Bi kim. Bizmut elementinin simgesi.
biaman sf. (bv.aman) Far. bi + Ar. aman esk. Hoşgörüsüz, amansız, gaddar, zalim: "Seciyeli bir adamdı, vefakâr kalmıştı, satılanların biaman bir düşmanı idi." -Y. K. Karaosmanoğlu.
biat, -ti is. (bi:at) Ar. bey'at esk. 1. Bir kimsenin egemenliğini tanıma. 2. tar. Osmanlı İmparatorluğunda padişah öldüğünde tahta geçecek oğlunun devlet yönetimindeki etkili gruplarca kabul edilip onaylanması, biat edilmek birinin egemenliği tanınmak: "Yirmi dört saat içinde kanunuesasi iade olunmazsa Reşat Efendiye biat edileceğim pervasız bildiriyor." -N. S. Orik. biat etmek birinin egemenliğini tanımak, kabul etmek: "Başkalarından önce sadrazam, sonra da diğerleri biat ediyorlar." -A. Ş. Hisar.
bibaht sf. (biıbaht) Far. bi-baht esk. Bahtsız, kadersiz, kötü talihli: "Bibaht kızımız henüz cahil, mahcup, gözü açılmamış." -S. M. Alus.
bibehre sf. (bi:behre) Far. bi-behre esk. Payı olmayan, pay almamış.
biber is. bot. 1. Patlıcangillerden, yurdumuzda çok yetişen ve çeşitli türleri bulunan bir bitki (Capsicum annuum): Türk biberi, Hint biberi, Macar biberi. 2. Bu bitkinin tazeyken sebze olarak yenilen ürünü. 3. Bu bitkinin kurutulup baharat olarak yararlanılan ürünü. biber gibi çok acı. biber gibi yakmak 1) deri, göz vb.ni çok acıtmak; 2) çok üzmek, dertlendirmek, biber gibi yanmak 1) deri, göz vb. çok acımak; 2) çok üzülmek, dertlenmek.
→ biber dolması, biber salçası, biber turşusu, çarliston biber, dolma biber, dolmalık biber, karabiber, kırmızıbiber, pul biber, sivri biber, yalancı biber, yeşilbiber, Arnavut biberi, cennet biberi, Hint biberi, Macar biberi, Türk biberi
biber dolması is. Dolma.
biberimsi sf. Bibersi.
biberiye is. bot. Ballıbabagillerden, Akdeniz çevresinde çok yetişen, güzel kokulu yapraklarını dökmeyen, çiçekleri soluk mavi renkli, çok yıllık bir bitki (Rosmarinus offıcinalis).
biberleme is. Biberlemek işi.
biberlemek (-i) Biber serpmek, biber katmak.
biberli sf. 1. İçine biber katılmış. 2. Acı.
biberlik, -ği is. 1. Biber konulan küçük kap. 2. Biber yetiştirilen yer.
biberon is. Fr. biberon Genellikle süt çocuklarına süt ve sulu yiyecekleri içirmekte kullanılan emzikli şişe.
biber salçası is. Kırmızıbiberden yapılmış salça.
bibersi sf. Biberi andıran, bibere benzeyen, biber gibi, biberimsi.
bibersiz sf. 1. İçine biber katılmamış. 2. Acısız.
biber turşusu is. Yeşil veya kırmızıbiberden yapılmış turşu.
bibi is. hlk. Babanın kız kardeşi, hala.
bibliyofil is. Fr. bibliophile Kitapsever.
bibliyograf is. Fr. bibliographe Bibliyografya uzmanı, kaynakları bilen uzman.
bibliyografi is. Fr. bibliographie Bibliyografya.
bibliyografik, -ği sf. Fr. bibliographiaue Kaynakla ilgili.
bibliyografya is. Fr. bibliographie Kaynakça.
bibliyoman is. Fr. bibliomane Bibliyomanisi olan kimse.
bibliyomani is. Fr. bibliomanie Hastalık derecesine varan kitap sevgisi, kitap düşkünlüğü.
bibliyotek, -ği is. Fr. bibliotheaue Kitaplık, kütüphane.
bibliyotekçi is. Kütüphaneci.
biblo is. (bi'blo) Fr. bibelot Çeşitli maddelerden yapılan heykel, vazo vb. zarif, küçük süs eşyası, biblo gibi ufak tefek, zarif (kız).
bicik, -ği is. hlk. 1. Meme. 2. Meme başı.
biçare is. (bi:ça:re) Far. bi-çâre Çaresiz, zavallı kimse: "Keşke bu biçarelere bir tren parası verseydik." -R. N. Güntekin. biçare olmak çaresiz kalmak: "Kocaya vardığım günden itibaren büsbütün biçare oldum." -S. M. Alus.
biçarelik, -ği is. Biçare olma durumu, zavallılık, çaresizlik: "Felaketler altında başlarını eğen çamlar sonsuz bir biçarelikle inlerler, sallanırlar."-A. Ş. Hisar.
biçem is. ed. Üslup.
biçenek, -ği is. Her yıl belirli bir süre otlatıldıktan sonra yeniden gelişen bitkilerin biçilerek değerlendirildiği doğal çayır.
biçerbağlar is. Ekini hem biçen hem de bağ durumuna getiren makine.
biçerdöver is. Ekin biçen, döven, taneleri ayıran, samanı deste veya balya durumuna getiren makine.
biçici is. Biçme işini yapan kimse.
biçicilik, -ği is. Biçicinin İşi veya mesleği.
biçilme is. Biçilmek işi.
biçilmek (nsz) Biçme işine konu olmak: "Zırhlı otomobilin mitralyözü tarafından biçilir biçilmez bilincini yitiriyor." -A. İlhan. biçilmiş kaftan bütünü İle uygun, elverişli (iş): "Adliye vekilliği hakikaten senin için biçilmiş kaftandır." -H. E. Adıvar.
biçim (I) is. Biçme işi: Buğday biçim zamanı.
biçim (II) is. 1. Bir nesnenin dış çizgileri bakımından niteliği, dıştan görünüşü, şekil, eşkal: "İtalya elçiliği bugüne değin ilk biçimini korumuştur." -S. Birsel. 2. Yakışık alan şekil, uygun şekil: "Söylediklerimden çok, söyleyiş biçimi etkili oluyor kalabalığın üstünde." -A. ilhan. 3. Herhangi bir şeyin benzeri. 4. Sanat ve edebiyat eserlerinde dış görünüş, form. 5. Tarz: "İngiliz biçimi ceketler, sıcak iklimler için yapılmış kısa pantolonlar." -F. R. Atay. 6. bl. Yazı ve simgelerin bilgisayarda kullanılmaya elverişli düzeni, format. 7. bl. Bilgisayarda disketi kullanılabilir duruma getirme. 8. bl. Disketi zararlı öğelerden temizleme. 9. ed. Şiirlerin kuruluş ve uyak düzenlerine göre olan dış görünüşü, şekil: Gazel, mesnevi, rubai, sone birer şiir biçimidir, biçim almak biçimlenmek, belli bir biçime girmek, şekillenmek, biçime sokmak (veya biçim vermek) bir şeyi biçimlendirmek: "Onlara bu yaşta biçim verecek olan hocaları, ana babaları, büyük yaşta akrabalarıdır." -B. Felek, biçimine getirmek sırasını, fırsatını bulmak, punduna getirmek, en uygun durumunu yakalamak: "Bir biçimine getirip benimle Samim'e de veriştiriyormuş." -S. Birsel.
→ biçim biçim, biçim bilimi, biçim birimi, eş biçim, tek biçim, üretim biçimi, yaşam biçimi, yer biçimleri
biçim bilimi is. Yapı bilimi, morfoloji.
biçim birimi is. dbl. Kelimelere dil bilgisi bakımından biçim veren, çoğu ek durumunda olan öge, morfem.
biçimci is. 1. Biçimcilik yanlısı olan kimse. 2. Alışılmış kural, tutum, davranış veya belli biçimin dışına çıkmayan kimse, şekilci, formaliteci, formalist.
biçimcilik, -ği is. 1. Biçime sıkı sıkıya bağlılık. 2. fel. Ozü, içeriği yeterince önemsemeden yalnız biçim üzerinde duran, biçime ağırlık veren görüş.
→ insan biçimcilik
biçimleme is. Çeşitli maddelerin biçimsel imkânları ile birbirleri arasındaki düzen ilişkilerini araştırma işi.
biçimlendirilme is. Biçimlendirilmek işi.
biçimlendirilmek (nsz) Bir şeye biçim verilmek.
biçimlendirme is. Biçimlendirmek işi, şekillendirme.
biçimlendirmek (-i) 1. Bir şeye belirli bir biçim vermek, şekillendirmek: "Parmaklar artık kuvvetin değil, deli eden arzunun gücünü biçimlendiriyordu." -T. Buğra. 2. bl. Yazı ve simgeleri bilgisayara elverişli duruma getirmek. 3. bl. Bilgisayarda disketi kullanılabilir duruma getirmek veya disketi zararlı öğelerden temizlemek.
biçimlenme is. Biçimlenmek işi, şekillenme.
biçimlenmek (nsz) Bir şey belli bir biçim kazanmak, şekillenmek.
biçimli sf. 1. Biçimi güzel olan, mevzun: "Bu kadın biçimli vücuduyla az sonra dikkati çeker." -R. H. Karay. 2. zf. Uygun olarak, yakışacak biçimde: "Biçimli koysan bunlar olmaz." -R. H. Karay.
→ eş biçimli
biçimsel sf. Biçime dayanan, biçimle ilgili, şekle ait, şeklî, formel.
biçimselleştirme is. Biçimselleştirmek işi.
biçimselleştirmek (-i) 1. Biçimsel duruma getirmek. 2. Bir kuramı biçimsel bir kurama dönüştürmek.
biçimsellik, -ği is. Biçime uygun olma durumu.
biçimsiz sf. 1. Kendine özgü bir biçimi olmayan, biçimi bozuk, şekilsiz. 2. Kötü, hoş olmayan, yakışıksız: "Ancak ansızın kız karşısına çıkınca sözüne bir biçimsiz yerinden başlamış oldu." -M. Ş. Esendal. 3. fiz. Kendine özgü buharlaşmış bir biçimi olmayan (madde), amorf. 4. zf. Yakışıksız olarak: "Küpeşteden bırakılan bir kalas gibi, biçimsiz düştü." -S. F. Abasıyanık.
biçimsizleşme is. Biçimsizleşmek işi.
biçimsizleşmek (nsz) Biçimsiz duruma gelmek, biçimi bozulmak.
biçimsizlik, -ği is. 1. Biçimsiz olma durumu. 2. Çirkinlik, yakışıksızlık: "Vaziyetimizin biçimsizliğini düşünerek yürüsek iyi olur, dedim." -R. N. Güntekin.
biçiş is. Biçme işi veya biçimi.
biçki is. Dikilecek kumaşı belli bir modele ve ölçüye göre kesme işi. biçki yapmak dikilecek kumaşı belli bir modele ve ölçüye göre kesmek.
→ biçki dikiş kursu, biçki dikiş yurdu, biçki yurdu
biçkici is. Kumaşı belli bir modele göre biçen kimse.
biçkicilik, -ği is. Biçkici olma durumu.
biçki dikiş kursu is. Terzilik mesleğini öğretmek amacıyla verilen kurs.
biçki dikiş yurdu is. Halka açık terzilik mesleğini öğretme ve uygulama yeri, biçki yurdu.
biçki yurdu is. Biçki dikiş yurdu.
biçme is. 1. Biçmek işi. 2. Yontulmuş yapı taşı. 3. mat. Prizma: Üçgen biçme. Beşgen biçme.
→ dik biçme, eğik biçme
biçmek, -er (-i) 1. Belli bir biçim vererek kesmek: Tahta biçmek. 2. Dikilecek kumaşı belli bir ölçüye ve modele uygun olarak makasla kesmek. 3. Ekin, ot vb.ni orakla, tırpanla, makine ile kesmek. 4. mec. Yaylım ateşiyle öldürmek. 5. mec. Değer, paha, fiyat belirlemek.
→ biçerbağlar, biçerdöver
biçtirme is. Biçtirmek işi.
biçtirmek (-i, -e) Biçme işini yaptırmak.
bidar sf. (bi:da:r) Far. bidâr esk. Uyanık, uyumayan.
bidat, -ti is. Ar. bid'at din b. esk. 1. İslam dininde Hz. Muhammed zamanından sonra ortaya çıkan değişik yargılar ve ilkeler. 2. Sonradan türeyen şey.
bidayet is. (bidayet) Ar. bidayet esk. Başlama, başlangıç: "Sevdasını, bidayette kıyısından köşesinden paylaşırken, zamanla tamamen sahiplenmiş." -A. İlhan.
bide is. Fr. bidet Bedenin belden aşağı bölümlerini yıkamakta kullanılan tuvalet aracı.
bidon is. Fr. bidon İçine çeşitli maddeler konulan, sac, plastik veya çinkodan yapılmış kap.
→ su bidonu
bidoncu is. Bidon satan kimse.
bienal, -li sf. Fr. biennal Yılaşırı.
biftek, -ği is. Fr. bifteck Izgara veya tavada pişirilen, genellikle dana eti dilimi.
bigâne sf. (bi:gâ:ne) Far. bi-gâne esk. 1. Yabancı. 2. İlgisiz, bigâne düşmek yabancılaşmak: "Birkaç yabancı dili rahatlıkla konuşurken ana dilini bilmeyen ve bigâne düşmüş dudaklar susmalıdır." -S. Ayverdi.
bigânelik, -ği is. Bigâne olma durumu: "Avrupa'da oturanların bigâneliklerine tahammül olunamayacağı artık yavaş yavaş anlaşılıyor. " -M. Ş. Esendal.
bigudi is. Fr. bigoudi Kadınların saçlarını kıvırmak için kullandıkları, metal veya plastikten, boru biçiminde küçük araç.
bigünah sf (bi:güna:h) Far. bi-gunâh esk. Suçsuz, günahsız.
bihaber sf. (biıhaber) Far. bi + Ar. haber Habersiz, bilgisiz: "Kimisi maişet derdine düşmüş /Rahattan bihaber." -C. S. Tarancı.
bihakkın zf Ar. bi-hakkin esk. Hakkıyla, hakkı olarak, gerçekten: "İşinin ehlidir, bihakkın çalışıyor." -A. İlhan.
bihuş sf. (bi:hu:ş) Far. bı-hüş esk. Şaşkın, sersem, aklı başında olmayan, deli.
biilaç, -cı sf. (bi.ilâç) Far. bi + Ar. 'ilâç 1. İlaçsız, çaresiz. 2. zf Umutsuz olarak: "Kim bilir saat kaçlara kadar aç ve biilaç duracağız. " -S. M. Alus.
→ aç biilaç
bijon anahtarı is. Araba tekerleklerinin somunlarını sökmek için kullanılan alet.
bijuteri is. Fr. bijouterie 1. Kuyumcunun yaptığı değerli takıların tamamı. 2. Değerli olmayan maden veya taşlardan yapılmış takı, süs eşyası.
bikarar sf (biıkarar) Far. bi + Ar. karâr esk. Kararsız, tereddütlü.
bikarbonat is. Fr. bicarbonate kim. Hidrojen karbonatların genel adı.
→ sodyum bikarbonat
bikes sf. (bi:kes) Far. bi-kes 1. Kimsesiz. 2. zf. esk. Kimsesiz olarak: "Memleket öksüz, bikes ve sahipsiz kalakalmıştır." -S. Ayverdi.
bikeslik, -ği is. Bikes olma durumu: "Çocukken de üzülür, bedbahtlık ve bikeslik duyardım. " -R. H. Karay.
bikini is. Fr. bikini Deniz, göl, havuz vb. yerlere girerken veya güneşlenirken giyilen, iki parçadan oluşan kadın giysisi.
bikir, -kri is. Ar. bikr esk. Kızlık.
bilader ağacı is. bot. Amerika elması.
bilahare zf. (bi'lâ:hare) Ar. bi'l-ahire Sonra, sonradan, daha sonra, sonraları: "Bu işin bilahare daha etraflı bir şekilde düşünülerek arz edilmesi icap ettiğini söyleyince başını eğerek sustu." -N. S. Örik.
bilaistisna zf (bilâ: istisna) Ar. bilâ-istişnâ İstisnasız, ayrıksız, ayrım yapılmadan: "Devlet adamlarımız bilaistisna nasihat vermekte birbiriyle yaraşırlar." -B. Felek.
bilakayduşart zf. (bilâ:kayduşart) Ar. bilâ + kayd + şart esk. Kayıtsız ve şartsız olarak, herhangi bir kısıtlama olmaksızın: "Hâkimiyet, bilakayduşart milletindir." -Atatürk.
bilakis zf. (bi'lâkis) Ar. bi'l-'aks Tersine olarak, tam tersine, tersine, aksine: "Bilakis tecrübeli bir adam gibi söz söylüyorum, inanınız." -P. Safa.
bilanço is. (bilâ'nço) İt. bilancio 1. Bir kuruluşun, bir ticarethanenin belirli bir dönem sonundaki veya belirli bir gündeki taşınır ve taşınmaz varlıkları ile bunlan sağlamak için kullanılan öz ve yabancı kaynakları dengeli olarak gösteren çizelge. 2. mec. Girişilen herhangi bir işte, belirli bir süre sonunda elde edilen iyi ve kötü sonuçların karşılıklı durumu: "Hayatımın hesabını, bilançosunu yapıyordum."-Ö. Seyfettin.
bilar is. den. Katranlı kıldan yapılan ve kalafat işlerinde kullanılan bir tür macun.
bilardo is. (bilâ'rdo) İt. biliardo Çuha kaplı bir masa üzerinde, fil dişi toplarla ve isteka ile oynanan bir oyun: "Kalın, sarı bira bardaklı, bilardosunun çuhası yırtık kahvehaneye akşamları uğradım." -S. F. Abasıyanık.
→ bilardo masası, bilardo salonu, bilardo sopası, bilardo topu
bilardocu is. Bilardo oynayan veya oynatan kimse.
bilardoculuk, -ğu is. Bilardo salonunu İşlet me veya oynama işi.
bilardo masası is. Üzerinde bilardo oynanan, yeşil çuha kaplı, delikli veya deliksiz masa.
bilardo salonu is. Bilardo oyununun oynatıldığı yer.
bilardo sopası is. İsteka.
bilardo topu is. Bilardo oyununda kullanılan fil dişinden yapılmış özel bir top.
bilasebep zf. (bilâ:sebep) Ar. bilâ-sebeb esk. Sebepsiz yere, gereksizce: "Talihin sana bilasebep verdiği nahak bir mükâfatın kıymetini takdir edemiyorum." -Ö. Seyfettin.
bilavasıta zf. (bilâ:va:sıta) Ar. bilâ-vâsita esk. Vasıtasız, araçsız, aracısız olarak, doğrudan doğruya.
bilcümle sf. (bi'lcümle) Ar. bi'l-cümle esk. Bütün, hep: "Memurlarımıza, halkla temas eden bilcümle elemanlara, anlaşılır, yumuşak ve devlet memuruna yakışır bir Türkçe konuşmasını öğretsek..." -B. Felek.
bildik, -ği sf. Tanıdık (kimse veya şey): "İstanbullu bir bildikte misafirim." -R. N. Güntekin. bildik çıkmak birbirlerini eskiden bildiklerini veya ailece tanıştıklarını anlamak: "Hâlbuki ayrılık acısına ve ayrılık seslerine, bildik çıkmaklığım gerekti." -R. H. Karay.
bildiklik, -ği is. Bildik olma durumu.
bildirge is. Beyanname.
bildiri is. 1. Resmî bir makam, kurum veya resmî olmayan bir örgüt, topluluk tarafından herhangi bir durumu ilgililere duyurmak için yazılan yazı, tebliğ, tebligat: "Sonra elçiler için ikinci bir bildiri yazdık." -F. R. Atay. 2. Bilimsel bir konuyu ele alan ve bilimsel bir toplantıda okunup tartışılan yazı, tebliğ.
