be (I) Türk alfabesinin ikinci harfinin adı, okunuşu.
be (II) ünl. "Ey, hey, yahu" anlamlannda bir seslenme sözü: "Namluna dayanır, yola dalarsın /Durusun bakışın yaman, be Ali!" -F. N. Çamlıbel.
Be kim. Berilyum elementinin simgesi.
bebe is. hlk. Bebek, küçük çocuk: "Neredeyse bebe iskemlesine oturtup kaşıkla mama yedireceksiniz. " -R. H. Karay.
→ bebe aspirini, beberuhi, Beberuhi
bebe aspirini is. tıp Küçük çocuklara içirilmek üzere özel olarak yapılmış aspirin.
bebecik, -ği is. 1. Küçük veya acınacak durumda olan bebek. 2. Yaşma yakışmayacak davranışlarda bulunan kimse.
bebek, -ği is. 1. Meme veya kucak çocuğu. 2. Plastik, tahta, bez vb.nden yapılan insan biçiminde oyuncak: "Yarın seni bonmarşeye götüreceğim, beğendiğin bebeği alacağım." -H. E. Adıvar. 3. Göz bebeği: "Uzun kirpikli gözleri sık sık açılıp kapanıyor, bebekleri daima hareket ediyordu." -P. Safa. 4. imi. Sevgi bildiren bir seslenme sözü. bebek gibi 1) çok güzel (kadın); 2) bebeğe yakışır biçimde: "Sabahları annem beni bir bebek gibi oturtur, dersimi tekrar ettirir, sütümü içirirdi." -Ö. Seyfettin, bebek beklemek kadın gebe durumda bulunmak.
→ bebek ölümü, dandini bebek, hoppala bebek, koca bebek, taş bebek, tüp bebek, zilli bebek, göz bebeği
bebekçe zf. (bebe'kçe) Bebek gibi, bebeğe yakış ir biçimde.
bebekleşme is. Bebekleşmek işi.
bebekleşmek (nsz) Bebek gibi davranışlarda bulunmak.
bebeklik, -ği is. 1. Bebek olma durumu. 2. Yeni doğan yavrunun yetişkinlerin bakımına sürekli olarak bağımlı olduğu dönem. 3. Bebek gibi davranışlarda bulunma, bebeklik etmek bebek gibi davranışlarda bulunmak.
bebek ölümü is. Çeşitli hastalıklardan dolayı 0-2 yaş grubunda bulunan çocukların ölümü.
beberuhi is. Sevimsiz, budala, bücür erkek.
Beberuhi Öz. is. (beberu:hi) Karagöz oyunundaki kambur cücenin adı.
becayiş is. (becayiş) Far. becayiş Karşılıklı yer değiştirme, becayiş etmek değişik yerdeki görevliler, karşılıklı yer değiştirmek.
becelleşme is. Becelleşmek işi.
becelleşmek (nsz) hlk. Cebelleşmek.
beceri is. 1. Elinden iş gelme durumu, ustalık, maharet. 2. Kişinin yatkınlık ve öğrenime bağlı olarak bir işi başarma ve bir işlemi amaca uygun olarak sonuçlandırma yeteneği, maharet. 3. sp. Vücudun, yapılması güç alıştırmalara yatkın olması durumu.
becerikli sf. Becerisi olan, elinden İş gelen, usta, maharetli, mahir, malürane: "Halk, onun çok becerikli bir müdür olduğuna inanır." -S. Birsel.
beceriklilik, -ği is. Becerikli olma durumu, ustalık, maharetlilik: "İstanbul halkım, bilgisini, becerikliliğini siz temsil ediyorsunuz." -S. Birsel.
beceriksiz sf. Becerisi olmayan, usta olmayan: "O münasebetsiz ve beceriksiz adam, kısık bir sesle bütün gizli şeyleri anlattı." -A. Ş. Hisar.
beceriksizlik, -ği is. Beceriksiz olma durumu: "Kocaman bir bebek becerisizliği ile annesine sarıldı."-Ö. Seyfettin.
becerme is. Becermek işi.
becermek (-i) 1. Güç görünen bir iş veya duruma çözüm bulmak, üstesinden gelmek: "Becerebilsek şarkı da söyleyeceğiz." -R. N. Güntekin. 2. alay Bir şeyi kullanılmaz duruma getirmek, bozmak, kirletmek: Bayramlık elbiseni ilk giyişte becerdin. 3. argo Irzına geçmek, kirletmek. 4. argo Birini öldürmek.
becet, -di is. zool. Serçegillerden, küçük bir kuş (Passer).
Beçene öz. is. tar. Oğuz Türklerinin yirmi dört boyundan biri.
Beç tavuğu is. (eskiden Türklerin Viyana'ya verdiği addan) zool. Tavukgillerden, başı küçük ve çıplak, tüyü mavimtırak kül renginde, tavuk büyüklüğünde, evcil bir hayvan (Numida meleagris).
bed sf. Far. bed esk. Kötü, çirkin, tuhaf.
→ bedbaht, beddua, bednam
bedahet is. (beda:het) Ar. bedahet esk. 1. Besbelli, apaçık olma durumu. 2. Bir konuda hazırlıksız konuşabilme yeteneği.
bedaheten zf. (beda:heten) Ar. bedâheten esk. 1. Ansızın. 2. Düşünmeksizin.
bedava sf. (beda:va) Far. bâd + Ar. hevâ 1. Karşılıksız, parasız, emeksiz, caba: "Muharebe içinde herkese bedava şeker, pirinç, bulgur dağıtmış." -Ö. Seyfettin. 2. Çok ucuz. 3. zf. Herhangi bir bedel ödemeden: "Bedava yaşıyoruz bedava / Hava bedava, bulut bedava / Dere tepe bedava." -O. V. Kanık, bedava sirke baldan tatlıdır masrafsız ve emeksiz elde edilen şeyler insana hoş gelir, bedavadan ucuz şaka çok ucuz.
bedavacı is. Her şeyi bedavadan sağlamaya çalışan kimse, beleşçi, lüpçü.
bedavacılık, -ğı is. Bedavacı olma durumu, beleşçilik, lüpçülük.
bedavadan zf. (beda:'vadan) Bedava olarak, cabadan: "Öbür hisselere de bedavadan konmuştu." -Y. K. Karaosmanoğlu.
bedavalaşma is. Bedavalaşmak durumu.
bedavalaşmak (nsz) Bedava duruma gelmek.
bedavasına zf. Bedavadan.
bedavaya zf. (bedaı'vaya) Bedavadan.
bedayi ç. is. (beda.yi) Ar. bedâyi esk. Estetik yönü ağır basan güzellikler.
→ darülbedayi
bedbaht sf. Far. bed-baht Mutsuz, bahtsız, talihsiz: "Kocasının akşamcılığından manen ve maddeten bedbahttı." -Y. K. Beyatlı. bedbaht etmek üzmek: "Beni böyle olmayacak hayallere düşürerek büsbütün bedbaht etmeyiniz." -R. N. Güntekin. bedbaht olmak üzülmek: "Bunları yener, bahtiyar yahut bunlara yenilir, bedbaht olurlar." -A. Ş. Hisar.
bedbahtlık, -ğı is. Mutsuzluk, bahtsızlık: "Arkasındaki bütün ömrünün bedbahtlığı suratına doluştu." -M. C. Kuntay.
bedbin sf. Far. bed-bin Kötümser, karamsar, pesimist: "Onu tanımasaydım insanlık hakkında bedbin bir fikir taşıyarak hayattan geçecektim." -Y. K. Beyatlı. bedbin etmek üzmek, karamsarlığa sokmak, ümitsizliğe düşürmek, bedbin olmak ümitsizliğe düşmek, kötümserliğe kapılmak: "Annemin İstanbul'a indiği günler bedbin oluyordum." - A. Ş. Hisar.
bedbinleşme is. Bedbinleşmek işi.
bedbinleşmek (nsz) Kötümserleşmek, kötümser olmak, karamsar olmak.
bedbinleştirme is. Bedbinleştirmek işi.
bedbinleştirmek (-i) Kötümser, karamsar duruma getirmek.
bedbinlik, -ği is. Kötümserlik, karamsarlık, pesimizm: "Benimki vehim, bedbinlik, şiddetli arzularda duyulan kaybetme korkusu." -R. H. Karay.
beddua is. (beddua:) Far. bed + Ar. du'â Birinin kötü duruma düşmesini gönülden isteme, ilenme, İlenç, kargış, beddua etmek ilenmek, intizar etmek: "Şaban da, elinde olmaksızın çocuktan söz ederken kendi karısına beddua ediyordu." -İl. E. Adıvar. (birine) beddua sinmek ilencin tutması yüzünden, birinin işi sürekli ters gitmek, bedduası tutmak ilenci yerine gelmek, (birinin) bedduasını almak biri tarafından kendisine ilenilmek.
bedel is. Ar. bedel 1. Değer, fiyat, kıymet. 2. Bir şeyin yerini tutabilen karşılık: "Buna bedel içimde mumlar, mumlar, mumlar yanan bir karanlık var." -A. Gündüz. 3. Başkasının adına ve onun parası ile hacca giden kimse. 4. sf. Eşit, denk: "Emsalini göremeyeceğiniz bir saadetle beş on dakika yaşarsınız ki, bütün bir hayata bedeldir." -R. H. Karay. 5. ask. Askerlik yapmamak veya yapılacak süreyi kısaltmak isteyenlerin devlete ödedikleri para: "Efrattan bedel alınıp alınmayacağına dair merkezden emir gelmişti. " -Y. K. Karaosmanoğlu. 6. hlk. Uşak, hizmetçi, çoban, bedel tutmak esk. kendi yerine askerlik yapması için birini para ile tutmak, bedel vermek askerlik yapmamak veya kısa süre yapmak için devlete para ödemek.
→ rayiç bedel, kira bedeli, piyasa bedeli, satış bedeli, tayın bedeli
bedelci is. Bedel ödediği için askerliğini kısa süreli olarak yapan kimse.
bedelli sf. 1. Bedeli olan, bedel ödenilen. 2. is. Bedelci.
→ bedelli askerlik
bedelli askerlik, -ği is. ask. Askerlik çağına gelmiş gençlerin belirlenen miktardaki parayı ödeyerek yaptıkları kısa süreli vatani görev.
bedelsiz sf 1. Bedeli olmayan, bedel ödenilmeyen. 2. mec. Çok değerli, bedeli belirlenemeyen: "İstanbul'un bu bedelsiz, ince ve kendini çok ağır satan güzellerini de düşündüm. " -H. E. Adıvar.
→ bedelsiz ithalat
bedelsiz ithalat is. Yurt dışındaki işçilerin veya geçici görevle yurt dışına giden kamu görevlilerinin dönüşlerinde kendi mesleklerinin icrası veya kişisel kullanımları amacıyla getirdikleri mallar için yapılan düzenleme.
bedelsizlik, -ği is. Bedelsiz olma durumu.
beden is. Ar. beden 1. Canlı varlıkların maddi bölümü, vücut. 2. Vücudun, baş, kol ve bacak dışında kalan bölümü, gövde: "Yemen halkı yaz günlerinde bedenlerini serinletmek için kabuğu kaynatıp İçerler." -S. Birsel. 3. Giysilerde ölçü. 4. Kale duvarı.
→ beden cezası, beden eğitimi, beden işçisi, beden terbiyesi, dümen bedeni, kale bedeni
bedence zf. (bede'nce) Beden bakımından.
beden cezası is. însan vücudu üzerine uygulanan ceza.
bedenci is. Beden eğitimi öğretmeni.
beden eğitimi is. sp. Vücudu güçlendirmek ve sağlığı korumak amacıyla araçlı veya araçsız hareketler yapma, beden terbiyesi.
bedenen zf. (bede'nen) Ar. bedenen 1. Bedeniyle, vücuduyla. 2. Beden gücüyle.
bedenî sf. (bedeni:) Ar. bedeni esk. Bedensel.
beden işçisi is. Beden gücü ile emeğini ortaya koyan kimse.
bedensel sf. Bedenle ilgili, bedenî.
beden terbiyesi is. sp. 1. Spor işlerinden sorumlu makam: "Beden terbiyesi binası henüz açılmamıştı." -R. H. Karay. 2. Beden eğitimi.
bedesten is. Far. bezistan Kumaş, mücevher vb. değerli eşyaların alınıp satıldığı kapalı tarihî çarşı.
bedevi is. (bedevi:) Ar. bedevi 1. Çölde, çadırda yaşayan göçebe. 2. Böyle bir hayat sürdüren kimse: "Devriyeler, isyancılara silah götüren bedevileri yakalamışlar." -A. İlhan.
Bedevi öz. is. (bedevi:) Bedevilik tarikatından olan derviş.
bedevilik, -ği is. Bedevi olma durumu.
Bedevilik, -ği öz. is. XIII. yüzyılda kurulan bir Sünni tarikatı.
bedhah sf. (bedha:h) Far. bed-hâh esk. Başkasının kötülüğünü İsteyen, kötü yürekli: "istikbalde dahi seni bu hazineden mahrum etmek isteyecek dahilî ve haricî bedhahların olacaktır." -Atatürk.
bedhahlık, -ğı is. Bedhah olma durumu.
bedihi sf. (bedi:hi:) Ar. bedihi esk. Besbelli, apaçık.
bedii sf. (bedi:i:) Ar. bedi'i esk. 1. Güzellik ölçülerine uyan, gözü gönlü okşayan, beğenilen: "En zengin, en bedii sokaklarımıza pis diyoruz." -Ö. Seyfettin. 2. is.fel. Estetik.
bediileşme is. Bediileşmek işi.
bediileşmek (nsz) esk. Bedii duruma gelmek: "O vakit Müfit'i bediileşmiş bir şehvet bastırıyordu." -P. Safa.
bediiyat ç. is. (beduiyat) Ar. bedı'iyyât esk. Estetik bilimi, güzel sanatlar.
bedik, -ği is. Kazak Türklerinde bir hastalığın iyileşmesi için yapılan tören.
bedir, -dri is. Ar. bedr astr. esk. Dolunay.
bedirik, -ği is. hlk. Temizlenip taranmış ve eğrilmeye hazır duruma getirilmiş yün veya pamuk topağı, yumağı.
bedirlenme is. Bedirlenmek durumu.
bedirlenmek (nsz) esk. 1. Dolunay biçimini almak. 2. Parlak ve sağlıklı görünmek: "Siman bedirlenmiş ay mı bilmem / Dökülmüş saçların ör kara gözlüm." -Halk türküsü.
bednam sf. (bedna:m) Far. bed-nâm esk. Kötü ün kazanan, kötülüğü ile dillere düşen.
bedük, -ğü is. hlk. Çam sakızı, reçine.
begayet zf. Far. be + Ar. gayet esk. Son derece, pek çok, aşırı: "Kızım, evladım, sana söyleyeceğim sözler begayet mühim, begayet naziktir." -R. N. Güntekin.
Begdili öz. is. tar. Oğuz Türklerinin yirmi dört boyundan biri.
begonvil is. bot. Akdeniz bölgesinde yaygm bir çiçek.
begonya is. (bego 'nya) (Michel Begon 'un adından) bot. Begonyagillerden, dekoratif yapraklan ve renkli çiçekleri olan, pek çok çeşitleri bulunan sıcak ülke bitkisi (Begonia).
begonyagiller ç. is. bot. İki çeneklilerden, örneği begonya olan bir bitki familyası.
begüm is. Hint prenseslerine verilen unvan.
beğ is. esk. bk. bey.
beğence is. ed. Takriz.
beğendirme is. Beğendirmek işi.
beğendirmek (-i, -e) Beğenilmesini, hoş görünmesini sağlamak: "Bunun ilk kademesi Ali Bey'e hikâyesini beğendirmek olacaktı." -H. E. Adıvar.
beğeni is. 1. Güzel veya çirkin yargısını verdiren duygu, zevk: "Çoğu kadınların beğenisi kendi kişisel alanlarının dışına pek taşmaz." -H. Taner. 2. Güzeli çirkinden ayırma yetisi, zevk, gusto: "Kendine özgü bir beğenisi var bu konuda." -N. Cumalı.
→ sağbeğeni
beğenil! sf. Beğenisi olan.
beğenilir sf. Beğenme duygusu veren, beğenilen.
beğenilirlik, -ği is. Beğenilir olma durumu.
beğenilme is. Beğenilmek işi veya durumu: "Beğenilmeye yellenmiyorum, ne isem onu yazıyorum."-R. H, Karay.
beğenilmek (nsz) 1. İyi ve güzel bulunmak. 2. Sevilmek, hoşa gitmek.
beğenir sf. Beğenme duygusu olan.
→ güçbeğentr
beğenirlik, -ği is. Beğenir olma durumu,
beğenirlilik, -ği is. Beğenir olma durumu: "Bunun sebebini kendi güç beğenilirliğinde bulmakta ve herkese de bu kanaati telkin etmektedir." -H. Taner,
beğenişiz sf. Beğenisi olmayan.
beğeniş is. Beğenme: "Eğer bu beğeniş ve güven gerçek bilgi ve ihtisasa dayamaydı, şüphesiz daha sağlam, daha verimli olurdu." -R, H, Karay.
beğenme is. Beğenmek işi.
beğenmek (-t) 1. İyi veya güzel bulmak: "Kuvvetini beğenen Murat farkına varmadan gülümsediğini neden sonra fark etti." -R. H. Karay. 2. Benzerleri arasından birini seçip ayırmak: "Otellerden bir otel beğeneceğiz. " -R. H. Karay, 3. Onaylamak, kabul etmek, tasvip etmek, beğenmemek 1) kuşku duymak, kuşku ile karşılamak: Ben bu işin sonunu beğenmiyorum. 2) küçümsemek, hor görmek: "Civciv yumurtadan çıkmış da kabuğunu beğenmemiş." -Atasözü. beğenmeyen kızmı (veya küçük kızını) vermesin bir durumun beğenilmemesi karşısında, beğenmeyenin umursanmadığını anlatan bir söz.
beğenmedik, -ği is. Beğenmeme, iyi veya güzel bulmama.
behemehal zf. (behe'mehal) Far. be + heme + Ar. tyal esk. Her hâlde, ne olursa olsun, ne yapıp yapıp, mutlaka: "Evvela ben, behemehal kongreye dâhil olmalı ve onu idare etmeli idim." -Atatürk.
beher (I) sf. Far. be-her esk. Her bir.
beher (II) is. Alın. Becherkim. Beherglas.
beherglas is. Alm. Becherglas kim. Silindir biçiminde cam deney çubuğu, beher (II).
behey ünl. Çıkışma bildirmek İçin kullanılan bir söz: "Behey Allah'tan korkmaz!" -H. R. Gürpınar.
benime is. Ar. behîme esk. Dört ayaklı hayvan: "Bu sefil, kalpsiz, hissiz, behimeyi andıran halka, gördüklerini naklettiler." -Y. K. Beyatlı.
behimi sf. (behi'.mi:) Ar. behimi esk. Hayvanca, hayvana yakışır biçimde olan (duygu): "Bir behimi zevk gibi kucaklamış, avuçlarımın hararetini ona vakfetmiştim." -S. F. Abasıyanık.
behimilik, -ği is. Behimi olma durumu: "Dünyayı ne iyilik ne kötülük ne aşk ne behimilik, hiçbir şey kurtaramıyor." -S. F. Abasıyanık.
behişt is. Far. behişt din b. esk. Cennet.
behre is. Far. behre esk Pay, nasip, hisse,
behresiz sf. Payı, nasibi, hissesi olmayan, bibehre: İnsaftan behresiz.
beis is. Ar. be's esk. 1. Engel, uymazlık. 2. Kötülük, zarar, beis görmemek sakınca, zarar görmemek: "Seyyit Ali, Yani'ye planlarını üstünkörü anlatmakla beis görmedi." -Ö. Seyfettin, beis yok zararı yok, Önemi yok.
bej is. Fr. beige 1. Sarıya çalan açık kahverengi. 2. Bu renkte olan. _
bek (I) sf.-hlk. 1. Sert, katı, 2. Sağlam.
bek (II) is. İng. back sp. Savunma oyuncusu: "Bekle hafi genel olarak gol atmaz, alkışlanmaz, göklere çıkarılmaz." -H, Taner.
