boa is. Fr. boa 1. zool. Boa yılanı. 2. Kadınların boyunlarına aldıkları yılan biçiminde dar ve uzun kürk, boyun kürkü.
→ boa yılanı
boagiller ç. is. zool. Avlarını yutmadan Önce uzun gövdeleriyle sarıp sıkarak boğan ve ezen sarılgan yılanları kapsayan zehirsiz yılanlar familyası.
boalar ç. is. zool. Sürüngenler sınıfının, yılanlar takımının bir bölümü.
boarding cart Ing. boarding cart bk. uçuş kartı.
boa yılanı is. zool. Boagillerden, yalnız Güney Amerika'da yaşayan, zehirsiz, çok iri, güçlü bir yılan, boa (Boa constrictor).
bobin is. Fr. bobine 1. Makara. 2. Fotoğraf filmi rulosu: "Ama bobin bittiği için kamera kendisini bile görüntüleyememiştir." -S. Birsel. 3. Tampon silindiri veya mihver boru etrafına sarılmış kâğıt veya kartonun sürekli uzunluğu. 4.jiz. İçinden elektrik akımı geçebilen yalıtılmış tel ile bu telin sanlı bulunduğu silindirden oluşan aygıt.
→ bobin kırıcı, kenar bobini
bobinaj is. Fr. bobinage fiz. Bir filmi veya mıknatıslı kuşağı bir makaradan başka bir makaraya sarma.
bobin kırıcı is. Dağınık iplik bobinlerini düzelten ve boyamaya elverişli biçime getiren makinede çalışan kimse.
boca is. (bo'ca) İt. poggia den. Geminin rüzgâr almayan yanı, orsa veya rüzgâr üstü karşıtı, boca etmek 1) geminin başını rüzgâr almayan tarafa çevirmek: "Ne var ki Ateşoğlu dümendeydi. Yükseldi, yine boca etti." -Halikarnas Balıkçısı. 2) mec. birden çevirip boşaltmak, dökmek: "Şarap koyuyorum diye sirke şişesini boca etmişsin." -H. R. Gürpınar.
→ boca alabanda, orsa boca
boca alabanda is. den. Boca etme komutu.
bocalama is. Bocalamak işi.
bocalamak (nsz) 1. Gemi rüzgâra karşı gidemeyerek sürüklenmek. 2. mec. Bir işte tutulması gereken yolu kestirememek, ne yapacağını bilememek, kararsız olmak: "İçinde bocaladığı bunalımın korkuya, çok benzediğini, bunun da komik bir şey olduğunu anlayamıyordu." -T. Buğra.
bocalatma is. Bocalatmak işi.
bocalatmak (-i) Bocalamasına yol açmak.
boci is. İt. Ağır yük taşımaya yarayan, iki kaim ve küçük tekerleği olan el arabası.
bocuk, -ğu (I) is. SI. Ortodokslarca kutlanan İsa'nın doğum yortusu.
bocuk, -ğu (II) is. SI. Domuz, bocuk domuzuna dönmek çok semiz ve besili olmak.
bocurgat is. Yun. Ağır yükleri çekrnek için manivela ile döndürülen ve döndürüldükçe çekilecek şeyin bağlı bulunduğu urganı kendi üzerine saran çıkrık.
bodoslama (I) is. Yun. Gemi omurgasının baş ve kıç tarafından yukarıya uzanan ağaç veya demir direklerden her biri: "Bir motorun beyaz bodoslaması karanlığı yırtıyor." -Z. Selimoğlu.
bodoslama (II) is. Bodoslamak işi.
bodoslamadan zf. Ön taraftan, baş taraftan.
bodoslamak (-i) argo Açıklamak, belirtmek, ileri sürmek: "Elçiler durur mu, onlar da boyuna kendi devletlerinin isteklerini bodoslamadadırlar. " -S. Birsel.
bodrum is. Yun. Bir yapının yol düzeyinden aşağıda kalan bölümü: "Ev, bodrumu, tavan arası ve iki katıyla tam bir konak yavrusudur." -T. Buğra.
→ bodrum katı
bodrum katı is. Bir yapının zemin katının altında olan ve oturulabilen en alt katı: "Bu acı çıngırak sesi galiba bodrum katından geldi." -Ö.Seyfettin.
boduç, -cu is. hlk. Ağaç veya topraktan yapılmış küçük su kabı.
bodur sf. Enine göre boyu kısa ve tıknaz: "Bir av arıyormuş gibi tereddütlü adımlarla bodur böğürtlen dallarını hışırdatarak şoseye indi."-Ö. Seyfettin, bodur kalmak 1) boyu uzamamak: "Boyu boşu kötü toprağa düşmüş İdris ağacı gibi bodur kalmış." -Y. K. Karaosmanoğlu. 2) mec. gelişmemek, bodur tavuk her gün (veya her dem) piliç kısa boylular olduklarından daha genç görünürler.
→ bodur pas
bodurlaşma is. Bodurlaşmak işi veya durumu.
bodurlaşmak is. Bodur duruma gelmek.
bodurluk, -ğu is. Bodur olma durumu.
bodur pas is. bot. 1. Arpa yapraklarına yerleşen ve seyrek olarak yurdumuzda da görülen ilkel mantar (Puccinia hordei). 2. Bu mantarın yol açtığı hastalık.
bodyguard is. İng. bodyguard bk. koruyucu.
boğa is. Damızlık erkek sığır, boğa gibi çok güçlü görünen, vücudu iyi gelişmiş (delikanlı). boğaya çekmek ineği boğa ile cinsel ilişkide bulundurmak, keleye çekmek, boğaya gelmek çiftleşme zamanı gelmek.
→ boğa güreşi
Boğa öz. is. astr. Zodyak üzerinde Koç ile İkizler arasında yer alan burcun adı, Sevir.
boğada is. İt. bigatta 1. Küllü veya sodalı su ile çamaşır yıkama. 2. Yıkanmak üzere hazırlanmış çamaşırın üzerine sıcak kül suyu süzme İşi: "Karına söyle, boğadayı çok sert yapmasın, çamaşırları çürütür." -H. R. Gürpınar.
boğa güreşi is. Genellikle İspanya ve Meksika'da, özel olarak yetiştirilmiş boğayı yenmek amacıyla yapılan gösteri.
boğak, -ğı is. hlk. Anjin.
boğalık, -ğı is. Boğa olarak kullanılmak için ayrılan bir yaşından yukarı erkek sığır.
boğanak, -ğı is. hlk. Sağanak, bora.
boğan otu is. bot. Düğün çiçeğigillerden, Özellikle kökünde akonitin adında bir zehir bulunan bitki, kurtboğan (Acunitum napellus).
boğasak, -ğı is. hlk. Boğaya gelmiş veya boğa isteyen inek.
boğasama is. Boğasamak işi veya durumu.
boğasamak (nsz) hlk. İnek boğa istemek veya boğaya gelmek.
boğası is. İsp. bocaci İnce bez, astar.
boğaz is. 1. Boynun ön bölümü ve bu bölümü oluşturan organlar, imik: "Ses, ciğerlerde biriken havanın boğaza çarpması demektir. " -Ö. Seyfettin. 2. Şişe, güğüm vb. kaplarda ağza yakın dar bölüm: Şişenin boğazı. Testinin boğazı. 3. İki dağ arasında dar geçit, derbent: "Yol üzerindeki derbentleri ve boğazları işgal ederek ordunun başında bunları takip ediyordu."-F. F. Tülbentçi. 4. Yedirip içirme yükümü, iaşe: İşçilerin boğazı bizden olacak. 5. mec. Yiyeceği İçeceği sağlanan kimse: Bizim evde beş boğaz var. 6. mec. Yeme içme: Boğazına düşkün. 7. coğ. İki kara arasındaki dar deniz, boğaz açmak ağaçların dibini kazarak toprağı kabartmak. boğaz boğaza gelmek zorlu kavga etmek: "Birbiriyle boğaz boğaza gelen okul çocuklarını, Samet'in varlığı bugünlerde tek bir vücut gibi bir araya toplayabilirdi." -H. E. Adıvar. boğaz dokuz boğumdur bir söz iyice düşünmeden söylenmemelidir. boğaz durmaz yeme içme gereksiniminin başka ihtiyaçlar gibi geri bırakılamayacağını anlatan bir söz. boğaz içinde kavga var açlığını aşırı bir biçimde gidermeye çalışanlar için söylenen bir söz. boğaz ola hlk. "afiyet olsun, yarasın, bereketli olsun" anlamlarında kullanılan bir söz. boğaz olmak 1) boğazı ağrımak: "Çocukluğumdan beri sık sık boğaz olurdum." -B. Felek. 2) imrenmekten boğazı şişmek: "Fazla imrendiriyorsun insanı, boğaz olacağız." -S. F. Abasıyanık. boğazı açılmak iştahı artmak. boğazı düğümlenmek üzüntüden boğazı tıkanmak, boğazı inmek bademcikleri şişmek, iltihaplanmak, boğazı işlemek durmadan bir şeyler yemek, boğazı kurumak çok susamak: "Kediyi karşısında gördükçe yüreği titriyor, boğazı kuruyor." -M. Ş. Esendal. boğazına bir yumruk tıkanmak (veya gelip oturmak) konuşamaz olmak, sesi çıkmamak: "Babasının adı anılınca Ferit'in boğazına bir yumruk tıkandı." -A. İlhan. boğazına dikkat etmek yiyeceğine, içeceğine özen göstermek, boğazına dizilmek üzüntü, kaygı vb. sebeplerle isteksiz yemek, iştahı kesilmek, boğazına durmak yediği şeyi yutamamak. boğazına indirmek fazla ve gelişigüzel yemek, boğazına sarılmak üstüne yürümek: "Tam boğazına sarılacaktım, yere düştü, bir daha kalkamadı." -R. H. Karay, boğazında düğümlenmek söylemek istediğini heyecan veya üzüntü yüzünden diyememek. boğazında kalmak ağzındaki lokmayı üzüntü dolayısıyla yutamaz duruma gelmek, boğazından artırmak yiyeceğinden kısıp parasını artırmak. boğazından geçmemek sevdiği bir kimsenin yokluğu veya yoksulluğu dolayısıyla bir yiyeceği yalnız başına yemekten üzüntü duymak: "Her gün evde pişen türlü yemeklerin hiçbiri sensiz boğazımdan geçmiyor." -O. C. Kaygılı, boğazından kesmek yiyip içmede çok tutumlu davranmak: "Ekonomi, kendinin ve çoluk çocuğunun boğazından kesmek demekti." -R. N. Güntekin. boğazını doyurmak kamını doyurmak. boğazını sevmek yiyip İçmeye düşkün olmak, boğazını sıkmak bunaltmak, sıkıntı vermek: "Müfit, boğazını sıkan büyük öfke ile titreyerek başını çevirdi." -P. Safa. boğazını yırtmak olanca gücüyle bağırmak.
→ boğaz derdi, boğaz kavgası, boğazkesen, boğaz meselesi, boğaz tokluğuna, boğazına düşkün, boğazına kadar, boşboğaz, darboğaz, dar boğaz, kör boğaz, pisboğaz, sıkboğaz, dümen boğazı
boğaz derdi is. 1. Geçim için uğraşma. 2. Yemek pişirme, hazırlama sıkıntıları.
boğazına düşkün sf. Yiyip içmeyi çok seven (kimse): Siz değilsiniz ama, onun biraz boğazına düşkün olduğunu bilirsiniz." -A. Gündüz.
boğazına kadar zf. Pek çok, lüzumundan fazla, aşırı ölçüde: "Baba daima boğazına kadar borç içinde yaşar, müsrif, batakçı bir memurdu."-Ö. Seyfettin.
boğaz kavgası is. Geçim için yapılan didinme.
boğazkesen is. Bir boğazı savunmak için deniz kıyısında yapılan hisar.
boğazlama is. Boğazlamak işi.
boğazlamak (-i) 1. Hayvan veya insanı boğazından keserek öldürmek: "Ötmezse o horozu boğazlarız."-B. Felek. 2. mec. Gaddarca, kan dökerek öldürmek: "İki Osmanlı neferi gizlenmişler imiş, biçareleri o dakika boğazlamışlar. " -A. îlhan.
boğazlanma is. Boğazlanmak işi.
boğazlanmak (nsz) Boğazlama işine konu olmak veya boğazlama İşi yapılmak: "Aynı boğazlanmış hayvan vaziyetiyle tahtaların üstüne uzandı." -R. N. Güntekin.
boğazlaşma is. Boğazlaşmak işi.
boğazlaşmak (nsz, -le) 1. Birbirini boğazlamak: "İçimde bir boşlukla karmakarışık bir doluluk boğazlaşıyor." -A. Gündüz. 2. Kıyasıya dövüşmek: "Otuz bu kadar devlet, hiç durmadan dinlenmeden boğazlaşabilirler miydi?"-Ö. Seyfettin.
boğazlatma is. Boğazlatmak işi.
boğazlatmak (-i) Boğazlama işini yaptırmak.
boğazlı sf. 1. Boğazı olan: Boğazlı testi. 2. Çok yemek yiyen, yemek isteği çok olan, iştahlı: "... Mustafa da boğazlı adam. Can boğazdan gelir, diyor, yiyor." -M. Ş. Esendal.
boğaz meselesi is. Yeme içme gereksinimi: "Gönül meselesi ile boğaz meselesi mühim şeylerdir."-S. F. Abasıyanık.
boğazsız sf. 1. Boğazı olmayan. 2. Çok az yemek yiyen, İştahsız kimse: "Zaten pek boğazsız bir kızdı." -Ö. Seyfettin.
boğaz tokluğuna zf. Ücret verilmeden, yalnız kamını doyurarak: "Şefika, ihtiyar olduğu için bu evde boğaz tokluğuna çalışıyordu." -M. C. Kuntay.
boğdurma is. Boğdurmak işi.
boğdurmak (-i, -e) Boğma işini yaptırmak.
boğdurtma is. Boğdurtmak işi.
boğdurtmak (-e) Boğdurma işini birine yaptırmak.
boğdurulma is. Boğdurulmak işi: "Sürüldükten sonra bile boğdurulması kolay bir iş olmadı." -Y. K. Beyatlı.
