Ba kim. Baryum elementinin simgesi.
baba is. 1. Çocuğun dünyaya gelmesinde etken olan erkek: "Türk babanın ve Türk ananın çocuğu Türktür." -Anayasa. 2. Çocuğu olmuş erkek, peder. 3. Kazılarda çıkarılan toprağın miktarını hesaplayabilmek için yer yer bırakılan toprak dikme. 4. Çatı merteği. 5. Bir ülkeye veya bir topluluğa yararlı olmuş kimse: Atatürk Türk milletinin babasıdır. 6. mec. Anlayışlı, iyi huylu erkek. 7. mec. Silah kaçakçılığı, kara para aklama ve uyuşturucu madde ticareti vb. kirli ve gizli işler yapan çetenin başı. 8. mec. Koruyucu, babalık duyguları ile dolu kimse. 9. mec. Ata: "Asya'daki babalarımızdan miras kalan millî şiirimizin manzum şekillerinde..." -Y. K. Beyatlı. 10. sf. argo Çok kaliteli, üstün nitelikli. 11. esk. Tarikatların bazısında tekke büyüğü: Bektaşi babası. 12. esk. Bu gibi kimselere verilen unvan: Gül Baba. Nur Baba. Baba İlyas. 13. den. Gemi veya iskelede halatın takıldığı yuvarlak başlı iri demir, ağaç veya beton dikme. 14. mim. Bir merdivende, tırabzanın sahanlıkla birleştiği yerde bulunan dikey öge. baba değil, tırabzan babası babalık görevlerini yapmayan babalar için söylenen bir söz. baba koruk (veya erik) yer, oğlunun dişi kamaşır babanın yaptığı kötü işin sıkıntısını çocuğu çeker, baba oğluna bir bağ bağışlamış, oğul babaya bir salkım üzüm vermemiş babalar çocukları için büyük fedakârlıklara katlanırlar, ancak çocuklar babaları için fedakârlıkta bulunmazlar, baba olmak erkek, çocuk sahibi olmak. babadan babaya dedelere doğru zincirleme, babadan oğla 1) torunlara doğru zincirleme: "Bizim bu Kayabaşı'nda birçok zanaat, babadan oğla aktarılır." -T. Dursun K. 2) atalarından beri: Bunlar babadan oğla doktordurlar, babalarımız bizden, bizim kuşaktan öncekiler, babam! 1) tkz. bir seslenme sözü: Sen bildiğini söyle babam, alt yanım ben getiririm. 2) tekrarlanan iki emir kipi arasına getirilerek işin sürekliliğini anlatmaya yarayan bir söz: Git babam git, yol bitmez ki... babam sağ olsun bir çocuğun babasına, yaptığı yardımlardan dolayı takdir amacıyla söylediği bir söz. babamın (veya ustamın) adı Hıdır, elimden gelen budur gücüm ancak bu kadarını yapmaya yeter. babana rahmet tkz. yapılan bir iş, bir davranış karşısında "Allah senden razı olsun." anlamında kullanılan bir söz. babasına çekmek her yönü ile babaya benzemek: "Sacit bu hususta da babasına çekmişti." -P. Safa. (biri ötekinin) babasına rahmet okumak hakkında iyilik düşünmemek, babasının (veya babalarının) çiftliği bir malı veya kuruluşu yalnızca kendi çıkarlarına araç yapanlar için kullanılan bir söz. babasının hayrına hiçbir çıkar gözetmeksizin: Herkes babasının hayrına çalışmıyor ya! babasının kızı her yönüyle babasına benzeyen kız çocuğu, babasının oğlu her yönüyle babasına benzeyen erkek çocuğu, babasız oğlan doğurmak bir işte aşın zorluk, büyük güçlük çekilmesine rağmen başarılı olmak.
→ baba adam, babaanne, baba bucağı, babacan, baba diyarı, baba dostu, babaevi, baba hindi, baba mirası, baba nasihati, baba ocağı, baba soylu, baba tarafı, baba tatlısı, baba yadigârı, baba yarısı, baba yerli, babayiğit, baba yurdu, babadan kalma, âdembaba, Adem baba, ağababa, ana baba, ballıbaba, büyük baba, dedebaba, devlet baba, efendibaba, kayınbaba, Noel baba, paşababa, şambaba, üvey baba, Bektaşi babası, dert babası, fukara babası, iskele babası, para babası, şambabası, tırabzan babası
baba adam is. Yaşlı, ağırbaşlı, iyi yürekli, olgun adam.
babaanne is. Babanm annesi.
babaannelik, -ği is. Babaanne olma durumu veya babaanneye yakışan davranış.
baba bucağı is. hlk. Baba ocağı.
babaca sf. Baba gibi, babaya yakışır: "Bu kardeşçe, babaca muameleleri karşısında, artık böyle bir hisse kapılmanın ne kadar yersiz olduğunu anlamaya başlamıştım." -Y. K. Karaosmanoğlu.
babacan sf. Cana yakın, olgun, hoşgörülü, iyi kalpli, güvenilir (erkek):. "Bu babacan yürekli, Öfkesi, sevgisi katıksız, kaya gibi sağlam ve güvenilir adam..." -A. İlhan.
babacanca zf. (babaca'nca) Sevgi ve sevecenlikle, cana yakın olarak: Babacanca davranmak.
babacanlaşma is. Babacanlaşmak işi veya durumu.
babacanlaşmak (nsz) Babacan duruma gelmek.
babacanlık, -ğı is. Babacan olma durumu, cana yakınlık.
babacık, -ğı is. Sevimli, hoş, sempatik baba: "Ertesi gün okulun yolunu tutunca yine üniformalarının içinde anacıklarının, babacıklarının görmek istedikleri masum çocuksu hâllerine dönerler." -H. Taner.
babacıl sf. Babasını çok seven, babasına çok düşkün olan.
babacılık, -ğı is. fel. Devletin türlü sınıflar üzerinde babalık ederek bu sınıflar arasında denge kurmaya çalışması İşlemi, paternalizm.
babaç, -cı is. hlk. Erkek kümes hayvanlarının en iri ve yaşlı olanı: "Bir yıllanmış ağaca anaç derler, babaç demezler." -B. Felek.
babaçko sf. (baba'çko) argo Güçlü ve gösterişli, iri yarı (kadın).
babadan kalma is. 1. Ailenin büyüklerin özellikle babanın miras olarak bıraktığı mal, mülk, eşya. 2. sf. mec. Çok eskimiş, modası geçmiş.
baba diyarı is. Soyun, kökenin bulunduğu yer.
baba dostu is. 1. Çok eski, hayırlı aile dostu. 2. argo Hiçbir yardımda bulunmayan, hayırsız çıkan eski tanıdık kimse.
babaevi is. Baba ocağı: "Artık babaevinden çıkmış, daha iyi bir yere taşınmışsındır." -R. H. Karay.
babafingo is. (babafi'ngo) İt. papafıngo den. Yelkenli gemilerde direklerin ve gabyanın üstünde bulunan en yüksek bölüm: "Ben, serin bir esinti bulmak umuduyla ta babafingonun başına tırmandım." -Halikarnas Balıkçısı.
baba hindi is. İri ve iyi beslenmiş erkek hindi.
Babai öz. is. (babai:) Babailik tarikatından olan kimse.
Babailik, -ği öz. ,is. (babai.lik) XXII. yüzyılda Baba İshak'ın kurduğu tarikat.
babaköş is. zool. Ayaksız olduğu için yılan sanılan, solucanla beslenen bir tür kertenkele (Anguis fragilis).
babalanma is. Babalanmak işi.
babalanmak (nsz) 1. Babaları tutmak, öfkelenmek. 2. argo Diklenmek, kabadayıca davranmak.
babaü (I) sf. Babası olan.
→ dokuz babalı
babab (II) sf hlk. Zaman zaman sinir nöbeti geçiren.
babalık, -ğı is. 1. Baba olma durumu: Babalık bunu gerektirir. 2. hlk Üvey baba. 3. hlk. Kayınbaba, kayınpeder. 4. ünl. Yaşlı veya küçümsenen adamlara söylenen bir seslenme sözü: "Sen karışma bakalım babalık! Fazla söylenmeye başladın. Ayıp ne demek?" -S. F. Abasıyanık. babalık etmek 1) baba gibi davranmak: "Ben üç çocuğa babalık etmiş, iki kız evlendirmiş, bir oğlan okutmuşum." -T. Buğra. 2) iyilik etmek, büyüklük etmek: "Bana bir babalık et, bir işe koy." -E. Bener. babalık fırın has işler babasının parası İle geçinenlere sitem olarak kullanılan bir söz.
→ kayınbabalık
baba mirası is. Babadan kalan değerli mal veya dost: "Küpeli Hafız bize baba mirasıdır, incinmesinden haberim olmalı." -M. N. Sepetçioğlu.
baba nasihati is. Büyüklerin deneyimine dayanarak gençlere verdikleri öğüt.
baba ocağı is. Babadan, dededen kalma mülk veya bir kimsenin içinde doğup büyüdüğü, yaşadığı ev, toprak, yurt, babaevi, baba bucağı, baba yurdu: "On yıl var ayrıyım Kınadağı'ndan / Baba ocağından, yâr kucağından. " -F. N. Çamlıbel.
babasız sf. Yetim.
babasızlık, -ğı is. Yetimlik.
baba soylu sf. sos. Baba soyluluğa İlişkin olan, baba soyluluğa dayanan.
baba soyluluk, -ğu is. Soyun, mirasın, sosyal statünün öncelikle veya sadece baba tarafından belirlendiği aile düzeni.
baba tarafı is. Ailenin baba yönünden akrabaları.
baba tatlısı is. Bir çeşit hamur tatlısı, şambaba.
baba yadigârı sf. Babadan kalan, baba döneminde yapılmış, babanın hatırasını taşıyan: "Baba yadigârı kümesteki tavuklar yumurtlamışsa, ıspanaklı iki yumurta pişirirdi. " -S. F. Abasıyanık.
babayani sf (babaya:ni:) T. baba + Far. -âne Gösterişi ve özentisi olmayan: "Ben bir yandan meslek icabı, bir yandan da herkesçe sevilip sayılan babayani bir adam olarak öteden beri kadın erkek farkı gözetmem." -R. N. Güntekin.
babayanilik, -ği is. (babaya:ni:lik) Babayani olma durumu.
baba yarısı is. Amca.
baba yerli is. sos. Baba yerliliğe ilişkin olan, baba yerliliğe dayanan.
baba yerlilik, -ği is. Yeni evli çiftin, erkeğin ailesinin yanında yaşamasına dayanan evlilik düzeni.
babayiğit, -di is. 1. Yürekli: "Yeni yetişen babayiğitler orasını er geç uğranılacak bir menzil sayarlardı." -Y. K. Beyatlı. 2. Bir girişimde kendine güvenebilecek durumda olan kimse: "Binaya yakışacak mobilyayı satın almaya kadir babayiğit çıkmadı." -R. N. Güntekin. 3. sf. Güçlü kuvvetli, korkusuz (kimse).
babayiğitlik, -ği is. Babayiğit olma durumu, babayiğitçe davranış, kabadayılık.
baba yurdu is. Baba ocağı.
Babıali öz. is. (ba: 'bıa.li:) Ar. bâb + 'âli tar. 1. Osmanlı imparatorluğu döneminde İstanbul'da sadaret (Başbakanlık), dâhiliye ve hariciye nezaretleri (İçişleri ve Dışişleri bakanlıkları) ile Şûrayıdevlet (Danıştay) dairelerinin bulunduğu yapı. 2. mec. İstanbul'da bu çevredeki basın: "Bütün Babıali yazı işçilerinin yazgısından Naci Sadullah da kurtulamadı." -H. Taner. 3. mec. Osmanlı hükümeti.
Babi öz. is. (ba:bi:) Ar. bubi din b. Babilik yanlısı.
Babilik, -ği öz. is. (ba:bi:lik) din b. XDC. yüzyılda, İran'da Ali Muhammed Bab'ın kurduğu dinî öğreti.
baca is. Far. bâce 1. Dumanı ocaktan çekip havaya vermeye yarayan yol: "Kırlangıçlar daha çok sahildeki apartmanların bacalarında, pencere pervazlarında barınıyorlar." -H. Taner. 2. Su yolu, lağım, maden ocağı vb. yer altı yapılarının hava deliği. 3. hlk. Çatı penceresi, bacası tütmek ailenin yaşamı sürüp gitmek, bacası tütmez olmak aile dağılmak veya işi bozulmak.
→ bacabaşı, baca dolgusu, baca fırıldağı, baca kaşı, baca kulağı, baca külahı, baca kürsüsü, baca şapkası, baca tomruğu, baca tomurcuğu, kör baca, Arnavut bacası, ışık bacası, peri bacası
bacabaşı is. Ocağın üstündeki raf.
baca dolgusu is. jeol. Eski veya sönmüş bir yanardağ bacasının bulunduğu yerde, aşınma sonucu ortaya çıkmış sert kayaçlardan oluşan tepe.
baca fırıldağı is. Bacanın tepesine yerleştirilen ve çıkmakta olan dumanın içeri dönmesini engellemek için rüzgâra göre yön değiştiren dirsekli boru.
bacak, -ğı is. 1. anat. Vücudun kasıktan tabana kadar olan bölümü: "Yorgan vücudunu zahmetle taşıyan ince bacakları üstünde doğruldu." -F. Safa. 2. anat. Hayvanlarda yürümeye veya atlamaya yarayan organ. 3. Bazı şeylerin yerden yüksekçe durmasını sağlayan dayak, destek veya bunlardan her biri, ayak: Masanın bacağı. 4. Oyun kâğıtlarında oğlan, vale. bacak bacak üstüne atmak bir bacağını ötekinin üstüne koyarak oturmak: "Motor şimdi karanlık suları yara yara ilerlerken sarışın kadın bacak bacak üstüne atmış, sigara içiyor." -H. Taner, bacak kadar ufacık: "Bacak kadar çocuğa da ne oluyordu sanki." -T. Buğra, bacak kadar boyu var, türlü türlü huyu var yaşı küçük, ancak herkesten farklı alışkanlıklar, huylar edinmiş, bacakları kopmak çok yorulmak, bacakları tutmamak ayaklarının üzerine basıp yürüyemeyecek duruma gelmek, bacaklarım uzatmak hiçbir şey yapmadan, hiçbir şeyle ilgilenmeden oturmak, tembel tembel zaman öldürmek.
→ bacakkalemi, bacakkıran, alabacak, baldır bacak, bastıbacak, karabacak, kılıç bacak, takma bacak, ayıbacağı
baca kaşı is. mim. Bir şöminenin, ocağın üstündeki taş veya taştan raf.
bacakkalemi is. anat. Kaval kemiği, bacakkıran is. bot. Nemli bölgelerde yetişen yeşilimsi san çiçekli bir bitki (Narthecium).
bacaklı sf. 1. Bacağı olan. 2. Bacakları uzun olan, uzun boylu. 3. is. esk. Felemenk altını.
→ kıçtan bacaklı, eklem bacaklılar, eş bacaklılar, kafadan bacaklılar, karından bacaklılar, kök bacaklılar, uzun bacaklılar
bacaklık, -ğı is. Özellikle hokey oyuncularının dizlerine taktıkları deriden yapılmış koruyucu.
bacaklı yazı is. İri ve okunaklı yazı.
bacaksız sf. 1. Bacağı olmayan. 2. Bacakları kısa olan, kısa boylu, bodur. 3. ünl. Yaşından büyük işlere kalkışan çocuklara söylenen bir söz: Bakın şu bacaksıza! Seni bacaksız seni!
baca kulağı is. Ocağın iki yanında taştan yapılmış ufak raf.
baca külahı is. Bacanın dumanı çekişini güçlendirmek amacıyla baca deliğinin üzerine yerleştirilen ve genellikle sacdan yapılan parça.
baca kürsüsü is. mim. Çatının üstünde kalan ve üzerine baca külahı oturtulan baca bölümü, baca tomurcuğu.
bacanak, -ğı is. 1. Eşleri kardeş olan erkeklerden her biri: Yusuf Ziya Ortaç ile Orhan Seyfı Orhon bacanaktır. 2. hlk. Dost, arkadaş.
bacanaklık, -ğı is. Bacanak olma durumu.
baca şapkası is. mim. Bacaya yağmur, kar veya rüzgâr girmemesi için baca külahının üzerine yerleştirilen kapak.
baca tomruğu is. Bacanın damdan yukarı bölümü.
baca tomurcuğu is. mim. Baca kürsüsü.
bacı is. 1. Kız kardeş. 2. Bir evde uzun zaman çalışmış yaşlı kadınlara verilen unvan: "Tam o sırada içeri Habeş bir bacı girdi." -B. Felek. 3. hlk. Büyük kız kardeş, abla. 4. esk. Tarikat şeyhlerinin kansı. 5. ünl. Kadınlara söylenen bir seslenme sözü.
bacılık, -ğı is. Bacı olma durumu.
-baç Fiilde isim türeten ek: dolam-baç (<do-lan-maç), saklam-baç (<saklan-maç).
baç, -cı is. Far. bâc tor. 1. Osmanlı İmparatorluğu'nda gümrük vergisi: "Sirkeci'de 'oh' diye gözlerini açtı, şehrin ta göbeğinde bacını verdiği köprüyü yavaş yavaş geçti." -Ö. Seyfettin. 2. Zorla alınan para, haraç: "Galata'da baç alınan evler bir gece içinde istiklallerim ilan ederek en meşhur hamilerini kovmuşlardı." -Ö. Seyfettin.
baççı is. Baç alan kimse.
baççılık, -ğı is. Baç alma işi veya görevi.
bad is. (ba:d) Far. bad esk. Rüzgâr: "Esme ey bad esme canan uykuda." -F. N. Çamlıbel.
badana is. (bada'na) Fr. badigeon Duvarları boyamak için kullanılan sulandırılmış kireç veya boya: "Bu kahvelerin çoğu beyaz badana duvarlıdır." -S. Birsel, badana etmek (veya vurmak) badanalamak, badana yapmak.
badanacı is. Geçimini badana yapmakla kazanan kimse.
badanacılık, -ğı is. Badanacının yaptığı iş.
badanalama is. Badanalamak işi.
badanalamak (-i) Duvarları boyamak için sulandırılmış kireç veya plastik boya sürmek.
badanalanma is. Badanalanmak işi.
badanalanmak (nsz) Badana yapılmak: "Her yıl badanalanan duvarlarda hiç resim yoktur. " -H. E. Adıvar.
badanalatma is. Badanalatmak işi.
badanalatmak (-i, -e) Badanalama İşini yaptırmak.
badanalı sf 1. Badana edilmiş olan: "Geniş, perdesiz, kırmızı badanalı bir odanın ta ortasında birinci sınıfı Fransızcadan imtihan ediyorduk." -Ö. Seyfettin. 2. mec. Yüzüne çok pudra ve boya sürmüş olan (kadın).
badanasız sf. 1. Badana edilmemiş: "Mektep bir katlı, duvarları badanasız idi." -Ö. Seyfettin. 2. Badanası bozulmuş.
badas is. hlk. Harman kaldırıldıktan sonra yerde kalan toprak, çöp ve samanla karışık tahıl taneleri, harman döküntüsü.
badat is. bot. Bileşikgillerden, şekeri çok, bir tür yer elması.
bade is. (ba:de) Far. bade esk. Şarap, içki: "Fincanı taştan oyarlar / içine bade koyarlar. " -Halk türküsü.
badehu zf. (ba:'dehu:) Ar. ba'dehu esk. Ondan sonra.
badeli sf. (baıdeli) Aşk badesi içmiş (kimse).
→ badeli âşık
badeli âşık, -ki, -ğı is. ed. Düşünde bir pirin elinden aşk badesi içerek saz çalıp söyleyen halk şairi.
badem is. (baıdem) Far. bâdâm bot. 1. Badem ağacı. 2. Bu ağacın yaş veya kuru yenilen yemişi, badem gibi taze ve gevrek (salatalık), badem olmak argo sonu kötü olmak, kötü bitmek.
→ badem ağacı, badem bıyık, badem ezmesi, badem gözlü, badem içi, badem kürk, badem parmak, badem şekeri, badem tırnak, badem yağı, acı badem, acı badem kurabiyesi, katmerli badem, Amerika bademi, diş bademi, Hint bademi, sakız bademi, taş bademi
badema zf. (baıdema:) Ar. ba'demâ esk. Bundan sonra, bundan böyle: "Ve badema kâra ortak olmadığımızı, bütün paranın bana ait olduğunu söyledi." -S. F. Abasıyanık.
badem ağacı is. bot. Gülgillerden ilkbaharda beyaz ve pembe renkli çiçekler açan yüksekçe bir bitki, badem (Amygdalus communis ve Prunus amygdalus).
badem bıyık, -ğı is. Üst dudağın her iki yanında yer alan, badem içi biçimindeki bıyık: "Badem bıyık hafifçe sola kayıyor." -T. Buğra.
badem bıyıklı sf. Badem bıyığı olan.
bademci is. (ba:demci) Badem satan kimse.
bademcik, -ği is. (ba:demcik) anat. Boğazın iki yanında birer tane bulunan, badem biçimindeki organ.
bademcilik, -ği is. Bademci olma durumu.
badem ezmesi is. Ezilmiş bademle yapılan şekerleme.
badem gözlü sf. Badem içi biçiminde iri gözü olan (kimse): "Kör ölür badem gözlü olur, kel ölür sırma saçlı olur." -Atasözü.
badem içi is. Bademin dış kabuğu alındıktan sonra kalan içi.
badem kürk is. Tilki postunun yalnız bacak kesiminden yapılan kürk.
bademli sf. İçinde badem bulunan (yiyecek): Bademli şeker. Kekin bademlisini severim. bademlik, -ği is. Badem ağaçları çok olan yer, badem bahçesi.
badem parmak, -ğı is. Başparmak.
bademsi sf. Bademi andıran, bademe benzeyen, badem gibi.
bademsiz sf. İçinde badem bulunmayan.
badem şekeri is. İnce bir şeker tabakasıyla kaplanmış iç badem.
badem tırnak, -ğı is. Badem biçiminde uzunca tırnak.
badem yağı is. Bademden çıkarılan ve deri, kösele vb.ni yumuşatmak için kullanılan yağ.
baderna is. (bade'rna) İt. baderna den. Halatın aşınabilecek yerine sarılan bez, halat sargısı.
badıç, -cı is. Bakla, fasulye, bezelye vb. taze sebzelerde, içinde tohumların sıralanmış bulunduğu kabuk, baklamsı meyve.
badısaba is. (ba.dısaba:) Far. bâd + Ar. sabâ Kuzeydoğudan esen ve ruhu okşayan, gönle ferahlık veren hafif rüzgâr.
badi is. hlk. Ördek, badi badi yürümek (veya gitmek veya koşmak) ördek gibi iki yana sallanarak yürümek (gitmek, koşmak): "Hani biz bir çayırda arabayla geçerken bir boğa çıkageldi, köylü korkudan nasıl badi badi koşmaya başlamıştı? " -A. Ş. Hisar.
badik, -ği is. hlk. 1. Ördek. 2. Palaz. 3. sf. Kısa boylu: "Badik kızların yanı sıra perçemli öğrenciler geçiyordu." -S. F. Abasıyanık.
badikleme is. Badiklemek işi.
badiklemek (nsz) hlk. Ördek gibi iki yana sallana sallana yürümek.
badikleşme is. Badikleşmek durumu.
badîkleşmek (nsz) hlk. Ördek gibi sağa sol yalpa vurarak yürüme eğilimi göstermek: "Bütün bütün badikleşerek yokuşu inmeye başladı."-Ö. Seyfettin.
badire is. (ba:dire) Ar. badire esk. Birdenbire ortaya çıkan tehlikeli durum: "Nasıl oldu da, deminki badireden sağ salim kurtulabildi?" -Y. K. Karaosmanoğlu.
badireli sf. Badiresi olan.
badiresiz sf. Badiresi olmayan.
badiye is. (ba.diye) Ar. bâdiye esk. Çöl: "Bütün İslam diyarlarından, Afrika'nın badiyelerinde Müslümanlar hep bir Mehdi'yi beklerler." -Ö. Seyfettin.
badminton is. İng. badminton sp. Tüylü top.
badya is. (ba'dya) Yun. Ağzı geniş, yayvan, büyükçe su kabı.
bagaj is. Fr. bagage 1. Yolcu yükü. 2. Yolcu taşıtlarında yüklerin konulduğu yer. 3. Otomobillerin yük konulabilen, genellikle arkada olan bölümleri.