→ sağ bek, sol bek
bek (III) is. Fr. bec Hava gazı lambasının ucu,
beka is. (beka;) Ar. beka esk. Kalıcılık, Ölmezlik: "Memleketin, devletin bekası senin elinde..." -Ö, Seyfettin, beka bulmak Ölmezlik erdemine ulaşmak, ötümsüzleşmek.
bekar is. Fr. bâcarre müz. Diyezli veya bemollü bir sesin eski durumuna getirilmesini gösteren nota işareti.
bekâr is. (bekâ:r) Ar. bekar 1. Evlenmemiş kimse: "Bekârdı, evlenmeye vakit bulamamıştı." -Ö. Seyfettin. 2. Evli olduğu hâlde ailesinden ayrı, yalnız yaşayan kimse, bekâr kalmak (veya yaşamak) 1) evlenmemek, evlenmemiş olmak: "Genç adamsın, bekâr kalacak değilsin ya." -M. Ş. Esendal. 2) ölüm veya boşanma dolayısıyla eşini yitirmek, bekâra karı boşaması kolaydır bilgi ve deneyimi olmayan bir kimsenin işi hafife alması, önemsememesi, gereğince değerlendirememesi doğaldır.
→ bekârhane, bekâr odası, müzmin bekâr
bekâret is. (bekâırei) Ar. bekâret esk. 1. Kızlık. 2. Saflık, temizlik, masumluk: "Ruhumun bekâretini sana verdim." -H. C. Yalçın. 3. Sanat ve düşüncede özgünlük, yenilik. 4. Doğallık, tazelik.
bekârhane is. Ar. bekâr + Far. hâne esk. 1. Bekârların kalması için ayrılmış veya düzenlenmiş oda. 2. Bekârların yaşadığı müstakil ev: "Şehzadebaşı 'nın geniş odalı bekârhanelerinden birinde ikamete karar vermişti." -Y. K. Karaosmanoğlu.
bekârlık, -ğı is. Bekâr olma durumu: "Para kazanmak iyi şeydir, ama bekârlığa can dayanmıyordu." -Ö. Seyfettin, bekârlık sultanlık evlenmeden tek başına yaşamanın daha iyi olduğunu anlatan bir söz: Bekârlık sultanlık mıdır, perişanlık mı sorusunu her ilgilinin mesleğine, meşrebine, yaradılışına, maddi olanaklarına göre cevaplandırmak gerekir." -H. Taner.
bekâr odası is. Bekârların, taşradan gelen işçilerin kaldığı oda: "Boyun atkısını kulaklarına dolayarak bekâr odasının yolunu tutacak." -S. F. Abasıyanık.
bekas is. Fr. becasse zool. Çulluk.
bekçi is. Bir şeyi veya bir yeri bekleyip korumakla görevli kimse: "Karşı odaya bekçi oldun dedi, ilk aylığımı verdiler." -S. F. Abasıyanık. bekçi kalmak koruyucu, gözcü, denetleyici olarak beklemek: "Yıkılan o saltanatlar üzerinde bir kandil gibi artık sonsuzluğa dek bekçi kalacaktı." -R. E. Ünaydın.
→ bostan bekçisi, gece bekçisi, kat bekçisi, kır bekçisi, mahalle bekçisi
bekçilik, -ği is. Bekçinin yaptığı iş: "Onu bekçilik bahanesiyle konağın bir odasına yerleştirmiştik." -R. N. Güntekin.
bekinme is. Bekinmek işi.
bekinmek (nsz) hlk. 1. İnat etmek, direnmek. 2. Kapanmak, tıkanmak: Gaz ocağının deliği bekinmiş, açılmıyor. .
bekitme is. Bekitmek işi.
bekitmek (-i) hlk. Kapamak, tıkamak.
bekleme is. 1. Beklemek işi: "Pencere kapandıktan sonra aynı hareketsizlik ve bekleme devam etti." -N. S. Örik. 2. Vakit öldürme: "Ağzında piposu, ayaklarını uzatmış, pineklemekle bekleme arası oturuyordu." -Ç. Altan. beklemeye almak 1) herhangi bir şeyi kısa veya uzun bir süre ertelemek; 2) telefonla yapılan İletişim sırasında karşı tarafı geçici bir süre bekletmek.
→ bekleme odası, bekleme salona, bekleme süresi, beklemeyen
beklemek (nsz) 1. Bir iş oluncaya, biri gelinceye değin bir yerde kalmak, durmak: "Arkadaki tramvaylar dizi olmuş, bekliyorlardı." -H. Taner. 2. (-i) Süre tanımak, acele etmemek: "Demin orada oturdum, senin uyanma saatim bekledim." -R. H. Karay. 3. (-i) Bir şeyi, bir kimseyi gözetmek, korumak, muhafaza etmek: Eşyayı beklemek. Tutukluları beklemek. 4. (-i, -den) Ummak: "Nikâhtan bu kadar keramet bekleme!" -P. Safa. 5. Karşılaşma ihtimali bulunmak: "Sabri gittikten sonra Basire, ondan gebe kalmış olmaktan korkarak bekledi." -M. Ş. Esendal. 6. Aramak, istemek: "Bu tecrübeli deniz kurdunun muhakkak bir beklediği var." -F. F. Tülbentçi. 7. Oyalanmak, bekle yârin köşesini! yakında gerçekleşeceği sanılmayan umutlar için söylenen bir söz.
beklemeli sf. Sınıfta kalıp derslere devam etmeyen (öğrenci).
bekleme odası is. Bekleme salonu.
bekleme salonu is. 1. Doktor, avukat vb. ile görüşme öncesinde oturulan yer, bekleme odası: "Bir keresinde bekleme salonunda sırasını bekliyor, içeriden şişe patlar gibi kahkaha!" -A. İlhan. 2. Herhangi bir taşıtı beklemek için gelenlerin oturdukları yer.
bekleme süresi is. 1. huk. Evliliği sona ermiş kadının yeniden evlenebilmesi için aradan geçmesi gereken süre. 2. mec. Görüşme kararının alınması ile görüşmenin yapıldığı ana kadar geçen süre.
bekleme yeri is. 1. Bir kimseyi beklemek için ayrılan bölme. 2. Herhangi bir taşıtı beklemek için ayrılan bölme.
beklenilme is. Beklenilmek işi veya durumu.
beklenilmek (nsz) Beklenmek: "Çok sevdiği kocasının böyle hiç beklenilmeden gelmesine şaştı."-Ö. Seyfettin.
beklenme is. Beklenmek durumu.
beklenmedik, -ği sf. Birdenbire, ansızın olan.
beklenmek (nsz, -den) Bekleme işine konu olmak: "Tiyatrodan beklenen, oyunla seyirci arasında bir bağlantı kurmaktır." -R. H. Karay.
beklenmez sf. Beklenmeyen, umulmayan durumda olan: "Beklenmez bir tehlike karşısında şaşkınlıktan kendini o tehlikenin ta göbeğine kaldırıp atan bir adam gibi, misafirlerin Önüne fırladım." -R. N. Güntekin.
beklenmezlik, -ği is. Beklenmeme durumu.
→ beklenmezlik fiilî
beklenmezlik fiili is. dbl. Bir fiile -acağı / -eceği sıfat-fiil ekiyle tutmak yardımcı fiili getirilerek oluşturulan ve İşin istenmeden, beklenmeden olduğunu anlatan birleşik fiil: Güleceği tutmak. Oksüreceği tutmak.
beklenti is. 1. Gerçekleşmesi beklenen şey. 2. Bireyin belli şart ve durumların alacağı biçimler veya kendisinden beklenenler konusundaki öngörüsü.
bekleşme is. Bekleşmek işi veya durumu.
bekleşmek (nsz) Birlikte veya karşılıklı beklemek: "Bahar geldi koyun kuzu koklaştı / İki âşık dört senedir bekleşti." -B. S. Erdoğan.
bekletilme is. Bekletilmek işi veya durumu.
bekletilmek (-i) Bekletme işine konu olmak veya bekletme işi yapılmak: "İlkokul çocuklarım toparlamaya gelen minibüsün şoförü bekletilmekten hoşlanmaz." -H. Taner.
bekletme is. Bekletmek işi.
bekletmek (-i, -e) 1. Bekleme işini birine yaptırmak: "Tam yirmi dakika beklettin beni. " -M. C. Kuntay. 2. Oyalamak.
bekleyiş is. Bekleme İşi veya biçimi.
bekri,?/ (bekri:) Ar. bekriesk. Ayyaş.
bekrilik, -ği is. İçkiye düşkünlük, ayyaşlık: "Ananın bekriliğinden neden meyus oluyorsun?" -H. R. Gürpınar.
Bektaşi öz. is. (bekta:şi:) Hacı Bektaş Veli'nin tarikatına girmiş olan kimse.
→ Bektaşi babası, Bektaşi dedesi, bektaşikavuğu, Bektaşi sırrı, Bektaşi üzümü
Bektaşi babası is. Bektaşi tarikatından olan derviş.
Bektaşi dedesi is. Bektaşi tarikatında üst makamlarda bulunan ve yönetimde sorumluluk taşıyan derviş.
bektaşikavuğu is. bot. Büyük ve güzel çiçekler veren, ılık iklimlerde yetişen bir kaktüs (Echinocactus).
Bektaşilik, -ği öz. is. 1. Bektaşi tarikatı. 2. Bu tarikata mensup olma durumu.
Bektaşi sırrı is. Gizli tutulan şey.
Bektaşi üzümü is. bot. 1. Taşkırangillerden bir çalı (Ribes grossularia). 2. Bu çalının mayhoş, nohut büyüklüğünde, ak veya kara yemişi.
bel (I) is. hlk İşaret, bel etmek işaret koymak, işaret vermek.
bel (II) is. 1. anot. İnsan bedeninde göğüsle karın, sırtla kalçalar arasında daralmış bölüm: "Kolum, boynundan beline doğru kayıyor. " -Y. Z. Ortaç. 2. onat. Bu bölümün, sırtın altına rastlayan bölgesi; Bel ağrısı. 3. onat. Hayvanlarda omuz başı ile sağrı arası. 4. Dağ sırtlarında geçit veren çukur yer. 5. Geminin orta bölümü, bel bağlamak birisinin kendisine yardımcı olacağına inanmak, güvenmek: "Ne var ki, böyle araçlara biz pek bel bağlayamayız." -T. Halman. bel kırmak kırıtmak, salınmak, bel vermek 1) duvar gibi dik şeyler dışarıya veya tavan gibi yatay şeyler aşağıya doğru kamburlaşmak: "isli tavan bel vermiş, duvarları içeri kamburlaşmıştı." -O. Kemal. 2) mec. herhangi bir konuda destek olmak, beli açılmak küçük abdestini tutamaz olmak, beli bükülmek yaşlılık yüzünden güçsüz kalmak, bir iş yapamayacak duruma düşmek. beli çökmek kamburlaşmak, (bir şey birinin) belini bükmek çaresizlik içinde bırakmak: "Şu kör olası işsizlik belimi fena hâlde büküyordu." -H. Taner, belini doğrultmak (veya doğrultamamak) yeniden durumunu düzeltmek: "Aramızda benim bir daha belimi doğrultamamış neslimin en parlak gençleri vardı." -R. N. Güntekin. belini kırmak birini bir şeyi yapamaz duruma getirmek, belini vermek dayanmak, yaslanmak: "Avlunun en uzak köşesine, duvara belini verir otururdu." -Y. K. Beyatlı.
→ bel ağrısı, bel bağı, bel evladı, bel fıtığı, bel gevşekliği, bel kemeri, bel kemiği, bel kündesî, bel soğukluğu, beli bükük, yarı bel, yol bel, etek belde, etibelinde, eteği belinde, kantarı belinde
bel (III) fızy. Meni. beli gelmek cinsel birleşme sırasında salgı boşalmak, belinden gelmek birinin dölü olmak.
bel (IV) is. Far. bel Toprağı aktarmaya veya işlemeye yarayan, uzun saplı, ayakla basılacak yeri tahta, ucu sivri kürek veya çatal biçiminde bir tarım aracı, bel bellemek toprağı belle kazmak.
→ çatal bel
bel (V) 75. (Graham Bell'in adından) fiz. Ses şiddetiyle ilgili birim.
bela is. (belâ:) Ar. belâ 1. İçinden çıkılması güç, sakıncalı durum: Kumar, toplum için büyük bir beladır. 2. Büyük zarar ve sıkıntıya yol açan olay veya kimse: "Hayatta dipdiri yanmak belasından da kurtulmuştum." -Y. K. Beyatlı. 3. Hak edilen ceza: Allah belasını verdi, bela aramak kavga çıkarmak için fırsat aramak: "Geceleyin belanı arama, haydi nerden geldinse, bas git oraya." -E. İ. Benice, bela çıkarmak kavga çıkarmak, bela okumak birine beddua etmek, bela kesilmek birisine sıkıntı ve eziyet vermek, musallat olmak: "Zavallı Reşat Efendi kendisinden başkaları için âdeta bir bela kesilmişti." -A. Ş. Hisar, belalar mübareği alay istenilmeyen, kaçınılan bir durumun gerçekleştiği bildirilirken söylenen bir söz.... belası -den dolayı, sebebiyle: "İlme karşı saygı belası olarak dinlemek zaruridir." -Y. K. Beyatlı. belasını bulmak hak ettiği cezayı görmek: "Hâlime dünya acıyor, rakiplerim de belasını buldu diye seviniyor. " -R. H. Karay, belaya çatmak (veya girmek veya uğramak) beklenmedik bir bela ile karşılaşmak: "Çattık belaya, ne İster bu adam benden canım, şamar oğlanına döndürdü." -R. N. Güntekin. "Nafile yere başım bir belaya uğramasın." -A. Ş. Hisar. belayı satın almak göz göre göre belayı üstüne çekmek.
→ güç bela, püsküllü bela, tatlı bela, yedi bela, zor bela, baş belası, gönül belası, hatır belası, namus belası
belagat, -ti is. (belâ:gat) Ar. belagat esk. 1. İyi konuşma, sözle İnandırma yeteneği: "Gülünç olduğu kadar hazin bir belagati varmış." -H. F. Ozansoy. 2. Söz sanatlarını inceleyen bilgi dalı, retorik. 3. ed. Konuyu bütün yönleriyle kavrayarak hiçbir yanlış ve eksik anlayışa yer bırakmayan, yorum gerektirmeyen, yapmacıktan uzak, düzgün anlatma sanatı. 4. mec. Bir şeyde gizli olan derin anlam: Sükûtun belagati.
belagatli sf. Belagati olan.
belagatsiz sf. Belagati olmayan: "Yeni kelimeler sanatı, daha saf, hiç belagatsiz ve hiçbir zaman, hiçbir şey ispat etmeye çalışmıyor. " -S. F. Abasıyanık.
bel ağrısı is. Bel çevresinde oluşan ve duyulan ağn.
belahat, -ti is. (belâ:hat) Ar. belâhet esk. A-lıklık: "Faziletle belahat aynı şey sayılıyor." -P. Safa.
belalı sf. 1. Yorucu, üzücü, can sıkıcı: "Bu belalı işin iyi gitmeye başlamasının daha ucundayız." -H. R. Gürpınar. 2. Kavgacı, şirret. 3. is. Yolsuz kadının zorba dostu: Belalıları başından taşkın kadınlarla uğraşacak yaşta değiliz." -R. H. Karay.
belasız sf. Bela içermeyen.
→ kazasız belasız
bel bağı is. hlk. Bel kemeri.
bel bel zf. Mel mel.
belce is. hlk. İki kaş arası.
Belçikalı öz. is. Belçika halkından olan kimse.
belde is. Ar. belde esk. 1. İlçeden küçük, belediye ile yönetilen yer. 2. mec. Mekân, yer, çevre: "Bugün toz hâlinde sallanan bu iklim, asırların uykusundan, bunca sanat beldeleri gibi bir gün sıyrılacak." -Y. K. Beyatlı.
beledi sf. (beledi:) Ar. beledi esk. 1. Şehirle ilgili: "Millî hükümet arzu eder ki, tamamıyla sınai bir şehir olsun; bu beledi bir fikir olamaz, millî bir fikirdir." -Y. K. Beyatlı. 2. Yerleşik: Beledi hastalık. 3. Bir tür pamuklu, kalın kumaş.
belediye is. Ar. belediyye 1. İl, ilçe, kasaba, belde vb. yerleşim merkezlerinde temizlik, aydınlatma, su, toplu taşıma ve esnafın denetimi gibi kamu hizmetlerine bakan, başkanı ve üyeleri halk tarafından seçilen, tüzel kişiliği olan örgüt. 2. Bu örgütün bulunduğu bina: "Daha belediyeyi dönmüş dönmemiştim ki, beynimden vurulmuşa döndüm." -T. Dursun K.