boğdurulmak (-e) Boğdurma işi yapılmak.
boğma is. 1. Boğmak işi. 2. İncir, dut, kuru üzümün mayalandıktan sonra ilkel araçlarla damıtılmasıyla elde edilen, alkol derecesi düşük bir tür rakı: Boğma rakı.
boğmaca is. tıp Genellikle çocuklarda nöbet nöbet öksürüklerle görülen bulaşıcı bir hastalık.
boğmacalı sf. Boğmacaya tutulmuş olan (kimse).
boğmak, -ar (I) (-i) 1. Bir canlıyı, soluk almasına engel olarak öldürmek: "Zavallıyı az kalsın gırtlağından yakalayıp boğacaktı." -Y. K. Karaosmanoğlu. 2. El, ip vb. ile bir şeyi çepeçevre sıkmak. 3. Motorlu taşıtlarda fazla yakıt, motoru çalışmaz duruma getirmek. 4. Renkler uygun düşmemek: Koyu yeşil renk odayı boğdu. Bu renk seni boğmuş. 5. mec. Silik bir duruma getirmek, bastırmak: "Galiba bunları dinlememek, duymamak için konuşuyorum; seslerini boğmak, bastırmak için durmamacasına gevezelik ediyorum." -R. H. Karay. 6. mec. Tamamıyla kaplamak, sarmak: "Ampulün kör ışığı, dükkânı alaca bir loşluğa boğmuştu." -M. Yesari. 7. (-i, -e) mec. Peş peşe yapmak, bir kimseyi bir şeyin fazlasına eriştirmek veya uğratmak: "Güllü'nün boynuna sarılan Cemile, kadının hafif çilli, tombul yanaklarını öpücüklere boğdu." -O. Kemal. 8. mec. Bir durumu başka bir durum yaratarak örtmeye çalışmak: "Zaten durumun vahametini sezen müdürle hoca, işi gürültüye boğmak için Atatürk'e müfredat programına dair bir şeyler anlatmaya başladılar. " -H. Taner. 9. mec. Gelişmesine engel olmak. 10. mec. Bunaltmak: "Daha sıcak basmamıştı; güneş henüz yakmıyor, hava daha boğmuyordu." -R. H. Karay.
→ ayıboğan, bağboğan, çakalboğan, gelinboğan, itboğan, kaplanboğan, kurtboğan
boğmak (II) is. Boğum yeri. boğmak boğmak boğum boğum.
boğmaklı sf. Boğmakları olan.
→ boğmaklı kuş
boğmaklı kuş is. zool. Toygar kuşunun bir türü.
boğucu sf. 1. Boğma özelliği olan: Boğucu gaz. 2. Solunumu güçleştiren: "Göğsünde boğucu bir tıkanıklık vardı." -P. Safa. 3. mec. Çok sıcak, sıkıntı veren: "Eski evinin boğucu, dertli havasından kurtulmak için komisyoncu kendini hemen sokağa attı." -H. R. Gürpınar.
boğuk, -ğu sf Kısılmış (ses): "Zeyno'nun birdenbire boğazından boğuk bir ses çıktı." -H. E. Adıvar.
boğuklaşma is. Boğuklaşmak işi.
boğuklaşmak (nsz) Ses boğuk duruma gelmek, kısıklaşmak: "Kapının Önündeki sesler, sövüşmelerboğuklaştı."-M. Ş. Esendal.
boğula boğula zf Boğulacakmış gibi, boğuk bir biçimde: "Koridorun karanlığında boğula boğula ağlıyor, yerlere kapanarak Nadide Hanım'ın dizlerim öpüyordu." -R. N. Güntekin.
boğulma is. Boğulmak işi.
boğulmak (nsz) 1. Boğma işine konu olmak. 2. Havasızlıktan Ölmek: Denize düşmeden boğulacağız diye haykırıyordu." Halikarnas Balıkçısı. 3. mec. Bunalmak: "Bu misalleri görüp de Boğaziçi tepelerinin apartman yığınları ile boğulduklarına yanmaz mısınız?" -F. R. Atay.
boğum is. 1. Boğulmuş, sıkılmış yer: "Sağ elinin şehadet parmağının ilk boğumuyla tetiği çekti." -Ö. Seyfettin. 2. Parmak, kamış, saz vb. bitkilerin şişkince bölümü. 3. anat. İnce damarların veya sinirlerin yumak gibi toplandığı yer: Lenf boğumları. Sinir boğumları.
→ boğum boğum
boğum boğum sf. Çok boğumlu: "Sanki Çalar'ın boğum boğum bileğini muayeneye alan genç adam bu değildi." -T. Buğra.
boğumlama is. Boğumlamak işi.
boğumlamak (-i) Boğum durumuna getirmek.
boğumlanma is. 1. Boğumlanmak işi. 2. db. Ciğerlerden gelen havanın, ağız ve burundaki çeşitli nokta ve bölgelerde engellemeye uğrayarak ses olarak çıkması, telaffuz, artikülasyon.
→ boğumlanma bölgesi, boğumlanma noktası
boğumlanma bölgesi is. Ağız boşluğunda seslerin oluştuğu çeşitli bölgelerden her biri.
boğumlanmak (nsz) 1. Boğum oluşmak, boğum boğum olmak. 2. Bir ses çıkarmak için ses yolunun herhangi bir yerinde daralma veya kapanma olmak.
boğumlanma noktası is. dbl. Ağız boşluğunda seslerin oluştuğu noktaların her biri, çıkak, mahreç.
boğumlu sf Boğumu olan.
boğuntu is. 1. Zor soluk alma. 2. Sıkıntı. 3. argo Bir şeyi değerinden çok yükseğe satma işi, vurgunculuk, ihtikâr: "Boğuntuya biterim, Mustafa kardeşim." -H. R. Gürpınar. boğuntuya getirmek argo birini bunaltıp şaşırtmak yolu ile kendisinden, bir iş veya mal karşılığı olarak çok miktarda para çekmek.
boğunuk, -ğu sf. hlk. 1. Kısık, boğuk. 2. Sıkıntılı, kapalı, donuk.
boğuşma is. Boğuşmak işi: "Ne çare ki boğuşma esnasında o da birkaç yerinden yaralanmış. " -R. N. Güntekin.
boğuşmak (nsz, -le) 1. Birbirinin boğazına sarılmak, dövüşmek. 2. Mücadele etmek: "Kumar, talihle alt alta, üst üste boğuşmaktır. " -M. Şeyda. 3. mec. Çabalamak, altından kalkmaya çalışmak, uğraşmak.
boğuşulma is. Boğuşulmak işi veya durumu.
boğuşulmak (nsz) Boğuşma işi yapılmak.
bohça is. 1. İçine çamaşır, elbise vb. koyup sarılan dört köşe kumaş: "Hemen hemen her giyim eşyası bohçada ve sandıkta saklanırdı. " -R. H. Karay. 2. Ufak ve seçme tütün dengi, bohçasını koltuğuna almak kendi isteğiyle ayrılmak: "Günün birinde bohçasını koltuğuna alıp kıyı mahallelerden birinde oturan ablası Fitnat Hanım'ın evine gitti." -M. Ş. Esendal. bohçasını koltuğuna vermek kovmak, işine son vermek, bohçasını toplamak eşyasını toplamak.
→ bohça böreği, parçalı bohça, yamalı bohça, hamam bohçası, kırpıntı bohçası, orospu bohçası, parça bohçası
bohça böreği is. Bohça biçiminde katlanarak içine peynir, kıyma, patates vb. maddeler konarak yapılan bir çeşit börek.
bohçacı is. Gezerek bohça içinde dokuma eşya satan kadın: "Bir bohçacı kadın gelmiş, beni sormuş, görmek istemiş." -S. M. Alus.
bohçacılık, -ğı is. Bohçacının işi.
bohçalama is. Bohçalamak işi.
bohçalamak (-i) 1. Bir şeyi bohça içine koyup sarmak. 2. sp. Güreşte rakibin kol ve ayaklarını üst üste getirerek kımıldayamaz durumda alttan kavrayıp kucaklamak.
bohem sf. Fr. boheme Yarınını düşünmeden günü gününe tasasız, derbeder bir yaşayışı olan edebiyat ve sanat çevresinden (kimse veya topluluk): "Gecenin bu saatinde bohem arkadaşlarımın bulunabilecekleri büyük bir birahanenin kapısı önünde durdum." -P. Safa.
→ bohem hayatı
bohem hayatı is. Başıboş yaşayış.
bohriyum is. kim. Atom numarası 107, atom ağırlığı 264 olan, 25 °C'de katı olduğu, gümüş renginde veya gri renkte olduğu tahmin edilen yapay bir element (simgesi Bh).
bok is. 1. Dışkı. 2. kaba Güç durum: Boka batmak. Boka düşmek. 3. sf. kaba Hor görülen, tiksinilen: Bırak şu bok herifi, bok atmak kaba birine leke sürmek, kara çalmak. bok canına olsun kaba bıkılan, kötülüğü görülen şeylere karşı bir sövgü sözü olarak söylenen bir söz. bok etmek kaba bir işi, bir şeyi bozmak, berbat etmek, bok karıştırmak kaba bir işi bozacak biçimde davranmak, bok üstün bok kaba çok kötü, çok berbat, bok yedi başı kaba burnunu her işe sokan, her işe karışan, bok yemek kaba yakışıksız bir iş yapmak, (birine) bok yemek düşmek kaba birinin bir işe karışmaması, burnunu sokmaması gerekir, bok yemenin Arapçası kaba yakışıksızlığın büyüğü. bok yoluna gitmek kaba yararsız, gereksiz bir şey uğruna yok olmak, boka nispetle tezek amberdir kaba çok kötü bir şeyin yanında, ondan daha az kötü olanı güzel görünür, boku çıkmak kaba bir iş veya durum tatsızlaşmak, bokun soyu (veya bok soyu) kaba kızılan veya tiksinilen bir şeye karşı sövgü olarak söylenen bir söz. (birinin) bokunda boncuk bulmak kaba birine hak etmediği hâlde çok değer vermek, bokunu çıkarmak kaba bok etmek, bokuyla kavga etmek kaba çok sinirli ve geçimsiz olmak, her şeye öfkelenir olmak.
→ bok böceği, bok püsür, boku bokuna, demir boku, kazboku
bok böceği is. zool. Km kanatlılardan, genellikle otçul memeli hayvanların gübrelerinde yaşayan ve bokla beslenen böcek (Geotrupes stercorarius).
boklama is. Boklamak işi.
boklamak (-i) kaba Bir yeri veya bir işi kötü bir duruma getirmek.
boklanma is. Boklanmak durumu.
boklanmak (nsz) kaba Kötü bir duruma gelmek, pislenmek.
boklaşma is. Boklaşmak durumu.
boklaşmak (nsz) kaba Kötü bir duruma girmek.
boklu sf. 1. Boku olan. 2. Pis.
bokluk, -ğu is.. 1. Pislik. 2. mec. Kötü durum: Bu işin sonunda bokluk çıkacak.
bok püsür is. kaba Hoşa gitmeyen, can sıkan şey ve onun ayrıntı ve pürüzleri.
boks is. Fr. boxe sp. Belirli kurallara uyularak yapılan yumruk dövüşü, yumruk oyunu: Türkiye boks şampiyonası.
boksit is. Fr. bauxite min. Korindon.
boksör is. Fr. boxeur sp. Boks yapan kimse, yumruk oyuncusu.
boksörlük, -ğü is. Boksörün işi veya mesleği.
boktan sf. argo Temelsiz, derme çatma, yararsız.
boku bokuna zf kaba Boşu boşuna, yok yere.
bol (I) sf 1. İçine girecek şeyin boyutlarından daha büyük veya geniş olan, dar karşıtı: "Bol zamanıma yetişti de ben onu böyle şımarık büyüttüm." -P. Safa. 2. Nicelik bakımından olağandan veya alışılandan çok, kıt karşıtı: "Demek ki zeytinin bol ve ucuz olduğu bir yerdeymiş." -B. Felek, bol doğramak parasını saçıp savurmak.
→ bol bol, bol bulamaç, bol kepçe, bol keseden, bol paça, eli bol, gönlü bol
bol, -lü (II) is. Fr. bol Özel bir cam içinde likör, şarap, meyve ve maden suyu karıştırılarak hazırlanan içki.
bolalma is. Bolalmak işi veya durumu.
bolalmak (nsz) hlk. Bollaşmak.
bolarma is. Bolarmak işi veya durumu.
bolarmak (nsz) hlk. Bol duruma gelmek.
bol bol zf. Fazlasıyla: "Bol bol ucuz şarapla konyak içti." -N. Cumalı.
bol bolamat is. hlk. Refah, zenginlik, bolluk: "Beğenmiyorsan, kazan da bol bolamat bizi besle bakalım." -H. R. Gürpınar.
bol bulamaç zf. hlk. Bol bol, pek çok: "Bol bulamaç kazanıyor sandıklarımızın çoğu sıkıntı içindedirler." -H. R. Gürpınar.
bolca sf 1. Oldukça geniş: Bolca bir pantolon. 2. zf Oldukça çok, çokça: "Bu yıl bolca yağmur düştü." -M. Ş. Esendal.
bolero is. Fr. bolero 1. Kısa ve kolsuz kadın ceketi: "Saçları, yüzü, bolerosu, keten elbisesi, hepsi vücuduna yapışmış." -A. H. Tanpınar. 2. Ağır ritimli bir İspanyol dansı. 3. müz. Bu dansın müziği.
boliçe is. (boli'çe) İbr. boletz hlk. Yahudi kadını: "Balat kapısından girdim içeri / Boliçeler oturmuş iki geceli." -Halk türküsü.