→ basın bildirisi
bildirilme is. Bildirilmek işi veya durumu.
bildirilmek (-e) Bildirme işine konu olmak, duyurulmak, haber verilmek: "Bu kongreye iki murahhas talep ediliyor ve birtakım tedbirler icrası bildiriliyordu." -Atatürk.
bildirim is. 1. Bildirme işi. 2. Yazılı olarak yapılan açıklama, beyan, tebliğ, tebligat. 3. Bu açıklamanın yapıldığı kâğıt, ihbarname.
→ bildirim ödencesi, geri bildirim, yazılı bildirim, genel uygunluk bildirimi, mal bildirimi
bildirim ödencesi is. tic. Süresi belli olmayan sürekli iş sözleşmelerinin daha önce bildirim yapılmaksızın yürürlükten kaldırılması sebebiyle yükümlü olanlarca karşı tarafa verilmesi zorunlu olan ödence, ihbar tazminatı.
bildiriş is. Bildirme işi veya biçimi.
bildirişim is. tek. İletişim.
bildirişme is. Bildirişmek işi veya durumu.
bildirişmek (-le) Bir duyguyu, bir düşünceyi işaretle veya sesler dizgesiyle bildirerek anlaşmak.
bildirme is. Bildirmek işi, beyan.
→ bildirme cümlesi, bildirme eki, bildirme kipleri
bildirme cümlesi is. dbl. Yüklemi bildirme kiplerinden biriyle kurulan cümle: Eve gidiyoruz. İstanbul'u sevdik.
bildirme eki is. dbl. Çoğu sürerlik, kesinlik veya kuvvetli ihtimal kavramlarını vermek için yüklemin sonuna gelen durur kelimesinin ekleşmiş biçimi olan -dır, -dir eki: Hava güzeldir. Mutlaka yazmışımdır.
bildirmek (-i, -e) 1. Herhangi bir şeyi haber vermek: "Anası böyle söyledi, gene de gidip kocasına bildirdi." -M. Ş. Esendal. 2. Herhangi bir konuda bilgi vermek: "Gönderdiğim mektubun bir ehemmiyeti yoktur, diye bildir, dedi." -F. R. Atay. 3. Anlatmak, ifade etmek: "Sadi hem acele acele konuşarak fikirlerini bildiriyor hem de gözlerini ileriye uçan bisikletlerden hiç alamıyordu." -H. Taner.
bildirme kipleri ç. is. dbl. Belli zaman kavramı veren, belirli geçmiş, belirsiz geçmiş, şimdiki zaman, geniş zaman, gelecek zaman -kipleri: Gel-di, gel-miş, gel-iyor, gel-ir, gelecek gibi.
bile bağ. esk. 1. Birlikte. 2. Da, de, dahi: "Bir damlası bile deniz hakkında bize ilmî bir fikir vermeye yetişir." -R. H. Karay. 3. zf. Üstelik: Konuşmadılar bile.
→ bile bile lades
bile bile zf. Bilerek, isteyerek, önceden tasarlayarak, düşünülerek, kasten: "Bile bile çarpılmak istemem doğrusu." -H. Taner.
→ bile bile lades
bile bile lades is. Kötü bir durumu öyle gerektiği için kabullenmiş görünme, bilerek aldanmış görünme.
bilecen sf. hlk. 1. Her şeyi bilen, her şeyden anlayan. 2. Bilgiçlik taslayan, ukala.
bilecenlik, -ği is. Bilecen olma durumu.
bileği is. Kesici araçları bilemek için kullanılan alet.
→ bileği taşı
bileği taşı is. min. Bıçak, çakı, makas vb. kesici araçları bilemekte kullanılan ince taneli sarı şist.
bilek, -ği is. 1. Elle kolun, ayakla bacağın birleştiği bölüm: "Sonra bileğim ovucumun içine alarak nabzını sayıyorum." -R. N. Güntekin. 2. mec. Güç, kuvvet, bilek gibi gür, kalın (saç veya akarsu), bileğinde altın bileziği olmak kolunda altın bileziği olmak. bileğine güvenmek gücüne veya hünerine güvenmek, bileğinin hakkıyla kendi gücü ve kendi çalışması ile.
→ bilek damarı, bilek gücü, bilek güreşi, bilek kuvveti, bilek saati, demir bilek, ayak bileği, tunç bilekli
bilek damarı is. hlk. Nabız.
bilek gücü is. Kol kuvveti.
bilek güreşi is. İki kişinin, dirseklerini bir yere dayayarak birbirlerinin bileğini bükmeye çalışması: "Onları merakla seyreden bir kalabalık önünde bilek güreşi yapıyorlardı."-M. C. Anday.
bilek kuvveti is. Beden kuvveti, kol kuvveti.
bileklik, -ği is. Oyunlarda bileğin incinmesini önlemek için bileğe takılan meşin sargı.
bilek saati is. Bileğe takılan küçük saat, kol saati: "Benim bilek saatim durmuş." -A. Ş. Hisar.
bileme is. Bilemek işi: "Gönül, daha birçoklarının bu enstitüde kabiliyetlerini bilemesini istiyor." -H. Taner.
bilemek (-i) 1. Kesici aletlerin ağzını çark, zımpara, eğe, bileği taşı vb.nde keskinleştirmek, keskin duruma getirmek. 2. mec. Güçlendirmek, etkisini artırmak.
bilenme is. Bilenmek işi.
bilenmek (nsz) 1. Bileme işine konu olmak, keskin duruma getirilmek. 2. mec. Bir işe yoğun bir biçimde hazırlanmak, konsantre olmak: "İkisi de doyasıya tatlı bir gece geçirmek için bilenmiş gibiydiler." -B. R. Eyuboğlu. 3. mec. Hırslanmak, aşırı derecede istemek.
bileşen is. fiz. Bir bileşke oluşturan kuvvetlerin her biri.
bileşik, -ği sf. 1. Birleşerek oluşmuş, basit olmayan, mürekkep. 2. kim. Kimyasal tepkimeler sonucu iki veya daha çok elementten oluşan ve bunlardan bağımsız fiziksel, kimyasal nitelikler gösteren (madde): Su, bileşik bir maddedir. 3. is. Ses ve görüntünün birlikte yer aldığı film parçası.
→ bileşik faiz, bileşik kap, bileşik kesir, bileşik önerme
bileşik faiz is. ekon. Süre tarihine dek birikmiş faizlerin anaparaya eklenmesiyle elde edilen toplam üstünden ödenen faiz.
bileşikgiller ç. is. bot. Bitişik yapraklı iki çeneklilerden, çiçekleri kömeç durumunda toplu olarak bulunan, bazı cinsleri uçucu yağ veya süt taşıyan bir familya: Kasımpatı, papatya, enginar, deve dikeni gibi bitkiler bileşikgiller familyasındandır.
bileşik kap, -bı is. fiz. Birleşik kap.
bileşik kaplar ç. is. fiz. Birleşik kaplar.
bileşik kesir, -sri is. mat. Payı paydasına eşit veya payı paydasından büyük olan kesir: 4/4, 7/3.
bileşik önerme is. man. En az iki önermeden oluşan yeni önerme.
bileşim is. 1. Bileşme İşi veya durumu: "Mustafa Kemal, Dil Kurumunu, Tarih Kurumunu ulusal bir bileşim yaratılsın, ulusal bir bilinç doğsun diye kurmuş..." -A. İlhan. 2. kim. İki veya daha çok öge bir araya gelerek yeni bir öge oluşturma, terkip: Suyun bileşiminde hidrojenle oksijen vardır. 3. kim. Bir maddenin hangi kimyasal türlerden oluştuğunu belirleyen verilerin tamamı. 4. kim. Bileşme sonucu oluşan cisim.
bileşke is. fiz. Bir cisme uygulanan birkaç kuvvetin toplam etkisine eşit olan tek kuvvet, muhassala.
bileşme is. Bileşmek işi, terekküp.
bileşmek (nsz, -le) İki veya daha çok öge bir araya gelerek yeni bir öge oluşturmak, terekküp etmek.
bileştirici is. Bileştirme işini yöneten kimse.
bileştirme is. Bileştirmek işi.
bileştirmek (-i, -le) 1. Bileşmesini sağlamak. 2. fiz. İki veya daha çok vektörün, paralel kenar kuralına uygun olarak geometrik toplamını almak.
bilet is. Fr. billet Para ile alınan ve konser, sinema, tiyatro vb. eğlence yerlerine girme, ulaşım araçlarına binme veya bir talih oyununa katılma imkânını veren belge: "Biletini alıncaya kadar vapur da geldi." -P. Safa. bilet kesmek 1) bileti kopanp alıcıya vermek, bilet satmak: "Benimki paso dedi, hanımefendiye bir bilet kes." -R. H. Karay. 2) işine son vermek, işten uzaklaştırmak, ayırmak.
→ açık bilet, kombine bilet, tam bilet, toplu bilet, öğrenci bileti
biletçi is. Bilet satan görevli: "Bilet kutusunu koltuğunun altına sıkıştırmış, elleri ceplerinde bir otobüs biletçisi geçti." -N. Cumalı.
biletçilik, -ği is. Bilet satma işi.
biletli sf. 1. Bileti olan. 2. Bilet kullanılan.
biletme is. Biletmek işi.
biletmek (-i, -e) Bileme işini yaptırmak.
biletsiz sf. 1. Bileti olmayan: "Bütün kabahat vapura biletsiz olarak binişimde ise, bunun sebebini herkes çoktan öğrenmiş olmak lazım gelir." -Y. K. Karaosmanoğlu. 2. Bilet kullanılmayan.
bileyici is. Kesici aletleri bilemeyi iş edinmiş olan kimse.
bileyicilik, -ği is. Bileyicinin yaptığı iş.
bileyleme is. Bileylemek işi.
bileylemek (-i) Kesici araçların keskinliğini artırmak, klağılamak, zağlamak.
bilezik, -ği is. 1. Genellikle altın, gümüş vb. elementlerden yapılan ve bileğe süs için takılan halka: "Saçları o kalın altın bilezikler gibi yaldız_ sarısına boyalıdır." -M. Ş. Esendal. 2. İki borunun ucunu birleştirmeye yarayan halkaya benzer parça: "Sonra ayağım yandaki su borusunun bileziğine koydu." -Ç. Altan. 3. Motor pistonlarına, yağlama, soğutma, özellikle sızıntıyı önleme vb. amaçlarla yerleştirilmiş, genel olarak dökme demirden yapılmış, uçları açık ve esnek halka. 4. Mobilyaların ayak altlarına takılan kare, dikdörtgen, silindir, kesik koni vb. şekilli, pirinç veya nikel kaplı demirden yapılmış, iki ucu delik gereç. 5. argo Kelepçe.
→ altın bilezik, burma bilezik, boru bileziği, ek bileziği, kuyu bileziği
bilezikli sf. 1. Bileziği olan. 2. Bilezik takmış olan: "Panjurun gölgesinde beliren altın bilezikli, zayıf bir kadın kolu gördüm." -H. E. Adıvar.
bilfarz e. (bilfarz) Ar. bi'l-farz esk. Söz gelişi.
bilfiil zf. (bilfiil) Ar. bil-fı'l İş olarak, iş edinerek, gerçekten, eylemli olarak: "Türk milleti bu mütecavizlerin hadlerini ihtar ederek hâkimiyet ve saltanatını, isyan ederek kendi. eline, bilfiil almış bulunuyor." -Atatürk.
bilge sf. Bilgili, iyi ahlaklı, olgun ve örnek (kimse), hakim: "Goethe, insanlarla ilgili her şeyi söyleyip tüketmiş bir bilgedir." -H. Taner.
bilgece sf. (bilge'ce) 1. Bilgeye yaraşır: "Yaş insana tecrübe verir, olaylara bilgece bir açıdan bakma perspektifi getirir." -H. Taner. 2. zf. Bilgeye yaraşır biçimde, hakimane.
bilgelik, -ği is. 1. Bilge olma durumu ve niteliği: "Bilgelik, içimizde bir duygu olarak kaldıkça bize ancak özlemini çektirdikçe tatlı, hoş bir şey." -N. Ataç. 2. fel Bilgi, hikmet. 3. fel. İlk Çağ felsefesinde kendini tanımanın bilgisi, vukuf.
bilgi is. 1. İnsan aklının erebileceği olgu, gerçek ve ilkelerin bütünü, bili, malumat. 2. Öğrenme, araştırma veya gözlem yolu ile elde edilen gerçek, malumat, vukuf: "Babası, önce ona, Mazlume ve ailesi hakkında birçok bilgi vermişti." -H. E. Adıvar. 3. İnsan zekâsının çalışması sonucu ortaya çıkan düşünce ürünü, malumat, vukuf. 4. fel. Genel olarak ve ilk sezi durumunda zihnin kavradığı temel düşünceler, malumat. 5. Bilim: Doğa bilgisi. 6. bl. Kurallardan yararlanarak kişinin veriye yönelttiği anlam. bilgi edinmek 1) öğrenmek, bilgi almak: "Bildiği ahbaplardan Sami Bey hakkında bilgi edinme ve tanışma yolu bulmak." -R. H. Karay. 2) bir durumu öğrenmek, bilgi toplamak değişik yer ve kaynaklardan sağlanan bilgileri bir araya getirmek: "Sormuş, soruşturmuş, ailesi ve çevresine ilişkin bir sürü bilgi toplamıştı." -A. İlhan.
→ bilgi işlem, bilgi kuramı, bilgisayar, bilgi şöleni, bilgiyazar, ansiklopedik bilgi, kesin bilgi, ön bilgi, yaklaşık bilgi, sosyal bilgiler, betimlemeli dil bilgisi, betimsel dil bilgisi, cümle bilgisi, davranış bilgisi, dil bilgisi, doğa bilgisi, halk bilgisi, hava bilgisi, karşılaştırmalı dil bilgisi, kök bilgisi, ödev bilgisi, öğretim bilgisi, sağlık bilgisi, ses bilgisi, sözlük bilgisi, şekil bilgisi, tabiat bilgisi, tasvirî dil bilgisi, Türklük bilgisi, yapı bilgisi, yazı bilgisi, yöntem bilgisi, yurt bilgisi, yurttaşlık bilgisi
bilgici is. Sofist.
bilgicilik, -ği is. fel. 1. Antik Yunan felsefesinde eleştiri akımı, sofizm. 2. Başkasını yanıltmak için doğru olmadığı bilinerek yapılan uslamlama ve çıkarsama, safsatacılık.
bilgiç, -ci is. 1. Bilgili kimse: "Bazı bilgiç hekimler dillerinin makarasını gözerler, tıptan anlamayan hastalarına tıbbi ıstılahlar kullanarak dert anlatırlar." -Y. K. Beyatlı. 2. mec. Bilgisiz olmasına rağmen bilgili görünmek isteyen, bilgili geçinen kimse.
bilgiçlik, -ği is. Bilgiç olma durumu, bilgiçlik satmak (veya taslamak) bilmediği hâlde bilir görünmek, bilgin geçinmek: "Hazır olanlar, bilgiçlik tasladılar, tasdik ettiler." -N. Araz.
bilgi işlem is. 1. Özellikle bilgisayar vb. makinelerle yapılan işlemlerin düzenli biçimde yürütülmesi. 2. Kurum ve kuruluşlarda bu işlemlerin yürütüldüğü yer.
bilgi kuramı is. Bilginin temelini, bilim alanında uygulanan yöntemleri, sınır ve güvenilirlik bakımından inceleyip araştıran felsefe dalı, epistemoloji.
bilgilendirilme is. Bilgilendirilmek işi.
bilgilendirilmek (nsz) Bilgilendirme işi yapılmak.
bilgilendirme is. 1. Bilgilendirmek işi veya durumu. 2. Bîr konuda özet olarak verilen bilgi veya açıklama, brifing.
bilgilendirmek (-i) Bir konuda bilgi sahibi olmasını sağlamak, haberdar etmek.
bilgilenme is. Bilgilenmek işi veya durumu.
bilgilenmek (nsz) Bilgi sahibi olmak, öğrenmek: "O izahat veriyor, biz bilgileniyoruz." -H. F. Ozansoy.
bilgileşim is. Kuruluşlar, şirketler arasında bilgi satma, bilsat.
bilgili sf. 1. Bilgi sahibi olan, malumatlı, haberli: "Ama, iyiler, bilgililer, yetenekliler nerede İdi?"-T. Buğra. 2. zf. Bilerek: "Her konuda rahat, bilgili konuşurdu kalemi." - Y. Z. Ortaç.
bilgilik, -ği is. Ansiklopedi.
bilgin is. Bilimsel bir konuda çok bilgisi olan kimse, bilimci, âlim.
→ ruh bilgim
bilgince zf. (bilgi'nce) Bilgine yakışır, bilgin tavrında, bilgin gibi: "Bilgin değilim. Onun için yazılarımda da bilgince tavır takınmaktan çekinirim." -O. Veli.
bilginlik, -ği is. Bilgin olma durumu.
bilgisayar is. bl. Çok sayıda aritmetiksel veya mantıksal işlemlerden oluşan bir işi, önceden verilmiş bir programa göre yapıp sonuçlandıran elektronik araç, elektronik beyin.
→ bilgisayar ağı, bilgisayar masası, el bilgisayarı
bilgisayar ağı is. bl. Kaynaklarını paylaşmak üzere birbirine bağlanmış iki veya daha fazla bilgisayarın oluşturduğu yapı.
bilgisayarcı is. 1. Bilgisayar alım satımcısı. 2. Bilgisayar programcısı, yapımcısı veya mühendisi.
bilgisayarcılık, -ğı is. Bilgisayar ticareti veya uzmanlığı.
bilgisayarlaşma is. Bilgisayarlaşmak durumu.
bilgisayarlaşmak (nsz) Bilgisayar düzeniyle donatılmak.
bilgisayar masası is. Bilgisayar ve eklentilerinin yer aldığı masa.
bilgisiz sf. 1. Bilgi sahibi olmayan, bilisiz, malumatsız, cahil. 2. Aymaz.
bilgisizlik, -ği is. Bilgisiz olma veya bilgi yokluğu durumu, bilisizlik, cahillik, cahiliyet, cehalet: "Bilgisizlikle mücadele sonunda kuvvetli nesiller göreceğimiz gün gibi aşikârdır." -S. F. Abasıyanık.
bilgi şöleni is. Belli bir konunun tartışıldığı bilimsel toplantı, sempozyum.
bilgiyazar is. Elektronik sistemle dizgi yapan alet.
bilhassa zf. (bilhassa) Ar. bi'l-hâşşa Özellikle: "Koyu yeşil çuhalı uzun masanın başında sessiz, üzüntüden, heyecan ve bilhassa uykusuzluktan bitkin." -N. S. Örik.
bili is. Bilgi.
bili bili ünl. Tavuk vb. kümes hayvanlarını çağırırken çıkarılan ses.
bilici sf. Bilen: Tanrı görücüdür, bilicidir, işiticidir.
bilicilik, -ği is. Bilici olma durumu.
bililtizam zf. (bi'lütizaım) Ar. bi'l-iltizâm esk. Bile bile, bilerek ve isteyerek.
bilim is. 1. Evrenin veya olayların bir bölümünü konu olarak seçen, deneye dayanan yöntemler ve gerçeklikten yararlanarak sonuç çıkarmaya çalışan düzenli bilgi, ilim: "Benim sizden istediğim Türkçe yardım, bazı eski yazılı bilim ve tarih gibi ciddi eserleri bana okumamzdır." -H. E. Adıvar. 2. Genel geçerlik ve kesinlik nitelikleri gösteren yöntemli ve dizgesel bilgi. 3. Belli bir konuyu bilme isteğinden yola çıkan, belli bir amaca yönelen bir bilgi edinme ve yöntemli araştırma süreci.