→ belediye başkam, belediye çavuşu, belediye encümeni, belediye meclisi, belediye nikâhı, belediye polisi, belediye reisi, belediye sarayı, belediye teşkilatı, belediye zabıtası
belediye başkanı is. 1. Belediye teşkilatını yöneten kimse, belediye reisi: "Bir vali, bir kaymakam, bir belediye başkanı bakarsınız bulunduğu yeri ümran eder." -R. H. Karay. 2. tar. Şehremini.
belediyeci is. Belediye işleri görevlisi.
belediyecilik, -ğı is. Belediye işleri.
belediye çavuşu is. Zabıta işlerinde üst görevli: "Belediye çavuşu yanında jandarma onbaşısı, çarşıyı dolaşmış, esnafa kepenk kapattırmıştır." -T. Buğra.
belediye encümeni is. Belediye kanununda belirtilmiş görevleri yerine getiren, özel kanunlarla belediye meclisi tarafından verilen görevleri, belediye meclisi toplu bulunmadığı zaman, tetkik eden ve karara bağlayan organ.
belediyelik, -ği is. 1. Belediye olma durumu. 2. sf. Belediyeyle ilgili, belediyelik olmak 1) belediye ile ilgili bir işi olmak; 2) belediye olma hakkım kazanmak.
belediye meclisi is. Belediye tüzel kişiliğine tanınan yetkileri kendinde toplayan organ.
belediye nikâhı is. hlk. Medeni kanuna göre kıyılan resmî nikâh: "Belediye nikâhım daha sonra yapmak üzere imam nikâhını kıydılar. " -E. Bener.
belediye polisi is. esk. Belediye zabıtası: "Simitçi başında tablası koşturuyor, belediye polisleri de onu kovalıyormuş." -Ç. Altan.
belediye reisi is. Belediye başkanı: "Belediye reisi ile eşraftan birkaç kişi tevkif edildi." -Y. K. Karaosmanoğlu.
belediye sarayı is. Belediyeye ait bütün işlerin yapıldığı ve büroların bir arada bulunduğu büyük yapı.
belediye teşkilatı is. Nüfusu iki binden fazla olan yerleşim yerlerinde hükümet kararıyla kurulan, belediye başkanı, belediye meclisi, belediye encümeni ve belediye görevlilerinden oluşan kuruluş.
belediye zabıtası is. Kanunlarla belediyeye verilmiş emir ve yasakları belediye sınırları İçerisinde takip etmekle görevli kolluk kuvveti, belediye polisi.
belek, -ği is. hlk 1. Kundak, çocuk bezi: "Çocuk olsam beleklere belensem." -Âşık Veysel. 2. Beşiğe konulan yatak.
beleme is. Belemek işi.
belemek (-i, -e) hlk. 1. Çocuğu kundaklamak. 2. Beşiğe yatırıp bağlamak. 3. Bulamak, bulaştırmak.
belemir is. bot. Mavikantaron.
belen is. hlk. 1. Bel. 2. Tepe, yüksek yer. 3. Bayır. 4. Dağ üzerindeki yüksek geçit, dik dağ yolu.
belenme is. Belenmek işi.
belenmek (-e) hlk. 1. Kundaklanmak: "Çocuk olsam beleklere belensem." -Âşık Veysel. 2. Bulanmak, bulaşmak, örtülmek: "Ben yere yığılıp kafam kanlara belenince..." -R. Erduran.
belerme is. Belermek işi.
belermek (-i) hlk. göz, akı iyice belirecek biçimde açılmak: Gözleri belerdi.
belertme is. Belertmek işi.
belertmek (-i) hlk. Belerme işi yapmak.
beleş sf. Ar. bilâ-şey' argo Karşılıksız, emeksiz, parasız elde edilen, beleş (veya bahşiş) atın dişine (veya yaşına) bakılmaz bedava gelen şeyde kusur aranmaz, beleşe konmak emek, para vermeden elde etmek.
beleşçi is. Bedavacı.
beleşçilik, -ği is. Bedavacılık.
beleşten zf. Emek vermeden, karşılıksız: "Para olduğu vakit karşıla İsmail'in kahvesine gidersin, olmadığı vakit buraya gelir, kahveyi hep beleşten içersin." -H. R. Gürpınar.
beletme is. Beletmek işi.
beletmek (-i) hlk. Kundaklatmak.
bel evladı is. hlk. Bir kimsenin öz çocuğu.
bel fıtığı is. tıp Bel bölgesinde oluşan fıtık.
belge is. Bir gerçeğe tanıklık eden yazı, fotoğraf, resim, film vb. vesika, doküman: "Mahkemenin elinde bu iddiaları yalanlayacak bir belge yoktu." -T. Buğra, belge almak başarısızlık yüzünden öğretim kurumuyla ilişiği kesilmek.
→ aklama belgesi, çağrı belgesi, çalışma belgesi, çıkış belgesi, denklik belgesi, gönderme belgesi, hesap belgesi, imza belgesi, iskân belgesi, iyi hâl belgesi, izin belgesi, katılım belgesi, katılma belgesi, kesityazar belgesi, kimlik belgesi, konut belgesi, köken belgesi, onur belgesi, oturma belgesi, öğrenci belgesi, öğrenim belgesi, satış belgesi, sürücü belgesi, yeterlik belgesi, yetki belgesi, yoksulluk belgesi
belgeci is. sin. ve TV Belgesel filmler yapan, yöneten sinemacı.
belgecilik, -ği is. Belgeci olma durumu.
belgegeçer is. Yazılı, bilgi ve belgelerin telefon sistemi vasıtasıyla bir yerden bir yere iletilmesini anında sağlayan araç, faks.
belgegeçerleme is. Belgegeçerlemek işi.
belgegeçerlemek (-i) Bir yazıyı belgegeçer ile başka bir yere göndermek.
belgeleme is. Belgelemek işi, tevsik.
belgelemek (-i) Bir olgunun doğru olduğunu belge ile göstermek, ortaya çıkarmak, tevsik etmek.
belgelendirme is. Belgelendirmek işi.
belgelendirmek (4) Belge göstererek belirtmek.
belgelenme is. Belgelenmek işi.
belgelenmek (nsz) 1. Belgeleme işine konu olmak. 2. İki yıl üst üste aynı sınıfta kalan öğrenci okuldan çıkarılmak.
belgeli sf. 1. Belgesi olan (kimse). 2. İki yıl üst üste sınıfta kaldığı için okula devam etme hakkını yitirerek belge alan (öğrenci): Belgeli öğrenci.
belgelik, -ği is. 1. Belge ve yazıların saklandığı yer, arşiv: Belgelik müdürü. 2. sf. Belge almayı hak eden.
belgesel sf. 1. Belge niteliği taşıyan, dokümanter: "Televizyon spikeri bu belgesel yayın boyunca hayli vaaz verdi." -H. Taner. 2. is. Belge niteliği taşıyan film veya televizyon programı.
→ belgesel film, yarı belgesel
belgeselci is. 1. Belgesel film çeken veya bunun üzerinde çalışan kimse. 2. Belgesel niteliğindeki eserleri seven veya bunlarla ilgilenen kimse.
belgeselcilik, -ği is. Belgeselcinin yaptığı iş.
belgesel film is. Hayattan alınan herhangi bir olguyu, kendi doğal çevresi ve akışı İçinde veya gerçeğe en yakın biçimde hazırlanmış yapay bir yerde işleyen, belirli bir amacı yansıtan film.
bel gevşekliği is. Cinsel gücü yitirme.
belgi is. 1. Bir şeyi benzerlerinden ayıran özellik, alamet, nişan. 2. Şiar.
belgileme is. Belgilemek işi.
belgilemek (-i) Belgi ile göstermek.
belgili sf. Belgiye dayanan, belirli olan.
belgin sf. Tam ve kesin olarak belirlenmiş olan, sarih.
belginlik, -ği is. Belgin olma durumu, sarahat.
belgisiz sf. Belirsiz.
→ belgisiz sıfat, belgisiz zamir
belgisizlik, -ği is. Belgisiz olma durumu.
belgisiz sıfat is. dbl. Belirsizlik sıfatı.
belgisiz zamir is. dbl. Belirsizlik zamiri.
belgit is. 1. tic. Senet. 2. man. Bir önermeyi tanıtlamak için gösterilen ve daha önce doğru diye kabul edilen başka önerme, hüccet, burhan.
beli e. (beli:) Far. beli esk. Evet.
beli bükük, -ğü sf. 1. Beli bükülmüş. 2. mec. Güçsüz, zavallı.
beliğ sf. (beli:ğ) Ar. beliğ esk. 1. Belagati olan, belagatli. 2. Anlaşılır: "Çeşmeden sökülmüş o kitabenin yeri kendisinden daha beliğ bir şekilde, hafızamda kaldı." -Y. K. Beyatlı.
belik, -ği is. hlk. Saç örgüsü.
belikleme is. Beliklemek işi.
beliklemek (-i) hlk. Saçları örmek.
belinleme is. Belinlemek işi.
belinlemek (nsz) hlk. Birden uyanarak çevresine korku ile şaşkın şaşkın bakmak, irkilmek.
belirgi is. tıp Bulgu.
belirgin sf Belirmiş durumda olan, göze çarpan, besbelli, açık, bariz, sarih: "Hüzünlü bakışlarının daha belirgin hâle getirdiği iri, siyah, ceylan gözleriyle ... alımlı da sayılabilirdi. " -E. Bener.
belirginleşme is. Belirgin duruma gelme.
belirginleşmek (nsz) Belirgin duruma gelmek: "Kapının altından sızan kirli ışık gitgide daha belirginleşiyordu." -Ç. Altan.
belirginleştirme is. Belirgin duruma getirme.
belirginleştirmek (-i) Belirgin duruma getirmek.
belirginlik, -ği is. Belirgin olma durumu.
belirleme is. Belirlemek işi, tayin: "Bunları kesin olarak belirlemeye çalışalım.". -A. Ş. Hisar.
→ öncel belirleme
belirlemek (-i) 1. Belirli duruma getirmek, belirli kılmak, tayin etmek: "Künyesi bile, daha doğarken onun yönünü belirlemiş gibi idi." -H. Taner. 2. man. Yeni bir kavramı, özünü oluşturan öğeleri açıklayarak tanımlamak, sınırlamak. 3. Bir kavramı, ayırıcı bir öge ekleyerek sınırlamak, kapsam bakımından daraltmak, genellemek karşıtı.
belirlenim is. 1. Belirli duruma gelme işi. 2. fel. Bir kavramın anlamının, içeriğinin, yapısının veya sınırlarının tam olarak belirlenmesi işi, gerektirim, determinasyon.
belirlenimci is. fel. Belirlenimcilik yanlısı olan kimse, gerekirci, determinist.
belirlenimcilik, -ği is. fel. Her olayın başka olayların gerekli ve kaçınılmaz bir sonucu olduğunu ileri süren öğreti, gerekircilik, determinizm.
belirlenme is. Belirlenmek işi.
belirlenmek (nsz) Belirli duruma getirilmek.
belirlenmezci is. fel. Belirlenmezcilik yanlısı olan kimse, İndeterminist.
belirlenmezcilik, -ği is. fel. 1. Nedensellik yasasına bağlı olmayan, bir sebebe bağlanmayan olay ve durumların da bulunduğunu öne süren görüş, indeterminizm. 2. İnsan iradesinin hiçbir şarta bağlı olmadığını, içinde bulunduğu şartlarla belirlenmediğini, insanın özgür iradesinin nedensellik yasasına bağlı olmadığını savunan görüş, indeterminizm.
belirleşme is. Belirleşmek İşi veya durumu.
belirleşnıek (nsz) Belirgin duruma girmek: "Daha da belirleşen neşesiyle kalleşti, acımasızdı. " -T. Buğra.
belirli sf. Açık ve kesin olarak sınırlanmış veya kararlaştırılmış olan, muayyen: "Öteki arkadaşımız da belirli saatte nöbetinin başında olacaktı." -E. Bener.
→ belirti belirsiz, belirli geçmiş, belirli nesne
belirli belirsiz sf. Yarı belirgin durumda, az çok belli olan: "Belirli belirsiz incecik bir çizgi arasından gördüğü garip bir surat." -Ç. Altan.
belirli geçmiş is. dbl. Fiilin belirttiği kavramın, içinde bulunan zamandan önce olup bittiğini kesinlikle bildiren kip, -di'li geçmiş. Bu zaman Türkçede -di / -di, -ti / -ti ekiyle karşılanır: al-dı, bil-di, saç-tı, seç-ti vb.
belirlilik, -ği is. Belirli olma durumu.
belirli nesne is. dbl. Belirtme durumu ekini almış, geçişli fiil durumunda olan yüklemle ilgili kelime veya kelime grubu.
belirme is. Belirmek işi, tebellür etme.
belirmek (nsz) 1. Önce belli veya görünür olmayan bir şey ortaya çıkmak, tezahür etmek: "Karanlıkların ardından birçok adamlar belirerek acayip birtakım eşyalar taşıyor." -R. H. Karay. 2. Bir düşünce veya durum için, kesin bir biçim almak, tebellür etmek: "Kafasında günden güne çeşitli düşünceler, çeşitli kaygılar beliriyordu," -O. Hançerlioğlu. 3. İyice görünür ve anlaşılır bir durum almak, tebarüz etmek: "O kibar cemiyete nasıl bir elbise ile gireceğini düşündü, manzara gözünün önünde belirdi." -R. H. Karay.
belirsiz sf. 1. Belirli olmayan, belgisiz, gayrimuayyen: "Tatlı ve mahmur bakışlı gözlerini belirsiz bir noktaya dikti." -Y. K. Karaosmanoğlu. 2. Niteliği hakkında tam bir bilgi edinilemeyen, müphem: "Bir ayağın yerlere sürtünmesinden çıkan, silik ve belirsiz sesi işitti." -P. Safa. 3. Bilinmeyen, meçhul: Ne olduğu belirsiz.
→ belirsiz geçmiş, adı belirsiz, belirli belirsiz,
belli belirsiz belirsiz geçmiş is. dbl. Fiilin belirttiği kavramın, içinde bulunulan zamandan önce olup bittiğini başkasından duyarak veya belirsiz olarak bildiren kip, -miş'li geçmiş, naklî mazi. Türkçede bu zaman -mış / -miş ekiyle kurulur: ağla-mış, gel-miş gibi.
belirsizlik, -ği is. Belirsiz olma durumu, müphemiyet: "Ne yanına baksa ürkütücü belirsizlikler..." -A. İlhan.
belirsizlik sıfatı is. dbl. İsimleri yaklaşık, kabataslak belirten sıfat, belgisiz sıfat: bazı, birkaç, her, birtakım, filan vb.
belirsizlik zamiri is. dbl. İsmin yerini belirsiz, kabataslak tutan zamir, belgisiz zamir: bazısı, birkaçı, birçoğu, azı, herkes, biri vb.
belirteç, -ci is. dbl. Zarf.
→ yer belirteci, yön belirteci, zaman belirteci
belirten is. dbl. Tamlayan.
belirti is. 1. Bir olaym veya durumun anlaşılmasına yardım eden şey, alamet, nişan, nişane: "Kendinde yaşlılığın en küçük belirtisi yok." -H. Taner. 2. tıp Vücuttaki işlevsel bir bozukluğun, hastalığın göstergesi olan durum veya görüntü, sendrom.
→ belirti bilimi, ön belirti
belirti bilimi is. Bitkilerin yıl içinde büyüme ve gelişmelerinde görülen değişikliklerle iklim olayları arasında ilgi kurarak bundan sonuç çıkaran bilim, fenoloji.
belirtik, -ği sf. Açık, belli; sarih.
belirtilen is. dbl. Tamlanan.
belirtili sf. 1. Belirtisi olan. 2. Belirtilmiş olan, belirli kılınan.
→ belirtili nesne, belirtili tamlama
belirtili nesne is. dbl. Belirtme durumundaki nesne, sarih meful.
belirtili tamlama is. dbl. Tamlayanı -in (-nin) takısı, tamlananı üçüncü kişi iyelik eki alan ve belirli bir kavram taşıyan tamlama: Doğan'ın kalemi, çiçeğin kokusu gibi.
belirtilme is. Belirtilmek işi.
belirtilmek (nsz) Belirtme işine konu olmak.
belirtisiz sf. 1. Belirtisi olmayan. 2. Belirtilmemiş olan.
→ belirtisiz nesne, belirtisiz tamlama
belirtisîzlik, -ği is. Belirtisiz olma durumu.
belirtisiz nesne is. dbl. Yalın durumdaki nesne.
belirtisiz tamlama is. dbl. Tamlayanı yalın durumda olan, tamlananı genellikle üçüncü kişi iyelik eki alan ve çoğu kez tür kavramı veren isim tamlaması: Ankara kedisi. Tuz gölü gibi.
belirtke is. 1. Soyut bir şeyin, bir kavramın sembolü olan varlık veya eşya, amblem. 2. Bir konu hakkındaki açıklayıcı bilgilerin tümü.
→ belirtke tablosu
belirtken is. 1. Bir özlü sözle birlikte kullanılan işaret. 2. Soyut bir şeyin, bir kavramın sembolü olan varlık veya eşya, amblem. 3. db. Gösterge.
belirtke tablosu is. Bir konu hakkındaki açıklayıcı bilgilerin bulunduğu tablo.
belirtme is. Belirli kılma, görüş bildirme, tasrih: "Gördüğüm aksaklıklar varsa belirtmemi istediler." -H. Taner.
→ belirtme durumu, belirtme grubu, belirtme sıfatı
belirtme durumu is. dbl. Yüklemi geçişli bir fiil olan cümlede fiilin doğrudan etkilediği, -i/ -t, -u/ -ü ekini almış isim, yükleme durumu, yükleme hâli, akuzatif, sokağ-ı (temizlemek), ev-i (ısıtmak), okul-u (sevmek), yüz-ü (yıkamak) vb.
belirtme grubu is. dbl. Tamlamalardan daha geniş kelime dizisi: "Kalın bir kitabın süslü cilt kapağı" bir belirtme grubudur.
belirtmek (i-) Açıklamak, tebarüz ettirmek: "Üzüntülerini kırgınlıklarını dudak büküp susarak belirtir." -N. Cumalı.
belirtme sıfatı is. dbl. Bir ismi gösterme, soru, sayı veya belirsizlik bakımlarından belirten sıfat: Bu (kapı.) Birinci (dönem.) Kaç (öğrenci?) Hangi (ev?) Üç (çocuk) gibi.
belit is. man. Kendiliğinden apaçık ve bundan dolayı öteki önermelerin ön dayanağı sayılan temel önerme, mütearife, aksiyom: "Tüm, parçaların her birinden büyüktür" sözü bir belittir.
belitken is. man. Belitler sistemi.
belitleme is. 1. Belitlemek işi. 2. man. Tümden gelişimci bir bilime esas olacak belit sistemi.
belitlemek (-i) 1. Belgeye dayanarak ortaya koymak. 2. man. Belitleme kuramını ortaya koymak.
belitlenebilirlik, -ği is. man. Belitlenebilen kuram.
beliye is. Ar. beliyye esk. Felaket, keder, tasa: "Sebep hep sensin; o zaman muvafakat edeydin, belki bu beliyeler başıma gelmezdi." -S. M. Alus.
bel kemeri is. Elbise üzerinden bele dolayarak bir toka ile tutturulan, deri, kumaş veya metalden yapılan özel bağ, bel bağı.
bel kemiği is. 1. anat. Omurga, oma: "Suriye'de bel kemiğine bir kurşun dokunmuştu." -Ö. Seyfettin. 2. mec. Bir şeyin varlığı ile ilgili en önemli bölüm, temel, esas: "Bel kemiği Anadolu Türklüğü olan bir millî devlet kurmalıyız." -Atatürk.
belki zf. (be'lki) Ar. bel + Far. ki 1. Olabilir ki, muhtemel olarak. 2. bağ. Olsa olsa, ya ... ya, ihtimal: "Belki bir sabah vakti, belki bilgece yarısı / Artık nefes almayı bırakıp gideceğiz. " -Z. O. Saba, belki de şu da olabilir: "Belki de bu durumun kusuru bizde." -B. Felek.
belkili sf. (be'lkili) 1. Olasılı, muhtemel, 2. fel. Doğru olabileceği gibi, yanlış da olabilen, belli ve kesin olmayan, olasılı, ihtimali.
bel kündesi is. sp. Güreşte ellerin arkadan gelip hasmın göbeği üzerinde kilitlenmesiyle kündeleme.
belladonna is. (bellâdonna) İt. belladonna bot. Güzelavrat otu.
bellek, -ği is. 1. psikol. Yaşananları, öğrenilen konuları, bunların geçmişle ilişkisini bilinçli olarak zihinde saklama gücü, dağarcık, akıl, hafıza, zihin: "Böylelerini dinlediğimizde, belleğimizde sözleri, hiç mi hiç, katmaz." - S. Birsel. 2. bl. Bir bilgisayarda, programı değişmeyen verileri, yapılacak iş için gerekli olan ara sonuçlan toplayan bölüm, belleğini yitirmek bellek kaybına uğramak.
