülen kızlara kızıyorum." -S. F. Abasıyanık.

budalacasına zf. Budalaca: "Başkalarının başarısına, şansına benim kadar camgönülden, benim kadar budalacasına sevinen başka birini kolay kolay gösteremeyeceklerdir. " -H. Taner.

budalalaşma is. Budalalaşmak işi.

budalalaşmak (nsz) Budala duruma gelmek, budala gibi davranmak.

budalalık, -ğı is. 1. Budala olma durumu: "Bir hafta, on gün kimse bu işin bir budalalık, bir delilik olduğunu anlayamadı." -S. F. Abasıyanık. 2. Budalaca yapılan iş: "Çok zeki olduğundan budalalığı bağışlamaz, alaya alır, bazen bir kişinin veya bir olayın gülünç yanlarını abartır." -Y. Z. Ortaç, budalalık etmek akılsızca davranmak.

budama is. Budamak işi.

budamak (-i) 1. Daha çok ürün almak veya düzgün bir biçim vermek amacıyla ağaç, asma vb.nin dallarını kesmek, kısaltmak. 2. mec. Bir şeyi eksiltmek, azaltmak: Aylıkları budamak. 3. bot. Yeni filiz sürmesi için bir bitkinin dallarını kesmek. 4. sp. Güreşte rakibinin ayaklarını bir ayak oyunu veya vuruşu ile yerden kesmek.

budanış is. Budanma İşi veya biçimi.

budanma is. Budanmak işi.

budanmak (nsz) Budama işine konu olmak.

budatma is. Budatmak işi.

budatmak (-i, -e) Budama işini yaptırmak. Buddhist öz. is. bk. Budist.

Buddhizm öz. is. bk. Budizm.

bu denli zf. Bu kadar.

Budist öz. is. Fr. bouddhiste din b. Budizm dininden olan kimse.

Budizm öz. is. Fr. bouddhisme din b. Doğaüstü kişüeşmiş bir tanrı düşüncesi yerine, salt varlığı koyarak onun insanda arzu biçiminde belirdiğini, bundan da ıstırabın doğduğunu, ıstıraptan kurtulmak için var olmaktan vazgeçmek gerektiğini ileri süren, Hindistan ve Çin'de yaygın olan, Buddha'nın ileri sürdüğü mistik dünya görüşü ve din.

budun is. sos. 1. Aralarında töre, dil ve kültür ortaklığı bulunan, boy ve soy bakımından da birbirine bağlı insan topluluğu, kavim. 2. esk. Ulus, millet.

budun betimi, budun bilimi

budun betimci is. Etnograf.

budun betimi is. Etnografya, kavmiyat.

budun bilimci is. Budun bilimi uzmanı, etnolog.

budun bilimi is. Etnoloji.

budun bilimsel sf. Etnolojik.

budunsal sf. sos. Etnik.

bu gidişle zf. Bu biçimde, bu tarzda.

bu gözle zf Bu anlayışla.

bugün is. 1. İçinde bulunduğumuz gün; Bugünün işini yarma bırakma. 2. içinde bulunduğumuz çağ, zaman: "Bugünün çoluğu çocuğu hep sakallı." -H. Taner. 3. zf. İçinde bulunduğumuz günde: Bugün hava güzel. bugün bana ise yarın sana bugün birinin başına gelen kötü bir durum, daha sonra başka birinin de başına gelebilir, bugünden tezi yok hemen şimdi, derhâl, bugünden yarına 1) az zaman sonra: "Bugünden yarına yiyecek ekmeği olmayanlar için para ve mal her şeyden üstündür." -R. N. Güntekin. 2) bugün yaşayanlardan gelecek kuşaklara.

bugün yarın, bugüne bugün

bugüne bugün zf. Bugüne kadar: "Anladım ki ben bugüne bugün, ömrüm boyunca hiçbir artırmaya büyük bir hırsla katılmamışım." -H. Taner.

bugünkü sf. Bugüne özgü, bugün olan, bugün yapılan: "Bugünkü Türk şiirinin manzarası şairlerle dolu bir memlekette yaşadığımızı gösteriyor." -S. F. Abasıyanık. bugünkü günde şimdi, içinde bulunduğumuz zamanda, şimdiki şartlarda, bugünkü tavuk yarınki kazdan iyidir sağlanmış bir kazanç beklenen, umulan daha büyük bir kazanca feda edilemez.

bugünlerde zf İçinde bulunduğumuz zamanda, bu birkaç gün içinde: "Bugünlerde İstanbul nahiyelerinin birinde gecelerimi geçirmek mecburiyetindeydim." -S. F. Abasıyanık.

bugünlük zf. Bugün için: "Fakat bugünlük, bu masal havası içinde onunla beraber yaşamalıyız." -S. F. Abasıyanık. bugünlük yarınlık çok yakında olması beklenen şeyler için söylenen bir söz.

bugün yarın zf Çok yakında, nerede ise.

buğday is. bot. 1. Buğdaygillerin örnek bitkisi (Triticum). 2. Bu bitkinin başaktan ayrılıp öğütülmesiyle elde edilen tanesi, buğday başak verince orak pahaya çıkar gereksinim duyulan şey değer kazanır.

buğday benizli, buğday biti, buğday güvesi, buğday pası, buğday rengi, buğday sürmesi, buğday unu, akbuğday, esmer buğday, karabuğday, köse buğday, sert buğday, yarma buğday, yumuşak buğday, diş buğdayı, nişasta buğdayı

buğday benizli sf Açık esmer: "Kısaca boylu, buğday benizli, güler yüzlü, konuşkan bir adam." -M. Ş. Esendal.

buğday biti is. zool. Yarım kanatlılardan, vücudu yeşil, başı siyah, ekinlere zararlı bir böcek, ekin biti (Sitophilus granarius).

buğdaycıl is. zool. Bataklık yerlerde, patates, pancar tarlalarında yaşayan göçücü bir kuş (Luscinia svecica cyanecula).

buğdaygiller ç. is. bot. Bir çeneklilerden, örneği buğday, yulaf, arpa, pirinç, çavdar, mısır, ayrık ve çayır otları, kamış, bambu olan, çiçekleri başak durumunda büyük bir bitki familyası.

buğday güvesi is. zool. Tahıla zarar veren küçük bir kelebek (Tinea granella).

buğday pası is. bot. 1. Pas mantarıgillerden asalak bir mantar (Puccinia graminisi). 2. Bu mantarın buğday vb. bitkilerin yapraklarında oluşturduğu hastalık.

buğday rengi is. 1. Açık esmer renk. 2. sf. Bu renkte olan.

buğdaysı sf Buğdayı andıran, buğdaya benzeyen, buğday gibi: "Tenin buğdaysı, boyun bir başak kadardı." -A. M. Dranas.

buğdaysı meyve, buğdaysı tane, buğdaysı tohum

buğdaysı meyve is. bot. Çok ince olan kabuğu, zarından ayrılmayacak derecede kaynaşmış olan, tohum izlenimi veren bir kuru meyve, buğdaysı tane, buğdaysı tohum.

buğdaysı tane is. bot. Buğdaysı meyve.

buğdaysı tohum is. bot. Buğdaysı meyve.

buğday sürmesi is. bot. 1. Buğday başaklarından oluşan ilkel mantar (Tilletia tritici). 2. Bu mantarın yol açtığı hastalık.

buğday unu is. Yabancı maddelerinden temizlenmiş ve tavlanmış buğdayların tekniğine uygun olarak öğütülmesiyle elde edilen bir ürün.

buğra is. esk. Erkek deve, iki hörgüçlü deve, buğur.

buğu is. 1. Isı etkisiyle gaz durumuna geçen sıvı: "içimde buz gibi bir buğu, gittikçe yayılarak beni ürperte ürperte öldürmeye çalışıyor." -Y. K. Karaosmanoğm. 2. Soğuk bir cisim üzerinde ince bir tabaka durumunda yoğunlaşmış sıvı: "Biz bile kendimizi en sadık bir aynada görmek istesek nefesimizin buğusu aynamızı bulandırır." -A. Ş. Hisar. buğusu üstünde sıcak sıcak, sıcaklığı azalmamış durumda.

buğuevi, buğu kebabı

buğuevi is. Hastalık dolayısıyla mikroplu sayılan eşyanın sıcak buğu ile temizlendiği yer, tephirhane.

buğu kebabı is. Et, arpacık soğanı, domates, sarımsak, kekik ve baharat kullanılarak hiç su konmadan hazırlanan bir et yemeği.

buğulama is. 1. Buğulamak işi. 2. Buğuda pişmiş yemek: Hamsi buğulaması.

hamsi buğulama

buğulamak (-i) 1. Buğudan geçirmek, buğuya tutmak. 2. Bazı yemekleri buğu ile pişirmek.

buğulandırma is. Buğulandırmak işi.

buğulandırmak (-i) Buğulanmasına yol açmak: "O kadar duru ki bardağı buğulandırmasa içinde su olup olmadığı anlaşılmayacak. " -R. H. Karay.

buğulanış is. Buğulanma işi veya biçimi.

buğulanma is. Buğulanmak işi: "Zaten manzarayı bozuk ve dumanlı gösteren yalnız camların buğulanması değil..." -R. H. Karay.

buğulanmak (nsz) Üzerinde buğu oluşmak, buğu ile kaplanmak: "Cigara dumanı, solukların sıcaklığı ile kahvelerin camları iyice buğulanmıştı." -N, Cumalı.

buğulaşma is. Buğulaşmak işi, buharlaşma.

buğulaşmak (nsz) Buğu durumuna gelmek, buharlaşmak.

buğulaştırıcı is. Suyun buğu durumuna getirilmesi için kullanılan araç.

buğul buğul zf. hlk. Buğu çıkararak.

buğulu sf. 1. Üzerinde buğu bulunan, buğulanmış: "Güneş sanki buğulu bir tülbendin arkasına saklanmış, alev alev." -A. İlhan. 2. Yaşlı, nemli. 3. mec. Süzgün, dalgın bakışlı olan (göz): "Buğulu gözlerinde o eski yakamozlar parladı." -H. E. Adıvar.