→ bagaj kapağı, bagaj kilidi
bagaj kapağı is. Otomobil bagajlarını kapatmaya veya kilitlemeye yarayan bölüm.
bagaj kilidi is. Bagaj kapağını kilitlemeye yarayan alet.
baget is. Fr. baguette 1. Bateri çalmaya yarayan ince, kısa çubuk. 2. Tıraşlanmış, dikdörtgen biçiminde değerli taş. 3. Düşük gramajlı ince, uzun ekmek. 4. Tavuk, piliç vb. kanatlılarda but ile paça arasında kalan etli bölüm.
bagetli sf. Bageti olan: "Çifti sekiz liraya satın alınmış, yanları el işi bagetli siyah çoraplarım giymiş." -R. H. Karay.
bağ (I) is. 1. Bir şeyi başka bir şeye veya birçok şeyi topluca birbirine tutturmak için kullanılan ip, sicim, şerit, tel vb. düğümlenebilir nesne: Ayakkabının bağı çözüldü. 2. Sargı: Yaramın bağını değiştireceğim. 3. Bağlam, deste, demet: Beş bağ ekin, iki bağ maydanoz. 4. mec. İlgi, ilişki, rabıta: "Türk Devletine vatandaşlık bağı ile bağlı olan herkes Türktür." -Anayasa. 5. anat. Kemikleri birbirine bağlamaya, iç organları yerinde tutmaya yarayan lif demeti: Eklem bağı, aşıcı bağ. 6. den. Bir halat üzerine atılan sağlam, düzgün ve istendiğinde kolayca çözülebilen her türlü düğüm. 7. muz. Nota yazarken yan yana gelen aynı veya farklı değerdeki notaların birbirine bağlanarak çalınacağını belirtmek için yapılan yay biçimindeki işaret.
→ bağ doku, bağ-fiil, ayak bağı, bel bağı, boyun bağı, denetim bağı, diz bağı, domuz bağı, düzen bağı, etek bağı, göbek bağı, gönül bağı, göz bağı, kan bağı, kasık bağı, kol bağı
bağ (II) is. Far. bağ 1. Üzüm kütüklerinin dikili bulunduğu toprak parçası: "Üzümünü ye de bağını sorma." -Atasözü. 2. Meyve bahçesi: Niğde'nin elma bağları, bağ bayırda, tarla çayırda her şey kendisi için en elverişli ortamda gelişir, verimli duruma gelir, bağ bozmak bağın üzümlerini toplamak, bağ budamak bağdaki üzüm kütüklerini budamak, bağa bak, üzüm olsun, yemeye yüzün olsun kişi, karşılık beklediği işten istediğini alabilmek için gereken harcamaları yapmalıdır.
→ bağ bahçe, bağ bıçağı, bağboğan, bağ bozumu, bağ çubuğu, bağ evi, bağkesen
bağa is. hlk. 1. Kaplumbağa. 2. Deniz kaplumbağasının kabuğu. 3. Kaplumbağa kabuğu. 4. Ur. 5. sf. Kaplumbağa kabuğundan yapılmış veya bu kabuğu andırır biçimde olan: Bağa gözlük.
bağan is. hlk. 1. Vakti gelmeden ölü doğan yavru, düşük. 2. Ölü doğan kuzunun derisi.
bağ bahçe is. Bahçe, bostan vb. taşınmaz mal.
bağ bıçağı is. Bağ ve bahçelerde yetişen meyve fidanlarını, bitki ve özellikle üzüm kütüklerini budamaya yarayan kesici alet.
bağboğan is. bot. Küsküt.
bağ bozumu is. 1. Bağda ürünün toplanması: "Yerlisi, çoğu dışarıdan gelme yeni sakinlerinin bağ bozumu hırsım kederli gözleriyle seyreder." -B. Felek. 2. Bu işin yapıldığı mevsim, güz, sonbahar.
bağcı is. 1. Bağ yetiştirip ürününü satan kimse. 2. Bağlayan veya soğuk haddehaneden çıkan metal şerit bobinlere bant yapıştıran kimse.
→ göz bağcı, kasık bağcı
bağcık, -ğı is. Bağlama işinde kullanılan şerit biçiminde bağ.
bağcıklı sf. Bağı olan, bağı bulunan: Bağcıklı ayakkabı.
bağcıksız sf Bağı olmayan, bağsız: Bağcıksız ayakkabı.
bağcılık, -ğı is. Bağ yetiştirme ve ürününü satma işi.
→ göz bağcılık
bağ çubuğu is. Asma fidesi.
bağda is. hlk. Ayağa vurulan, ipten, ağaçtan veya demirden yapılan köstek.
bağdadi sf. (bağda:di:) Ar. bağdadi 1. Ağaç direkler üzerine çakılmış çıtalara sıva vurularak yapılan (duvar veya tavan): "Eski bir deponun ön tarafında, depodan bağdadi bölmelerle ayrılmış harap bir odaydı, işe başladığım zaman yazıhanem." -N. Cumalı. 2. is. Yapılarda kullanılan çıta.
bağdalama is. Bağdalamak işi.
bağdalamak (-i) hlk. 1. Düşürmek için ayağını birinin ayaklarına takmak, çelme atmak. 2. sp. Güreşte rakibe ayak sarması takmak.
bağdama is. Bağdamak işi.
bağdamak (-i) 1. Birkaç şeyi birbirine geçirerek bağlamak. 2. mec. İçinden çıkılmayacak bir duruma getirmek, kördüğüm etmek.
bağdaş is. Sağ ayağı sol uyluğun, sol ayağı sağ uyluğun altına alarak oturma biçimi, bağdaş kurmak Sağ ayağı sol uyluğun, sol ayağı sağ uyluğun altına alarak oturmak: "Bir tanesi karşılarında bağdaş kurmuş, oturmuş." -P. Safa.
bağdaşık, -ğı sf Her yeri aynı özelliği gösteren, mütecanis, homojen.
bağdaşıklaşma is. Bağdaşıklaşmak durumu.
bağdaşıklaşmak (nsz) Aynı özelliği göstermek, homojen duruma gelmek.
bağdaşıklaştırma is. Bağdaşıklaştırmak işi.
bağdaşıklaştırmak (-i) Bağdaşık duruma getirmek, homojeni eştirmek.
bağdaşıklık, -ğı is. Bağdaşık olma durumu, homojenlik.
bağdaşılma is. Bağdaşılmak işi.
bağdaşılmak (nsz) Bağdaşma İşine konu olmak: "Hoş zaten bunların hiçbiri geçinilir, bağdaşılır insanlar değildi ya." -R. H. Karay.
bağdaşım is. Tutarlık, tutarlılık, insicam.
bağdaşma is. Bağdaşmak işi, imtizaç.
bağdaşmak (nsz, -le) 1. Anlaşmak, uzlaşmak, uymak, imtizaç etmek: "Gerçekle bağdaşmayan ihtiraslar, insanın duygusunu hüzünden tedirginliğe, hatta tiksintiye kadar zorluyor." -T. Buğra. 2. Çocuk oyunlarında arkadaş olmak. 3. Bağdaş kurup oturmak: "içerde, peykelere bağdaşmış, sarıkları kirli, sakalları seyrek, kara sarı ihtiyarlar." -A. İlhan.
bağdaşmaz sf. Uyuşmaz, tutarsız.
bağdaşmazlık, -ğı is. Uyuşmazlık, geçimsizlik.
bağdaştırıcı sf. Bağdaşma sağlayan kimse.
bağdaştırıcılık, -ğı is. Bağdaştırıcı olma durumu.
bağdaştırma is. Bağdaştırmak işi.
bağdaştırmacı is. Bağdaştırmacılık yanlısı kimse.
bağdaştırmacılık, -ğı is. anat. 1. Farklı kökenlere sahip değişik kültür özelliklerini birleştirme veya kaynaştırma işi. 2. fel. Pek çok değişik öğretiyi birleştirmeyi amaçlayan felsefi veya dinî öğreti.
bağdaştırmak (-i) Bağdaşmasını sağlamak: "Ben öteden beri karşıtları birbirinin karşısına dikmek değil, bağdaştırmaktan yanayım. " -H. Taner.
Bağdat öz. is. "Karnım doyurmak" anlamındaki Bağdadi tamir etmek deyiminde geçen bir söz.
bağ doku is. bot. ve zool. Hücre sayısı az, hücre arası maddesi çok ve genellikle diğer dokuları birbirine bağlayarak destek görevi yapan doku.
bağ evi is. Bağ (II) içerisine yapılarak yaz aylarında kalınan ev.
bağ-fîil is. dbl. Zarf-fiil: gül-e gül-e, koş-arak, otur-up vb.
bağı is. Büyü.
bağıcı is. 1. Büyücü. 2. Baştan çıkarıcı.
bağıl sf. 1. Görece. 2. is. fiz. Başka bir cisme uyarak sürüklenen, aynı zamanda kendine özgü bir kımıldanışı da bulunan bir cismin görünürdeki bu kımıldanışının niteliği.
→ bağıl değer, bağıl nem
bağıldak, -ğı is. hlk. 1. Beşikteki çocuğun düşmemesi için beşiğe sarılıp bağlanan, kumaştan yapılmış enli bağ. 2. Kadınların âdet zamanında bağladıkları bez.
bağıl değer is. mat. 1. Bir aritmetik sayısının, önüne + ve - işaretleri yazıldıktan sonraki değeri. 2. Bir sayının rakamlarından her birinin bulunduğu basamağa göre aldığı değer, izafi değer.
bağıllık, -ğı is. Görece olma durumu, izafiyet, rölativite.
bağıl nem is. meteor. Bir metreküp hava içinde bulunan su buharı ağırlığının, aynı şartlardaki havanın doymuş su buharının ağırlığına oranı.
bağım is. Bir şeyin veya bir kimsenin gücü ve etkisi altında bulunma durumu, tabiiyet.
bağımlama is. Bağımlamak işi.
bağımlamak (-i) Bir şeyi bağım altına sokmak, etkisi altında tutmak.
bağımlaşma is. Bağımlaşmak işi.
bağımlaşmak (-e) Bir şeye veya bir kimseye tamamen bağımlı olmak.
bağımlı sf. 1. Başka bir şeyin istemine, gücüne veya yardımına bağlı olan, özgürlüğü, özerkliği olmayan, tabi. 2. Sigara, uyuşturucu madde vb.ne aşırı derecede düşkün.
→ bağımlı sıralı cümle
bağımlılık, -ğı is. Bağımlı olma durumu, tabiiyet.
bağımlı sıralı cümle is. dbl. Anlam bakımından birbirine bağlı olan ve özneleri, tümleçleri veya yüklemleri ortak olan cümle: insan bir arayıp sorar, bir mektup yazar, bir telefon eder.
bağımsız sf. 1. Davranışlarını, tutumunu, girişimlerini herhangi bir gücün etkisinde kalmadan düzenleyebilen, hür, özgür, müstakil: "Konsolosların her biri bağımsız bir vali gibi davranırdı." -N. Cumalı. 2. is. Herhangi bir kuruluşa, partiye bağlı olmayan kimse: "... Meclis dışındaki bağımsızlardan olmak üzere, siyasi parti gruplarından, oranlarına göre, üye alınır." -Anayasa. 3. is. Bağımsız milletvekili.
→ bağımsız bölüm, bağımsız milletvekili, bağımsız sıralı cümle
bağımsız bölüm is. Kat Mülkiyeti Kanunu'na göre, bir binanın ayrı ayrı ve başlı başına kullanılmaya elverişli ve bağımsız mülkiyete konu olan özel bölümü.
bağımsızlaşma is. Bağımsızlaşmak işi.
bağımsızlaşmak Bağımsız duruma gelmek.
bağımsızlaştırma is. Bağımsızlaştırmak işi.
bağımsızlaştırmak (-i) Bağımsız duruma getirmek.
bağımsızlık, -ğı is. Bağımsız olma durumu veya niteliği, istiklal: "Devletin temel amaç ve görevleri, Türk milletinin bağımsızlığını ve bütünlüğünü, ülkenin bölünmezliğini, cumhuriyeti ve demokrasiyi korumak için gerekli şartları hazırlamaya çalışmaktır." -Anayasa.
bağımsız milletvekili is. Herhangi bir partinin adayı olmadan seçilen veya herhangi bir partiye bağlı olmayan milletvekili, bağımsız.
bağımsız sıralı cümle is. dbl. Anlam bakımından birbirine bağlı olduğu hâlde özneleri, tümleçleri, yüklemleri ayrı olan cümle: Annem, bulaşıkları yıkamaya çalışıyor, kız kardeşim onları kurulamakla meşgul.
bağın is. İnşaatta veya kazı sırasında toprağın çökmesini önlemek için yerleştirilen parça veya dayak, bağm vurmak kazı duvarlarının çökmemesi için bağmlarla desteklemek.
bağıntı is. 1. Bir nesneyi başka bir nesne ile uyarlı kılan bağ. 2. fel. Eşyayı, kavramları veya tasarımları birlik, bağlılık, birliktelik vb. durumlarda toplayan görünüş veya nitelik, görelik, izafet, rölativite. 3. mat. İki veya daha çok nitelik arasında matematik işlemleri yardımı ile kurulan bağlılık veya eşitlik: Bir dairenin "r" yarı çapı ile alanı arasında şöyle bir bağıntı vardır: S=r2.
bağıntıcı is. fel. Bağıntıcılık yanlısı olan kimse, göreci, rölativist.
bağıntıcılık, -ğı is. fel. Bağıntılılık öğretisi, özellikle bilginin bağıntılı olduğunu ileri süren her türlü felsefe öğretisi, görecelik, izafiye, rölativizm.
bağıntılı sf. fel. Varlığı başka bir şeyin varlığına bağlı bulunan, mutlak olmayan, göreli, izafi, nispi, rölatif.
bağıntılılık, -ğı is. fel. Var olabilmek veya belirlenebilmek için, bağıntı yolu ile başka bir şeye bağlı bulunma durumu, görelilik, izafilik, izafiyet.
bağır, -ğrı is. 1. Göğüs: "Yakup, ceketini, mintanını, içliğim çıkarmış, bağrını yağmura vermiş, bir heykel gibi sessiz ve kımıldamadan duruyor." -T. Buğra. 2. Ok yayı ve dağda orta bölüm. 3. anat. Ciğer, bağırsak vb. vücut boşluklarında bulunan organların ortak adı, ahşa. bağrı yanmak 1) üzüntü çekmek, çok acı duymak: "En büyüğünü kaybeden halk sanatkârının birkaç mısrası ile türkü bize bağrı yanan Anadolu'nun feryadını getirecek." -B. R. Eyuboğlu. 2) çok susamış olmak, bağrına basmak 1) kucaklamak: "İzmir'den kalkıp Mısır'a kadar beni görmeye, beni okşamaya, beni bağrına basıp sevmeye gelirdi." -Y. K. Karaosmanoğlu. 2) biriyle ilgilenerek onu koruyup kayırmak, yetiştirmek: "Sen onu bambaşka duygularla, heyecanlarla bağrına basmak isteyeceksin." -E. Bener. bağrına taş basmak sesini çıkarmaksızın her türlü acıya katlanmak: "Oğlum böyle bir şey yaparsa onu ölmüş farz ederim. Bir evladım vardı: Allah elimden aldı derim, bağrıma taş basarım." -R. N. Güntekin. bağrını delmek çok dokunmak, içine işlemek, bağrım ezmek üzülmek, dertlenmek: "Kışlanın uğrunda bir ufak mezar / Anama söylemen bağrını ezer." -Halk türküsü.
→ bağır yeleği, bağrıkara, bağrı kara, bağrı yanık, bağrı yufka, kurtbağrı
bağırdak, -ğı is. Bağıldak.
bağırgan sf. Bağırıp çağıran, tepkisini hemen ve sert bir biçimde dışa vuran: "Şiirlerindeki mistik hava ile yaşamındaki bu bağırgan, çocuksu yaklaşım, çoğu kimseyi yadırgatırdı." -H.Taner.
bağırış is. bk. bağrış.
bağırma is. Bağırmak işi.
bağırmak (nsz) 1. İnsan yüksek ve gür ses çıkarmak: "Yaşasın hürriyet diye bağırsa ismi tarihe geçecekti." -Ö. Seyfettin. 2. mec. Kendini belli etmek: Kitap buradayım diye bağırıyor, sen onu görmüyorsun. 3. (-e) Yüksek sesle azarlamak, bağırıp çağırmak öfkeyle bağırmak.
bağırsak, -ğı is. anat. Sindirim organının mideden anüse kadar olan, ince bağırsak ve kalın bağırsaktan oluşan bölümü, bağırsakları bozulmak ishal olmak, bağırsaklarını deşerim argo "canına kıyarım, öldürürüm" anlamında korkutmak, gözdağı vermek için kullanılan bir söz.
→ bağırsak askısı, bağırsak düğümlenmesi, bağırsak düşüklüğü, bağırsak gazı, bağırsak iltihabı, bağırsak ingini, bağırsak kazıntısı, bağırsak kurdu, bağırsak otu, bağırsak solucanı, ince bağırsak, kalın bağırsak, kör bağırsak, göden bağırsağı, onikiparmak bağırsağı
bağırsak askısı is. anat. İnce bağırsağı karnın arka bölümüne bağlayan ve karın zarının bir bölümünden oluşan askı.
bağırsak düğümlenmesi is. tıp İnce veya kaim bağırsağın bir bölümünün bağırsak askısı çevresinde besin geçişini engelleyecek biçimde dönerek bükülmesi.
bağırsak düşüklüğü is. tıp Bağ gevşemesi sonucunda kaim bağırsağın aşağı doğru sarkma durumu.
bağırsak gazı is. tıp Yemek yerken yutulan, havadan veya besinlerin sindirimi sırasında açığa çıkan gazlardan oluşan ve bağırsaklarda biriken uçucu madde.
bağırsak iltihabı is. tıp Sindirim organında oluşan iltihaplı durum ve buna bağlı hastalık.
bağırsak ingini is. tıp Çoğunlukla sürgün ve karın ağnsı ile beliren bağırsak iltihabı.
bağırsak kazıntısı is. tıp Kalın bağırsak hastalıklarında çıkarılan sümüksü madde.
bağırsak kurdu is. zool. Omurgalıların ve de özellikle insanların bağırsağında yaşayan asalak solucan.
bağırsak otu is. bot. Farekulağı.
bağırsak solucanı is. zool. Ortalama 25 cm boyunda, insanların, özellikle çocukların bağırsaklarında asalak olarak yaşayan yuvarlak solucan, askarit.
bağırtı is. Bağırma sesi.
bağırtkan sf. Çok bağırıp çağıran (kimse): "Ak sakallı, uzun boylu bağırtkan bir ihtiyardı. " -R. H. Karay.
bağırtlak, -ğı is. zool. Orta büyüklükte, eti sevilen bir cins göçebe ördek, bozkır tavuğu (Querquedula).
bağırtma is. Bağırtmak işi.
bağırtmak (-i) 1. Bağırmasına yol açmak. 2. Bir haberi, bir İsteği, birinin aracılığıyla duyurmak; Tellal bağırtmak.
bağır yeleği is. tar. Zırh altına giyilen, köseleden yapılmış yelek.
bağış is. 1. Bağışlama işi veya biçimi. 2. Bağışlanan şey, yardım, hibe, teberru.
bağışçı is. Bağış yapan kimse.
bağışçüık, -ğı is. Bağışçı olma durumu.
bağışık, -ğı sf. hlk. 1. Herhangi bir ödevin veya yükümlülüğün dışında kalan, muaf. 2. tıp Bazı mikroplara karşı aşı veya doğal yolla direnç kazanmış olan: Çiçek aşısı, çiçek hastalığına karşı insanı bağışık kılar.
→ bağışık serum
bağışıklık, -ğı is. 1. Muafiyet: Vergi bağışıklığı. 2. tıp Bazı mikroplara karşı aşı veya doğal yolla kazanılmış direnç durumu.
→ bağışıklık bilimi, öz bağışıklık, vergi bağışıklığı
bağışıklık bilimi is. tıp Bağışıklık olaylarının ortaya çıkma şartlarını, gelişimini, alınabilecek önlemleri ve yapılabilecek tedaviyi inceleyen tıp dalı, immünoloji.
bağışık serum is. tıp Bulaşıcı hastalıklara yol açan mikroorganizmalara veya zehirli maddelere karşı bileşiminde özgül etkili antikorlar bulunan kan serumu.
bağışlama is. 1. Bağışlamak işi, yarhgama, mağfiret, gufran. 2. Hibe etme.
bağışlamak (-i, -e) 1. Bir mal veya hakkı karşılık beklemeden birine vermek, teberru etmek: Bütün malını Kızılay'a bağışladı. 2. Herhangi bir kötü davranış için ceza vermekten vazgeçmek, affetmek: "Çocuk elindeki çiçek demetim kumandanın ayağı altına atarak: -Babamı bağışlayınız diyordu." -F. R. Atay. 3. Görevden çekmek, almak. 4. Deyimlerde "Tanrı esirgesin, ayırmasın" anlamlarında kullanılan bir söz: Allah sahibine bağışlasın. Allah anasına babasına bağışlasın, bağışlamamak karşısındakinin yanlışından, kusurundan doğacak fırsatları kaçırmamak, acımadan değerlendirmek.
bağışlanma is. Bağışlanmak işi, affedilme.
bağışlanmak (nsz) Bağışlama işine konu olmak, affa uğramak, affedilmek, affolunmak: "O mektuptan bağışlandıklarını da öğrenince bir otobüse atlayıp köye döndüler." -E. Bener.
bağışlatma is. Bağışlatmak işi.
bağışlatmak (-i) Bağışlama işini yaptırmak: "Bir gün Abdullah'la karşılaşsak, kendimi bağışlatsam, ne sevinirim kim bilir?" -T. Oflazoğlu.
bağışlayıcı is. Bağışlayan kimse.
bağışlayıcılık, -ğı is. Bağışlayıcı olma durumu.
bağıt, -di is. huk. Sözleşme.
bağıtçı is. Bir işi karşılıklı olarak kararlaştırıp üstlerine alan taraflardan her biri, sözleşme yapan, âkit.
bağıtlanma is. Bağıtlanmak işi veya durumu.
bağıtlanmak (nsz) Bağıt ile sonuçlanmak.
bağıtlaşma is. Bağıtlaşmak işi veya durumu.
bağıtlaşmak (-le) Aralarmda bağıt yapmak.
bağıtlı sf. Bağıtla, sözleşme ile bağlanmış olan.
bağıtsız sf. Sözleşmesi olmayan.
bağkesen is. zool. Makaslı böcek.
bağlaç, -cı is. dbl. Eş görevli kelimeleri veya önermeleri birbirine bağlayan kelime türü, rabıt, rabıt edatı: Ve, ya, veya, ya da birer bağlaçtır.
→ bağlaç grubu, bağlaç öbeği
bağlaç grubu is. dbl. Bağlaç öbeği.
bağlaçlı sf. Bağlacı olan.
→ bağlaçlı tamlama
bağlaçlı tamlama is. dbl. İsimleri, sıfatları arasına bağlaç alan İsim veya sıfat tamlaması: Çalışkan ve terbiyeli öğrenci. Zeki fakat tembel çocuk.
bağlaç öbeği is. dbl. Bağlaçla veya bağlaçsız birbirine bağlanmış olan, aynı nitelikte iki veya daha çok kelimeden oluşan öbek, bağlaç grubu.
bağlam is. 1. Deste. 2. Herhangi bir olguda olaylar, durumlar, ilişkiler örgüsü veya bağlantısı, kontekst. 3. Bir dil birimini çevreleyen, ondan önce veya sonra gelen, birçok durumda söz konusu birimi etkileyen, onun anlamım, değerini belirleyen birim veya birimler bütünü, kontekst. 4. ed. Bent.
bağlama is. 1. Bağlamak işi. 2. Üç çift telli olan ve mızrapla çalınan bir saz. 3. Yapılarda duvarları birbirine bağlayan kiriş, putrel vb.
→ bağlama zarf-fîili, kemer bağlama, kuşak bağlama
bağlamacı is. 1. Bağlama yapan veya satan kimse. 2. Bağlama çalan kimse.
bağlamacılık, -ğı is. Bağlamacının işi veya mesleği.
bağlamak (-i, -e) 1. Bir şeyi bir yere veya bir şeye tutturmak: Gemiyi iskeleye bağlamak. 2. Düğümlemek: İpi ipe bağlamak. 3. (-i) Yara ilaç koyup bezle sarmak: Yarayı bağlamak. 4. (-i) Denk yapmak, paket yapmak: Yatakları bağlamak. Eşyayı bağlamak. 5. (-i) Oluşmak, tutmak, meydana gelmek: "Şişesi is bağlamış bir lambanın ışığı / Her yüze çiziyordu bir hüzün kırışığı." -F. N. Çamlıbel. 6. (-i, -e) Bir iş veya kimse için ayırmak, tahsis etmek: Birine haftalık bağlamak. 7. (-i, -e) Anlaşma yapmak: İşleri sözleşmeye bağlamak. 8. (-i) Uyulması zorunlu olmak: "Anayasa hükümleri, yasama, yürütme ve yargı organlarım, idare makamlarım, diğer kuruluş ve kişileri bağlayan temel hukuk kurallarıdır." -Anayasa. 9. Başka bir işle uğraşamaz durumda olmak: Bu iş beni çok bağladı. 10. (-i) Sona erdirmek, bitirmek, tamamlamak. 11. Geçişi engellemek: Bütün yolları bağlamışlar. 12. Birini söz veya yazı ile bağlamak, taahhüt etmek, angaje etmek. 13. Büyü, muska vb.nin aracılığıyla birinin birtakım isteklerini veya yetkinliğini engellemek, yok etmek. 14. mec. Gönlünü kazanmak: Bu davranışınız beni size bağladı. 15. mec. Birinde bir şeye karşı ilgi, İstek uyandırarak o şeye ilgi, yakınlık duymasını sağlamak. 16. mec. Bütün ilgisini bir yerde yoğunlaştırmak: "Kızım, ne yapsak da seni bu eve bağlayabilsek acaba?" -R. N. Güntekin. bağladığı yerde otlamak bıraktığım (bıraktığı) bağladığım (bağladığı) yerde (çayırda) otluyorsun (otluyor).