→ bellek karışıklığı, bellek kaybı, bellek yitimi, dış bellek, iç bellek
bellek karışıklığı is. tıp Kelimelerin doğru anlamını hatırlayamamak veya ilk olarak görülen bir şeyi önce gördüğünü sanma duygusuna kapılmak biçiminde beliren bir ruh hastalığı.
bellek kaybı is. tıp Bellek yitimi: "Karısı kocasının bir bellek kaybı krizine tutulduğunu sanmakta olduğunu söylemiştir." -S. F. Abasıyanık.
bellek yitimi is. tıp 1. Büyük sarsıntı, humma yüzünden belleğin bozulması veya kaybolması biçiminde beliren ruh hastalığı, bellek kaybı. 2. Belleğin kısa bir süre durup işlememesi, bellek kaybı.
bellem is. Bellemek yetisi.
→ aşırı bellem
belleme (I) is. Bellemek işi.
belleme (II) is. hlk. At vb. hayvanlann sırtına, eyerin altına konulan keçe, meşin veya kaim kumaş parçası, yapık, yuna.
bellemek (I) (-i) 1. Öğrenip akılda tutmak: "Kasım lodosla girdi mi kış yumuşak olur diye bellemiş atalarımız." -H. Taner. 2. Sanmak: "Yumuşak, sabırlı, şefkatli bir insan bellemişsin." -H. Taner.
bellemek (II) (-i) Bel denilen araçla toprağı işlemek, aktarmak.
bellenme (I) is. Bellenmek (I) işi.
bellenme (II) is. Bellenmek (II) işi.
bellenmek (I) (nsz) Belleme (1) işine konu olmak, öğrenilmek.
bellenmek (II) (nsz) Bellenme (II) işine konu olmak: Bahçe bellendi.
belleten is. Bilim kuramlarının çalışmaları ile ilgili yazı ve haberlerin yayımlandığı dergi.
belletici is. Çalıştırıcı, öğretici, belletmen, müzakereci.
belleticilik, -ği is. Belletici olma durumu.
belletme is. Belletmek işi.
belletmek (-i, -e) Bellemesini sağlamak, öğretmek: "Sina çölünde Türk milletinin bir ikinci destanı daha var ki, her Türk çocuğuna belletmek lazım gelir." -F. R. Atay.
belletmen is. Eğitim kuramlarında etütleri denetleyen kimse, belletici.
belli (I) sf. Beli olan: "Hani sen benim gibi ince belli sarışınları severdin?" -N. Araz.
→ karınca belli
belli (II) sf. 1. Bilinmedik bir yanı olmayan, malum: "Hâlimiz, vaktimiz sizce belli." -H. R. Gürpınar. 2. Gizli olmayan, ortada olan, anlaşılan, bedihi, zahir, aşikâr: "Kıyafetinden söyleyeceği şeyin ciddiyeti belli." -Ö. Seyfettin. 3. Belirli, muayyen: "Belli toplumsal evreler ve iktisadi çevrelerdeki şiir biçimi olan aruz ..." -S. Birsel, belli etmek 1) açıklamak, iyice görünür anlaşılır durama getirmek: "Durumdan hoşlanmadığı belliydi ve bunu belli etmek istediği de belliydi. " -T. Buğra. 2) mec. sezdirmek, hissettirmek: "Ev sahibinin yanma gidileceğini tavrıyla belli ediyordu." -R. H. Karay, belli olmak anlaşılmak, açıklanmak: "Dilinden Anadolu olduğu belli oluyor." -S. F. Abasıyanık.
→ belli başlı, belli belirsiz
belli başlı sf. 1. Belirli, muayyen: "Dilimiz de mizah gazetelerinin belli başlı alay konuları arasında idi." -F. R. Atay. 2. Önemli: "Bu kongrenin belli başlı adamı İsmail Kemal'di." -Y. K. Beyatlı.
belli belirsiz sf. 1. Yarı belli. 2. zf. Zorlukla seçilerek, yarı bellisiz olarak, duyularak, çok az belli olarak: "Dere içinde eylül sabahının ışığı yavaş yavaş, belli belirsiz yayılmaktadır. " -S. F. Abasıyanık.
bellik, -ği is. 1. İşaret, marka. 2. Kalman sayfayı belirlemek amacıyla araya konulan ince, uzun karton parçası.
bellilik, -ği is. Belli olma durumu, bedahet, muayyeniyet.
bellisiz sf. Belli olmayan, bilinemeyen: "Ne kumaştan olduğu bellisiz murdar birer entari... " -H. R. Gürpınar.
bel soğukluğu is. tıp Üreme organlarının akıntılı ve bulaşıcı bir hastalığı: "Ta eskiden, yirmi sene evvel bir bel soğukluğu geçirdimdi." -S. F. Abasıyanık. bel soğukluğuna uğratmak kaba bir işe veya bir söze gereksiz yere karışarak onun akışım sektirmek.
bembeyaz sf. (be'mbeyaz) 1. Çok beyaz veya, apak: "Yanında kapkara yüzlü, bembeyaz dişli bir de zenci vardı." -R. H. Karay. 2. zf. Pırıl pırıl, apaçık bir biçimde: "Bütün İzmit bir leylak demeti gibi, bembeyaz, gözlerinin önüne açıldı." -A. İlhan, bembeyaz kesilmek beklemediği bir durum karşısında beti benzi atmak.
bemol, -lü is. Fr. bemol müz. 1. Bir sesin yarım ton kalınlaştırılacağım gösteren nota işareti. 2. Böylece kalınlaştırılmış ses: Si bemol.
ben (I) is. 1. Çoğu doğuştan, tende bulunan ufak, koyu renkli leke veya kabartı: "Dedim tane tane olmuş berilerin / Dedi zülfüm değdi tel yarasıdır." -Âşık Ömer. 2. En çok üzümde görülen olgunlaşma belirtisi. 3. hlk. Saçta, sakalda beliren beyazlık.
→ et beni
ben (II) is. hlk. 1. Olta veya tuzağa konulan yem. 2. Kuşun yavrusuna taşıdığı yem.
ben (III) zm. 1. Teklik birinci kişiyi gösteren söz: "Bütün sevgileri atıp içimden / Varlığımı yalnız ona verdim ben." -A. K. Tecer. 2. is. psikol. Kişiyi öbür varlıklardan ayıran bilinç. 3. is. fel. Bir kimsenin kişiliğini oluşturan temel öge, ego. ben hancı, sen yolcu oldukça düzen bu biçimde devam ettiği sürece, ben şahımı (veya şeyhimi) bu kadar severim ben bundan daha çok özveride bulunamam, ben yokum (veya ben bu işte yokum) ben bu işe karışmam, beni sokmayan yılan bin (yıl) yaşasın zararlı olduğu bilinen, ancak kimseye kötülüğü dokunmayan kişiyle uğraşılmamalıdır. benim diyen kendine güvenen, güçlü olduğuna inanan: Benim diyen adam bu işi yapamaz, benim oğlum bina okur, döner döner yine okur "çok çalışmasına karşın verimli ve yararlı olmuyor" anlamında kınama veya eleştiri için kullanılan bir söz.
→ benbenci, beniçinci, albeni, incitmebeni, unutmabeni
benbenci sf. Kendini çok öven, hep kendinden söz eden, kibirli, gururlu.
benbencilik, -ği is. Benbenci olma durumu.
bence zf. Bana göre, düşündüğüm gibi: "Bence büyük bir hizmet görmüş oldu." -B. Felek.
benchmarking İng. benchmarking bk. bilsat, bilgileşim.
benci sf. Kendini beğenen, kendini her konuda üstün gören, hodpesent, megaloman.
bencil sf. 1. Yalnız kendini düşünen, kendi çıkarlarını herkesinkinden üstün tutan, hodbin, hodkâm, egoist: "Bencildir insanoğlu, bencil olduğu için de yalnız kendi dertlerini düşünür, yalnız onlara inanır." -N. Ataç. 2. fel Bencillik öğretisine inanan, bencil olmak bencilce davranışta bulunmak.
bencilce zf. (benci'lce) Bencile yakışır biçimde.
bencileyin zf. (be'ncileyin) esk. Benim gibi: "Bencileyin gülmedik baş cihana gelmiş var mıdır." -Yunus Emre.
bencilik, -ği is. 1. Benci olma durumu, hodpesentlik, egoizm. 2. fel. İnsanın bütün eylemlerinin ben sevgisiyle belirlenmiş olduğunu, buna göre ahlaklılığın da yalnızca kendini koruma içgüdüsünün bir biçimi olduğunu ileri süren öğreti. 3. fel. Kendi benini ve çıkarını hayatın mutlak ilkesi yapan anlayış.
bencillesin e is. Bencilleşmek işi.
bencilleşmek (nsz) Bencil duruma gelmek.
bencillik, -ği is. Bencil olma durumu, hodbinlik, egoistlik, egoizm, enaniyet: "İlerleyen bencillikleri, yeni hileleri ... en önce o hissetti." -H. S. Tanrıöver. bencillik etmek bencil davranmak.
bende (I) is. Far. bende esk. Kul, köle: "Aynı zamanda, bu has ve vefakâr bendesine mim koymuştu." -Y. K. Karaosmanoğlu. bendeniz alçak gönüllülük göstererek ben yerine ve "köleniz"' anlamında kullanılan bir söz: "Lütuf buyurup vapura kadar geldiğinizden dolayı bendenizi minnettar ettiniz, efendim." -R. H. Karay, bendeniz cennet kuşu alay kendini tanıtırken kullanılan bir deyim: Bendeniz cennet kuşu Tahir.
→ bendehane, bendezade
bende (II) zf. Ben zamirinin bulunma durumu eki almış biçimi.
bendegân ç. is. (bendegâ:n) Far. bendegân esk. Kullar, köleler.
bendehane is. (bendehaıne) Far. bende + hâne esk. Bendenin, kölenin evi: "Dün, bendehanede bulunan talaşlar tutuşuverdi." -A. Ş. Hisar.
benden sf. 1. Birisi tarafında olan (kimse). 2. zf. Ben zamirinin çıkma durumu eki almış biçimi, benden günah gitti benden söylemesi, benden paso benim yapabileceğim ancak bu kadar, benden söylemesi ben üzerime borç saydığım şeyi söyledim, kendimi suçlu saymam.
bendezade is. (bendeza:de) Far. bende + zade esk. Alçak gönüllülük göstererek "benim çocuğum" anlamında kullanılan bir söz: "İki bendezadeniz vardı, ömürlerini efendimize bağışladılar." -M. Ş. Esendal.
bendir is. Alaturka çalgı aleti.
benefşe is. Far. benefşe esk. bk. menekşe.
benek, -ği is. 1. Herhangi bir şey üzerindeki ufak leke, nokta, puan: "Burunlar koyu renkte beneklerle kaplıdır." -S. Birsel. 2. astr. Güneş lekeleri yöresinde görülen, parlak taneciklerden ve parlak damarlardan oluşmuş bölüm, fakül.
→ ağbenek, ak benek, sarı benek
beneklenme is. Beneklenmek işi.
beneklenmek (nsz) Benek oluşmak.
benekleşme is. Benekleşmek işi veya durumu.
benekleşmek (nsz) Benek benek durum almak.
benekli sf Ufak lekeleri bulunan: "Altın benekli, mor renkli ipekli bluz giyiyordu." -H. E. Adıvar.
→ benekli köpek balığı
benekli köpek balığı is. zool. Kara benekli, küçük boyda bir cins köpek balığı (Scylliorhinus canicula).
bengi (I) sf. Sonu olmayan, hep kalacak olan, ölümsüz, ebedî.
→ bengi su
bengi (II) is. hlk. Ege ve Güney Marmara bölgesinin halk oyunlarından biri.
bengileşme is. Bengileşmek işi.
bengileşmek (nsz) Sonsuz yaşama niteliği kazanmak, ötümsüzleşmek, ebedîleşmek.
bengilik, -ği is. 1. Zamanla ilgisi, başlangıcı ve sonu olmayan varlık. 2. Ölmezlik, ebedîlik. 3. Sonsuz ve ölçülmez zaman.
bengi su is. Abıhayat.
beniâdem is. (be'ni:a:dem) Ar. beni + âdem esk. Âdemoğlu, insan.
benibeşer is. Ar. beni + beşer esk. İnsan: "Benibeşer arasında, ister şiire, ister başka bir şeye rehberlik etmek, ancak o şeyin cinsinden olmaya mütevakkıftır." -Y. K. Beyatlı.
beniçinci is. fel. Kişinin benliğini merkez sayma görüşü, benmerkezci.
beniçincilik, -ği is. fel. Dünyada kişinin benliğini merkez sayan felsefe görüşü, benmerkezcilik, egosantrizm.
benildeme is. Benildemek işi.
benildemek (nsz) hlk. Belinlemek: "Gördü, çaldı saat/Benildeyip uyandınız, yataklar." -B. Necatigil.
benimki sf. 1. Benim olan, benimle ilgili olan. 2. zm. Kadınların kocalarından, kocaların karılarından söz ederken kullandıkları söz. 3. zm. alay Yakın çevremizde olan bir kimseden söz ederken kullanılan bir söz.
benimseme is. Benimsemek işi, sahip çıkma, tesahup.
benimsemek (-i) 1. Bir şeyi kendine mal etmek, sahip çıkmak, kabullenmek, tesahup etmek: "Ağzın kulaklarına vardı, işi âdeta benimsedin." -R. H. Karay. 2. mec. Bir şeye, birine bağlanmak, ısınmak: "Karım içinde büyüdüğü bu evi bütün psikolojik derinliğiyle benimsemişti." -A. H. Tanpınar.
benimsenme is. Benimsenmek işi.
benimsenmek (nsz) Benimseme işine konu olmak: "Mutluluğa açık ruhsal durum benimsenince mutluluk sürekli olur." -H. Taner.
benimsetme is. Benimsetmek işi.
benimsetmek (-i, -e) Birinin benimsemesini sağlamak.
benimseyiş is. Benimseme işi veya durumu.
beniz, -nzi is. 1. Yüz; "Benzi limon gibi sararmaya, gözleri ateş gibi parlamaya başladı. " -Y. K. Karaosmanoğlu. 2. Yüz rengi.
beniz geçmek benzi solmak, benzi atmak (veya uçmak) ansızın yüzünün rengi sararmak, solmak: "Necdet'in benzi atıyor, kesik kesik soluyordu." -Y. K. Karaosmanoğlu. benzi kül gibi olmak yüzünden kan çekilmek, yüzü sararmak, benzi sararmak yüzünün rengi solmak: "O böyle söylerken yanında bulunanların benzi sararırdı." -Y. K. Karaosmanoğlu. benzi solmak gücünü yitirmek, sağlık sorunu olmak, benzi uçmak yüzü sararmak: "Benzi uçtu, dudaklarmdaki gülümseme soldu." -M. Ş, Esendal. benzinde kan kalmamak kansızlık sebebiyle yüzü sararmak, benzine kan gelmek (veya benzi kanlanmak) sağlıklı duruma gelmek, canlanmak: "Yirmi dört saat evvel Allah'tan ziyade Âbdülhamit'ten korkan kâtiplerin henüz benizlerine kan gelmemişti." -Ö. Seyfettin.
benizli sf Benzi bulunan, benze sahip olan: "Yanına uzunca boylu, soluk benizli, gençten bir adam sokuldu." -M. Ş. Esendal.
→ buğday benizli, saz benizli, soluk benizli
benlenme is. Benlenmek işi.
benlenmek (nsz) Ben (I) oluşmak: "Çok mu çirkin yüzüm benlenince?" -B. Necatigil.
benli sf. Ben (I) bulunan: "Tılsımı çözmek için kadının sırtı benli olmalı imiş." -S. F. Abasıyanık.
→ püskürme benli
benlik, -ği is. 1. Bir kimsenin öz varlığı, kişiliği, onu kendisi yapan şey, kendilik, şahsiyet: "Küçük veya büyük çapta, ama mutlaka dürüst, namuslu bir iş adamı olmak hırsı bütün benliğini sardı." -T. Buğra. 2. Kendi kişiliğine önem verme, kişiliğini üstün görme, kibir, gurur, benliği yoğurmak kişiliği oluşturmak, benliğinden çıkmak kendine benzemez olmak.
→ benlik çatışması, benlik davası, benlik ikileşmesi, benlik yitimi
benlik çatışması is. psikol. Benliğin ön plana çıkması ile baş gösteren çatışma.
benlikçi is. 1. Her konuda hep kendini ileri süren, hep kendinden söz eden kimse. 2. Benlikçilik yanlısı olan kimse.
benlikçilik, -ği is. 1. Her konuda hep kendini ileri sürme, hep kendinden söz etme durumu. 2. fel. Kendi benliğinin gelişimini, bütün davranışlarının ilkesi yapan kişinin niteliği, egotizm.
benlik davası is. Her şeyi kendi düşüncesine uydurmak ve her şeyde söz sahibi olmak çabası.
benlik ikileşmesi is. tıp Öznenin kişiliğini iki veya daha çok bilinç merkezine bölen ve tek kişide çeşitli kişilikler durumunda beliren bir ruh hastalığı.
benlik yitimi is. tıp Kişilik duygusunun ve benlik bilincinin yitirilmesi ile beliren ruh hastalığı.
benmari is. Fr. bain-marie Bir kabı kaynar suya oturtmak yolu ile içindekini ısıtma veya eritme yöntemi.
benmerkezci is, fel. Beniçinci.
benmerkezcilik, -ği is. fel. Beniçincilik.
bent, -di is. Far. bend esk. 1. Bağ, rabıt. 2. Kitaplarda kendi içinde bütünlük oluşturan bölüm. 3. Su biriktirmek için akan suyun Önüne yapılan set, büğet: "Bentler, hakikaten Osmanlı medeniyeti eserlerinden örnek verecek heybetli tesislerden imiş." -A. Rasim. 4. Gazete yazısı. 5. ed. Bir şiirdeki dörtlüklerin her biri, bağlam. 6. huk. Kanun maddesi, (birini) bent etmek kendine bağlamak: "Kalabalık göz açıp kapayıncaya kadar beni kapmış, direncimi kırıp ruhumu ufalayarak kendine bent etmişti." -A. İlhan. bent olmak bağlanmak, tutulmak.
→ aselbent, cilbent, kalebent, köşebent, pazubent, terciibent, terkibibent, tülbent
benzeme is. Benzemek işi.
benzemek (-e) 1. İki kişi veya nesne arasında birbirini andıracak kadar ortak nitelikler bulunmak, andırmak: "Ona göre işlemeyen, kurulmuş, bozulmuş bir saat hastalanmış bir insana benzerdi." -A. H. Tanpınar. 2. Sanısını uyandırmak, gibi görünmek: "Bu zavallı çokça içmişe benziyor, gözleri buğulanmış, biraz da kaymış." -M. Ş. Esendal.
benzemeklik, -ği is. Benzer olma durumu: "Bir şeye benzemekliğim için usta bir kalem kırkyerinden tashih etmeli." -R. H. Karay.
benzemez is. İskambil, okey oyunlarında farklı kâğıtların veya taşların bir araya gelmesi.
benzemezlik, -ği is. Benzemez olma durumu.
benzen is. Fr. benzene kim. 1. Maden kömürü katranından çıkarılan C6U.6 formülündeki hidrokarbonun bilimsel adı. 2. esk. Benzin.
benzer sf. 1. Nitelik, görünüş ve yapı bakımından bir başkasına benzeyen veya ona eş olan, müşabih, mümasil: "Baksana kız, paşaya benzer yerim var mı benim?" -H. Taner. 2. is. mat. Benzeşim. 3. is. sin. ve TV Bazı önemsiz veya tehlikeli sahnelerde asıl oyuncunun yerine çıkan, yapı ve yüz bakımından bu oyuncuyu andıran kimse, dublör.