→ bitim adamı, bitim dışı, bilim insanı, bitim kadını, bitim kuramı, bitim kurgu, ana bitim dalı, hayal bilim, popüler bitim, pozitif bilim, sosyal bilim, toplumsal bilim, ad bitimi, ağaç bitimi, ahlak bilimi, akıntı bilimi, ana deniz bilimi, anlam bitimi, anlatım bilimi, art zamanlı dil bitimi, asalak bilimî, bağışıklık bitimi, balık bilimi, bayrak bilimi, belirti bitimi, biçem bilimi, biçim bitimi, bitki bitimi, böcek bitimi, budun bilimi, buzul bitimi, cinslik bilimi, çocuk bitimi, dağ bilimi, deniz bilimi, deprem bitimi, devim bilimi, dil bilimi, dirim bilimi, diyabet bitimi, Doğu bitimi, doku bilimi, edebiyat bilimi, edim bilimi, eğitim bilimi, erek bilimi, eş zamanlı dil bilimi, etik bilimi, evren bilimi, fen bitimi, gelecek bilimi, genel dil bilimi, gök bilimi, göl bilimi, görevsel dil bilimi, görüngü bilimi, gösterge bilimi, göz bilimi, göze bilimi, güdüm bilimi, halk bilimi, hayvan bilimi, hücre bilimi, ırk bitimi, ışın bilimi, iç salgı bilimî, iklim bilimi, ilaç bilimi, im bitimi, insan bitimi, iş bilimi, kabuk bitimi, kalıtım bilimi, kan bilimi, kanser bitimi, karşılaştırmalı dil bilimi, kazı bilimi, kemik bilimi, kıkırdak bilimi, kitaplık bilimi, köken bilimi, kurgu bilimi, kurt bilimi, kuş bilimi, küresel gök bilimî, lehçe bilimi, liken bilimi, maden bilimi, mağara bilimi, mantar bilimi, metal bitimi, mineral bilimi, müzik bilimi, neden bilimi, nüfus bilimi, odun bilimi, olay bilimi, ölçü bilimi, renk bilimi, ruh bilimi, sağlık bilimi, sayım bilimi, sebep bilimi, ses bitimi, sıtma bitimi, sindirim bilimi, sinir bilimi, siyaset bilimi, sözlük bilimi, su bilimi, tanrı bilimi, taş bilimi, taşıl bilimi, toplum bitimi, toprak bilimi, tortul bilimi, töre bilimi, uygulamalı dil bilimi, uygulamalı ruh bilimi, uygulamalı toplum bilimi, uygulayım bilimi, varlık bilimi, vuruk bilimi, yanardağ bilimî, yankı bilimi, yapı bilimi, yapısal dil bilimi, yaşlılık bilimi, yazı bitimi, yazın bilimi, yazıt bilimi, yer adı bilimi, yer bitimi, yıldız bitimi, yöntem bilimi, yüzey bitimi, zaman bilimi, pozitif bir timler, sağın bilimler, sosyal bilimler, temel bilimler, uygulamalı bilimler, çevre bilimleri, doğa bitimleri, tabiat bilimleri
bilim adamı is. Bilimsel çalışmalarla uğraşan kimse, bilim kadını, bilim insanı, bilgin, âlim: "Aralarında yurt çapında ün yapmış bilim adamları vardı." -H. Taner.
bilimci is. Bilgin.
→ balık bilimci, bitki bilimci, böcek bilimci, budun bilimci, buzul bilimci, çevre bilimci, çocuk bilimci, deniz bilimci, deprem bilimci, dil bilimci, dirim bilimci, doğa bilimci, Doğu bilimci, doku bilimci, gök bilimci, göz bilimci, kalk bilimci, hayvan bilimci, ışın bilimci, iklim bilimci, ilaç bilimci, insan bilimci, kan bilimci, kazı bilimci, kemik bilimci, kitaplık bilimci, köken bilimci, kurt bilimci, kuş bilimci, mağara bilimci, mantar bilimci, mineral bilimci, müzik bilimci, nüfus bilimci, ölçü bilimci, ruh bilimci, sindirim bilimci, sözlük bilimci, su bilimci, tanrı bilimci, toplum bilimci, toprak bilimci, varlık bilimci, yanardağ bilimci, yazı bilimci, yazın bilimci, yazıt bilimci, yer bilimci, yıldız bilimci, yüzey bilimci
bilimcilik, -ği is. fel. Bilginin, temeli olarak yalnız bilim yöntemine önem verme, ilimcilik.
→ dirim bilimcilik, doğa bilimcilik, ruh bilimcilik, toplum bilimcilik, yıldız bilimcilik
bilim dışı sf. Bilime aykırı, bilime uymaz.
bilim insanı is. Bilim adamı.
bilim kadını is. Bilim adamı.
bilim kuramı is. fel. Bilimlerin koydukları düşünsel sorunları inceleyen ve tek tek bilimlerin yöntemlerini, İlkelerini, varsayımlarını araştıran felsefe dalı.
bilim kurgu sf. Çağdaş bilim verileriyle düş gücünden oluşan (film, roman vb.).
bilim kurgusal sf. Bilim kurguya ait, bilim kurguya dayalı.
bilimsel sf. Bilimle ilgili, bilime dayanan, ilmî.
→ bilimsel deneycilik, bilimsel düşünce, bilimsel sosyalizm, bilimsel toplantı, anlam bilimsel, budun bilimsel, çevre bilimsel, dil bilimsel, dirim bilimsel, evren bilimsel, gök bilimsel, halk bilimsel, insan bilimsel, kazı bilimsel, köken bilimsel, nüfus bilimsel, ruh bilimsel, toplum bilimsel, yapı bilimsel, yer bilimsel, yöntem bilimsel, zaman bilimsel
bilimsel deneycilik, -ği is. fel. Her bilginin deneyle veya gözlemle doğrulanabileceğim, sınanabileceğim savunan felsefe akımı.
bilimsel düşünce is. Bilim temeline dayanan özgür eleştirici, araştırıcı ve bağımsız düşünce.
bilimselleştirme is. Bilimselleştirmek işi.
bilimselleştirmek (-i) Bilimin metotlarına uygun duruma getirmek.
bilimsellik, -ği sf. Bilimsel olma durumu.
bilimsel sosyalizm is. İhtilalci sosyalizm, Marksçılık.
bilimsel toplantı is. Uzmanların katılımı ile gündemi bilimsel konulardan oluşan toplantı.
bilimsiz sf. Bilime, bilim yöntemlerine uygun olmayan: Bilimsiz bir yöntem.
bilimsizlik, -ği is. Bilimsiz olma durumu bilimsizce iş.
bilinç, -ci is. 1. İnsanın kendisini ve çevresini tanıma yeteneği, şuur. 2. Bir toplumdaki ruhsal etkinliklerin veya ruhsal durumların bütünü. 3. Dimağ. 4. mec. Temel bilgi, temel görüş. 5. psikol Algı ve bilgilerin zihinde duru ve aydınlık olarak izlenme süreci, şuur: "Davranışlarını bir an Önce bilincinin denetiminden kurtarmak için, kadehleri birer dikişte boşaltmaya mı başladı?" -F. R. Atay. bilincine varmak anlamak, kavramak, bilincini yitirmek bilincini herhangi bir sebeple yitirmek: "Zırhlı otomobilin mitralyözü tarafından biçilir biçilmez, bilincini yitiriyor." -A. İlhan.
→ bilinç akışı, bilinçaltı, bilinç dışı, bilinç kaybı
bilinç akışı is. 1. Düşüncelerin arka arkaya birbirini izlemesi. 2. ed. Kişinin aklından geçenlerin birinci kişi ağzından yansıtılması.
bilinçaltı is. psikol. Bilinç dışı olmakla birlikte, dilendiğinde kapsamındakilerin bilince çağrılabildiği zihin bölgesi, şuuraltı, tahteşşuur: "Bilinçaltı bir baskı, belki de ilk kez su üstüne çıkıyordu." -Ç. Altan.
bilinç dışı is. psikol. 1. Bilinçsizce yapılan iş ve etkinliklerin bütünü. 2. İnsan ruhunun, baskı altında tutulan isteklerle bunlara bağlı düşüncelerden oluşan ve bilince ulaşamayan bölümü.
bilinç kaybı is. Sinir sistemindeki bir arıza sebebiyle bilincin yitirilmesi, hafıza kaybı, hafıza yitimi.
bilinçlendirme is. Bilinçlendirmek işi.
bilinçlendirmek (-i) Bilinçli duruma getirmek.
bilinçlenme is. Bilinçlenmek işi: "Okuma yazma oranının düşüklüğü, bilinçlenmeyi engellediği ölçüde bir kargaşa öğesidir." -O. Rifat.
bilinçlenmek (nsz) Bilinçli duruma gelmek, şuurlanmak.
bilinçli sf. 1. Bilinci olan. 2. Kendi etkinliğinin farkında olan, şuurlu: "Böylece dizi, bir bilinçli giriş, bir bilinçli sonuç ile çerçevelenince elbette daha iyi anlaşılmış olur." -H. Taner.
bilinçlilik, -ği is. 1. Bilinçli olma durumu, şuurluluk: "Töre anlayışları bu bilinçlilikleriyle pekişmiştir." -N. Cumalı. 2. psikol. Nesne, olay ve edimlere uyanık bulunma durumu, şuurluluk.
bilinçsiz sf. 1. Bilinci olmayan. 2. Kendi etkinliğini eleştirmeli bir biçimde sezmeyen, şuursuz.
bilinçsizlik, -ği is. 1. Bilinçsiz olma durumu, şuursuzluk. 2. psikol. Nesne, olay ve işlere karşı uyanık bulunmama durumu, şuursuzluk.
bilindik, -ği sf. mat. Bilinen.
bilinemez is. fel. İnsan aklıyla bilinemeyen şey.
bilinemezci sf. fel. 1. Bilginin bağıntılı olduğuna inanan (kimse). 2. Tanrı'nın ve evrenin nereden türediğinin bilinmediğini ve bilinemeyeceğini ileri süren öğretiyi benimseyen (kimse), laedri, agnostik.
bilinemezcilik, -ği is. fel. 1. Bilginin bağıntılı olduğuna ve bundan dolayı salt olmadığına inanan öğreti. 2. Tanrı'nın ve evrenin nereden türediğinin bilinmediğini ve bilinemeyeceğini ileri süren öğreti, laedriye, agnostisizm.
bilinemezlik, -ği is. Bilinemez olma durumu.
bilinen sf mat. Değeri belli olan (nicelik), bilindik, malum: Bilinenler cebirde alfabenin ilk harfiyle gösterilir: a, b, c, d...
bilinme is. Bilinmek işi.
bilinmedik, -ği sf mat. Bilinmeyen.
bilinmek (nsz) Bilme işine konu olmak, anlaşılmak, öğrenilmek: "Bir haftadır civarda dolaştığı biliniyor, ydkalanamıyordu." -S. F. Abasıyanık.
bilinmeyen sf. 1. Tanınmayan. 2. mat. Değeri belli olmayan, bilinmeyen (nicelik), bilinmedik, meçhul: Cebirde bilinmeyenler şu harflerle gösterilirler: x, y, z.
bilir sf. "Anlar, sayar, yapar" anlamlan ile isimlerle birleşerek birleşik sıfat kuran bir söz: İşbilir.
→ bilirkişi, değerbilir, iyilikbilir, kadirbilir, tatbilir
bilirkişi is. 1. Belirli bir konudan iyi anlayan ve bir anlaşmazlığı çözümlemek için kendisine başvurulan kimse, uzman, ehlihibre, ehlivukuf, eksper. 2. huk. Çözümlenmesi özel veya bilimsel bilgiye dayanan konularda oyuna veya düşüncesine başvurulan kimse, ehlihibre, ehlivukuf.
→ bilirkişi raporu
bilirkişilik, -ği is. Bilirkişinin yaptığı iş.
bilirkişi raporu is. Bilirkişinin hazırlamış olduğu rapor.
bilisiz sf. Öğrenim görmemiş, cahil.
bilisizlik, -ği is. Bilgisizlik.
bilistifade zf (bi'listifa:de) Ar. bi'l-istifade esk. Yararlanarak.
biliş is. psikol. 1. Canlının, bir nesne veya olayın varlığına ilişkin bilgili ve bilinçli duruma gelmesi, vukuf: "Eyfel'in büyük bir kule olduğunu bilmek cinsinden bir biliş..." -M. Ş. Esendal. 2. hlk. Bildik, tanıdık, dost. biliş çıkmak tanımak, önceden tanış olmak: "Hiç kimse bu kara yağız garip yiğide biliş çıkmadı." -K. Tahir.
bilişim is. Teknik, ekonomik ve toplumsal alanlardaki iletişimde kullanılan ve özellikle elektronik aletler aracılığıyla düzenli bir biçimde işlenmeyi öngören bilim, informatik, enformatik.
→ bilişim ağı, bilişim teknolojisi
bilişim ağı is. Teknik, ekonomik ve toplumsal alanlardaki iletişim sistemi.
bilişimci is. Bilişim alanında uzman kişi.
bilişimcilik, -ği is. Bilişimci olma durumu.
bilişim teknolojisi is. Bilişimde kullanılan bütün araç ve gereçlerin oluşturduğu sistem.
bilişme is. Bilişmek işi.
bilişmek (nsz, -le) 1. Birbirini tanımak, muarefesi olmak: "Bunca zamanlar bilişip, ahir dönüp ayrılışıp." -Yunus Emre. 2. hlk. Öğrenmek.
bilişsel sf. Bilişle ilgili, zekânın işleyişiyle ilgili.
billahi is. (billa:hi) Ar. billahi 1. Vallahi. 2. "İnan olsun" anlamında kullanılan bir söz: "Rica ederim komiser Efendi, dedi, ben billahi paradan puldan kaçınmıyorum." -R. N. Güntekin.
→ vallahi billahi
billboard is. İng. billboard bk. ilan tahtası, duyuru tahtası.
billur is. (billû:r) Ar. billur 1. Bazı cisimlerin aldıkları geometrik biçim: Su buharı billur durumunda donunca kar olur. 2. Kesme cam, kristal: "Dört tarafı kesme billur kapaklı bir eski saat." -R. H. Karay. 3. hlk. Koç yumurtası. 4. sf. Bu maddeden yapılmış: "Su sesi ve kanat şakırtısından / Billur bir avize Bursa'da zaman." -A. H. Tanpınar. 5. sf. Duru, temiz ve akıcı: "Onu görmek, billur sesini dinlemek, elinden bir şey içmek. " -A. İlhan, billur gibi 1) çok duru, çok temiz (su); 2) çok beyaz ve pürüzsüz (kol, gerdan, göğüs); 3) pürüzsüz (ses).
→ billur cisim
billur cisim, -smi is. anat. İrisin arkasında yer alıp mercek görevi yapan, biçimi ve büyüklüğü mercimeğe benzeyen saydam cisim.
billuri sf. (billû:ri:) Ar. billüri esk. Billura benzer, billur gibi: "Bu taze kadın sesleri öyle güzel, billuri, ilahî duyulurmuş ki, bunları hep birden dinlemek, deniz kızlarını işitmek kadar tesirli olurmuş." -A. Ş. Hisar.
billuriye sf. (billû:riye) Ar. billüriyye esk. 1. Billurdan yapılmış. 2. Billurla ilgili. 3. is. Genellikle billurdan yapılmış eşya satan dükkân.
billurlaşma is. 1. Billur durumuna gelme. 2. Herhangi bir cisim moleküllerinin bazı fizik ve kimya değişmeleriyle geometrik biçim alması, kristalleşme.
billurlaşmak (nsz) 1. Billur durumuna gelmek, billur durumunda yoğunlaşmak, kristalleşmek. 2. mec. Belirgin duruma gelmek, netlik kazanmak.
billurlaştırma is. Billurlaştırmak işi.
billurlaştırmak (-i) Billur durumuna getirmek: "Sarışın bir kız güneşi, maviyi billurlaştırıyor, bulutları pamuk yığınlarına çeviriyordu. " -T. Buğra.
billurlu sf. 1. İçinde billur bulunan: Billurlu kaya. 2. Bol ışıklı, pırıl pırıl parlayan (yer): "Peri saraylarını andıran süslü ve billurlu gazinolar..."-Ö. Seyfettin.
billursu sf. 1. Billuru andıran, billura benzeyen, billur gibi, billurumsu, kristaloit; Billursu taş. 2. is. kim. Diyalize uğrayarak çözümlenen madde, koloit karşıtı.
billurumsu sf. Billursu.
bilme is. 1. Bilmek işi. 2. fel. Bir şeyin ne olduğunun bilincine varma. 3. fel. Bilgi edinmenin gaye ve sonucu.
bilmece is. 1. Bir şeyin adını anmadan niteliklerini üstü kapalı söyleyerek o şeyin ne olduğunu bulmayı dinleyene veya okuyana bırakan oyun, muamma. 2. mec. Bilinmeyen şey, muamma: "Basit cümleleri bile anlamak güç olurken istihza bir bilmeceye döner." -A. Ş. Hisar, bilmece çözmek 1) bilmecenin cevabını bulmak: "Bu bilmeceyi çözmek için sen de bize katılır mısın?" -H. Taner. 2) zor bir işi başarmak, bilmece gibi konuşmak açık, anlaşılır biçimde konuşmamak.
bilmek, -ir (-i) 1. Bir şeyi anlamış veya öğrenmiş bulunmak: "Bu adam, bilmek için öğrenmiş olmaya ihtiyacı olmayan, bildiğini bilen, bilmediğini de şıp diye sezen bambaşka bir insandır." -H. Taner. 2. Bir bilim veya sanat dalında yeterli olmak: "Yani kısacası bu mükemmel dilimizi kimse bilmez, okumaz." -B. Felek. 3. Bir iş yapmaya alışmış olmak, elinden gelmek. 4. Tanımak, hatırlamak: "Kadıncığım aç. Ben geldim. Bilemedin mi?" -H. R. Gürpınar. 5. Sanmak, varsaymak, farz etmek: "Bir hastanın hastalığına gereken önemi vermesi, doktorun ancak kendim o hasta ile birlikte hasta bilmesi ile sağlanabilir." -R. H. Karay. 6. Sorumlu tutmak: Ben arkadaşını bilmem, seni bilirim. 7. İnanmak: "Bilirim yaşamaz güneşte / Bilirim yaşamaz yan yana aşkla / Ne haksızlık/Ne korku." -N. Cumalı. 8. İşine gelmek, uygun bulmak: Mal almasını bildi de, parasını vermeyi mi bilmiyor? 9. -a / -e ekli fiillerle yeterlik bildiren birleşik fiiller oluşturur: Anlayabilmek. Gidebilmek. Kapayabilmek. Yazabilmek. 10. Saymak: Teşekkürü borç bilirim. ... bilmemek ... gerçekleşememek: Bitmek tükenmek bilmedi. Eskimek bilmiyor, bildiğinden şaşmamak (veya kalmamak) hiçbir etkiye aldırış etmeyerek doğru bildiği davranışı sürdürmek. bildiğini okumak herkes ne derse desin bildiği, istediği gibi davranmak: "Efendiden gizli yine herkes bildiğini okuyordu." -H. R. Gürpınar, bildiğini yapmak verilen öğütleri dinlemeyerek tutumunu sürdürmek: "Her şeye peki, olur der, fakat sonunda gene bildiğini yapardı." -H. Taner, bildiğini yedi mahalle bilmez bir kimsenin çok kurnaz, çokbilmiş olduğunu anlatan bir söz. bildim bileli (veya bildik bileli) öteden beri, eskiden beri: "Sütannenin sandık odası, bildim bileli akar." -Ö. Seyfettin, bilemedin (veya bilemediniz) en çok, en fazla: Bu iş üç günde, hadi bilemediniz, dört günde, ferah ferah biter, bilerek isteyerek, kasten. bilir bilmez yarım bilgi ile, bilip bilmediğini göz önüne almadan: "Günde beş yüz defa, kendiliğimden bilir bilmez bunu haykırıyordum." -R. H. Karay, bilmem "bilgim yok" anlamında kullanılan bir söz: "Bilmem, hiç denediniz mi?" -M. Ş. Esendal. bilmem hangi (veya kaç veya kim veya nasıl veya ne) önemli veya anlatılması gerekli görülmeyen şeyler için kullanılan bir söz: Bilmem hangi dairede kâtipmiş. bilmez yapamaz, edemez.