buğur is. hlk. Buğra.

buğuz, -ğzu is. Ar. buğz esk. Kin besleme, nefret etme.

buğzetme is. Buğzetmek durumu.

buğzetmek, -der (-den) Ar. buğz + T. etmek Kin beslemek, nefret etmek.

buhar is. (buhaır) Ar. buhar Isı etkisiyle sıvıların ve bazı katıların dönüştükleri gaz durumu: "Bu bombardımanda ne yeni silahların çelik sesini işittik ne de buharı andıran dumanla karışık şimşeği gözlerimizi kamaştırdı." -R. H. Karay, buhar olmak hlk. yok olmak, kaybolmak: "Sanki buhar olup göğe çekilmişlerdi." -S. Ayverdi.

buhar kazanı, buhar kurutucusu, buhar makinesi, buhar valfi, doyuran buhar

buhar kazanı is. Buhar elde etmekte kullanılan kazan.

buhar kurutucusu is. Buhar içerisindeki su damlacıklarım ayıran ve kuru buhar elde edilmesini sağlayan araç.

buharlaşma is. Buharlaşmak işi, buğulaşma, tebahhur.

buharlaşma noktası

buharlaşmak (nsz) 1. Buhar durumuna dönüşmek, buğulaşmak, tebahhur etmek. 2. mec. Dalgınlaşmak, hayaller içinde kalmak: "Sınıfta hemen hemen yalnız ben, buharlaşan kafamla uyuklardım." -S. F. Abasıyanık. 3. mec. Yok olmak.

buharlaşma noktası is. fiz. Bir sıvının kaynatılma sonucunda buhar durumuna geçme derecesi.

buharlaştırıcı is. Buharlaşma işlemini gerçekleştiren alet.

buharlaştırma is. Buharlaştırmak işi.

buharlaştırmak (-i) 1. Bir sıvıyı kaynatarak buhar durumuna getirmek. 2. Bir sıvıyı ince damlacıklar durumunda damıtmak.

buharlayıcı is. Suyu buhar durumuna getiren makine vb.

buharlı sf. 1. Buharı olan. 2. Buhar gücü ile çalışan.

buharlı gemi, buharlı ısıtma, buharlı makine, buharlı tren, buharlı ütü

buharlı gemi is. Buhar gücüyle çalışan gemi.

buharlı ısıtma is. Buhardan yararlanılarak yapılan ısıtma.

buharlı makine is. Buharla çalışan makine.

buharlı tren is. Buhar gücüyle çalışan tren.

buharlı ütü is. Çıkardığı buharla çamaşırları kolayca ütüleyen araç.

buhar makinesi is. Buhar basıncıyla işleyen makine.

buhar valfi is. Buharlı ısınma sisteminde, kalorifer dairelerinde buhar akışını kesmeye ve dengelemeye yarayan alet.

bu haysiyetle zf. esk. Bu bakımdan.

buhran is. (-ra:nı) Ar. buhran Bunalım, bunluk, kriz: "Üç gecedir gelmiyor, o kadar buhran içindeyim ki." -P. Safa. buhran geçirmek bunalım geçirmek, buhrana tutulmak buhran geçirmek.

sinir buhranı

buhranlı sf. Bunalımlı: "Durum buhranlı ve çok tehlikeliydi." -F. R. Atay.

buhur is. (buhu:r) Ar. bahür esk. Dinî törenlerde yakılan kokulu ağaç vb. maddeler, tütsü.

buhurumeryem

buhurdan is. (buhu:rda:n) Ar. bahür + Far. -dan esk. Buhurluk: "Dağıtır gülleri boşlukta hava / Ve buhurdanda tüter amberler." -A. N. Asya.

buhurdanlık, -ğı is. Buhur yapmak için kullanılan araç.

buhurluk, -ğu is. İçinde tütsü için kullanılan maddeler yakılan kap.

buhurumeryem is, (buhu:rumeryem) Ar. bahür + meryem bot. esk. Tavşankulağı.

buji is. Fr. bougie Patlamalı motorlarda yakıtı tutuşturmaya yarayan araç.

bu kabil sf. esk. Bu gibi, bu türlü.

bu kabilden zf. esk. Gibi, çeşidinden.

bu kadar zf. Çok fazla: Aradan otuz bu kadar yıl geçti, bu kadar kusur kadı kızında da bulunur üzerinde durulmaya değmeyecek kadar küçük bir kusurdur.

bukağı is. esk. 1. Ağır cezalıların ayaklarına takılıp ucuna pranga bağlanan demir halka: "Bukağılı Babanın başı ucunda düşman zindanında taşıdığı bukağılar vardı." -Y. K. Beyatlı. 2. Kaçmaması için hayvanların ayağına takılan zincir, demir köstek, bukağı vurmak bukağı takmak.

bukağılama is. Bukağılamak işi.

bukağılamak (-i) hlk. Hayvanın ayağına bukağı takmak.

bukağılı sf. 1. Ayağında bukağı bulunan. 2. Bilekleri beyaz olan (hayvan).

bukağılık, -ğı is. hlk. Hayvanların ayağına bukağı takılacak yer, bilek.

bukalemun is. Ar. bukalemun 1. zool. Bukalemungillerden, 20-30 cm boyunda, renk değiştirmesiyle ünlü sürüngen türü, kaya keleri (Chamaeleo chamaeleon). 2. mec. Davranışını, görüşünü çıkarına göre değiştiren kimse, bukalemun gibi renkten renge girmek sürekli düşünce değiştirmek.

bukalemungiller ç. is. zool. Sürüngenler sınıfının renklerini bulundukları yerin rengine uyduran, hareketleri yavaş, bukalemun türlerini içine alan bir familyası.

bukalemunluk, -ğu is. Bukalemun olma durumu.

bukanak, -ğı is. hlk. Ayak.

buke is. Fr. bouauet Koku, rayiha: "Berrak değildir, ama kokuludur, bukesi enfestir." - R. H. Karay.

buket is. Fr. bouauet Çiçek demeti.

bukle is. Fr. boucle Küçük lüle durumunda, kıvrımlı saç: "Saçlarını arkaya atıp ensesine dökülen buklelerim kabarttı." -H. Taner.

bukleli sf. Kıvrım kıvrım olan (saç): "Dal gibi, kara bukleli, aydınlık alınlı ve yaramaz, delişmen..." -S. F. Abasıyanık.

buklesiz sf. Kıvrımları olmayan (saç).

buklet is. Fr. bouclette 1. Bükülmüş iplik. 2. sf. Bu iplikten dokunmuş (giyecek).

bukran is. Ar. bukran Saraçların kullandığı yün kırpıntısı.

bul is. Yalnız iki geniş yüzü testere ile düzeltilmiş tahta.

bula is. hlk. Yenge, amca veya dayı karısı.

bulada is. (bula'da) Yun. Büyük piliç.

bulak, -ğı is. hlk. Kaynak, pınar.

bulama is. 1. Bulamak işi. 2. Genellikle üzüm şırasının kaynatılması ile yapılan koyu pekmez: "Atlar, arabalar, dalkavuklar arasında geçen debdebelerle şimdiki kırk paralık bulama, altmış paralık peynir müşterilerine meram anlatmak arasında ne büyük tezat vardı." -Ö. Seyfettin.

bulamaç, -cı is. 1. Sulu, cıvık hamur. 2. Bu koyulukta yapılan çeşitli hamur yemekleri: Tatlı bulamaç. 3. sf. mec. Karışık, oradan buradan toplanmış: "Az çok bulamaç olan romantizm şiirinin daha imbikten geçmiş taraflarına geldim." -Y. K. Beyatlı.

bol bulamaç

bulamak (-i, -e) 1. Bir nesnenin her yanını bir şeye değdirerek üstünü onunla kaplamak, bir nesneyi başka bir maddeye batırmak: Balığı una bulamak. 2. (-i) Kirletmek: Çocuk üstünü başım çamura bulamış.

bulancak, -ğı is. Genellikle bulanık akan su.

bulandırıcı sf. 1. Bulantı veren: Bulandırıcı ilaçlar. 2. mec. Tiksindirici, nefret uyandıran.

bulandırılma is. Bulandırılmak işi.

bulandırılmak (nsz) Bulandırma işi yapılmak.

bulandırma is. Bulandırmak işi.

bulandırmak (-i, -e) 1. Bulanmasına yol açmak, bulanmasını sağlamak. 2. mec. İki veya daha çok şeyi birbirlerinden fark edilmeyecek biçimde karıştırmak: "Acaba beyaza bulanmış kalastan mı, şüphesi tekrar zihnini bulandırdı."-Ö. Seyfettin.

bulanık, -ğı sf. 1. Bulanmış olan, duru olmayan; "Koltuğuna oturdu, Halic'in bulanık sularına daldı." -F. R. Atay. 2. Bulutlu, kapalı (hava). 3. Açık seçik görünmeyen, net olmayan: Bulanık görüntü. 4. Donuk, anlamsız, fersiz (bakış): "Dimdik oturuyor, bulanık ve ıslak gözlerle ona bakıyordu." -P. Safa. 5. mec. Niteliği tam anlaşılmayan: "İzmir-Bursa yolculuğundan dönüşümde ben böyle bulanık bir politika havası içinde bulmuştum." -Y. K. Karaosmanoğlu.

boz bulanık

bulanıkça sf. (bulanı'kça) Biraz bulanık olan, çok duru olmayan: "Yıkanmak için kırık küvete boşalttığı bulanıkça suya baktı." -H. R. Gürpınar.

bulanıklaşma is. Bulanıklaşmak işi veya durumu.

bulanıklaşmak (nsz) Bulanık olmak.

bulanıklaştırma is. Bulanıklaştırmak işi.

bulanıklaştırmak (-i) Bulanık duruma getirmek.

bulanıklık, -ğı is. Bulanık olma durumu: "Bakışlarına çoktan bir ihtiyar sarhoş gözlerinin bulanıklığı gelmişti." -Y. K. Karaosmanoğlu.

zihin bulanıklığı

bulanış is. Bulanma işi veya biçimi.