Bolivyalı öz. is. Bolivya halkından olan kimse.
bol kepçe is. 1. Servis sırasında yiyeceği bol bol dağıtma. 2. sf. mec. Cömert, eli açık, zengin gönüllü.
bol kepçeden zf 1. Çok fazla. 2. Gereksiz olarak.
bol keseden zf Bol bol, ölçüsüz biçimde: "Biz de bol keseden duygulanıverdik, o atmosfer içinde." -H. Taner.
bollanma is. Bol duruma gelme.
bollanmak (nsz) Bol duruma gelmek, genişlemek.
bollaşma is. Bollaşmak İşi veya durumu.
bollaşmak (-i) Bol duruma gelmek: "Biraz zayıflamış, kolalı beyaz yakalığı bollaşmıştı."-C.Uçuk.
bollaştırma is. Bollaştırmak işi veya durumu.
bollaştırmak (-i) Bol duruma getirmek: "Ahlakı tango pantolonu gibi bollaştıralım, demiyorum. " -F. R. Atay.
bollatma is. Bol duruma getirme.
bollatmak (-i) Bol duruma getirmek, genişletmek.
bolluk, -ğu is. 1. Bol olma durumu: Eteğin belinde bir bolluk var. 2. Her şeyin bol olduğu zaman: "Hep eski bolluk zamanlarında yapılmış büyük vezir konaklarına rastlanırdı." -A. Ş. Hisar. 3. Fazlalık: "Öteden beri dergileri kaplayan şiir bolluğundan ürkerim. " -N. Cumalı. 4. Her şeyin bol olduğu yer.
bolometre is. (bolome'tre) Fr. bolometre fiz. Işınımölçer.
bol paça is. 1. Geniş paça. 2. sf mec. Dökük, saçık, şapşal (kimse).
Bolşevik, -ği öz. is. Rus. 1. Bolşeviklik yanlısı kimse. 2. sf. Bolşeviklikle ilgili olan: Bolşevik öğretiler.
Bolşeviklik, -ği öz. is. Rusya'da XX. yüzyıl başlarında doğan ve Lenin tarafından geliştirilen komünist hareket,
Bolşevizm Öz. is. Fr. bolchevisme Bolşeviklik, komünistlik.
bom is. Bir çeşit kumar: "Akşamları Atpazart'na bakan Altındiş'in kahvesinde bom oynarken gelir, omuz başımda durur, beni seyrederdi." -S. F. Abasıyanık.
bomba (I) is. (bo'mba) İt. bomba 1. Canlı veya cansız hedeflere atılan, içi yakıcı ve yıkıcı maddelerle doldurulmuş, türlü büyüklükte patlayıcı, ateşli silah: "Çok sayıda tabanca, mavzer mermisi ile bir sandık el bombası, altı Alman mavzeri buldu." -N. Cumalı. 2. Büyük fıçı veya varil. 3. Bomba biçiminde, kalın demirden kap: Oksijen bombası, bomba gibi 1) iyi, sağlam, göz alıcı, gösterişli; 2) iyi hazırlanmış, çok çalışmış (öğrenci), bomba gibi patlamak 1) öfkelenerek birdenbire ve yüksek sesle bağırıp çağırmak; 2) bir olay birdenbire ortaya çıkarak herkesi şaşırtmak: "Babamın Usküp'ü terk etmek ve Selanik'e gidip yerleşmek hakkında verdiği karar ailemiz arasında bir bomba gibi patladı." -Y. K. Beyatlı.
→ saatli bomba, atom bombası, el bombası, gaz bombası, hidrojen bombası, kobalt bombası, napalm bombası, sis bombası, su bombası, yağmur bombası, yangın bombası
bomba (II) is. (bo'mba) İt. bomba den. Yan yelkenlerin alt yakasını gerip açmak için kullanılan yatay seren.
bombacı is. Bomba kullanan veya yapan kimse.
bombacılık, -ğı is. Bombacının işi veya mesleği.
bombalama is. Bombalamak işi.
bombalamak (-i) Belli bir hedefe bomba atmak.
bombalanma is. Bombalanmak işi.
bombalanmak (nsz) Bombalama işine konu olmak.
bombalatma is. Bombalama işi.
bombalatmak (-i) Bombalama işini yaptırmak.
bombardıman is. Fr. bombardement ask. 1. Topa tutma. 2. Bombalama: "Bombardımanlar asabıma dokunuyordu, sakin bir yere kaçmak istiyordum." -R. H. Karay. 3. mec. Etkili bir biçimde ve sık olarak gündeme getirme, duyurma: Haber bombardımanı. bombardıman etmek 1) top ateşi veya bomba ile bir yere saldırmak; 2) mec. bir kimseyi ağır sözlerle paylamak; 3) mec. etkili bir biçimde ve sık olarak gündeme getirmek, duyurmak.
→ bombardıman uçağı, varagele bombardımanı
bombardıman uçağı is. ask. Bombalama işinde kullanılan uçak.
bombardon is. Fr. bombardon Bandoda en kalın sesi veren, pistonlu, nefesli çalgı.
bombe is. Fr. bombe Şişkinlik, kabarıklık.
→ bombe bezi
bombe bezi is. Ayakkabı sayalarının burun bölümlerine içten dikilen bir kumaş türü.
bombeli sf. Şişkinliği, kabarıklığı olan.
bombesiz sf. Bombesi olmayan.
bombok sf (bo'mbok) kaba Çok kötü, çok berbat.
bomboş sf. (bo'mboş) Büsbütün, tamamen boş: "Güneşin doğacağı tarafa giden yol bomboştu."-Ö. Seyfettin.
bomboz sf. (bo'mboz) Çok boz.
bonbon is. Şeker şerbeti İçinde kaynatılarak üzeri şekerle kaplanmış meyve.
→ bonbon şekeri
bonboncu is. Bonbon yapan veya satan kimse.
bonbonculuk, -ğu is. Bonbon yapma veya satma işi.
bonbon şekeri is. Bonbon.
boncuk, -ğu is. Cam, taş, sedef, tahta, plastik vb. maddelerden yapılan, ortası delik, çoğu yuvarlak ve renkli süs tanesi, boncuk gibi küçücük (göz): "Havadaki heyecana kapılmak şöyle dursun, hatta uykusu gelmiş, gözleri boncuk gibi küçülmüş." -R. N. Güntekin.
→ boncuk fasulye, boncuk mavisi, boncuk tutkalı, cıncık boncuk, incik boncuk, mavi boncuk, göz boncuğu, katır boncuğu, nazar boncuğu, sayı boncuğu, uğur boncuğu
boncuk boncuk sf. 1. Yuvarlak: "Alnında boncuk boncuk terler birikmişti, kaşlarının üstüne doğru sızıyordu." -M. Yesari. 2. zf Boncuk gibi yuvarlak taneler durumunda: "Gözyaşları, kısa bir an kirpiklerinin ucunda boncuk boncuk asılı duruyor." -A. İlhan.
boncukçu is. Boncuk yapan veya satan kimse.
boncukçuluk, -ğu is. Boncukçunun işi veya mesleği.
boncuk fasulye is. Bir tür İri taneli fasulye.
boncuklanış is. Boncuklanma işi veya durumu: "Şampanya bardağına uzandı, ışığa tutup içkinin iğne ucu boncuklanışını seyretti. " -A. İlhan.
boncuklanma is. Boncuklanmak işi.
boncuklanmak (nsz) Gözyaşı, çiy, ter boncuk biçiminde yuvarlak taneler oluşmak: "Alnı ter damlalarıyla boncuklandı." -Halikarnas Balıkçısı.
boncuklaşma is. Boncuklaşmak işi.
boncuklaşmak (nsz) Boncuk biçimini almak.
boncuklu sf. Boncuğu olan, boncukla süslenmiş: "Boncuklu kapıyı şıkırdatarak eczaneye girdi..."-A. İlhan.
boncukluk, -ğu is. Boncuk olmaya elverişli.
boncuk mavisi is. 1. Yeşile çalan bir mavi. 2. sf Bu renkte olan: "Gelen, bakkalın kırmızı yüzlü, boncuk mavisi gözlü küçük çırağıydı." -S. F. Abasıyanık.
boncuksuz sf. Boncuğu olmayan.
boncuk tutkalı is. Boncuk biçiminde glüten tutkalı.
bone is. Fr. bonnet Düz veya kıvrımlı her çeşit yumuşak kumaş vb. maddeden yapılan başlık.
bonfile is. (bo'nfıle) Fr. bon filet 1. Kasaplık hayvanlarda bel kemiğinin iki yanında bulunan ve yumuşaklığı dolayısıyla beğenilen et bölümü. 2. Bu bölümden hazırlanan et dilimi.
bonfilelik, -ği sf. Bonfile yapmaya elverişli (et).
bonjur ünl. Fr. bonjour 1. Günaydın. 2. is. esk. Uzun siyah ceketle, çizgili pantolondan oluşan erkek giysisi.
bonkör sf. Fr. bon coeur 1. İyi yürekli. 2. Cömert: Bonkör bir insan.
bonkörlük, -ğü is. İyi yüreklilik, eli açıklık, cömertlik.
bonmarşe is. Fr. bon marche İçinde her türlü giyim, süs eşyası oyuncak vb. satılan büyük mağaza.
bono is. (bo'no) İt. buono huk. Belirli bir sürenin sonunda, belirli bir paranın, belirli bir kimseye ödeneceğini belirten senet, emre muharrer senet, bono kırdırmak bir bonoyu, süresi dolmadan, eksiğine paraya çevirmek. bono vermek borç alındığını gösteren vadeli senedi imzalayıp teslim etmek: "Borçlanalım size... Bono verelim günü geldiğinde bir kolayını bulur öderiz." -Z. Selimoğlu.
→ açık bono, ara bono, hazine bonosu, tasarruf bonosu
bon otu is. bot. Patlıcangillerden, hekimlikte kullanılan, uyuşturucu ve zehirli, bir veya iki yıllık otsu bir bitki (Hyoscyamus niger).
bonservis is. Fr. bon service Çalıştığı yerden ayrılırken görevini iyi yaptığım belirtmek amacıyla birine verilen belge, temiz iş kâğıdı.
bop is. SI. 1. Poker oyununda, oyuna girmek için ortaya konması gereken en az miktar. 2. Ortadaki miktar kadar oyuna katılma sözü.
bopluk, -ğu sf. Bop tutarında olma: "On bopluk kıymeti yoktu." -F. R. Atay.
bopstil is. 1. Züppece giyiniş biçimi. 2. Bu biçimde giyinen kimse.
bor (I) sf. hlk. İşlenmemiş, taşlık, sert, ekilmemiş (toprak), borak.
bor (II) is. Fr. bore kim. Atom numarası 5, atom ağırlığı 10,8, yoğunluğu 2,45 olan, tabiatta bor asidi veya boratlar durumunda bulunan basit element (simgesi B).
bora is. Genellikle arkasından yağmur getiren sert rüzgâr: "Müthiş bir bora atlatmışlardı." -S. F. Abasıyanık. bora gibi çok sert, öfkeli, şiddetli: "Makarnacı kurtulmak için çabalarsa da Aliço bora gibi esiyordur." -S. Birsel.
borak sf. hlk. Bor (I).
boraks is. Fr. borax kim. Yoğunlaşmış bir borik asitten türeyen sodyum tuzu.
boralı sf. Yağmurlu, sert rüzgârlı ve soğuk havalı: "Soğuk bir sonbahar ve sonbaharı boralı bir kış başladı." -H. E. Adıvar.
boran is. coğ. Rüzgâr, şimşek ve gök gürültüsü ile ortaya çıkan sağanak yağışlı hava olayı: Yazın sık sık boran olur.
borani is. (bora:ni) Far. bürâni hlk. Pirinçli, yumurtalı, yoğurtlu ıspanak vb. sebze yemeği.
borasit, -di is. Fr. boracite min. Sert billur veya yumuşak beyaz kütle durumunda bulunan magnezyum boratı.
borat is. Fr. borate kim. Bor asidi ile bir oksidin birleşmesinden oluşan tuz.
borazan is. T. boru + Far. -zen 1. Üfleyerek çalınan, perdesiz çalgı, boru. 2. Bu boruyu çalan kimse: "Borazanları alayın önünde topluyorlar." -Ö. Seyfettin.
→ borazan kuşu
borazancı is. Borazan çalan kimse.
→ borazancıbaşı
borazancıbaşı is. Birçok borazancının başı olan borazancı: "Borazancıbaşı, borazancıbaşı / Akşamları batan güne karşı / Çaldığınız İstiklal Marşı." -C. S. Tarancı.
borazancılık, -ğı is. Borazancının işi.
borazan kuşu is. zool. Güney Amerika'da yaşayan, mavi ve yeşil metalik yansımalı bir kuş, agami.
borç, -cu (I) is. 1. Geri verilmek üzere alınan veya ödenmesi gerekli para, başka bir şey: "Vaktim yok, bana para bul, şu borcu ödeyeyim, söz verdim." -P. Safa. 2. mec. Birine karşı bir şeyi yerine getirme yükümlülüğü, vecibe: "Vatan borcu biter bitmez ordayım." -B. S. Erdoğan, borç almak daha sonra ödemek üzere birinden para veya bir şey almak: "On beş lira borç aldıktan sonra eve döndüm." -H. E. Adıvar. borç altına girmek borç para almak, borç bini aşmak pek çok borç olmak, altından kalkılamayacak duruma gelmek, borç etmek borçlandırmak: "Babasından bir şey koparamadığı zaman borç ediyor, sonra ona ödetiyordu." -H. R. Gürpınar, borç gırtlağına çıkmak borca batmak, borç ödemekle (veya vermekle), yol yürümekle tükenir birden ödenmeyen bir borç azar azar verilerek ödenebilir. borç yapmak borç olarak almak: "Altlarında şilte, dolaplarında eşya kalmadı, ama kimseye de borç yapmadılar." -P. Safa. borç yemek borçla geçinmek, borç yiğidin kamçısıdır borç, kişiyi daha çok çalışmaya zorlar, borç yiyen kesesinden yer borçla alışveriş yapan, aldıklarının parasını hemen ödemez, ancak aldıklarının karşılığı kesesinden mutlaka çıkacaktır. borca almak veresiye almak, borca batmak çok borçlu olmak: "Şevket ölesiye çalışmak pahasına acaba bu korkunç masrafı karşılayacak kadar para kazanıyor mu idi, yolcsa çocukcağız borca mı batıyordu? " -R. N. Güntekin. borca girmek borçlanmak, borç para almak, borcunu bilmek 1) bir şey yapmayı yerine getirilmesi gereken bir iş olarak değerlendirmek; 2) borcunu zamanında öder olmak, borcunu kapatmak borcunu ödeyip bitirmek, borçtan kurtulmak borcunu ödemek.