→ biçerbağlar
bağlamalık, -ğı sf. Bağlamaya yarayan: Bağlamalık ağaç.
bağlama zarf-fiili is. dbl. Ve bağlacı görevinde kullanılarak kendinden sonraki çekimli fiile veya fiilimsiye zaman ve kişi bakımlarından uyan -ip ekini almış fiil: Gelip gitti (Geldi ve gitti) Gülüp geçti (Güldü ve geçti) gibi.
bağlamsal sf. Bağlam ile ilgili.
→ bağlamsal anlam
bağlamsal anlam is. db. Bir sözün kullanılan veya amaçlanan bağlama göre anlam kazanması.
bağlanak, -ğı is. Bağlantı: "Bu kopuk kopuk, küçük yaşantıların ekseni, tek bağlanağı da kendisi." -H. Taner.
bağlanım is. 1. Bağlanma işi veya biçimi. 2. Siyasal veya sosyal konularda yan tutma.
bağlanış is. Bağlanma işi veya biçimi.
bağlanma is. Bağlanmak işi.
bağlanmak (nsz, -e) 1. Bağlama işine konu olmak: "Ceviz ağacının bir dalma bağlanmış salıncak, hafif hafif kıpırdanıyordu." -O. Pamuk. 2. Sevmek, içten bağlı olmak: "Ona bağlandığım kadar / Hiçbirine bağlanmadım /Sade kadın değil, insan." -O. V. Kanık. 3. Yalnızca belli bir işle uğraşmak. 4. Bir şey bir kimseye ayrılmak, tahsis edilmek: "... sosyal güvenlik kuruluşları tarafından bağlanan emekli aylığı ve benzeri ödemelerin kesilmesini gerektirmez." -Anayasa. 5. Sözle veya yazılı olarak bir şeye bağlanmak, angaje olmak. 6. mec. Beklenen şey elde edilmez olmak.
bağlantı is. 1. İki veya daha çok şeyin birbiriyle bağlı bulunması, ilişki, irtibat, bağlanak: Kar yüzünden çevre ile bağlantı kesildi. 2. İki şey arasında ilişki sağlayan bağ: "Bütün ulaştırma bağlantıları tahrip edilmiştir." -F. R. Atay. 3. Yüklenme, üstlenme, angajman, bağlantı kurmak 1) irtibat sağlamak: "Ne kadar çabalarsa çabalasın, hasta, içinde çırpındığı anla bağlantı kuramıyor." -A. İlhan. 2) haberleşme sağlamak, bağlantı yapmak 1) ilişki kurmak; 2) anlaşma, sözleşme yapmak.
→ bağlantı borusu, bağlantı doku, bağlantı ünlüsü, bağlantı ünsüzü, telsiz bağlantısı
bağlantı borusu is. Katlardaki atık suları toplayıp kolona ileten boru.
bağlantı doku is. Hücreleri ve çeşitli dokuları bir arada tutarak destek ve bağlama görevi yapan hücreler topluluğu.
bağlantılı sf. Aralarında bağlantı bulunan, irtibatlı, rabıtalı.
bağlantısız sf. 1. Aralarında bağlantı bulunmayan, irtibatsız, rabıtasız. 2. Askerî, siyasi yönden hiçbir bloka bağlı olmayan (ülke), bloksuz.
→ bağlantısız ülkeler
bağlantısızlık, -ğı is. Bağlantısız olma durumu, irtibatsızlık.
→ bağlantısızlık politikası, bağlantısızlık siyaseti
bağlantısızlık politikası is. pol. Askerî, siyasi yönden hiçbir bloka girmeme siyaseti.
bağlantısızlık siyaseti is. pol. Bağlantısız ülkelerin izlediği siyaset.
bağlantısız ülkeler ç. is. pol. Bağlantısızlık siyaseti izleyen ülkeler, bloksuz ülkeler.
bağlantı ünlüsü is. dbl. Bağlayıcı ünlü.
bağlantı ünsüzü is. dbl. Bağlayıcı ünsüz.
bağlaşık, -ğı sf. 1. Aralarında anlaşma veya sözleşme sağlanmış olan (kimse veya topluluk), müttefik. 2. Sonuç, sebep gibi birbiriyle sıkı sıkıya bağlı ve karşılıklı bağımlı olan (nesne, terim).
bağlaşıklık, -ğı is. Bağlaşık olma durumu.
bağlaşım is. 1. Eşleme. 2. Aralarında ortak çıkar bulunan devletler ilişkisi.
bağlaşımlı sf. Aralarında karşılıklı destek ve bağımlılık bulunan: Bağlaşımlı devletler.
bağlaşımsız sf Aralarında karşılıklı destek ve bağımlılık bulunmayan.
bağlaşma is. Bağlaşmak işi, ittifak.
bağlaşmak (nsz, -le) Bir şey yapmak için birbirine antlaşma veya sözleşme ile bağlanmak, ittifak etmek.
bağlatma is. Bağlatmak işi.
bağlatmak (-i) Bağlama işini yaptırmak.
bağlayıcı sf. 1. Bağlama niteliği olan. 2. Bağlamaya ve birleştirmeye yarayan: "Ve" bağlayıcı bir edattır. 3. Uyulması zorunlu: Anayasanın bağlayıcı hükümleri.
→ bağlayıcı ünlü, bağlayıcı ünsüz
bağlayıcılık, -ğı is. Bağlayıcı olma durumu.
bağlayıcı ünlü is. dbl. Ünsüzle biten kelime kök ve gövdelerine ünsüz ile başlayan ek getirildiğinde kök ile eki birbirine bağlayan ünlü, bağlantı ünlüsü: al-ı-r, aç-ı-l-mak, gec-i-k-mek vb.
bağlayıcı ünsüz is. dbl. Ünlü ile biten kelime kök ve gövdelerine ünlü ile başlayan bir ek eklendiğinde araya giren "y" ünsüzü, koruyucu ünsüz, koruma ünsüzü, bağlantı ünsüzü: okul-da-y-ım, eski-y-ince vb.
bağlı sf. 1. Bir bağ ile tutturulmuş olan: "Günlerden beri bağlı duran demir, sert bir hırıltıyla denize daldı." -Halikarnas Balıkçısı. 2. Gerçekleşmesi bir şartı gerektiren, vabeste: "Ekinlerin gürleşmesi yağmura bağlıdır, Sevincimiz üzüntümüz / Hep sana bağlı." -B. Necatigil. 3. Sınırlanmış, sınırlı: Tüzüğe bağlı bir işlem. 4. Kapatılmış olan, kapalı: Bağlı geçit. 5. Bir kuruluşun yetkisi altında bulunan: Atatürk Kültür, Dil ve Tarih Yüksek Kurumunun bağlı kuruluşlarım ziyaret etlim. 6. Sadık: "Türkiye Cumhuriyeti Atatürk milliyetçiliğine bağlı, başlangıçta belirtilen temel ilkelere dayanan, demokratik, laik ve sosyal bir hukuk devletidir. " -Anayasa. 7. mec. Bir kimseye, bir düşünceye, bir hatıraya saygı, aşk vb. duygularla bağlanan, tutkun: Çocuklarına bağlı ana. 8. hlk. Halk inanışına göre, büyü etkisiyle cinsel güçten yoksun edilmiş (erkek), bağlı kalmak uymak, tabi olmak: "Atatürk ilke ve inkılaplarına ve laik Cumhuriyet ilkesine bağlı kalacağıma ant içerim." -Anayasa, bağlı olmak 1) tabi bulunmak: "Özel ilk ve orta dereceli okulların bağlı olduğu esaslar, devlet okulları ile erişilmek istenen seviyeye uygun olarak kanunla düzenlenir. " -Anayasa. 2) tutulmak, tutkun olmak: "İhtiyarın Arslan Bey'e bu kadar bağlı olması, Giray'ı sık sık bir tarafa itmesi canım sıkıyordu." -S. Çokum.
→ bağlı kredi, bağlı su, ayağı bağlı, başı bağlı, gözü bağlı
bağlık, -ğı is. Bağ yeri, üzüm bağları çok olan yer.
→ bağlık bahçelik
bağlık bahçelik,-ği is. Bağı, bahçesi çok olan yer.
bağlı kredi is. Kredi açan ülkeden mal veya hizmet satın alınması şartı ile sağlanan kredi.
bağlılaşık, -ğı is.fel. Biri ötekine bağlı olarak var olan, biri olmadan öteki düşünülemeyen iki şeyin bu ilişki yönünden durumu.
bağlılaşım is. biy. 1. Organizmanın değişik yapı, özellik ve olaylarında görülen karşılıklı ilgi, bağlılık, korelasyon, 2. fel. İki veya daha fazla değişken arasındaki bağıntı.
bağlılaşma is. Bağlılaşmak işi.
bağlılaşmak (nsz) İki şey arasında karşılıklı bağıntı olmak veya bağlılık kurmak.
bağlılık, -ğı is. 1. Bağlı olma durumu, merbutiyet. 2. Birine karşı, sevgi, saygı ile yakınlık duyma ve gösterme, sadakat: "Hiçbir Türk, vatana bağlılıkla bağdaşmayan bir eylemde bulunmadıkça vatandaşlıktan çıkarılamaz."-Anayasa. 3. biy. Bağlılaşım.
→ gözü bağlılık
bağlı su is. Ağaçta hücre zarının emdiği ve taşıdığı su.
bağnaz sf. Bir düşünceye, bir inanışa aşırı ölçüde bağlanıp ondan başka bir düşünce ve inanışı kabul etmeyen, mutaassıp, fanatik.
bağnazlaşma is. Bağnazlaşmak durumu.
bağnazlaşmak (nsz) Bağnaz duruma gelmek.
bağnazlık, -ğı is. Bağnaz olma durumu, bağnazca davranış, taassup, fanatizm, mutaassıplık.
bağrıkara is. zool. İskete kuşunun bir türü (Saxicola torquaia).
bağrı kara sf. Bağrı yanık.
bağrılma is. Bağrılmak işi.
bağrılmak (-e) Bağırma işi yapılmak.
bağrış is. Bağırma işi veya biçimi.
→ bağrış çağrış
bağrışa çağrışa zf Büyük gürültü ederek, bağırıp çağırarak.
bağrış çağrış is. 1. Gürültü, şamata. 2. zf. Gürültüyle, şamata ederek: "Tozlu yollardan bağrış çağrış bir çocuk sürüsü geçti." -H. Taner.
bağrışma is. Bağrışmak işi, birlikte bağırma: Evde bir gürültü, bir bağrışma oldu.
bağrışmak (nsz, -le) Birlikte veya karşılıklı bağırmak: Çocuklar bağrışıyor. Demin kiminle bağrışıyordunuz?
→ bağrışa çağrışa
bağrıştırma is. Bağrıştırmak işi veya durumu.
bağrıştırmak (-i) Bağırmasına yol açmak, hep birden bağırtmak.
bağrı yanık, -ğı sf Çok dert, acı, sıkıntı çekmiş, bağrı kara: "Nice kahramanlar nice sultanlar / Gelmiş gitmiş bağrı yanık ozanlar." -Âşık Veysel.
bağrı yuika sf. hlk. Yufka yürekli.
bağsız sf. Bağı bulunmayan: Bağsız ayakkabı.
baha is. Far. bahâ esk. bk. paha.
bahadır is. Far. bahâdur Savaşlarda gücü ve yılmazlığıyla üstünlük kazanan veya yiğitlik gösteren kimse, batur.
bahadırlık, -ğı is. Bahadır olma özelliği, durumu.
Bahai öz. is. (Baha:i:) Far. Bahâ'ı Bahailik yanlısı kimse.
Bahailik, -ği öz. is. (baha:i:lik) din b. XIX. yüzyılda Babilik'ten doğup İran'dan başka Avrupa ve Amerika'da da yayılmış olan bir din.
bahane is. (baha:ne) Far. bahane Bir şeyin gerçek sebebi gizlenerek ileri sürülen uydurma sebep: "Alışveriş bahanesiyle acaba çıkıp bir dolaşsam mı?" -A. İlhan, bahane aramak bir işi yapmamak için sebep aramak: "Yalnız kalmak için bahaneler arayan sendin." -P. Safa. bahane bulmak bir işi yapmak veya yapmamak için sözde sebep göstermek, bahane etmek herhangi bir şeyi sebep olarak ileri sürmek: "Yazmıyor, okumuyor, gözünün ağrısını, parmaklarının ağrısını, romatizmasını bahane ediyordu." -Ö. Seyfettin.
bahaneli sf (bahameli) Bahanesi olan.
bahanesiz sf. (baha:nesiz) 1. Bahanesi olmayan. 2. zf. Bahanesi olmadan: "Kapıdan çıkmak üzere olan İclal geriye dönerek bahanesiz durmuştu." -P. Safa.
bahar (I) is. Far. bahar 1. Kuzey yarım küre için, 21 Martta gündüz gece eşitliğiyle başlayarak 22 Haziranda gün dönümü ile biten, kış ve yaz arasındaki mevsim, ilkyaz, İlkbahar: "Biz çiçeği bahardan bahara görürüz." -T. Buğra. 2. Bu mevsimde ağaçlarda açan çiçekler ve yapraklar. 3. mec. Gençlik çağı. baharı başına vurmak alay gençliğin verdiği coşkuyla gereksiz veya aşırı davranışta bulunmak.
→ bahar bayramı, bahar dönemi, bahar nezlesi, bahar noktası, erken bahar, evvel bahar, gülbahar, ilkbahar, nevbahar, sonbahar
bahar (II) is. Ar. bahar Baharat.
→ yenibahar
baharat ç. is. (baha:rat) Ar. baharat Yiyecek ve İçeceklere hoş koku ve tat vermek için kullanılan tarçın, karanfil, zencefil, karabiber vb. maddeler, bahar: "Alttan alta, keskin bir baharat kokusu hissediliyor." -A. İlhan.
baharatçı is. Baharat alım satımıyla uğraşan kimse, baharcı.
baharatçılık, -ğı is. Baharat satma işi.
baharatlandırma is. Baharatlandırmak işi.
baharatlandırmak (-i) Baharat ile süslemek, lezzetlendirmek, baharat ekmek.
baharatlı sf. İçinde karabiber, karanfil, tarçın vb. maddeler bulunan, baharlı: "Dumanlı dumanlı, sıcak sıcak, baharatlı köfteler..." -Ç. Altan.
baharatsız sf. Baharatı olmayan.
bahar bayramı is. Genellikle mayıs ayının ilk günlerinde kutlanan bayram: "Bir bahar bayramının ikinci, üçüncü günleri, abla kardeş kokusunu kim bilir kaçıncı defa alıyordu." -O. C. Kaygılı.
baharcı is. Baharatçı: "Yağ, peynir satanlar, baharcılar, inci boncuk, koku satanlar sokaklara salaşlar kurar, sıra sıra dizilirler." -M. Ş. Esendal.
bahar dönemi is. Yılın kıştan sonra gelen İlk ayları.
bahariye is. (baha:riye) Far. bahür + Ar. -iyye Divan edebiyatında, bahar tasviri ile başlayan kaside.
baharlı sf. Baharatlı.
bahar nezlesi is. Saman nezlesi.
bahar noktası is. astr. İlkbaharda gündüz gece eşitliği anında güneşin gök Ekvator'u çizgisi üzerinde bulunduğu nokta: Bahar noktası, yükselimlerin ve gök boylamlarının ölçülmesinde başlangıç noktası olarak alınır.
bahçe is. Far. bâğ-çe 1. Sebze yetiştirilen yer, bostan: "Bahçenin bir köşesinde büyük bir bostan kuyusuyla mıhlanmış bir kapı vardı." -R. N. Güntekin. 2. Çiçek ve ağaç yetiştirilen yer: "Bir otelin ağaçlıklı, çiçeklerle süslü bahçesi önünde durmuştuk." -R. H. Karay.
→ bahçe domatesi, bahçe kekiği, bahçe makası, bahçe nanesi, asma bahçe, bağ bahçe, aile bahçesi, botanik bahçesi, çay bahçesi, çiçek bahçesi, çocuk bahçesi, hayvanat bahçesi, limon bahçesi, meyve bahçesi, nebatat bahçesi, portakal bahçesi, su bahçesi
bahçeci is. Çiçek, ağaç ve sebze yetiştirme İşiyle uğraşan kimse.
bahçecilik, -ği is. 1. Bahçecinin işi. 2. Bahçe yapma işi.
bahçe domatesi is. Tarla ve bahçelerde yapay gübre kullanmadan doğal olarak yetiştirilen domates türü.
bahçe kekiği is. bot. Bahçelerde özel yöntemlerle yetiştirilen kekik.
bahçeli sf. Bahçesi olan: Bahçeli ev.
bahçelik, -ği is. Bağlan, bahçeleri olan yer.
→ bağlık bahçelik
bahçe makası is. Çeşitli ot ve bitkileri düzgün kesmek ve budamak amacıyla yapılan bir makas türü.
bahçemsi sf. Bahçeyi andıran, bahçeye benzeyen, bahçe gibi.
bahçe nanesi is. bot. Bahçelerde yetiştirilen bir nane türü.
bahçesiz sf. Bahçesi olmayan.
bahçıvan is. Far. bâğçevân 1. Bir bahçenin düzenlenmesi ve bakımıyla görevli kimse: "İleride iki büklüm eğilmiş, elindeki çapayla tarhlarda çalışan bahçıvan, otomobilin gelişini görünce ağır ağır doğruldu." -H. E. Adıvar. 2. Geçimini bahçe ürünlerini yetiştirip satmakla sağlayan kimse.
bahçıvanlı sf. Bahçıvanı bulunan: Bahçıvanlı köşk.
bahçıvanbk, -ğı is. Bahçıvanın yaptığı iş: "Her zaman bahçıvanlıkla uğraşan bir ihtiyar adam." -P. Safa.
bahçıvansız sf. Bahçıvanı olmayan.
bahir, -hri is. Ar. bahr esk. 1. Deniz: "Ben o yârin çölünde kum / Bahrinde su, elinde mum." -M. S. Sutüven. 2. Mevlidin bölümlerinden her biri. 3. ed. Aruzdaki vezin takımlarından her biri.
→ tahtelbahir
bahis, -hsi is. Ar. bahş 1. Konuşulan şey, konu: "Bu bahisleri bırakalım artık." -P. Safa. 2. Görüşünde veya iddiasında haklı çıkacak tarafa bir şey verilmesini kabul eden sözlü anlaşma. 3. Söz: "Bu bahsi açmaya hiçbirinin cesareti yoktu." -F. R. Atay. 4. Bir kitabın bölümlerinden her biri: Birinci bahis. Beşinci bahis, bahis açmak (veya açılmak) belli bir konuda konuşmaya başlamak (başlanılmak): "Senden bahis açılmadıkça susmak isterim." -S. F. Abasıyanık. bahis tutuşmak bahse girmek, bahse girmek görüşünde veya iddiasında haklı çıkacak tarafa bir şey verilmesini kabul eden sözlü anlaşma yapmak: "Bu marifetimi bilmeyenlerle bahse girip sırtımdan para kazanan açıkgözler bile oldu." -H. Taner. bahsi geçmek 1) bir konu üzerinde konuşulmuş olmak; 2) söz konusu edilmek: "Ahmet ile demin bahsiniz geçti, muhakkak bekleriz." -R. H. Karay, bahsi kapamak bir konu üzerindeki konuşmayı kesmek, bahsi kaybetmek ileri sürülen, savunulan görüşün yanlış olduğu ortaya çıkmak, bahsi kazanmak ileri sürülen, savunulan görüşün doğru olduğu belli olmak, bahsi tazelemek konuşmayı aynı konu üzerine getirmek: "İki de bir, bahsi tazeleyip bir yandan da etrafı araştırıyordu." -E. E. Talu.
→ bahis konusu, bahis mevzusu, bahsetmek, mevzuubahis, müşterek bahis, üçlü bahis
bahisçi is. Müşterek bahisçi.
→ müşterek bahisçi
bahisçilik, -ği is. Bahisçi olma durumu.
bahis konusu sf Söz konusu: "Ablamın dediğine göre bunların biriyle evlenmem bahis konusuymuş." -H. E. Adıvar. bahis konusu olmak söz konusu olmak.
bahis mevzusu sf. Söz konusu, bahis mevzusu olmak söz konusu olmak: "Zeynep bahis mevzusu olduğu zaman hayatın, istikbalin ne kıymeti vardı ki..." -P. Safa.
bahname is. (bahnaıme) Ar. bâh + Far. nâme esk. İçinde cinsel konularla ilgili açık saçık yazıların, resimlerin bulunduğu eser.
bahri sf. (bahri:) Ar. bahri esk. Denizle ilgili.
bahriye is. Ar. bahriyye Bir devletin deniz güçlerinin ve kuruluşlarının bütünü: "Bahriye neferleri sıçrayıp sandallara atladılar." -Y. K. Beyatlı,
→ bahriye çiftetellisi
bahriye çiftetellisi is. Hareketli bir halk oyunu ve ezgisi.
bahriyeli is. ask. 1. Deniz Kuvvetlerine bağlı asker: "Gemilerde talim var / Bahriyeli yârim var" -Halk türküsü. 2. Deniz Harp Okulu öğrencisi.
bahsetme is. Bahsetmek işi.
bahsetmek, -der (-den) Ar. bahş + T. etmek Bir konu üzerinde söz söylemek, konuşmak, sözünü etmek: "O, yanıma oturarak kara haberlerden, kötü rivayetlerden bahsetti." -F. R. Atay.
bahşetme is. Bahşetmek işi.
bahşetmek, -der (-i, -e) Far. bahş + T. etmek Karşılıksız olarak vermek, bağışlamak, sunmak: "Geçmiş zamanların bize bahşettiği daha mükemmel bolluğu hatırlayacaktık. " -Y. K. Karaosmanoğlu.
bahşiş is. Far. bahşiş Yapılan bir hizmete Ödenen ücretten ayrı olarak fazladan verilen para: "Paltosunu ve şapkasını giydikten sonra garsona para ve bahşiş verdi." -Ö. Seyfettin, bahşiş (veya beleş) atın dişine bakılmaz para verilmeden sağlanan bir şeyin ufak tefek kusurları hoş görülmelidir.
baht is. Far. baht 1. Olacakların, kaçınılmaz olduğunu belirleyen ilahî iradenin İnsan için veya bir toplum için çizdiği hayat tarzı, kader, talih. 2. Şans: "Ben Atatürk'ü birkaç defa görmek bahtına erenlerdenim." -H. Taner, bahtı açılmak talihi dönüp uygun duruma veya arzulanan sonuca gelmek. bahtı bağlı olmak 1) talihi kapalı olmak; 2) kız İçin evlenecek istekli çıkmamak, bahtı kapanmak 1) talihsizliğe uğramak, istenen sonuca ulaşmamak; 2) evlenememek. bahtına küsmek talihsizliğinden yakınmak.
→ bahtı açık, bahtı kara, bedbaht, kara baht
bahtı açık, -ğı sf. Talihli (kimse), bahtı açık olmak bir konuda şansı yaver gitmek, talih yüzüne gülmek: "Zaten başak burcunda doğmuş ananın kızında evlenme bahtı açık olur." -H. R. Gürpınar.
bahtı kara sf. Mutsuz, talihsiz (kimse), bahtı kara olmak sürekli olarak talihi yaver gitmemek, mutsuz olmak.
bahtiyar sf. Far. baht-yâr Mutlu: "Tam otuz iki sene, müreffeh, bahtiyar bir hayat sürdüm." -R.H.Karay.
bahtiyarlık, -ğı is. Mutluluk: "Sonraları onun bahtiyarlığını gördükçe memnun olurdum." -M. Ş. Esendal.
bahtlı sf. Bahtı iyi olan, mutlu, talihli, kara bahtlı karşıtı: "Böyle bir evlada sahip olduğun için çok bahtlı bir kadınsın." -P. Safa.