bulanma is. Bulanmak işi.

bulanmak (-e) 1. Bulama işine konu olmak, her yanı bir şeyle kaplanmak: "Parfüme bulanmış bir ter, boyalı suratlarından buharlaşıyor." -A. İlhan. 2. (nsz) Duruluğunu yitirmek: Havuz bulandı. 3. Parlaklığını ve açıklığını yitirmek: Hava bulandı. 4. Mide bulantısı olmak. 5. mec. Karışmak: "Köylünün bu habere zihni bulandı." -A. Gündüz.

bulantı is. Midede duyulan ve insana kusacak gibi bir duygu veren durum: "Midesindeki bulantı geçmiş, kulakları artık uğuldamıyordu." -S. F. Abasıyanık. bulantı vermek midesini bulandırmak: "Gözlerime, kulaklarıma, beş duyuma birden tiksinti, bulantı veren bu manzaraların ortasında niye duruyordum?" A. Gündüz.

iç bulantısı

bulaşıcı sf. Birinden başkasma geçen, bulaşan, sâri.

bulaşıcı hastalık

bulaşıcı hastalık, -ğı is. tıp Mikrop yolu ile yayılan hastalık.

bulaşıcılık, -ğı is. Bulaşıcı olma durumu.

bulaşık, -ğı is. 1. Yiyecek veya içecekle kirletilmiş mutfak eşyası veya kap kaçak: "Tava indirilir, tepsilere dökülür, tepsiler güneşe konur, yıkanacak bulaşıklar kuyu başına götürülür." -M. Ş. Esendal. 2. mec. İz, etki, kalıntı: "Daha halayının bulaşığı geçmedi." -B. Felek. 3. sf. Bulaşmış olan: Bulaşık kap. 4. sf. sf. mec. Yapışkan, sulu: Bulaşık adam. Düzensiz, karışık: "Bu karmakarışık ve bulaşık âlemi kendi hâline bırakırdı." -A. Ş. Hisar. 5.

bulaşık adam, bulaşık bezi, bulaşık deniz, bulaşık deterjanı, bulaşık eldiveni, bulaşık gemi, bulaşıkhane, bulaşık iş, bulaşık makinesi, bulaşık makinesi tuzu, bulaşık suyu

bulaşık adam is. Yolsuz, uygunsuz işler yapan, sataşma alışkanlığı olan kimse.

bulaşık bezi is. Bulaşıkları yıkamak için kullanılan bez.

bulaşıkçı is. İşi kirli kapları yıkamak olan kimse.

bulaşıkçılık, -ğı is. Bulaşıkçının işi: "Garsonluk bilmediğimden patronum beni önce bulaşıkçılığa verdi." -T. Dursun K.

bulaşık deniz is. Mayın tehlikesi olan deniz.

bulaşık deterjanı is. Bulaşık yıkarken kullanılan toz, sıvı veya krem biçimindeki temizleme maddesi.

bulaşık eldiveni is. Bulaşık yıkarken kullanılan, plastikten yapılmış, geçirimsiz eldiven.

bulaşık gemi is. den. Tayfalarında veya yolcuları arasında bulaşıcı hastalık bulunan gemi.

bulaşıkhane is. (bulaşıkha:ne) T. bulaşık + Far. hâne Kışla, okul, otel vb. yerlerde bulaşık yıkamaya ayrılan özel bölüm.

bulaşık iş is. Yolsuz, uygunsuz, kirli İş.

bulaşıktık, -ğı is. Bulaşık olma durumu: "Kalbi güp güp vuruyordu. Ellerinde kan bulaşıklığı hissi. Biryıkasamı?"-A. İlhan.

bulaşık makinesi is. Bulaşık yıkamaya yarayan alet.

bulaşık makinesi tuzu

bulaşık makinesi tuzu is. Bulaşık makinelerinde yıkananların ve makine parçalarının üzerinde kireç kalıntısının oluşmasını engelleyen kimyasal bileşim.

bulaşık suyu is. Bulaşıkları yıkamak için kullanılan su. bulaşık suyu gibi kötü hazırlanmış, tadı tuzu olmayan (sulu yiyecek ve içecek).

bulaşılma is. Bulaşılmak işi veya durumu.

bulaşılmak (-e) Bulaşma işine konu olmak.

bulaşkan sf. 1. Bulaştığı yerden kolay temizlenemeyen, yapışkan. 2. mec. Sataşma, kavga etme alışkanlığı olan.

bulaşkanlık, -ğı is. Bulaşkan olma durumu.

bulaşma is. Bulaşmak işi.

bulaşmak (nsz) 1. Bir nesne, üzerine sürülen bir şey yüzünden kirlenmek: Tabak bulaştı. 2. (-e) istenilmeyen bir madde bir şeye sürülmek: "Yüzüne gözüne yer yer kepek bulaşmıştı." -S. F. Abasıyanık. 3. Hastalık geçmek, sirayet etmek: Çocuğa suçiçeği bulaşmış. 4. (-e) Çatmak, sataşmak, tedirgin etmek: "Atiye'nin ters ters yüzüne bakmasına aldırmadan yerde bir dirseğinin üstüne uzanmış keyifle yatan Seyit'e bulaştı." -L. Tekin. 5. (-e) İstemeden veya rastlantı sonucu bir işe karışmak.

bulaştırılma is. Bulaştırılmak İşi veya durumu.

bulaştırılmak (nsz) Bulaştırma işine konu olmak.

bulaştırma is. Bulaştırmak işi veya durumu.

bulaştırmak (-i, -e) Bulaşmasına yol açmak.

bulatma is. Bulatmak işi.

bulatmak (-i) Bulaştırmak: "Onların canı ciğeri taze fidanları kana bulatmak, yaşlı başlı insanlara yakışmaz." -H. Taner.

buldok, -ğu is. Fr. bouledogue zool. Köpekgillerden, burnu basık, alt çenesi üsttekinden uzun, iri ve güçlü bir köpek türü (Canis familiaris molosus hibernicus).

buldozer is. Fr. bulldozer Önündeki geniş bıçakla toprağı sıyırıp kaldıran, tekerlekli veya paletli bir yol makinesi: "Yıkma makineleri, buldozerler durmadan bir yerler kazmakta." -H. Taner.

buldumcuk, -ğu sf. Sonradan görme. buldumcuk olmak bir şeye sonradan ulaşınca şımarmak.

buldurma is. Buldurmak işi.

buldurmak (-i, -e) Bulma işini yaptırmak.

buldurtma is. Buldurtmak işi.

buldurtmak (-i) Bulmasını veya buldurmasını sağlamak.

Bulgar öz. is. 1. Slavların güney kolundan olan bir halk veya bu halkın soyundan olan kimse. 2. sf. Bulgaristan'a özgü olan, Bulgaristan ile ilgili olan: Bulgar müziği.

Bulgarca öz. is. (Bulga'rca) 1. Bulgar dili. 2. sf. Bu dille yazılmış olan.

bulgari is. (bulgari:) T. bulgar + Ar. -ı Dört telli bağlama.

Bulgaristanlı öz. is. Bulgaristan halkından olan kimse.

Bulgarlık, -ğı öz. is. Bulgar olma durumu.

bulgu is. 1. Var olduğu hâlde bilinmeyeni bulup ortaya çıkarma İşi ve bu işin sonunda elde edilen şey. 2. Araştırma verilerinin çözümlenmesinden çıkarılan bilimsel sonuç, netice: Banka bu gibi bulguları işletmek için para veren bir kurumdur. 3. tıp Vücuttaki işlevsel bir bozukluğun, hastalığın belirlenmesine yarayan olgu veya olay, belirgi, araz, semptom.

bulgulama is. 1. Bulgulamak işi. 2. fel. Yeni olayları ve bilgileri bulma yöntemi ve öğretisi.

bulgulamak (-i) fel. Yeni olayları ve bilgileri bulmak.

bulgur is. 1. Kaynatılıp kurutulduktan ve kabuğu çıkarıldıktan sonra kırılan buğday. 2. Sert ve ufak taneler durumunda yağan kar, ebebulguru.

bulgur çorbası, bulgur pilavı, ebebulguru

bulgurcu is. Bulgur yapan ve satan kimse.

bulgurcuk, -ğu is. astr. Güneş yüzeyinde teleskopla seçilebilen küçük, dairesel görünüşlü parçacıklardan her biri.

bulgurculuk, -ğu is. Bulgurcunun işi veya mesleği.

bulgur çorbası is. Domates, bulgur, yeşilbiber, soğan, tereyağı ve salça kullanılarak hazırlanan bir çorba türü.

bulgurlama is. Bulgurlamak işi.

bulgurlamak (-i) Bulgur taneleri gibi küçük parçalara ayırmak.

bulgurlanma is. 1. Bulgurlanma işi. 2. astr. Güneş yüzeyinde bulgurcuk denilen taneciklerin kaynaşması olayı.

bulgurlanmak (nsz) Bulgur taneleri gibi küçük parçalara ayrılmak.

bulgurlu sf. Bulguru olan.

bulgurlu köfte

Bulgurlu öz. is. şaka Gereği yokken ivedi ve sürekli olarak dikiş, nakış vb. işlerle uğraşanlar için söylenen Bulgurluya gelin mi gidecek? atasözünde geçen bir söz.

bulgurluk, -ğu sf. Bulgur yapmaya elverişli: Bulgurluk buğday. bulgurlu köfte is. İnce bulgurla yoğrulmuş köfte.

bulgur pilavı is. Bulgurla pişirilen pilav: "Çocuklara kuşbaşılı bulgur pilavı ziyafeti çekiliyor." -A. Gündüz.

bulgursu sf. Bulguru andıran, bulgura benzeyen, bulgur gibi, bulgurumsu.

bulgurumsu sf. Bulgursu.

bulgusal sf. Bulguyla ilgili, bulguya ait.

bulgusal yöntem

bulgusal yöntem is. sos. Öğretilmek istenen şeyi, öğrencilerin kendilerinin bulmasını sağlayan öğretim yöntemi.

bulma is. Bulmak işi.