→ borç harç, dış borç, iç borç, konsolide borç, müteselsil borç, dalgalı borçlar, boyun borcu, gönül borcu, namus borcu, vatan borcu
borç (II) is. Rus. Borş.
borç harç, -cı is. 1. Sürekli borç alıp verme: "Bir bakıma belki de borç harç içinde beş nüfusla ailesini geçindirmeye uğraşan..." -H. Taner. 2. zf. Borç vb. yollara başvurarak: "Bu arada, yine borç harç, arabayı tamir ettirdi." -E. Bener.
borçlandırılma is. Borçlandırılmak işi veya durumu.
borçlandırılmak (nsz) Borçlanmasına yol açılmak.
borçlandırma is. Borçlandırmak işi.
borçlandırmak (-i) Borçlanmasına yol açmak, borçlu duruma getirmek.
borçlanılma is. Borçlanılmak işi veya durumu.
borçlanılmak (nsz) Borca girilmek, borç edilmek.
borçlanma is. Borçlanmak işi, istikraz.
→ dış borçlanma, iç borçlanma
borçlanmak (-e) 1. Karşılığını sonra vermek şartıyla birinden para veya bir şey almak: "Daha sonra Mayıs Ayı Notları'nı borçlanarak bastırmıştım 1947'de." -N. Cumalı. 2. mec. Manevi bir yükümlülük altına ginnek.
borçlu sf. 1. Borcu olan, borç almış olan, verecekli, medyun: "Merhumu borçlu yatırmak istemezmişiz elbet." -Y. Z. Ortaç. 2, mec. Manevi bir yükümlülük altında bulunan: "Hayatımı ona borçluyum doğrusu." -A. Ş. Hisar. 3. mec. Bir şeyi birinin yardımıyla elde etmiş olan: "Aslında, okumasını da ona borçludur." -T. Buğra, (birine) borçlu bulunmak (veya olmak) borçlu duruma düşmek: "Dehasını, geçirdiği sara nöbetlerinin şokuna borçlu bulunuyordu." -H. Taner, borçlu çıkmak görülen hesapta vereceği kalmak: "Para muamelelerinden borçlu çıkmıştı." -Y. K. Beyatlı. borçlu ölmez, benzi sararır borç kişiyi öldürmez, ancak hasta edecek kadar üzer.
→ gönül borçlusu
borçluluk, -ğu is. Borçlu olma durumu.
→ borçluluk dengesi
borçluluk dengesi is. Bir ülkenin belli bir tarihe kadar birikmiş dış borç ve alacaklarını gösteren durum veya belge.
borçsuz sf. Borcu olmayan.
→ borçsuz harçsız
borçsuz harçsız zf Hiç borç yapmadan: Borçsuz harçsız bu evi satın aldılar.
borçsuzluk, -ğu is. huk. Borçsuz olma durumu, beraatizimmet.
borda is. (bo'rda) İt. bordo den. Geminin veya kayığın yanı: "Bordaya vuran küçük dalgaların serpintisi ara sıra muşamba şilteleri ıslatıyordu." -H. Taner, borda bordaya yan yana: "Genç kadın rahat binmek için onu eliyle tutup borda bordaya yanaştırdı. " -R. H. Karay, borda etmek yandan yanaşmak.
→ borda fenerleri, borda hattı
borda fenerleri ç. is. den. Gemilerde biri solda kırmızı, biri sağda yeşil olarak iki yanda yakılan fenerler.
borda hattı is. den. Donanma gemilerinin bir sırada ve paralel olarak gitmek için aldıkları durum.
bordalama is. Bordalamak işi.
bordalamak (-i) den. 1. İki gemi yan yana gelmek. 2. Gemi başka bir gemiye çarpmak.
bordo is. Fr. bordeaux 1. Mora çalan kırmızı renk, şarap tortusu rengi. 2. sf. Bu renkte olan: Bordo çanta.
bordomsu sf. Rengi bordoyu andıran, bordoya benzeyen, bordomtırak.
bordomtırak, -ğı sf. Bordomsu.
bordro is. (bo'rdro) Fr. bordereau Bir maaşın ayrıntılarını gösteren çizelge: Maaş bordrosu. Kasa bordrosu.
→ maaş bordrosu
bordrolu sf. Bordrosu olan.
bordrosuz sf. Bordrosu olmayan.
bordur is. Fr. bordure 1. Kaldırımların kenarlarında bulunan taşlar. 2. Genellikle giyim kuşam malzemesindeki kenar süsü. 3. Cilt kapağındaki kaim çizgiler. 4. Banyo, tuvalet, mutfak vb. ıslak zeminlerde duvar döşemeleri arasına konan motifli bir tür fayans.
borik, -ği is. Fr. borigue kim. Bordan türeyen asit ve anhidrit.
→ borik asit, asit borik
borik asit, -di is. Fr. borigue acide kim. Etkisi az, beyaz, sedef görünümde bir madde, asit borik.
borikli sf. İçinde borik asit bulunan: Borikli vazelin.
borina is. (bori'na) İt. borina den. Dört köşe yelkenlerin yan yakalarına, alt tarafa doğru bağlanan halat.
Bornova misketi is. Bir çeşit üzüm.
bornoz is. Ar. burnüs 1. Banyodan çıkarken kurulanmak için kullanılan, önden açık, havludan yapılmış giyecek: "Ilık bir duş alarak bornozla odasına döndü." -H. E. Adıvar. 2. Kuzey Afrika'da Berberilerin giydikleri başlıklı, geniş, kısa kollu bir üstlük.
borsa is. (bo'rsa) İt. borsa ekon. Bazı tüccarların ve özellikle sarraflarla değerli kâğıt ve tahvil ahşverişiyle uğraşanların alım satım ve değişim amacıyla devlet denetimi altında iş yaptıkları yer: "Borsada istediği gibi oynuyordu fiyatlarla."-N. Cumalı.
→ borsa acentesi, borsa aracısı, borsa cetveli, borsa değeri, borsa İşlemi, borsa kâğıdı, borsa komiseri, borsa komisyoncusu, borsa oyunu, borsa simsarı, borsa tahtası, borsa üyesi, karaborsa, ticaret borsası
borsa acentesi is. Müşteriden aldıkları alış ve satış emirlerini borsada yerine getirip karşılığında komisyon alan kimse.
borsa aracılığı is. Borsa aracısı olma durumu.
borsa aracısı is. Borsada kendi adını kullanarak kişi, kurum ve kuruluşlar hesabına alım satım yapan kimse.
borsa cetveli is. Borsada belirlenen fiyatları gösteren günlük bülten.
borsacı is. Değerli kâğıt, para ve tahvil üzerine borsa oyunu yapan kimse.
→ karaborsacı
borsacılık, -ğı is. Borsacının işi veya mesleği.
→ karaborsacılık
borsa değeri is. Borsada arz ve talebe göre oluşan fiyat.
borsa işlemi is. ekon. Müşteri talimatıyla hisse senedi, hazine bonosu, fon belgesi, poliçe vb. değerlerin aracı kuruluş tarafından alım, satım ve devir işi.
borsa kâğıdı is. Borsada kayıtlı, alınıp satılan hisse senedi.
borsa komiseri is. Borsalarda günlük alım satım işlemlerini, fiyat dalgalanmalarım denetlemek üzere, Sanayi ve Ticaret Bakanlığı tarafından atanan memur.
borsa komiserliği is. Borsa komiseri olma durumu.
borsa komisyonculuğu is. Borsa komisyoncusu olma durumu.
borsa komisyoncusu is. Borsa aracısı.
borsa oyunu is. Borsada oynanan hava oyunu: "Bu küçük serveti galiba bir borsa oyununda sıfıra indiriverdi." -Y. Z. Ortaç.
borsa simsarı is. ekon. Müşteri ile borsa acenteleri arasında menkul değerlerin alım satımına aracılık eden gerçek veya tüzel kişi.
borsa simsarlığı is. Borsa simsarı olma durumu.
borsa tahtası is. Borsada alım satım fiyatlarının ilan edildiği pano.
borsa üyesi is. ekon. Sermaye Piyasası Kurulu tarafından borsa işlemlerinde aracılık yapmasına izin verilen kuruluş.
borş is. Rus. Pancar, lahana, et üzerine krema konularak yapılan bir tür sebze çorbası, borç.
boru is. 1. Bir yerden başka bir yere sıvı, gaz vb. aktarmaya yarayan, içi boş, uçları açık, uzun ve dar silindir: "Soba borusu kazanın içinden geçerdi." -N. Cumalı. 2. Borazan: "Ankara'da ilk sabah boru sesinden uyandım. " -R. E. Ünaydın. boru çalmak borazan öttürmek: "Ellerini burunlarına boru çalar gibi götürerek kümeler arasında geçit resmi yapıyorlardı." -Ö. Seyfettin, boru değil (veya boru mu bu?) hlk. azımsanacak, küçümsenecek, Önem verilmeyecek şey değil: "Gençlik bu, boru değil. " -A. İlhan, (birinin) borusu ötmek hlk. sözü geçmek, yetkisi olmak, borusu tutmak (veya tutulmak) ağzı köpürerek kriz geçirmek, çok öfkelenerek etrafa saldırmak: "Ben evin içinde zaten borusu tutulanlardan bahsedildiğine pek çok defalar müsadif olmuştum. " -H. Z. Uşaklıgil. (birinin) borusunu çalmak çıkar sağladığı kimsenin davasını gütmek.
→ boru ağı, boru askısı, boru bileziği, boru çiçeği, boru hattı, boru kabağı, boru kelepçesi, boru mengenesi, boru yolu, kılcal boru, pik boru, plastik boru, profil boru, acemborusu, bağlantı borusu, emzik borusu, güvenlik borusu, kalk borusu, kalorifer borusu, karavana borusu, nefes borusu, östaki borusu, paydos borusu, pis su borusu, sidik borusu, soluk borusu, su borusu, taharet borusu, ti borusu, u borusu, yağmur borusu, yat borusu, yem borusu, yemek borusu, yuf borusu, yumurtlama borusu
boru ağı is. Tesisatı oluşturan boruların bütünü.
boru askısı is. Her tür borunun asılmasında kullanılan, lama demiri veya çelik çemberlerden yapılan askı.
boru bileziği is. Soba borularının ek yerine geçirilen süslü çember.
borucu is. 1. Boru yapıp satan kimse. 2. Boru montajında çalışan kimse.
boruculuk, -ğu is. Borucu olma durumu.
boru çiçeği is. bol. 1. Çan çiçeği. 2. Tatula.
boru çiçeğigiller ç. is. bot. Çan çiçeğigiller.
boru hattı is, 1. Doğal gaz arıtma ünitesinden alınan gazın, bir veya daha fazla dağıtım merkezlerine, tüketim merkezlerine doğal gaz taşınması amacıyla tesis edilen boru şebekesi. 2. Petrolü, çıktığı yerden başka yere akıtan boru tesisatı.
boruk, -ğu is. bot. Dağlarda yetişen, kokulu, süpürge ve yakacak olarak kullanılan bir ot türü.
boru kabağı is. bot. Boğumsuz, boru gibi uzun su kabağı.
boru kelepçesi is. Boruyu duvara tespit etmekte kullanılan gereç.
borulu sf. Borusu olan.
boru mengenesi is. Kesme, diş açma vb. işlemler için borunun sıkıca bağlandığı alet.
borusuz sf. Borusu olmayan.
boru yolu is. Boru hattı.
bostan is. Far. büstân 1. Bahçe: "Babası küçük bostanda yere eğilmiş, salatalıkları koparıyor. " -P. Safa. 2. Kavun, karpuz tarlası. 3. Kavun ve karpuza verilen ortak ad.
→ bostan bekçisi, bostan bozuntusu, bostan dolabı, bostan gölgeliği, bostan kebabı, bostan korkuluğu, bostan patlıcanı
bostan bekçisi is. Bostanı koruyan ve kollayan kimse.
bostan bozuntusu is. argo Korkak, yüreksiz, işe yaramaz adam.
bostancı is. 1. Bostan işleriyle uğraşan kimse. 2. tar. Osmanlı tarihinde sarayın korunmasına ve şehrin güvenliğine bakmakla görevli olan erlerden her biri.