→ kara bahtlı
bahtlılık, -ğı is. Bahtlı olma durumu.
bahtsız sf. Bahtı kötü olan, mutsuz, talihsiz: "Bu, korkunç bir çocukluğun, sefil, bahtsız bir çocukluğun devamıdır." -S. F. Abasıyanık.
bahtsızlık, -ğı is. Bahtsız olma durumu, mutsuzluk: "inananların bahtsızlıkları, inanmayanların bahtsızlıkları yanında hakiki bir saadet." -A. Gündüz.
bahusus zf. (ba:'husus) Far. bâ + Ar. huşüş esk. Özellikle: "Köşk geniş, ben kalabalığı severim, bahusus etrafımda sizin gibi gençler olursa, büsbütün içim açılır." -Y. K. Karaosmanoğlu.
bakaç, -cı is. 1. fîz. Dürbün. 2. Vizör.
bakakalma is. Bakakalmak işi veya durumu.
bakakalmak (nsz, -e) Şaşkınlığa uğrayıp ne yapacağını bilmez durumda kalmak: "Neferin arkasından uzun uzun bakakaldı." -P. Safa.
bakalit is. Fr. bakalite kim. Formaldehit ile bir fenolün yoğunlaşması sonucu elde edilen yapay reçine.
bakalitli sf. Bakalit kaplamalı.
bakalorya is. (bakalo'rya) Fr. baccalaureat eğt. Üniversitelere girebilmek için lise öğreniminden sonra verilen olgunluk sınavı.
bakam is. Ar. bakkam bot. Baklagillerden, odunundan kırmızı boya çıkarılan bir ağaç (Haematoxylon campechianum).
bakan is. Hükümet İşlerinden birini yönetmek İçin, genellikle milletvekilleri arasından, başbakan tarafından seçilerek cumhurbaşkanınca onaylandıktan sonra işbaşına getirilen yetkili, vekil, nazır: "O sadece iyi bir bayındırlık bakanıdır." -F. R. Atay.
→ Bakanlar Kurulu, başbakan, devlet bakanı
bakanak, -ğı is. hlk. Geviş getiren hayvanların ayaklarının arkasındaki körelmiş tırnak, kemik çıkıntısı.
Bakanlar Kurulu is. Devletin görevlerini yerine getirmesini sağlayan, başbakan ve bakanlardan oluşan yetkili organ, hükümet, kabine.
bakanlık, -ğı is. 1. Bakan olanın durumu ve görevi, vekillik. 2. Bakanın yönetimi altındaki kuruluşların bütünü, nezaret, vekâlet. 3. Bu kuruluşların bulunduğu yer.
→ başbakanlık
bakara is. (baka'ra) Fr. baccara İskambil kâğıdı ile oynanan bir kumar: "Geçenlerde bir iş adamı bakarada yüz bin liraya yakın para kaybetti." -F. R. Atay.
bakarak zf. Göre: Sen onlara bakarak daha anlayışlısın.
bakar kör sf. 1. Gözleri sağlam göründüğü hâlde göremeyen. 2. mec. Çok dikkatsiz (kimse).
bakar körlük, -ğü is. Bakar kör olma durumu.
bakaya ç. is. (baka.ya:) Ar. bakaya ask. ve huk. 1. Askerlik çağına girenlerden son yoklamalarını yaptırarak askerlik kararı aldırdıkları hâlde çağrıldıklarında gelmeyen veya gelip de kıtalarına gitmeden toplandıkları yerlerden ayrılanlar. 2. ekon. Ait olduğu yıl içinde toplanamayıp ertesi yıla kalan vergiler. 3. esk. Kalıntılar.
bakı is. 1. coğ. Özellikle dağlık yörelerde bir yamacın güneş ışınlarına, güneye veya kuzeye karşı konumunu belirleyen, bunun sonucu olarak da doğal şartlarını tespit eden durumu: Bu dağın bakısı güneye doğrudur. 2. Denetleme. 3. hlk. Fal.
bakıcı is. 1. Bakma işiyle görevlendirilen kimse: "Ustanın anası yatalak oldu, yanına başka bir bakıcı kocakarı tuttum." -A. Gündüz. 2. Genellikle çocuk, yaşlı ve hastalara bakma işiyle görevli kimse. 3. Yeme içme, barınma ve eğitim karşılığında bakıcılık görevi yapan kimse. 4. Bir şeyi satın almayı düşünmeden yalnızca bakarak ilgilenen kimse: "Anlaşılıyor, alıcı değil, bakıcısın. Alıcı suratı yok sende pek." -H. Taner. 5. Koruyucu. 6. Yabancı ülkede bir aile yanında kalarak eğitimini sürdüren ve aynı zamanda o evin çocuklarına bakan kimse. 7. Falcı: "Bakıcılara, niyet kuyularına, Tezveren Dede 'ye gitti." -Ö. Seyfettin.
→ çocuk bakıcı, hasta bakıcı, çocuk bakıcısı
bakıcılık, -ğı is. 1. Bakma işi. 2. Falcılık: "Bu bakıcılık sanatı boyacı küpü değildir ki kızım, daldırayım da istediğim boyda sana iş çıkarayım." -H. R. Gürpınar.
→ hasta bakıcılık, çocuk bakıcılığı
bakılma is. Bakılmak işi.
bakılmak (-e) Bakma işine konu olmak veya bakma işi yapılmak: "Öyle dik dik bakılmaya, sert hareketlere tahammül edemiyorlardı."-R. H.Karay.
bakım is. 1. Bakma işi. 2. Bir şeyin iyi gelişmesi, iyi bir durumda kalması için verilen emek: Bahçe bakım ister. 3. Emek verme biçimi: Anneler çocuk bakımım iyi bilmeli. 4. Birinin beslenme, giyinme vb. gereksinimlerini üstlenme ve sağlama işi. bakım yapmak araç ve gereçlerin düzenli çalışması için onarımını yapmak.
→ bakımevi, bakım yurdu, tam bakım, yoğun bakım
bakımcı is. Bakım işini yapan kimse.
bakımcıbk, -ğı is. Bakımcı olma durumu.
bakımevi is. 1. Bakıma gereksinimi olan kimselerin bakıldıkları, barındıkları kuruluş. 2. Kurum ve kuruluşlarda motorlu araçların onarıldığı ve korunduğu yer veya birim. 3. ask. Kademe.
bakımından zf 1. Bakış veya görüş açısı yönünden, değerlendirme açısından: "... bedenî ve ruhsal yetersizliği olanlar, çalışma şartları bakımından özel olarak korunurlar. " -Anayasa. 2. -e göre.
bakımlı sf. İyi bakılmış, üzerinde iyi çalışılmış: "Avludan atlar geçmeye başladı. Hepsi besili ve bakımlı idi." -T. Buğra.
→ bakımlı erkek
bakımlı erkek, -ği is. Görünüşe, giyimine kuşamına özen gösteren erkek, metroseksüel.
bakımlık, -ğı is. sin. ve TV Filmin kartpostal büyüklüğünde cam bir perde üzerinde görünmesini sağlayan cihaz.
bakımlılık, -ğı is. Bakımlı olma durumu.
bakımsız sf. Özen gösterilmemiş, bakılmamış: "Kasaba eski zamanlarda kaldırımsız, bakımsızdı." -S. F. Abasıyanık.
bakımsızlık, -ğı is. Bakımsız olma, terk edilme, yüzüstü bırakılma durumu: "Bakımsızlıklarla göçüp gitmiş bir cihan / Mevsimler soğumuş, sular azalmış." -F. H. Dağlarca.
bakım yurdu is. Düşkünlerevi.
bakıncak, -ğı is. hlk. Nişangâh.
bakındı ünî. (ba'kındı) hlk. "Bak hele, olacak şey mi?" anlamlarında şaşma bildiren bir söz.
bakınma is. Bakınmak işi.
bakınmak (nsz, -e) 1. Bakma işi yapılmak, çevreye göz gezdirmek, araştırmak: "Şaşkın şaşkın etrafıma bakımrken rehberim beni otele soktu." -R. H. Karay. 2. hlk. Muayene olmak.
bakıntı is. Temel gereksinimleri karşılama: "Üç yaşına kadar valideler çocuklarına pek az bir şey öğretebilecek veyahut hemen hiçbir şey öğretemeyecek, yalnız bir bakıntıdan ibaret bulunan hizmetlerinde bile..." -A. Mithat.
bakır is. kim. 1. Atom numarası 29, yoğunluğu 8,95 olan, 1084 °C'ye doğru eriyen, doğada serbest veya birleşik olarak bulunan, ısı ve elektriği iyi ileten, kolay dövülür ve işlenir olduğundan eski çağlardan beri türlü İşlerde kullanılan, kızıl renkli element (simgesi Cu). 2. Bu elementten yapılmış kap. 3. sf. Bu elementten yapılmış: "Ertesi gün çadırların önünde Haldun Nedret'in Kadıköy'den getirdiği bakır lamba yanıyordu." -A. Ş. Hisar, bakır çalmak bakır kapta oluşan bakır tuzları nedeniyle yemek insanı zehirlemek.
→ bakır alaşımı, bakır çalığı, bakır kaplama, bakır oksit, bakır pası, bakır rengi, bakır sülfat, bakır taşı, bakır tuzu, dişi bakır, erkek bakır
bakır alaşımı is. kim. % 1'in üzerinde çözünmüş elementlerin oluşturduğu bakır alaşımlarının genel adı.
bakırcı is. Bakır işleyen veya bakır kap kaçak satan kimse.
bakırcılık, -ğı is. Bakır kap yapma veya satma işi.
bakır çalığı is. 1. Yeşile çalan mavi renk. 2. sf. Bu renkte olan. 3. sf. Bakır tuzları ile zehirli duruma gelmiş.
bakırımsı sf. Bakırsı.
bakır kaplama is. Demir vb. madenlerin yüzeyinde bakır katman oluşturma işlemi.
bakırlaşma is. Bakırlaşmak durumu.
bakırlaşmak (nsz) Bakır rengini almak, rengi bakırın rengine benzemek: "... bakırlaşmış derime hasetle bakarak zehir gibi bir kahkaha şaklattı." -Y. Z. Ortaç.
bakirli sf. kim. Bakır içeren maddeler: Bakirli metaller.
bakır oksit, -di is. kim. Kimyasal formülü CuO veya Cu20 olan bakırın oksit biçimi.
bakır pası is. kim. Bakır üzerinde nemli havalarda oluşan bakır hidrokarbonat.
bakır rengi is. 1. Kızıla yakın kahverengi. 2. sf Bu renkte olan.
bakırsı sf. Bakın andıran, bakıra benzeyen, bakır gibi, bakırımsı.
bakır sülfat is. kim. Göz taşı.
bakır taşı is. kim. Malakit.
bakır tuzu is. kim. Göz taşı.
bakış is. Bakma işi veya biçimi: "Bakışları adamakıllı öfkeli olurdu." -S. Birsel, bakış atmak kısa bir sürede bakıp geçmek: "İki yanından bağrışanlara anlamadığı bir dilden konuşuyorlarmış gibi birer bakış attı." -N. Cumalı.
→ bakış açısı, içe bakış, süzgün bakış, yan bakış, kuş bakışı, ceylan bakışlı, koyun bakışlı, neyzen bakışlı, şahin bakışlı
bakış açısı is. Bir olayda, konuyu, düşünceyi belirli bir yönden inceleme, görüş açısı: "Bu üslubu ve bakış açısı yüzünden arka plana kaymış." -T. Buğra.
bakışık, -ğı is. bk. bakışım.
bakışım is. 1. İki veya daha çok şey arasında konum, biçim ve belirli bir eksene göre ölçü uygunluğu. 2. mat. Eksen olarak alınan bir doğrudan, benzer noktaları karşılıklı olarak aynı uzaklıkta bulunan iki benzer parçanın birbirine göre olan durumu, tenazur, simetri.
bakışımlı sf. mat. Bakışımı bulunan, bakışık, simetrik, mütenazır.
bakışımsız sf. mat. Aralarında bakışım bulunmayan (iki şey) veya İki yanı arasında bakışım olmayan (bir şey), bakışıksız, asimetrik.
bakışımsızlık, -ğı is. mat. Bakışımsız olma durumu, asimetri.
bakışma is. Bakışmak işi.
bakışmak (nsz, -le) 1. İki veya daha çok kimse birbirine bakmak: "Ev halkı birbirlerine bakışıyorlar, söyleyecek söz bulamıyorlar." -S. M. Alus. 2. Kaçamak ve gizli olarak birbirine bakmak: "Eniştemle mürebbiyenin birbirine nasıl bakıştıklarına hiç dikkat ettin mi?" -H.R. Gürpınar.
baki sf. (ba:ki:) Ar. baki esk. 1. Sürekli: "Dünyada zaten ne bakiydi?" -Ö. Seyfettin. 2. Bir şeyden artan (miktar). 3. Öteki: "Kale kapısından yalnız birini açık bırakarak bakilerini Örmeye başlamışlardı." -O. S. Orhon. baki kalmak 1) sürekli, kalımlı olmak: "Baki kalan bu kubbede bir hoş seda imiş." -Baki. 2) bir şeyden artmak.
bakilik, -ği is. Baki olma durumu.
bakir sf. (ba:kir) Ar. bakir 1. Cinsel ilişkide bulunmamış (erkek). 2. El değmemiş, kullanılmamış. 3. İşlenmemiş (toprak). 4. Eskimemiş, yıpranmamış, yeni.
bakire is. (ba:kire) Ar. bakire Cinsel ilişkide bulunmamış dişi, kız, kız oğlan, kız oğlan kız: "Bu mahallede bakire kızları bakkal dükkânına bileyollamıyorlar." -P. Safa.
bakirelik, -ği is. Bakire olma durumu, erdenlik.
bakirlik, -ği is. 1. Kızlık. 2. İşlenmemiş olma durumu.
bakiye is. Ar. bakiyye esk. 1. Artık, artan, kalan, geri kalan şey: "Hastanelerde boş yatak kalmamış, çoğunda ikişer kişi, bakiyesini bahçeye yatırıyorlar." -A. İlhan. 2. Kalıntı: "Bunun bir eski ev değil, dünyayı terk etmişlere mahsus bir manastır bakiyesi olduğunu anlardım." -A. Ş. Hisar. 3. ekon. Alacak ve borçlar arasındaki fark.
bakkal is. Ar. bakkal 1. Yiyecek, içecek vb. maddeleri perakende olarak satan kimse: "Arkadaşlarımızdan Ethem de gitti, babası gibi bakkal oldu." -M. Ş. Esendal. 2. Bu maddelerin satıldığı dükkân, bakkala bırakma! bir işi "bakalım" diyerek savsaklamak isteyenlere söylenen bir söz.
→ bakkal çakkal, bakkal defteri, bakkal kâğıdı, bozbakkal
bakkal çakkal is. Bakkallık vb. işlerle uğraşan esnaf için küçümseme sözü: "Nedir o efendim bakkalın çakkalın, kasabın bile tutabildiği kümes gibi dar, bayağı, pis apartmanlar. " -H. E. Adıvar.
bakkal defteri is. Karışık, düzensiz yazılarla dolu defter.
bakkaliye is. (bakkaıliye) Ar. bakkâliyye esk. Bakkalda satılan şeyler.
bakkal kâğıdı is. Kalın ve kaba kâğıt.
bakkalbk, -ğı is. Bakkalın işi.
bakkam is. bk. bakam.
bakla is. Ar. bâkilâ bot. 1. Baklagillerden, yurdumuzun her yerinde yetiştirilen, yeşil kabuklu ve taneli bir bitki (Vicia faba). 2. bot. Bu bitkinin yeşil ürünü veya kuru tanesi. 3. bot. Bir zinciri oluşturan halka veya parçalardan her biri. bakla dökmek (veya atmak) bakla ile fala bakmak, bakla kadar çok iri (bit, pire vb. küçük böcekler), bakla oda nohut sofa bir evin küçüklüğünü ve darlığını anlatmak için söylenen bir söz. baklayı ağzından çıkarmak 1) sabrı tükenip o zamana kadar söylemediği şeyleri söylemeye başlamak: "Ablam baklaları birer birer ağzından çıkarınca durumun vahimliği gözlerimin Önüne serilmişti." -Y. K. Karaosmanoğlu. 2) açık söylemekten kaçındığı bir sorunu sonunda açıklamak: "Bırak muamma konuşmayı / Çıkar ağzından baklayı /Bahtımız aydınlanıversin." -C. S. Tarancı.
→ baklaçiçeği, bakla çiçeği, bakla falı, bakla kırı, acı bakla, akbakla, delice bakla, iç bakla, gâvur baklası, Hint baklası, koyun baklası, kurt baklası, Mısır baklası, sakız baklası, yaban baklası, Yahudi baklası
baklaçiçeği is. 1. Bakla çiçeği rengi. 2. sf. Bu renkte olan.
bakla çiçeği is. bot. Sarımtırak eflatuna çalan beyaz renkte bir bitki.
bakla falı is. Bakla taneleri İle bakılan bir fal türü.
baklagiller ç. is. bot. Bakla, fasulye, akasya, keçiboynuzu vb. badıçlı pek çok sebze ve ağaçları içine alan, iki çenekli ayrı taç yapraklılardan büyük bir bitki familyası, bakliye.
bakla kırı sf. 1. Beyazı çoğalmış, beyazlamaya yüz tutmuş (saç vb.): "Bakla kırı sakalını titrete titrete malını öven bakırcıya, ne dediğini işittirmeye çalışmaktadır." -A. İlhan. 2. At donlanndan koyu ve iri lekeli kır: "Bir çift bakla kırı işi Macar beygiri koşulu, içi nefti kadife döşeli Avrupa işi, güzel, geniş bir kupa." -H. R. Gürpınar.
baklalı sf. Baklası olan: "Elleri, ayakları kalın baklalı zincirle bağlı biçarenin." -R. Enis.
baklalık, -ğı is. Bakla tarlası.
baklamsı sf. Baklayı andıran, baklaya benzeyen, bakla gibi.
→ baklamsı meyve
baklamsı meyve is. bot. Badıç.
baklan is. zool. Anguda benzeyen kırmızı renkli bir çeşit yaban kazı (Otis tarda).
baklava is. 1. Çok ince yufkadan yapılarak arasına kaymak, fıstık, ceviz, badem vb. konulup pişirilen ve üzerine şeker şerbeti dökülen bir tür tatlı. 2. Eşkenar dörtgen biçiminde olan nesne: "Yeşil kadifeden dikilmiş yarım baklava şeklinde muska çok ufakken üzerine gelen havaleden Fikret'i kurtarırmış." -R. Enis. baklava açmak baklava yapmak için gerekli olan ince yufkaları hazırlamak: "Perihan nine evde kalacak, baklava açacak, dolma yapacaktı." -H. E. Adıvar.
→ baklava börek, baklava dilimi, Antep baklavası
baklava börek, -ği is. Bir başka şeyle karşılaştırıldığında çok kolay ve zevkli olan İş. baklava börek olsa yemem fazlasıyla tok olunduğunda söylenen bir söz.
baklavacı is. Baklava yapan veya satan kimse.
baklavacılık, -ğı is. Baklava yapma veya satma işi.
baklava dilimi is. Eşkenar dörtgen biçiminde olan.
baklavalı sf 1. İçinde baklava bulunan: Baklavalı ziyafet. 2. İçinde baklava desenleri olan: Baklavalı motif.
baklavalık, -ğı sf. Baklava yapımında kullanılan veya baklava yapmaya elverişli olan: Baklavalık un.
bakliyat is. (bakliya:t) Ar. bakliyyüt esk. Baklagillerden elde edilen ürün.
bakma is. Bakmak işi.
bakmak, -ar (-e) 1. Bakışı bir şey üzerine çevirmek: "Zamanla nasıl değişiyor insan / Hangi resmime baksam ben değilim." -C. S. Tarancı. 2. Aramak. 3. Bir şeyin yüzü bir yöne doğru olmak: "Limana bakan penceresinden deniz görünürdü." -O. V. Kanık. 4. Bir şeyin gelişmesi veya iyi bir durumda kalması için emek vermek: "Bakarsan bağ olur, bakmazsan dağ olur." -Atasözü. 5. Beslemek, geçindirmek: Üç çocuklu bir aileye bakıyor. 6. Bir iş birinden beklenmek: Evin bütün işleri bana bakıyor. 7. Hastayı muayene etmek. 8. Tedavi etmek için ilgilenmek. 9. Yoklamak, İncelemek, denemek: Git bak bakalım, evdeler mi? Şu hesaba sen de bak Yemeğin tadına bakar mısınız? 10. Bir İşi yapmak, bir işi yapmakla görevli olmak: Pasaport işine polis bakar. 11. İlgilenmek: Çocuğum, sen derslerine bak. "Baktılar, ettiler, ilaç, tedavi, faydası olmadı." -E. Bener. 12. Uğraşmak, meşgul olmak: Çocuğum, sen derslerine bak. 13. Yapılabilmesi bir şeye bağlı bulunmak: Bu iş beş bin liraya bakar. 14. Gözetmek, korumak. 15. Renklerde benzemek, andırmak: Bu kumaşın rengi yeşile bakıyor. 16. Önem vermek, önem vererek üzerinde durmak: "Aşka kutsal gözle bakanları üzmekten korkarım." -R. H. Karay. 17. Anlamak, farkına varmak: "Bazı akşamlar bakarım Halil savuşur, nereye gittiğini de kimseye söylemez. " -M. Ş. Esendal. 18. Başka bir şeyle ilgilenmeyip elindeki veya önündeki işle uğraşır olmak: Yemeğini yemene bak! Vaktini boş geçirmemeye bak! 19. Bebeğin veya çocuğun eğitim ve bakımıyla ilgilenmek: "Kadınlar, iş dönüşü çocuk bakıyor, yemek hazırlıyorlardı, o yorgunlukla."-N. Cumalı. bak! 1) işte: Bak, bu söylediğin doğru! 2) şaşma anlatan bir söz: Bak şu işe! 3) küçümseme bildiren bir söz: Adamın aklına bak! Lafa bak! Kılığa bak! bak bak! şaşma bildiren bir söz: Bak bak, neler olmuş da haberimiz yok! bak hele! şaşma bildiren bir söz. bakalım (veya bakayım) içinde yer aldığı cümlenin güvensizlik, kuşku, merak, uyarma vb. anlamlarını pekiştiren bir söz: "Kim olduğumu anlasın bakalım!" -Y. Z. Ortaç, bakar mısınız? seslenme sözü. bakarsın olur ki: Evde tedarikli bulunmak gerek bakarsın bir misafir geliverir, bakma! aldırış etme. baksana! baksanıza! tkz. 1) bir seslenme sözü; 2) dikkat çekme sözü: Akşam oluyor, baksana hava karardı, baktıkça alır güzelliği birdenbire göze çarpmaz.
→ günebakan, aynabakar
bakraç, -cı is. 1. Çoğunlukla bakırdan yapılan küçük kova: Kuyu bakracı. 2. sf. Bu kovanın alabildiği miktarda olan: "Bir kadın bir bakraç yoğurt götürüyor." -S. F. Abasıyanık.
bakteri is. Fr. bacterie Toprakta, suda, canlılarda bulunan, çürüme, mayalanma veya hastalıklara yol açan, küresel, silindirimsi, kıvrık biçimde olan, bölünerek çoğalan, klorofilsiz, tek hücre canlı.
bakteridi is. Fr. bacteridie Şarbon hücresi gibi hareketsiz bakteri.
bakterigiller ç. is. bot. Bakteriler, bakterileri içine alan canlılar.
bakterisit, -di sf Fr. bactericide Canlıların vücudunda veya laboratuvar deneylerinde bakterileri fiziksel, kimyasal etkiyle öldüren (etken).
bakteriyel sf. Fr. bacîeriel tıp Bakterilerle ilgili.
bakteriyolog, -ğu is. Fr. bacteriologue tıp Bakterilerle ilgili, bakteriyoloji alanında çalışan kimse.
bakteriyoloji is. Fr. bacteriologie tıp Bakterilerin ve genellikle mikropların biçimlerini, niteliklerini inceleyen bilim.
bakteriyolojik, -ği sf. Fr. bacieriologiaue tıp Bakteri bilimi ile ilgili.
bakteriyoskopi is. Fr. bacterioscopie tıp Bakterilerin mikroskopla incelenmesi işlemi.
baktırma is. Baktırmak işi.
baktırmak (-i, -e) Bakmasına yol açmak, bakmasını sağlamak: "Hastayı meşhur doktorlara baktırıyoruz." -R. N. Güntekin.
bal is. 1. Bal anlarının bitki ve çiçeklerden topladıkları bal özünden yapıp kovanlanndaki petek gözlerine doldurdukları, rengi beyazdan esmere kadar değişen tatlı, koyu, sıvı madde. 2. Olgunlaşmış incirin, dışına sızan tatlısı. 3. Ağaçların kabuğundan sızarak pıhtılaşan besi suyu. bal alacak çiçeği bilmek (veya bulmak) çıkar sağlanabilecek yeri veya şeyi bilmek, bulmak, bal bal demekle ağız tatlanmaz sözde kalan dilek ve tasarıların iş bitirmede hiçbir etkisi olmaz. bal dök de yala bir yerin çok temiz olduğunu anlatan bir söz: "Nuri, şöyle böyle ama teyzen çok temiz bir kadına benziyor. E-vin her tarafına bal dök de yala." -H. R. Gürpınar, bal gibi 1) pek tatlı; 2) şüpheye yer bırakmadan, çok iyi, adamakıllı: "Hepsi o kadar sahici ki, telefonun öbür ucundaki, bal gibi inanıyor." -T. Halman. bal sağmak kovandan bal ürünü almak, bal tutan parmağını yalar imkânları geniş bir işin başında bulunan kimse bunlardan az da olsa yararlanır: "Hacı Ferhat Efendi, Abdülhamit devrinin bal tutup da parmağım yalayanlarındandı." -H. R. Gürpınar.