→ bile bile lades, değerbilmez, iyilikbîlmez, kadirbilmez, sozünübilmez
bilmemezlik, -ği is. Bilmezlik.
bilmezleme is. Bilmezlemek işi, teçhil.
bilmezlemek (-i) Bir kimseyi, bir şey bilmez göstermek, teçhil etmek: Birini bilmezlemek.
bilmezlenme is. Bilmezlenmek işi.
bilmezlenmek (-i) Bilmiyor gibi görünmek, bilmezlikten gelmek, tecahül etmek: Meseleyi bilmezlenmek.
bilmezlik, -ği is. Bilememe durumu, bilmezlik, cehalet, bilmezlikten gelmek bilmiyor görünmek.
→ bilmezlikten gelme, değerbilmezlik, kadirbilmezlik
bilmezlikten gelme is. 1. ed. Tecahülüarif. 2. Bimiyor gibi davranma.
bilmiş sf. Her şeyi bilir geçinen, bilgiçlik taslayan.
→ çokbilmiş
bilmiştik, -ği is. Bilmiş olma durumu.
bilmukabele zf. (bi'lmuka:bele) Ar. bi'l-mukâbele esk. 1. Karşılık olarak. 2. Ben de, size de, sizlere de: Hürmetler ederim. -Bilmukabele.
bilmünasebe zf (bilmüna.sebe) Ar. bi'l-munâsebe esk. Sırası gelince, sırası düşünce.
bilsat is. Kuruluşlar, şirketler arasında bilgi satma, bilgileşim.
bilumum sf. (bi'lumu:m) Ar. bi'l-'umüm esk. Bütün, hep, kamu, ... -in hepsi: "Bu tebligat Anadolu ve Rumeli'de bulunan bilumum ordu ve kolordu kumandanlarına tebliğ olunmuştur. " -Atatürk.
bilvasıta zf (bi'lvaısıta) Ar. bi'l-vâsita esk. Birinin aracılığıyla, doğrudan doğruya olmayarak, dolaylı.
bilye is. (bilye) İt. biglia 1. Çocukların oynamak için kullandığı taş, maden, toprak, cam vb.nden yapılmış küçük yuvarlak nesne, misket, zıpzıp. 2. Motorlu taşıtlarda dönme veya sürtünme etkilerini azaltmak, aşınmayı ve enerji yitimini önlemek için, göbeklerdeki yataklara yerleştirilen, çoğunlukla çelikten, küçük yuvarlak.
bilyeli sf. Bilyesi olan.
→ bilyeli yatak
bilyeli yatak, -ğı is. Bisiklet, otomobil vb. taşıtların tekerleklerinde sürtünmeyi azaltmak amacıyla içine çelik bilye yerleştirilmiş bölüm.
bilyon is. Fr. billion esk. Milyar.
bin is. 1. Dokuz yüz doksan dokuzdan sonra gelen sayının adı. 2. Bu sayıyı gösteren 1000, M rakamlarının adı. 3. sf. On kere yüz, dokuz yüz doksan dokuzdan bir artık. 4. sf. mec. Pek çok, çok sayıda: "Taşlar, topraklar kaydırarak bin zorlukla iniyorlardı. " -R. H. Karay, bin bilsen de bir bilene danış bir insan bir şeyi ne kadar iyi bilirse bilsin, gene de onu kendisinden daha İyi bilen bulunabilir, bin can ile çok isteyerek, gönülden, bin derde deva 1) pek çok işe yarayan; 2) her sıkıntıyı gideren, bin dereden su getirmek birini kandırmak için birçok sebep ileri sürmek, dil dökmek: "Rıfat Paşa gibi terbiyeli bir zat bile bin dereden su getirir, harp siyasetimizi methederdi." -Y. K. Karaosmanoğlu. bin işçi, bir başçı her işe, baş olacak bir kimse gerekir. bin kalıba girmek birbirine benzeyen birçok iş yapmak, sürekli olarak düşünce değiştirmek. bin nasihatten bir musibet yeğdir yaşanan olaylar, öğütlerden çok daha etkilidir, bin pişman olmak çok pişman olmak: "Gündüzki o tatlı eğlentiler şimdi fitil fitil burnumdan gelmeye başladığı için bugün buralara geldiğime bin pişman oluyordum." -O. C. Kaygılı, bin tarakta bezi olmak birçok işle uğraşmak, bin yaşa! memnunluk bildirmek için kullanılan "çok yaşa" anlamında bir söz. bin zahmetle çok zor, büyük zorlukla: "Nihayet bin zahmetle iki ayağımın üstüne kalkabildim." -S. F. Abasıyanık. bini aşmak çok fazla olmak. bini bir paraya 1) pek çok ve ucuz; 2) pek çok yapılan, pek çok olan: "Ali Çavuş'un hiddeti daha ziyadeleşti. Küfrün bini bir paraya. " -N. Nâzım, binin yarısı beş yüz (o da bizde yok) şaka çok düşünceli görünen birine "aldırma!" anlamında söylenen bir söz.
→ binbaşı, bin bir, bindallı, bin kat, bin türlü, binyıl, binde bir
bina is. (bina:) Ar. bina 1. Yapı: "Yalı, çok pencereli, iki katlı, yayvan bir binadır." -B. Felek. 2. dbl. esk. Arapça fiil çatısını konu edinen bilim ve kitap: Benim oğlum bina okur, döner döner yine okur. 3. dbl. esk. Çatı. bina etmek 1) yapmak, kurmak, inşa etmek; 2) bir düşünce sistemine göre, kurmak, dayamak, yapmak: Düşüncelerini ne üzerine bina ediyorsun.
→ taş bina, salt binası, vilayet binası
binaen zf. (bina':en) Ar. binâ'en 1. Dayanarak. 2. esk. -den dolayı, -den ötürü, -diği için.
→ binaenaleyh
binaenaleyh zf (bina':enaleyh) Ar. binâ'en 'aleyh Bundan dolayı, bundan ötürü, bunun için, bunun üzerine.
binbaşı, -yi is. ask. Orduda rütbesi yüzbaşı ile yarbay arasında bulunan ve asıl görevi tabur komutanlığı olan subay.
binbaşıbk, -ğı is. 1. Binbaşı rütbesi. 2. Binbaşının görevi.
bin bir sf. Pek çok, çok sayıda: "İlk vapurdan bin bir yabancı çıkıyor." -S. F. Abasıyanık. bin bir ayak bir ayak üstüne herkesin ayakta olduğu kalabalık.
bindallı is. Çoğunlukla mor kadife üzerine sırma ile kabartma dal, yaprak ve çiçek işlenmiş giysi veya örtü.
binde bir sf. 1. Nadir, az bulunan: "Atatürk, yaşamanın değişme olduğunu bilen ve bu bilgisini uygulayan binde bir insandan biridir. " -S. Eyuboğlu. 2. zf. Seyrek olarak.
bindi is. Destek, hamil.
bindirilme is. Bindirilmek işi veya durumu.
bindirilmek (-e) Bindirme işi yapılmak.
bindirilmiş kuvvetler ç. is. ask. Motorlu taşıtlara bindirilmiş asker birlikleri,
bindirim is. Zam.
bindirimli sf. Zamlı.
bindirme is. 1. Bindirmek işi. 2. Birbiri üzerine gelerek eklenen levha, kiremit, ahşap parçalarının durumu. 3. ask. Çıkarma harekâtına katılacak birliklerin, çıkarma yerine gitmek için kendilerine ayrılan deniz araçlarına binmeleri.
→ bindirme kilit
bindirmek (-i, -e) 1. Bir kimseyi bir şeyin üzerine çıkartmak, oturtmak veya içine yerleştirmek, binmesini sağlamak: "Kadınlar çocuklarını bayram yerinde bir salıncağa, bir atlıkarıncaya bindirmişlerdi." -O. C. Kaygılı. 2. (-e) Taşıt, Ön tarafından başka bir taşıta çarpmak veya bir yere vurmak: Gemi rıhtıma bindirdi. 3. (-i, -e) Eklemek, katmak: Vergi üstüne vergi bindirmek.
bindirme kilit, -di is. Gövdesi kutu biçiminde olan, kapak veya kapının arkasına doğrudan vidalanan, basit mekanizman kilit.
binek, -ği sf. Binmeye yarayan (otomobil, at vb.).
→ binek atı, binek taşı
binek atı is. Sadece binmek, gezmek veya binicilik sporu için yetiştirilen at.
binek taşı is. At veya arabaya binmek için üstüne çıkılan yüksekçe taş: "Ondan ne bir yüzük taşı yapılabilir ne de bir binek taşı yapılabilir." -A. Ş. Hisar.
biner sf. Bin sayısının üleştirme biçimi, her birine bin, her defasında bini bir arada olan.
bingi is. Kemerler üzerine oturtulmuş kubbe ile kemerlerin arasını kapatan üçgen biçimindeki kubbe parçalarından her biri.
bini is. hlk. 1. Binme işi: Bu hayvan biniye gelmez. 2. Kapı, dolap vb. şeylerin, kanatları kapandığında kalan aralığı Örtebilmek için bu kanatların kenarına çakılan çıta.
binici is. Ata binen kimse.
binicilik, -ği is. 1. Ata binme ustalığı: "Artık köy ağaları, çocuğun biniciliğini kahve tartışmalarının başlıca konuları arasına koydular." -H. E. Adıvar. 2. Ata binilerek yapılan spor.
binilme is. Binilmek işi.
binilmek (-e) Binme işi yapılmak: Arabaya binildi.
bininci sf. Bin sayısının sıra sıfatı, sırada dokuz yüz doksan dokuzuncudan sonra gelen.
biniş is. 1. Binme işi veya biçimi. 2. Üniversite öğretim üyelerinin giydikleri cübbe. 3. tar. Yüksek aşamalı bilginlerin ve yeniçeri subaylarının giydikleri cübbe. 4. esk. Atlı alay. 5. esk. Atlı alayda giyilen giysi.
binişme is. Binişmek durumu.
binişmek (nsz) 1. İki parçadan biri, öbürünün üstünde olmak. 2. Kas kirişleri birbiri üstüne binmek. 3. Kırık bir kemiğin iki parçası birbiri üstüne gelmek.
binit (I) is. esk. Binilecek taşıt veya hayvan, binek atı: "Tavla tavla şahbaz atlarım sana binit olsun." -Dede Korkut.
binit (II) is. hlk. Hamur durumundaki ekmeklerin, fırına atılmadan önce içine konulduğu oyuk gözlü tahta.
bin kat sf Pek çok, kıyaslanmayacak ölçüde: "Ölümün bu izdivaçtan bin kat hayırlı olduğunu söylüyordu." -R. N. Güntekin.
binlerce sf. (binle'rce) Pek çok, çok sayıda: "Yüzlerce, binlerce gün, ötekinden hiç farklı olmayarak geçmeyecek miydi sanki?" -H. C. Yalçın.
→ on binlerce, yüz binlerce
binlik, -ği is. 1. Bin birimden oluşan para. 2. Yaklaşık olarak üç litrelik büyük şişe. 3. sf. Bin tanesi bir arada olan.
→ beş binlik, on binlik, yüz binlik
binme is. Binmek işi: "Önünde bel verip binicisinin binmesini kolaylaştırırdı." -N. Cumalı.
binmek, -er (-e) 1. Yüksek bir şeyin veya bir hayvanın üstüne çıkıp ayaklarını sallandırarak oturmak: "Belki de atlara binerek dolaşırız. " -R. H. Karay. 2. Bir yere gitmek için tren, vapur, uçak, otomobil vb. bir taşıtta yer almak: "Vapurlara, trenlere ihtiyarları itip çocukları ezip biniyoruz."-O. S. Orhon. 3. Bisiklet, motosiklet, binek hayvanı kullanmak. 4. İş istenilmeyen veya beklenilmeyen bir biçim almak: İş inada bindi. 5. Bir şey sıkışarak yanındakinin üstüne çıkmak: Damar damara binmiş. 6. (nsz, -e) Fiyat artmak: Pamuklulara yüzde on bindi. 7. (-e) Eklenmek, katılmak: "Annemin dul maaşından ayrılmış bütçeme bir de posta masrafı binmişti her hafta." -Y. Z. Ortaç, bindiği dalı kesmek kendisine gerekli ve yararlı olan şeyi farkında olmadan yararsız duruma getirmek, kendi eliyle yok etmek: "Bindiği dalı kesmek diye bir deyim vardır ya, sanki insanlığın bugünkü bunalımını anlatmak için bulunmuş." -H. Taner.
→ indibindi
binnetice zf Ar. bi'n-netice esk. Sonuç olarak, nihayet: "Binnetice hiçbir iş yapamadan dönerdi." -S. F. Abasıyanık.
bin türlü sf. 1. Birbirinden çok farklı, çok değişik: "Klasik şiirin yıkıldığından beri, şiiri, bin kişi bin türlü tarif ediyor." -Y. K. Beyatlı. 2. zf. Birbirinden çok farklı biçimde, çok değişik biçimde.
binyıl is. Bin yılı içine alan zaman dilimi.
biperva sf. (biıperva:) Far. bi-pervâ esk. 1. Çekinmez, sakınmaz, korkusuz, gözü pek. 2. zf. Çekinmeden, korkmadan.
