bıcı bıcı is. 1. Çocuk dilinde yıkanma. 2. Genellikle benzinliklerde bulunan otomobil yıkama aleti ve yeri. bıcı bıcı yapmak yıkanmak.
bıcıl is. hlk. 1. Aşık kemiğinin altında bulunan küçük bir kemik. 2. Bu kemikle oynanan bir oyun.
bıcılgan is. bk. bıcılgan.
bıcır bıcır zf. Sürekli ve hızlı bir biçimde: Çocuk bıcır bıcır konuşuyor.
bıcırgan is. hlk. Boru biçimindeki maden parçaların içini düzleştirip parlatmakta kullanılan alet.
bıçak, -ğı is. 1. Bir sap ve çelik bölümden oluşan kesici araç: Ekmek bıçağı. Sebze bıçağı. 2. Çeşitli kesme işlerinde kullanılan keskin ağızlı araç: Basımevi bıçağı. 3. Jilet: Tıraş bıçağı, bıçak altına yatmak ameliyat olmak, bıçak atmak 1) bir hedefe bıçak fırlatmak; 2) bıçaklamak; 3) ameliyat etmek. bıçak bıçağa gelmek bıçakla birbirine saldıracak kadar zorlu kavga etmek, bıçak çekmek üzerindeki bıçağı birden eline alarak birine saplamaya hazırlanmak: "Köy delikanlılarının bıçak çekmeye elleri bile değmedi." -M. Ş. Esendal. bıçak gibi ince, keskin, bıçak gibi kesilmek söz, konuşma, sohbet birden bitmek, duruvermek: "Bu tatlı sohbetin arasında kapı çalındı, takırtıları bıçak gibi kesildi." -H. E. Adıvar. bıçak gibi kesmek 1) çok keskin olmak; 2) birdenbire ve tamamen ortadan kaldırmak, bıçak gibi saplanmak sancı, ağrı birden ve güçlü olarak gelmek, bıçak kemiğe dayanmak çekilen sıkıntı artık katlanılamayacak bir duruma gelmek, bıçak kınını kesmez kötüler yararlandıkları kimselere kötülük etmekten çekinirler, bıçak silmek bir işi bitirmek. bıçak vurmak 1) bıçakla kesmek; 2) bıçaklamak, bıçak yarası onulur, dil yarası onulmaz hakaret, ağır söz vb. gönül kırıcı davranışların hiçbir zaman unutulmayacağını anlatan bir söz. bıçak yemek bıçaklanmak.
→ bıçaksırtı, bıçak sırtı, çatal bıçak takımı, tırtıllı bıçak, algı bıçağı, bağ bıçağı, baş bıçağı, maket bıçağı, tıraş bıçağı
bıçakçı is. Bıçak vb. kesici araçlar yapan veya satan kimse.
bıçakçılık, -ğı is. Bıçak vb. şeyleri yapma veya satma işi.
bıçaklama is. Bıçaklamak işi.
bıçaklamak (-i) 1. Bıçakla kesmek. 2. Bıçakla yaralamak.
bıçaklanma is. Bıçaklanmak işi.
bıçaklanmak (nsz) Bıçaklama işine konu olmak.
bıçaklatma is. Bıçaklatmak işi.
bıçaklatmak (-i) Bıçakla saldırıyı tahrik etmek, bıçakla saldırtmak ve yaralatmak.
bıçaklı sf. Bıçağı olan: "İyi saplansın diye bıçaklı kolumu havaya gerdim." -A. Gündüz.
→ kanlı bıçaklı
bıçaklık, -ğı is. 1. Bıçak koyacak yer. 2. sf. Bıçak yapmaya elverişli (maden).
bıçaksırtı is. Çok az fark, çok yakın aralık: "Büyük bir maharetle kurulan pusuya düşmeme bıçak sırtı kalmıştı." -R. N. Güntekin.
bıçak sırtı is. Bıçağın keskin olmayan ters yanı.
bıçık, -ğı is. hlk. Sel veya dere yatağı.
bıcılgan is. hlk. 1. Azmış, yayılmış yara. 2. Hayvanların tırnak kökünde oluşan yara.
bıçkı is. 1. Tahta veya ağaç biçmekte kullanılan, karşılıklı iki sapı olan ve iki kişi tarafından kullanılan büyük testere. 2. Motorla çalışan bir çeşit güçlü testere. 3. Saraç bıçağı. 4. Bağ budamaya yarayan dişli bıçak.