→ bal arısı, balçiçeğî, baldudak, balgümeci, balhane, bal kabağı, bal kelebeği, balköpüğü, balmumu, bal özü, bal peteği, bal rengi, acı bal, deli bal, süzme bal, ağaç balı, çam balı, gümeç balı, gün balı, kedi balı, kehribar balı, meyan balı, oğul balı, pamuk balı
bala is. hlk. Yavru, çocuk.
balaban (I) sf hlk 1. İri, büyük. 2. esk. Şişman, gürbüz (kimse, çocuk).
balaban (II) is. Atmaca, doğan vb. yırtıcı bir kuş: "Yavru balaban bakışlı." -Karacaoğlan.
→ balaban kuşu
balaban kuşu is. zool. Bataklıklarda yaşayan, balıkçıla benzer, eti yağlı ve ağır, iri bir kuş (Botaurus).
balabanlaşma is. Balabanlaşmak durumu.
balabanlaşmak (nsz) Balaban duruma gelmek, irileşmek.
balabanlık, -ğı is. Balaban olma durumu.
balak, -ğı is. bk. malak.
balalayka is. (balalayka) Üç köşeli, üç telli Rus halk sazı: "Akşam eve dönüp de işimi bitirince balalayka çalarım." -H. E. Adıvar.
balalık, -ğı is. Bala olma durumu.
balama is. tiy. 1. Orta oyununda Rum tipi. 2. Karagöz, matiz ve külhanbeyi tipleri tarafından yabancı ülkelerin tiplerine seslenirken kullanılan söz.
balans is. Fr. balance Denge.
→ balans ayarı, balans pensi
balans ayarı is. Otomobilin sarsılmasını önlemek için, tekerleklere gereği kadar balans pensi denen kurşun parçası takarak denge sağlama işi.
balans pensi is. Arabaların tekerleklerindeki dengeli dönmeyi sağlamak için jant ile lastik kenanna sıkıştırılan kurşun parçası.
balar is. Far. balar esk. Pedavra.
bal arısı is. zool. Zar kanatlılardan, bal yapan eklem bacaklı türü (Apis mellifıca).
balast is. Fr. ballast 1. Demir yollarında traverslerin altına, şoselerde düzeltilmiş toprak üzerine döşenen taş kırıkları. 2. den. Safra.
→ balast direnç, balast gemi, balast yem
balast direnç, -ci is. fiz. Gerilimin büyük değişimlerinde, devredeki akımı sabit tutmak İçin konulan direnç.
balast gemi is. Ambarlarında yük bulunmayan gemi.
balast yem is. Çok büyük miktarda ham selüloz ve dolayısıyla yoğun yemlerden çok daha düşük sindirilebilir besin maddeleri ihtiva eden, hayvanlara tokluk hissi vermek amacıyla kullanılan yem.
balat, -di is. Fr. ballade ed. 1. Orta Çağda, üç bentten oluşan bir Batı şiiri türü. 2. müz. Batı'da, belirli danslara eşlik eden bir tür şarkı. 3. müz. Serbest biçimli, romantik, müzik araçlarıyla çalınan veya şarkı olarak okunan eser: Schubert'in baladan.
balata is. (bala'ta) Alm. 1. Soğuk ve sıcakta büyük bir sürtünme kat sayısına sahip olan, suya ve yağa dayanıklı, yavaş aşman madde. 2. Motorlu araçlarda firen yapmayı sağlayan, tekerlek mili üzerine yerleştirilmiş yarım ay biçimindeki alet.
balayı is. Evlilik hayatının ilk ayı veya ilk günleri: "Şairane, âşıkane güzel, tatlı bir balayı geçirdik." -H. R. Gürpınar.
balbal is. esk. Eski Türklerde kişinin anılması için mezarının veya bazı kurganların etrafına dikilen taş.
balcı is. Arı yetiştirip bal elde eden veya satan kimse.
balcılık, -ğı is. Arı yetiştirme, elde etme veya bal alıp satma işi.
balçak, -ğı is. hlk. 1. Kabza. 2. Kabzanın demir siperi.
balçık, -ğı is. 1. İçinde çeşitli organik maddeler bulunan, genellikle killi, koyu, yapışkan çamur, mil: "Yolları ve tarlaları görünce bir balçık ve çamur gölünü yarmak zorunda olduğumuzu anlamıştım." -S. Ayverdi. 2. mec. Güçlük çıkartan. 3. jeol. İçindeki kil oranı yüksek,, yağlı, su geçirmez, koyu toprak.
→ balçık hurması, balçık inciri
balçık hurması is. Sandıklara basılarak kurutulan hurma, balçık inciri.
balçık inciri is. Balçık hurması.
balçıklaşma is. Balçıklaşmak durumu.
balçıklaşmak (nsz) Balçık durumuna gelmek.
balçıklı sf. Balçığı olan.
balçiçeği is. bot. Almaşık yapraklı, kırmızı veya kırmızıya çalan sarı renkli çiçekli ağaççık.
baldır is. 1. Bacağın dizden ayak bileğine kadar olan bölümü, incik: "Dizlerinde, baldırlarında sızı kalmadı." -Ö. Seyfettin. 2. Bu bölümün yumuşak ve şişkin olan arka tarafı.
→ baldır bacak, baldır kemiği, baldırpatlatan, baldırsokan, karabaldır, baldırı çıplak, baldırıkara
baldırak, -ğı is. hlk. 1. Don, pantolon vb. giysilerin dizden aşağı olan bölümü. 2. Kılıç kayışının aşağı uzanan parçası.
baldıran is. bot. 1. Maydanozgillerden, nemli yerlerde yetişen zehirli bitkilerin ortak adı, ağı otu, baldırgan (Conium maculatum): Döndüğümde karımın mezarını dolduran otları, baldıranları kendi elimle ayıkladım." -A. Gündüz. 2. Bu bitkiden çıkarılan zehir, şeytantersi.
→ baldıran şerbeti, su baldıranı
baldıranlık, -ğı is. Baldıranın çokça yetiştiği yer: "Biz çocukken buraları çöplüktü, baldıranlıktı. " -M. Ş. Esendal.
baldıran şerbeti is. Acı çekerek, yüzsuyu dökerek elde edilen kazanç.
baldır bacak, -ğı is. tkz. Kadın bacağının açık saçık görülmesi.
baldırgan is. hlk. 1. Baldıran. 2. Şeytantersi.
baldırı çıplak, -ğı sf. Ayak takımından, işsiz, serseri (kimse): "Tanıdıkları hep sefiller, ümmiler, ipten kazıktan kurtulmuş baldırı çıplaklardı."-Ö. Seyfettin.
baldırı çıplaklık, -ğı is. Baldırı çıplak olma durumu.
baldırıkara is. bot. Nemli yerlerde yetişen birçok eğrelti otu türünün ortak adı, karabaldır.
baldıra kemiği is. anat. Baldırda bulunan iki kemikten ince olanı.
baldırpatlatan is. sp. Güreşte hasmın bir ayağını tutarak diz kapağına kadar büküp üzerine yüklenme oyunu.
baldırsokan is. zool. Çift kanatlıların sinekgiller familyasından, karasineğe çok benzeyen, kan emen, hastalık bulaştıran, hayvan sağlığı yönünden zararlı bîr sinek türü (Stomaxys calcitrans).
baldız is. Erkeğe göre eşinin kız kardeşi.
baldo is. İri ve dolgun taneli pilavlık pirinç.
baldudak, -ğı sf. Baldudaklı.
baldudaklı sf. Tatlı dilli (kimse), baldudak.
bale is. Fr. hallet 1. Belli hafif figürlere, adım atışlara, çoğunlukla sahne düzenine ve müziğe dayalı gösteri türü. 2. Bu tür gösteri yapan sanatçı topluluğu: Devlet Opera ve Balesi.
balerin is. Fr. hallerine Bale yapan bayan sanatçı.
balerinlik, -ği is. Balerin olma durumu, balerinin işi.
balet is. İng. ballet Bale yapan erkek sanatçı.
baletlik, -ği is. Balet olma durumu.
balgam is. Ar. balgam Solunum organlarının salgıladığı, ağızdan dışarı atılan sümüksü madde: Balgam çıkarmak. Balgam sökmek. balgam atmak yapılmakta olan bir iş veya bir konu üzerine kuşku uyandıracak bir söz söylemek: "Belki Tayfur'a gönlüm vardır diye ortaya balgam atıyor." -S. M. Alus.
→ balgam taşı, tuzlu balgam
balgamlı sf. Balgamı olan: Balgamlı öksürük.
balgamsız sf Balgamı olmayan.
balgam taşı is. min. Damarlı ve yarı saydam bir tür Kadıköy taşı, Hacıbektaş taşı, mühresenk: "Ak gözleri iki yuvarlak balgam taşı gibi fırıl fırıl dönüyordu." -Y. K. Karaosmanoğlu.
balgümeci is. Bal peteğini andıran bir tür dikiş büzgüsü.
balhane is. (balhame) T. bal + Far. hâne Bal süzme ve paketleme işlemlerinin yapıldığı yer.
balık, -ğı is. zool. Omurgalılardan, suda yaşayan, solungaçla nefes alan ve yumurtadan üreyen hayvanların genel adı. balık baştan kokar bir işte aksaklığın başta olanlardan kaynaklandığını anlatan bir söz: "Balık baştan kokar, bilmez değilsin a! Hayriye tüccarının batmasına bizim saray sebep olmuştur. " -A. İlhan, balık kavağa çıkınca alay hiçbir zaman olmayacak işler için söylenen bir söz. balık tutmak balığı avlamak, balığa çıkmak balık avlamaya gitmek: "Evde olduğum günler, sabah erken onunla balığa çıkıyorduk." -M. Ş. Esendal.
→ balık adam, balık bilimi, balık çorbası, balıketi, balık eti, balıkgözü, balıkhane, balık istifi, balık kartalı, balıklava, balıknefesi, balık otu, balık pazarı, balıksırtı, balık sütü, balık tabağı, balık tutkalı, balık unu, balık yağı, balık yemi, balık yumurtası, acı balık, akbalık, alabalık, antenli balık, bıyıklı balık, dikenli balık, kalay balık, karabaltk, sarıbalık, topbaş balık, zırhlı balık, ada balığı, akya balığı, amber balığı, atbalığı, ateş balığı, ay balığı, ayı balığı, benekli köpek balığı, berber balığı, cennet balığı, çaça balığı, çarpan balığı, çupra balığı, dil balığı, domuz balığı, dülger balığı, engel balığı, fener balığı, fıçı balığı, flandra balığı, fulya balığı, gölge balığı, gümüş balığı, gün balığı, Güneybalığı, inci balığı, kadırga balığı, kâğıt balığı, kalkan balığı, kamer balığı, kaya balığı, kayış balığı, kedi balığı, keler balığı, kılıç balığı, kırlangıç balığı, kiliz balığı, kolan balığı, köpek balığı, kum balığı, kurbağa balığı, kurdele balığı, lodos balığı, marangoz balığı, maymun balığı, mercan balığı, mersin balığı, mürekkep balığı, nisan balığı, olta balığı, öküz balığı, ördek balığı, pamuk balığı, papaz balığı, pervane balığı, peygamber balığı, pisi balığı, saban balığı, sabun balığı, sandık balığı, sırtar balığı, somon balığı, şerit balığı, taş balığı, tavuk balığı, testere balığı, ton balığı, torpil balığı, turna balığı, turşu balığı, tütün balığı, uyuşturan balığı, üzgün balığı, yaygı balığı, yayın balığı, yelken balığı, yılan batığı, yunus balığı, kemikli balıklar, yassı balıklar, köpek balıkları, mersin balıkları
Balık, -ğı Öz. is. astr. Zodyak üzerinde Kova ile Koç arasında yer alan burcun adı.
balık adam is. Dalgıç.
balık bilimci is. zool. Balıklar sınıfını inceleyen bilim adamı.
balık bilimi is. Su ürünleri araştırmalarında özellikle balıklar sınıfını inceleyen bilim.
balıkçı is. Balık tutan veya satan kimse: "Çevredeki balıkçılar görmüşler, bizi kurtardılar. " -A. Ş. Hisar.
→ balıkçı düğümü, balıkçı kahvesi, balıkçı kazağı, balıkçı yaka
balıkçı düğümü is. İşleme başlangıcında yapılan ve sonra kolayca çözülerek işin tersine de tutturulan düğüm şekli.
balıkçı kahvesi is. Genellikle balıkçıların devam ettiği kahvehane.
balıkçı kazağı is. Balıkçıların soğuk ve nemli havalarda giydiği boğazlı ve yünlü kalın kazak.
balıkçıl is. zool. 1. Uzun bacaklılardan, boynu ve gagası uzun, su kıyılarında yaşayan, balık yiyerek beslenen büyük bir kuş (Ardea cinerea). 2. sf. Balıkla beslenen, balık yiyen.
→ akbalıkçıl, alacabalıkçıl, telli balıkçıl
balıkçılgiller ç. is. zool. Leyleksiler takımının balıkçıllar alt takımına giren bir familya.
balıkçılık, -ğı is. 1. Balık tutma, avlama işi. 2. Balık üretme ve satma işi; "Muharrem artık yalnız balıkçılıkla geçiniyordu." -S. F. Abasıyanık.
→ dip balıkçılığı, kıyı balıkçılığı, kültür balıkçılığı
balıkçıllar ç. is. zool. Çoğunlukla uzun bacaklı, uzun gagalı balıkçıl cinsinden kuşlar alt takımı.
balıkçın is. zool. Perde ayaklılardan, uzunca gagalı, uzun ve çatal kuyruklu, deniz kıyılarında yaşayan bir kuş cinsi, deniz kırlangıcı (Sterna hirundo).
balıkçı yaka is. Kazaklarda boynu saran ve katlanabilen yaka.
balık çorbası is. Suda pişirilip kılçıkları ayıklanmış, incecik kıyılmış balık ile soğan, yağ, havuç, pul biber, patates ve domatesten hazırlanan bir çorba türü.
balıketi sf. Balıketinde.
balık eti is. Omurgalılardan, suda yaşayan hayvanların yumuşak ve açık renkli eti.
balıketinde sf. Ne şişman ne zayıf olan: "Bu, balıketinde, kumral ve genç bir hanımdı." -Ö. Seyfettin.
balıkgözü is. Ayakkabıların bağ geçirilen deliklerine ve kemer deliklerine takılan maden, kemik vb.nden yapılmış halka.
→ balıkgözü objektif
balıkgözü objektif is. Normal objektiflerden çok daha geniş açıyı alan ve görüntüyü dışbükey ayna görüntüsü biçiminde veren objektif türü.
balıkhane is. (balıkha:ne) T. balık + Far. hâne Balıkların toptan satışa çıkarıldığı, soğuk hava deposu olan yer: "istavritleri balıkhaneye gönderen balıkçının hiç kimsesi yoktu." -S. F. Abasıyanık.
balık istifi sf. Çok sıkışık olarak bir yere dolmuş (insanlar).
balık kartah is. zool. Kartallardan, su kıyılarında yaşayan, balıkla beslenen, beyaz, kahverengi çizgili yırtıcı kuş, deniz tavşancılı (Pandion haliaetus).
balıklama zf. 1. Suya dalmada, atlamada balık gibi gergin, düz ve baş aşağı bir biçimde: "Suya, idmancı gençlerin yaptığı gibi balıklama atlamadı." -S. F. Abasıyanık. 2. mec. Bir işe, bir duruma, bir harekete sonucunun ne olacağını düşünmeden girişerek.
balıklamak (nsz) Balıklama tarzı suya atlamak.
balıklandırma is. Balıklandırmak işi.
balıklandırmak (-i) Balık ile doldurmak, süslemek.
balıklava is. Deniz, göl ve ırmaklarda balık yatağı olan yer.
balıklı sf. Balığı olan: Kırmızı balıklı havuz.
balıkn efesi is. Balinagillerin başından çıkarılan ve kozmetik maddeler ve süslü mumlar yapımında kullanılan bir yağ.
balık otu is. bot. Cava ve Malabar'da yetişen, zehirli meyvesiyle balıkları sersemleterek avlamaya yarayan bir bitki (Anamirta).
balık pazarı is. Avlanan balıkların günlük ve taze olarak satışa sunulduğu yer.
balıksırtı is. 1. Balık kılçığı biçiminde birbirine paralel ve çapraz çizgili kumaş deseni. 2. Yollarda suların ortada toplanmayarak iki yana akması için yapılan şişkinlik: "Balıksırtı kumlu bir yol, mermer bir havuza doğru gidiyor." -Ö. Seyfettin.
balıksız sf. Balığı olmayan: Burdur'daki Acı göl bahksızdır.
balık sütü is. Yumurtlama sırasında erkek balıkların çıkardığı beyaz madde.
babk tabağı is. 1. Balık koymaya yarayan kap. 2. Yayvan servis tabağı.
balık tutkalı is. Balık endüstrisi artıklarından üretilen, yavaş kuruyan, fakat bağlama gücü yüksek yapıştırıcı.
balık unu is. Kurutulmuş balıktan özel işlemlerle elde edilen un.
balık yağı is. 1. İri balık ve deniz hayvanlarının sanayide kullanılan yağı. 2. Morina balığının karaciğerinden çıkarılan ve hekimlikte zayıflığa karşı kullanılan iyotlu, vitaminli yağ.
balık yemi is. Balık avlamada oltanın ucuna takılan, genellikle yiyecek türü madde.
balık yumurtası is. 1. Balıkların genellikle sığ yerlere bıraktıkları, üremelerini sağlayan yumurta. 2. Havyar.
baliğ sf. (ba:liğ) Ar. baliğ esk. Ergen, baliğ olmak 1) ergenleşmek; 2) bulmak, erişmek: Borç beş yüz bine baliğ oldu.
→ akil baliğ
balina is. (bali'na) İt. balena 1. Balinalardan, yaklaşık olarak uzunluğu 20 m, ağırlığı 200 ton olan memeli hayvan, kadırga balığı, falyanos (Balaena mistycetus). 2. esk. Giysilerin dik ve düzgün durması için bazı yerlerine özellikle yakalarına konulan sert, esnek, yassı, dar, uzun çubuk: "Kabataş iskelesinde yakalara balina satmakla geçinilmez." -Ç. Altan.
→ balina çubuğu, balina yağı, ispermeçet balinası, nar balinası
balina çubuğu is. Balinanın ağzına aldığı suyu dışarıya süzüp içindeki deniz hayvanlarını tutmasına yarayan ve üst çenesinin iki yanında tarak dişleri gibi sıralanmış, boynuz dokusunda, esnek kemiksi bölümlerin adı.
balinalar ç. is. zool. Örnek hayvanı balina olan, kutup denizlerinde yaşayan memeli hayvanlar familyası.
balinalı sf. Balina takılmış olan, balina geçirilmiş olan (giysi).
balina yağı is. İspermeçet balinasının kafa sinüslerinde bulunan yağ.
balistik, -ği is. Fr. balistiaue ask. Ateşli silahlarda barut gazının basıncı İle fırlayıp hedefe vanncaya kadar merminin havadaki hareketini inceleyen bilim.
bal kabağı is. bot. 1. İçi turuncu, iri ve tatlı bir kabak türü (Cucurbita moschata). 2. mec. Aptal, beyinsiz kimse.
balkan is. Sarp ve ormanlık sıradağlar: "Podima balkanları içinde, bir alandan, bir çalılık içinden Ahmet Efendiyi çıkarıp getirmişler. " -M. Ş. Esendal.
Balkanlar öz. is. Hırvatistan, Sırbistan, Karadağ, Kosova, Slovenya, Arnavutluk, Makedonya, Bosna-Hersek, Bulgaristan, Romanya, Yunanistan ve Trakya'yı içine alan bölge: "Balkanlar, beşe, belki altıya, kaç halk sahip çıkarsa o kadara bölünecek." -N. Cumalı.
Balkanlı öz. is. 1. Balkan devletlerinden olan kimse: "Balkanlıların bir noktada çok iyi anlaştıklarım gördüm." -R. N. Güntekin. 2. sf. Balkanlarla ilgili.
Balkanlılık, -ğı öz. is. Balkanlı olma durumu.
Balkanolog, -ğu öz. is. Fr. balcanologue Balkanoloji uzmanı.
Balkanoloji öz. is. Fr. balcanologie Balkan uluslarının dili, tarihi ve kültürü İle uğraşan bilim dalı.
Balkar öz. is. Malkar.
Balkarca öz. is. (balka'rca) Malkarca.
bal kelebeği is. Bal kovanlanna çok zarar veren bir böcek (Galleria mellonetta).
balkı is. 1. Ağrı, sancı. 2. sf. hlk. Güzel, süslü, parlak.
balkıma is. Balkımak işi.
balkımak (nsz) hlk. 1. Parlamak, parıldamak. 2. Şimşek çakmak, 3. Su halkalanmak, dalgalanmak. 4. Organ, kesik kesik ağrımak, sancımak.
balkır is. hlk. 1. Parıltı. 2. Şimşek.
balkon is. Fr. balcon 1. Bir yapının genellikle dışarıya doğru çıkmış, çevresi duvar veya parmaklıkla çevrili bölümü: "Geçen gün bahçeye balkondan atlamak suretiyle inmiş. " -M. Ş. Esendal. 2. Tiyatro, sinema vb. büyük salonlarda asma kat.
→ gömme balkon
balkonsu sf. Balkonu andıran, balkona benzeyen, balkon gibi, balkonumsu.
balkonumsu sf. Balkonsu.
balköpüğü is. 1. Açık sarı renk. 2. sf. Bu renkte olan.
ballama is. Ballamak işi.
ballamak (-i) Bal sürmek.
ballandırma is. Ballandırmak işi.
ballandırmak (-i) İmrendirecek biçimde övmek: "Ballandırarak anlattığı bu başarıların parlaklığına ben de inanabileyim isterdim. " -O. Pamuk.
ballanma is. Ballanmak işi.
ballanmak (nsz) 1. Bal bulaşmak, bal sürülmek. 2. mec. Tatlılaşmak, tatlanmak, olgunlaşmak: "Meyveler onun için çoğalıyor, ballanıyor." -R. H. Karay.
ballı sf. İçinde bal bulunan.
→ ballıbaba, ballı börek, ballıdarı, ballı pasta, yağlı ballı
ballıbaba is. bot. Ballıbabagillerden, beyaz çiçekli ve çok yıllık otsu bir bitki (Lamiumalbum).
ballıbabagiller ç. is. bot. Nane, lavanta çiçeği, kekik vb. kokulu bitkileri içine alan ve iki çenekli bitişik taç yapraklılardan oluşan bir familya.
ballı börek, -ği sf. Çok lezzetli, ballı börek olmak çok iyi anlaşmak.
ballıdarı is. hlk. İncir.
ballık, -ği is. 1. Bal konulan kap. 2. Bağlarda görülen külleme hastalığı. 3. Ballıbaba.
→ karaballık
ballıklı sf. Ballık hastalığı olan.
ballı pasta is. Bal ile yapılmış veya içine bal konmuş pasta.
bal mumu is. 1. Arıların peteklerini yapmak için karın halkaları arasından salgıladıkları yumuşak ve sarımsı madde: "Bal mumu gibi bir el, yorganın altından çıktı." -H. E. Adıvar. 2. Bu maddenin sanayide kullanılmak için yapay olarak hazırlanmışı: "Askerî müzedeki bal mumundan yeniçeri heykelleri gibi güzel." -S. F. Abasıyanık. bal mumu gibi erimek çok zayıflamak, bal mumu yapıştırmak söz, davranış vb.nin unutulmaması için bir işaret koyup dikkati çekmek: "Pervin'in şimdilik bu sözüne bir bal mumu yapıştırarak tekrar Bedia yengeye döndüm." -R. N. Güntekin.
→ bal mumu macunu
bal mumu macunu is. Mobilyadaki kusurların onarımında kullanılan, toprak boya ile renklendirilmiş bal mumu.
balo is. (ba'lo) İt. ballo Danslı ve özel giysili gece eğlencesi: "O zaman nişan balosu falan yoktu, olsa da şoförün balosu mu olur? " -A. Gündüz, balo vermek baloyu hazırlamak, düzenlemek: "İki ay sonra sahici bir balo vereceğiz." -H. E. Adıvar.
→ maskeli balo, kıyafet balosu
balon is. Fr. ballon 1. Isıtılmış hava veya havadan daha hafif bir gazla doldurulan, atmosferde uçabilen, küre biçiminde araç. 2. Hava veya gazla doldurulmuş, kauçuktan yapılan çocuk oyuncağı. 3. Karnı yuvarlak ve şişkin, boynu dar cam kap. balon uçurmak İlgililerin ne diyeceklerini ve nasıl davranacaklarını anlamak amacıyla aslı olmayan bir haber yaymak, balon yapmak bisiklet, araba vb.nde lastiğin bir bölümü şişik bir biçimde dışarı fırlamak.