bir is. 1. Sayıların ilki. 2. Bu sayıyı gösteren 1, I rakamlarının adı. 3. sf. Bu sayı kadar olan: Bir kalem. 4. sf. Herhangi bir varlığı belirsiz olarak gösteren (sayı): Bir adam sizi arıyor. 5. sf. Tek: Allah birdir. 6. sf. Beraber: Hep biriz, ayrılmayız. 7. sf. Eş, aynı, bir boyda: Bu kalemlerin ikisi birdir, hangisini isterseniz alınız. 8. sf. Ortaklaşa olan, birleşik, müşterek: Bizim kesemiz birdir. 9. sf. Değer, önem bakımlarından birbirinden farksız, birbirine eşit, birbirine benzer. 10. zf. Bir kez: Bir ona, bir ona, bir bana baktı, sonra... 11. zf. Sadece: Her şey bitti, bir bu kaldı. Öyle zayıfladı ki, bir deri bir kemik kaldı. 12. zf. Ancak, yalnız: Bunu bir sen yapabilirsin, bir abam var atarım, nerede olsam yatarım tek başına bulunan kimsenin istediği yerde barınıp rahat edebileceğini anlatan bir söz. bir ağızdan çıkıp bin dile yayılır ortaya atılan bir söz çok çabuk yayılır, bir arpa boyu (gitmek veya yol almak) çok az: "Süfli gayeler, kütleleri ya oldukları yere mıhlayan ve bir arpa boyu ileri götürmeyen sefil isteklerdir." -S. Ayverdi. bir aşağı bir yukarı amaçsız olarak gidip gelmeyi anlatan bir söz: "Karabibik tenha sokakta bir aşağı bir yukarı gezinmekteydi." -N. Nâzım, bir atımlık barutu olmak (veya kalmak) bir konuda yapabileceği çok az şeyi bulunmak, bir ayağı çukurda olmak 1) yaşayacak çok az zamanı kalmış olmak; 2) çok yaşlanmış olmak. bir ayak önce (veya evvel) bir an önce: "Yanımızdan bir ayak evvel kaçmak için içinden yanıyordu." -H. E. Adıvar. bir ayak üstünde bin yalan söylemek (veya bir ayak üstünde kırk yalanın belini bükmek) çok kısa sürede pek çok yalan söylemek: "Bir ayak üstünde kırk yalanın belini büktüğü hâlde para hesabına bir türlü akıl erdiremez, bakkala bozdurulan paranın gerisini daima eksik getirirdi." -R. N. Güntekin. bir baba dokuz evladı besler, dokuz evlat bir babayı beslemez çok çocuğu olan baba, her çocuk babasına bakılmasını ötekinden beklediği İçin sıkıntıda kalır, bir baltaya sap olamamak belli bir iş sahibi olamamak: "Tavla, domino ve muhtelif kâğıt oyunlarından başka bir şey bilmediği için bir baltaya sap olamamıştı." -R. N. Güntekin. bir bardak suda fırtına koparmak önemsiz, küçük bir sorunu büyütmek, bir baştan (veya uçtan) bir başa (veya uca) bir yerin bir sınırından öbür sınırına kadar, bir ben, bir de Allah bilir sıkıntılı durumlarda söylenilen bir deyim: "Üç aydan üç aya maaş alıyoruz. Üç ayın sonunu nasıl bulduğumuzu bir biz biliriz, bir de Allah bilir." -M. Yesari. bir biçimine getirmek çözüm yolu bulmak: "Ne olur bir biçimine getir/ yak şu linyiti çıtır çıtır." -B. R. Eyuboğlu. bir ... bir (veya bir de) hem ... hem: "Denize bir konup bir kalkan martılar yüksekten avlarına bakarak haykırışırlar." -A. İlhan, bir bu eksikti sıkıntılı bir durum varken bir yenisinin çıkması üzerine söylenen bir söz. bir çatı altında (olmak veya bulunmak) aynı yapı içinde, bir çekirdek geri kalmamak bütünüyle denk olmak, bir çiçekle bahar (veya yaz) olmaz 1) küçük, güzel bir belirti İle doyurucu sonuca ulaşılmaz; 2) çapkın kimseler için kullanılan bir söz. bir çöplükte iki horoz ötmez bir yerde iki kişi baş olmaz. bir çuval inciri berbat etmek düzelmekte olan bir durumu yersiz, yanlış davranışlarla bozmak: "Bir çuval inciri berbat etmişlerin süklüm püklümlüğüyle müfettişin yanına çıktı." -O. Kemal, bir dalda durmamak sık sık iş veya düşünce değiştirmek. bir de 1) ve olana katarak, fazladan: Sen, o, bir de ben. Bir de şunu düşünmeli ki... 2) umulanın veya beklenilenin dışında bir durumu anlatan cümlelerin başına gelir: Bir de ne göreyim! Bir de öyle demişim ne çıkar? bir dediği bir dediğini tutmamak söyledikleri birbirine uymamak, tutarsız konuşmak, bir dediği iki olmamak her istediği yapılmak, (birinin) bir dediğini iki etmemek her istediğini hemen yapmak, bir deli kuyuya bir taş atar, kırk akıllı çıkaramazmış bazen bir kimsenin yaptığı yersiz bir iş, birçok kimse tarafından düzeltilemez. bir deri bir kemik (kalmak) çok zayıflamak: "Zaten bir deri bir kemik, zayıf bir adamdı." -S. Birsel, bir dikili ağacı olmamak hiçbir şeyi olmamak, bir dokun bin ah işit (veya dinle) (kâseifağfurdan) insanları konuşturmak için biraz dertlerini deşmek yeter, bir don bir gömlek yarı çıplak, bir dostluk kaldı! mal azaldığında satıcıların kullandığı bir özendirme sözü. bir dudağı yerde bir dudağı gökte masallardaki dev gibi korkunç ve çirkin, bir el bir eli yıkar, iki el bir yüzü yıkar bazı durumlarda yardımcısız iş yapılmayacağını anlatan bir söz. bir elini bırakıp Ötekini Öpmek aşırı saygı göstermek, bir (veya sağ) elinin verdiğini Öbür (veya sol) elin duymasın yapılan bir iyilik gizli tutulmalı, onunla övünülmemelidir. bir elin nesi var, iki elin sesi var başarıya ulaşmak için birlik gerek, bir elin sesi çıkmaz 1) bir davanın bir kişi tarafından savunulması etkili ve yeterli değildir; 2) yardımlaşarak işler daha kolay basardır, bir eli yağda bir eli balda (olmak) varlık ve bolluk içinde olmak: "Burada bir hocanım vardı. Ceza reisi kendine nikâh etti. Şimdi bir eli yağda bir eli balda." -R. N. Güntekin. bir elle verdiğini Öbür elle almak yapar göründüğü bir iyiliği, sağladığı bir çıkarla ödetmek, bir elmanın yarısı o, yarısı bu birbirlerine çok benzeyen kimseler için kullanılan bir söz. bir fincan (veya bir acı) kahvenin kırk yıl hatırı vardır iyilik küçük de olsa unutulmaz. bîr fende kazık kakmak (veya çakmak) bir bilgi veya bilim dalında saplanmış kalmak: "Bir fende kazık kakmaktansa hepsinden birer parça malumat kapma fikrinde idi." -H. R. Gürpınar, bir gömlek aşağı birinden bir derece daha düşük, bir gömlek fazla eskitmiş olmak birinden daha yaşlı ve daha görmüş geçirmiş olmak, bir göz ağlarken öbür göz gülmez keder veya sıkıntı varken dostlar, akrabalar eğlenmemelidir. bir göz gülmek hem gülüp hem ağlamak. bir gün evvel olabildiği kadar çabuk. bir günden bir güne hiç, hiçbir zaman, bir günlük beylik beyliktir hoşa giden bir durum, kısa da sürse çekici ve güzeldir, bir hâl olmak 1) bir şeyin çok tekrarlanması yüzünden bitkin duruma gelmek, usanmak, bezmek, fenalık gelmek: Çocuklar, yapmayın, etmeyin demekten bir hâl oluyorum. 2) huyu değişmek: "Bu çocuğa bir hâl oldu, bu çocuk avareleşti." -Y. K. Karaosmanoğlu. 3) kazaya uğramak; 4) ölmek, bir hoş eylemek hüzünlendirmek. bir içim su (gibi) çok güzel (kadın): "Görmeyeli sen büsbütün bir içim su olmuşsun." -A. İlhan, bir iğne bir iplik olmak iğne ipliğe dönmek, bir işaretine bakmak bir işi yapmak için hazır beklemek, bir iştir oldu istenmeyen, kötü bir durum karşısında söylenen bir söz. bir kapıya çıkmak aynı sonuca varmak, bir karıyla bir koca, dırdır eder her gece sıkıntı veya yalnızlık yüzünden iki dost bile birbiriyle dalaşır, anlamsız konuşur, (elinden gelse veya bıraksalar) bir kaşık suda boğmak bir kimseye çok kızmak veya çok öfkelenmek: "Muhalifler bizi bir kaşık suda boğmak istidadını gösteriyordu." -Y. K. Karaosmanoğlu. bir kazanda kaynamak anlaşmak, uyuşmak, bağdaşmak, bir kenara atılmak unutulmak, terk edilmek, ilgi kesilmek, bir kenarda durmak gerektiği zaman kullanmak üzere hazırda tutmak, bir kıyamettir gitmek (veya kopmak) çok fazla gürültü, patırtı, telaş olmak: "Köylülerin orada olması fevkalade bir şeymiş gibi bir sevinç, bir kıyamettir gidiyordu." -R. N. Güntekin. bir kızı bin kişi ister, bir kişi alır bir şeyi herkes ister, ancak onu bir kişi elde edebilir, bir kol çengi şen sözler ve davranışlarla çevresine neşe saçanlar için söylenen bir söz. bir kolayını bulmak kolaylıkla yapabilmeyi sağlamak veya yapma yolunu bulmak: "Bu Sadi ne yapar yapar, istanbul'daki bütün yabancı konsoloslukların kokteyline, yemeğine kendim davet ettirmenin bir kolayım bulur." -H. Taner, bir koltuğa iki karpuz sığmaz aynı zamanda birden çok işle ilgilenmek basan için sakıncalıdır. bir koyundan iki post çıkarmak olması gerekenden daha fazla elde etmek. bir Köroğlu, bir Ayvaz bir karı kocanın çocuklarının, yakınlarının yanlarında bulunmadığını veya hiç çocukları olmadığını anlatan bir söz: "Eve işçi, aşçı tutmam, kaynana, baldız istemem. Bir Köroğlu bir Ayvaz. " -M. Ş. Esendal. bir köşeye atılmak terk edilmek, ilgilenilmemek, kendi kaderine terk edilmek, (bir şeyi) bir köşeye atmak gerektiğinde kullanılmak için bir yere koymak, bir köşeye koymak saklamak, biriktirmek: "Yıllardan beri dişinden tırnağından artırdığı, çoluk çocuğunun nafakasından kestiği parayı günün birinde, ben de bu zilletten kurtulurum umuduyla bir köşeye koymuştu." -Y. K. Karaosmanoğlu. bir kulağından girip öbür kulağından çıkmak söylenen söze önem vermemek: "Fakat bütün bu sözler benim bir kulağımdan girip öbür kulağımdan çıkıyordu." -Y. K. Karaosmanoğlu. bir kurşun atımı kurşunun gidebileceği uzaklık, bir lokma bir hırka hayatta azla yetinmeyi, dervişçe geçinmeyi anlatan bir söz. bir mum al da derdine yan başkalarıyla uğraşacağına kendi durumunu düşün, bir olmak bir araya gelmek, iş birliği yapmak: "Baba oğul bir oldular, ilkin çerçeveleri söküp düzelttiler." -M. Ş. Esendal. (...-masıyla, ...-mesi) bir olmak Çabucak olmak: Basmasıyla ayağı kayıp güvertenin üstüne kapaklanması bir oldu." -H. Taner, bir o yana, bir bu yana rastgele, birçok yerlere, çeşitli yönlere, bir paralık etmek çok utanacak, işe yaramaz bir duruma düşürmek: "Burnumuzun dibinde araba soydular, namusumuzu bir paralık ettiler." -R. N. Güntekin. bir postum var atarım, nerede olsa yatarım yalnızım, tek basmayım, istediğim yere gider, istediğim biçimde davranırım, (birini) bir pula satmak bir kimseyi bir çıkar uğruna harcamak. bir pul etmemek hiç değeri olmamak, bir sıçrarsın çekirge, iki sıçrarsın çekirge, sonunda yakalanırsın çekirge (veya üçüncüsünde avucuma düşersin çekirge) birkaç kez saklanabilen bir suç günün birinde ortaya çıkarak yapanı kötü bir duruma düşürür, suçlu cezasız kalmaz, bir sıkımlık canı olmak çok cılız ve güçsüz olmak: "Bir sıkımlık canın var. Bu boyla bir de adam korkutmaya kalkarsın ha, diye ensesine iki tokat attım." -R. N. Güntekin. bir söyledi pir söyledi uzatmadan gereği gibi söyledi. bir söyle on dinle az konuşup çok dinlemek yararlı olur. (birinin) bir sözünü (veya dediğini) iki etmemek birinin her istediğini hemen yerine getirmek: "Maliye müfettişi sizin beyin mektep arkadaşıymış. Sözünden çıkmaz, bir dediğini iki etmezmiş. O isterse arkasından söyler, kocamı kurtarır." -R. N. Güntekin. bir şeye benzememek işe yarar durumda olmamak, bir şeyin şüyuu vukuundan beterdir söylenti veya dedikodu olaym gerçekleşmesinden daha kötüdür, bir şeyler, bir şeyler daha fazla açıklamamak, kısa kesmek gerektiğinde söylenen bir söz. bir şeyler (veya bir şey) olmak 1) huyu, durumu, tutumu değişmek, yeni huylar edinmek: Son zamanlarda ona bir şeyler oldu. 2) bayılır gibi olmak, birden fenalık gelmek: Bana bir şeyler oluyor dedi ve bayıldı. 3) ölmek: Bana bir şey olursa çocuklar size emanet, bir şey sanmak bir kimseyi, bir şeyi, bir yeri gerçeğinden, olduğundan başka türlü düşünerek hayal kırıklığına uğramak, değerlendirmede yanılmak: Tüccar deyince biz de onu bir şey sandık, bir şey söylemek 1) konuşmak; 2) belirtmek, anlatmak, ifade etmek, bir tahtası eksik tkz. akılca eksik, yarım akıllı, bir tarafa bırakmak (veya koymak) önemsememek, benimsememek, ertelemek, bir taşla iki kuş vurmak bir davranışla birden çok yararlı sonuca ulaşmak, bir tat, bin feryat mutluluktan çok, sıkıntısı fazla olan: "O zamana kadar kira köşelerinde sürünmekten bir tat, bin feryat, türlü sıkıntılara giriftar olmuşken..." -H. Z. Uşaklıgil. bir tek atmak bir kadeh içki içmek: "Canım şurada bir tek atalım, serinleriz, konuşuruz dediler. " -R. H. Karay, bir torba kemik çok zayıf, bir tuhaflığı olmak kendini iyi hissetmemek. bir tutmak (veya bir görmek) eşit saymak, eşit görmek, bir varmış bir yokmuş 1) bir masala başlarken, "eskiden" anlamında söylenen bir tekerleme: Bir varmış bir yokmuş, develer tellal iken, pireler berber iken, ben anamın beşiğini tıngır mıngır sallarken. 2) masal gibi geçip gitmiş, artık hayal olmuş, bir yakadan baş çıkarmak bir çatı altında dirlik düzenlik içinde yaşamak, (bir şey veya kimse) bir yana dünya bir yana bir varlığa çok değer verildiğini anlatmak için kullanır: "Mercan Usta bir yana dünya bir yana." -Halikarnas Balıkçısı, bir yastığa baş koymak evli bulunmak. bir yastıkta kocamak karı koca birlikte uzun bir ömür sürmek, bir yaşına daha girmek şimdiye değin görmediği şaşılacak yeni bir şeyle karşılaşmak: "Ah anacığım bir yaşıma daha girdim, dünyada her şey aklıma gelirdi de tefle ayı oynatmak gelmezdi." -O. C. Kaygılı, bir yiyip bin şükretmek kötü durumda olanlara bakarak kendi durumunun değerini bilmek: "Bekâr olduğumuza bir yiyelim de bin şükredelim." -R. N. Güntekin. bire beş katmak bire bin katmak: "Rahmi'nin neyi var neyi yoksa, özellikle de son zamanda aldıklarını, bire beş katarak sayanlar ... çıktı." -T. Buğra, bire bin katmak çok abartmak: "Hiç merak etmeyin, hep bire bin katarak anlatır." -Y. K. Karaosmanoğlu. bîre ... vermek 1) buğday, arpa, nohut, fasulye vb. ürünler için toprak, kullanılan tohumun belli bir katı kadar ürün vermek; 2) şans oyunlarında verilen paradan daha fazla para kazandırmak.
→ bir ağızdan, bir alay, bir âlem, bir an, bîr ara, bir araba, bir arada, bir avuç, biraz, bir bakıma, bir başına, bir bir, bir boy, bir çenekliler, bir çenetli, bir çırpıda, bir çift, bir çuval dolusu, bir daha, bir damla, bir defa, bir derece, bir dirhem, bir dolu, bir düzine, bir düziye, bir el, bir evcikli, bir gecelik, bir gıdım, bir göz, bir gözeli, bir güzel, bir hamlede, bir hayli, bir hoş, bir hücreli, bir İki, birkaç, bir kafada, bir kalem, bir karar, bir karış, bir kere, bir koşu, bir küme, bir lahzada, bir milyonluk, bir nebze, bir nefes, bir nefeste, bir nice, bir numara, bir o kadar, bir ölçüde, bir örnek, bir parça, bir parmak, bir sıra, bir solukta, bir sürü, bir tabur, bir tahtada, birtakım, bir tane, bir tanem, bir temiz, bir terimli, bir tomar, bir tutam, bir türlü, bir vakitler, bir yana, bir yanda, bir yandan, bir yığın, bir yol, bir zaman, birdenbire, arada bir, birdirbir, birebir, bire bir, bire bir eşleme, ağzı bir, beş bir, bin bir, binde bir, bire bir, daha bir, dört bir, elde bir, her bir, herhangi bir, hiçbir, içi dışı bir, iki bir, kapı bir komşu, kırkyılda bir , nisan bir, nisan bir şakası, onbiraylık, şöyle bir, üç bir, ikide birde, başka biri, hiçbiri
bira is. (bi'ra) İt. birra Arpa İle şerbetçi otunu mayalandırarak yapılan bir içki, arpa suyu: "Onu iki bardak bira içmeye razı etmişti." -R. N. Güntekin.
→ bira bardağı, birahane, bira mayası
bira bardağı is. Bira içmek için yapılmış özel bardak.
biracı is. (bi'racı) 1. Bira yapıp satan kimse. 2. Çok bira içen kimse.
biracılık, -ğı is. Bira yapma ve satma işi.
birader is. (bira:der) Far. birader 1. Erkek kardeş. 2. Masonların birbirlerine verdikleri ad. 3. ünl. "Ey dost, arkadaş" anlamında bir seslenme sözü: "Aman birader! Üç sene önce bu bende idi." -A. Rasim.
→ kayınbirader, kızmabirader
biraderlik, -ği is. Birader olma durumu.
→ kayınbiraderlik
bir ağızdan zf. Hep birlikte, beraberce, hep birden: "Serdar bakıp at üstünden dedi ileri! / Bir ağızdan uğuldadı cenk türküleri." -Y. Z. Ortaç.
birahane is. (biraha:ne) İt. birra + Far. hâne Genellikle bira içilen, aynı zamanda çabuk hazırlanan bazı sıcak veya soğuk yemeklerin de yenildiği yer: "Dün akşam Reha Bey bana oturduğumuz birahanede muharrir Ahmet Rasim beyi de tanıttı." -O. C. Kaygılı.
birahaneci is. Birahane işleten kimse: "Parayı birahaneci, meyhaneci gibi adamlara verirsek günah değil." -R. N. Güntekin.
bir alay sf. esk. Birçok, bir sürü, pek çok: "Onlara çok zaman kedi, köpek, horoz, tavuk taklidi yapar, dükkânın önünde bir alay adam toplanır, bir cümbüştür giderdi." -H. E. Adıvar.
bir âlem sf. Kendine özgü bir niteliği olan: "Bir âlem bu toprakların üstü." -B. Necatigil.
biralık, -ğı sf. Bira yapmakta kullanılan: Biralık arpa.
bira mayası is. Mayalanmış durumdaki biranın yüzünden alınan bir tür mantar.
bir an zf. Çok kısa bir süre: "Devamlı yaklaşıyorduk, bir an sonra duvarlarına çarpacaktık. " -R. H. Karay.
→ bir an önce
bir anda zf. Çabucak.
bir an önce zf. Hemen, olabildiği kadar ivedi.
bir ara zf 1. Kısa bir süre: "Bir ara önümüzden şarkı sesleri geldi." -F. R. Atay. 2. Geçmişte bir zaman, bir araya gelmek bir yerde toplanmak, buluşmak: "Hep böyle bir araya gelip gülüp eğlenebilseler!" -N. Cumalı. bir araya getirmek toplamak.
bir araba is. 1. Odun, kömür vb. bazı şeylerin Ölçü birimi. 2. sf. mec. Pek çok, fazla.
bir arada zf. Toplu bir durumda, birlikte, toplu olarak.
bir aralık zf. Bir ara.
bir avuç, -cu sf. 1. Bir avuç dolduracak kadar: "Bu bir avuç insandan hemen hiçbiri, bugün tanıtma alanında çalışmamaktadır." -T. Halman. 2. Az, çok az: "Ortada bir avuç Türk'ün barındığı bir ata yurdu kalmıştı." -Atatürk, bir avuç toprak olmak ölmek: "O olmasaydı, sen şimdi bir avuç toprak olmuştun. " -R. N. Güntekin.
biraz sf. (bi'raz) 1. Bir parça, çok değil: "Biraz yağmur yağdı mı, Beyoğlu'nun yaya kaldırımlarında yürüyebilirsen yürü." -F. R. Atay. 2. zf Kısa bir süre için: "Uzun etme iki gözüm biraz da bize uğra." -O. Rifat. 3. zf Yeterince değil, yeter ölçüde değil, az miktarda: Dersini biraz biliyor.
birazcık, -ğı sf. Pek az, çok az.
birazdan zf. (bi'razdan) Az sonra.
bir bakıma zf. Başka bir görüşle, başka bir düşünüşle: "Nadire Hanım bir bakıma kocasının büyük adam oluşuna seviniyor." -M. Ş. Esendal.
bir başına zf. 1. Tek başına: "Bir başına yaşayan erkeklerin yüzde ellisi gibi, temizliğe pek özen gösterdiği savunulamazdı." -H. Taner. 2. Başkasının yardımı olmaksızın.
bir bir (I) is. Hepyek.
bir bir (II) zf. 1. Birer birer. 2. Ayrı ayrı. 3. Olduğu gibi, tam tamına, eksiksiz olarak: "Olanı biteni bir bir İdris Bey'e söyledi." -Y. Kemal.
birbiri zm. 1. Karşılıklı olarak biri ötekini, öteki de onu: "O zaman on dört paşa, büyük, hudutsuz bir hayret içinde İzzet Paşa'nın, sonra da birbirlerinin yüzüne baktılar." -N. S. Örik. 2. Biri diğerinin yanı sıra: Günler birbirini kovalar. Birbiri ardınca on kişi geldi, birbiri için yaratılmış olmak birbiriyle çok iyi anlaşmak, birbiri üstüne gelmek arkası arkasına meydana gelmek, ara vermeden olmak: "Son günlerde birbiri üstüne gelen yorgunluklardan söz etti." -N. Cumalı. birbirine düşmek aralan açılmak, aralarında anlaşmazlık çıkmak. birbirine girmek 1) kavga etmek, dövüşmek: "Bunun için sabır, sükûnet, soğukkanlılık gerek, hâlbuki biz birbirimize giriyoruz. " -H. R. Gürpınar. 2) karışmak; 3) iplik vb. dolaşmak, çözülmeyecek duruma gelmek. birbirine katmak 1) aralarını açmak, aralarını bozmak, olay çıkarmak; 2) karıştırmak. birbirini tutmaz birbiriyle ilgisi olmayan, tutarsız, birbirini yemek iki veya daha çok kimse birbiriyle uğraşmak, birbirine kötülük etmek: "Birbirimizi yiyecek zaman değil çocuklar." -R. N. Güntekin. birbirinin ağzına girmek birbirine çok düşkün olmak, birbirinin ağzına tükürmek tkz. bir sorunda, bir olayda sözleşmiş gibi, ağız birliği yapmak, birbirinin gözünü çıkarmak kıyasıya dövüşmek, birbirinin gözünü oymak aralarında aşın geçimsizlik olmak.
bir boy zf. hlk. 1. Bir kez. 2. Aynı boy.