bulmaca is. Çeşitli biçimlerde düzenlenen ve düşündürerek, aratarak buldurmayı amaç edinen oyun: "Ulus gazetesinde Fikret Adil çapraz sözcük bulmacaları düzenliyor." -N. Cumalı.

bulmak, -ur (-i) 1. Arayarak veya aramadan bir şeyle, bir kimse ile karşılaşmak: "Kafam her an bir konu bulmak için bin bir çeşit şeye müracaat ediyor." -H. E. Adıvar. 2. Bir şeyi elde etmek. 3. Kaybedilen bir şeyi yeniden ele geçirmek: Paramı buldum. 4. Varlığı bilinmeyen bir şeyi ortaya çıkarmak, keşfetmek: "Şu kuvvetin, cevherin sırrını bulmaya çalışıyorum." -S. F. Abasıyanık. 5. İlk kez yeni bir şey yaratmak, icat etmek. 6. İstenilen şeye kavuşmak, nail olmak: "Kadınlık namına düşündüğüm şeylerin hiçbirini karımda bulamadım. " -Ö. Seyfettin. 7. Bir yere, bir noktaya erişmek, ulaşmak: "Böylece yılın ortasını bulduk." -R. H. Karay. 8. Herhangi bir görüşe, bir yargıya varmak: "Ben de bunu akıllıca buldum."-M. Ş. Esendal. 9. Seçmek, uygun saymak: "Bazen onlara yeni ve güzel kıyafetler buluyor." -H. E. Adıvar. 10. Sağlamak, temin etmek: "Sen otur ye, ben yatarken, kendim bir şeyler bulur, yerim." -S. F. Abasıyanık. 11. (-i, -e) Kabahat, suç, kusur yüklemek: Bana kabahat bulma, ben böyle olacağını vaktiyle söylemiştim. 12. (nsz) Cezaya uğramak: Eden bulur. 13. Hatırlamak: "Bir türlü bulamadım caminin ismini dersem, inanır mısınız?" -S. F. Abasıyanık. bula bula bunu (onu veya bir şeyi veya bir kimseyi) bulmak 1) var olanlarm en değersizini seçmek; 2) kötü bir şeye rastlamak, buldukça bunar (veya bulmuş da bunuyor) bulduguyla yetinmiyor da daha çoğunu istiyor, bulup buluşturmak çaba göstererek bir şeyler sağlamak.

yönbul, arabulmak

bulucu is. 1. Kâşif. 2. Gazları, mayınları, radyoaktif mineralleri, manyetik dalgaları bulmaya yarayan araç, dedektör.

ara bulucu

buluculuk, -ğu is. Bulucu olma durumu.

bulundurma is. Bulundurmak işi.

bulundurmak (-i) 1. Var olmasını, hazır bulunmasını sağlamak. 2. Eksik etmemek: "Her milletten alıcı için her şey bulundururlar orada." -T. Dursun K.

bulundurulma is. Bulundurulmak işi.

bulundurulmak (nsz) Bulundurma işi yapılmak.

bulunma is. Bulunmak işi.

bulunma durumu

bulunma durumu is. dbl. İsim soylu bir sözün taşıdığı kavramda bulunuş bildiren, -da / -de, - ta f -te ekleri ile kurulan durum, kalma durumu, lokatif: okulda, evde, sokakta, işte vb.

bulunmak (nsz) 1. Bulma işine konu olmak: Yerde para bulundu. 2. Herhangi bir durumda olmak: "Hayırlı bir işe yardımda bulunmuş oluyorsunuz." -R. H. Karay. 3. Bir yerde olmak: "içinde bulunduğumuz tarihte Osmanlı devletinin temelleri çökmüş, ömrü tamam olmuştu." -Atatürk, bulunmaz Bursa (veya Hint) kumaşı alay çok az bulunduğu ve çok değerli olduğu sanılan şey: "Nuri'ye gelince bulunmaz bir Hint kumaşı sayılmazdı o da." -O. Rifat.

buluntu is. 1. Kazı veya araştırmalarla ortaya çıkarılmış olan, bazen de rast gelinerek bulunan eski çağlardan kalma eşya. 2. Sokakta bulunup alınan çocuk. 3. Herhangi bir yerde bulunup gerçekten veya hükmen sahibi bulunmayan mal.

buluş is. 1. Bulma işi veya biçimi. 2. İlk defa yeni bir şey yaratma, icat. 3. Bilinen bilgilerden yararlanarak daha önce bilinmeyen yeni bir bulguya ulaşma veya yöntem geliştirme, icat: "Bu orijinal buluşu Vali beye borçluyuz." -S. F. Abasıyanık. 4. ed. Konu, duygu, düşünce ve hayalde başkalarının etkisinden sıyrılarak bunların işlenişinde yeni bir yol tutma: Yazarın güzel buluşları var.

buluş hakkı

buluş hakkı is. Bir buluşun veya o buluşun kullanma hakkının bir kimseye ait olduğunu gösteren belgeye karşılık kazanılan hak.

buluşma is. Buluşmak işi: "Bu yemden buluşma ikisi için de biraz acıklı oldu." -M. Ş. Esendal.

buluşma yeri

buluşmak (nsz, -le) 1. Bir araya gelmek. 2. Karşılaşmak. 3. Önceden belirlenmiş bir yer ve zamanda bir araya gelmek: "Ertesi gün yine pastacıda buluştular." -P. Safa. 4. Kavuşmak: "Yâr ile buluşsak bir tenha yerde / Duyarlar rakipler söz olur gider." -Aşık Veysel.

buluşma yeri is. Buluşulacak yer.

buluşturma is. Buluşturmak işi.

buluşturmak (-i, -le) Bir araya gelmelerini sağlamak, bir araya getirmek.

buluşulma is. Buluşulmak işi.

buluşulmak (nsz) Buluşma işi yapılmak.

bulut is. 1. Atmosferdeki su damlacıkları ve buz taneciklerinin görülebilir yoğunluk kazanmasıyla oluşan, biçimleri, yükseklikleri ve yol açtıkları hava olaylarıyla birbirinden ayrılan yığınlar: "Mavi maviydi gökyüzü / Bulutlar beyaz beyazdı /Boşluğu ve üzüntüsü / İçinde ne garip bir yazdı." -A. H. Tanpınar. 2. Herhangi bir şeyden oluşan yoğun yığın: "Zehirli bir çekirge bulutu gibi oraya üşüşen Avrupalılar..." -Ö. Seyfettin. 3. Keder, endişe; "Gazinin şen çehresi üstünden ciddi bir düşüncenin bulutu geçer gibi oldu." -Y. K. Karaosmanoğlu. bulut gibi çok sarhoş, buluttan nem kapmak en küçük bir şeyden alınmak, çok alıngan olmak: "Biraz gariptir ki buluttan nem kapan o zamanki sansür bu cinayetler ve tesadüflerden ahkâm çıkararak hafiyelik etmezdi." -A. Ş. Hisar.

karabulut, kara bulut, katman bulut, kızgın bulut, küme bulut, saçak bulut, sedefsi bulut, yığın bulut, toz bulutu, yağmur bulutu

bulutçuk, -ğu is. Küçük bulut: "Cam kırıklarına benzer, kesici, acıtıcı bulutçukların kayıp kayıp gittikleri bir gökyüzü." -A. İlhan.

bulutlanma is. Bulutlanmak işi.

bulutlanmak (nsz) 1. Bulutlarla kaplanmak: "Gökler bulutlanıyor rüzgâr serinliyordu / Serpilmeye başladı bir yağmur ince ince." -F. N. Çamlıbel. 2. mec. Kederlenmek, hüzünlenmek: "Acaba Saffet'in vaktiyle nişanlısı olduğunu söylese Mazlume ile başlayan bu billur gibi şeffaf sevgi bulutlanır mıydı?" -H. E. Adıvar.

bulutlu sf. 1. Bulutlarla kaplanmış, bulutlanmış. 2. Karışık, net olmayan (bellek). 3. mec. Üzerinde bulut varmış gibi bulanık görünen.

kafası bulutlu

bulutsu is. astr. Uzayda ekseni çevresinde yavaşça dönen, kızgın gaz ve tozlardan oluşmuş gök varlığı, nebülöz.

bulutsuz sf. Bulutu bulunmayan, açık, berrak: "Burası seması bulutsuz, güneşi berrak bir yeşil saha idi." -H. C. Yalçın.

bulutsuzluk, -ğu is. Bulutsuz olma durumu.

bulvar is. (I ince okunur) Fr. boulevard Şehir içinde ağaçlı, geniş cadde: "İki tarafı ağaçlık bir geniş bulvardan geçiyor, mütemadiyen gidiyorduk." -R. H. Karay.

bulvarlı sf. Bulvarı olan.

bumbar is. Far. mebâr, mubâr 1. Büyükbaş ve küçükbaş hayvanların kalın bağırsağı. 2. Bu bağırsağa ciğer, kıyma, pirinç veya bulgur doldurularak yapılan yemek: Bumbar dolması. 3. Soğuğun girmesini önlemek için kapı ve pencere aralıklarına takılan, içi pamuk dolu, uzun bez kılıf.

bumburuşuk, -ğu sf. (bu'mburuşuk) Çok, iyice buruşmuş olan: "Yüzüme, gözlerini, hasta, kenarları bumburuşuk gözlerini kaldırdı." S. F. Abasıyanık.

bumbuz sf (bu'mbuz) Çok soğuk.

bumerang is. İng. boomerang Kıvrık bir sopaya benzeyen ve fırlatıldığında geri dönen, ağaçtan yapılma bir av aracı: "Fırlat at uzağa/Döner gelir bumerang." -B. Necatigil.

bu merkezde zf Bu yolda, bu durumda: Benim düşünüşüm bu merkezdedir.

bu meyanda zf. esk. Bu arada: "Bu meyanda kendi elinden çıkma üç telli curalar sattığını hatırlıyorum." -Y. K. Karaosmanoğlu.

bumlama is. Bumlamak işi.

bumlamak (nsz) Taşıt lastiği patlamak.