→ balon lastik
baloncu is. 1. Balon satan kimse. 2. sf. Argo Palavracı.
baloncuk, -ğu is. Küçük balon.
balonculuk, -ğu is. Balon yapma veya satma işi.
balon lastik, -ği is. Bisikletlerde kullanılan bir lastik türü.
balonvari sf (balonva:ri:) Fr. ballon + Far. -varı Balona benzer, balon gibi: "İnsanın içini ihmal eden bir büyüme ve kalkınmanın balonvari, içi kof bir şişmeden farklı olmayacağının bilincindeler." -H. Taner.
balotaj is. (balotaj) Fr. ballottage Adaylardan hiçbirinin, gerekli oyu sağlayamaması dolayısıyla seçimin sonuçsuz kalması.
→ balotaj kurulu
balotaj kurulu is. huk. Kurum ve kuruluşlarda yeni üyelerin alınmasına karar veren kurul.
baloz is. Yun. Gemici, işçi vb. kimselerin eğlenmek için gittikleri içkili, danslı yer: "Baloz merdiveninden çıkar gibi çıkılmaz ki gemi merdiveninden!" -Z. Selimoğlu.
bal özlü sf. bot. Bal özü bulunduran.
bal özü is. bot. Bazı çiçeklerin içinde bulunan, arıların bal yapmak için emdikleri tatlı sıvı, nektar.
→ bal özü bezi
bal özü bezi is. bot. Bitkilerin yaprak, yumurtalık ve erkek organlarının dibinde bulunan ve bal özü çıkaran bez.
bal özülük, -ğü is. bot. Çiçeklerde bal özünü çıkaran bezlerin bulunduğu organ.
bal peteği is. Arıların içine bal doldurduğu bal mumu levha.
bal rengi is. 1. Kahverengiye çalan sarı renk. 2. sf. Bu renkte olan: "Bal rengi gözlerin gözdağıyla, korkuyla sinmeyen cesareti olduğunu anlamıştı." -H. E. Adıvar.
balsam is. İng. balsam kim. Bazı ağaçlardan elde edilen, parfüm ve ilaçların yapımında kullanılan reçine.
balsamlı sf. Balsam içeren, antiseptik ve besleyici özelliği olan (ilaç, merhem vb.).
balsıra is. 1. Yaprakların üzerinde oluşan bir tür küf. 2. Bir tür kudret helvası.
balta is. Ağacı kesme, yarma, yontma vb. işlerde kullanılan ağaç saplı, demir araç: "Balta değmedik ağaç olmaz." -Atasözü. balta değmemiş (veya girmemiş veya görmemiş) içinden hiç ağaç kesilmemiş, sık ve gür (orman, koru), (birine) balta olmak argo direnerek bir şey istemek, vakitli vakitsiz tedirgin etmek, asılmak, musallat olmak: "O kadınlar ihtiyar talebeye balta oluyorlar ve ona azami müsamahayı gösteriyorlar. " -S. F. Abasıyanık. balta vurmak balta ile kesmek, parçalamak: "Sakın kesme, yaş ağaca balta vuran el onmaz." -M. E. Yurdakul, baltadan kurtulmak kesilmemek: "Etrafına gölge salmayan, yemiş vermeyen hangi kütük baltadan kurtulur? " -H. E. Adıvar. baltası kütükten çıkmak bir engelden, bir sıkıntıdan kurtulmak, baltayı taşa vurmak farkında olmayarak birine dokunacak sözler söylemek, pot kırmak: "Baltayı taşa mı vurduk, diyor, iyice görmemiş olacağım." -M. Ş. Esendal.
→ baltabaş, ay balta, delibalta, sapsız balta, aşçı baltası, hacamat baltası
baltabaş is. den. Baş bodoslaması omurga hattına dikey olarak çelik lamadan yapılmış gemi.
baltacı is. 1. Balta yapan veya satan kimse. 2. Odun kırıcı. 3. esk. Yangın söndürme kuruluşlarında balta kullanan er, baltalı. 4. tar. Önceleri sefer sırasında çalılık ve ormanlık yerleri temizlemek, yol açmak, çadırları kurup kaldırmak, yükleri bindirip indirmekle, sonraları kızlar ağasına bağlı olarak sarayı korumak ve sarayın dış hizmetlerini yapmakla görevli kimse, baltalı.
baltacık, -ğı is. 1. Küçük el baltası. 2. Değirmen taşının ortasında bulunan haç biçimindeki alet.
baltalama is. 1. Baltalamak işi. 2. mec. Bilinçli ve kasıtlı olarak bir işi veya bir durumu bozarak zarara yol açan harekette bulunma, sabotaj, sabote.
baltalamak (-i) 1. Balta ile kesmek. 2. mec. Bir işi veya durumu bilinçli ve kasıtlı olarak bozup zarara yol açan davranışta bulunmak, sabote etmek.
baltalayıcı is. Baltalama işini yapan kimse, sabotajcı: "Adamların kendilerini birer hafiye, birer bozguncu ve baltalayıcı gibi yetiştirmekten başka dertleri yok." -T. Buğra.
baltalayıcılık, -ğı is. Baltalama İşini yapma işi, sabotajcılık.
baltalı sf 1. Baltası olan. 2. is. tar. Baltacı.
baltalık, -ğı is. 1. Sık sık kesimi yapılan orman. 2. Bir köyün odun gereksinimini sağlamasına izin verilen koruluk veya orman bölgesi.
Baltık öz. is. Baltık denizine kıyısı olan ülkeler ve bu ülkelerin halkı: Baltık ülkeleri.
→ Baltık dilleri
Baltık dilleri öz. is. Baltık ülkelerinde konuşulan Hint-Avrupa dil grubu.
baltrap is. İng. ball-trap Atıcılıkta hedef vazifesi gören plakaları havaya fırlatan yaylı alet.
balya is. İt. balla 1. Çember ve demir tellerle bağlanmış ticaret eşyası: "Sekiz balya tütününden bir ya da iki balyasını ıskartaya ayırabileceklerini aklından geçirmeye başladı eksperlerin." -N. Cumalı. 2. Denk. balya yapmak balyalamak.
→ balya makinesi
balyalama is. Balyalamak işi.
balyalamak (-i) Balya yapmak, denk yapmak.
balyalanma is. Balyalanmak işi.
balyalanmak (nsz) Balyalama işi yapılmak.
balya makinesi is. Değişik tarım veya sanayi ürünlerini ip, çember vb. ile balyalama işini yapan alet.
balyemez is. İt. ballamezza esk. Kara ve deniz savaşlannda kullanılan, orta çapta, uzun menzilli, tunçtan top.
balyos is. it. bajulus tar. Osmanlı İmparatorluğu döneminde Frenk ve özellikle Venedik elçisi: Venedik balyosu.
balyoz is. Yun. Taş kırma, kazık çakma vb. işlerde kullanılan, çok İri, İki ucu az keskin, ağır çekiç, varyos, balyoz gibi çok ağır, ezici (kol veya yumruk).
balyozlama is. Balyozlamak işi.
balyozlamak (-le) Balyozla vurmak, balyozla dövmek.
balyozlanma is. Balyozlanmak işi veya durumu.
balyozlanmak (nsz) Balyoz ile dövülmek.
bambaşka sf (ba'mbaşka) Büsbütün başka, apayrı, değişik, farklı: "İş önlüğü ile baş örtüsünü çıkardı mı, bambaşka bir insan oluyordu." -H. Taner.
bambaşkalık, -ğı is. Bambaşka olma durumu: "Nilüfer'i ve ondan sonra da mutlaka Selma'yı görmek istiyordu. İçinde bir bambaşkalık vardı." -P. Safa.
bambu is. Fr. bambou bot. 1. Buğdaygillerden, sıcak ülkelerde yetişen, boyu 25 m kadar olabilen, mobilya, merdiven, baston vb. birçok eşyanın yapımında kullanılan bir tür kamış, Hint kamışı, hezaren (Bambusa vulgaris): "İlle oturacak: Ya kameriyelerdeki bambu kamışından koltuklarda ya oyun masasında." -A. İlhan. 2. sf. Bu kamıştan yapılmış olan.
bambul is. zool. Kurtçuk evresinde ekinlerin kökünü, ergin evrede başaklan kemiren, kahverengi, kın kanatlı böcek (Anisoplia austriaca).
→ bambul otu
bambul otu is. bot. Sıcak ve ılıman bölgelerde yetişen otsu veya çalı türü bir bitki (Heliotropium).
bam teli is. 1. Bazı sazlarda kalın ses veren tel veya kiriş. 2. Sakalın, alt dudağın hemen altındaki bölümü: "Günün birinde kimsenin yapmadığı bir şeyi yaptı ve bam telinden sakal bıraktı." -B. Felek, (birinin) bam teline basmak (veya dokunmak) en çok kızacağı şeyi yapmak veya sözü söylemek: "Firuzan bam teline basıyor, aksi sesler çıkarıyor. " -H. E. Adıvar.
bamya is. (ba'mya) Ar. bümiya bot. 1. Ebegümecigillerden, sıcak ve ıhman yerlerde yetişen bir bitki (Hibiscus esculentus). 2. bot. Bu bitkinin hem taze hem kurutularak yenilen ürünü.
→ bamyatarlası, kınalı bamya
bamyatarlası is. argo Mezarlık: "Bamyatarlasından bir kişilik yer almamız gerekiyor." -Y. Z. Bahadırlı.
ban is. Hırv. ban tar. Osmanlı İmparatorluğu döneminde Macaristan ve Hırvatistan'da sancak beylerine ve küçük prenslere verilen unvan.
bana zf. Ben zamirinin yönelme durumu ekli biçimi, bana bak! tkz. "beni dinle" anlamında bir seslenme ve gözdağı sözü: Bana bak, karışmam sonra! bana da ... demesinler bir işin kesinlikle yapılacağını belirtmek için söylenen bir söz: Bu yaptığım babana söylemezsem bana da adam demesinler, bana dokunmayan (veya beni sokmayan) ydan bin yaşasın birçok kimseler, kendilerine kötülüğü dokunmayan kişiye ilişmek istemezler, bana mısın dememek hiçbir şey etkili olmamak, hiçbir şeye aldırış etmemek: "Daha nice manevi trenlerimizi yıllar yılı taşlayanlar var da bana mısın demiyoruz." -H. Taner.
→ dokunmabana
ban ağacı is. Ar. ban bot. 1. Asya'nın tropik bölgelerinde ve Afrika'nın kuzeyinde yetişen, yaprakları telek damarlı, çiçekleri salkım durumunda, meyvesinden kokusuz bir yağ elde edilen ağaç (Moringa oleifera). 2. Sepetçi söğüdü.
banak, -ğı is. hlk. Ekmek parçası, lokma.
banal, -li sf. Fr. banal 1. Herkesçe kullanılan, anlaşılan. 2. mec. Bayağı, sıradan.
banallik, -ği is. Banal olma durumu.
banço is. (ba'nço) İng. bancho müz. Amerika zencilerinin çaldığı gitar biçiminde, madenî gövdesi olan beş veya daha çok telli bir müzik aleti.
bandaj is. Fr. bandage 1. Sargı ile sarma. 2. Bağ, sargı.
bandaj lama is. Bandajlamak işi.
bandaj Iamak (-i) Sargı ile sarmak.
bandaj latma is. Bandajlatmak işi.
bandajlatmak (-i) Sargı ile sardırmak, bandaj yaptırmak.
bandana is. İng. bandanna Başı değişik biçimlerde bağlamak amacıyla kullanılan büyük mendil.
bandıra is. (ba'ndıra) İt. bandiera 1. Bir geminin hangi devlete ait olduğunu gösteren bayrak. 2. Yabancı devlet bayrağı: Fransız bandırası.
→ varda bandıra
bandıralı sf. Bandırası olan: "italyan bandıralı gemiler ağızlarına kadar yüklü giderler. " -S. F. Abasıyanık.
bandırma is. 1. Bandırmak işi. 2. İpe dizilmiş ceviz, badem vb.nin, nişasta ile kaynatılmış üzüm suyuna veya başka bir tatlıya batırılmasıyla yapılan sucuk. 3. Kurutulacak üzümün güneşe serilmeden Önce İçine batırıldığı potaslı suyun konulduğu kap.
bandırmak (-i, -e) 1. Banmak. 2. Üzüm salkımlarını, inciri çabuk kuruması ve renginin parlak olması için küllü veya potaslı ılık suya daldırıp çıkarmak.
bando is. (ba'ndo) İt. bando 1. müz. Türlü üflemeli ve vurgulu çalgılardan oluşan ve genellikle geçit törenlerinde kullanılan mızıkacılar topluluğu veya takımı, mızıka: "Tepebaşı bahçesindeki bando da Tuna Dalgası'nı çalıyordu." -O. C. Kaygılı. 2. Takım, topluluk: "Hırsızlar bandosuna kumanda eden Ciyanni, asıl hırsız değilmiş." -A. Mithat.
bandocu is. Bandoda görevi olan kimse, mızıkacı.
bandoculuk, -ğu is. Bandocu olma işi veya durumu.
bandrol, -lü is. Fr. banderole 1. Denetim pulu, denetim bağı. 2. Bayrak direğinin tepesine süs olarak konulan uzun, kumaş şerit.
→ televizyon bandrolü
bandrollü sf. Bandrolü bulunan: Bandrollü ticari eşya.
bandrolsüz sf. Bandrolü olmayan.
bangır bangır zf. Yüksek sesle, gürültüyle: "Ağlasın milletin evladı da bangır bangır." -M. A. Ersoy. bangır bangır bağırmak yüksek sesle, avazı çıktığı kadar bağırmak: Ne oluyor, böyle bangır bangır bağıran kim?
bangırdama is. Bangırdamak işi.
bangırdamak (nsz) Öfkelenerek yüksek sesle bağırıp çağırmak, bangır bangır bağırmak.
Bangladeşli öz. is. Bangladeş halkından olan kimse.
bani sf. (ba:ni:) Ar. bani esk. 1. Kurucu (kimse). 2. Yapan, kuran (kimse): "Köprünün banisi, her geçen yolcudan bir baç alırmış." -Ö. Seyfettin.
bank is. Fr. banc Çoğunlukla parklarda ve bahçelerde oturulacak sıra.
banka is. (ba'nka) İt. banca 1. Faizle para alıp veren, kredi, iskonto, kambiyo işlemleri yapan, kasalarında para, değerli belge, eşya saklayan ve daha başka ekonomik etkinliklerde bulunan kuruluş: "Gelen parayı bankaya götürüp yatırırlar." -R. N. Güntekin. 2. Bankacılık işleminin yapıldığı yer. banka gibi çok zengin (kimse), bankadan çekmek (veya almak) bankadaki hesabından para almak, bankaya yatırmak bankadaki hesabına para koymak, biriktirmek: "İyi kazanmıyordu, fakat ne kazanıyorsa hepsini bankaya yatıriyordu." -T. Dursun K.
→ banka cüzdanı, banka defteri, banka kartı, bankamatik, aracı banka, devlet bankası, göz bankası, kan bankası, veri bankası, yatırım bankası
bankacı is. Bankacılık işlemleri İle uğraşan veya bankada görevli kimse: "Eczacı, bankacı olup da geceleri orkestracı kesilen derme çatma orkestramız..." -H. Taner.
bankacılık, -ğı is. 1. Banka işlemleri yapma işi. 2. Bankacının mesleği: "Bizim kız gibileri, bankacılık nedir, gazetecilik nedir bildikleri yok. " -M. Ş. Esendal.
→ kıyı bankacılığı
banka cüzdanı is. Bankada hesabı olanın yatırdığı ve çektiği paraların kaydedildiği defter, banka defteri, mevduat defteri.
banka defteri is. Banka cüzdanı.
banka kartı is. Banka işlemleri için otomatik makinede kullanılan özel şifreli kart, telekart.
bankamatik, -ği is. İt. banca + Fr. autumatiaue' ten. Bankaların para işlemlerini günün her saatinde otomatik olarak yapan makine, bankomat.
banker is. Fr. banauier 1. Banka sahibi. 2. Para, altın vb. taşınır değerlerin ticaretiyle uğraşan kimse: "Parayı aldıktan sonra harekete geçmediğinden aleyhine banker tarafından dava açılıyor." -R. H. Karay. 3. mec. Çok zengin kimse.
bankerlik, -ği is. 1. Banker olma durumu. 2. Bankerin yaptığı iş.
bankerzede is. Fr. banauier + Far. -zede Banker ile olan iş ilişkilerinde zarara uğrayan kimse.
bankerzedelik, -ği is. Bankerzede olma durumu.
banket is. Fr. banauette 1. Şehirler arası yolların iki tarafında yayaların yürümesine ve taşıtların. trafiği aksatmadan durabilmesine yarayan çakıl veya toprak yol. 2. Yamaçtan kayan toprağı yerinde tutmak ve böylece ekilmeye elverişli yer kazanmak için türlü yollarla yapılan dar basamak.
bankiz is. (İskandinav dilleri) Fr. banauise coğ. Buzla.
banknot is. İng. bank-note Devlet bankası tarafından piyasaya çıkarılan kâğıt para: "Dört, beş banknotla üç gün ya geçirilir ya geçirilmez. "-S. F. Abasıyanık.
banko is. (ba'nko) İt. banco 1. İş yerlerinde üzerine eşya koymaya elverişli, İş takibi için gelen kişiyle görevli arasına konulmuş tezgâh. 2. Talih oyunlarında, oyunu yönetenin ortaya koyduğu para. 3. Talih oyunlarında oyunu yöneten kimse. 4. zf. Kesinlikle: Bu dönem muhtar banko Ali Bey olacak. 5. ünl. Talih oyunlarında ortada toplanan paranın hepsine oynandığını anlatan bir söz. 6. den. Su altı tepeliği, banko geçmek yarışlarda, toto, loto vb. oyunlarda, bir atın veya sayının kesin olarak tutturulacağım tahmin edip işaretlemek.
→ banko at, banko sayı
banko at is. Yarışlarda dereceye gireceği kesin olarak tahmin edilen at.
bankomat is. Fr. Bankamatik.
banko sayı is. Sayısal loto oyununda, garanti olarak çıkacağı tahmin edilen sayı.
banlama is. Banlamak işi.
banlamak (nsz) hlk. 1. Horoz ötmek. 2. Bağırmak.
banliyö is. (ba'nliyö) Fr. banlieue Genellikle oturma alanı niteliğinde olan, şehir merkezinden uzakta veya sınırlarına yakın yerlerde bulunan şehir yöresi, çevre, dolay.
→ banliyö treni
banliyö treni is. Şehirle banliyö arasında işleyen tren: "Ayrı hatlarda banliyö treni sefere hazırlanıyor." -N. Cumalı.
banma is. Banmak işi.
banmak, -ar (-i, -e) Katı bir şeyi sulu veya tuz, biber vb. toz durumundaki maddelerin içine batırıp çıkarmak, bandırmak: "Kahvaltımı önüme serer / Reçele ekmek banar, yerim." -B. Necatigil.
ban otu is. bot. Asya, Kuzey Afrika ve Avrupa'nın sıcak bölgelerinde yetişen zehirli ve otsu bir bitki (Hyoscyamus).
bant, -di is. Fr. bande 1. Yapılış özelliğine göre sarma, yapıştırma vb. işlerde kullanılan düz, ensiz, yassı bağ, şerit, izole bant. 2. Yara üzerine yapıştırılan Özel olarak hazır-. lanmış ilaçlı küçük şerit. 3. Ses alma aygıtlarında seslerin kaydı için kullanılan manyetik oksitli plastik veya selüloz şerit, bant çözmek manyetik bir bant üzerine alınmış sesleri yazıya aktarmak, deşifre etmek, bant doldurmak bir bandı ses kaydederek kullanmak, banda almak bir sesi, ses cihazı ile bant üzerine kaydetmek, banttan vermek genellikle radyo ve televizyonda banttan yararlanarak daha önceden alınmış bir sesi veya görüntüyü yayımlamak.
→ bant zımpara, izole bant, videobant, dalga bandı, reklam bandı
bantlama is. Bantlamak işi.
bantlamak (-i) Bantla iki şeyi birbirine tutturmak, bant yapıştırmak.
bantlayıcı is. 1. Bant yapan kimse. 2. Bantlama makinesi.
bant zımpara is. Çekmeye dayanıklı, uzun kâğıt veya bezden üretilmiş, genellikle zımparalama makinelerinde kullanılan aşındırma gereci.
ban yağı is. Hint yağı.
banyo is. (ba'nyo) ît. bagno 1. Yapılarda, içinde yıkanılan bölüm. 2. Banyo küvetinde yıkanma işi. 3. Tedavi amacı ile hazırlanan ilaçlı su: "Doktorlar hap, banyo ve perhiz tavsiye etmiş." -B. Felek. 4. Vücudun bir bölümünü veya bütününü, fiziksel veya kimyasal bir etki altında bir süre bulundurma işlemi: Güneş banyosu. Kükürt banyosu. Çamur banyosu. 5. Fotoğrafçılıkta ve filmcilikte duyarlı yüzeylerin işlenmesinde belirli bir işlemin gerektirdiği maddeyi erimiş olarak içinde bulunduran sıvı: Fotoğraf banyosu. 6. Film ve fotoğraf kâğıdını bu sıvıya batırma, banyo almak banyo yapmak. banyo yapmak yıkanmak.
→ banyo bataryası, banyo dolabı, banyo havlusu, banyo kabini, banyo kazanı, banyo küveti, banyo sabunu, banyo takımı, gömme banyo, çamur banyosu, göz banyosu, güneş banyosu, parafın banyosu
banyo bataryası is. Sıcak ve soğuk su ile duş bağlantısının bir arada bulunduğu musluk takımı.
banyo dolabı is. Banyo için gereken malzemelerin içinde bulundurulduğu dolap.
banyo havlusu is. Banyo sonrası kullanılmak üzere üretilmiş havlu.
banyo kabini is. Duş kabini.
banyo kazanı is. Banyoyu ve suyu ısıtmak için yapılan özel kazan veya ısıtma aleti.
banyo küveti is. Genellikle içine su doldurulup yıkanmaya elverişli tekne.
banyolu sf. 1. İçinde banyo bölümü olan: "Banyolu, yatağı kuş tüyü yastıklı bir oda bulacaksın." -S. F. Abasıyanık. 2. Banyodan henüz çıkmış (kimse): Banyolusun, üzerine bir şey giy.
banyo sabunu is. Banyo yaparken vücudu yıkamak için kullanılan sabun.
banyosuz sf. Banyosu olmayan: Banyosuz ev.
banyo takımı is. 1. Banyo odalarında ıslak zemine serilen altı plastik, üstü havlu vb. dokuma olan paspas. 2. Yıkanmak ve kurulanmak için gerekli olan gereçlerin tümü.
baobap, -bı is. (Afrika yerli dillerinden) bot. Ebegümecigillerden, sıcak ülkelerde yetişen, çok yüksek olmamakla birlikte, gövdesinin çevresi 20 m'yi aşabilen bir ağaç (Adansonia digitata): "Baobap ağaçları görmüş bir seyyah için çam ormanı o kadar az çekicidir ki..." -R. H. Karay.
bap, -bı is. (ba:b) Ar. bâb esk. 1. Kapı. 2. Kitaplarda bölüm, başlık. 3. Konu, husus: "Bir tanesi nedamet babında spikerin bize dediklerini bir daha tekrarladı." -H. Taner. 4. dbl. Arap dil bilgisinde mastar çeşitlerinden her biri.
baptîst is. Fr. baptiste Protestan mezhebine bağlı kimse.
bar (I) is. Anadolu'nun doğu ve kuzey bölgesinde, en çok Artvin ve Erzurum yörelerinde el ele tutuşularak oynanan, ağır ritimli bir halk oyunu: Hançer barı. "Bahçesi var, bağı var, ayvası var, narı var /Atamızdan yadigâr bizde ata barı var" -Halk türküsü. bar tutmak bar oynamak için hazırlanmak ve oyuna başlamak.
→ barbaşı, bar havası
bar (II) is. İng. bar 1. Danslı, içkili eğlence yeri: "Barın kapısından bir adam fırladı." -A. İlhan. 2. Ayaküstü içki içilen eğlence yeri: "Barlarda, gazinolarda millî dilin konuşulduğunu pek işitmezdiniz." -O. S. Orhon. 3. Bir salonda içki içmek için hazırlanmış köşe: "Barda, yan yana oturuyor, içiyoruz." -R. H. Karay.
→ Amerikan bar
bar (III) is. Fr. bar Hava basıncı birimi.
bar (IV) is. Pas: "Bar tutmuş söylemez olmuş /Ağızda dilleri gördüm." -Yunus Emre. bar bağlamak kir bağlamak, paslanmak.
bar (V) is. Fr. barre Halter sporunda ağırlığı oluşturan kiloları birbirine bağlayan metal çubuk.
→ barparalel
baraj is. Fr. barrage 1. Suyu toplama, sulama ve elektrik üretme amacıyla akarsu üzerine yapılan bent: Atatürk Barajı. Kuriboğazı Barajı. 2. Futbol veya hentbolda serbest atışı yapacak oyuncunun önünde karşı takım oyuncularının yan yana dizilip oluşturdukları set. 3. mec. Herhangi bir alanda başarıyı tespit etmek için gerekli olan şart: Sınav için baraj notu yedidir, baraj yapmak (veya kurmak) sp. futbol veya hentbolda kaleye yapılan vuruşları önlemek için oyuncular kale önünü kapatacak biçimde sıralanmak, duvar yapmak, barajı aşmak herhangi bir sebeple konulmuş olan şartı yerine getirip başarı sağlamak.