→ bir boydan bir boya
bir boyda sf. Boyları eşit.
bir boydan bir boya zf. Bir yerin bir ucundan öbür ucuna kadar, baştan başa: "Önce, bir boydan bir boya sokağı gözden geçirdik." -E. Bener.
birci is. fel. Tekçi, monist.
bircilik, -ği is. fel. Tekçilik.
bir çenekliler ç. is. bot. Oğulcuğu bir çenekten oluşmuş, kapalı tohumlulardan bir bitki sınıfı.
bir çenetli sf. bot. Kapsüllü yemişlerin tek parçalı olanları.
bir çırpıda zf. Bir alışta, bir tutuşta: "Üstelik bunu bir çırpıda, beş kere değil, on kere değil, elli kere yapabileceğiz." -T. Halman.
bir çift sf. 1. İki adet: "Bakın çantasında acep nesi var / Bir çift kundurayla bir de fesi var." -Halk türküsü. 2. Biraz, bir iki.
→ bir çift takırtı, bir çift söz
bir çift lakırtt is. Bir iki söz, kısa konuşma. bir çift lakırtı etmek kısa konuşmak: "A-dam hesabına koyup bir hatır sormaz, bir çift lakırtı etmezler." -M. Ş. Esendal.
bir çift söz is. Bir iki söz. bir çift sözü olmak söyleyecek bir şeyleri bulunmak: "Gel gör ki dilimin ucunda kağnı var. Kağnılar için de bir çift sözüm var." -B. R. Eyuboğlu.
birçoğu zm. (bi'rçoğu) Çok sayıda olan kimse veya şey: Ziyaretçilerin birçoğu geri döndü.
birçok sf. (bi'rçok) Oldukça çok, sayısı belirsiz, bir hayli, müteaddit: Bu satırları, birçok mektuba biraz cevap olsun diye yazıyorum. " -H. E. Adıvar.
birçokları zm. Çok sayıda olan kimse veya şey: "Birçokları onu memleketin mukadderatına yabancı bulmuşlardır."-A. Ş. Hisar.
bir çuval dolusu sf Çok fazla: Bir çuval dolusu para.
bir daha zf. 1. Bir kez daha. 2. Hiçbir zaman: Bir daha mı, tövbeler tövbesi!
bir damla sf. 1. Çok az: Bir damla olsun su yok. 2. Çok küçük (çocuk).
bir defa zf. İlk önce, hele.
bir defada zf. Ara vermeksizin.
bir defalık zf. Bir kerelik.
birden zf. 1. Bir defada. 2. Ansızın: "Birden döndüm ve tahminimde haklı olduğumu anladım." -R. H. Karay. 3. Birlikte, beraberce, hepsi bir arada: "Şimdi, ikisi birden gülmekten kırılıyorlar." -Y. K. Karaosmanoğlu. 4. Çabucak.
→ birdenbire, hep birden
birdenbire zf. (birde'nbire) Ansızın: "Birdenbire bulunduğumuz odanın kapısı açılıverdi."-S. F. Abasıyanık.
bir derece zf. Biraz: Bu sıcak bir derece çekilir. bir dereceye kadar doyum noktasına henüz gelinmemiş olduğunu belirten bir söz.
birdirbir is. (birdirbir) Oyuncuların birbirinin üstünden atlayarak oynadıkları bir oyun.
bir dirhem sf. Çok az, birazcık: Bir dirhem aklı yok. bir dirhem bal için bir çeki keçiboynuzu çiğnemek verimi az, zahmeti çok olan bir işle çok uğraşmak, bir dirhem et bin ayıp örter biraz kilo almak pek çok kusuru Örter.
bir dolu sf. hlk. Birçok.
bir düzine sf. Çok: Bir düzine adam koşuyordu.
bir düziye zf Kesintisiz, sürekli, ardı arkası kesilmeksizin: "Ağzı yayılıyor, dişsiz yerlerin kara çukurları bir düziye meydana çıkıyor. " -H. E. Adıvar.
birebir sf. (bire'bir) 1. Etkisi kesin olan: "Bu yoldaki irfan, pek terbiyeli, pek nazik köleler yetiştirmek için birebirdi." -Halikarnas Balıkçısı. 2. mec. İstenildiği gibi, uygun. (bir şey için) birebir gelmek etkisini hemen ve kesin olarak göstermek.
bire bir is. 1. Verilen ölçüdeki karşılık, miktar. 2. Aynısı, tıpkısı.
→ bire bir eşleme
bire bir eşleme is. mat. İki kümenin elemanları arasında, bir elemana karşı, bir eleman alınarak yapılan eşleme.
bir el is. 1. Ateşli silah için bir kez atım. 2. İskambil, tavla vb. oyunlarda bir tur oyun.
bir elden zf. 1. Aynı kimse tarafından. 2. Bir merkezden.
birer sf. Bir sayısının üleştirme sayı sıfatı, her birine bir: "Birer kalp bıraktılar bize kırık / Ömrümüzce gözyaşı döktürecek." -C. S. Tarancı.
→ birer birer, birer ikişer
birer ikişer zf. Tek veya birkaçı birlikte olarak: Demin trenin gürültüsünden ürküp havalanan güvercinler şimdi birer ikişer perona konuyorlardı." -H. Taner.
bireşim is. 1. Parçaların veya öğelerin bir araya getirilip bir bütün olarak birleştirilmesi. 2. Bu biçimde oluşan bütün. 3. kim. ve fel. Sentez.
bireşimli sf. Bireşim yolu ile elde edilen, sentetik.
bir evcildi sf. bot. Mısır, ceviz, fındık vb. erkek ve dişi organları ayrı çiçeklerde, ancak aynı kök üzerinde bulunan (bitki).
birey is. 1. Kendine özgü nitelikleri yitirmeden bölünemeyen tek varlık, fert. 2. Doğa bilgisinde türü oluşturan tek varlıklardan her biri. 3. man. Bir türün kapsamı içine giren somut varlık. 4. psikol. İnsan topluluklarını oluşturan, insanların benzer yanlarını kendinde taşımakla birlikte, kendine özgü ayırıcı özellikleri de bulunan tek can, fert. 5. sos. Toplumları oluşturan ve düşünsel, duygusal, iradeyle İlgili nitelikleri toplum içinde belirlenen insanların her biri, fert.
→ birey oluş, birey üstü
bireyci is. 1. Kişi haklarını savunan kimse. 2. Bireycilikten yana olan kimse, ferdiyetçi.
bireycilik, -ği is. sos. 1. Bireylerin yararlarını toplumsal yararlardan daha üstün veya daha önemli sayan öğreti, tutum veya politikaların genel adı, ferdiyetçilik, İndividüalizm. 2. fel. Bütüne, genele değil de, bireye, tek olana üstünlük tanıyan görüş, ferdiyetçilik, individüalizm.
bireyleşme is. fel, 1. Türle ilgili bir örneğin bireyde gerçekleşmesi. 2. Bağımsız kişiliğe varan gelişme süreci.
bireyleştirme is. Bireyleştirmek işi.
bireyleştirmek (-i) Bireye özgü kılmak, başkalarından ayırmak.
bireylik, -ği is. sos. 1. Bir kimseyi dış gözlemciler gözünde benzersiz, tek kılan özellikler veya bunların tek biçimi, ferdiyet. 2. fel. Bireyi benzerlerinden ayıran niteliklerin bütünü.
birey oluş is. biy. Yumurtanın döllenmesinden bireyin yetkin duruma gelmesine kadar geçirdiği gelişim evrelerinin bütünü, ontogenez, soy oluş karşıtı.
bireysel sf. Bireyle ilgili olan, bireye özgü olan, ferdî.
→ bireysel emeklilik
bireysel emeklilik, -ği is. Bireylerin geleceklerini garanti altına almak için bankalar ve çeşitli finans kurumlan aracılığıyla yaptıkları tasarruf.
bireyselleştirme is. fel. 1. Bireysel duruma getirme. 2. Ancak ortaklaşa ve genel olarak var olan şeyi bireylere uygulama ve yayma. 3. İnsanların doğal, toplumsal ve tarihsel gelişmesinden kendine özgü olan şeylerin, özelliklerin, bireysel olanın çekilip çıkarılması.
bireyselleştirmek (-i) Bir şeyi ayrı olarak, bireysel olarak göz önüne almak.
bireysellik, -ği is. fel. 1. Birey olma olgusu. 2. Bir kişiyi benzerlerinden ayıran özelliklerin bütünü, ferdiyet.
bireyüstü sf fel. 1. Tek bir bireyi aşan. 2. Genellikle fertlerin çevresini aşan, bireylerin bilincinden bağımsız olan.
bir gecelik, -ği sf. 1. Bir gece için, bir geceye ait. 2. Bir gece içinde olup biten.
bir gıdım sf. Çok az miktarda: "O zaman Türkiye, dünya Önündeki cakayla fiyakanın bir gıdım da olsa tadım tatmaya başlayacaktır." -Ç. Altan.
bir göz sf Tek odadan oluşan: "Şu fakir mahallede bir göz evim olsaydı / Nasıl sevinç içinde çıkardım şu yokuşu." -Z. O. Saba.
bir gözeli sf. biy. ve zool. Bir hücreli.
bir gözeliler ç. is. Yapısı tek bir hücreden oluşan hayvanlar veya bitkiler.
bir güzel zf. Çok iyi, iyice.
bir hamlede zf. 1. Çabucak. 2. Bir atılışta.
bir hayli zf 1. Epey, çok, hayli. 2. Oldukça.
bir hoş sf Tuhaf bir biçimde, garip: "Sen çoktan beri bana karşı bir hoştun." -Y. K. Karaosmanoğlu. bir hoş olmak 1) şaşırmak; 2) hüzünlenmek.
bir hoşluk, -ğu is. Her zaman görülmeyen, iyiye yorulmaz durum: Onun bugün bir hoşluğu var. bir hoşluğu olmak bir rahatsızlığı, bir neşesizliği olmak: "Bir hoşluğu var üstünde bugün /Dursun Ağa'nın /Biraz başı ağrıyor /Biraz dişi ağrıyor." -O. Rifat.
bir hücreli sf. biy. ve zool. Yapısı tek bir hücreden oluşan (hayvan veya bitki), bir gözeli, tek hücreli.
biri zm. 1. Bir tanesi: "Vagonun birine binip bölmelerden birine yerleşti." -M. Ş. Esendal. 2. Bilinmeyen bir kimse: "İhtimal hırsız Eşrefin hayranlarından biriydi." -O. S. Orhon. 3. Yüklem durumunda olan bir isim takımının belirtileni olarak kullanıldığında belirtenin hor görüldüğünü anlatan bir söz: Kendisi vaktiyle arabacının biri idi. biri eşikte biri beşikte küçük çocuğu çok olan kimseler için söylenen bir söz.
→ her biri, herhangi biri, hiçbiri
biricik, -ği sf Eşi benzeri, ikincisi olmayan ve çok sevilen, tek, yegâne: "Biricik sevdiğim şey musiki." -S. F. Abasıyanık.
bir iki sf. Birtakım, bazı, bir parça, biraz, çok az sayıda, birkaç kez: Bir iki işe girip çıktı. bir iki demeden (veya demeye kalmadan veya bir iki derken) duraksamadan, karşısındakine vakit bırakmadan: "Sol ayağımı eline aldı, bir iki demeye kalmadan çevirdi mi, bastırdı mı, bilmiyorum." -T. Dursun K.
birikim is. 1. Birikme, bir yerde toplanıp yığılma: "Kim bilir kaç olayın birikimiyle zifir gibi kararmıştı, içi." -T. Buğra. 2. Gözlemler, deneyler sonucu elde edilmiş şeylerin bütünü, deneyim: "Mimari birikim bazen bir kente köklü bir damga, bir özellik bırakıyor." -H. Taner. 3. ekon. Biriktirilen mal veya para. 4. jeol. Herhangi bir aşınma sürecinde veya taşıma işi yapılırken alüvyonlu maddelerin bırakılması. 5. sos. Toplumların kültürel varlıklarının gelişip genişlemesi ve uygarlık düzeyinin yükselmesi süreci.
→ anamal birikimi
birikimci is. Tasarruf yapan kimse, para vb. değerli şeyleri biriktiren kimse.
birikimcilik, -ği is. Birikimcinin yaptığı iş.
birikinti is. Bir yerde kendi kendine birikmiş olan şey: "Komşunun kazları birikintilerde kanat çırpıp bağırıyordu." -R. Enis.
→ birikinti konisi
birikinti konisi is. coğ. Dağlık bölgelerden, yamaçlardan suların getirdiği kum veya taş parçalarının bir düzlükte oluşturduğu yelpaze biçimindeki yığın.
birikiş is. Birikme işi veya biçimi.
birikişme is. Birikişmek işi.
birikişmek (-e) Bir yere toplanmak, bir araya gelmek.
birikme is. Toplanıp yığılma.
→ birikme havzası
birikme havzası is. coğ. Kar ve yağmur sularının biriktiği bölge.
birikmek (nsz) 1. Toplanıp yığılmak: "Meydanlarda çamurlar, sular birikirdi." -S. F. Abasıyanık. 2. Birbirine eklenip çoğalmak: "Sana verilecek havadislerim birikti." -P. Safa.
biriktirilme is. Biriktirilmek işi.
biriktirilmek (nsz) Biriktirme işi yapılmak.
biriktirim is. Biriktirme.
biriktirme is. Biriktirmek işi, tasarruf.
biriktirmek (-i, -e) 1. Toplayıp yığmak. 2. Bir şeyi ölçülü kullanarak artırmak, tasarruf etmek: "Zehra aldığı bütün paraları biriktiren, iyi kalpli, sessiz bir kızdı." -S. F. Abasıyanık. 3. Öğrenme, yarar sağlama vb. sebeplerle bazı nesneleri bir araya getirmek, koleksiyon yapmak.
birileri zm. Bazı kimseler.
birim is. 1. Bir kümenin her elemanı. 2. Bir çokluğu oluşturan varlıkların her biri, ünite. 3. Bir niceliği ölçmek için kendi cinsinden örnek seçilen değişmez parça, vahit: Uzunluk birimi metredir. 4. Herhangi bir kuruluştaki alt bölümlerden her biri. 5. dbl. Dilin, oluşturduğu yapı içinde, belli bir düzlemde yer alan öbür öğelerle kurduğu bağıntılarla tanımlanan ayrı nitelikli öge, ünite.
→ son birim, biçim birimi, leksik birimi, nazım birimi, para birimi, ses birimi, sözlük birimi, zaman birimi, yüzlük birimler bölüğü
birimler bölüğü is. mat. Birden dokuz yüz doksan dokuza kadar olan sayılar bölüğü.
birincasıf is. bot. Bileşikgillerden hekimlikte kullanılan bir bitki.
birinci sf. 1. Bir sayısının sıra sıfatı. 2. is. Zaman, yer, sıra bakımından başkalarından önce gelen kimse, şey: "Birincisi ne kadar mağrur ise, öbürü o kadar yılışık." -Y. Z. Ortaç. 3. is. Sırada, önem sırasında en üstün olan kimse: "Sınıfın birincisi olduğundan imtihanlara girişinde..." -Ö. Seyfettin. 4. is. Ulaşım araçlarında mevki, sınıf: "Bütün grubu hiç olmazsa ilk ineceğimiz iskeleye kadar birincide götürmek istemişti." -R. N. Güntekin. birinci gelmek (veya çıkmak) birçokları arasında en iyi olarak seçilmek. birinci olmak başta gelmek, önde gelmek.
→ Birinci Çağ, birinci el, birinci kemancı, birinci mevki, birinci sınıf, birinci zar
Birinci Çağ is. jeol. En eski fosillerin oluşturdukları jeolojik zaman, paleozoik.
birinci el is. Kaynaktan çıkma, aslından çıkma. birinci elden kaynağa gitmek bilimsel çalışmalarda kaynakların aslına, özgününe dayanmak.
birinci kemancı is. 1. Orkestrada keman çalan, şeften sonraki ikinci kişi. 2. mec. Bir işte en önemli görevi üstlenen kimse.
birincil sf. 1. Sırada, önemde ilk yeri alan. 2. Temel olarak alınan, ana, temel, esas, asli.
→ birincil grup
birincil grup, -bu is. sos. İçten, samimi, yüz yüze ilişkilere dayanan iki veya daha çok insandan meydana gelen topluluk.
birincilik, -ği is. 1. Birinci olma durumu. 2. Şampiyonluk için yapılan yarışmalar: Güreş birincilikleri başladı.
birinci mevki is. Normal tarifeden daha pahalı olan ve daha iyi hizmet verilen mevki, lüks mevki.
birinci sınıf is. 1. eğt. Öğretim kurumlarında ilk yıl. 2. sf. mec. Kaliteli, mükemmel, kusursuz: Birinci sınıf dikiş.
birinci zar is. bot. Yemişlerin derisi, dış kabuk, meyve dışı.
birisi zm. Herhangi bir kimse: "Birisi sezecek olsa, kim bilir ne dedikodular çıkarılırdı." -E. Bener. birisinden biri içlerinden biri, birkaç kişiden herhangi biri.
birkaç sf. Çok olmayan, az sayıda, az: "Sade birkaç, nöbetçi görünüyordu." -Y. K. Beyatlı.
birkaçı zm. Az sayıda olan kimse veya şey: "Kadınların birkaçı sıkılarak yüzlerini duvarlara döndüler." -H. R. Gürpınar.
bir kafada is. Aynı düşüncede olan kimse: Bu çocuklar hep bir kafada.
bir kalem sf. 1. Aynı, benzer, tek tür. 2. zf. Bir an için: "Bu düzeni uyduranlar sanayi babaları ve reklam şirketleridir. Boş verin bir kalem onlara." -H. Taner, bir kalem geçmek boş vermek, bir an için göz ardı etmek: "Üniversiteyi filan bir kalem geçin, liseyi bile okuyamamıştı." -H. Taner, bir kalemde birden ve toptan.
bir karar zf. Aynı durumunu koruyarak, belli durumunu değiştirmeden, bir kararda bir Allah insan talihinin her an değişebileceğini ve bunun olağan karşılanmasını öğütler.
bir karış sf. 1. Çok kısa: Bir karış boyu var. 2. Çok az: Bir karış toprağı yok. bir karış beberuhi alay çok kısa boylu kimse.
bir kere zf. 1. Aslında: Bir kere o çok yalancı. 2. Bir kez, bir defa: "Biz de bir kere sevinmeliydik / Çiçek açmış bir ağaç gibi çıldırasıya. " -B. R. Eyuboğlu.
bir kerecik zf. Bir defaya mahsus olarak.
bir kerelik zf. Bir kereye özgü olarak, bir defalık: Bu bağışlanma bir kerelik.
bir koşu zf. 1. Çabucak: "... bir koşu toplar çamaşırları, yollu yatak çarşaflarını, rüzgârda savrulan havluları, ıslanmaya başlamadan önce." -O. Rifat. 2. Koşarak, koşa koşa.
bir küme sf. Pek çok, fazla: "Yaver Bey bir küme mektubu usulcacık Mustafa Kemal Paşa'nın önüne koymuş." -Y. K. Karaosmanoğlu.
bir lahza zf. Kısa bir süre: "Günlerden beri bir lahza yalnız kalmadım." -R. N. Güntekin.
bir lahzacık zf. Kısa bir süre: "Bir lahzactk bulunduğu yerden tekrar gürültüye atıldı." -M. Ş. Esendal.
bir lahzada zf. esk. Çabucak.
birleme is. 1. Bir etme, tek duruma getirme. 2. Tanrı'nın birliğini dile getirme, tevhit.
birlemek (-i) 1. Bir etmek, tek duruma getirmek. 2. din b. Tanrı'nın birliğini dile getirmek, zikretmek.
birler ç. is. mat. Ondalık sayı sistemine göre yazılan bir tam sayıda sağdan sola doğru ilk sayının bulunduğu basamak.
birleşen sf. mat. Birbirini kesen, bir noktada kesişen (doğru, yay).
birleşik, -ği sf. Bir araya gelmiş, birleşmiş olan, müttehit.