bun is. Sıkıntı: "Soluğunu kesen acı, göğsünü sıkıştıran bun sancılarına benzemiyordu." -A. İlhan.

buna zf. Bu zamirinin yönelme durum eki almış biçimi, buna değdi (idi) buna değmedi (idi) demek birçok şeyin, iyilerini seçip önceden beğenmeyip bıraktıklarını da sonradan almak.

bunak, -ğı sf. Bunamış olan (kimse), matuh: "Kendini isteyenler hep cılız, sıska, ihtiyar, bunak adamlardı." -Ö. Seyfettin.

bunakça zf. (buna'kça) Bunak gibi.

bunaklık, -ğı is. Bunak olma durumu: "Bende bunaklık daha başlamadı, bunaklık veya sapıklık..."-R. H.Karay.

bunalım is. 1. Doğal bir süreçte birdenbire oluşan aykırılık, bunluk, buhran, kriz. 2. Tehlikeli sonuç doğurabilecek gerginlik, buhran, kriz: "Bunalım anlarında insanın yüreğini, en ürkütücü olasılıklar yoklamaz mı?" -A. İlhan. 3. Ruhsal yönden sonucu tehlikeli olabilecek durum: "Zavallı oğlan bu bunalım anlarında acınacak hâlde oluyordu." -H. Taner. 4. tıp Bir hastalıkta iyileşme veya ölümle sonuçlanan, birdenbire olan fizyolojik değişiklik, kriz. 5. tic. Çoğunluğa ilişkin satın alma gücünün durması, satış değerlerinin düşmesi, çalışma gücünün azalması vb. sebeplerle ortaya çıkan ekonomik durum, kriz. bunalım geçirmek herhangi sebeple oluşan bunalımı yaşamak: "Kızcağızın daha önce de, bazı bunalımlar geçirmiş olduğu ortaya çıktı." -E. Bener. bunabma düşmek ruhsal bakımdan gerginlik veya sıkıntı içine girmek.

toplumsal bunalım

bunalımlı sf. Gerginlik, sıkıntı veren, gerginliği olan: "O bunalımlı günlerde işi gücü bırakıp varlığını âdeta ona adadı." -A. İlhan.

bunalış is. Bunalma işi veya biçimi.

bunalma is. Bunalmak işi.

bunalmak (nsz) 1. Soluk alması güçleşmek: "Hoca bu son sözleri söylerken havasızlıktan bunalıyor gibi başını tavana kaldırıyor." -R. N. Güntekin. 2. mec. Çok sıkılmak, çok tedirgin olmak: "Geçenlerde yeni çıkan uzunca bir şiirini okuyuncaya kadar bunaldım." -N. Cumalı.

bunaltı is. Sıkıntı, iç sıkıntısı: "Bütün yazdıklarımızın neticesi bir bunaltı." -Y. K. Beyatlı.

can bunaltısı

bunaltıcı sf. Boğucu, sıkıcı, sıkıntı veren: "Tartışma koyulaşıp salonun havası hepsine bunaltıcı geldi mi, pencereler açılıyor." -E. E. Talu.

bunaltıcılık, -ğı is. Bunaltıcı olma durumu.

bunaltılma is. Bunaltılmak işi veya durumu.

bunaltılmak (nsz) Bunalmasına yol açılmak.

bunaltma is. Bunaltmak işi.

bunaltmak (-i) Bunalmasına yol açmak: "Artık onu sımsıkı sarıyorlarmış gibi bunaltan duvarlar, o kilitli kapılar yoktu."-P'. Safa.

bunama is. tıp Bunamak işi, ateh.

erken bunama

bunamak (nsz) Frengi, alkolizm gibi dış sebeplerden veya yaşlılık, damar tıkanması gibi iç sebeplerle zihin gücünü yitirerek ne yaptığmı bilemez duruma gelmek, ateh getirmek.

bunayış is. Bunama işi veya biçimi.

bunca sf. 1. Epey, çok: "Bunca yıldır soluğum sırtım yakmamış da, şimdi yakıyor." -M. Ş. Esendal. 2. zf. Bu kadar, bu denli: "Bunca hakkı var bende. Ben hiç boşar mıyım?" -E. Bener.

buncağız is. Bunun gibi: "Buncağızlar henüz ilk aşk aşamasında." -H. Taner.

bunda zf. Bu zamirinin kalma durum eki almış biçimi: "Anlamayacak ne var ki bunda?" -T. Buğra, bunda bir iş var gizli veya bilinmeyen bir yönü olan olay veya durum için kullanılan bir söz.

şunda bunda

bundan zf. 1. Bu zamirinin çıkma durum eki almış biçimi. 2. Bu nedenle, bundan iyisi can sağlığı bundan daha İyisi olamaz.

bundan böyle, şundan bundan

bundan böyle zf. Artık, bundan sonra.

bungalov is. İng. bungalow 1. Hindistan'da tek katlı, genellikle tahtadan yapılmış, veranda ile çevrili ev: "Onun hafıza ve hatırasında artık Seylan yaylasındaki kırmızı bungalov yok." -R. H. Karay. 2. Genellikle tahtadan yapılmış, tek katlı ev.

bungun sf. Sıkıntılı.

bungunlaşma is. Bungunlaşmak durumu.

bungunlaşmak (nsz) Bungun duruma gelmek.

bungunlaştırma is. Bungunlaştırmak durumu.

bungunlaştırmak (-i) Bungun duruma getirmek.

bungunluk, -ğu is. Sıkıntı: "Büyük bir göç öncesi temizliğinde bulunacakken yüreğime bungunluk veren şey bu düşüncelerden kaynaklanıyor. " -A. Ağaoğlu.

bunlar zm. Bu zamirinin çokluk biçimi: "Bunlar, diyorum, bu saydığım şeyler nedir?" -M. Ş. Esendal.

bunlu sf. Sıkıntılı.

bunluk, -ğu is. Bunalım, sıkıntı.

bunma is. Bunmak durumu.

bunmak, -ar (nsz) hlk. Beğenmemek, azımsamak, küçümsemek.

bunsuz (I) zf. Bu olmaksızın.

bunsuz (II) sf. Sıkıntısız.

bununla birlikte zf. 1. Buna ek olarak. 2. Bunun böyle olduğuna bakmayarak: Ben söyledim, bununla birlikte tekrar söylerim.

bura is. (bu'ra) Bu yer: "Eskiden buranın, şişman bir valisi vardı." -M. Ş. Esendal. (bir şey) buradayım diye bağırmak göze çarpacak bir yerde bulunmak, buralar bu yerler: "Onların adı buralara kadar yayılıyor, duyuluyor."-M. Ş. Esendal.

buracıkta zf. (bu'racıkta) Çok yakın bir yerde: "Ben şimdi buracıkta tarağımı düşürmüşüm, gördünüz mü?" -O. C. Kaygılı.

burada zf. Bu yerde: "Bu biraz kalın ve çekici sesi ilk defa yine burada duymuştu." -H. E. Adıvar.

buradan zf. Bu yerden.

burağan is. Güçlü esen rüzgâr.

Burak öz. is. (-ra:ğı) din b. Hz. Muhammed'in Miraç Gecesi'ndeki biniti.

buralı is. (bu'ralı) Bu memleketli, bu yerin halkından olan kimse: "Siz buralıya benzemiyorsunuz."-P. Safa.

şuralı buralı

buram buram zf Duman, koku vb. çok etkili bir biçimde yayılarak.

burası is. Bu yer, bura: "Burası Şakir Mustafa Bey'in yalısı değil mi, efendim?" -M. Ş. Esendal.

burcu is. Güzel koku, ıtır.

burcu burcu

burcu burcu zf. Pek güzel bir biçimde: "Burcu burcu esen seher yelleri." -Karacaoğlan.

burcuma is. Burcumak işi.

burcumak (nsz) hlk. Güzel koku yaymak.

burç, -cu (I) is. Ar. burç 1. Kale duvarlarından daha yüksek, yuvarlak, dört köşe veya çok köşeli kale çıkıntısı: "Surun yıkık burçlarından baykuşlar gülüyor." -H. Taner. 2. astr. Zodyak üzerinde yer alan on iki takımyıldıza verilen ortak ad. 3. tek. Demir aksamın birbirine değmesini engellemek, boşlukları doldurmak amacıyla san, karbon, plastik vb.nden yapılan bir motor parçası.

Burçlar Kuşağı

burç, -cu (II) is. bot. Ökse otu.

burçak, -ğı is. bot. 1. Baklagillerden, taneleri hayvan yemi olarak kullanılan yıllık bir yem bitkisi (Vicia ervilia). 2. Bu bitkinin mercimeğe benzeyen ve genellikle hayvan yemi olarak kullanılan tanesi.

akburçak, karaburçak

Burçlar Kuşağı öz. is. astr. Zodyak.

burdurma is. Burdurmak işi.

burdurmak (-i, -e) Burma işini yaptırmak.

burgaç, -cı is. coğ. Anafor: "Güldükçe esmer yanağında açılan gamze, bir burgaç gibi." - Ç. Altan.

hava burgacı

burgata is. (burga'ta) İt. purgada den. Tel ve bitkisel halatların çevresini belirten birim.

burgu is. 1. Delik açmaya yarayan delgiye takılı sarma, yivli, keskin, çelik alet: "Yeşil gözlerini iki burgu gibi gözlerime batırdı." -H. E. Adıvar. 2. Tıpa çekmeye yarayan, ucu sivri ve helis biçiminde demir alet, tirbuşon. 3. Yerin orta ve derin katmanlarına inebilmeyi sağlayan delici alet. 4. Telli sazlarda, telleri germeye yarayan mandal.

burgu makarna, fenerli burgu

burgulama is. Burgulamak işi.

burgulamak (-i) Burgu ile delmek, delik açmak: "Etrafı morarmış gözlerinde garip bir azap, burgulayan, soran, bir türlü ölüme teslim olmayan bir azap vardı." -H. E. Adıvar.

burgulanma is. Burgulanmak işi.

burgulanmak (nsz) Burgulama işine konu olmak, burgu ile delinmek.