→ bostancı ocağı
bostancılık, -ğı is. 1. Bostan işleriyle uğraşma: "Köy içinde, bostancılıktan anlar tek bir adam yoktu." -Y. K. Karaosmanoğlu. 2. tar. Bostancının görevi.
bostancı ocağı is. tar. Bostancıların bağlı oldukları ocak.
bostan dolabı is. Sebze bahçesini sulamak için bir at bağlanarak diklemesine dönen kovalarla kuyudan su çıkarmaya yarayan dolap.
bostan gölgeliği is. hlk. Bağ ve bahçelerde gölgelenmek veya yağmurdan korunmak İçin yapılan, üstü örtülü, basit gölgelik: "İşte bunda bir kurt yeniği var, diye bu gece uyumamış, kuyu başındaki bostan gölgeliğinde beklemişti."-Ö. Seyfettin.
bostan kebabı is. Kuzu inciğinin patlıcan ve yeşilliklerle güveçte pişirilmesiyle yapılan kebap.
bostan korkuluğu is. 1. Kuşları ürkütüp yaklaştırmamak için tarlaya dikilen kukla: "Anadolu'nun her yerinden bostan korkuluklarının fotoğraflarını çekip göndersinler." -B. R. Eyuboğlu. 2. mec. Kendisinden beklenilen görevi yapmayan veya kendisinden çekinilmeyen güçsüz kimse: "O, bekçi değil, bostan korkuluğu." -S. M. Alus.
bostanlık, -ğı is. Bostan olmaya elverişli yer.
bostan patlıcanı is. bot. Az çekirdekli, iri ve yuvarlak bir patlıcan türü.
boş sf. 1. İçinde, üstünde hiç kimse veya hiçbir şey bulunmayan, dolu karşıtı: "Yaralı kaymakamla iki emir eri de boş kalan kompartımana rahatça yerleştiler." -A. Gündüz. 2. Görevlisi olmayan (iş, görev), münhal: Boş kadro. 3. Yapılacak işi olmayan, işsiz: Bugün sabah boşum, gelebilirsin. 4. Yararsız, nafile: "Karamsar olmamak için ne kadar çırpınsak boş." -R. H. Karay. 5. zf. İşsiz bir biçimde: "Boş oturmak, aylak durmak insanı çabuk çökertir." -H. Taner. 6. mec. Verimsiz. 7. mec. Anlamsız: "Babam, kuvvetli bir darbe yemiş gibi şaşkın, boş gözlerle bakakaldı." -O. Kemal. 8. mec. Habersiz, hazırlıksız: "Tatar dilencinin küfürlerine işte böyle boş yakalandım." -O. Pamuk. 9. mec. Bilgisiz: "Daha meselesiz, daha cahil, daha boş, daha yakışıklıydılar." -S. F. Abasıyanık. 10. mec. Bir işe yaramayan, yararsız: "Yaşlı başlı insanlarız dedi. Birbirimizi boş tesellilerle aldatacak değiliz." -R. N. Güntekin. boş atıp dolu tutmak (veya vurmak) umutsuz olarak girişilen bir iş, iyi sonuç vermek, boş başak dik durur bilgisiz olan üstün görünmek için kasılır, boş bırakmak bir yerde kimse oturmamak, boş kalmak, boş bırakmamak 1) para, yiyecek vb. şeylerle yardım etmek; 2) işsiz bırakmamak. boş boş bakmak amaçsız, anlamsız ve bilinçsizce bakmak: "Boş boş baktığımı görünce Öfkelenip elindekileri bir köşeye attı." -O. Pamuk, boş bulunmak 1) dikkatsiz ve dalgın bulunmak: "Ah, boş bulunmuş, kanmış, aldanmıştı." -Ö. Seyfettin. 2) söylenmesi sakıncalı olan bir şeyi söyleyivermek. boş çıkmak umduğu gerçekleşmemek, sonuç vermemek: "Ben birkaç gündür arıyorum, birkaç yerlere başvurdum, boş çıktı." -M. Ş. Esendal. (bir işten) boş çıkmamak bir işten az da olsa, bir kazançla çıkmak, boş dönmek hiçbir şey elde edemeden geri gelmek: "Ankara'ya giden hiçbir heyetin geri boş döndüğünü görmedik." -Y. Kemal, boş durmak işsiz kalmak, çalışmamak: "Mustafa Kemal'in hiç boş durduğu yoktu." -F. R. Atay. boş durmamak 1) her zaman bir işle uğraşmak; 2) birinin yaptığına karşılık olarak bir harekette bulunmak: "Bizden sonra cenaze çıkmış bir eve benzeyen Bekirağa bölüğündeki arkadaşlar boş durmamışlardı." -H. C. Yalçın, boş düşmek esk. kadın şeriat hükümlerine göre kocasından ayrılmak, boş gezenin boş kalfası işsiz güçsüz dolaşan kimse: "Oraya daha çok boş gezenin boş kalfası emekliler, ya da ağırbaşlı orta yaşlılar giderdi." -H. Taner, boş gezmek (veya gezinmek) işsiz güçsüz dolaşmak: "On gün boş mu gezdin?" -Ö. Seyfettin, boş gezmekten bedava çalışmak yeğdir çalışmak insanı tembellikten kurtarır, boş gözlerle bakmak anlamsız bakmak, boş kalmak 1) kimse oturmamak: Ev boş kaldı. 2) işsiz kalmak: "Her senede üç dört ay, bahusus kışın boş kalırız." -S. F. Abasıyanık. boş kile dipsiz ambar dipsiz kile boş ambar. boş konuşmamak gerçekleri söylemek, bilgisine dayanarak anlatmak: "Amiralin sözlerine inanmak lazım, boş konuşmaz." -F. F. Tülbentçi, boş koymak yoksun bırakmak. boş ol (veya olsun) esk. erkeğin karısını boşamak için söylediği söz: "Boş ol deyince karılarının pılı pırtı toplayıp gitmesini hayalliyorlar." -C. Uçuk. boş oturmak hiçbir işi, uğraşı olmamak, boş torba ile at tutulmaz çıkar veya karşılık gösterilmeden bir kimse bir yere bağlanmaz, boş ver! "dikkate alma, üzerinde durma, üzülme, sıkılma" anlamlarında bir uyarı sözü. boş vermek argo aldırmamak: "Mühendislik veya avukatlıkmış, boş verirdi, Miralay Bey böyle ıvır zıvır mesleklere..." -H. Taner, boş yerine vurmak böğürlerine vurmak, boşa almak 1) askıya almak; 2) motorlu araçlarda vites kolunu vitesten kurtarmak, rölantiye almak, boşa çıkarmak olumlu bir sonuç alınmasını engellemek: "Çocuklar her atılımını boşa çıkarıyor, onunla alay ediyorlar." -A. ilhan, boşa çıkmak umut, düşünce vb. şeyler sonuç vermemek, gerçekleşmemek: "Ümidim boşa çıkınca dizlerimin bağı çözülür." -H. R. Gürpınar, boşa gitmek harcanan emek, para hiçbir işe yaramamak, olumlu bir sonuca ulaşamamak: "Bir fikrin gerçekleştirilmesine yaramayan zaferler boşa gider." -Atatürk, boşa vermek boş geçirmek, boşa koysan dolmaz, doluya koysan almaz içinden çıkılamayan güç bir durum karşısında kalındığında söylenen bir söz. boşta gezmek işsiz olmak: "Huriye Hanım, kızının bu boşta gezer oğlana vardığı zaman ..." -B. Felek, boşta kalmak işsiz kalmak.
→ boşboğaz, boş inanç, boş kafalı, boş kâğıdı, boş küme, boş laf, boş söz, boş yere, boşu boşuna, başıboş, eli boş, içi boş, kafası boş
boşalım is. Boşalma işi, deşarj.
boşalma is. 1. Boşalmak işi, inhilal: "Türkiye Büyük Millet Meclisi üyeliklerinde boşalma olması hâlinde, ara seçime gidilir." -Anayasa. 2. mec. Derdini birine açarak ferahlama, rahatlama. 3. fiz. Elektrik yükünün başka bir iletkene geçişi veya sıfıra düşmesi.
boşalmak (nsz) 1. Boş duruma gelmek, içinde bir şey kalmamak, inhilal etmek. 2. Dışarıya akmak, dökülmek. 3. Gevşemek, açılmak: "Sicim gitgide boşalıyor, gemi hafif yana yatarak pupa gidiyordu." -S. F. Abasıyanık. 4. mec. Derdini, sıkıntısını birine anlatarak ferahlamak, deşarj olmak: "Derdimle öyle dolmuş ki boşalmadan evine gidemeyecek." -Y. Z. Ortaç. 5. Hayvan, bağından kurtulmak.
boşaltaç, -cı is. fiz. Bir kabın içindeki havayı boşaltmaya yarayan araç, hava boşaltma makinesi.
boşaltı is. Boşaltım.
boşaltılma is. Boşaltılmak işi veya durumu.
boşaltılmak (nsz) Boşaltma işine konu olmak: "Arabalar boşaltılıp içindekiler eve taşındı tek tek." -T. Dursun K.
boşaltım is. 1. Boşaltma işi. 2. Sistemlerin çalışabilmesi için sürekli olarak gereken boşaltma işlemleri. 3. biy. Sindirimden sonra bağırsaklarda kalan posanın, idrar torbasmdaki idrarın ve ter, tükürük, sümük vb. salgıların vücuttan dışarı atılması, ifrağ.
→ boşaltım organı
boşaltım organı is. tıp Vücuttan dışarı atılması gereken maddeleri toplayıp boşaltan organ.
boşaltma is. Boşaltmak işi: "Bir yandan hizmetçiler yemek sofrasını sökerek büyük bir salonu boşaltmaya çalışıyorlardı." -H. C. Yalçın.
→ boşaltma havzası, hava boşaltma makinesi
boşaltma havzası is. coğ. Sularını ırmağa veya göle veren yerlerin bütünü.
boşaltmak (-i) 1. Boş duruma getirmek. 2. (4, -e) Dökmek, boca etmek: "Tavşan kanı çayı ince belli çay bardağına boşalttı." -H. Taner. 3. Bir silahta ne kadar mermi varsa hepsini arka arkaya patlatmak: "Yayla devriyesi bizden yardım istemek için havaya silah boşaltmış." -H. R. Gürpınar. 4. Kusmak. 5. Gevşetmek, açmak: "İbrahim Ağa atın kolanlarını boşaltırken, kendini bir iş yapmış sayar." -M. Ş. Esendal.
boşama is. Boşamak işi.
boşamak (-i) Kanunlara göre iki eş, aile ilişkisini kesmek: "Kaptan Bey bu yaştan sonra kırkyıllık karısını boşayıp genç bir kadın aldı." -H.Taner.
boşandırma is. Boşandırmak işi veya durumu.
boşandırmak (-i) 1. Boşanmasını sağlamak. 2. Kan İle kocayı istekleri üzerine kanunlara uyarak ayırmak.
boşanma is. 1. Boşanmak işi. 2. Eşlerden birinin boşanma ilamı almasıyla evlilik birliğinin son bulması: "Bu üye, vaktiyle Perihan'ın evine sığınıp boşanmasına sebep olan doktor arkadaştı." -H. Taner.
→ boşanma davası, boşanma ilamı
boşanma davası is. huk. Eşlerden birinin evlilik birliğine son verecek kararı elde etmek için açtığı dava.
boşanma ilamı is. huk. Mahkemenin boşanmayı kesin hükme bağladığını belirterek verdiği resmî belge.
boşanmak (nsz, -den) 1. Karı ve koca mahkeme kararı ile birbirinden ayrılmak: "Ne oldu da kocasından boşandı, sen anladın mı?" -M. Ş. Esendal. 2. Hayvan, başlığından, koşum takımından veya bağından kurtulmak. 3. (nsz) Birdenbire ve bol bol akmak: "Bir zamandır kendimi tutamıyorum, gözyaşlarını birden boşanıyor." -E. E. Talu. 4. (nsz) Baskı altında gergin duran bir şey, birden ve hızla kurtulmak: "Vecihe, fazla kurulmuş bir zemberek şiddetiyle boşandı. " -R. N. Güntekin. 5. Kapalı bir yerde bulunan insanlar birden dışarı çıkmak: "Yoksa tımarhane mi boşanmıştı?" -Ö. Seyfettin. 6. Çok ağlamak: "Gözlerinden yaşlar boşandı birden." -C. Uçuk. 7. (nsz) mec. Dertlerini, yakınmalarını anlatmak. 8. hlk. Sıyrılmak, kurtulmak: "Sabırsız ellerle acele acele üst başından boşandı ve çıplak olarak denize atladı." -Halikamas Balıkçısı.
boşatma is. Boşatmak işi.
boşatmak (-den) Boşama işini yaptırmak.
boşattırma is. Boşatma işini yaptırtma.
boşattırmak (-i) Boşatma işini yaptırtmak: "Başka kız bulmuşlar, beni boşattırıp onu alacaklarmış." -E. Bener.
boşboğaz sf 1. Saklanması gereken şeyleri söyleyiveren, sır saklayamayan, geveze: "O kadar boşboğaz çocuk arasında da vakayı bir sır olarak saklamak güçtü." -Y. K. Beyatlı. 2. Yerli yersiz konuşan (kimse): "Boşboğazı ateşe atmışlar, odunum yaş (veya az) demiş." -Atasözü.
boşboğazlık, -ğı is. Boşboğaz olma durumu. boşboğazlık etmek gereksiz, yersiz, düşüncesiz konuşmak: "Ama boşboğazlık etmezsen bir şey olmaz." -H. R. Gürpınar.
boş inanç, -cı is. Kaynakları bilimsel ve dinî temele dayanmayan, dar, biçimci inanma, batıl itikat.
boş kafalı sf Akılsız veya bilgisiz: "Dıragon lakaplı Hacı Muslu Efendi'nin oğlu Dinçer'e gelince yakışıklı delikanlıydı, ama boş kafalıydı." -R. H. Karay.
boş kafalılık, -ğı is. Boş kafalı olma durumu.
boş kâğıdı is. Eski şeriat hükümlerine göre, ayrılmak isteyen kocanın, karısına gönderdiği boşanma kâğıdı: "Bu sabah bizim Beyefendi'den hanımın boş kâğıdı geldi." -H. R. Gürpınar.
boş küme is. mat. Hiçbir Öğesi olmayan küme.
boş laf is. Gereksiz, verimsiz, işe yaramayan biçimde konuşma.
boşlama is. Boşlamak işi, ihmal.
boşlamak (-i) 1. Bırakmak. 2. İlgi göstermemek, ihmal etmek: "Sanayileşme furyası, tüketim yarışı içinde gözünü ihtiras bürüyen insan doğayı boşladı." -H. Taner.
boşluk, -ğu is. 1. Oyuk, çukur, kapanmamış yer. 2. Kesinti, kopukluk. 3. Boş geçen süre: Bu boşluktan sıkılıyorum. 4. Eksiklik, yoksunluk duygusu: "Nevin, içinde ucu bucağı kayıp bir boşluk duydu." -S. F. Abasıyanık. 5. mec. Yetersizlik: "O günden bugüne olanları hatırladıkça insan ister istemez bu türlü çabaların hiçliğini, boşluğunu düşünmek zorunda kalıyor." -R. H. Karay. 6. fiz. İçinde hiçbir cisim bulunmayan, vakum.
→ boşluk tulumbası, başıboşluk, asansör boşluğu, göğüs boşluğu, hava boşluğu, karın boşluğu, merdiven boşluğu, orta kulak boşluğu, burun boşlukları
boşluklu serpme is. Zımpara üretiminde tanecikler arasında % 50 boşluk kalacak biçimde düzenlenen tane yapıştırma işlemi.
boşluk tulumbası is. Boşaltaç.