→ benzer şekiller
benzeri sf Benzerlik gösteren, benzer.
→ ve benzerleri
benzerlik, -ği is. 1. Benzer olma durumu: "Türk işleri ile Roma ve Bizans işleri arasında benzerlik bulunamaz." -F. R. Atay. 2. mat. İki üçgende köşelerinin eşlenmesine göre karşılıklı açıların eş ve karşılıklı kenarların orantısından doğan durum.
benzersiz sf. Benzeri olmayan, eşsiz: "Zübeyde Hanım da her ana gibi, oğlunu eşsiz, benzersiz bir insan görmektedir." -H. Taner.
benzersizlik, -ği is. Benzersiz olma durumu.
benzer şekiller ç. is. mat. Kenarlarının uzunlukları arasındaki oran değişmemekle birlikte karşılıklı açıları eşit olan şekiller.
benzeş sf. Birbirine benzeyen, aralarında benzerlik bulunan, müşabih, nazir.
benzeşen is. dbl. Ünlü veya ünsüz benzeşmelerinde, etki altında kalan ünlü veya ünsüz: Sütçü (süt-çü), ekmekten (ekmek-ten), odalardan (oda-lar-dan) kelimelerinde bulunan -çü, -ten, -dan eklerindeki ünsüz veya ünlüler gibi.
benzeşik, -ği sf. mat. ve geom. Benzeşme özelliği gösteren.
benzeşim is. 1. Bazı ortak yönleri olan İki şey arasındaki benzeşme. 2. mat. İki şeklin kenarlarının uzunlukları arasındaki oran değişmemekle birlikte, karşılıklı açılarının eşit bulunması durumu, benzer.
→ benzeşim oranı
benzeşim oranı is. mat. İki şeklin kenarlarının arasındaki oran.
benzeşlik, -ği is. Benzeş olma durumu, müşabehet.
benzeşme is. 1. Benzeşmek işi. 2. dbl. Bir kelimede bir sesin başka bir sesi kendisine benzetme etkisi, asimilasyon: yurt-daş > yurttaş, çarşanba > çarşamba, o + bir < ö-bür gibi.
→ gerileyici benzeşme, ilerleyici benzeşme, uzak benzeşme, yakın benzeşme, dudak benzeşmesi, ünlü benzeşmesi, ünsüz benzeşmesi
benzeşmek (nsz) Birbirine benzemek, müşabih olmak.
benzeşmezlik, -ği is. dbl. Bir kelimede bulunan aynı veya benzeri seslerden birinin değişikliğe uğraması, disimilasyon: Kınnap > kırnap, attar > aktar gibi.
→ uzak benzeşmezlik, yakın benzeşmezlik
benzeştirme is. Benzeştirmek işi.
benzeştirmek (-i) Benzer duruma getirmek.
benzeti is. ed. Benzetme.
→ benzeti ressamı
benzetici sf. Benzeterek yapan, sahteci, kopyacı.
→ benzetici ressam
benzetici ressam is. Büyük sanatçıların üslubunda çalışarak yaptığı işleri orijinal eser diye satan sahteci ressam.
benzetilme is. Benzetilmek işi: "Sala Bey de anasına benzetilmeye razı olmadı." -M. Ş. Esendal.
benzetilmek (nsz) Benzetme işine konu olmak.
benzetim is. Taklit etme, benzerini yapma, simülasyon.
benzeti ressamı is. Büyük sanatçıların yaptıklarını, orijinaline bakarak yapan ve benzeti olduğunu belirten ressam.
benzetiş is. Bir şeyi başka bir şeye benzetme işi veya biçimi: "Hoşa gidecek benzetişler buluyorlar, gülümsüyorsunuz." -N. Ataç.
benzetme is. 1. Benzetmek işi. 2. ed. Bir şeyin niteliğini anlatmak için o niteliği eksiksiz taşıyan bir şeyi örnek olarak gösterme işi, benzeti, teşbih: "Bütün tumturaklı sözleri, bütün az rastlanır benzetmeleri tekrarladı." -A. İlhan.
benzetmek (-i, -e) 1. Benzer duruma getirmek: İki şeyi birbirine benzetmek. 2. Bir şeyde başka şeye benzeyen yönler bulmak: "Onu ceylana benzetiyorum." -R. H. Karay. 3. mec. Kötü bir duruma getirmek, bozmak: Çocuk, oyuncağını benzetti. 4. mec. Dövmek: Ali'yi kavgada iyice benzetmişler. benzetmek gibi olmasın kötü bir sona uğramış birinden veya bir şeyden söz ederken, ona benzetilen kimse veya şey için kötü bir duygu beslenilmediğini anlatan bir söz.
benzeyiş is. Bir şeyin başka bir şeye benzemesi durumu: "Fakat bu özeniş, benzeyiş, benzetiş kendi hayallerinin doğurduğu bir kuruntudan başka şey değildi." -A. Ş. Hisar.
benzeyişsizlik, -ği is. Benzeşmeme durumu: "O kadar çok değişiklik, o kadar büyük bir eskiden ayrılık ve benzeyişsizlik var." -Ç. Altan.
benzin is. Fr. benzine kim. 1. Petrolün damıtılması ile elde edilen, özgül ağırlığı yaklaşık 0,65 olan, renksiz, uçucu, kendine özgü kokusu bulunan bir sıvı. 2. Bir tür organik yağ çözücü. 3. esk. Benzen.
→ benzin göstergesi, benzin istasyonu, benzin pompası, süper benzin
benzinci is. Akaryakıt satılan yer veya akaryakıt satan kimse.
benzincilik, -ği is. Benzincinin işi veya mesleği.
benzin göstergesi is. Benzinle çalışan motorlu araçlarda benzinin düzeyini gösteren alet.
benzin istasyonu is. Araçların benzin, yağ vb. gereksinimlerini karşılayan, yolculara dinlenme ve alışveriş imkânı veren tesis, benzinlik.
benzinleme is. Benzinlemek işi veya durumu.
benzinlemek 1. Benzin dökerek yakmak. 2. Bir nesneyi benzine bulamak.
benzinli sf. Benzinle çalışan (motor, makine vb.).
benzinlik, -ği is. Benzin istasyonu.
benzin pompası is. Benzinlikte araç depolarına benzin koyma ve verilen benzin tutarını gösterme aracı.
benzol, -lü is. Fr. benzol kim. Benzin ve tolüen karışımı bir akaryakıt.
beraat, -ti is. (bera:at) Ar. berâ'at huk. Aklanma, beraat etmek aklanmak: "Bu kararın okunuşu üzerine beraat edenler serbest bırakılmışlardı." -H. C. Yalçın.
→ beraatizimmet
beraatizimmet is. Ar. berâ'at + zimmet huk. Borçsuzluk, beraatizimmet asıldır tersi ispatlanmadıkça insanların suçsuz sayılmaları gerekir.
beraber zf. (bera:ber) Far. beraber 1. Birlikte, bir arada: "Hayata beraber başladığımız/Dostlarla da yollar ayrıldı bir bir." -C. S. Tarancı. 2. -e rağmen, -e karşın: "Halılarla bezenmiş olmakla beraber gıcırtıdan ve esnemelerden kurtulamamıştı." -R. H. Karay. 3. sf. Aynı düzeyde: "Bina taş, merdiveni yok, toprakla beraber." -A. Rasim. berabere bitmek oyun veya yarışma aynı sayının alınmasıyla sonuçlanmak, berabere kalmak 1) aynı sayıyı almak; 2) başa baş gelmek.
→ can beraber, hep beraber
beraberce zf. (berabe'rce) Birlikte, beraber olarak: "Sandalyelerimizi lambaya yaklaştırıp beraberce bakmaya başladık." -M. Ş. Esendal.
beraberinde zf. (bera:berinde) Yanında: Beraberinde arkadaşını da getirdi.
beraberlik, -ği is. 1. Birlikte olma durumu: "Onların beraberliği tam elli yıl sürmüştür. " -H. Taner. 2. Baş başa kalma durumu. 3. Başa baş kalma durumu.
→ beraberlik müziği
beraberlik müziği is. müz. Orkestra, koro veya oda müziğinde olduğu gibi birçok sesle oluşturulan müzik.
berat is. (bera:t) Ar. berât 1. Bir buluştan, bir haktan yararlanmak için devletçe verilen belge, patent. 2. tor. Osmanlı İmparatorluğu'nda bir göreve atanan, aylık bağlanan, san, nişan veya ayrıcalık verilen kimseler için çıkarılan padişah buyruğu.
→ ihtira beratı
Berat Gecesi öz. is. Hz. Muhammed'e peygamberliğin Cebrail aracılığıyla bildirildiği şaban ayının on beşinci gecesi.
Berat Kandili öz. is. Berat Gecesi kutlanan kandil.
berbat sf. Far. ber-bâd 1. Kötü: "Eskisinden daha berbat, iyileşmek ne gezer." -M. A. Ersoy. 2. Bozuk: "Yol berbat, toz toprak üstümüze savruluyor." -S. M. Alus. 3. Çirkin, beğenilmeyen: "Sanatta politika ne kadar berbatsa, politikada sanat da o kadar iğrenç olur."-B. Felek. 4- Darmadağın, bakımsız, perişan, viran: "Berbat bir han odası. " -Y. Z. Ortaç, berbat etmek (veya eylemek) 1) kötü duruma getirmek: "Bu işi nasıl berbat ettinse gel yine öyle kendin temizle. " -H. R. Gürpınar. 2) bozmak, berbat olmak 1) kötü duruma gelmek; 2) kirlenmek; 3) bozulmak: "Muhitin değişen, bozulan her şeyi gibi terbiyesi de berbat olmuştu. " -Ö. Seyfettin.
berber is. İt. barbiere 1. Saç ve sakalın kesilmesi, taranması ve yapılması işiyle uğraşan veya bunu meslek edinen kimse. 2. Bu işin yapıldığı dükkân: "Bütün dükkânlar, bakkallar, berberler, kunduracılar bu ana yolun üzerindedir." -S. F. Abasıyanık.
→ berber balığı, berber dükkânı, berber koltuğu, berber salonu, kadın berberi
berber balığı is. zool. Hanigillerden, kuyruğunun çatalı çok uzun olan, Akdeniz'de yaşayan, eti yenilen bir balık (Serranus anthias).
berber dükkânı is. Berber.
Berberi öz. is. (berberi:) Ar. berberi Kuzey Afrika'daki Cezayir bölgesinde Berberistan halkından veya bu halkın soyundan olan kimse.
berber koltuğu is. Berber dükkâmnda bulunan, hareketli, oynar başlıklı özel koltuk.
berberlik, -ği is. Berberin yaptığı iş: "O küçücük dükkânda baba mesleği berberlikle altı yıldır geçinip gidiyordu." -S. F. Abasıyanık.
berber salonu is. Büyük berber dükkânı.
berceste sf. Far. ber-ceste esk. 1. Güzel ve latif. 2. Seçilmiş, seçme. 3. is. ed. Sanat değeri yüksek olan dize.
berdel is. Mk. Ailenin kız ve erkek çocuğunun diğer ailenin kız ve erkek çocuğuyla karşılıklı olarak aynı zamanda evlendirilmesi.
berdelacuz is. Ar. berd + 'acüz esk. Halk takvimine göre 9-18 Mart arasında görülen kocakarı soğuğu.
berdevam sf. (berdeva:m) Far. ber + Ar. devam esk. Sürmekte olan, sürüp giden: "Yüz elli sene evvel türeyen bu âdet hâlâ da berdevam."-Y. K. Beyatlı.
berduş is. Far. ber-düş 1. Başıboş, serseri kimse: "Serseriler, berduşlar, kopuklar başlarını masalara dayayarak sabahlar burada." -S. Birsel. 2. sf. Pis, bozuk, bakımsız: "Bir büyük mü büyük hangar, bir dağınık berduş yatak..." -Ç. Altan.
bere is. Fr. beret Yuvarlak, yassı ve sipersiz başlık: "Lacivert beresini sallayarak bir fırtına gibi içeriye girdi." -A. Ş. Hisar.
→ yara bere
bereket is. Ar. bereket 1. Bolluk, gürlük, ongunluk, feyiz, feyezan: "Çocuk gönlüm kaygılardan azade / Yüzlerde nur, ekinlerde bereket." -O. V. Kanık. 2. hlk. Yağmur: Bereket yağıyor. 3. zf. İyi ki, neyse ki, iyi bir rastlantı sonucunda: "Bereket, o sıralarda henüz bu sözü bilmiyordum." -E. Bener. bereket ki (veya bereket versin ki) iyi ki, Tanrıya şükür ki: "Bereket versin ki, genç boksör, dayağa ezelden idmanlıydı." -R. N. Güntekin. bereket versin 1) para alan kimsenin söylediği iyi dilek sözü; 2) bir kimsenin bir durumdan hoşnutluğunu anlatması, teselli bulması: "Bereket versin, gece bu kır yolu tenha idi." -H. R. Gürpınar.
→ Halil İbrahim bereketi
bereketlenme is. Bereketlenmek işi veya durumu.
bereketlenmek (nsz) Çoğalmak, artmak: "Doksan yaşına kadar yaşamış, yokluk yüzü görmemiş oğul uşak toplansa koca bir mahalle olacak kadar bereketlenmiş." -M. Ş. Esendal.
bereketli sf. Bol, verimli: "Ey vatanın bağrı yanık bucağı / Hani senin bereketli hasadın. " -M. E. Yurdakul, bereketli ola! (veya olsun!) yemek yemekte olanlara veya ürünlerini toplayanlara söylenen iyi dilek sözü.
bereketlilik, -ği is. Bereketli olma durumu.
bereketsiz sf. Kendinden beklenen yararlığı sağlayamayan.
bereketsizlik, -ği is. Bereketsiz olma durumu.
bereleme is. Berelemek işi.
berelemek (-i) Bereli duruma getirmek.
berelenme is. Berelenmek işi veya durumu.
berelenmek (nsz) Bereli duruma gelmek: "Taşlara çarpan ayakları berelenmişti." -Ö. Seyfettin.
bereli sf. Beresi olan: “Zaten siyah bereli kadın da hep aynı yerde idî. “ -P. Safa.
berenan zf. hlk. Şöyle böyle, az çok, biraz, oldukça.
bergamodi is. 1. Sanmsı pembe rengi: "U-zunca, sarışın, kadınların bergamodi dedikleri rengin daha açık tonunda." -A. Rasim. 2. sf. Bu renkte olan.
bergamot, -du is. ît. bergamotto bot. 1. Turunçgillerden bir ağaç (Citrus bergamia). 2. Bu ağacın, kabuklarından reçel yapılan ve esans çıkarılan meyvesi.
bergüzar is. (bergüza.r) Far. ber + güzâr esk. Anmak için verilen hatıra, armağan, yadigâr: "Büyük babanın zamanında bergüzarmış, ne yapayım, kıramadım." -E. E. Talu.
berhane is. (berha:ne) Far. bâr + hâne esk. Büyük, harap, kullanışsız ev: "Pek büyük, pek berhane bir şeydir." -S. Birsel, berhane gibi gereğinden çok büyük (ev).
berhava sf. (berhava;) Far. ber + Ar. hevâ esk. 1. Havaya atılmış, uçurulmuş. 2. mec. Yararsız, boş. berhava etmek 1) havaya uçurmak; 2) mec. bitirmek, yok etmek: "Gazetede okuduğu haber, adamın sarhoş neşesini berhava etti." -A. İlhan, berhava olmak 1) patlama yolu ile havaya uçmak; 2) mec. boşa gitmek.
berhayat sf. (berhayast) Far. ber + Ar. hayât esk. Hayatta olan, canlı, yaşayan (kimse).
berhayat olmak yaşamak, hayatta olmak: "Şu ilan gazetede çıkmasaydı, babası onun İstanbul'da berhayat olduğunu öğrenmeyeçekti."-P. Safa.
berhudar sf. (berhuda:r) Far. ber + hürdâr esk. Mutlu, berhudar ol! "iyi günler göresin" anlamında iyi dilek sözü: "Fahim Bey'in kısa boylu, ak sakallı babası 'berhudar ol, oğlum! Gel seni alnından öpeyim' demiş." -A. Ş. Hisar, berhudar olmak mutlu olmak.
beri is. 1. Konuşanın önündeki iki uzaklıktan kendisine daha yakın olanı: Biraz beriye geliniz. 2. sf. Bu uzaklıkta bulunan: "Ağaçlardan, karanlığın beri tarafına doğru bir nehir akışı var." -S. F. Abasıyanık. 3. e. -den bu yana: "Kar sabahtan beri yağmıştı." -S. F. Abasıyanık.
→ çekberi, gelberi, günberi, öteberi, öteden beri, tez beri, yerberi, öteden beriden, ötesi berisi, öteye beriye
beribenzer sf hlk Sıradan, bayağı, alelade.
beriberi is. (beribe'ri) Fr. beriberi tıp Genellikle Uzak Doğu ülkelerinde B vitamini eksikliğinden ileri gelen bir hastalık.
beriki sf. 1. Beride olan: Beriki ev. 2. zm. Beride olan şey veya kimse: "Fakat berikiler onu işitmemiş gibi masaya oturdular." -P. Safa.
→ Öteki beriki
beril is. Fr. beryl min. Doğada altıgen billurlar durumunda bulunan, saydam, çoğu yeşil renkli berilyum ve alüminyum silikat.
berilyum is. Fr. beıyllium kim. Atom numarası 4, atom ağırlığı 9,013, yoğunluğu 1,84 olan, 2970 °C'de eriyen, zümrüt vb. taşların birleşiminde bulunan, havanın etkisine karşı ince bir oksit tabakasıyla kaplı element (simgesi Be).
berjer is. Fr. bergere Arkası kabarık ve yüksek, oturacak yeri geniş koltuk.
berk sf. 1. Sert, katı. 2. Sağlam.
berkelyum is. (berke'lyum) Fr. berkelium kim. Atom numarası 97, atom ağırlığı 294 olan yapay element (simgesi Bk).
berkemal, -lî sf. Far. ber + Ar. kemâl esk. Mükemmel, pek iyi: "Kendisine olan itimat ve sevgimiz berkemaldir." -F. F. Tülbentçi.
berkime is. Berkimek işi.
berkimek (nsz) Sağlamlaşmak, güç kazanmak, pekişmek.
berkinme is. Berkinmek işi veya durumu.
berkinmek (nsz) 1. Berkimek. 2. Pekiştirilmek.
berkitme is. Sağlamlaştırma, tahkim, takviye.
berkitmek (-i) Sağlamlaştırmak, tahkim etmek, takviye etmek.
berklik, -ği is. 1. Sağlamlık. 2. Sertlik, katılık.
berlam is. Fr. merlan zool. bk. barlam.
bermuda is. (bermu'da) Fr. bermuda Dizlere kadar inen dar ve kısa pantolon.
bermutat zf. (be'rmu:ta:t) Far. ber + Ar. mu'tâd esk. Alışılagelen biçimde, her zaman olduğu gibi: "Annem bermutat işi merasim tarafından alıyordu." -Y. K. Karaosmanoğlu.
berrak, -ğı sf (berra:k) Ar. berrak Duru, temiz, aydınlık, açık: "Bu sabah hava berrak / Bu sabah her şey billurdan gibi." -C. S. Tarancı.
berraklaşma is. Berraklaşmak işi veya durumu.
berraklaşmak (nsz) Berrak duruma gelmek, durulaşmak: "Yakışıklı kocasının hayali zihninde donuklaşacağı yerde, gittikçe berraklaşıyordu." -S. Ayverdi.
berraklaştırma is. Berraklaştırmak işi.
berraklaştırmak (-i) 1. Berrak duruma getirmek, durulaştırmak. 2. Açık, net ve kolay anlaşılır duruma getirmek: İfadeyi berraklaştırmak.
berraklık, -ğı is. Berrak olma durumu, duruluk.