burgulu sf. 1. Burgusu olan. 2. Burgulanmış olan.

burgu makarna is. Burgu biçiminde dökülmüş ve fırınlanmış makarna.

burgusuz sf. 1. Burgusu olmayan'. 2. Burgulanmamış olan.

burhan is. (-ha:nı) Ar. burhan 1. Kanıt. 2. man. Belgit.

burjuva sf. Fr. bourgeois esk. 1. Şehirde yaşayan, özel imtiyazlardan yararlanan: "Burjuva bir aileden doğmuş, bir fabrikatörle evlenmiş." -H. C. Yalçın. 2. Orta sınıftan olan, kent soylu.

burjuva edebiyatı, küçük burjuva

burjuvaca sf. (burjuva'ca) 1. Burjuva gibi, burjuvaya yakışan: "Buncağızlar bu fırsattan faydalanmak şöyle dursun, küçük hesaplar, burjuvaca kaygılarla onu heba etmişler. " -H. Taner. 2. zf. Burjuvaya yakışan biçimde.

burjuva edebiyatı is. ed. Orta sınıf halk kesimine hitap eden edebiyat.

burjuvalık, -ğı is. Burjuva olma durumu.

burjuvazi is. Fr. bourgeoisie Burjuva sınıfı, kent soyluluk.

burkma is. Burkmak işi.

burkmak, -ar (-i) 1. Bir şeyi burarak ekseni etrafında döndürmek: Birinin kolunu burkmak. 2. (nsz) Burkulmak: Ayağım burktu. 3. Acı vermek, üzmek: "Yörede, şimdi yürek burkan bir suskunluk vardı." -T. Buğra. 4. mec. Bazı yiyecekler, ağza kekre tat vermek.

burkucu is. Burkma işini yapan.

burkuculuk, -ğu is. Burkucu olma durumu.

burkulma is. Burkulmak işi.

burkulmak (nsz) 1. Burkma işine konu olmak. 2. mec. Üzüntü duymak: "Hayatımızda bozukluğunu, yokluğunu içlerimiz burkularak duyduğumuz ne vardır ki, millî şuur eksikliğinden gelmesin?" -O. S. Orhon. 3. anat. Kol, parmak vb. birdenbire kendi eklemi üzerinde dönmek, bir zorlanma sonucunda incinmek: "Kadınlar korktular, ayaklarında mutfak takunyaları burkularak bahçeye koştular." -M. Ş. Esendal.

burlesk is. Fr. burlesgue Sanat alanında ve özellikle edebiyatta rastlanan, komikliğe dayanan bir tür.

burma is. 1. Burmak işi. 2. Sarığıburma tatlısının bir adı. 3. Burularak yapılmış bilezik. 4. sf. Burulmuş, burularak yapılmış, kıvrılmış: "Yoksa, ben hiç de aptal, tutsak ruhlu, herhangi maskara herifin burma bıyıklarına hayran olan dişilerden değilim." -H. E. Adıvar. 5. Hadım etme, İğdiş etme. 6. hlk. Musluk. 7. hlk. Eğrilmek için bükülmüş yün. 8. hlk. Yaşken burularak kurutulan ot. 9. hlk. Kuru incir.

sarığıburma

burmak, -ar (-i) 1. Bir şeyi iki ucundan tutup ekseni çevresinde çevirerek bükmek: "Bazı sıkı zamanlarda öyle olur ki, sırtımdan çıkan gömleği elimde burup sıktığım zaman, tekneden çıkmış çamaşır gibi, zırıl zırıl su akar." -R. N. Güntekin. 2. Hadım etmek, iğdiş etmek. 3. Ağza kekre tat vermek: Bu ayva ağzımı burdu. 4. Mide, bağırsak sancımak. 5. mec. Üzmek, sıkıntı vermek: "Hikâyenin burası kalbimi burdu." -H. E. Adıvar.

burnaz sf. İri ve uzun burunlu.

burnu büyük, -ğü sf. Kibirli (kimse): "Burnu büyüklerden demokrasiye ancak zarar gelir." -H.Taner.

burnu büyüklük, -ğü is. Burnu büyük olma durumu.

burnu havada sf. Çok kibirli: "Ona kalsa evleneceğiz, ama annesi beni istemiyormuş. Burnu havada kadının." -E. Bener.

burnunun dibi is. Çok yakını: "Eskiden babam beni burnunun dibinden ayırmazdı." -R. N. Güntekin. burnunun dibine sokulmak çok yaklaşmak, iyice yaklaşmak.

burs is. Fr. bourse 1. Bir Öğrencinin öğrenimini sürdürebilmesi veya bir kimsenin bilgi ve görgüsünü artırması için belli bir süre devlet veya özel kuruluşlarca ödenen aylık para: "Öğrenimini tamamlaması için devlet bursuyla Almanya'ya gönderiliyor." -N. Cumalı. 2. Bu amaçla vakfedilmiş paranın veya malın geliri.

burslu sf. Burs alan, bursu olan.

burssuz sf. Burs almayan, bursu olmayan.

burtlak, -ğı is. hlk. Taşlık, çalılık yer.

buru is. hlk. Sancı, buruntu.

buruk, -ğu sf. 1. Burulmuş olan. 2. Tadı kekre olan (meyve): "Vişne şerbetinin bu buruk tadı gerçek midir?" -A. İlhan. 3. is. Uygun olmayan şartlar sonucu dönerek büyüyen ağacın kerestesi. 4. mec. Alınarak küskünlük gösteren, gücenmiş (kimse): "Rahmi'ye karşı o da ötekiler gibi buruktu." -T. Buğra.

buruk buruk

buruk buruk zf. Buruk bir biçimde: "Bu karnaval kaçırılır mı, diye buruk buruk gülümsedi. " -T. Buğra.

burukça sf. Tadı biraz buruk olan.

buruklaşma is. Buruklaşmak işi veya durumu.

buruklaşmak (nsz) Buruk durum almak: "Gülümseyişi de buruklaştı." -T. Buğra.

burukluk, -ğu is. 1. Buruk olma durumu, kekrelik: Ayvanın burukluğu. 2. mec. Küskünlük, gücenmişlik.

buruksu sf. Buruğa benzer, buruk gibi: "Bundan kuvvet alarak âdeta bir nevi buruksu saadet içinde yaşamaktayım." -R. H. Karay.

burulma is. Burulmak işi.

burulma dayanımı

burulma dayanımı is. Elyafını bükerek kırmaya çalışan kuvvete karşı ağacın gösterdiği direnç.

burulmak (nsz) 1. Ekseni çevresinde döndürülmek. 2. Sancımak, ağrımak: Bağırsaklarım buruluyor. 3. (-e) mec. Alınarak küskünlük göstermek, gücenmek: "Yavere burulduğumu sezdirmeden başka bir laf açtim." -R. H. Karay.

burum burum zf. Burulmak fiili İle "çok fazla burulmak" anlamında kullanılan bir söz: Bağırsaklarım burum burum buruluyor.

burun, -rnu is. 1. anat. Alınla üst dudak ara-. sında bulunan, çıkıntılı, İki delikli koklama ve solunum organı. 2. Bazı şeylerin ön ve sivri bölümü. 3. mec. Kibir, büyüklenme: Burnundan yanına varılmıyor. 4. coğ. Karanın, özellikle yüksek ve dağlık kıyılarda, türlü biçimlerde denize uzanmış bölümü: "Kadıköy vapurunun güvertesinde, paltoma bürünmüş, gidip ta burna oturmuştum." -H. Taner, burun bükmek beğenmemek, önem vermemek: "... şöyle demiştim, böyle yapmıştım, diyene burun büker." -Y. K. Beyatlı. burun kıvırmak önem vermemek, küçümsemek, beğenmemek, burun şişirmek kibirlenmek, burun yapmak üstünlük taslamak, burnu bile kanamamak tehlikeli bir durumdan yara bere almadan kurtulmak: "Burunları bile kanamadan ganimete kavuşacaklardı." -F. F. Tülbentçi, burnu büyümek kibirlenmek, büyüklenmek. burnu Kafdağına çıkmak (veya varmak) kibirlenmek, şımarmak, burnu büyümek: "Nikâh ettirir ettirmez kadının burnu Kafdağına çılanış." -S. M. Alus. burnu Kafdağmda (olmak) çok kibirli (olmak): "Çeltikçiler, o burunları Kafdağmda çeltikçiler çarşıya düşmüşler, önlerine gelene dert yanıyorlar. " -Y. Kemal, burnu (bile) kanamamak hiç zarar görmemek, yarasız beresiz olmak: "Hiçbirinize bir şey oldu mu? Liderinizin bile burnu kanamadı." -S. Soysal, burnu kırılmak büyüklenemez duruma gelmek. burnu sürtülmek (veya burnu sürtmek) sıkıntı çektikten sonra daha önce beğenmediği bir durumu kabul etmek, gururundan vazgeçmek: "Hadisat şimdi burnunu da sürtmüş olduğundan ilk karısına karşı iyi davranıyordu." -Y. K. Karaosmanoğlu. burnu yere düşse almaz kendini beğenmiş, kibirli, (birinin) burnuna girmek birine çok sokulmak, burnuna karıncalar dolmak ölmek: "Bundan sonra müteahhit eline çay verenin burnuna karıncalar dolsun!" -A. Dino. burnuna koymak aldırış etmek, göz önünde tutmak, değer vermek, kale almak: "Oğlan mahalle arkadaşlarıyla samimi idi. Kızsa ne anasını ne babasını ne de kardeşlerini burnuna kor, bu mahalle ve bu mahalleliden nefret ederdi." -O. Kemal. (biri, bir şey) burnunda (veya gözünde) tütmek çok özlemek: "Benim Nazlılarım, Gülizarlarım, hatta Ethemlerim burnumda tütmeye başladı." -O. C. Kaygılı, burnundan ayrılmamak yanından gitmemek, uzaklaşmamak: "Demesin ki gece gündüz kızın burnundan ayrılmıyor." -M. Ş. Esendal. burnundan düşen bin parça olmak çok asık suratlı olmak, burnundan (fitil fitil) gelmek elde ettiği güzel şey, sonradan gelen üzüntüler üzerine kendisine zehir olmak: "Sabahki o tatlı eğlentiler şimdi fitil fitil burnumdan gelmeye başladığı için bugün buralara geldiğime bin kere pişman oluyordum." -O. C. Kaygılı, burnundan kıl aldırmamak kendisine hiç söz söyletmemek, çok huysuz olmak, burnundan solumak çok öfkelenmiş olmak: "İnliyor, göz süzüyor, burnundan soluyarak konuşuyordu." -M. Ş. Esendal. (birini) burnundan yakalamak birini yönetimi altına almak, kaçamak bulamayacağı duruma getirmek: "Muhasebe ile defter tutma işlerini de üzerine aldığından milleti burnundan yakalamıştı. " -T. Dursun K. burnunu çekmek 1) sümüğünü çekmek: "İkide bir burnunu çekerek garip yüz hareketleri yapıyordu." -R. N. Güntekin. 2) mec. umduğunu bulamamak, amacına ulaşamamak, burnunu kırmak birini güç durumda bırakarak büyüklenmesini veya direnişini yok etmek, burnunu sıksan canı çıkacak çok zayıf ve güçsüz kimseler için kullanılan bir söz. (bir işe) burnunu sokmak gerekmeden her işe kanşmak: "Bir kere burnumu sokmuştum işin içine, sonuna kadar gitmekten başka çare yoktu." -E. Bener. burnunun dikine (veya doğrusuna) gitmek öğüt dinlemeyerek kendi bildiği gibi davranmak, burnunun direği kırılmak (veya düşmek) çok pis bir koku duyarak tedirgin olmak: "Tezek kokusu burnumun direğini kırmış, ciğerime işlemişti." -B. R. Eyuboğlu. burnunun direği sızlamak maddi veya manevi çok acı duymak, çok üzülmek: "Burnunun direği sızlaya sızlaya evini özlemektedir." -R. N. Güntekin. burnunun ucundan Ötesini (veya ilerisini) görmemek dar düşünceli olmak. burnunun ucunu görmemek çok sarhoş olmak, burnunun yeli harman savurmak 1) büyüklenmek, kibirlenmek; 2) çok öfkelenmek, burnunun yeli kırılmak öfkesi yok olmak: "Vazgeçin, dedi Nuh, kızlara yazık... Niye yazık olsun? Burnunun yeli kırılır, cart curt edemez millete!" -O. Kemal.