→ bıçkıevi, bıçkıhane, bıçkı tozu, kapak bıçkısı
bıçkıcı is. 1. Bıçkı ile ağaç ve tahta kesen kimse. 2. Bıçkı yapıp satan kimse.
→ kapak bıçkıcısı
bıçkıevi is. Tomruklardan kalas, kalaslardan daha ince tahtalar kesen, boylannı ve kenarlarını düzgün ve eşit olarak düzelten iş yeri.
bıçkıhane is. (bıçkıha:ne) T. bıçkı + Far. hâne Bıçkıevi.
bıçkın is. argo 1. Külhanbeyi, kabadayı: "U-lan, onlar bey, sen bıçkın." -H. R. Gürpınar. 2. sf. Korkusuz, gözü pek, yürekli, cesur: "Sekiz tane bıçkın, sekiz tane ayağı filarlı pınar başı çocuğuna kim laf dinletebilir ki..."-S. F. Abasıyanık.
bıçkınlaşma is. Bıçkınlaşmak işi.
bıçkınlaşmak (nsz) Kabadayılık taslamak: "Mahalleliden biri sana sataşırsa öyle bize yaptığın gibi sertlenip bıçkınlaşma." -H. R. Gürpınar.
bıçkınlık, -ğı is. Bıçkın olma durumu.
bıçkı tozu is. Doğramacılıkta bıçkıdan çıkan ve çoklukla yakacak olarak kullanılan toz ve talaş.
bıdık, -ğı sf. Kısa ve tıknaz.
bıkılma is. Bıkılmak işi.
bıkılmak (nsz, -den) Usanılmak.
bıkış is. Bıkma işi veya biçimi.
bıkışma is. Bıkışmak işi: "Sonra alışma, tanışma, doyuşma ve ... bıkışma gelir arkasından."-H. Taner.
bıkışmak (nsz) Karşılıklı olarak birbirinden bıkmak.
bıkkın sf. Çok bıkmış, usanmış, bezmiş.
bıkkınlık, -ğı is. Çok bıkmış olma durumu: "Konakta da eskiye karşı bir bıkkınlık, bir usanç yok değildi." -S. Ayverdi. bıkkınlık gelmek bıkmak, usanmak, bunalmak, bıkkınlık vermek bir şeyi sürekli tekrarlayarak karşısındakini usandırmak.
bıkkıntı is. Bıkma duygusu.
bıkma is. Bıkmak işi.
bıkmak, -ar (-den) 1. Tekrarlanması, sürüp gitmesi yüzünden bir şeyden doygunluk veya yorgunluk duyarak onu istemez duruma gelmek, usanmak: "Sonra bir gün bu hayattan bıkıverdi."-S. F. Abasıyanık. 2. mec. Dayanamaz duruma gelmek, bıkıp usanmak çok bezmek: "Giy onu, çıkar onu. Eş dost, konu komşu, sırtımda onu göre göre bıktılar, usandılar."-M. Yesari.
bıktırıcı is. Bıkkınlık veren kimse veya şey.
bıktırıcılık, -ğı is. Bıktırıcı olma durumu.
bıktırma is. Bıktırmak işi: "Birbirine benzemekten, bir örneklikten sizi bıktırmalarının imkânı yoktur." -M. C. Yalçın.
bıktırmak (-i, -den) Bıkmasına yol açmak, bıkkınlık vermek, usandırmak: "Bilmiyorum, fakat bu Müfit meselesi beni bıktırdı." -P. Safa.
bıldır zf (bıldır) hlk. Geçen yıl, bir yıl önce: "Bıldırdan beri tembel, ağır gölgelerin sessizce dolaştığı yolları aceleci şekiller doldurmuş. " -R. H. Karay.