→ birleşik cümle, birleşik fiil, birleşik İsim, birleşik kap, birleşik kelime, birleşik oturum, birleşik oy pusulası, birleşik zaman, hikâye birleşik zamanı, katmerli birleşik zaman, rivayet birleşik zamanı, şartlı birleşik cümle, şartlı birleşik zaman
birleşik cümle is. dbl. Bir evya birkaç yan cümle veya ara cümle ile bir temel cümleden kurulan cümle.
birleşik fiil is. dbl. İsim soyundan bir kelime ile biçim veya anlam bakımından kaynaşıp bütünleşen fiil: kaybolmak, reddetmek, hasta olmak, tedavi etmek gibi.
birleşik isim, -smi is. dbl. Birleşik kelime biçiminde belirli kurallar İçinde kalıplaşmış isim: Aslanağzı, başşehir, kaptıkaçtı, gecekondu gibi.
birleşik kap, -bı is. fiz. Alt tarafından birleştirilmiş kaplardan her biri, bileşik kap.
birleşik kaplar ç. is. fiz. Alt taraflarından değişik boyut ve kesitlerde borularla birleştirilmiş sistem, bileşik kaplar.
birleşik kelime is. dbl. Ses düşmesi, ses türemesi, kelime türünün değişmesi, üzerindeki ekin görevini kaybetmesi veya anlam kayması dolayısıyla aralarına ek girmeyerek kalıplaşmış iki veya daha çok sözden oluşan kelime: pazartesi (< pazar ertesi), hissetmek (< hiss etmek), ayakkabı (< ayak kabı), delikanlı (<deli kanlı), kaptıkaçtı (< kaptı kaçtı) gibi.
birleşik oturum is. 1. İki veya daha çok kurulun bir arada yaptığı oturum. 2. esk. Millet Meclisi ile Senato'nun birlikte yaptığı oturum.
birleşik oy pusulası is. Seçime katılan bütün partilerin adaylarını ayrı ayrı gösteren oy pusulası.
birleşik zaman is. dbl. Yalın zamanlı ve çekimli bir fiilin -di (i-di), -miş (i-miş,), -se (i-se) gibi ek fiil eklerinden birini alarak bildirdiği zaman: Sevdiydi (sevdi-y-di <sev-di+i-di), sevecekmiş (sev-ecek-miş < sevecek + i-miş) sev-er-se (sev-erse < sev-er + ise) gibi.
→ hikâye birleşik zamanı, rivayet birleşik zamanı
birleşilme is. Birleşilmek işi veya durumu.
birleşilmek (nsz) Birleşme işi yapılmak, bir araya gelinmek, buluşulmak.
birleşim is. 1. Birleşme işi. 2. Bir meclisin bir gün içindeki toplanmaları, inikat. 3. biy. Döllenmek için erkekle dişi hayvanın bir araya gelmesi.
birleşme is. Birleşmek işi: "Birleşme aşkın mezarıdır, iftirasını nasıl yalana çıkardıklarını anlatıyordum."-Ö. Seyfettin.
→ birleşme değeri
birleşme değeri is. kim. Basit bir cismin bir atomu ile birleşebilecek olan hidrojen atomlarının en yüksek miktan.
birleşmek (nsz, -le) 1. Ayrıyken tek bir bütün durumuna gelmek. 2. Buluşmak, bir araya gelmek: "Bazen ikisi, üçü birleşince ne ateşli münakaşalara dalıyorlar." -A. Ş. Hisar. 3. Uyuşmak, aynı görüşte olmak. 4. Aynı amaç çevresinde toplanmak: "Küçükten, sessizden; yazıcısı, aktörü, ressamı birleşerek candan bir Türk tiyatrosu kurulabilir miydi, acaba?" -S. F. Abasıyanık. 5. Kaynaşmak. 6. Cinsel ilişkide bulunmak.
birleştirici is. 1. Birliği sağlayan kimse. 2. Uzlaşmayı sağlayan kimse. 3. İki veya daha çok nesnenin birleşmesini sağlayan kimse.
birleştiricilik, -ği is. Birleştirici olma durumu.
birleştirilme is. Birleştirilmek işi.
birleştirilmek (nsz) Birleştirme işi yapılmak.
birleştirme is. Birleştirmek işi veya durumu: "Sen yardımla menfaati birleştirmenin usulünü bulmuşsun." -M. Yesari.
birleştirmek (-i, -le) Bir araya getirmek: "Bu müşterek duygu ve anlayış birçok zevkleri birleştirir ve bir topluluk meydana getirirdi." -A. Ş. Hisar.
birli is. İskambil, domino vb. oyunlarda bir işaretini taşıyan kâğıt veya pul, as.
→ on birli
birlik, -ği is. 1. Tek, bir olma durumu, vahdaniyet: Tanrı'nın birliğine inanır. 2. Birleşmiş, bir arada olma durumu, vahdet: Türk milletinin birliği. 3. Bağlılık, benzerlik, bağlantı, vahdet: Dil birliği. Ülkü birliği. 4. Belli bir topluluğun yararlarını korumak için kurulmuş dernek: Mühendisler birliği. Öğretmenler birliği. 5. sf Bir taneden oluşmuş, bir tane alabilen: Birlik cezve. 6. ask. Bölük, tabur, alay vb. bir bütün sayılan topluluk: "Birliğine dönerken karısını kendi anasının babasının yanına bıraktı." -N. Cumalı. 7. ed. Konunun bir ana düşünce çevresinde toplanması. 8. fel. Bölünmezliği içeren yalın bütün. 9. muz. En büyük değerdeki nota, dört dörtlük, birlik olmak bir işi yapmak İçin anlaşmak: "Bu ayıbı işleyenlerle birlik olmayı bir türlü kibrime yediremiyorum." -Y. K. Karaosmanoğlu. birlikten kuvvet doğar toplu veya beraber davranmak daha büyük güç sağlar.
→ beşibirlik, günübirlik, zırhlı birlik, ağız birliği, çıkarma birliği, dağ birliği, dil birliği, din birliği, el birliği, evlilik birliği, gönül birliği, görüş birliği, güç birliği, gümrük birliği, hava birliği, ırk birliği, ihtiram birliği, iş birliği, kader birliği, mal birliği, mekanize birliği, oy birliği, söz birliği, tören birliği, varlık birliği, yüklem birliği, paraşüt birlikleri, üç birlik kuralı, iş birlikli
birlikte zf. 1. Bir arada, beraberce, hep beraber: "Doğrandı mübarek vatanın bağrı sebepsiz / Birlikte bugün bulmalıyız derdine çare." -T. Fikret. 2. Yanında, beraberinde: Kitabınızı birlikte getirdiniz mi?
→ birlikte yaşama, bununla birlikte
birliktelik, -ği is. Birlikte olma durumu: "Kim bilir, belki onunla, kuşkularımızı ve aptallıklarımızı yenecek bir birlikteliği yeniden kurabiliriz." -E. Bener.
birlikte yaşama is. Birlikte oturma, bir arada yaşama.
bir milyonluk is. Bir milyon liralık para.
bir nebze sf. Çok az, bir parça: "Hiddetlenmeden bir nebze de beni dinle!" -S. M. Alus.
bir nebzecik, -ği sf. Pek az, küçücük: "Söylediği laflardan hiçbirinin bir nebzecik samimi, bir nebzecik eğilir bükülür, nahiyeye faydası dokunur ciheti yoktu." -S. F. Abasıyanık.
bir nefes zf. Bir an, kısa bir süre: "Olmaya devlet cihanda bir nefes sıhhat gibi" -Muhibbi.
bir nefeste zf. Söz ve içecekler için ara vermeden.
bir nice sf. esk. Bir hayli, birçok.
bir numara is. Tek, birinci.
bir numaralı sf. Birinci, başta gelen: O, dünyanın bir numaralı oyuncusudur.
bir o kadar zf. Ne kadar varsa o kadar daha, bir katı, bir misli.
bir ölçüde zf. Biraz, belli oranda: "Kızın gebe olmadığı, bakire olduğu anlaşıldığı için bir Ölçüde rahatlamışlardı sanırım." -E. Bener.
bir örnek, -ği sf. Aynı biçimde olan, yeknesak.
bir parça sf. 1. Biraz, azıcık, çok az: "Yeni Park Gazinosu'nda kasabanın meşhur kara dut şerbeti ile beraber bir parça da içki içilir. " -R. N. Güntekin. 2. zf. Kısa bir süre: "Söğüt ağaçlarını ve serin kaynağı görünce bir parça durup dinlenmek ihtiyacım hissettik. " -Y. K. Karaosmanoğlu.
bir parmak, -ği sf. 1. Parmak ucuyla alınan miktarda. 2. Çok küçük (çocuk): "Bir parmak şeye karşı bu kadar insafsız olmayın." -H. Taner.
birsam is. Ar. birsam Sanrı, halüsinasyon.
bir sıra sf. Üst üste, ardı ardına.
bir solukta zf Çabucak: "Uzun bacaklarıyla koridoru bir solukta geçip koşa koşa merdivenleri indi." -H. Taner.
bir sürü sf. Çok sayıda, pek çok: "... davul sesini duyan bir sürü insan oraya koşuşmaya başladı." -O. C. Kaygılı.
bir tabur sf. Çok, bir yığın: "Kıra çıkarılmış bir tabur okullu kız gibi seken, cıvıldayan, şen, şirin yavrularım gezdirir." -R. H. Karay.
bir tahtada zf. esk. Bir defada, yekten: "Kadının ilk istediği parayı bir tahtada sayıyorum. " -R. N. Güntekin.
birtakım sf Kimi, bazı: "Aklından son süratle birbirini tutmaz, birtakım düşünceler geçiyordu. " -H. Taner.
bir tane sf. Biricik, yegâne.
bir tanem is. Sevgi sözü: "Karadulum, çatalkaram, Çingene'm / Nar tanem, nur tanem, bir tanem" -B. R. Eyuboğlu.
bir temiz zf. Adamakıllı: "Hiddetle saçlarından yakaladığı gibi, bir temiz dayak attı." -E. E. Talu.
bir terimli sf. mat. Aralarında yalnız çarpma, bölme, kuvvete yükseltme, kök alma İşlemleri yapılacak olan (nicelikleri gösteren terim): 5b2 bir terimlidir.
bir tomar sf. Pek çok, fazla: "Cebinden bir tomar para çıkarmış, sayıyordu." -Ç. Altan.
bir tutam sf Çok az: "Bir tutam saçın kafa derisinden koptuğunu, ince, sıcak bir yanma olarak duydu." -P. Safa.
bir türlü zf. 1. Tekrarh kullanıldığında işin yapılmasının da, yapılmamasının da aynı derecede kötü olduğunu belirten bir söz: Gelsem bir türlü, gelmesem bir türlü. 2. Hiçbir biçimde, hiçbir yolla: "Deminki yirmi beşliği aradım, bir türlü bulamadım." -S. F. Abasıyanık.
birun is. (bi:ru:n) Far. birün tar. Osmanlı sarayında Harem dairesinin ve Enderun'un dışında kalan bölüm.
bir vakitler zf. Geçmiş zamanda, eskiden, vaktiyle.
biryan is. Far. biryân Tandırda susuz pişirilen kebap.
→ biryan pilavı, biryan yağı
bir yana zf. -den başka, sayılmazsa, hariç tutulursa: "Ondan bizi, Azrail bir yana, kimse vazgeçiremez." -S. F. Abasıyanık.
biryancı is. Biryan yapan veya satan kimse.
bir yanda zf. Bir tarafta, hem ... hem: "Bir yanda ev kadım ve evli kadın olma özlemi, bir yanda gününü gün etme özgürlüğünün tutkusu." -Ç. Altan.
bir yandan zf. Bir taraftan, hem ... hem.
biryan pilavı is. Kemiksiz koyun eti, pirinç, soğan, domates, baharat ve yağ karışımıyla fırında pişirilen bir pilav türü.
biryan yağı is. Tandırda susuz pişirilerek yapılan kebaptan çıkan yağ.
bir yığın sf. Birçok, pek çok: "Canın boğazdan geldiğini öğrenmemiz için ise bir yığın zaman gerekti." -T. Buğra.
bir yol zf Bir kez: "Otuz Beş Yaş şiirinin kolay söylenir bir şiir olduğunu sananlar, kâğıdı kalemi alıp bir yol da kendileri denesinler." -O. V. Kanık, bir yol tutturmak bir davranış, bir tutum biçimi belirlemek: "Herkes bir yol tutturmuş kendince /Bir düzen kurmuş iyi kötü." -B. Necatigil. bir yolunu bulmak bir İşi sonuçlandırmak için çare bulmak.
bir zaman zf. 1. Geçmiş zamanda, eskiden, vaktiyle: "Görsem Erenköyü'ndeki leylaklı bahçede / Cananla bir zaman konuşup içtiğim yeri" -Y. K. Beyatlı. 2. Belirli bir süre, biraz: "Tarlalar arasında bir zaman gezindik. " -S. F. Abasıyanık.
bir zamanlar zf. Zamanında, vaktiyle, eskiden.
biseksüel sf. Fr. bisexuel Hem kendi cinsini hem de karşı cinsi arzulayan.
biseksüellik, -ği is. Biseksüel olma durumu.
bisiklet is. Fr. bicyclette Tekerlekleri pedal aracılığıyla ayakla döndürülen binek aracı, çiftteker: "Bisikletini, o her tarafı pırıl pırıl nikelajlı bisikletini alıp almamayı düşündü. " -S. F. Abasıyanık.
→ bisiklet yaka, bisiklet yolu, kondisyon bisikleti
bisikletçi is. Bisikletle spor yapan kimse, çifttekerci.
bisikletçilik, -ği is. 1. Bisikletle yapılan spor, çifttekercilik. 2. Bisiklet satma, onarma işi.
bisikletli sf. Bisikleti olan: "Kadın, erkek, çoluk çocuk, atlı, arabalı, hatta bisikletli bir sürül" -Ö. Seyfettin.
bisikletsiz sf. Bisikleti olmayan.
bisiklet yaka is. Kazak ve süveterlerde bulunan yuvarlak yaka.
bisiklet yolu is. Trafikte bisikletlerin gitmesine ayrılmış dar yol.
bisküvi is. Fr. biscuit Un, süt, şeker veya tuzla yapılan ince, gevrek kuru pasta türü.
bismillah is. (bismilla:h) Ar. bismillah Besmele: "Omzumda kalmıştı el sıcaklığıyla / Anamın okşarken söylediği bir bismillah." -F. H. Dağlarca, bismillah demek bir işe uğurlu olması dileği ile başlamak.
bistro is. (bi'stro) Fr. bistro İçkili kahve, küçük lokanta.
bisturi is. Fr. bistouri Neşter.
bisülfat is. Fr. bisulfate kim. Hidrojenli sülfatlar.
bisülfür is. Fr. bisulfure kim. Molekülünde iki kükürt atomu bulunduran birleşik.
bişek, -ği is. hlk. Yayık dövmede kullanılan araç.
bişi is. hlk. Çörek, tatlı bir ekmek türü.
bit is. zool. Yarım kanatlılar alt takımına giren, insan ve memeli hayvanların vücudunda asalak olarak yaşayan böcek, kehle (Pediculus): Baş biti. Vücut biti. Tavuk biti. Ağaç biti. Çiçek biti. bit kadar en küçük, en ufak, çok küçük, biti kanlanmak sıkıntı içinde yaşayan bir kişi para ve varlık yönünden güçlenmek: "Fakat geçim durumunu az çok düzene sokmuş ve biti kanlanmışlar için rütbe ve şeref, paranın da üstündedir. " -R. N. Güntekin.
→ bit otu, bitpazarı, bit yeniği, kabuklu bit, ağaç biti, arı biti, asma biti, baş biti, buğday biti, çiçek biti, ekin biti, fındık biti, fidan biti, kasık biti, su biti, tahta biti, tavuk biti, yaprak biti
bitap, -bı sf. (bi:ta:p) Far. bî-tâb esk. Bitkin, yorgun, bitap düşmek çok yorulmak, yorgun düşmek: "Sabaha doğru bitap düştü, onun kucağında uyuyakaldı." -R. N. Güntekin.
bitaraf sf. (bi:taraf) Far. bi + Ar. taraf esk. Yansız: "Ben bitaraf değil, bir tarafım diyordu." -F. R. Atay.
bitaraflık, -ğı is. (bv.taraflık) Yansızlık.
bitek, -ği sf. Verimli.
bitelge is. Toprağın bitki yetiştirme gücü.
bitevi zf (bi'tevi) Biteviye.
biteviye zf (bi'teviye) Tekdüze: "Bunun intikamını şimdi, tek gözüyle biteviye kuş peşinde dolaşarak çıkarıyordu." -R. H. Karay.
biteviyelik, -ği is. Tekdüzelik: "Anadolu'da dağların ve köylerin sonsuz gibi biteviyeliği var."-H. E. Adıvar.
bitey is. bot. Bitki örtüsü, flora.
bitik, -ği sf 1. Yorgunluk veya hastalıktan gücü kalmamış: "Ne bitik, ne cılız işitilmiyor bile." -P. Safa. 2. Durumu kötü, fena: "Hoşa gitmeyen cilvelere kalkarlarsa hâlimiz bitiktir." -H. Taner. 3. hlk. Yapışık, dolaşık, ekli.
bitiklik, -ği is. Bitik olma durumu.
bitim is. 1. Bitme işi. 2. Son, nihayet, münteha.
→ vade bitimi
bitimli sf Sonu olan, sonlu.
bitimlilik, -ği is. Bitimli olma durumu.
bitimsiz sf. Sonu olmayan, sınırlandırılıp belirlenmeyen, namütenahi.
bitimsizlik, -ği is. Bitimsiz olma durumu.
bitirilme is. Bitirilmek durumu: "Kitap artık bitirilmesi için kendisini zorlayacak kadar ilerlemişti." -A. H. Tanpınar.
bitirilmek (nsz) Bitirme işine konu olmak.
bitirim sf. argo 1. Çok hoşa giden (kimse, yer). 2. Barbut oynatılan yer, kahve, kumarhane. 3. Yaman, zeki, çok beğenilen: Bitirim delikanlı. Bitirim çocuk. Bitirim kız.
→ bitirimhane, bitirim yeri
bitirimci is. Barbut kahvesi işleten, barbut oynatan kimse.
bitirimhane is. (bitirimhame) T. bitirim + Far. hâne Kumar oynanan yer, bitirim yeri, kumarhane.
bitirim yeri is. Bitirimhane, kumarhane: "Cihangir'deki konağı satmıştım, elime geçen parayı üç günün içinde bitirim yerlerinde temizledim." -M. Yesari.
bitiriş yemi is. Et üretimi için beslenen hayvanlara belirli bir devreden itibaren besi sonuna kadar yedirilen ve enerji değeri daha yüksek olan karma yem.
bitirme is. Bitirmek işi, itmam, mezuniyet.