burun boşlukları, burun buruna, burun deliği, burun direği, burun kanadı, burun otu, burun perdesi, gagaburun, gaga burun, kababurun, karga burun, kepçeburun, kıl burun, burnu büyük, burnunun dibi, danaburnu, itburnu, kargaburnu, kuşburnu, öküzburnu, çiçeği burnunda, karnı burnunda, öfkesi burnunda

burun boşlukları ç. is. onat. Buran deliklerinden yukarı doğru açılan, mukozayla kaplı boşluklar.

burun buruna zf. Birbirine çok yakın ve yüz yüze bir biçimde: "Çıtı pıtı bir sarışınla burun buruna konuşup gülüşmede." -H. Taner. burun buruna gelmek 1) beklenmedik bir anda karşılaşmak, birbirlerine çok yaklaşmak: "Nabi Efendi, merdivenleri yorgun yorgun çıkarken sofada karısıyla burun buruna geldi." -M. Yesari. 2) karşısında hissetmek.

burun deliği is. anal. Burnun iki boşluğundan her biri.

Burundili öz. is. Burundi halkından olan kimse.

burun direği is. Burun kemiği.

burunduruk, -ğu is. Hayvanları nallarken ısırmaması için dudaklarını kıstırmaya yarayan kıskaç, yavaşa.

burun kanadı is. anat. Burun deliğinin yan tarafındaki kabarık bölüm.

burunlama is. Burunlamak işi.

burunlamak (-i) 1. Dışlamak: "Bana üvey evlat muamelesi yapıyorsun, beni burunluyorsun." -O. Kemal. 2. Aşağılamak.

burunlu sf. 1. Herhangi bir biçimde burnu olan: "Dördü de birbirine benzeyen zayıf kanca burunlu çocuklardı." -H. Taner. 2. Çıkıntısı olan. 3. mec. Kendini beğenmiş, onurlu, kibirli.

koç burunlu, susak burunlu

burunluk, -ğu is. hlk. Burunsak.

burun otu is. Burna çekilen tütün, enfiye.

burun perdesi is. anat. Burun boşluğunu ikiye ayıran bölme.

burunsak, -ğı is. 1. Hayvan yavrusunun anasından süt emmesini önlemek için burnuna geçirilen başlık, burunsalık. 2. Hayvanların burunlarına geçirilen ip, burunsalık.

burunsalık, -ğı is. Burunsak.

buruntu is. hlk. Bura, sancı, bağırsak bozukluğu: "Sus! Buruntu geçiriyorum, azıcık kıpırdamam falya. " -H. R. Gürpınar.

buruş buruş sf 1. Çok buruşmuş: "Dudakları büzüldü, buruş buruş oldu." -T. Buğra. 2. zf. Çok buruşmuş bir biçimde.

buruşma is. Buruşmak işi.

buruşmak (nsz) 1. Düzgünlüğü bozulmak, üzerinde kırışık ve katlamalar olmak: "Daralmış, buruşmuş sof ceketi, uzamış sakalıyla işportacı Yahudilere dönmüş." -R. N. Güntekin. 2. Ağızda kekrelik duymak. 3. mec. Tiksinmek, hoşlanmamak: "Gördüklerimden yalnız yüzüm değil, içim de buruşuyor. " -A. Gündüz.

buruşturma is. Buruşturmak işi.

buruşturmak (-i) Buruşuk duruma getirmek: "Ebe hanım iğrenmiş gibi yüzünü buruşturdu." -M. Ş. Esendal.

buruşuk, -ğu sf. Gerginliği, düzgünlüğü kalmamış, buruşmuş olan.

buruşukça sf. (buruşu'kça) Biraz buruşuk olan, pek düzgün olmayan.

buruşukluk, -ğu is. 1. Buruşuk olma durumu. 2. Ciltte oluşmuş kırışık.

buruşuksuz sf. Buruşuğu olmayan: "Buruşuksuz keten gömlekli hekim, onları selamlamıştı." -H. E. Adıvar.

busbulanık, -ğı sf. (bu'sbulanık) Çok bulanık: "Gözleri busbulanık, rengi, kapaklar şiş şiş." -M. A. Ersoy.

buse is. (bu:se) Far. buse esk. Öpücük: "Her zamandan ziyade bana sokularak küçük küçük buselerle yüzümün her tarafını öptü." -R. N. Güntekin.

bu sefer zf Bu defa, bu kez: "O, bu sefer narin ve utangaç kıza döndü." -O. C. Kaygılı.

bu seferlik zf. Bu defalık, bu kezlik: Bu seferlik böyle olsun.

buselik, -ği is. (bu.selik) muz. Klasik Türk müziğinde on üç basit makamdan biri.

buselikaşiran, acembuselik, arazbarbuselik, bayatibusetik, gerdaniyebuselik, hisarbuselik, mahurbuselik, muhayyerbuselik, nevabuselik, sababuselik, sultanibuselik, şehnazbusetik, tahirbuselik

buselikaşiran is. (bu:selikaşi:ran) muz. Klasik Türk müziğinde birleşik bir makam.

buşon is. Fr. bouchon Şişeyi kapatmaya yarayan tapa.

but, -du is. 1. İnsan vücudunun kalça ile diz arasındaki bölümü. 2. Hayvanların, arka bacaklarının gövdeye bitişik olan dolgun, etli bölümü: "Kimi azık torbasını, kimi yanındahinin kaba budunu yastık yapmıştı kafasına." -R. Enis.

kadınbudu, tavuk budu

butafor is. tiy. Oyun için gerekli sahne eşyası.

butaforcu is. Oyun için gerekli sahne eşyasını yapan uzman.

butaforculuk, -ğu is. Butaforcu olma durumu.

butik, -ği is. Fr. boutiaue Giyim ve süs eşyası satılan dükkân.

butik otel

butikçi is. Butik işleten kimse.

butikçilik, -ği is. Butik işletme işi.

butik otel is. Diplomat, iş adamı vb. seçkin müşterileri için kendilerini evlerinde hissedebilecekleri konforu sağlayan, oda sayısı az bir tür otel.

butlan is. (butlaın) Ar. butlan huk. 1. Batıl olma durumu. 2. Geçersizlik, hükümsüzlük. 3. Yanlışlık, haksızlık.

butlu sf. Budu olan.

etli butlu

buton is. Fr. bouton Çalıştırmaya yarayan düğme: "Gözlerimle aradım, zil butonuna benzer bir şey de göremedim." -A. Gündüz.

butsuz sf. Budu olmayan.

bu türlü zf. Böyle, bu biçimde: "Bu türlü konuşanlar, bazı güçlü kişilere yaranmak çabası içindedirler."-N. Cumalı.

buut, -du is. Ar. bu'd esk. 1. Boyut. 2. Uzunluk.

buutlu sf. Boyutu olan.