bıldırcın is. zool. Tavukgillerden, boz renkli, benekli, yurdumuzda en çok sonbaharda eti için avlanan, etinden ve yumurtasından yararlanılan göçebe kuş (Coturnix). bıldırcın gibi kısa boylu, dolgunca, alımlı (kadın).
bılkıma is. Bılkımak işi veya durumu.
bılkımak (nsz) hlk. Bozulmak, yumuşamak, zedelenmek, erimek.
bıllık bıllık, -ğı sf. Çok tombul, etli butlu.
bıngıl bıngıl sf Dolgun ve pelte gibi titrek.
bıngıldak, -ğı is. Kafatası kemikleşmeden önce kemiklerin birleşme yerlerinde bulunan kıkırdak bölümü.
bıngıldama is. Bıngıldamak işi.
bıngıldamak (nsz) Et ve sıvı yumuşaklık veya şişmanlık sebebiyle oynamak, titremek.
bırakılma is. Bırakılmak işi veya durumu.
bırakılmak (nsz, -e) Bırakma işine konu olmak, terk edilmek: "Bırakılınca azat edilmiş bir kırlangıç gibi fırladı." -S. F. Abasıyanık.
bırakım is. Bırakma işi.
→ iş bırakımı
bırakış is. Bırakma işi veya biçimi: "Şimdi hüzün vardı, yorgunluk ve kendisini bütünüyle bırakış vardı." -T. Buğra.
bırakışma is. ask. Ateşkes.
bırakışmak (-i) Savaşma, çarpışma vb. durumları karşılıklı bırakmak, ateşkes yapmak, mütareke yapmak.
bırakıt is. huk. Miras.
bırakma is. 1. Bırakmak işi. 2. Salıverme, terk.
bırakmak (-i) 1. Elde bulunan bir şeyi tutmaz olmak. 2. (-i, -e) Koymak: "Mermer masaya bir yirmi beşlik bıraktı." -T. Buğra. 3. Bir işi başka bir zamana ertelemek: Gezmeyi haftaya bıraktık. 4. Unutmak: Acaba eldivenlerimi nerede bıraktım? 5. Bulunduğu yeri veya durumu değiştirmemek. 6. Saklamak, artırmak: Paranın bir kısmını bırak! 7. Bir işin sorumluluğunu, yükümlülüğünü başkasına vermek, görevlendirmek: "Cemal Paşa'da anlamadığı işi ehline bırakmak meziyeti vardı." -F. R. Atay. 8. Engel olmamak: "Bırak, burasını benim defterimden okuyayım." -Ö. Seyfettin. 9. Sarkıtmak: Saçlarını omzuna bırakmış. 10. Ölen, ayrılan birinden iş, kişi, nesne vb. şeyler kalmak: "Hayata gözlerini kaparken ardında yedi yaşında bir oğul, on iki yaşında bir kız bırakıyordu." -C. Uçuk. 11. Bir alışkanlıktan veya bir işten vazgeçmek: "Gerçekten sigarayı bıraktı, bıraktı ama huzuru da, sükûnu da kalmadı." -H. E. Adıvar. 12. Uğraşmaz olmak, artık uğraşmamak: "Bu yazarın bir de Fransızca kitabım almıştım, ama sıkılmış bırahvermiştim." -R. H. Karay. 13. Bıyık veya sakal uzatmak. 14. Özgürlük vermek, hürriyetine kavuşmasını sağlamak: "Bıraksam, acaba beyaz bir çift güvercin gibi uçarlar mı?" -R. H. Karay. 15. Boşamak: "Bıraktıkları zevcelerim yine canları isterse tekrar alabilirler." -Ö. Seyfettin. 16. Kötü bir durumda terk etmek. 17. Ayrılmak, terk etmek: "Mahalle arasındaki küçük dükkânım bırakarak karısını, şehrin başka bir tarafında bir eve yerleştirdi." -P. Safa. 18. Sınıf geçirmemek, döndürmek: Öğretmen üç tembel çocuğu bıraktı. 19. (-e) Bir pazarlıkta, belli bir fiyata vermeyi kabul etmek: "Başkalarına on ikiye veriyoruz, ama, sana onar kuruştan bırakayım." -M. Ş. Esendal. 