→ zihin berraklığı
berri sf. (berri:) Ar. berri esk. Karasal.
bertafsil zf. Far. ber + Ar. tafsil esk. Açıklamalı bir biçimde, uzun uzadıya, açık olarak: "Ayakta duracak takatim yok, yarın hepsini bertafsil hikâye ederim." -S. M. Alus.
bertaraf is. Far. ber + Ar. taraf Kaldırma, giderme, bertaraf etmek ortadan kaldırmak, gidermek: "Yoksa birileri bizi kullanarak istemediği bazı şeyleri mi bertaraf ediyor?" -E. E. Talu. bertaraf olmak ortadan kalkmak, yok edilmek.
bertik, -ği is. hlk. 1. Yara, bere. 2. Deride mor leke, çürük. 3. sf. İncinmiş, burkulmuş.
bertilme is. Bertilmek işi veya durumu.
bertilmek (nsz) hlk. 1. İncinmek, burkulmak: "Sağ kolumdaki bir lif o zaman bertilip kopmuş olmalıydı." -N. Eray. 2. Berelenmek, yaralanmak. 3. Morarmak, çürümek.
bertme is. Bertmek işi.
bertmek (nsz) hlk. Bertilmek.
berzah is. Ar. berzah coğ. esk. 1. Kıstak: "Yarımadanın berzahındaki bu geniş yol biraz tehlikeliydi." -Ö. Seyfettin. 2. din b. Dinî inanışlara göre ölenlerin ruhlarının kıyamete kadar bulunduğu yer.
besalet is. (besadet) Ar. besâlet esk. Yiğitlik, yararlılık.
besbedava sf. (be'sbeda:va) Pek ucuz.
besbelli sf. (be'sbelli) 1. Açık, apaçık, çok belli: "Acı çektiği besbelliydi." -E. î. Benice. 2. zf. Anlaşıldığına göre, anlaşılıyor ki: "Açlığını kim duyar eğri ovaların, yanık dağların / Ölülerin duymadığı besbelli." -F. H. Dağlarca.
besbeter sf. (be'sbeter) Çok kötü, beş beter.
beserek, -ği is. hlk. îki hörgüçlü deve ile boz devenin melezi olan tülü devenin erkeği.
besi is. 1. Yaşatmak ve geliştirmek için gereken besinleri yedirip içirme işi. 2. Bir şeyi istenilen durumda tutmak veya oturtmak için kullanılan takoz vb. şeyler, besiye çekmek hayvanı semirtmek için beslemek.
→ besi doku, besihatıe, besi hayvanı, besi örü, besi suyu, aşırı besi, ham besi suyu, ongun besi suyu
besici is. Sığır, davar vb. hayvanları besleyerek semirten, satan kimse.
besicilik, -ği is. Besicinin yaptığı iş.
besi doku is. bot. 1. Tohumların içinde embriyoyu çevreleyen bölüm. 2. Yumurta akı maddesi.
besi dokulu sf. bot. Besi dokusu olan.
besi dokusu is. bot. Besi doku.
besi dokusuz sf. bot. Besi dokusu olmayan.
besihane is. (besiha:ne) T. besi + Far. hâne Besi yapılan yer.
besi hayvanı is. 1. Beslenmek amacıyla alınan hayvan. 2. Besiye çekilen hayvan.
besili sf. Semiz, semirtilmiş: "Avludan atlar geçmeye başladı. Hepsi besili ve bakımlı idi." -T. Buğra.
besi merası is. Besleme değeri oldukça yüksek mera bitkileri ile kaplı ve gerektiğinde kesime gönderilecek hayvanların fazla ağırlık kazanmalarını sağlamak için otlatıldıkları doğal veya yapay verimli mera.
besin is. 1. Yenilebilir, beslenmeye elverişli her tür madde, azık, gıda. 2. mec. Yaşamak, varlığını sürdürmek için gerekli şey.
→ yedek besinler
besinli sf. Besini olan, gıdalı.
besinsiz sf. Besini olmayan, yeterli besin almayan, gıdasız.
besinsizlik, -ği is. Besinsiz olma durumu, gıdasızlık.
besi örü is. bot. Tohum çimlenirken yeni çıkan bitkiyi beslemeye yarayan ve embriyonun çevresine yayılmış bulunan besleyici maddelerin bütünü.
besi suyu is. bot. Bitkilerin damarlarında dolaşan besleyici su.
beslek, -ği is. hlk. Besleme, hizmetçi, ahretlik.
→ kendi beslek
besleme is. 1. Beslemek işi. 2. Evlatlık olarak alınarak ev işlerinde çalıştırılan kız, beslek: "Evin içinde yaşlı bir kalfa ve bir besleme ile kalmıştı." -S. M. Alus. 3. sf. Herhangi bir kuruluşu, onun maddi yardımları dolayısıyla körü körüne destekleyen: Besleme gazete, besleme gibi giydiğini kendine yakıştıramayan (kız).
→ besleme basın, besleme kız
besleme basın is. Çıkar uğruna, herhangi bir kuruluşun veya iktidardaki güçlerin görüşlerini savunan basın.
beslemek (-i) 1. Yiyecek ve içeceğini sağlamak: "Okulun artıklarıyla otuz kişiden fazla insan besliyorduk." -H. E. Adıvar. 2. Yedirmek: "Pembe ekmekler kızartacak, üstlerine tereyağı, reçel, havyar sürecek, onu eliyle besleyecekti." -H. E. Adıvar. 3. Semirtmek. 4. Eklemek, katmak, çoğaltmak: "Ateş zayıfladıkça besliyor, ateşe gömdükleri mısırlar piştikçe misafirin eline tutuşturuyorlardı." -N. Cumalı. 5. Bir şeyi korumak veya sağlamca durmasını sağlamak için çevresini veya altını desteklemek, doldurmak, pekiştirmek: "Bacaklarımızın altım iki sabun çuvalı ve atların yem torbalarıyla besleyerek sırtüstü yattık." -R. N. Güntekin. 6. Yetiştirmek: "Herkes kanarya, kedi, köpek beslemez ya!" -H. Taner. 7. mec. Bir duyguyu gönülde yaşatmak: "Uzun müddetten beri şiddetle beslediği bir histi." -Y. K. Beyatlı. 8. mec. Maddi yardım yapmak, desteklemek, besle kargayı, oysun gözünü nankörlük edenler için söylenen bir söz.
besleme kız is. Besleme: "Besleme kız utandı, bütün kam yüzüne çıktı, hemen ayağa kalktı."-M. Ş. Esendal.
beslemelik, -ği is. Besleme.
beslenen sf.fız. Sönümsüz.
→ dışbeslenen, öz beslenen
beslengi is. Hizmetçi, evlatlık, besleme: "Sarı Sımayıl Yusuf Ağa'nin beslengisine öteden beri göz komuş." -N. Nâzım.
beslenilme is. Beslenilmek işi veya durumu.
beslenilmek (nsz) Beslenme işine konu olmak.
beslenme is. 1. Beslenmek işi. 2. Vücut için gerekli besin maddelerinin alımı.
→ beslenme bozukluğu, beslenme çantası, beslenme eğitimi, beslenme odası, beslenme saati, beslenme sorunu, beslenme uzmanı, beslenme yetersizliği, dengeli beslenme, dengesiz beslenme, dış beslenme, öz beslenme, yeterli beslenme
beslenme bozukluğu is. Bazı organ ve dokularda veya organizmanın bütününde şekil veya çalışma düzensizliği meydana getiren, bir veya birkaç beslenme görevinin bozulması.
beslenme çantası is. Anaokulu ve ilköğretim öğrencilerinin beslenme saatindeki yiyeceklerini içinde bulundurdukları çanta.
beslenme eğitimcisi is. Beslenme eğitimi ile uğraşan uzman.
beslenme eğitimi is. Besin maddelerinin özellikleri, insan vücudunun gelişmesinde yiyeceklerin etkisi ve görevi, yiyecek seçiminde dikkat edilmesi gereken noktalar, iyi beslenmenin sağlık yönünden önemi, ucuz ve dengeli beslenmenin yolları gibi konuları işleyen bilim dalı.
beslenmek (nsz) 1. Kendini beslemek. 2. Besleme işine konu olmak.
beslenme odası is. Anaokulu, ilköğretim okulu vb. eğitim kurumlarında yemek yenilen yer.
beslenme saati is. Anaokulu, ilköğretim okulu vb. eğitim kurumlarında yemek yeme zamanı.
beslenme sorunu is. Eğitim yetersizliği, ekonomik güçlükler, gıda üretimi ve dağıtımı, teknolojisindeki düzensizlikler sebebiyle ortaya çıkan olumsuz durum.
beslenme uzmanı is. Beslenmenin genel özelliklerini kitle çapında ele alan, inceleyen, uygulatan yetkili.
beslenme yetersizliği is. Çeşitli güçlükler ve yokluklar yüzünden vücuda gerekli olan gıdaların yerinde ve zamanında alınamaması durumu.
besletme is. Besletmek İşi veya durumu.
besletmek (-i, -e) Besleme işini başkasına yaptırmak.
besleyici is. 1. Besleyen, beslemeye yarayan, besin değeri yüksek, mugaddi. 2. Yüz ve boyunda güneş lekelerini azaltıp ölü hücreleri atan krem türü.
→ kirpik besleyici, tırnak besleyicisi
besleyicilik, -ği is. Besleyici olma durumu.
besmele is. Ar. "Esirgeyen ve bağışlayan Allah'ın adı ile" anlamına gelen ve bir işe başlarken söylenilen bismillahirrahmanirrahim sözü, bismillah: "İlk ders olarak besmeleyi öğrendiler." -Y. K. Beyatlı. besmele çekmek bir işe başlarken "bismillahirrahmanirrahim" sözünü söylemek: "Uç dört kişi birden besmele çekmişlerdi ve hepsi birden okumaya başlamışlardı."-M. Ş. Esendal.
besmelesiz zf. 1. Besmele çekmeden: "Eczacı Bey, sen bugün besmelesiz çıkmışsın herhalde evden, tersliğin üstünde." -B. Felek. 2. is. argo Çocuklar için "piç" anlamında kullanılan bir sövgü sözü.
beste is. Far. beste Bir müzik eserini oluşturan ezgilerin bütünü: "Belki hâlâ o besteler çalınır / Gemiler geçmeyen bir ummanda." -Y. K. Beyatlı. beste bağlamak bestelemek, beste yapmak bir müzik eseri yaratmak.
→ aheste beste
besteci is. müz. Beste yapan kimse, bestekâr, kompozitör: "Başarılı örnekleri, pek çok Türk bestecisinin gözünü açtı." -H. Taner.
bestecilik, -ği is. Besteci olma durumu.
bestekâr is. (bestekâır) Far. beste-kâr müz. Besteci: "Büyük bir şair, eşsiz bir bestekârdı."-P. Safa.
besteleme is. Bestelemek işi: "O zaman her opereti İsmail Hakkı Bey'in bestelemesi lazımdı. " -H. Taner.
bestelemek (-i) Beste yapmak: "Üstat hemen rasttan bestelediği bir şarkıyı mırıldanmaya başladı." -A. Gündüz.
bestelenme is. Bestelemek işi.
bestelenmek (nsz) Besteleme işine konu olmak, bestesi yapılmak: "Kimimiz şiirlerinden bestelenmiş türküleri söyledik." -R. Enis.
besteletme is. Besteletmek işi.
besteletmek (-e) Besteleme işini yaptırmak.
besteli sf. Bestesi olan, bestelenmiş.
bestelik, -ği is. Beste olma durumu: "Notaların içinden yalnız do'ları, yahut re'leri sevip diğerlerini atarsak bestenin besteliği kalır mı?" -S. Ayverdi.
bestenigâr is. (bestenigâ:r) Far. beste-nigâr müz. Klasik Türk müziğinde en eski birleşik makamlardan biri.
bestesiz sf. Bestesi olmayan.
bestsetter sf. İng. bestseller bk. çoksatar.
beş is. 1. Dörtten sonra gelen sayının adı. 2. Bu sayıyı gösteren 5, V rakamlarının adı. 3. sf. Dörtten bir artık. 4. esk. İlkokul: "Biz okumadık. Beşi bitirdik; gazete, mektup okumasını söküp meramımızı anlatacak kadar..." -T. Dursun K. beş aşağı beş yukarı üç aşağı, beş yukarı, beş para almamak hiç para almamak, beş para etmez hiçbir değeri yok, işe yaramaz, beş parmağın beşi bir olmaz belirli bir insan topluluğu içinde benzerlikler olabileceği gibi farklılıklar da olabilir, beş parmak bir olmaz ana ve babaları bir olduğu hâlde kardeşler arasında çeşitli farklılıklar bulunur.
→ beş altı, beş beter, beşbıyık, beş binlik, beş bir, beş dört, beş duyu, beş iki, beşkardeş, beş milyonluk, beşon, beş on, beş para, beş parasız, beşparmak, beşparmak otu, beşpençe, beştaş, beş üç, beş vakit, beş yüzlü, beş yüzlük, beşibirarada, beşibirlik, beşibiryerde, dübeş, on beş, şeşbeş, üç beş
beş altı sf. Biraz, bir parça, birkaç.
beşamel is. Fr. bechamel Et yemekleri için tereyağı, un ve sütle yapılan bir tür sos.
beşaret is. (beşa:ret) Ar. beşaret esk İyi haber, müjde, muştu, erim.
beş beter sf. Besbeter: "Kardeşi Vasfı kocasından beş beterdi. Babasından kalan servetin altından girip üstünden çıkmıştı." -H. R. Gürpınar.
beşbıyık, -ğı is. Muşmula.
beş binlik, -ği is. Beş bin liralık bütün kâğıt para.
beş bir is. Pencüyek.
beş dört, -dü is. Oyunda, atılan zarlardan birinin beş, öbürünün dört benekli yüzünün üste gelmesi.
beş duyu is. Dokunma, görme, işitme, koklama, tat alma duyulan.
beşer (I) is. Ar. beşer İnsanoğlu, insan, beşer şaşar insan her zaman yanılabilir.
→ benibeşer, fevkalbeşer
beşer (II) sf. Beş sayısının üleştirme biçimi, her birine beş, her defasında beşi bir arada.
→ üçer beşer
beşerî sf. (beşeri:) Ar. beşeri 1. İnsanoğlu ile ilgili: Beşerî ilişkiler. 2. mec. Bedensel, bedenle ilgili: "O kadar fena başım ağrıyordu ki beşerî kısmım hissedemez gibiyim." -H. E. Adıvar.
→ beşerî coğrafya
beşerî coğrafya is. coğ. İnsanların yerleşik bulunduğu yöre ile ilgisini ve o yörenin veya yerin türlü olaylarını İnceleyen coğrafya kolu, insan coğrafyası.
beşeriyet is. Ar. beşeriyyet esk. İnsanlık.
beşeriyetçi sf.fel. İnsancıl.
beşeriyetçilik, -ği is.fel. İnsancıllık.
beşerli sf. Beşer beşer sıralanmış: Beşerli gruplar.
beşgen is. mat. 1. Beş kenarlı çokgen, muhammes. 2. sf. Bu biçimde olan.
beşibirarada is. Beşibirlik: "Her ay iki beşibirarada yaptırıyor, karısı Gülsüm'ün kalın boynuna takıyordu." -Ö. Seyfettin.
beşibirlik, -ği is. Kadınların süs İçin takındıkları, beş altın lira değerinde olan altın, beşibiryerde, beşibirarada.
beşibiryerde is. Beşibirlik.
beşik, -ği is. 1. Bebekleri yatırmaya ve sallayarak uyutmaya yarayan, tahta veya demirden yapılmış sallanır bir çeşit küçük karyola: Ayaklarının ucuna basarak beşiğin yanma geldi." -H. E. Adıvar. 2. Ambalajlanacak malın biçimine uygun olarak alta konulan parça veya parçaların tümü. 3. mec. Bir şeyin doğup geliştiği yer: "Sırbistan'ın beşiği ve kaynağı burasıdır." -F. R. Atay. 4. sp. Yüzüstü yatışta, geriye bükülü ayak bileklerini ellerle kavrayarak karın üzerinde baş ve ayak yönünde sallanma, beşiğini sallamak çocukluğundan veya çok eskiden tanımak, büyümesine hizmet etmek, beşikten mezara kadar bütün hayatı boyunca, ölünceye kadar.
→ beşik kertiği, beşik kertme, beşikörtüsü, beşik salıncak, altın beşik, tersbeşik, ecel beşiği
beşikçi is. Beşik yapan veya satan kimse.
beş iki is. Pencüdü.
beşik kertiği is. Daha beşikteyken anası babası tarafından nişanlanmış kimse.
beşik kertme is. Bebeğin daha beşikteyken bir başka bebekle anası babası tarafından nişanlanması.
beşiklik, -ği sf. Beşik olmaya uygun, beşiklik etmek beşiklik görevini yapmak: "Anadolu bugünkü Türklerin vatanı olmadan önce, sayısız topluma beşiklik etmiştir." -C. Uçuk.
beşikörtüsü is. İki yana akıntısı olan çatı, eşeksırtı.
beşik salıncak, -ğı is. Bayram yerinde kurulan bir tür salıncak.
beşinci sf. Beş sayısının sıra sıfatı, sırada dördüncüden sonra gelen.
→ beşinci kol
beşinci kol is. Bir ülkede gizli olarak düşman için çalışan örgüt.
beşincilik, -ği is. Beşinci olma durumu.
beşiz sf Beşi bir arada doğan (kardeşler).
beşizli sf Beş tanesi bir arada olan.
beşkardeş is. şaka Şamar, tokat.
beşleme is. 1. Beşlemek işi. 2. ed. Tahmis.
beşlemek (nsz) 1. Bir işi beş kez yapmak. 2. Bir şeyin sayısını beşe çıkarmak.
beşli sf. 1. Beş parçadan oluşan, kendinde herhangi bir şeyden beş tane bulunan. 2. is. İskambil, domino vb. oyunlarda üzerinde beş işareti bulunan kâğıt veya pul. 3. is. ed. Divan edebiyatında beş dizeli bölümlerden oluşmuş manzume, muhammes. 4. is. ed. Halk edebiyatında üçlemeli bir bende, konu ile ilgili aynı ölçüde bir çift dizenin bağlanmasıyla oluşan manzume. 5. is. muz. Beş ses veya beş müzik aracı için yazılan müzik eseri, kentet. 6. is. müz. Beş müzisyenin çaldığı caz orkestrası.