üç buutlu

buutsuz sf Boyutu olmayan.

buydurma is. Buydurmak işi.

buydurmak hlk. Dondurmak, çok üşütmek: "Diz boyu çamur, ince çadır, yüreği buyduran soğuk, keyfe yetmez." -A. Kutlu.

buyma is. Buymak işi.

buymak, -ar nsz hlk. 1. Çok üşümek. 2. Soğuktan donarak ölmek.

buyot is. Fr. bouillote Yatakta ısınmak İçin kullanılan sıcak su torbası.

buyruk, -ğu is. 1. Belirli bir davranışta bulunmaya zorlayıcı söz, emir, ferman. 2. Egemenlik: Birinin buyruğunda yaşamak. buyruğu altına girmek bir kimse başka bir kimsenin isteklerini ister istemez yerine getirmek zorunda olmak.

buyruk kulu, başına buyruk

buyrukçu is. Buyuran, emreden kimse.

buyrukçuluk, -ğu is. Buyrukçu olma durumu.

buyruk kulu is. Emir kulu.

buyrulma is. Buyrulmak işi.

buyrulmak (nsz) Buyurma işi yapılmak.

buyrultu is. 1. İrade. 2. tar. Sadrazam, vezir, beylerbeyi vb. yüksek devlet görevlileri tarafından yazılan buyruk.

buyurgan sf. Sık sık buyruk veren, buyruk verir gibi konuşan: "Karısının buyurgan bilgiçliğine, yukardan ilgisine katlanabilmesi, artık son derece güç." -A. İlhan.

buyurganlık, -ğı is. Buyurgan olma durumu.

buyurma is. Buyurmak işi.

buyurmak (-i, -e) 1. Bir şeyin yapılmasını veya yapılmamasını kesin olarak söylemek, emretmek: "Ahlak sadece kötülük etmekten çekinmek değildir, başkalarının edecekleri kötülükleri de önlemeye çalışmayı buyurur. " -N. Ataç. 2. Söylemek, demek, düşüncesini bildirmek: Bir şey mi buyurdunuz? "Çok doğru buyuruyorsunuz." -F. R. Atay. 3. (-e) Gelmek, gitmek, geçmek, girmek: "Salona buyurmaz mısınız?" -M. C. Kuntay. 4. (-i) Almak: "Buyurunuz kahvenizi!" -M. E. Yurdakul. 5. (yar) Etmek, eylemek: "Size karşı derin hürmeti vardı, lütuf buyurur sorarsanız yalnızlığını hissetmez." -R. H. Karay. buyur 1) "buyurun" anlamında bir seslenme sözü; 2) "anlamadım, sözünüzü tekrarlayınız" anlamlarında bir seslenme sözü; 3) "söyleyiniz, emrediniz" anlamlarında bir seslenme sözü. buyur etmek 1) buyurun diyerek konuğu saygı ile içeri almak: "Soldaki bahçeli kahveye buyur ettim." -S. F. Abasıyanık. 2) sofraya çağırmak. buyurun cenaze namazına! şaka hiç beklenmedik kötü bir durum karşısında üzüntü anlatan bir söz.

buyuru is. Buyruk, emir.

buyurucu is. Buyruk, emir veren kimse.

buyuruculuk, -ğu is. Buyurucu olma durumu.

bu yüzden zf. Bundan dolayı, bunun için: "Eski çete reislerinden Erenköylü Şaban bu yüzden yakalanmıştı." -H. Taner.

buz is. 1. Donarak katı duruma gelmiş su: "Hep kar yağmıştı, her yer buzdu." -T. Dursun K. 2. sf. Çok soğuk bir etki uyandıran (şey veya kimse): Bu romanın neresini beğendiniz? Buz! buz bağlamak sıvıların yüzeyi donmak, buz gibi 1) çok soğuk; 2) çok soğuk bir etki uyandıran (şey veya kimse); 3) temiz ve yağlı (et); 4) kesinlikle: Adam buz gibi hırsız, (birinden) buz gibi soğumak birinden tiksinmek, buz kesilmek 1) buz gibi soğumak, buz durumuna gelmek; 2) çok üşümek, donmak: "Bu sefer avuçlarımla yanaklarım buz kesiliyor." -A. Gündüz. 3) şaşılacak, üzülecek bir durum karşısında donakalmak, buz kesmek çok üşümek: "Beton döşeme bir türlü ısınmak bilmiyordu. Ve akşamlardan sabahlara kadar ayakları, baldırları buz kesiyordu." -R. Enis. buz tutmak sıvının üstünde buz oluşmak, buzla kaplanmak, buz üstüne yazı yazmak 1) süresi, etkisi çok az olacak bir iş yapmak; 2) bir kimseye etki yapmayan sözler söylemek, buzlar çözülmek 1) buzlar erimeye ve kırılmaya başlamak; 2) mec. aradaki soğukluk, dargınlık, gerginlik ortadan kalkmak.

buz alanı, buzçözer, buz dağı, buz dansı, buzdolabı, buz duvarı, buzhane, buz hokeyi, buz kalıbı, buzkıran, buz pateni, buz torbası, buz yatağı, deniz buzu

buzağı is. zool. Yeni doğmuş, anne sütüyle beslenen sığır yavrusu: "Her tarafta buzağılar, köpekler ve tavuklar dolaşıyor." -R. H. Karay.

buzağılama is. Buzağılamak işi.

buzağılamak (nsz) Sığır yavrulamak: İnek buzağıladı.

buzağılaşma is. Buzağılaşmak işi.

buzağılasın ak (nsz) Buzağı durumuna gelmek.

buzağılı sf. Buzağısı olan: "Geceki baskında buzağılı bir ineği ile birlikte ahırı yanmıştı." -N. Curnalı.

buzağısız sf.Buzağısı olmayan.

buz alanı is. Buzla.

buzcu is. Buz satan kimse.

buzculuk, -ğu is. Buzcunun işi veya mesleği.

buzçözer is. Buzu çözen, donmayı önleyen alet.

buz dağı is. coğ. Kutup bölgelerinde buzullardan koparak akıntılarla yer değiştiren büyük buz parçası, aysberg.

buz dansı is. sp. Buzla kaplı bir zeminde zorunlu figürler ve serbest danslarla yapılan bir spor dalı.

buzdolabı is. Yiyecek, içecek vb.ni soğuk olarak saklamaya yarayan, motorla çalışan dolap, soğutucu, frijider: "Turgut buzdolabından biraları çıkardı." -H. E. Adıvar.

buz duvarı is. Samimi olmamaktan ortaya çıkan, arzu edilmeyen, arada soğukluk yaratan durum: "Bütün bu dostlukların, bu teklifsizliklerin içinde bir buz duvarı vardı ki, aşılmıyordu." -H. C. Yalçın.

buzhane is. (buzhame) T. buz + Far. hâne 1. Buz yapılan yer. 2. Soğuk hava deposu.

buz hokeyi is. sp. Altışar kişilik iki takımın, buzla kaplı bir alanda küçük, yassı, sert bir diski kaydırarak rakip kaleye sokma biçiminde yapılan spor dalı.

buz kalıbı is. Suyun belli biçimlerde donmasını sağlayan özel kap.

buzkıran is. Donmuş deniz, göl veya ırmaklarda ulaşımı öteki gemilere kolaylaştırmakta kullanılan, buzları kırarak yol açmak için yapılmış gemi.

buzla is. (bu'zla) coğ. Deniz suyunun donmasıyla kutup bölgelerinde oluşan buz alanı, bankiz, aysfilt.

buzlanma is. Buzlanmak işi.

buzlanmak (nsz) Buzla kaplanmak, buz tutmak.

buzlaşma is. Buzlaşmak işi.

buzlaşmak (nsz) Buz durumuna gelmek.

buzlu sf. 1. Buz tutmuş, buz bağlamış olan: Buzlu dere. 2. Buz içinde tutularak, içine buz katılarak soğutulmuş: "Serin bir yerde oturuyor, buzlu şurubunu, buzlu içkisini içiyor." -M. Ş. Esendal. 3. Buğulanmış gibi olan, saydam olmayan: "Kalem odasından buzlu bir camekânla ayrılmış..." -R. N. Güntekin.

buzlu cam

buzlu cam is. 1. Saydamlığı giderilmiş cam. 2. Televizyon ekranı.

buzluğan is. hlk. Üzerinde buz eksik olmayan yüksek dağ tepesi.

buzluk, -ğu is. 1. Yiyecek ve içecekleri soğutarak saklamak İçin kullanılan, buzla soğutulan kap veya dolap. 2. Buzdolabının içinde buz yapan bölme.

buz pateni is. sp. 1. Buzla kaplı zemin üzerinde yapılan buz sporlarında kullanılan, altı çelik bıçaklı, özel ayakkabı. 2. Bu ayakkabı ile yapılan kayma sporu, patinaj.

buz torbası is. Tedavi amacıyla kullanılan ve içinde buz parçalan bulunan plastik torba.

buzuki is. Yun. Bağlamaya benzer, bozuk düzen çalınan bir Yunan çalgısı.

buzul is. coğ. Kutup bölgelerinde veya dağ başlarında bulunan büyük kar ve buz kütlesi, cümudiye.

buzul bilimi, Buzul Çağı, Buzul Dönemi, buzul kar, buzul kaynağı, buzul masası, buzul seli, buzul taş

buzul bilimci is. Buzul bilimi uzmanı, gtasyolojist.

buzul bilimi is. coğ. Fiziki coğrafyanın buzulları ve yeryüzündeki işlevlerini konu alan bölümü, glasyoloji.

Buzul Çağı is. jeoi Dördüncü Çağın, yeryüzünün bugünkünden daha büyük bölgelerinin buzullarla örtülü bulunduğu dönemi, pleistosen.

Buzul Dönemi is. Jeoi. Buzulların yayıldığı Dördüncü Çağ.

buzul kar is. Bir buzulun oluşmasında temel olan katılaşmış kar kümesi.

buzul kaynağı is. Buzulun eriyerek toprağın altına inen suyunu dışarıya veren kaynak.

buzullaşma is. 1. Buzul durumuna gelme. 2. jeoi. Geniş veya dar bir bölgenin buzullarla örtülmesi olayı.

buzullaşmak (nsz) Buzul durumuna gelmek.

buzullu sf. Buzulu olan: Buzullu dağlar.

buzul masası is. coğ. Çevresindeki buzlar erirken, altına rastlayan bölümü erimekten koruyan ve böylece buzdan bir ayak üzerinde kalan kütle.

buzul seli is. Buzulun erimesiyle oluşan sel.

buzulsuz sf. Buzulu olmayan.

buzul taş is. min. Buzulların taşıyıp biriktirdikleri, üzerleri çok kez parıltılı veya çizikli taşlar, moren.

buz yalağı is. coğ. Yüksek dağlarda kalıcı kar ve buzulun birlikte oluşturduğu, arkası ve yanları dik, önü açık, çember biçimli çukurluk, yalak.