Boşnak, -ğı öz. is. 1. Bosna halkından veya bu halkın soyundan olan kimse. 2. sf. Boşnaklara özgü olan, Boşnaklarla İlgili olan: Boşnak tarihi.
Boşnakça öz. is. (boşna'kça) 1. Çoğunlukla Bosna-Hersek Cumhuriyet'inde yaşayan Bosna Müslümanlarının kullandığı dil. 2. sf. Bu dille yazılmış olan.
Boşnaklık, -ğı öz. is. Boşnak olma durumu.
boşu boşuna zf. Gereksiz yere, boşuna.
boşuna zf. Boş yere, yararsız yere, gereksiz, beyhude, nafile, tevekkeli: "Kızı boşuna sinirlendirmişsin. " -M. Ş. Esendal.
boş yere zf. Boşuna: "Hanım şairimiz kendini biraz boş yere üzüyordu." -R. E. Ünaydın.
bot (I) is. İng. boat 1. Küçük gemi: "Şu botta bu kadar er var, içlerinde gözüm bir seni tuttu." -H. Taner. 2. Ağaç, plastik veya kauçuktan yapılmış küçük sandal.
→ varagele botu
bot (II) is. Fr. botte Uzun konçlu, kapalı ayakkabı.
botanik, -ği is. Fr. botanique bot. Bitki bilimi, nebatat.
→ botanik bahçesi, botanik parkı
botanik bahçesi is. Otsu veya çalı türü bitkilerin yetiştirildiği ve incelemelerinin yapıldığı halka açık bahçe.
botanikçi is. Bitki bilimci.
botanikçilik, -ği is. Botanikçi olma durumu.
botanik parkı is. Otsu ve çalı türü bitkiler ve değişik ağaç türleri ile düzenlenmiş, dinlenmek ve gezmek amacıyla halka açık geniş alan.
bovling is. İng. bowling Özel olarak üretilmiş topla, bir bant üzerinde arkalı önlü dizilmiş kukaları uzaktan devirme amacına dayalı bir tür oyun.
boy (I) is. 1. Bir şeyin tabanı ile en yüksek noktası arasındaki uzaklık: "Boyu uzundu, yalnız biraz fazla semizdi." -ö. Seyfettin. 2. Bir yüzeyde, en sayılan iki kenar arasındaki uzaklık, en, genişlik karşıtı: Kitabın boyu. Tablonun boyu. 3. Uzunluk: Yılanın boyu. 4. Yol, ırmak, deniz kıyısı: "Sınır boylarındaki şeyhlerin göğsünde İngiliz ve Alman nişanları yan yana idi." -F. R. Atay. 5. Kumaş için ölçü: Bu elbiseye iki boy yeter. 6. Uzaklık: "Günde üç boy şehrin öbür ucuna gider, gelir." -H. Taner. 7. Destan: "Boy boyladı, soy soyladı." -Dede Korkut, boy almak (veya sürmek) boyu uzamak, boylanmak. boy atmak boyu uzamak, boylanmak, gelişmek, boy göstermek 1) görünmek: "Burada biraz boy gösterdikten sonra bir yolunu bulup kapağı Paris'e attı." -H. E. Adıvar. 2) gösteriş yapmak, (birisiyle) boy ölçüşmek yarışmak: "Paraca belki onunla boy Ölçüşebilecek Nuran'di." -A. Ş. Hisar. boy vermek 1) su insan boyunu aşacak kadar derin olmak; 2) suya dalarak boyu ile suyun derinliğini ölçmek; 3) büyümek: "E-ğer fideleriniz nitelikli değilse, boy verip yapraklandıkça, çiçek açtıkça, meyve verdikçe fideliğe kızmaya hakkınız yoktur." -S. Birsel, (çocuk) boya çekmek boyuna büyümek, uzamak. ... boyu ... süresince, boyunca: "Türkler belli tek bir sebeple mi yüzyıllar boyu yollara dökülmüştü? " -C. Uçuk. (kızın) boyu bacadan mı aştı? daha evlenecek yaşta değil, boyu (veya boyuna veya boyunca) beraber kendi boyu kadar: Boyu beraber çocuğu var. boyu boyuna, huyu huyuna kan koca veya arkadaşlar arasında her bakımdan uygunluk olması gerekir, boyu devrilsin (veya devrilesi) "ölsün" anlamında ilenme sözü. boyun bir karış uzadı alay "gereği olmayan o işi yapmakla sanki yükseldin" anlamında söylenen bir söz. boyunun ölçüsünü almak 1) kendi yetersizliğini, beceriksizliğini anlamak: "Gelsin de görsün bakalım... Boyunun ölçüsünü alsın. Anlasın yük gemisiyle yola çıkmanın ne demek olduğunu..." -Z. Selimoğlu. 2) beklediği yakınlığı görememek.
→ boy abdesti, boy aynası, boy bos, boy boy, boy menteşe, boy otu, boydan boya, battal boy, bir boy, büyük boy, orta boy, usul boy, yarım boy, bir boyda, bir boydan bir boya, boydan boya, adam boyu, aile boyu, ateş boyu, dalga boyu, diz boyu, hudut boyu, kordon boyu, minare boyu, ömür boyu, palamar boyu, sahil boyu, sınır boyu, yalı boyu, yol boyu, enine boyuna
boy (II) is. sos. Ortak bir atadan türediklerine inanılan toplumsal ve ekonomik ilişkilerinde anaerkil, ataerkil anlayışı uygulayan geleneksel topluluk, kabile, klan: "Türk boyları birbirlerini kardeş tanıyorlar." -O. S. Orhon.
→ boy beyi
boya is. 1. Renk vermek, dış etkilerden korumak için eşyanın üzerine sürülen veya içine katılan renkli madde: "Tırnaklarının boyasını beğenmiyorum." -F. R. Atay. 2. Resim yapmak için kullanılan kuru, sulu veya yağlı boya. 3. Renk: "Son asır içinde elimizin değdiği her şey gibi, orasını da badana, sarı boya ve kalın çiçeğe boğmuşuz." -F. R. Atay. 4. mec. Aldatıcı görünüş. 5. hlk. Yazmak için kullanılan mürekkep, boya kullanmak boyanmak, makyaj yapmak: "Hiç boya kullanmaz, az pudra sürerdi." -P. Safa. boya tutmak (boyanan nesne) iyi boyanır olmak, boya vurmak (veya çekmek veya sürmek) boyamak: "Kimi kirpiklerine boya sürüyordu." -R. H. Karay, boyası atmak boyası solmak.
→ boya fırçası, boyahane, boya kalemi, boya kökü, boya kutusu, boya tabakası, boya tabancası, çürük boya, ezme boya, hamur boya, kara boya, kızıl boya, sulu boya, toprak boya, toz boya, yağlı boya, anilin boyalar, astar boyası, aşı boyası, çiçek boyası, dudak boyası, kökboyast, kök boyası, lük boyası, mum boyası, su boyası, şekerci boyası, tabanca boyası, turnusol boyası
boy abdesti is. din b. İslam dininin gerekli gördüğü durumlarda ve biçimde yıkanıp abdest alma, gusül. boy abdesti almak İslam dininin gerekli bulduğu durumlarda ve biçimde yıkanıp abdest almak.
boyacı is. 1. Boya satan kimse. 2. Boyama işini, boyacılığı meslek edinen kimse: "Sallıyor boyacı çocuğu fırçasını." -S. F. Abasıyanık. 3. Boya satılan dükkân: "Ben elimde bir gazete ile boyacıda oturuyordum." -P. Safa.
→ boyacı küpü, boyacı sandığı, yağlı boyacı
boyacı küpü is. Bir işin kolaylıkla ve çabucak yapılamayacağını anlatan boyacı küpü mü bu? boyacı küpü değil ki (hemen daldırıp çıkarasın) vb. deyimlerde kullanılan bir söz: "Bu bakıcılık sanatı boyacı küpü değildir ki kızım, daldırayım da istediğin boyda sana iş çıkarayım." -H. R. Gürpınar, boyacı küpüne girmiş gibi çok boyalı (kadın).
boyacılık, -ğı is. 1. Boya yapma veya satma işi. 2. Boyacının yaptığı iş: Ayakkabı boyacılığı.
boyacı sandığı is. Ayakkabı boyacılarının boya, fırça, cila vb. gereçlerini koydukları ve müşterinin ayağını basıp ayakkabısını boyattığı, omuza asılarak taşınabilir bir çeşit küçük sandık.
boya fırçası is. Boya sürmek veya resim yapmak için kullanılan değişik tür ve Ölçülerde fırça.
boyahane is. (boyaha:ne) T. boya + Far. hâne esk. Boya işleri yapılan yer.
boya kalemi is. Resim yapmak için kullanılan değişik renkli kalem.
boya kökü is. Bitki köklerinden elde edilen doğal boya.
boya kutusu is. İçine çeşitli renkli kalemleri ve fırçaları koymaya yarayan kutu.
boyalama is. Boyalamak işi.
boyalamak (-i) Gelişigüzel boya sürmek.
boyalanma is. Boyalanmak durumu.
boyalanmak (nsz) Boya sürülmek.
boyalı sf 1. Boya sürülmüş, boyanmış veya boyaya batırılmış: "Türk evlerinde köşeler ve tavanlar türlü renklerle boyalı oyma tahtalarla süslü idi." -F. R. Atay. 2. Renkli: "Kârgir, sarı boyalı, yeşil panjurlu bir ev görürsünüz." -A. Ş. Hisar. 3. Yüzünü çok boyamış olan, makyajlı (kadın): "Boyalı kadınlar rüyası bitsin." -S. F. Abasıyanık.
→ boyalı basın, aşı boyalı
boyalı basın is. Okuyucunun ilgisini çekmek için renkli fotoğrafa yazı ve haberden çok yer veren, kupon veya çekilişlerle armağan dağıtan basın, renkli basın.
boyama is. 1. Boyamak işi. 2. Renkli yazma veya mendil. 3. sf. Rengi boya ile sonradan verilmiş olan: "Kara olan uzun bıyıkları, saçlarına pek uymuyor, boyama bıyığa benziyordu. " -O. C. Kaygılı.
→ boyama kazam, boyama kitabı, gaz boyaması
boyamak (-i, -e) 1. Boya sürerek veya boyaya batırarak renk vermek: Rastıkla, yanağındaki beni de boyadı. 2. mec. Ağır söz söylemek, aşağılamak.
boyama kazanı is. Örgü yünlerinin veya ipliklerin boyanma işleminin yapıldığı büyük tekne.
boyama kitabı is. Küçükleri eğitici nitelikte içinde boyanacak resimler bulunan kitap.
boyana is. (boya'na) den. Boyna.
boyanma is. Boyanmak işi.
boyanmak (nsz, -e) 1. Boyama İşi yapılmak: "Yeni boyanıp temizlenmiş bir ev gibi havası ferahlık veriyordu." -K. H. Karay. 2. (nsz) Kendi kendini boyamak, yüzüne boya sürmek, makyaj yapmak: "iki hanım yaşları geçkince olmasına bakmayarak sürmüşler, boyanmışlar, omuzlarına tilkilerini almış, kurulmuşlar." -M. Ş. Esendal. 3. Boya veya renkli bir şey sürülmek.
boyar (I) is. Rus. tor. Tuna bölgesinde, Transilvanya'da, Rusya'da soylulara verilen unvan.
boyar (II) is. Boyama özelliği olan madde, boyar madde: "Dünyanın hiçbir yerinde yeşile bu kadar yaraşan bir mavi bulunmaz. Toprak boyarlarla, en ucuzundan bir mavi." -B. R. Eyuboğlu.
→ boyar madde
boyar madde is. kim. 1. Bazı ortamlarda çözünerek ortama belli renk veren doğal veya yapay renkli madde. 2. bot. Hücre öz suyu içinde eriyik durumunda bulunan renkli madde.
boyasız sf. 1. Boya sürülmemiş: "Yalnız kapı ile dolabın yüzleri tel ve fil dişi kakma ve boyasızdır." -S. Birsel. 2. Renksiz. 3. Yüzünü boyamamış olan, makyajsız (kadın): "Şu kadını düzgünsüz, boyasız bir hâlde yakından bir görsem." -O. C. Kaygılı.
boyasızlık, -ğı is. Boyasız olma durumu.
boya tabakası is. Şablonların sulu kenar kapatıcısı ile kaplanması.
boya tabancası is. Sıvı boyayı püskürtmek için kullanılan alet.
boyatılma is. Boyatılmak işi.
boyatılmak (nsz) Boyama İşi yaptırılmak, boya sürdürülmek.
boyatma is. Boyatmak işi.
boyatmak (-e) Boyama işim yaptırmak, boya sürdürmek: "Kunduralarımı boyatmak istemiştim." -B. Felek.
boyayıcı sf. Boyama özelliği olan şey.
boy aynası is. İnsanı bütünüyle gösteren büyük ayna.
boy beyi is. Boyun en saygın ve lider kimliğine sahip kişisi.
boy bos is. 1. Vücudun yapısı bakımından biçimi: "Boyun boşun bir yana, gözlerin cihanın gözlerini kamaştırıyor." -B. Felek. 2. Geçerlilik, değer: "Sözümüzün hakiki boyunu boşunu zaman ve eser gösterecek." -S. F. Abasıyanık. boy bos yerinde uzun ve biçimli: Boyu boşu yerinde, yakışıklı adam. boyu boşu devrilsin (veya devrilesi) ölsün: "İlahi, boyun boşun devrilsin." -H. R. Gürpınar. boyuna boşuna bakmadan fizik yapısının gereğince gelişmemiş olmasını göz önünde bulundurmadan.
boy boy sf. Çeşitli büyüklük ve nitelikte: "Dağlar önünde boy boy, güneş gözümde fe//e/. "-Ö.B. Uşaklı.
boyca zf (bo'yca) Boy bakımından: "Güçlü kuvvetli kız, boyca ondan en az iki karış yüksek." -A. İlhan.
boydak, -ğı is. hlk. 1. Yükü olmayan yaya. 2. Bekâr, yalnız, serbest.
boydan boya zf. Bir uçtan öbür uca kadar: "Önü boydan boya ayna olan uzun mermer masanın kenarında yavaş yavaş çalışıyordu." -Ö. Seyfettin.