→ bitirme fiili
bitirme fiili is. dbl. Bir fiile -miş sıfat-fiil ekiyle olmak yardımcı fiili getirilerek oluşturulan ve fiilin, yardımcı fiilin işaret ettiği zamandan Önce olup bittiğini anlatan birleşik fiil: İstemiş oldu. Görmüş olacak gibi.
bitirmek (-i) 1, Bitmesini sağlamak, sona erdirmek, tüketmek, tamamlamak, sonuçlandırmak: "Bu işi sonuna kadar bitirmek lazım." -P. Safa. 2. Güçsüz düşürmek, bitkin duruma getirmek, yormak: "Onu en çok bitiren Filistin, Irak cepheleri oldu." -A. Gündüz. 3. Onulmaz duruma getirmek, mahvetmek: "Yetişir koştuğum aşkın peşi sıra /Bitirdi beni bu içki, bu kumar." -C S. Tarancı.
bitirmiş sf. hlk. 1. Bir bilim dalında veya başka bir alanda bilginin doruğuna ulaşmış (kimse). 2. argo Bilgili, açıkgöz.
bitirmiştik, -ği is. Bitirmiş olma durumu.
bitiş is. Bitme işi veya biçimi, bitme, sona erme: "Romanlarda olduğu gibi bir başlangıç, bir bitiş arzu ediyordu." -S. F. Abasıyanık.
bitişik, -ği sf. 1. Birbirine dokunacak kadar yakınlaşmış veya yan yana olan: "Mutfaktan bir yuvarlak gümüş tepsi içinde, cezveyi, fincanları, bitişik şeker ve kahve hokkasını getirdi." -A. İlhan. 2. Yandaki: "Bitişik odada yatan hasta bakıcı gürültüden uyanarak yanımıza geldi." -R. N. Güntekin. 3. is. Yandaki ev, komşu: "Asıl yalıya bitişik bir binada idiler." -R. H. Karay.
→ bitişik çanak yapraklılar, bitişik taç yapraklılar
bitişik çanak yapraklılar ç. is. bot. Çanak yaprakları birbirine bitişmiş bulunan bitkiler.
bitişiklik, -ği is. Bitişik olma durumu: "Başka bir evle de bitişikliği yoktu." -H. R. Gürpınar.
bitişik taç yapraklılar ç. is. bot. Taç yaprakları birbirleriyle yandan bitişik olan bitkiler.
bitişimli sf dbl. Bitişken.
bitişken sf. dbl. Kelime üretim ve çekiminde ekler getirilirken kökü veya gövdesi değişikliğe uğramayan, bitişen (dil), iltisaki.
→ bitişken dil
bitişken dil is. dbl Kelime kökleri değişmeyen, eklerle türetilen dil: Türk dili, Macar dili, Moğol dili bitişken dildir.
bitişkenlik, -ği is. 1. Bitişken olma durumu. 2. dbl Yeni bir kelime türetmek İçin köklere ek getirme özelliği.
bitişme is. Bitişmek işi, ittisal: "Bu geniş viranelikte bize bu kadar bitişmenin manası var mı?" -H. R. Gürpınar.
bitişmek (nsz) Birbirine dokunacak kadar yanaşmak.
bitiştirilme is. Bitiştirilmek işi.
bitiştirilmek (-i) Bitiştirilme işi yapılmak.
bitiştirme is. Bitiştirmek işi.
bitiştirmek (-i) Bitişmesini sağlamak.
bitki is. bot. Bulunduğu yere kökleriyle tutunup gelişen, döl veren ve hayatını tamamladıktan sonra kuruyarak varlığı sona eren, yosun, ot, ağaç vb. canlıların genel adı, nebat.
→ bitki bilimi, bitki bitleri, bitki coğrafyası, bitki örtüsü, bitki patolojisi, bitki sütü, bitki topluluğu, etli bitki, tropikal bitki, yağlı bitki, anahtar bitkiler, aşağı bitkiler, çiçekli bitkiler, çiçeksiz bitkiler, tattı bitkiler, tohumlu bitkiler, kültür bitkileri, mera bitkileri, salon bitkileri, su bitkileri, süs bitkisi
bitki bilimci is. Bitki bilimiyle uğraşan, bitki bilimi uzmanı, botanikçi.
bitki bilimi is. bot. Bitkileri inceleyen bilim kolu, botanik.
bitki bitleri ç. is. zool. Bitkiler üzerinde yaşayan, kırmız böceği, ağaç biti, çiçek, fidan vb. gibi böceklerin ortak adı.
bitkici is. Bitki yetiştiren kimse.
bitkicilik, -ği is. Bitki yetiştirme işi.
bitki coğrafyası is. coğ. Yeryüzünün bitki örtüsünü ve bu örtünün çevreyle ilgisini inceleyen coğrafya bilimi, fitocoğrafya.
bitkileşme is. Bitkileşmek işi veya durumu.
bitkileşmek (nsz) Bitki durumuna gelmek.
bitkimsi sf. Bitkiyi andıran, bitkiye benzeyen, bitki gibi.
→ bitkimsi hayvanlar
bitkimsi hayvanlar ç. is. zool. Mercan, sünger gibi bitki görünümünde olan hayvanlar.
bitkin sf. Gücü tükenmiş olan, çok yorgun, argın, aygın: "Kalbinden vurulmuş gibi kendini cansız, bitkin bir vaziyette koltuğa atmıştı." -A. Ş. Hisar.
bitkinlik, -ği is. Bitkin olma durumu: "Akşamı bekleyemedi, bitkinliği geçer geçmez hemen dışarı çıktı yine." -H. Taner.
bitki örtüsü is. bot. Bir bölgede yetişen bitkilerin tümü, bitey, flora, vejetasyon.
bitki patolojisi is. Bitki hastalıklarını İnceleyen bilim dalı.
bitkisel sf. 1. Bitki ile ilgili, bitki cinsinden olan. 2. Bitkiden elde edilen, nebati.
→ bitkisel hayat, bitkisel kazein, bitkisel yağ
bitkisel hayat is. tıp Hastalık veya kaza sebebiyle bilinçsiz ve hareketsiz duruma gelen kişinin hayatı.
bitkisel kazein is. kim. Küspe ve sıvı yağ artıklarından elde edilen azotlu madde.
bitkisel yağ is. Bitkilerden değişik yöntemler kullanılarak elde edilen yağ.
bitki sütü is. Süt görünüşünde bitki öz suyu.
bitki topluluğu is. bot. Benzer doğal olaylara ve yaşama koşullarına uymuş, belirli bir görünüş almış bitkilerin bir araya gelmiş durumu.
bitlenme is. Bitlenmek işi: "Senin keyfin için bitlenmeye vaktimiz yok." -Y. K. Karaosmanoğlu.
bitlenmek (nsz) 1. Üzerinde bit üremek: "Bu kibar kıyafetli adamdan öteki bitlenenler ve dayak yiyenlerden daha çok iğrenir oldu." -R. N. Güntekin. 2. Kendi bitlerini ayıklamak.
bitler ç. is. zool. Kanatlılar alt sınıfına giren, ağız yapıları sokup emmeye elverişli, memelilerde yaşayan ve kanla beslenen bir böcek takımı.
→ bitki bitleri, yaprak bitleri
bitli sf. 1. Üstünde bit bulunan. 2. mec. Cimri. bitli (veya kurtlu) baklanın da kör alıcısı olur işe yaramaz da olsa, her şeyin isteklisi bulunduğunu anlatan bir söz.
bitli kokuş sf. alay Üstü başı kirli, vücut temizliğine bakmayan (kadın).
Bitlis köftesi is. Yağsız kıyma veya pirinç ile köftelik bulgur, yağ, nar, yumurta ve baharat kullanılarak hazırlanan ceviz büyüklüğünde bir köfte türü.
bitme is. Bitmek işi.
→ yerden bitme
bitmek, -er (I) (nsz) 1. Tükenmek: "Dün akşam param bitmişti." -S. F. Abasıyanık. 2. Sona ermek: "Kıran kırana bir güreş bitmiş, Büyük Millet Meclisi, Başkumandanlık yetkilerini Mustafa Kemal Paşaya devretmiştir. " -T. Buğra. 3. mec. Çok yorulmak, güçsüz kalmak, çok zayıflamak. 4. (-e) argo Çok sevmek, bayılmak, beğenmek: "Buğulu bir sesi var. Ben böyle sese biterim." -H. Taner, bitmek tükenmek bilmemek bir türlü sonu gelmemek, eksilmemek. bitmez tükenmez (veya bitip tükenmez) hiç bitmeyen, sonu gelmeyen, uçsuz bucaksız: "Kırk yıl bana bitmez tükenmez çok uzun bir süre gibi görünürdü." -N. Cumalı.
→ oldubitti, oldum bittim
bitmek, -er (II) (nsz) 1. Bitki, tüy, saç vb. şeyler çıkıp yetişmek: "Buğdayla arpadan başka ne biter bu topraklarda?" -F. R. Atay. 2. argo Beklenmedik zamanda ortaya çıkmak.
bitmişi is. hlk. Pazarlıkta bir şeyin son fiyat.
bitnik, -ği is. İng. beatnik Genel davranışları ve hırpani giysileri ile toplum hayatından kopma eğilimi gösteren ve toplum dışında bir yaşantısı olan genç.
bit otu is. bot. 1. Sıracagillerden, birçok çeşitleri bulunan ve kuzey yarım kürede yetişen bir bitki. 2. Bitlere karşı kullanılan bir madde.
bitpazarı is. Eski eşyanın alınıp satıldığı pazar: "Eskiye itibar olsaydı, bitpazarına nur yağardı." -Atasözü.
bittabi zf. (bi'ttabi:) Ar. bi't-tab' Doğal olarak, tabiatıyla, tabii, elbette: "Buna, bittabi icabı gibi cevap verildi." -Atatürk.
bitter is. (bi'tter) Alm. Bitter 1. Bir çeşit acı bira. 2. Bir çeşit ardıç rakısı. 3. Acı çikolata.
bitüm is. Fr. bitumejeol. 1. Keskin bir koku, alev ve koyu duman çıkararak yanan, karbon ve hidrojen bakımından çok zengin doğal yakıt maddelerinin genel adı, yer sakızı. 2. Yol kaplamasında, kâğıt ve çatıların su geçirmez duruma getirilmesinde, kömür tozundan briket yapımında vb. kullanılan, doğal ısıda katı, yoğunluğu bire yakın, koyu kestane renginde madde.
bitümleme is. Bitümlemek işi.
bitümlemek (-i) Belirli bir kalınlıkta bitüm ile örtmek.
bitümlü sf. 1. İçinde bitüm bulunan: Bitümlü petrol. 2. Bitümün bütün Özelliklerini gösteren.
bit yeniği is. Bir işin gizli kalmış kötü ve aksak yanı, kuşkulu bir nokta, kurt yeniği: "Bu işin içinde bir bit yeniği olduğunu haykırırdı." -S. F. Abasıyanık.
bivefa sf. (bi:vefa) Far. bı + Ar. vefa esk. Sevgisine bağlı olmayan, vefasız.
biyaprak, -ğı is. bot. Yapraklan halka dizilişli, genellikle akvaryumlarda bulundurulan su bitkisi.
biye is. Fr. biais Genellikle giysinin yaka, kol, etek çevresine kendi kumaşından veya başka kumaştan geçirilen ince şerit.
biyel is. Fr. bielle Makinelerde, bir ucu pistona, öbür ucu volanı çeviren kaldıraca geçirilmiş hareketli çubuk.
biyeli sf. Biye geçirilmiş, biyesi olan: "Yatağın üzerinde kol kapakları, cep ağızları lacivert biyeli, mavi ipek bir pijama duruyordu." -H. E. Adıvar.
biyesiz sf. Biyesi olmayan, biye geçirilmemiş olan.
biyoelektrik, -ği is. Fr. bioelectrique Canlı varlıkların ürettiği elektrik.
biyoelektronik, -ği is. Fr. bioelectronique Moleküler biyolojinin hücrelerin yapısına giren moleküller arasında geçerli elektrostatik güçlerini inceleyen bölümü.
biyoenerji is. Fr. bioenergie Biyokütlenin kimyasal dönüşümüyle elde edilen enerji.
biyofizik, -ği is. Fr. biophysiaue Fizyolojide geçen fiziksel olayların bilimi, biyolojik fizik.
biyogaz is. Fr. biogaz Gübre gazı.
biyograf is. Fr. biographe Hayat hikâyesi yazarı.
biyografi is. Fr. biographie Öz geçmiş: "Biyografisini bir solukta anlatıverdi." -H. Taner.
biyografik, -ği sf. Fr. biographique Biyografi ile İlgili: Biyografik yazı.
biyojeografi is. Fr. biogeographie Bitki ve hayvanların yeryüzü üzerindeki dağılımını ve bunun sebeplerini inceleyen bilim, biyoloji coğrafyası.
biyokatalizör is. Fr. biocatalyseur Canlı dokuların hepsinde çok az bulunan ve hayat için gerekli kimyasal tepkimeleri uyandıran veya kolaylaştıran madde.
biyokimya is. Fr. bio + Ar. kımyâ kim. Hücreden en gelişmiş organa kadar canlı dokuları inceleyen ve bunları oluşturan maddeleri araştıran bilim dalı.
biyokimyasal sf. Biyokimya ile ilgili.
biyokütle is. Fr. bio + Ar. kütle Belirli zamanda sınırları belirli bir biyotopta bulunan canlı organizmaların toplam kütlesi.
biyolog, -ğu is. Fr. biologue Biyoloji ile uğraşan kimse, biyoloji uzmanı.
biyoloji is. Fr. biologie Bitki ve hayvanların doğma, gelişme, üreme vb. yaşayış evrelerini inceleyen bilim, dirim bilimi.
biyolojici is. Okulda biyoloji dersini veren öğretmen.
biyolojik, -ği sf. Fr. biologigue Biyoloji ile ilgili, dirimsel, dirim bilimsel.
biyomedikal, -li sf. Fr. biomedical Hem biyoloji hem de tıpla ilgili olan.
biyomekanik, -ği is. Fr. biomecaniaue Biyoloji, fizyoloji ve tıp konularını mekanik kanunlar yöntemiyle irdeleme.
biyometeoroloji is. Fr. biometeorologie Canlılar üzerinde hava olaylarının etkisini inceleyen bilim.
biyometeorolojik, -ği sf. Fr. biometeorologiaue Biyometeoroloji ile ilgili.
biyomikroskop, -bu is. Fr. biomicroscope Kendine Özgü bir ışık ile kullanılan çift göz mercekli mikroskop.
biyonik, -ği sf. Fr. bionique 1. Dirim kurgusal. 2. is. Dirim kurgu.
biyopsi is. Fr. biopsie tıp Mikroskopta yapısını incelemek amacıyla canlıdan bir doku parçası alma. biyopsi yapmak parça almak.
biyosfer is. Fr. biosphere Üzerinde hayat olan yeryüzü bölgesi.
biyoşimi is. Fr. biochimie Organ dokularındaki kimyasal olayları inceleyen kimya kolu.
biyotit is. Fr. biotitejeoi. Bir çeşit kara renkli mika.
biyotop is. Fr. biotope Biyolojik ortam.
biz (I) zm. 1. Çokluk birinci kişiyi gösteren söz: "Biz, Türkler, bütün tarihî hayatımızca hürriyet ve istiklale timsal olmuş bir milletiz!" -Atatürk. 2. Resmî konuşmada, bazen teklik birinci kişi zamiri ben yerine kullanılan bir söz. 3. Bazı yazarlarca ben zamirinin yerine kullanılan bir söz: "Biz kendisim aldığımız zaman vücudu pek ince idi." -H. R. Gürpınar, biz attık kemik diye, el kaptı ilik diye bizim işe yaramaz diye vazgeçtiğimizi başkaları değerli buldu, biz bize benzeriz aramızda fark yok, Özelliklerimiz veya tutum ve davranışlarımız aynıdır, biz kırk kişiyiz, birbirimizi biliriz birbirimizi çok yakından tanırız, onun öyle bir üstün durumu olmadığını biliriz, bize de mi lolo? işin içinde bir iş olduğunu bilmez miyiz sanıyorsunuz? "Şehir uşağıyız. Bize de mi lolo? Bu işin içinde bir karı dalaveresi olduğunu anladım." -H. R. Gürpınar, bizim gelin bizden kaçar, tutar ellere başım açar bize yabancı duran yakınımız, dostumuz, akrabamız başkalarına rahatça, içtenlikle yardım eder.
→ biz bize, sizli bizli
biz (II) is. 1. Katı bir şeyi dikerken iğne geçirecek yeri delmek için kullanılan, çelikten yapılmış, sivri uçlu ve ağaç saplı araç, tığ: Kunduracı bizi. 2. Maraş işinde kaim karton parçalarının iğneyi kırmamasını sağlamak ve delik delmek işleminde kullanılmak üzere hazırlanmış tahta saplı, ince sivri uçlu bir tür çuvaldız.
biz (III) is. zool. Ülkemiz sularında yaşayan bir mersin balığı türü, şip (Acipenser nudiventris).
Bizans oyunu is. Alavere dalavere.
bizar sf. (bi:za:r) Far. bızâr esk. Tedirgin, bezmiş, usanmış, bezginlik getirmiş: "Kendinden bizar, dünyadan, insanlardan, her şeyden bizar, eve döndü." -M. Ş. Esendal. bizar etmek tedirgin etmek, usandırmak. bizar olmak usanmak, bıkmak: "Ayyaşlığımdan, sersemliğimden, aksiliğimden bütün müşterilerim, arkadaşlarım bizar oldular. " -A. Gündüz.
bizatihi zf. (biza':tihi) Ar. bizatihi esk. Kendiliğinden, kendinden, özünden, kendisi: "Çünkü eski devir, bizatihi suçun kendisi idi."-S. Ayverdi.
biz bize zf. Yalnız biz, aramızda yabancı bir kimse olmaksızın: "Kumpanya gitmiş, kasaba halkı biz bize kalmıştık." -N. Cumalı.
bizce zf. (bi'zce) Bize göre: "Bizce enteresan değildir, ne zararlı ne faydalı olabilir." -R. H. Karay.
bizcileyin zf. (bi'zcüeyin) esk. Bizim gibi: "Dünya havadislerini, çok defa, bizcileyin, gazetelerden, radyolardan öğrenirlermiş." -Y. K. Karaosmanoğlu.
bizde zf. Biz zamirinin bulunma durumu eki almış biçimi.
bizden sf. 1. Bizim tarafımızda olan (kimse). 2. zf Biz zamirinin çıkma durumu eki almış biçimi.
bizdenlik, -ği is. Bizden olma durumu: "Bunlar nasıl bir hâili adamlar, pek bizdenlikleri kalmamış." -T. Dursun K.
bize zf. Biz zamirinin yönelme durumu eki almış biçimi.
bizimki sf. 1. Bizim olan, bizimle ilgili olan. 2, zm. tkz. Kadınların kocalarından, kocaların karılarından söz ederken kullandıkları söz: Bizimki bugün yine sinirli. 3. zm. Alay Yakın çevremizde olan bir kimseden söz ederken kullanılan bir söz: "... bizimkine tırıs tırıs yine kalenin arkasını boylamak düştü." -H. Taner.
bizleme is. Bizlemek işi.
bizlemek (-i) hlk. Ucu çivili değnekle hayvanı dürtmek.
bizlengiç, -ci is. hlk. Ucu çivili değnek.
bizmut is. Fr. bismuth kim. 1. Atom numarası 83, atom ağırlığı 209, yoğunluğu 9,8 olan, 271,3 °C'de eriyen, kızılımsı beyaz renkli, kırılgan ve katı bir element (simgesi Bi). 2. İlaç olarak kullanılan ve asıl maddesi bizmut olan karışım: "Midesi ekşiyen birine bizmut, başı ağrıyan bir başkasına veronal verdim." -R. N. Güntekin.
bizon is. Fr. bison zool. Amerika'da yaşayan bir cins hörgüçlü yaban öküzü.
bizzat zf. (bi'zzat) Ar. bi'z-zât Kendi, kendisi, şahsen: "Vaziyeti yukardan ve bizzat takip etmek lazım geldi." -Atatürk.
Bk kim. Berkelyum elementinin simgesi.