20. (-i, -e) Bakılmak, korunmak için vermek: Eşyamı size bırakacağım. 21. Yanma almamak, yanında götürmemek: "Telgrafhanede bir zabit bırakarak işinin başına gitmesini rica ettim." -Atatürk. 22. (-i, -e) Sahiplik hakkını başkasına vermek: Bizim komşu bütün malını Kızılay'a bırakmış. 23. (nsz) Yapışık olan bir şey yapışıklıktan kurtulmak: Masanın kaplaması bırakmış. 24. Bulunduğu veya dokunduğu yerde bir şey oluşturmak, meydana getirmek: İz bırakmak. Leke bırakmak, bırak Allahını seversen bir kimse veya nesnenin değersizliğini belirtmek için kullanılan bir söz. bırak ki varsay ki: Filan hekim dediler, geldi baktı, anlamadı / Bırak ki anlasalar, var mı çare hiç, ne gezer." -M. A. Ersoy. bıraktığım (veya bağladığım) yerde (veya çayırda) otluyorsun (veya otluyor) hlk. uzun süredir hiçbir ilerleme ve değişiklik göstermiyor (veya göstermiyorsun).
bıraktırma is. Bıraktırmak işi.
bıraktırmak (-i, -e) Bırakmasını sağlamak, bırakmasına yol açmak.
bıtırak, -ğı is. hlk. Kırlarda yetişen yabani bir otun dışı dikenli tohumu.
bıyık, -ğı is. 1. Üst dudak üzerinde çıkan kıllar: "Bıyık ve kaşlarımdaki aklar saçlarımdakinden daha azdı." -R. N. Güntekin. 2. Balıklarda deri uzantısı. 3. Asma vb. bitkilerde, sarılıp tutunmaya yarayan sürgün, bıyık altından gülmek birinin durumuna belli etmemeye çalışarak gülümsemek: "Çocuklar, şimdilik ele güne karşı onların ana, babası olmakla övünmemize bıyık altından gülmektedirler." -H. Taner, bıyık bırakmak bıyık uzatmak, bıyık burmak (veya bükmek) çalım yapmak amacıyla bıyıklarını kıvırmak: "Bıyık buran, göğüs geren erleriz." -E. B. Koryürek. bıyığı terlemek bıyığı yeni yeni çıkmaya başlamak: "Çocukları ve bıyıkları terlemeye yüz tutmuşları selamlıktan çağırdılar." -R. H. Karay. bıyığım balta kesmez olmak kimseden korkusu olmamak, bıyığını silmek bir işi olmuş bitmiş sayarak onunla uğraşmaktan vazgeçmek, bıyıkları ele almak delikanlılık çağına girmek.
→ badem bıyık, beşbıyık, kaytan bıyık, pala bıyık, pis bıyık, pos bıyık, yastık bıyık, asma bıyığı, tavşanbıyığı
bıyıklanma is. Bıyıklanmak işi.
bıyıklanmak (nsz) Bıyığı çıkmak, bıyıklı duruma gelmek.
bıyıklı sf. Bıyığı olan, bıyığını tıraş etmemiş olan: "Sakin yüzlü, beyaz bıyıklı, baba bir adamdı." -S. F. Abasıyanık.
→ bıyıklı balık, badem bıyıklı, kaytan bıyıklı, pala bıyıklı, pırasa bıyıklı, pos bıyıklı
bıyıklı balık, -ğı is. zool. Sazangillerden, büyüklerinin boyu 2 m'yi bulan, eti sevilen bir balık (Barbus fluviatilis).
bıyıksız sf. Bıyığı olmayan, bıyığını tıraş etmiş olan: "Bıyıksız yüzünde uykusuz gecelerin buruşukları var." -P. Safa.
bızbız is. hlk. Davula sol elle vurulan ince değnek.
bızdık, -ğı is. şaka Ufak çocuk.
bızır is. anat. Kadınlık organının üst yanında cinsel zevk duyumu noktası olan bölüm, dılak, klitoris.