boydaş sf. 1. Aynı boyda olan. 2. is. Akran.
boydaşlık, -ğı is. Boydaş olma durumu.
boykot is. İng. boycott 1. Bir işi, bir davranışı yapmama karan alma. 2. Bir kimse, bir topluluk veya bir ülkeyle amaca ulaşmak için her türlü ilişkiyi kesme, boykot etmek bir işi, bir davranışı yapmama kararı almak: "Ben bu sarı kâğıtlardan o kadar bezmişimdir ki, güzelim sarı rengi de ondan dolayı boykot ettim." -B. Felek.
boykotaj is. Fr. boycottage Boykot etme işi: "Evvela; 'kötüler' lakabı takılır, sonra boykotaj başlar." -Ö. Seyfettin.
boykotçu is. Boykot yapan veya boykota katılan kimse.
boykotçuluk, -ğu is. Boykot yapma işi.
boylam is. astr. Yeryüzündeki herhangi bir noktanın meridyen dairesiyle başlangıç olarak alınan Greemvich gözlemevinin meridyen dairesi arasındaki açı değeri, tul, tul derecesi, meridyen.
boylama is. Boylamak işi.
boylamak (-i) 1. İstemeyerek bir yere gitme durumunda kalmak: İkiniz de hapsi boylavsınız." -A. İlhan. 2. Batmak: Kayık denizin dibini boyladı. 3. Düşmek: Ayağı kaydı, yeri boyladı. 4. Yükselmek, çıkmak: "Fakat o dolu dizgin kırkı boylamış bir ateşle par par yanıyordu." -R. N. Güntekin. 5. Destan söylemek, anlatmak. 6. Boy ve hacmine göre ayırmak.
boylamasına zf. Boyu doğrultusunda.
boylanış is. Boylanma işi veya biçimi.
boylanma is. Boylanmak işi.
boylanmak (nsz) Boyu uzamak.
boyler (I) is. İng. boiler Kalorifer kazanının sıcaklığından yararlanarak içindeki suyun ısıtılması sağlanan depo.
boyler (II) is. İng. boiler Binalarda sıcak su sağlamakta kullanılan düzenek.
boylu sf. 1. Boyu olan: "Hatırlayabildiğim kadar, annem orta boylu idi." -Y. K. Beyatlı. 2. Boyu benzerlerinden uzun olan: "Sahneye birbirinden enli ve boylu dört taze birbiri ardınca girdi." -H. E. Adıvar.
→ boylu boslu, boylu boyunca, boylu gıcır, daljîdan boylu, fidan boylu, orta boylu, servi boylu, suna boylu, uzun boylu
boylu boslu sf. Uzun boylu, yakışıklı, gösterişli: "Boylu boslu, sırtı kamburlaşmamış, gayet yakışıklı bir adam." -R. H. Karay.
boylu boyunca zf. 1. Boyu uzanabildiği kadar, boyu uzunluğunca: "Bir müddet sonra da boylu boyunca ortaya uzamverdi." -S. F. Abasıyanık. 2. mec. Hakkıyla, hak etmiş olarak: "Senin boylu boyunca bu müzede yerin var." -S. F. Abasıyanık.
boyluca sf. (boylu'ca) Uzun boylu gibi olan: "Boyluca bir adam görünür." -H. R. Gürpınar.
boylu gıcır is. bot. Gövdesi odunsu, yaprakları üç köşeli, beyaz, sarımsı yeşil çiçekleri olan, üzümsü meyvesi kırmızı renkli, boyu 20 m kadar olabilen, tırmanıcı çalı görünüşünde bir bitki (Smilax excelca).
boylu poslu sf. bk. boylu boslu.
boy menteşe is. Düz yaprak menteşe benzeri 1,75-3,50 cm uzunluğunda menteşe.
boymul is. hlk. bk. moymul.
boyna is. ît. baona den. Sandalı kıçtan yürüten kısa kürek, boyana, boyna etmek sandalı kıçtan tek kürekle yürütmek.
boynu bükük, -ğü sf 1. Zavallı, boynu eğri. 2. zf Üzgün, kırılmış, kimsesiz, acınacak ve yardım bekler durumda, zavallı bir biçimde: "Umudu kırılınca boynu bükük, ahıra, ineği sağmaya indi." -H. E. Adıvar.
boynu büküklük, -ğü is. Boynu bükük olma durumu.
boynueğri is. zool. Asmaların yeni sürgünlerini yiyen veya kemiren bağ zararlısı.
boynu eğri is. Boynu bükük, (birine karşı) boynu eğri olmak herhangi bir sebeple birine karşı direnecek veya söz söyleyecek durumda olmamak.
boynuz is. 1. Bazı hayvanların başında bulunan, tırnaksı bir maddeden, uzun, kıvrık veya çatallı korunma organı. 2. Kurşun borudan kol alma işleminde kullanılan demirden yapılmış alet. 3. sf. Bu organdan yapılmış: Boynuz tarak, boynuz çekmek boynuz kullanarak kan çekmek, hacamat etmek: "Hastalık göğse inip ateş başlayınca yapılacak şey hastaya boynuz çekmek olurdu." -B. Felek, boynuz dikmek kadın başka erkekle ilişki kurarak kocasını aldatmak: "Ah ayol, kadın bu yaştan sonra boynuz dikiyor diye ondan iğrenirler." -Ö. Seyfettin, boynuz eğmek istemeyerek uymak, karşı tarafın gücünü kabul etmek, boynuz isterken kulaktan olmak daha iyisini, mükemmelini ararken mevcut olanı yitirmek, Dimyat'a pirince giderken evdeki bulgurdan olmak. boynuz kulağı geçmek bir konuda daha sonra yetişenler yetenek bakımından eskileri geçmek, boynuz takmak (veya takınmak veya taktırmak) karısı başka bir erkekle ilişki kurarak aldatılmak: "Onlar da sana seksen zamparayla boynuz taktırdılar ya." -H. R. Gürpınar.
→ detiboynuz, keçiboynuzu, koçboynuzu
boynuzlama is. Boynuzlamak işi.
boynuzlamak (-i) 1. Hayvan boynuzu ile vurmak, süsmek. 2. mec. Kocasını başka bir erkekle aldatmak.
boynuzlanma is. Boynuzlanmak işi veya biçimi.
boynuzlanmak (nsz) 1. Boynuzu çıkmak. 2. Boynuz batırılmak, boynuz yarası almak. 3. mec. Karısı veya bir kadın yakını tarafından aldatılmak.
boynuzlaşma is. Boynuzlaşmak işi veya durumu.
boynuzlaşmak (nsz) Boynuz durumuna girmek.
boynuzlatma is. Boynuzlatmak işi.
boynuzlatmak (-i) Kadın, kocasını; koca, karısını aldatmak.
boynuzlu sf. 1. Boynuzu olan (hayvan). 2. mec. Karısının veya kadın yakınlarından birinin iffetsizliğine göz yuman (erkek): "Böyle kocalara her dilde boynuzlu derler." -H. R. Gürpınar. 3. is. argo Troleybüs.
→ boynuzluteke
boynuzlugiller ç. is. zool. Keçi, koyun, sığır ve antilopları içine alan, içi boş olan boynuzları sürekli kalan ve dallı olmayan, omurgalılarm memeliler sınıfı.
boynuzluteke is. zool. Kın kanatlılardan, kurtçuğu meşe ağaçlarında yaşayan bir böcek (Carambyx).
boynuzsu sf. Boynuzu andıran, boynuza benzeyen, boynuz gibi, boynuzumsu.
boynuzsuz sf. Boynuzu olmayan.
boynuzumsu sf. Boynuzsu.
boy otu is. bot. Baklagillerden, çiçekleri mavi, sarı veya beyaz renkli, kurutulan tohumlan çemen yapımında kullanılan bir bitki (Trigonellafaenum-graecum).
boyoz is. Kuş yuvası biçimi verilmiş milföy hamurunun İçine kıyma, patates, peynir vb. malzemeler konulduktan sonra üzerine pudra şekeri veya tahin dökülerek hazırlanan bir çeşit börek.
boy pos is. bk. boy bos.
boysuz sf Benzerleri arasında boyu kısa olan.
boyun, -ynu is. 1. anal. Gövdenin başla omuz arasında kalan bölgesi: "Ellerim bu defa, boynuna sıkıştırdığı beyaz peçeteye sildi." -A. İlhan. 2. Testi, şişe, güğüm gibi kaplarda dar olan üst kısım. 3. Sorumluluk. 4. coğ. Dağ sırtlarında geçmeye elverişli alçak yer, 5. Üzeri: "Günahı söyleyenlerin boynuna, derler ki, bu iki genç birbirlerini küçükten beri sevmişler de Öyle nişanlanmışlar." -Y. K. Karaosmanoğlu. boyun bükmek boynunu bükmek, boyun eğmek isteyerek veya istemeyerek uymak, katlanmak: "Para bulabilmek için ya bir tarafa boyun eğmeli ya öbür tarafla birleşmeli idik." -F. R. Atay. boyun kesmek selam vermek için başını eğmek: "Eli göğsünde, boyun keserek dervişçe bir selamla alçak bir sedirin ucuna ilişti." -H. Taner, boyun kırmak saygı duyulan bir kimse karşısında, ayaktayken başı öne bükmek: "Hürrem Hakkı, Ferhunde'nin önünde boyun kırdı." -M. Yesari. boyun olmak hlk. kefil olmak, boyun vermek buyruk altına girmek, boynu altında kalsın! ölsün, gebersin: "Hay, dedi, o arabacı amcanın boynu altında kalsın." -O. C. Kaygılı. boynu armut sapma dönmek çok zayıflamak. boynu kıldan ince olmak haksız olduğu anlaşıldığında verilecek her cezaya razı olmak: "Eğer efendim, bir kelime yalanım varsa hükümete karşı boynum kıldan İncedir. Vurunuz." -H. R. Gürpınar, boynuna almak bir şeyi borç veya ödev olarak üzerine almak: "Çobanın hekim parasını, ilaç parasını boyunlarına aldılar." -M. Ş. Esendal. boynuna geçirmek bir şeyi kendine mal etmek, zimmetine geçirmek, boynunda kalmak bir sözü iletmediği veya birine ödenecek parayı ödemediği için üzerinde borç kalmak, boynunu bükmek 1) acındıncı, çaresiz bir durumda kalmak: "Biraz düşündükten sonra ağır ağır başını eğip yere baktı ve boynunu büktü." -Y. Z. Ortaç. 2) bir durumu, bir işi İster istemez kabul etmek: "Nevin hayretle boynunu bükerken içeri Behiç girdi." -P. Safa. 3) bitki canlılığını yitirmek, boynunu kırmak hlk. çekip gitmek: "Daha bir ay tutunamazlar, boyunlarım kırarlar deniliyordu." -Ö. Seyfettin. boynunu uzatmak her şeye, her cezaya razı olmak, boynunu vurmak başını keserek öldürmek.
→ boyun bağı, boyun borcu, boynu bükük, boynueğri, boynu eğri, deveboynu, güvercinboynu
boyuna zf. 1. Ene dik olarak, boyunca, uzunlamasına, tulani: "Hızlı adımlarla caddeyi boyuna yürüyorlar." -H. Taner. 2, (boyuna) Ara vermeden, durmaksızın: "Doktor Haldun lakırtıya ondan evvel yakalanmış, boyuna anlatıyordu." -M. C. Kuntay.
boyun bağı is. 1. Gömlek yakasının altından geçirilip süs olarak bağlanan uzun, enlice kumaş parçası: "Arkadaşım boyun bağı ve yakasını çözdü, göğsünü açtı." -P. Safa. 2. Kravat.
boyun borcu is. Yapılması gereken ödev, vecibe: "Yapılan yararlı çalışmaların hakkım vermek boynumuzun borcu..." -T. Halman.
boyunca zf. (boyu'nca) 1. Boyu veya uzunluğu kadar: "Plaj boyunca hem yürüyor hem konuşuyorduk." -S. F. Abasıyanık. 2. Sürdüğü zaman kadar, süresince: "Ömrüm boyunca şiirle, edebiyatla, felsefe ile hiç alışverişim olmadı." -H. Taner, boyunca çocuğu olmak yetişkin çocuğu olmak.
→ boylu boyunca, ömür boyunca
boyunduruk, -ğu is. 1. Çift süren veya arabaya koşulan hayvanların birlikte yürümelerini sağlamak için boyunlarına geçirilen bir tür ağaç çember. 2. mim. Kapı veya pencere vb. açıklıkların üzerine konulan ağaç, taş veya beton kiriş, lento. 3. Mengenenin üst yanındaki kemer biçimli bölüm. 4. mec. Zulüm ve zorbalık baskısı, esaret: "Şark milletleri, zalimlerin boyunduruğu altında, uzun zamandan beri cehaletin karanlığına çömelerek yaşadılar." -P. Safa. 5. sp. Güreşte hasmın başını koltuk altına alıp boynuna kol dolama oyunu, boyunduruk altına girmek başkasının baskısı altında kalmak. boyunduruğa atmak (veya almak) güreşte hasmın başını koltuk altına alıp boynuna kol dolamak, boyunduruğa vurmak baskı altına almak.