→ hüzzam beşlisi
beşlik, -ği sf. 1. Beşi bir arada olan, beş tane alabilen: Beşlik cezve. 2. Beş birimden oluşan para: On milyonu iki beşlik yapınız. 3. is. esk. Beş para, beş kuruş veya beş lira değerinde olan akçe. beşlik simit gibi kurulmak kendini bir şey sanarak bir yere yayılıp oturmak.
→ dokuzaltmışbeşlik, kırkbeşlik, otuz beşlik, yedialtmışbeşlik, yirmi beşlik, yüzbeşlik
beşme (I) is. hlk. Her çubuğu ayrı ayrı beş renkte olan, yollu bir çeşit kumaş.
beşme (II) is. hlk. Tabaklanmamış ham deri.
beşme (III) is. hlk. Çıkrıkçı tezgâhının kütüğü.
beş milyonluk, -ğu is. Beş milyon liralık kâğıt para.
beş on sf Az sayıda, biraz: Toplantıda beş on kişi vardık.
beşon is. Beş ve on cm ölçülerinde biçilmiş kereste.
beş para sf. Çok az (para), beş para etmemek hiçbir değeri olmamak.
beş paralık, -ğı sf. Değersiz, aşağılık, bayağı: Onuru beş paralık oldu. beş paralık etmek zor durumda bırakmak, dile düşürmek, rezil etmek, beş paralık olmak zor durumda kalmak, dile düşmek, rezil olmak.
beş parasız sf. Yoksul: "Buraya Bursa'dan beş parasız bir genç delikanlı gelmiş." -M. Ş. Esendal.
beş parasızlık, -ğı is. Beş parasız olma durumu.
beşparmak, -ğı is. 1. Derisi dikenlilerden, beş ışınlı yıldız biçiminde bir deniz hayvanı, beşpençe (Uraster). 2. Beş renkte dokunmuş çubuklu kumaş.
→ beşparmak otu
beşparmak otu is. bot. Gülgillerden, yol kıyılarında ve çayırlarda yetişen, sürgüne karşı kullanılan bir bitki, kurtpençesi (Poteniüla reptans).
beşpençe is. Beşparmak.
beştaş is. Beş tane taşla oynanan bir tür çocuk oyunu.
beş üç is. Pencüse.
beş vakit, -kti is. 1. Günün sabah, öğle, ikindi, akşam ve yatsı zamanları: "Beş vakit namazına beş daha katar." -H. R. Gürpınar. 2. din b. Bu vakitlerde kılman namaz. 3. zf. mec. Her zaman, günün her saatinde: Günde beş vakit sizi ve yardımlarınızı anıyorum.
beş yüzlü is. geom. Beş yüzü olan cisim.
beş yüzlük, ;ğü is. 1. Beş yüz liralık kâğıt para. 2. sf içinde beş yüz tane bulunan: Beş yüzlük yumurta sandığı.
bet is. 1. Beniz kelimesi ile birlikte, "yüz rengi" anlamında ikileme oluşturan bir söz. 2. Bereket kelimesi ile birlikte "bolluk" anlamında ikileme oluşturan bir söz: "Ucuzluklarına hayret ettiğimiz her çeşit satıcılar, o bet bereket nereye kaybolmuş?" -H. R. Gürpınar, bet beniz kalmamak yüzü sararıp solmak: "... haykırıyordu. Müşterim bu sesi duyunca arabayı durdurdu. Beti benzi kalmadı. Eli ayağı titremeye başladı." -H. R. Gürpınar, beti benzi kireç kesilmek (veya atmak veya solmak veya uçmak veya kül kesilmek) herhangi bir sebeple kanı çekilip yüzü solmak, korkmak: "Baksana, beti benzi kül kesildi." -H. R. Gürpınar, beti bereketi kalmamak (veya kaçmak) azalmak, kıtlaşmak, çabuk tükenmek: Paranın beti bereketi kalmadı.
beta is. (be'ta) Yun. Yunan alfabesinin ikinci harfi -B.
→ beta ışınları
beta ışınları is. fiz. Radyoaktif cisimlerin yaydıkları üç ışından biri.
betatron is. Fr. betatron fiz. Elektronları hızlandıran elektromanyetik bir araç.
betelenme is. Betelenmek işi.
betelenmek (-i) Karşı gelmek, dikleşmek, kafa tutmak: "Ama hakkım diye betelene betelene, başa kaka kaka değil." -F. Celalettin.
beter sf. Far. bed-ter Daha kötü, çok kötü: "Çöller, Yemen ellerinden beter imiş." -A. Gündüz, beter etmek daha kötü duruma getirmek, beterin beteri var çok kötü bir duruma düşen kimse, bundan daha kötü durumların da bulunduğunu düşünerek avunmalıdır.
→ besbeter, beş beter
beterleşme is. Beterleşmek işi veya durumu.
beterleşmek (nsz) Beter duruma girmek veya o durumda bulunmak: "Denilebilir ki, onların hep meydanda olan ve bazen beterleşen bir tek yüzleri vardır." -A. Ş. Hisar.
beti is. Resim ve heykel sanatlarında varlıkların biçimi.
betik, -ği is. Yazılı olan şey, kitap, mektup, tezkere, pusula: "Kanılarımız, rengimiz, görüşümüz betikte belirecek." -H. Taner.
betili sf. İçinde İnsan, hayvan ve doğa öğeleri bulunan (resim veya heykel), figüratif.
→ betili sanat
betili sanat is. Doğanın görünen biçimlerini işleyen sanat, figüratif sanat.
betim is. 1. Betimleme işi, betimleme. 2. ed. Bir şeyi, bir kimseyi, bir olay veya duyguyu betimleyen söz veya yazı, tasvir.
→ budun betimci, budun betimi
betimleme is. Tasarlama, bir şeyi sözle veya yazıyla anlatma, göz önünde canlandırma, tasvir: "Nedir ki, o şiirlerde betimleme ya da öykü Öğeleri ağır basar." -N. Cumalı.
betimlemeci is. Betimlemeye ağırlık veren kimse, tasvirci.
betimlemecilik, -ği is. Betimlemeci olma durumu, tasvircilik.
betimlemek (-i) 1. Bir nesnenin, kendine özgü niteliklerini tam ve açık biçimde söz veya yazı ile anlatmak, tasvir etmek: "Şair, bu kayığı bize şöyle betimleyecektir." -S. Birsel. 2. Göz önünde canlandırmak.
betimlemeli sf. Tasvirî.
→ betimlemeli dil bilgisi
betimlemeli dil bilgisi is. dbl. Betimsel dil bilgisi.
betimlenme is. Betimlenmek durumu.
betimlenmek (nsz) Betimleme işi yapılmak.
betimleyici sf. 1. Betimleyen. 2. Betimleme ilkelerine ağırlık veren: Betimleyici sanat.
betimleyicilik, -ği is. Betimleyici olma durumu.
betimsel sf. Tasvirî.
→ betimsel dil bilgisi
betimsel dil bilgisi is. dbl. Bir dilin belirli çağını inceleyen dil bilgisi, betimlemeli dil bilgisi, tasvirî dil bilgisi.
betisiz sf. İçinde insan, hayvan ve doğa öğeleri bulunmayan (resim veya heykel), nonfıgüratif (sanat).
→ betisiz sanat
betisiz sanat is. Beti kullanmayan, nonfıgüratif sanat.
beton is. Fr. beton Çimentonun su yardımıyla kum, çakıl vb. maddelerle karışması sonucu oluşan sert, dayanıklı, bağlayıcı yapı malzemesi. beton gibi 1) çok sağlam, dayanıklı, sert; 2) güçlü: "Yere hem tüy gibi hafif hem de beton gibi sağlam basabilmek." -H. Taner.
→ betonkarar, beton santrali, beton soğutma, demirli beton, gaz beton, hazır beton
betonarme is. Fr. beton anne 1. mim. Yapıda gücü, esnekliği artırmak için metal ve çimentodan yararlanma yöntemi, demirli beton. 2. sf. Bu yöntemle yapılmış.
betoncu is. Yapılarda beton dökme işleriyle uğraşan usta veya İşçi.
betonculuk, -ğu is. Betoncu olma durumu.
betoniyer is. Fr. betonniere Betonkarar.
betonkarar is. Beton karma makinesi, betoniyer.
betonlaşma is. Betonlaşmak durumu.
betonlaşmak (nsz) Beton duruma gelmek.
beton santrali is. Yıldız biçiminde bölümlenmiş, içinde çeşitli irilikte kum ve çakıl bulunan gereçleri, tamburda su ve çimento ile karıştırarak hazır beton üreten yapım yeri.
beton soğutma is. İnşaat sırasında atılan betonun yanmaması amacıyla özellikle sıcak havalarda yapılan sulama.
betonsu sf. Betonu andıran, betona benzeyen, beton gibi.
bet suratlı sf. Yüreğinin kötülüğü yüzünden belli olan.
bevliye is. Ar. bevliyye tıp Üroloji.
bevliyeci is. Ürolog.
bevliyecilik, -ği is. Bevliyecinin işi veya mesleği.
bevvap, -bı is. (bevva:p) Ar. bevvâb esk. 1. Kapıcı. 2. Mahalle okullarında hademe: "Bevvap Salim Dayının da namaz kıldığım görmedim."-M. Ş. Esendal.
bey (I) is. 1. Erkek adlarından sonra kullanılan saygı sözü: "Eniştem Neyyir Beyi kimin vurduğunu ben biliyorum." -R. N. Güntekin. 2. Erkek özel adları yerine kullanılan bir söz: Bir bey sizi aradı, 3. Eş, koca: "İki yol var önünde: ya beyinin dilini öğrenirsin, ya beyin senin dilini." -T. Dursun K. 4. İskambil kâğıtlarında birli, as: "Gerçekten de doktora bir bey ile iki yedili gelmişti. " -T. Buğra. 5. Erkek sıfatlarının hemen arkasına eklenir: Doktor bey. Damat bey. 6. tar. Küçük bir toplumun veya küçük bir devletin başkanı: Karaman beyi. Menteşe beyi. 7. ask. Komutan: Alay beyi. Uç beyi. 8. esk. Zengin, ileri gelen kimse, bay (I). bey gibi yaşamak bolluk içinde yaşamak. bey mi yaman, el mi yaman el mi yaman, bey mi yaman.
→ bey armudu, beybaba, beyefendi, bey erki, bey kardeş, beyzade, ağabey, atabey, kethüda bey, küçük bey, reis bey, alay beyi, arı beyi, beylerbeyi, boy beyi, derebeyi, kahve ağabeyi, kalem beyi, külhanbeyi, maça beyi, sancak beyi, uç beyi
bey (II) is. Ar. bey' esk. Satma, satış.
beyaban is. (beya:ba:n) Far. beyaban esk. Çöl.
beyan is. (beya:n) Ar. beyân 1. Söyleme, bildirme. 2. ed. Bir eserde, düşüncelerin, duyguların, hayallerin doğuş ve değerlerini, bunların anlatımında tutulacak yolları konu edinen bir edebiyat bilgisi dalı. beyan etmek bildirmek, söylemek, ileri sürmek, anlatmak: "Bu beklenmedik sevgi gösterileri karşısında ne kadar şaşırıp kaldığını gazete muhabirlerine beyan etmekten çekinmemiştir. " -Y. K. Karaosmanoğlu.
→ beyanname, ayan beyan, irade beyanı, mal beyanı
beyanat is. (beya:na:t) Ar. beyanât Demeç, bildiri: "Beyanatın askerî kısmım Falih Rıfkı almış, bana da siyasi kısmım bırakmıştı. " -Y. K. Karaosmanoğlu. beyanat vermek (veya beyanatta bulunmak) demeç vermek.
beyanname is. (beya:nna:me) Ar. beyân + Far. nâme 1. Bir kimsenin resmî bir kuruluşa herhangi bir durumu bildirmek İçin verdiği çizelge, bildirge: "Gemilere mal yükleten tüccarlardan beyanname istiyorlarmış." -M. Ş. Esendal. 2. Vergi yükümlülerinin belli zamanlarda, bağlı oldukları vergi dairelerine verdikleri gelir bildirme belgesi.
→ vergi beyannamesi
bey armudu is. bot. İri, kokulu ve tatlı bir armut türü.
beyaz is. Ar. beyaz 1. Ak, kara, siyah karşıtı. 2. sf. Bu renkte olan: "Müdür, arkasına beyaz bir gömlek giymiş, ellerini de göbeğinin üstünden kavuşturmuş." -M. Ş. Esendal. 3. Beyaz ırktan olan kimse: "Agni'nin iki kızı var, biri beyaz, biri siyah." -H. R. Gürpınar. 4. Baskıda normal karalıkta görünen harf çeşidi, beyaz etmek (veya beyaza çekmek) yazıyı temize çekmek: "Dört satırlık bir beyaza çekmek için de kan terlere batar." -H. R. Gürpınar, beyaz sayfa açmak bir konuda geçmişi unutarak geleceğe umutla bakmak. beyazın adı, esmerin tadı esmerleri Övmek için söylenen bir söz.
→ beyaz adam, beyaz baston, beyaz cam, beyaz dizi, beyaz eşya, beyaz et, beyaz ırk, beyaz iş, beyaz kitap, beyaz kömür, beyaz oy, beyaz perde, beyaz peynir, beyaz Rus, beyaz sabun, beyazsinek, beyaz şarap, beyaztilki, beyaz yakalılar, beyaz zehir, siyak beyaz, süt beyaz, üç beyaz
beyaz adam is. 1. Beyaz ırka mensup olan kişi. 2. Avrupalı.
beyaz baston is. Görme özürlülerin yürürken kullandıkları madenî çubuk.
beyaz cam is. Televizyon ekranı.
beyaz dizi is. Genellikle sevgi konularını basit bir biçimde işleyen romanlardan oluşan dizi: "Okuduğu kitaplar, beyaz ya da pembe dizi türü şeyler değildi." -E. Bener.
beyaz eşya is. Buzdolabı, çamaşır makinesi, bulaşık makinesi vb. ev aletlerine verilen genel ad.
beyaz et is. Tavuk, balık vb. etlere verilen genel ad.
beyazımsı sf. Rengi beyazı andıran, beyaza benzeyen, beyazımtırak.
beyazımtırak, -ğı sf. Beyazımsı: "Diyarbakır'a yaklaştıkları zaman güneş yükselmiş, ovayı her günkü beyazımtırak duman sarmıştı. " -H. E. Adıvar.
beyaz ırk is. Avrupa, Kuzey Amerika, Güney ve Batı Asya ile Kuzey Afrika'da yaşayan ve teninin rengi açık olan ırk.
beyaz iş is. Beyaz pamuklu veya keten kumaşlar üzerine beyaz veya renkli ipliklerle yapılan sarma iş.
beyaz kitap, -bı is. Bir sorunu aydınlatmak ve savunmak için bir kurum veya hükümetçe yayımlanan kitap.
beyaz kömür is. Akarsulardan elde edilen elektrik gücü.
beyazlanma is. Beyaz duruma gelme, ağarma.
beyazlanmak (nsz) Beyaz duruma gelmek, ağarmak: "Sarı saçları oldukça beyazlandı." -H. E. Adıvar.
beyazlaşma is. Beyazlaşmak İşi veya durumu.
beyazlaşmak (nsz) Beyaz duruma gelmek.
beyazlatıcı is. kim. 1. Daha beyaz duruma getiren kimyasal madde. 2. sf. Dokunan kumaşların renk tonlannı açan veya beyazlatan ve kumaşlar üzerindeki lekeleri gideren (kimse).
beyazlatılma is. Beyazlatılmak işi.
beyazlatılmak (nsz) Beyaz duruma getirilmek, ağartılmak.
beyazlatma is. 1. Beyazlatmak işi, ağartma. 2. Kâğıtçılıkta parlaklığın iyileştirilmesi için hamur bileşenlerinin renginin az veya çok oranda değiştirilmesi, giderilmesi.
beyazlatmak (-i) Beyaz duruma getirmek, ağartmak.
beyazlı sf. Beyazı bulunan: "Kavisli yollarına kakılmış beyazlı siyahlı çakıl taşları henüz sulanmış." -R. H. Karay.
→ karalı beyazlı
beyazlık, -ğı is. 1. Beyaz olma durumu: "Mezar taşları ay ışığının yarı güne benzeyen sırlı beyazlığı altında heybetli heybetli bakıyorlardı. " -H. Taner. 2. Ağartı.
beyaz oy is. Onaylayıcı oy.
beyaz perde is. 1. Göstericiden çıkan görüntülerin üzerinde yansıdığı, sinema filminin oynatıldığı yüzey. 2. mec. Sinema: Beyaz perde yıldızı.
beyaz peynir is. Beyaz renkli bir tür peynir.
Beyaz Rus öz. is. 1. 1917'deki Ekim İhtilali'nde komünist kızıl yönetimden kaçan Rus: "Bütün Beyaz Rus kadınlarından tiksiniyorum." -E. İ. Benice. 2. Beyaz Rusya halkından olan kimse.
beyaz sabun is. Beyaz renkli bir tür sabun.
beyazsinek, -ği is. zool. Özellikle pamukların üzerinde üreyerek bitkinin öz suyunu emen ve kurumasına sebep olan bir sinek türü.
beyaz şarap, -bı is. Sadece beyaz üzüm şuasından yapılan şarap.
beyaztilki is. zool. Tilkinin kışlık tüyünden yapılan kürk.
beyaz yakalılar ç. is. Üretim sürecinde bedensel gücüyle çalışmayıp düşünsel etkinlikte bulunan, maaş veya ücret karşılığında çalışan memur, teknik personel.
beyaz zehir, -hri is. Eroin, kokain vb. sıvı olmayan uyuşturucu madde.
beybaba is. (be'ybaba) 1. Çocukların babaları için kullandığı saygı sözü: "Beybabam nerede, dadı?" -P. Safa. 2. ünl. tkz. Yaşlı erkekler için kullanılan bir seslenme sözü: "Kadınlardan süvari olur mu beybaba! Vay o geminin hâline..."-Z. Selimoğlu.
beyefendi is. (beyefendi) Saygı belirtmek için erkek adlarının sonuna getirilen veya bu adların yerine kullanılan san: "Bak beyefendi seni tanımak istiyorlar." -Y. Z. Ortaç.
beyefendilik, -ği is. Beyefendi olma durumu.
bey erki is. sos. Zengin erki, plütokrasi.
beygir is. Far. bâr-gîr 1. At. 2. Yük taşıyan, araba çeken, üstüne binilen at. 3. sp. Atlama beygiri.