→ baraj ateşi, baraj mesafesi
baraj ateşi is. ask. Yoğun yaylım ateşi.
baraj mesafesi is. sp. Serbest atış sırasında, atış noktasından baraja kadar belirlenen nizami ara açıklığı.
barak, -ğı is. hlk. 1. Tüylü, kıllı çuha, kebe. 2. Bir cins tüylü av köpeği.
baraka is. İt. baracca Tahta, çinko vb. hafif şeylerden yapılmış, temelsiz eğreti yapı: "Tren şehre girerken yerlilerin teneke barakaları görünür." -O. S. Orhon.
barakacık, -ğı is. Küçük baraka: "Bu barakacıklar, sarkan saçakları, dökülmüş kafesleri ile caddenin iki tarafını dolduruyorlardı." -H. Taner.
baran is. (ba:ra:n) Far. bârân esk. Yağmur.
barata is. İt. barretta 1. Bilim doktorlarının ve kardinallerin giydikleri dört köşe külah veya başlık. 2. tor. Osmanlı sarayında genellikle bostancıların, baltacı ve kapıcıların giydikleri, kırmızı çuhadan yapılmış, ucu kıvrık, uzunca başlık.
baratarya is. (barata'rya) İt. barataria Kaptanın, tayfaların, gemi sahibine, armatöre veya sigorta ortaklığına bilerek verdikleri zarar.
bar ateşi is. ask. Yoğun yaylım ateşi.
barba is. (ba'rba) İt. barba esk. İhtiyar Rum meyhanecisi: "Barba, şuradan bize yarım okka rakı doldur." -M. Yesari.
barbakan is. Fr. barbacane Kale duvarlarında düşmana ok atmak için açılmış delik.
barbar sf Fr. barbare 1. Uygarlaşmamış (kavim, topluluk): "Barbar akınlarından beri bu yollarda gördüğüm en asil atlısın." -Y. K. Beyatlı. 2. Kaba saba, ilkel: "Bu vaziyeti haber alan köylüler türlü barbar aletlerle şehir ahalisini korumak üzere kasabaya yürümüşlerdi." -S. F. Abasıyanık. 3. mec. Kaba ve kırıcı.
bar bar zf 1. Bağırmak fiili ile kullanılarak bağrışın öfkeli ve yüksek sesle olduğunu anlatan bir söz: Adamcağız bar bar bağırdı ama dinleyen olmadı: 2. Bağırmak fiili ile "apaçık görünmek, ortada olmak" anlamında kullanılan bir söz: "Ben esrarlıyım, ben karanlığım diye bar bar bağıran şeyin esrarı kalır mı?"-'P. Safa.
barbarca sf (barba'rca) 1. Barbara özgü: "Hükümet bu barbarca saldırıların önüne geçmemektedir." -F. R. Atay. 2. zf. Kaba ve kırıcı bir davranışla.
barbarizm is. Fr. barbarisme Bir sözün fonetik veya morfolojik yapısında yapılan büyük yanlışlık.
barbarlaşma is. Barbarlaşmak işi.
barbarlaşmak (nsz) Barbar gibi davranmak.
barbarlık, -ğı is. Barbar olma durumu: "İyilik ve temizliğin şiirinde zulüm ve barbarlık olamayacağını ne güzel söylüyor." -H. E. Adıvar.
barbaşı is. Bar oyunlarında sıranın sağ başında yer alan ve oyunun düzenini sağlayan kimse.
barbata is. (barba'ta) İt. barbetta Kalelerde mazgal ve mazgal siperlerinin oluşturduğu girintili çıkıntılı dış duvarların üst bölümü, kale korkuluğu.
barbekü is. İng. barbecue 1. Izgara et pişirmekte kullanılan, genellikle balkonlarda duvar içerisine gömülmüş ocak. 2. Açık alanda mangal kullanılarak et ve deniz ürünlerini pişirme.
barbunya (I) is. (barbu'nya) Yun. zool. Barbunyagillerden, kırmızı pullu, beyaz etli, kemikli bir balık (Mullus barbahıs).
barbunya (II) is. (barbun'ya) Yun. bot. Taneleri yuvarlak, oval veya yassı, kırmızı benekli, bir tür fasulye.
barbunyagiller ç. is. zool. Dikenli yüzgeçliler alt takımına giren, vücutları iri pullarla kaplı, barbunya ve tekir türleri iyi bilinen bir familya.
barbut is. Zarla oynanan bir çeşit kumar.
barbutçu is. Barbut oynayan kimse.
barcı is. Bar işleten kimse.
barcılık, -ğı is. 1. Barcı olma durumu. 2. Baremin işi veya mesleği.
barca is. (ba'rça) İt. barza esk. 1. Orta Çağda kullanılan kürekli ve yelkenli taşıma gemisi. 2. Kalyon türünden küçük savaş gemisi.
barçak, -ğı is. Kılıç kabzasının siperi.
barda is. 1. Dam ustalarının kullandığı, başının bir ucu çember parçası biçiminde eğri, öbür ucu keskin çekiç. 2. Fıçıcı keseri.
bardacık, -ğı is. Bir tür küçük ve tatlı yaş incir.
→ bardacık eriği
bardacık eriği is. bot. Bardak eriği.
bardak, -ğı is. 1. Su vb. şeyleri içmek için kullanılan, genellikle camdan yapılan kap: "Elim titredi, bardağı dudağımda güç tuttum. " -F. R. Atay. 2. Boduç, çamçak. 3. hlk. Toprak testi. 4. sf. Bir bardağın alacağı miktarda olan: "Bana sadece bir büyük bardak çay getirdiler." -R. N. Güntekin. bardağı taşıran damla sabır tüketen aşırı davranış, veya durum: "Son tartışmamızın bardağı taşıran damla olduğu belli oluyordu." -E. Bener. bardağı taşırmak sabrını tüketmek: Son davranışı bardağı taşırmaya yetti. bardaktan boşanırcasına yağmak yağmur çok şiddetli yağmak: "Sabahleyin yağmur bardaktan boşanırcasına yağıyordu." -Ö. Seyfettin.
→ bardakaltı, bardak eriği, bira bardağı, çay bardağı, likör bardağı, limonata bardağı, rakı bardağı, su bardağı, şampanya bardağı, şarap bardağı, viski bardağı
bardakaltı is. 1. Bardağın konulduğu yeri kirletmemesi için kullanılan, genellikle örgü, kâğıt veya plastik Örtü. 2. Yemek Öncesi yenilen küçük bir tür lahmacun.
bardakçı is. Bardak, çömlek vb. yapan veya satan kimse.
bardak eriği is. bot. İri ve tatlı bir tür erik, bardacık eriği.
bardan (I) sf. Çok beyaz.
bardan (II) is. Yük taşımak için kullanılan çanta veya çuval.
bardo is. Fr. bardot zool. Aygır ile dişi eşek çiftleşmesinden üretilen hayvan.
barem is. Fr. bareme Devlet memurlarının maaşlarının derece ve tutarlarını düzenleyen sistem ve çizelge: "Bunların tek derdi barem basamaklarını aşarak bu mertebeye fırlayıvermekten ibarettir." -Y. K. Karaosmanoğlu.
baret (I) is. İt. beretto İşçilerin başlarına giydikleri, metal veya plastikten yapılmış koruyucu başlık.
baret (II) is. Fr. barrette 1. Küçük takke, papaz takkesi. 2. Bir tür süs iğnesi.
barfiks is. Fr. barre fixe Çeşitli beden hareketleri yapmaya elverişli yükseklikte, iki ayak üzerine tutturulmuş çubuklu jimnastik aracı: "Gözlerinin önünde, dizi dizi sayısız barfiksler sıralanmıştı." -A. Ş. Hisar.
bargâh is. (ba:rgâ:h) Far. bâr-gâh esk. İçine izinle girilen yer, otağ, yüksek divan.
bargam is. zool. Levreğe benzer bir balık.
barhana is. (barhaıne) Far. bâr + hâne hlk. 1. Kafile, küçük kervan, göç. 2. Göç eşyası, ev eşyası.
bar havası is. Bar oyunlarında tek veya toplu olarak söylenen ezgi.
barı is. hlk. Çit.
barınak, -ğı is. Barınılacak yer, melce: "Sabahı eder etmez barınak derdine düştüm." -H. Taner.
barındırma is. Barındırmak işi.
barındırmak (-i, -e) Barınmasını sağlamak: "Vaktiyle bir mahalle halkını barındıran hanların, bir çarşı teşkil eden dükkânların sahibi şimdi yersiz, yurtsuz kalmıştır." -A. Ş. Hisar.
barınma is. Barınmak İşi: "Fırtınalı havalarda gemilerin barınmasına pek elverişlidir." -S. Birsel.
barınmak (-de) 1. Doğa etkilerinden korunmak için kapalı bir yere sığınmak. 2. Yerleşmek, yaşamak için uygun şartlar bularak oturmak: "Dosdoğru teyzemin evine gidecektim, iyi kötü barınacak bir yer..." -P. Safa. 3. Bir yerde yatarak geceyi geçirmek. 4. mec. Soyut kavram bir yerde etkili olmak, gelişecek ortamı bulmak. 5. mec. Çevresiyle uyumlu, dirlik içinde yaşamak: "Girip çıktığı mesleklerin hiçbirinde üç dört, hadi bilemediniz, altı aydan fazla barınamadı." -H. Taner.
barış is. 1. Barışma işi: "Biz baba kız biliyorduk ki, bu gibi kaçışlar, bir barışla biter." -M. Ş. Esendal. 2. Savaşın bittiğinin bir antlaşmayla belirtilmesinden sonraki durum, sulh: "Atatürk'ün insan haklarına ve dünya barışına ne kadar saygılı bir lider olduğunu ifade etti." -H. Taner. 3. Böyle bir antlaşmadan sonra insanlık tarihindeki süreç: Barış içinde yaşamak. 4. Uyum, karşılıklı anlayış ve hoşgörü ile oluşturulan ortam: "Devlet işçi işveren ilişkilerinde çalışma barışının sağlanmasını kolaylaştırıcı ve koruyucu tedbirler alır." -Anayasa, barış görüş olmak hlk her türlü dargınlığı unutarak barışmak, barış yapmak barış antlaşmasını imzalamak.
→ barışsever, iç barış, çalışma barışı
barışçı sf. 1. Barışsever. 2. Barışı amaçlayan, barışı öngören: Denenmesi gereken barışçı bir girişimdir.
barışçıl sf. Barışsever.
barışçılık, -ğı is. Barışçı olma durumu, kavga etmeme eğilimi.
barışık, -ğı sf. Başkası ile barış durumunda bulunan, dargın veya düşman olmayan, sevecen, hoşgörülü, barışık olmak sevecen ve hoşgörülü davranmak: "O özel gün, dinsel bir bayramsa, daha bir duygusallaşıyor, herkesle, dünyayla daha bir barışık oluyor." -H. Taner.
barışıklık, -ğı is. Barışık olma durumu: "U-ğurlu, kıdemli olsun, Allah yıldız barışıklığı versin."-M. Ş. Esendal.
→ yıldız barışıklığı
barışma is. Barışmak durumu, uzlaşma, anlaşma: "Araya adam koyup barışmanın yollarını aramaya başladı." -M. Ş. Esendal.
barışmak (nsz, -le) 1. İki taraf, aralarındaki dargınlığı kaldırmak, uzlaşmak, anlaşmak: "Fakat bir gün barışacaksınız ve onun da kurtulmasına yardım edeceksiniz." -A. Gündüz. 2. Sevmek, zevk almak: "Hiçbirini sevmedim, yalnız Enderuni Vasıf Divanı ile barışabildim." -A. H. Tanpınar.
barışsever sf. Barışı seven, barışçı, barışçıl, sulhçu, sulhsever, sulhperver.
barışseverlik, -ği is. Barışsever olma durumu, sulhçuluk, sulhseverlik.
barıştırma is. Barıştırmak işi.
barıştırmak (-i, -i; -le) Barışmalarını sağlamak, ara bulmak: "Günah çıkartıp dargınları barıştıracağız anlaşılan." -N. Cumalı.
bari zf (ba:ri) Far. bari 1. Hiç olmazsa, hiç değilse, o hâlde, öyleyse: "Hepsini at bir yana / Bari o günlerin bana / Şiirini söyle tatlı su." -M. S. Sutüven. 2. ünl. Keşke: "Bari bir tatlı dili olsa..."-R. N. Güntekin.
barikat is. Fr. barricade Bir yolu veya geçidi kapamak için her türlü araçtan yararlanılarak yapılan engel, barikat kurmak engel oluşturmak: "Kürsünün etrafında bir barikat kurmak suretiyle bu hücumların önüne geçmişler." -Y. K. Karaosmanoğlu. barikat yapmak çeşitli araçlarla bir engel oluşturmak: "Masaları, sıraları üst üste yığıp barikat yapmışlar. " -H. Taner.
barikatlama is. Barikatlamak işi.
barikatlamak (-i) Barikat ile çevirmek, barikat yapmak.
barisfer is. Fr. barysphere jeol. Ağır küre.
barit, -di is. Fr. baryte kim. Baryum oksit (BaO) veya baryum hidroksit Ba(OH)2.
baritin is. Fr. barytine kim. Doğal baryum sülfat (BaS04).
baritli sf. İçinde barit bulunduran.
→ baritli yıkama
baritli yıkama is. tıp Kaim bagırsağm ve rektumun radyolojik işlemde baryum sülfatla doldurulması ve yıkanması.
bariton is. Fr. baryton müz. 1. Tenor ve bas arasındaki erkek sesi. 2. Basso ile alto arasında ses veren, pistonlu bir tür ağız çalgısı.
→ bas bariton
bariyer is. İng. barrier 1. Hemzemin geçitlerde kara yolu güvenliğini sağlamak için kullanılan açılır kapanır engel. 2. Kara yollarının kenarlarına yapılan korkuluk, engel. 3. Herhangi bir yolu kapamak için konulan engel. 4. Engelli at yarışlarında üzerinden atlanması gereken yapay engel.
bariyerli sf. Bariyeri olan.
bariyersiz sf. Bariyeri olmayan.
bariz sf. (ba:riz) Ar. bariz Açık, göze çarpan, belirgin: "Halk arasında da keder ve sevinç diye iki bariz heyecan olduğuna inanmıştı." -P. Safa.
barizleşme is. Barizleşmek işi.
barizleşmek (-i) Bariz duruma gelmek: "Karşımdaki şuh hayali gittikçe daha ziyade barizleşiyordu."-Ö. Seyfettin.
barizleştirme is. Barizleştirmek durumu.
barizleştirmek (-i) Bariz duruma getirmek.
barizlik, -ği is. Bariz olma durumu.
bark is. "Ev, mülk, aile, çoluk çocuk" anlamlarındaki ev bark birleşik sözünde geçen bir söz.
→ ev bark, evli barklı, evsiz barksız
barka is. (ba'rka) İt. barca Büyük sandal.
barkarol, -lü is. Fr. barcarolle 1. Venedik gondolculannın söz ve müziği önceden yazılmadan, içlerinden geldiği gibi söyledikleri şarkı. 2. Ritmi üç zamanlı müzik eseri.
barkod is. İng. barcode Çizgi im.
barkodlu sf. Barkodu olan.
barkodsuz sf. Barkodu olmayan.
barlam is. İnce pullu, sırtı açık kahverengi, yanları ve karnı beyaz, ortalama 30-40 cm boyunda, Marmara ve Ege deniziyle Akdeniz'de bol bulunan bir balık türü (Merluccius merluccius).
barmen is. (ba'rmen) İng. barmen Bar tezgâhtarı.
barmenlik, -ği is. Bar tezgâhtarlığı: "Lüks bir yolcu gemisinin barmenliğim yapmak gücüme gitmezdi." -R. H. Karay.
baro is. (ba'ro) Fr. barreau Bir şehir veya bir bölge avukatlarının bağlı oldukları meslek kuruluşu.
→ baro başkanı
baro başkanı is. Baro genel kurulu tarafından en az on beş yıllık kıdemi olan avukatlar arasmdan seçilen ve baroyu temsil eden baro üyesi.
barograf is. Fr. barographe Bir hava taşıtının uçarken İzlediği yolun yüksekliklerini çizgi hâlinde göstermeye veya işaretlemeye yarayan alet, yükseklikölçer.
barok is. Fr. barogue 1. M.S 1600-1750 yılları arasındaki klasik sanatı izleyen resim ve mimarlık üslubu: Barok üslubu dağınık, yüklü, şişkin biçimlerin aşırı ölçüde yığılmasıyla kendini gösterir. 2. Batı edebiyatlarında dengeden çok harekete, düşünceden çok duyuma, biçimlerin serbestçe yaratılmasından duyulan coşkuya Önem veren, abartmalı, etkileyici, çelişkiden çekinmeyen edebiyat akımı.
→ barok müzik
barokçu is. Barokçuluk yanlısı olan kimse.
barokçuluk, -ğu is. Barok sanat ve edebiyat görüş ve ilkelerini benimseyen akım.
barok müzik, -ği is. Çalgılar arasında veya çalgılarla sesler arasında karşıtlıklar kuran XVI-XVIII. yüzyıllar arasındaki müzik reformunu oluşturan müzik.
barometre is. (barome'tre) Fr. barometre fiz. Basınçölçer.
baron is. Fr. baron Batı ülkelerinde vikont ile şövalye arasında soyluluk unvanı: "Tombul yanaklarıyla Türk'ten çok bir Alman baronunu andırır." -S. Birsel.
baronluk, -ğu is. Baron olma durumu veya baronun görevi.
baroskop, -bu is. Fr. baroscope fiz. Havanın İçinde bulunduğu cisimlerin ağırlığı üzerine yaptığı hafifletici etkiyi gösteren ve havası boşaltılabilen bir fanus içinde terazisi bulunan fizik cihazı.
barparalel is. Fr. barre parallele sp. Düşey direkler üzerine paralel olarak tutturulmuş iki tahta çubuktan oluşmuş jimnastik aracı.
barsam is. zool. Yüzgeçleri dikenli ve zehirli bir çeşit çarpan balığı (Trachinus vipera).
barsama is. bot. Güzel kokulu yaprakları yemeklere konulan, nane ve yaban kekiğinin ortak adı.
barudi is. (baru:di:) Far. bârüd + Ar. -i esk. 1. Koyu gri renk: "Esmerliği peçesinin altından dahi hissedilmekte idi; bilmem ki barudi mi demeliyim." -A. İlhan. 2. sf. Bu renkte olan.
barut is. Far. bârüd Ateşli silahla bir merminin atılmasına veya herhangi bir aracın fırlatılmasına yarayan, patlayıcı madde, barut gibi 1) öfkeli, huysuz, sert, aksi (kimse): "Hocamız barut gibi sert bir adam." -H. R. Gürpınar. 2) pek ekşi; 3) acı. barut kesilmek (veya olmak) çok öfkelenmek, barut kokusu gelmek savaş tehlikesi sezilmek. barutla oynamak tehlikeli işlerle uğraşmak.
→ barut esmeri, barut fıçısı, barut hakkı, baruthane, barut kabağı, barut rengi
barutçu is. tor. Barut yapan veya alıp satan kimse.
barutçuluk, -ğu is. Barut yapma veya alıp satma işi.
barut esmeri sf. Koyu esmer renkte olan (kimse): "Sık sık rastladığı, o barut esmeri tazenin, kim olduğunu, kolay öğrenememişti." -A. İlhan.
barut fıçısı is. Barut koymaya, doldurmaya ve muhafaza etmeye yarayan kutu, fıçı. barut fıçısı gibi 1) çok kızgın, sinirli ve kinle dolu kimse: "Sadi Nahit'i delice kıskanıyordu, içi bir barut fıçısı gibi hasetle doluydu." -T. Buğra. 2) her an olay çıkacak yer: "Makedonya'nın bir başka adı barut fiçısıydı o dönemde." -N. Cumalı. 3) kavgaya yol açacak durum.
barut hakkı is. Mermiyi istenilen uzaklığa atabilmek için gerekli barut gazı basıncını sağlamaya yetecek miktarda barut.
baruthane is. (barutha:ne) Far. bârüd + hâne Barut yapılan veya saklanan yer.
barut kabağı is. Barutluk.
barutluk, -ğu is. Barut saklanan kap veya yer, barut kabağı.
barut rengi is. 1. Koyu gri renk: "Ortalığı saran barut rengi aydınlık açıldı, açıldı, kül rengine döndü." -T. Buğra. 2. sf. Bu renkte olan.
baryum is. (ba'ryum) Fr. baryum kim. Atom sayısı 56, yoğunluğu 3,78 olan, doğada en çok baryum sülfat ve baryum karbonat olarak bulunan, havada çabuk oksitlenen, gümüş renginde, katı ve basit bir element (simgesi Ba).
→ baryum karbonat, baryum sülfat
baryum karbonat is. Karbondioksidin, barit üzerine etkisiyle elde edilen beyaz bir katı.
baryum sülfat is. kim. Baritin.
bas is. Fr. basse müz. 1. En kaim erkek sesi. 2. Sesi böyle olan sanatçı. 3. En kaim sesli orkestra çalgısı, bas tutmak ince sesli çalgılara tek perdeden eşlik etmek.
→ bas bariton, basklarnet
başak, -ğı is. hlk Merdiven.
başaklı sf. Merdiveni olan.
basaksız sf. Merdiveni olmayan: "Kavağın dibine gülük yaptırdım / Basaksız evlere hayat yaptırdım." -Halk türküsü.
basamak, -ğı is. 1. Bir yere çıkarken veya bir yerden inerken basılan ve art arda gelen, birbirine belirli aralıkları olan düz yüzeylerden her biri: "Koşarak basamaklara yürüdü, merdivenleri bir solukta çıktı." -P. Safa. 2. Derece, aşama, kerte, evre. 3. mec. Bir amaca ulaşmak İçin yararlanılan kişi, durum veya yer: "Bunlar memleketin edebiyat tarihinde beni yavaş yavaş yükselten birer basamak." -H. E. Adıvar. 4. mat. Ondalık sayı sisteminde bir sayının sağdan sola doğru rakamlarının derecelerine göre her birinin bulunduğu yer, hane: Onlar basamağı. Yüzler basamağı. 5. mat. Bir tam denklemde bulunan bilinmeyenin en yüksek kuvveti, basamak yapmak bir kişiyi, bir durumu bulunduğu konumdan daha yükseğine erişmek için araç olarak kullanmak.
→ basamak basamak
basamak basamak zf 1. Yavaş yavaş: "Ağzında taşıdığı bıçakla hevenkleri keser ve öylece basamak basamak aşağıya iner." -R. H. Karay. 2. Derece derece: "Çocuğun bitmeyen dertleriyle haşır neşir, adım adım, basamak basamak onunla birlikte bir yaşam savaşı verir." -H. Taner.
basamaklı sf. Basamağı olan, basamak basamak olan: "Nereden geldiği belli olmayan bir tekme ile ilerideki birkaç basamaklı merdivenden yuvarlanıyor." -R. N. Güntekin.
basamaksı sf. Basamağı andıran, basamağa benzeyen, basamak gibi.
basamaksız sf. Basamağı olmayan.
basar (I) is. Ar. başar esk. 1. Göz. 2. mec. İleriyi görme, algılama yetisi.
basar (II) is. hlk. Merdivenin ayakla basılan yüzeyi.
basari sf (basari:) Ar. başari esk. Görme ile ilgili.
basarna is. 1. Bir cismin biryamnı kaldıraçla yükseltme işi. 2. Dalyanın kapak yeri.
bas bariton is. müz. Basın çıkamadığı ince tonlara çıkabilen, buna rağmen basın indiği kaim ve tok tonlara inemeyen sesi olan sanatçı.
bas bas zf. Bağırmak fiili ile "yüksek sesle bağırmak" anlamına gelen bas bas bağırmak deyiminde kullanılan bir söz.
basbayağı sf. (ba'sbayağı) 1. Alışılandan, bilinenden hiçbir farkı olmayan: "O eski korkunç mahluk, zinciri çıkınca basbayağı bir köpek olmuştu." -R. H. Karay. 2. zf. Alışıldığı üzere: "Hayır efendim. Basbayağı, bildiğimiz, dalından koparılmış çiçekler..." -S. F. Abasıyanık.
basen is. Fr. bassın 1. Vücudun bel ile kalça arasındaki bölümü. 2. Kıtasal uzantıdan okyanus ortası sırtlarına kadar devam eden ve 4000-5000 m derinliği olan deniz dibi.
bası is. Resim klişesi, dökme harf, taş kalıp kullanarak makine yardımı ile kâğıt, bez vb.ne yazı, resim çıkarma işi.
basıcı is. Bası İşi yapan kimse.
basıcılık, -ğı is. Basıcı olma durumu veya basıcının işi.
basık, -ğı sf. 1. Basılmış, yassılaşmış: "Başına, arkası basık, önü yüksek, çuha püsküllü bir şapka giymiş." -M. Ş. Esendal. 2. Çok yüksek olmayan, alçak: "Arka sokağa bakan, dar, basık tavanlı, ışıksız bir yerdi." -P. Safa. 3. Kısık: "Onun sesi de aynı şekilde basıktı." -T. Buğra.
basıklaştırma is. Basıklaştırmak işi.
basıklaştırmak (-i) Basık durumuna getirmek: "Hoca, öfkenin, belki de nefretin basıklaştırdığı, ıslığa benzettiği bir sesle tekrarladı. " -T. Buğra.
basıklık, -ğı is. 1. Basık olma durumu. 2. mat. Bir elipsin büyük ve küçük eksenleri arasındaki farkın büyük eksene oranı.
basıla is. Basımcılıkta, provalar için "basınız, basılsın" anlamında kullanılan bir söz. basıla vermek prova durumundaki bir kitabın veya herhangi bir yazının basıma uygun olduğunu bildirmek: Yazar, kitabının hasılasını verdi.
basılı sf. 1. Basılarak yerleştirilmiş: Peynir basılı küp. 2. Basımevinde basılmış, matbu.
basılış is. Basılma işi veya durumu.
basılma is. Basılmak işi.