→ boyunduruk parası
boyunduruk parası is. hlk. Bir mahalleden veya köyden başka yere gelin götürülürken, kaynatanın, gelinin ayrıldığı yerin delikanlılarına verdiği bahşiş: "On lira boyunduruk parası ayırmışsınız, bizim hiç kahrımız yok mu?."-M. Ş. Esendal.
boyunlandırma is. Boyunlandırmak durumu.
boyunlandırmak (-i, -e) Kapsam kazandırmak.
boyunlu sf. Boynu olan: "Bu çocuk soluk yüzlü, ince boyunlu bir delikanlı idi." -H. Taner.
boyunluk, -ğu is. Boyna sarılan şey, boyun sargısı.
boyunsuz sf Boynu olmayan.
boyut is. 1. Bir cismin herhangi bir yöndeki uzantısı. 2. mec. Nitelik, genişlik, kapsam: "Macarların kukla tiyatrosunu seyrederken de aynı inanılmaz boyutlara vardığını görmüştüm." -H. Taner. 3. mec. Durum: "Yeni boyutlar, düşünme olanakları kazandığımı sanarak ayrıldım tiyatrodan." -N. Cumalı. 4. mat. Doğruların, yüzeylerin veya cisimlerin ölçülmesinde ele alınan üç doğrultudan uzunluk, genişlik ve derinlikten her biri, buut. boyut katmak başka veya yeni bir görüş açısı vermek, genişlik, kapsam ve içerik kazandırmak: "Aylak kişiliğine tutarlı bir boyut katar." -H. Taner, boyut kazanmak yeni bir durum, içerik, genişlik, kapsam kazanmak: "Bazı şeylere uzaktan bakmak, onlara, onlarda olmayan bir boyut kazandırır. " -H. Taner.
boyutlama is. Boyutlamak işi.
boyutlamak (-i) Boyutları belirlemek, ortaya koymak.
boyutlandırma is. Boyutlandırmak işi.
boyutlandırmak (-i) Boyut kazandırmak.
boyutlanma is. Boyutlanmak işi.
boyutlanmak (nsz) Boyut kazanmak.
boyutlu sf. Boyutu olan: "Onu bütün öbür yazarlara kıyasla, bunca derin boyutlu yapan, ne kültürü ne de bilgisi idi." -H. Taner.
→ üç boyutlu, üç boyutlu film
boyutsuz sf. Boyutu olamayan: "Zaman hep biraz kadehlerin arkasında ve boyutsuzdur." -Ç. Altan.
boyutsuzluk, -ğu is. Boyutsuz olma durumu.
boz is. 1. Açık toprak rengi. 2. Kül rengi, gri. 3. sf. Bu renklerde olan. 4. sf. Açılmamış, sürülmemiş (toprak).
→ bozayı, bozbakkal, boz bulanık, bozdoğan, bozgeven, boz madde, bozördek, boz yel, bozyürük
boza is. Arpa, darı, mısır, buğday vb. tahılların hamurunun ekşitilmesiyle yapılan koyuca, tatlı veya mayhoş içecek, boza gibi koyu ve bulanık (sıvılar), boza olmak hlk. utanmak, bozum olmak, bozacının şahidi şıracı aynı düşüncede ve aynı yapıda olan İnsanlar birbirlerini korurlar, kollarlar.
→ bozahane
bozacı is. Boza yapan veya satan kimse.
bozacılık, -ğı is. Boza yapma veya satma işi.
bozahane is. T. boza + Far. hâne esk. Boza yapılan yer.
bozalık, -ğı is. 1. İçinde boza bulunan veya boza dağıtmaya yarayan özel kap. 2. sf. Boza yapmada kullanılan: Bozalık buğday.
bozarık, -ğı sf. Bozarmış olan.
bozarma is. Bozarmak İşi veya durumu.
bozarmak (nsz) 1. Boz renge girmek: "Eski bozarmış çarşaf yatağın ortasında toplanmıştı." -A. Kutlu. 2. Renk değiştirmek, rengi atmak.
bozayı is. zool. Tehlikeli bir cins ayı.
bozbakkal is. zool. Karatavukgillerden, boz renkli ardıç kuşu (Turdus pil ris).
boz bulanık, -ğı sf. 1. Çok bulanık. 2. zf. Çok bulanık bir biçimde.
bozca sf. 1. Rengi boza çalan. 2. is. İşlenmemiş, çalılık toprak, ham tarla.
bozdoğan is. 1. zool. Bir doğan türü (Falco aesalon). 2. tar. Yeniçeriler tarafından kullanılan ve atların eyerlerinde asılı duran altı toplu gürz.
bozdurma is. Bozdurmak işi.
bozdurmak (-i, -e) Bozma işini yaptırmak. bozdur bozdur harca alay çok az olan şeyler için kullanılan bir söz.
bozdurtma is. Bozdurtmak işi veya durumu.
bozdurtmak (-i) Bozdurmak.
bozdurulma is. Bozdurulmak işi veya durumu.
bozdurulmak (nsz) Bozma işi yaptırılmak.
bozgeven is. bot. Yurdumuzda Erciyes dağında yetişen bir geven türü (Astragalus microcephalus).
bozgun is. 1. Bir toplulukta karşılıklı güvenin bozulması ile beliren karışıklık. 2. ask. Yenilgi: "Büyük bozgundan sonra Şam istasyonunda bırakmaya mecbur olduğumuz en son vagonun bile içi mecidiye dolu idi." -F. R. Atay. 3. sf. Bu durumda bulunan: Bozgun ordu. 4. sf. Morali bozulmuş, çökmüş, yılgın: "Suratından bir bozgun sonrası umutsuzluğu akıyordu." -A. İlhan, bozguna uğramak (veya vermek) yenilip perişan olmak, dağılmak, hezimete uğramak: "Durdu ve bir anda bütün mukavemeti bozguna uğradı. " -P. Safa.
bozguncu is. Bozgunluk yaratan kimse, güç vb.
bozgunculuk, -ğu is. Bozguncuya yakışır davranış: "Bizim orada, her bozgunculuk onların başının altındadır." -M. Ş. Esendal.
bozgunluk, -ğu is. 1. Bozgun. 2. Bozgun olanın durumu.
bozkır is. coğ. Kurakçıl otsu bitkilerden oluşan, sıcak ve ılıman iklimlerde geniş alanlara yayılan, ağaçsız doğal bölge, step.
→ bozkır kedisi, bozkır koyunu, bozkır tavuğu
bozkır kedisi is. zool. Genellikle bozkırlarda yaşayan yabani kedi (Otocolobus manul).
bozkır koyunu is. zool. Asya koyunu (Ovis vignei).
bozkırlaşma is. Bozkırlaşmak işi veya durumu.
bozkırlaşmak (nsz) Bozkır durumuna gelmek.
bozkır tavuğu is. zool. Bağırtlak.
bozkurt, -du is. Birçok Türk destanında yer alan kutsal hayvan.
bozlak, -ğı is. muz. 1. Orta ve Güney Anadolu'nun birçok bölgelerinde bir türkü ezgisi. 2. Bu ezgiyle söylenen, konusu acıklı türküler: Afşar bozlağı.
bozlama is. Bozlamak eylemi.
bozlamak (nsz) hlk. 1. Deve bağırmak. 2. mec. Çığlık koparmak.
bozma is. 1. Bozmak işi. 2. sf. Biçimi ve kullanılışı değiştirilmiş: "Büyükçe bir ahırdan bozma sinema salonu hâlâ gübre kokuyordu. " -E. Bener.
→ onluk bozma
bozmacı is. hlk. Eski şeyleri alıp bozarak parça parça satan kimse.
boz madde is. anat. Sinir hücrelerinden oluşan, beyinde dış, omurilikte iç tabaka.
bozmak, -ar (-i) 1. Bir şeyi kendisinden beklenilen işi yapamayacak duruma getirmek: Bu iki radyo istasyonu birbirini bozuyor. 2. Bir yerin, bir şeyin düzenini karıştırmak: "Bir insanın aklını bozabilmesi için evvelce bu aklın mevcut olması lazım gelir." -A. Ş. Hisar. 3. Dokunmak, zarar vermek: Bu yemek midemi bozdu. 4. Geçersiz bir duruma getirmek: "Eğer nişanını bozduysa yazıklar olsun." -M. Ş. Esendal. 5. Büyük parayı küçük birimlere ayırmak: Bir milyon lira bozar mısın? 6. Bozguna uğratmak, yenmek, mağlup etmek: Düşman ordusunu bozmak 7. Altını paraya çevirmek, bozdurmak. 8. Yabancı ülke parasını Türk parasına çevirmek. 9. Bağ veya bostanın son ürününü toplamak: Bostanı bozduk. 10. Kızlığına zarar vermek. 11. Biçimini ve kullanılışını değiştirmek: "Eskileri bozuyor, beni, çocuğu giydiriyor."-Ö. Seyfettin. 12. Bırakmak, dağıtmak: "Tam biraz rahat edeceğim, işimi bozuyorsun." -S. F. Abasıyanık. 13. mec. Bir kimseyi beklemediği bir davranış karşısında bırakarak veya sözünü yalana çıkararak küçük düşürmek: Adamcağızı fena bozdunuz. 14. (-le) mec. Aklını yitirecek derecede bir şeye düşkün olmak: Adamcağız politika ile bozmuş. 15. mec. Kötü duruma getirmek.
→ yapboz, abdestbozan, abdestbozan otu, alaybozan, arabozan, mayabozan, namazbozan, ordubozan, oyunbozan
bozördek, -ği is. zool. Tatlı sularda bulunan bir tür ördek.
bozrak, -ğı sf. Rengi boza çalan.
bozucu is. Bozma özelliği olan kimse veya şey.
→ ara bozucu
bozuculuk, -ğu is. Bozucu olma durumu.
bozuk, -ğu (I) sf 1. Bozulmuş olan: "Daracık ve bozuk kaldırımlardan çamurlu sular akıyordu. " -T. Buğra. 2. Görevini yapamaz duruma gelmiş (organ); "Ağzındaki birkaç bozuk dişten şüphe ettim." -R. N. Güntekin. 3. is. Madenî para: "Hiç olmazsa birkaç kuruş bozuk ver!" -M. Ş. Esendal. 4. mec. Kötümser, gergin, huzursuz, kanşık: "Bozgun sırasında Ankara'da meclisin havası pek bozuktu." -F. R. Atay. 5. mec. Kızgın, sıkıntılı: "Süleyman'ı adada yüzü o kadar bozuk ve korkunç buldu ki." -H. E. Adıvar. bozuk çalmak argo canı sıkılmış, yüzü asılmış olmak, bozuk plak gibi sürekli tekrarlanarak.
→ bozuk düzen, bozuk para, ağzı bozuk, akidesi bozuk, akordu bozuk, aksanı bozuk, ayarı bozuk, başıbozuk, damarı bozuk, delibozuk, dili bozuk, fiili bozuk, kant bozuk, künyesi bozuk, mayası bozuk, niyeti bozuk, sütü bozuk, tezkiyesi bozuk, tüyü bozuk, çiçek bozuğu
bozuk, -ğu (II) is. muz. Türk halk müziğinde, bağlamadan biraz büyük ve meydan sazından küçük dokuz telli bir saz.
bozukça sf. (bozu'kça) Biraz bozuk, bozuk gibi: "Hava biraz bozukçaydı, dışarıda serin bir yağmur çiseliyordu." -M.. Ş. Esendal.
bozuk düzen sf. Düzensiz, düzeni bozuk olan.
bozukluk, -ğu is. 1. Bozuk olma durumu. 2. Ufaklık, bozuk para.
→ ağzı bozukluk, başıbozukluk, delibozukluk, beslenme bozukluğu, davranış bozukluğu, doku bozukluğu, konuşma bozukluğu
bozuk para is. Ufak birimlere ayrılmış para, ufaklık, bozuk: "Hesap istedi. Bozuk paralarım sayıp borcunu ödedi." -N. Cumalı. (birini) bozuk para gibi harcamak değerini düşürecek biçimde bir kimseden yararlanmaya kalkışmak.
bozulaşma is. Bozulaşmak işi.
bozulaşmak (nsz) Develer bir arada bağırmak: "Yağmuryağar da ışüaşır saylan /Eli göçmüş de bozulaşır daylağı" -Halk türküsü.
bozulma is. Bozulmak işi.
bozulmak (nsz) 1. Bozma işine konu olmak: "Pazarlık bozulur, nişan bozulur, makine bozulur, mal bozulur." -B. Felek. 2. Yiyecek kokmak, yenilemeyecek duruma gelmek, ekşimek: Et bozulmuş. 3. Dağılmak, bozguna uğramak: "Hudutta bozulan ordu iki günden beri Serez'den geçiyordu." -Ö. Seyfettin. 4. Taşıt arızalanmak. 5. mec. İyi ve değerli niteliğini yitirmek: "Stüdyo öyle karanlık ki gözlerim bozuluyor." -S. Birsel. 6. mec. Bir şeye kızmak, içerlemek: "Karısının bu ikinci ihtarı ile biraz bozulan adam salıncaktan atladı." -O. C. Kaygılı. 7. mec. Sağlığını yitirip zayıflamak.
bozuluş is. Bozulma işi veya biçimi.
bozum is. Bozulma işi, utangaçlık, mahcupluk. bozum etmek utandırmak, mahcup etmek. bozum olmak argo utanmak, utanacak duruma düşmek, mahcup olmak.
→ bozum havası, bağ bozumu
bozumca is. hlk. Kurşun renginde iri bir kertenkele.
bozum havası is. argo Utangaçlık, mahcupluk, yenilmiştik.
bozumsu sf Rengi bozu andıran, boza benzeyen.
bozuntu is. 1. Bozulmuş bir şeyin kalan bölümleri, döküntü. 2. Kendinde bulunması gereken nitelikleri taşımayan kimse veya şey: "Taklit mal çıkaran fabrikalar, Hollywood bozuntusu şehirler istemeyiz." -O. S. Orhon. 3. mec. Şaşkınlığa düşme, bozuntuya uğramak şaşkınlığa kapılmak. bozuntuya vermemek bir kimsenin hoşa gitmeyen bir durumunda fark etmemiş gibi davranmak: "Bozuntuya vermedim, yürüdüm, yanına gittim." -Ö. Seyfettin.
→ bostan bozuntusu
bozuşma is. Bozuşmak işi.
bozuşmak (nsz, 4e) Araları açılmak: "Karısı ile barıştı, lakin Zühtü ile bozuştu." -B. Felek.
bozuşuk, -ğu sf. Aralan açılmış, bozulmuş olan.
bozuşulduk, -ğu is. Bozuk durumda, karşılıklı bozulma içinde: "Bunlar daima bozuşukluk içinde kalacaklar, hiçbir zaman ve hiçbir gerçek üzerinde aralarında birleşme olmayacaktır." -H. Taner.
boz yel is. hlk. Lodos.
bozyürük, -ğü is. zool. Üstü hafif benekli, başı küçük, kuyruğu kalın ve kısa, zehirsiz ve zararsız bir yılan (Eryx).