→ beygir gücü, kulplu beygir, atlama beygiri, dolap beygiri, Haymana beygiri
beygirci is. Beygir besleyen veya kiraya veren kimse.
beygir gücü is. fiz. Saniyede 75 kilogrammetrelik iş yapan bir motorun gücü: Bir beygir gücü 0,736 kilovata eşittir.
beygirli sf. Beygiri olan: "Tek beygirli, hafif yapılı bu arabalar, esner, yıkılacak gibi olur."-A. Ş. Hisar.
beygirlik, -ği sf. 1. Beygire ait, beygir için. 2. Beygir gücünde: "Beş beygirlik bir motor yirmi kilo kadar gelir." -B. R. Eyuboğlu.
beygirsiz sf. Beygiri olmayan: "Bunlar arasında beygirsiz bir araba titreyerek sarsılarak geziyor, borusunu öttürüyordu." -M. Ş. Esendal.
beyhude sf. (beyhu:de) Far. bi-hüde 1. Yararsız, anlamsız: "Beyhude münakaşalar olacağını anladı." -P. Safa. 2. zf. Boşuna: "Beyhude kendini öldürteceksin." -R. N. Güntekin. beyhude yere boş yere, boşu boşuna, gereği yokken: "Ormanları beyhude yere kesilmekten, tahripten kurtaracağım." -S. F. Abasıyanık.
beyhudelik, -ği is. Beyhude olma durumu: "Elde edildiği ileri sürülen siyasi başarının beyhudeliği meydana çıkmış olur." -A. İlhan.
beyin, -yni is. anat. 1. Kafatasının üst bölümünde beyin zan ile örtülü, iki yarım yuvar biçiminde sinir kütlesinden oluşan, duyum ve bilinç merkezlerinin bulunduğu organ, dimağ. 2. Muhakeme, usa vurma. 3. mec. Bir şeyi yönetmede önemli görevi olan kimse. 4. mec. Akıl, anlayış. 5. mec. Bilgisi, eğitimi, düşüncesi yüksek düzeyde olan kimse: "Türkiye'nin yetiştirdiği en değerli beyinlerden biridir." -H. Taner, beyin yıkamak psikol. insanı, kendine özgü düşünce ve dünya görüşüne yabancılaştırmak, başka yönde düşünür ve davranır duruma getirmek amacıyla çeşitli yollarla etkilemek. beyni atmak tepesi atmak, beyni bulanmak 1) sersemlemek, düşünemez olmak; 2) kötü bir şey sezinlemek, beyni karıncalanmak zihin yorgunluğundan düşünemez olmak, beyni kaynamak aşırı sıcaktan sersemlemek, bunalmak: "Kızgın güneşin altında bütün gün beynim kaynıyor." -O. Kemal, beyni sıçramak aklı başından gitmek: "Akşam eve gelip de heykelin başını boyun yerinden çatlamış ve güzelim mermer başlığı tuzla buz olmuş görünce beynim sıçradı." -H. Taner, beyni sulanmak düzgün düşünemez olmak, bunamak: "Beyni sulanan bu ayyaş, iğrenç mahluku onlara anlatmakta ne fayda olabilirdi." -M. Yesari. beyninde şimşekler çakmak 1) çok üzülmek, sarsılmak; 2) zihninde birden bir düşünce doğmak, beyninden vurulmuşa dönmek beklenmedik bir durum karşısında olağanüstü bir üzüntü ve şaşkınlığa uğramak: "Bu satırları okuyunca Mustafa beyninden vurulmuşa döndü." -E. Bener. beynine girmek herhangi bir konuda birisini yönlendirmek, ikna etmek, beynine vurmak içki etkisiyle ne yaptığını bilemez duruma gelmek, beynini kemirmek rahatsızlık vermek, huzurunu kaçırmak: "İşte birkaç zamandır beynini kemiren şüphe: Ben deli miyim?" -H. R. Gürpınar.
→ beyin cerrahı, beyin cerrahisi, beyin fırtınası, beyin göçü, beyin gücü, beyin jimnastiği, beyin kanaması, beyin karıncıkları, beyin omurilik sıvısı, beyinorağı, beyin takımı, beyin üçgeni, beyin zarı, elektronik beyin, kargabeyni
beyin cerrahı is. tıp Beyin konusunda uzmanlık yapmış cerrah, nöroşirürjiyen.
beyin cerrahisi is. tıp Hastanelerde beyin konusunda ameliyat yapabilen bölüm, nöroşirurji.
beyincik, -ği is. anat. Kafatasının art bölümünde ve beynin altında, hareket dengesi merkezi olan organ.
beyin fırtınası is. Kişilerin bir araya gelip herhangi bir konuyla ilgili düşüncelerini tartışmaksızın açıklayarak birbirleriyle fikir alışverişinde bulunmaları.
beyin göçü is. İleri düzeydeki meslek ve bilim adamları ile uzmanların bir başka gelişmiş ülkede yerleşip çalışmak amacı ile kendi ülkelerinden ayrılması: "İlim araştırmaları için kredi darlığı Avrupa'dan Amerika'ya beyin göçüne sebep olmaktadır." -F. R. Atay.
beyin gücü is. Bir ülkede ileri düzeyde iyi yetişmiş olan meslek ve bilim adamları ile uzmanların fikir gücü.
beyin jimnastiği is. Zihin jimnastiği.
beyin kanaması is. tıp Beyni besleyen damarlardan bir veya birkaçından dışarı kan sızması sonucu, beslenen bölgenin çalışmaz duruma gelmesi: "Bir beyin kanaması ile ölen Cenap Şehabettin..." -A. Ş. Hisar.
beyin karıncıkları ç. is. anat. İçinde beyin omurilik sıvısı bulunan, kafa içinin, dört boşluğundan her biri.
beyinli sf. 1. Beyni olan: Beyinli kuzu başı. 2, mec. Akıllı, düşünceli.
→ kuş beyinli
beyin omurilik sıvısı is. anat. Örümceksi zarla ince zar arasındaki boşlukta bulunan beyinle omuriliği çepeçevre saran sıvı.
beyinorağı is. anat. Beynin iki lobu arasındaki zar.
beyinsel sf. Beyinle ilgili.
beyinsi sf. Beyni andıran, beyne benzeyen, beyin gibi: Beyinsi boğumlar.
beyinsiz sf. 1. Beyni olmayan: Beyinsiz kuzu başı. 2. mec. Akılsız, düşüncesiz: "Beyinsizler hep bir katliam düşünüyorlardı." -Ö. Seyfettin.
beyinsizlik, -ği is. Beyinsiz olma durumu.
beyin takımı is. Bir kurum veya kuruluşun yönetiminde etkin rol oynayan kimseler.
beyin üçgeni is. anat. Beynin alt tarafındaki üç kıvrımlı yuvarlak çıkıntı.
beyin zarı is. anat. Beyni üst üste saran zar, korteks.
beyin zarları ç. is. anat. Beyni üst üste saran üç zar.
beyit, -yti is. Ar. beyt ed. 1. Anlam bakımından birbirine bağlı iki dizeden oluşmuş şiir parçası: "Kendince uğur denediği bazı beyitleri okudu." -M. Ş. Esendal. 2. esk. Ev.
→ taç beyit
beyitli sf. Beyti bulunan, içinde beyit olan: "Yeniden bir beyitli nara düz de, giderken yollarda onu atalım." -O. C. Kaygılı.
bey kardeş ünl. Erkekler için kullanılan bir seslenme sözü.
beylerbeyi is. tar. Sancak beylerinin başı.
beylik, -ği is. 1. Bey olma durumu. 2. Bir çeşit küçük ve ince asker battaniyesi. 3. sf. Devletle ilgili, devlete özgü olan, devlet malı olan, mirî: "Beylik çeşmeden su içme." -Atasözü. 4. sf. Herkesin kullandığı, çok bilinen, herkesin bildiği, basmakalıp: "Çaresiz yine güneyde beylik bir tatil köyüne gideceğiz." -H. Taner. 5. sf. Basmakalıp: "A-ramızdaki konuşmalar, beylik konuşmalar sınırını aşmamıştı." -Y. K. Karaosmanoğlu. 6. mec. Rahat yaşama. 7. tar. Merkeze tam bağlı olmayarak bir beyin yönetimi altındaki ülke, emirlik, emaret, mirlik: "Sonunda bütün bu beylikler Osmanlı imparatorluğunun bayrağı altında toplandı." -C. Uçuk. 8. esk. Hükümet: Beylikten alacaklı olmak. beylik fırın has çıkarır şaka devlet görevlisi olmanın insana birçok kazançlar sağladığını anlatmak için söylenen bir söz.
→ beylik söz, beylik tabanca, ağabeylik, derebeylik, külhanbeylik, uç beyliği
beylikçi is. tar. Divani kalemin başı.
beylik söz is. Herkesin kullandığı, etkisi kalmamış söz.
beylik tabanca is. Ordu veya emniyet mensuplarına görev dolayısıyla verilen tabanca.
beynamaz sf. Far. bi-namâz din b. Namaz kılmayan (kimse).
beynelmilel sf. Ar. beyn + milel esk. Uluslararası: "Medeniyetin beynelmilel, fakat harsın mutlaka millî olduğunu unutmayacağız." -O. S. Orhon.
beynelmilelci is. Uluslararasıcı: "Beynelmilelci sosyalizm ve sınıf mücadelesi yok oluyor." -Ç. Altan.
beynelmilelcilik, -ği is. Milletlerin sosyal sınıfları arasında uygunluk olması ve birlikte davranılması gerektiğini savunan görüş, milletlerarasıcılık, uluslararasıcılık, enternasyonalizm.
beyninde zf. esk Arasında: "Bu ölçüler halk lisanında döner, halk beyninde görüşülür." -B. Felek.
Beypazarı baklavası is. Tülbent inceliğinde açılan seksen kat yufkanın arasına sıvı yağ ve tereyağı karışımı dökülüp kırkıncı katma bol ceviz konularak hazırlanan ve orta ateşli taş fırında yavaş yavaş pişirilen, Beypazarı'na özgü baklava.
beytülmal is. (beytülma:l) Ar. beyt + mâl tar. Devlet hazinesi.
beyyine is. Ar. beyyine esk. 1. Bir olayın doğruluğunu ortaya koyabilen yöntem. 2. Duruşma sırasında bir düşünceyi gerçekleştirmek için başvurulan belge, kanıt, tutamak, delil.
beyzade is. (beyza:de) T. bey + Far. zade 1. Bey oğlu: Ben beyzade, kişizade / Her türlü dertten topyekûn azade." -B. R. Eyuboğlu. 2. Soylu kimse: "Eşsiz bir beyzadeydi, zamanımızda artık benzeri çıkmıyor. " -A. İlhan. 3. mec. Özenle büyütülmüş, nazlı kimse.
beyzadelik, -ği is. Soyluluk.
beyzbol is. İng. baseball sp. Dokuzar kişilik iki takım arasında bir top ve sopayla oynanan bir çeşit oyun.
→ beyzbol sopası
beyzbolcu is. Beyzbol oynayan ve oynatan kimse.
beyzbol sopası is. Beyzbol oyununda kullanılan özel bir sopa.
beyzi sf. (beyzi:) Ar. beyzi esk. Yumurta biçiminde, sobe, oval: "Beyzi gözlüklerinin ardında, çipil gözleri, rahatsız edici bir çabuklukla açılır kapanır." -A. İlhan.
bez (I) is. Ar. bezz 1. Pamuk veya keten ipliğinden yapılan dokuma: "Arkamıza kefenimsi bezler geçirip kuşakla bağladılar." -F. R. Atay. 2. Pamuktan, düz dokuma: A-merikan bezi. Kaput bezi. 3. Herhangi bir cins kumaş: Çadır bezi. Yelken bezi. 4. Herhangi bir iş için kullanılan dokuma. 5. Gelişigüzel kumaş parçası, çaput: Şurasını ıslak bezle silmeli. 6. sf. Kumaş veya dokumadan yapılmış: Bez bebek, bez bağlamak 1) bebeklere altlarını kirletmesinler diye bez koymak; 2) dileğin yerine gelmesi ümidiyle yatıra bir parça çaput veya eski kumaş parçası bağlamak, bezi herkesin arşınına göre vermezler genel kurallar kişilerin isteklerine göre bozulmaz, bezini yıkamak 1) bebeklerin altına bağlanan bezi temizlemek; 2) çok emek sarf etmek: Ben senin az mı bezini yıkadım.
→ gazlı bez, kozalaksı bez, sarı bez, soğuk bez, amerikan bezi, bal özü bezi, baş bezi, bombe bezi, branda bezi, bulaşık bezi, çadır bezi, çocuk bezi, el bezi, etek bezi, gaz bezi, Japon bezi, kaput bezi, namaz bezi, pamuk bezi, sargı bezi, sofra bezi, şeytan bezi, Şile bezi, taharet bezi, toz bezi, ütü bezi, yelken bezi
bez (II) is. Ar. beyz biy. İçinden geçen kandan veya öz sudan bazı maddeler ayırarak salgı oluşturan organ: Tükürük bezleri. Panlcreas bezi.
→ bez tüyler, böbrek üstü bezi, dil altı bezleri, er bezi, iç salgı bezi, kalkan bezi, kulak altı bezi, meme bezi, paratiroit bezi, ter bezi, tiroit bezi, yağ bezi, gözyaşı bezleri, tükürük bezleri, yağ bezleri
bezci is. Bez yapan veya alıp satan kimse.
bezcilik, -ği is. Bezcinin işi veya mesleği.
bezdirici is. Usanç veren kimse veya şey: "işsiz kalıp, ölü saatlerle zaman eğlemenin ne kadar bezdirici, maneviyat kırıcı olduğunu bilirsiniz." -R. H. Karay.
bezdiricilik, -ği is. Bezdirici olma durumu.
bezdirilme is. Bezdirilmek işi veya durumu.
bezdirilmek (nsz) Bezmesine sebep olmak, bezmesine yol açmak.
bezdirme is. Bezdirmek işi: "Naim'in bir an önce edebiyata dönmesi için onu, kazıklar atarak bezdirmeye çalışırlar." -S. Birsel.
bezdirmek (-i, -den) Bıktırmak, usandırmak, bıkkınlık vermek: "O günden sonra bu neşeli İstanbul yolcusunun, hatta beni bezdirmek için bile, bir kerecîk dışarıya çıktığını hatırlamıyorum." -Y. K. Karaosmanoğlu.
beze (I) is. anat. Yara veya çıban sebebiyle vücudun herhangi bir yerinde oluşan şişkinlik, gudde.
→ gözyaşı bezeleri
beze (II) is. Yun. Hamur topağı, pazı.
beze (III) is. Fr. baiser Yumurta akı ve pudra şekeri ile yapılan bir çeşit kuru pasta.
bezek, -ği is. 1. Süs, ziynet. 2. Bir eseri süslemeye yarayan motiflerin her biri.
bezekçi is. 1. Duvar ve tavanları boyayıp birtakım resim veya şekillerle süsleyen kimse, nakkaş. 2. hlk. Gelinleri süsleyen kadın.
bezekleme is. Bezeklemek işi.
bezeklemek (-i) Süslemek.
bezekli sf. Bezeği olan, süslü, süslenmiş.
bezeleme is. Bezelemek işi.
bezelemek (-i) hlk. Hamur topağı yapmak.
bezeli sf. 1. Bezesi olan. 2. hlk. Bezeği olan, bezekli.
bezelye is. (beze'lye) İt. pisello bot. 1. Baklagillerden, yurdumuzun her yanında yetiştirilen, fasulyeye benzer, tırmanıcı bir bitki (Pisum sativum). 2. Bu bitkinin yuvarlak tanesi.
→ Hint bezelyesi
bezeme is. 1. Süsleme, tezyin. 2. Süs, süsleyen şey.
→ girişik bezeme
bezemeci is. Bezeme yapan oymacı veya nakkaş.
bezemecilik, -ği is. Bezemecinin yaptığı iş.
bezemek (-i) Süslemek: "Gördüğü iyiliğe karşılık ikram fazlasından masamızı mezelerin çeşitlisiyle bezedi." -R. H. Karay.
bezemeli sf. Süslü, dekoratif.
bezen is. Bezek, süs.
bezeniş is. Bezenme işi veya biçimi.
bezenme is. Bezenmek işi veya durumu.
bezenmek (nsz) 1. Bezeme işine konu olmak, süslenmek: "Yüzlerce sene vakıflarla bezenecek olan İstanbul'da fetihten sonra, millî mimar, yeni bir merhaleye girmişti." -Y. K. Beyatlı. 2. Kendini bezemek, süslenmek.
→ özene bezene
bezetme is. Bezetmek işi.
bezetmek (-i) Bezeme yaptırmak, süsletmek.
bezeyici is. Bezekleme yapan ressam, dekoratör.
bezeyiş is. Bezeme işi veya biçimi.
bezgi is. Süs, bezek: "Dar ve basık cephesi Orta Zaman bezgileriyle oymalı meyhanemsi bir yerin önünde durdular." -Y. K. Karaosmanoğlu.
bezgin sf Yaşama veya iş görme isteğini yitirmiş: "Mecalsiz, bezgin bir hâlde yatağa girdi." -Y. K. Karaosmanoğlu.
bezginleşme is. Bezginleşmek işi.
bezginleşmek (nsz) Bezgin duruma gelmek.
bezginlik, -ği is. Bezgin olma durumu, usanç, yorgunluk: "Gider gitmez de teselli kabul etmez bir bezginliğe, üzüntüye düşmüştüm." -R. H. Karay, bezginlik getirmek usanmak, bıkmak, bizar olmak.
bezik, -ği is. Fr. besigue İki, üç veya dört kişi arasında 96 kâğıtla oynanan bir çeşit iskambil kâğıdı oyunu: "Beybabanın bezik oynayışı da pek alengirlidir." -S. Birsel.
bezilme is. Bezilmek işi.
bezilmek (nsz) Bezme işine konu olmak, bezme durumuna gelinmek.
bezir, -zri is. Ar. bezr 1. Keten tohumu. 2. Bezir yağı.
→ bezir yağı
bezirgan is. Far. bâzergân esk. 1. Tüccar. 2. Alışverişte çok kâr amacı güden kimse: "O hiç oralı olmaz ve bütün bezirganlar gibi hâlinden yakınır." -S. Birsel. 3. Yahudi. 4. mec. Mesleğini sadece kazanç için kullanan kimse.
→ bezirgânbaşı
bezirgânbaşı is. 1. Bir çocuk oyunu. 2. tar. Padişahın kullanacağı çuha, bez, tülbent vb. eşyaları sağlamak ve bunları korumakla görevli kimse.
bezirgânlık, -ğı is. Bezirgana yakışır davranış.
bezirleme is. Bezirlemek işi.
bezirlemek (-i) Bezir yağı ile yağlamak, bezir yağı sürmek.
bezir yağı is. Keten tohumundan çıkarılan ve yağlı boya yapmak için İçine renkli maddeler katılan, çabuk kurur bir yağ, bezir.
bezleme is. Bezlemek işi.
bezlemek (-i) 1. Bez, kumaş vb. ile örtmek veya kaplamak. 2. Çocuğun altına bez koymak, çocuğu belemek.
bezm is. Far. bezm esk. İçki meclisi, dost toplantısı.
bezme is. Bezmek işi.
bezmek, -er (-den) Bezgin duruma gelmek, bezginlik getirmek, bıkıp usanmak: "Kibrit kullanmaktan bezdiğimiz için bir eski çakmakla gazı yakmaktayız." -B. Felek.
bezsi sf. Bezi andıran, beze benzeyen, bez gibi.
bez tüyler ç. is. bot. Bitkilerde salgı çıkaran tüyler.
bezzaz is. (bezza:z) Ar. bezzaz esk. Kumaş alıp satan kimse, manifaturacı.
bezzazlık, -ğı is. Kumaş satma işi, manifaturacılık.
Bh kim. Bohriyum elementinin simgesi.