→ basılma dayanımı
basılma dayanımı is. Dokusunu basarak ezmeye çalışan dış etkilere ağacın gösterdiği direnç.
basılmak (I) (nsz) Basma işine konu olmak veya basma işi yapılmak: "Basımevinde dizilip basılan dergi için sadece elli lira alır." -S. Birsel.
basılmak (II) (nsz) Uygunsuz durumda yakalanmak.
basım is. 1. Bası sanatı, tabaat. 2. Bası işi, - tab, tipograil: Kitabın basımına başlandı.
→ basımevi, ayrı basım, tıpkıbasım
basımcı is. Basımevi işleten kimse, matbaacı.
basımcılık, -ğı is. Basımevi işletme işi, kitap basma işi, matbaacılık.
basımevi is. Basım işi yapılan yer, matbaa.
basın is. 1- Gazete, dergi gibi belirli zamanlarda çıkan yazılı yayınların bütünü, matbuat: "Bütün bildiklerimizden öteye İstanbul basım bize ne öğretebilirdi?" -Y. K. Karaosmanoğlu. 2'. Bu tür iş yerlerinde görevli kimselerin tümü.
→ basın ataşesi, basın bildirisi, basın dünyası, basın kartı, basın özgürlüğü, basın toplantısı, basın yasağı, besleme basın, boyalı basın, görsel basın, renkli basın, sarı basın, yazılı basın
basın ataşesi is. Resmî veya özel kurum ve kuruluşlarda, yabancı temsilciliklerde basın ile ilgili konuları düzenleyen yetkili ve sorumlu kimse.
basın bildirisi is. Basın yayın organlanna bilgi vermek amacıyla yetkili kurum veya kişiler tarafından hazırlanmış yazılı açıklama.
basınç, -cı is. fiz. Bir yüzey üzerine etkide bulunan gücün yüz ölçümü birimine düşen miktarı, tazyik: Gazların içinde kapalı oldukları kabın her yönüne doğru basınçları vardır, basınç yapmak bir yüzey üzerine güç kullanarak baskı yapmak: Katı cisimler, üzerine konuldukları yüzeylere, yere doğru, sıvılar ise içinde bulundukları kabın dibine ve yanlarına doğru basınç yaparlar.
→ basınç duyumu, basınçölçer, basınç ölçüm, basınç tedavisi, alçak basınç, eş basınç, yüksek basınç, atmosfer basıncı, hava basıncı, ışınım basıncı, kan basıncı, su basıncı
basınç duyumu is. psikol. Deri yüzeyine kas veya eklem bölgelerine uygulanan bir gücün yarattığı duyu.
basınçlama is. Basınçlamak işi.
basınçlamak (-i) Hava taşıt araçlarında, insan organizması için yeterli basınç düzeyini sağlamak veya ayarlamak.
basınçlı sf. Basınç yüklenmiş olan.
→ basınçlı su, eş basınçlı
basınçlı su is. Basınç yüklenerek fışkırtılma düzeyine getirilmiş su, tazyikli su.
basınçölçer is. fiz. Hava basıncını ölçerek yer yükseltilerini ve hava değişimlerini tespit etmek için kullanılan alet, barometre.
basınç ölçüm is. fiz. Hava basıncı ölçümlerini inceleyen birim.
basınç tedavisi is. Vurgun rahatsızlığında ortalama atmosfer basıncının üstünde bir basınç bulunan özel bir odada uygulanan iyileştirme yöntemi.
basın dünyası is. Görsel ve yazılı basın organları ile burada görevlilerin tümü, medya camiası.
basın kartı is. Mesleği basın işleri olan kimselerin taşıdığı kimlik belgesi.
basın özgürlüğü is. Görüş ve düşünceleri basın ve yayın yoluyla açıklayabilme ve yayabilme hakkı.
basın toplantısı is. Yetkili bir kimsenin, bir veya birden fazla konular üzerinde açıklamada bulunmak için kitle iletişim araçlarında görevli kimselerle yaptığı toplantı.
basın yasağı is. Basın yaym organlarının bir konu hakkında yaym yapmasını kısıtlayıp engelleme.
basıölçer is. fiz. 1. Buharın veya herhangi bir gazın bulunduğu kabın İç yüzeyine yaptığı basıncı belirleyen alet, manometre. 2. Akışkanların basıncını ölçen araç.
basış is. Basma işi.
basil is. Fr. baciile hiy. Bakterilerin çomak biçiminde ince uzun olan türü.
→ Koh basili
basiret is. (basi:ret) Ar. basiret Doğru görüş, uzağı görüş, seziş, uyanıklık, anlayış, kavrayış, dikkat, sağgörü: "Kartal'ı müdafaa edenler, yüz millik cephe üzerinde çok basiretle vazife görmeye mecbur idiler." -F. R. Atay. basireti bağlanmak iyi düşünemez, gerçeği göremez bir duruma düşmek: "Bazen en mahir canilerin bile böyle mühim nisyanlarda bulunacak kadar basiretleri bağlanır." -H. R. Gürpınar.
basiretli sf. Gerçeği görebilen, uzağı görebilen, basireti olan, sağgörülü.
basiretlilik, -ği is. Basiretli olma durumu.
basiretsiz sf. Gerçekleri görebilmekten uzak, ileri ve uzak görüşlü olmayan, sağgörüsüz.
basiretsizlik, -ği is. Gerçekleri, İleriyi ve uzağı görememe, sağgörüden yoksun olma.
basit sf. Ar. basit 1. Yapılması veya anlaşılması kolay olan, karışık olmayan, bayağı: "Derin hislerden uzak, basit zevklere düşkün, bütün manasıyla alafranga bir adamdı. " -Y. K. Karaosmanoğlu. 2. Kolay: "En basit şeyi yazamayacak kadar cahildi." -H. Taner. 3. mec. Süssüz, gösterişsiz: "Üstünde basit ve kapalı bir çarşaf vardı." -A. Gündüz. 4. mec. Bilgi ve görgüsü sınırlı olan, bayağı, görgüsüz: "Bu, fikirsiz, basit ve masum bir çocuk hafifliği değildi." -R. N. Güntekin. 5. mec. Her zaman rastlanan, özelliği olmayan, olağan: "Bu basit takılmalar, her seferinde onları güldürdü." -N. Cumalı. basite indirgemek basitleştirmek, sade bir biçime döndürmek, basite irca etmek.
→ basit cisim, basit cümle, basit faiz, basit ketime, basit kesir, basit renk
basit cisim, -smi is. kim. Maddesi tek elementten oluşmuş cisim.
basit cümle is. dbl. Tek yargı bildiren cümle.
basitçe zf (basi'tçe) Basit olarak, kolay tarafından.
basit faiz is. ekon. Faizleri üzerine eklenmemiş anaparaya belli bir dönem sonunda verilen faiz.
basit kelime is. dbl. Yalın kelime.
basit kesir, -sri is. mat. Payı paydasından küçük olan kesir.
basitleşme is. Basitleşmek işi.
basitleşmek (nsz) Basit duruma gelmek.
basitleştirme is. Basitleştirmek işi.
basitleştirmek (-i) Gereksiz ayrıntılardan arıtarak sade duruma getirmek.
basitlik, -ği is. Basit olma durumu: "O bütün basitliğine rağmen çok pratik bir kadındır." -H. E. Adıvar.
basit renk, -gi is. Prizmadan geçen beyaz ışığın ayrıldığı renklerden her biri.
Baskça öz. is. 1. İspanya'nın Bask bölgesinde kullanılan dil. 2. sf. Bu dille yazılmış olan.
basket is. İng. basket sp. 1. Basketbolda kazanılan sayı. 2. Basketbol, basket yapmak basketbolda sayı kazanmak.
basketbol is. İng. basketball sp. Beşer kişilik iki takım arasında topu 3 m yükseklikteki karşılıklı duran ağ geçirilmiş iki sepetten birine sokup sayı kazanmak esasına dayanan bir oyun, basket, sepet topu.
→ sokak basketbolü
basketbolcu is. Basketbol oyuncusu, basketçi.
basketbolculuk, -ğu is. Basketbol oynama veya oynatma işi.
basketçi is. 1. Basketbolcu. 2. sf. Basketbolcuya özgü: "Uzun basketçi parmaklarıyla paketinden tebeşir beyazı bir sigara çekti." -A. İlhan.
baskı is. 1. Bir eserin basılış biçimi veya durumu: "Baskı yanlışlıkları yüzünden kapatılan gazeteler vardı." -A. Ş. Hisar. 2. Bası sayısı: Bu gazetenin baskısı yüz bindir. 3. Bir eserin tekrarlanarak yapılan baskı işlemlerinden her biri: Sözlüğün yeni baskısı. 4. Giysinin içine kıvrılıp dikilen kenarı: E-tek baskısı. 5. Hak ve özgürlükleri kısıtlayarak zor altında bulundurma durumu, tahakküm: "Politik baskıların yanı sıra daha başka yasaklara da bağlıydık." -N. Cumalı. 6. Bir maddeyi sıkıp ezen alet, pres. 7. psikol. Belirli ruhsal etkinlik ve süreçleri, kişinin isteği dışında bilinçaltına itmesi veya bu itilenlerin bilince çıkmasını önleme durumu. 8. sp. Top oyunlarında karşı takım oyuncusunun hareketini ve sonuç almasını engellemek amacıyla uygulanan yakın savunma durumu, pres. baskı altında tutmak özgürlüğünü engellemek, kısıtlamak, baskı yapmak 1) bir kimseyi bir işi yapmaya zorlamak, zor kullanmak; 2) sp. oyuncunun rahat hareket etmesini engellemek, baskıda kalmak yağmur yağdıktan sonra toprağın üst kısmı sertleşerek tohumlar fidelenip toprak üstüne çıkamamak.
→ baskı grubu, baskı kalıbı, baskı resim, düz baskı, ipek baskı, lüks baskı, oyma baskı, taş baskı
baskıcı is. 1. İşlenecek kumaşlar üzerine kalıplara resim basan kimse. 2. Matbaacılıkta baskı işlerini yapan kimse. 3. Kısıtlayıcı.
→ ipek baskıcı
baskıcılık, -ğı is. Baskıcının işi.
baskı grubu is. Bir işin yapılmasında, gerçekleştirilmesinde veya tamamlanmasında baskı oluşturan güç.
baskı kalıbı is. Kitap kaplarına süslemeler basmak için kullanılan kalıp.
baskılı sf. Baskısı olan.
baskılık, -ğı is. Bir masadaki kâğıtların uçmaması için üzerlerine konulan özel biçimdeki ağırlık.
baskın is. 1. Suç işlediği veya suçluların bulunduğu sanılan bir yere ansızın girme. 2. Kısa süreli, beklenmedik saldırı: "Bu dört kişi güç bela baskından kurtulup bana sığınmış. " -R. H. Karay. 3. Su basması, sel. 4. Ansızın çıkagelme. 5. sf. Sertlik, zorluk bakımından üstün: "Belli bir şey ki, bu genç ikisinden de baskın, çekemiyorlar." -H. Taner. 6. sf. Herhangi bir yönden üstün, baskın basanındır düşmanı gafil avlayıp saldıran taraf savaşı kazanır, baskın çıkmak (veya gelmek) karşılaştırma konusu olan kimseyi geçmek, ona karşı üstünlüğünü göstermek, baskın vermek ani ve habersiz girmek, saldırıda bulunmak: "îbiş'in odasına cennet kuşları baskın vermişti." -T. Buğra, baskın yapmak 1) suç işlendiği veya suçluların bulunduğu sanılan bir yere ansızın girmek; 2) düşmana ansızın saldırmak; 3) mec. ansızın konuk gelmek: "Behçet'e bu evin merdiven altındaki bakla gibi odasında baskın yaparlar." -S. Birsel, baskına uğramak 1) düşmanın beklenmedik bir saldırısıyla karşılaşmak; 2) bir yerde suçüstü yakalanmak; 3) beklenmedik bir zamanda konuklar gelmek.
→ su baskım
baskıncı is. Baskın yapan kimse: "Baskıncılar bunları bir ahıra doldurup başlarına da birini dikmişler." -M. Ş. Esendal.
baskı resim, -smi is. Gravür tekniği ile yapılan resim, kazıma resim.
baskısız sf. 1. Hak ve özgürlükleri kısıtlanmamış: Baskısız bir rejim. 2. Disiplinsiz. 3. hlk. Terbiyesiz, ahlaksız, baskısız büyümek serbest bir biçimde yetişmek.
basklarnet is. (basklârnet) Fr. basse clarinette muz. Kalın sesli klarnet.
baskül is. Fr. bascule 1. Ağırlıkları tartmaya yarayan alet. 2. fiz. İki kolu sıra ile kalkıp inebilen, ortasından veya uçlarından birine az çok yakın değişmez bir noktaya dayanan kaldıraç.
basma is. 1. Basmak işi. 2. Gazete, dergi, kitap vb. bası ile hazırlanmış yazılı şeyler, matbua. 3. İskambil kâğıdı ile oynanan bir oyun. 4. Üzerinde bası ile yapılmış renkli biçimler bulunan pamuklu kumaş: "O güne kadar bir okka üzüm, bir arşın basma almamış idim." -M. Ş. Esendal. 5. jeol. Yerin alçalmasıyla bu yeri örten deniz sularının yükselmesi, çekilme karşıtı. 6. sf. Bu kumaştan yapılmış olan: "Üzerine basma bir elbise ile örme bir ceket giymişti." -P. Safa. 7. sf. Basılmış, matbu. 8. hlk. Gübre, tezek.
→ basmahane, basma kalıbı, basmakalıp, akbasma, albasma, emme basma, para basma, taban basma, deniz basması, kırk basması, taş basması
basmacı is. 1. Basma yapan veya satan kimse. 2. Pamuklu, tülbent vb. üzerine kalıpla desen basan kimse. 3. Bohça ile köylerde eşya satan kadın, bohçacı.
basmacılık, -ğı is. 1. Basma alım satımı. 2. Pamuklu, tülbent vb. üzerine kalıpla desen basma işi. 3. esk. Matbaacılık.
basmahane is. (basmahame) T. basma + Far. hâne Basma yapılan iş yeri.
basmak, -ar (-e) 1. Vücudun ağırlığını verecek biçimde ayak tabanını bir yere veya bir şeyin üzerine koymak: "Bastığın yerlerde güller açtı, sarıldı ayaklarına." -C. Külebi. 2. Küçük çocuklar ayakta durabilmek. 3. Bir şeyi, üzerine kuvvet vererek itmek: "Motor çalıştıktan sonra debriyaja basarsınız." -H. E. Adıvar. 4. (-i, -e) Sıkıştırarak yerleştirmek: Küpe peynir basmak. 5. (-i) Bası işi yapmak, tabetmek. 6. Örtmek, bürümek, kaplamak: "Yollarını ot basmış, çamları yükselip saçaklarına el atmış olan bu büyük köşk." -M. Ş. Esendal. 7. (-i, -e) Bir şey üzerinde kalıp, mühür vb. bir araçla iz yapmak: "Şuraya başparmağım bas dediler, ben de bastım." -S. F. Abasıyanık. 8. (-i, nsz) Baskın yapmak: "Ölen kain intikamını almak için köyü basıp yakmış." -E. İ. Benice. 9. Bazı isimlerle sertlik, aşırılık anlamlarında yardımcı fiil olarak kullanılır: "Bir kahkaha basarak merdivenleri inmeye başladım." -S. F. Abasıyanık. 10. Bir kimse bir yaşa girmek: "Bugün yirmi yaşına basan Türk genci, İstiklal Harbi olurken beşikte parmağım emiyor, dört ayak üstünde emekliyordu." -P. Safa. 11. Duman, sis vb. çevreyi kaplamak, çökmek: "Şehri akşamüstü sis basmıştı." -S. F. Abasıyanık. 12. Basınç yaparak sıvı ve gazları itmek: Pompa bozulmuş, suyu basmıyor. Otomobilin lastiğine hava basmak. 13. Kümes hayvanları kuluçkaya yatmak. 14. Uygunsuz vaziyette yakalamak. 15. mec. Bir şeyin etkisinde kalıp eziklik, üzüntü ve ağırlık duymak: "Yüreğinin acısını duyuyordu. Sıkıntı basmış, terlemeye başlamıştı, izin istedi." -Y. Z. Bahadırlı, bas (veya bas git) argo "çekil, yürü, git, defol" anlamlarında bir söz. basıp geçmek 1) Önde gideni geçmek: "Yastık koşusunu kazanan tayın, biraz idman edilirse çok atları basıp geçeceğini konuşuyorlardı. " -M. Ş. Esendal. 2) önem vermeyerek uğramamak, basıp gitmek birdenbire gitmek, aklına koyduğu şeyi yapmak üzere bulunduğu yerden uzaklaşmak, çekip gitmek, bastığı yerde ot bitmez gittiği yere uğursuzluk götürür, gittiği yerin bereketini kurutur, bastığı yeri bilmemek 1) çok sevinmek; 2) şaşkınlıktan nerede olduğunu seçememek, durumunu kontrol edememek.
→ örtbas, tıka basa, dilbasan, karabasan, albastı, ayakbastı, dalbastı, kalburabastı, kaşbastı, kedibastı, kolbastı, külbastı, toprakbastı, elbasan tavası
basma kalıbı is. Kitap, kumaş vb.nin baskısı için hazırlanan kalıp.
basmakalıp, -bı sf. Özgünlüğü olmayan, değişiklik göstermeyen, bilineni tekrarlayan, harcıâlem, klişe: "Kimi daha da iyi söylenebilecek basmakalıp fikirleri piyesleştirdiğinden dem vurdu." -H. Taner.
basmakalıplaşma is. Basmakalıplaşmak durumu.
basmakalıplaşmak (nsz) Basmakalıp durumuna gelmek: "Zaten daha sonraki Hint tiyatrosu canlılığım bütün bütün kaybedecek ve basmakalıplaşacaktır." -C. Meriç.
basmakalıptık, -ğı is. Basmakalıp olma durumu.
basmalı sf. 1. Basması olan. 2. Basılarak çalıştırılan.
basmalık, -ğı is. Üzerine basılacak şey: "Doktor basmalıkların kaldırılması için dayatıyor, mikrop yuvasıdır diyor." -B. R. Eyuboğlu.
basso is. (ba'sso) ît. müz. 1. En kalın erkek sesi: "Bir iri karga basso sesiyle avaz avaz öttü." -H. Taner. 2. En kaim sesli orkestra çalgısı.
baştana salatası is. Domates, taze soğan, yeşilbiber, maydanoz, nane ve limon suyu kullanılarak yapılan bir salata türü.
bastarda is. İt. bk. bastarda.
bastı is. Kıyma ile pişirilmiş sebze: Kabak bastısı. Patlıcan bastısı.
bastıbacak, -ğı sf. 1. Bacakları kısa veya çarpık (kimse). 2. mec. Yaramaz (çocuk).
bastık, -ğı is. hlk. Pestil.
bastırak, -ğı is. Yol yapımında çakıl, kum, cüruf vb. maddeleri ezmeye ve sıkıştırmaya yarayan alet.
bastırık, -ğı is. hlk. 1. Kapıyı arkadan bastırmak için kullanılan ağaç dayak. 2. Ağırlık, baskı, yük.
bastırılma is. Bastırılmak işi.
bastırılmak (nsz, -e) Bastırma işine konu olmak.
bastırım is. psikol. Ruh dünyasında oluşan tepkimelerin bilinç dışına yansıması.
bastırma is. Bastırmak işi.
bastırmak (-i, -e) 1. Basma işini yaptırmak: "Çok güçlüydü, bastırdı, omuzlarım yatağa yapıştırdı âdeta." -T. Dursun K. 2. (-i) Zararlı bir olayı önlemek: Yangım bastırmak. 3. Durdurmak: İsyanı bastırmak. 4. (-i) Üstünlüğünü göstermek: "Şişman, kısa boylu bir yüzbaşı usulsüzlükte, şarlatanlıkta, inatta hepimizi bastırıyor." -Ö. Seyfettin. 5. Bir kumaşın kenarını kıvırıp dikmek. 6. (-i) Gidermek: "Heyecanını bir türlü bastıramıyor." -N. Araz. 7. Cevabı hemen yetiştirmek: Cevabı bastırdı. 8. (-i) Ansızın birinin yanına gitmek: "Ama bir evi tek başına çeviren, o evin düzeninden sorumlu kadınlar ansızın bastıran konuktan her zaman tedirgin olurlar." -O. Rifat. 9. (nsz) Birdenbire gerçekleşmek ve pek çok etki göstermek: "Tipi birdenbire bastırmış." -S. F. Abasıyanık. 10. Baskı yapmak, üzerine iyice düşmek: "Köyün ihtiyarları da Feyziye'nin babasına bastırmışlar, onları bağışlatmışlar." -E. Bener. 11. hlk. Kümes hayvanlarını kuluçkaya yatırmak.
bastika is. (basti'ka) İt. pasteca den. Bir yelken serenine veya herhangi bir ağaca açılan delik.
baston is. İt. bastone 1. Yürürken dayanmaya yarayan, ağaç veya metalden yapılan araç: "İsmet yengemin topal babası bastonunu yere vurdu." -T, Dursun K. 2. Geminin baş tarafındaki yatık direğin dışarıya doğru uzanan parçası: "Gemi bastonunun altında dalga kalabalığı birikip kabarıyordu." -Halikarnas Balıkçısı, baston gibi (veya baston yutmuş gibi) dimdik duran veya yürüyen (kimse): "Omuzlarım kısıyor, kafasını dimdik tutuyor, baston yutmuş gibi katılaşıyor." -M. Ş. Esendal.
→ baston francala, beyaz baston
bastoncu is. Baston yapan veya satan kimse.
bastonculuk, -ğu is. Baston yapma veya satma işi.
baston francala is, İnce, uzun ekmek,
bastonlu sf. Bastonu olan.
bastonsuz sf. Bastonu olmayan; "İri yarı, bastonsuz, bir talebe reisi gibi, yirmisinde görünen iasasızlığıyla bağırıyordu." -Y. K. Beyatlı.
basur is. (ba:sur) Ar. bâsür tıp Kalın bağırsağın alt bölümünde ve anüste toplardamarların genişlemesiyle oluşan varis, hemoroit.
→ basur memesi, basur otu, kanlı basur
basurlu sf. Basuru olan, hemoroitli.
basur memesi is. anat. Anüste genişleyip meme gibi uzamış damar yığını.
basur otu is. bot. Düğün çiçeğigillerden, nemli ormanlarda biten, köklerinde basur memelerine iyi gelen bir madde bulunan, sarı çiçek açan küçük bir bitki (Ranunculus fıcaria).
basübadelmevt is. (ba:süba:delmevi) Ar. ba'su ba'de'l-mevt din b. esk. ölümden sonra dirilme.
basya is. (ba'sya) Lat. bassia bot. Sapotgi İlerden, tohumlarından sabunculukta kullanılan bir yağ elde edilen, Asya'da yetişen bir ağaç (Basia).
baş (I) is. 1. anat. İnsan ve hayvanlarda beyin, göz, kulak, burun, ağız vb. organları kapsayan, vücudun üst veya Önünde bulunan bölüm, kafa, ser; "Sağ elinin çevik bir hareketiyle başındaki tülbendi çekip aldı." -N, Cumalı. 2. Bir topluluğu yöneten kimse: "Cumhurbaşkanı devletin başıdır." Anayasa. 3. Başlangıç: Hafta başı. Ay başı. Yılbaşı. Satır başı. 4. Temel, esas: "Gücün, erdemliğin, bilimin, her şeyin başı paradır, para." -H. E. Adıvar. 5. Arazide en yüksek nokta: Dağın başı. Tepenin başı. 6. Bir şeyin genellikle toparlakça ucu: Toplu iğne başı. "Avucumuzun içinde sakladığımız sigaraların yanmış ucu ile fitillerin başım yaktık." -V. R. Atay. 7. Bir şeyin uçlarından biri: "Bu müjde verilince acele yerinden kalktı, merdiven başına yürüdü." -R. H. Karay. 8. Kasaplık hayvanlarda ve bazı yiyeceklerde adet; Yirmi baş koyun. On baş sığır. Üç baş soğan. 9. Para değiştirirken verilen veya alınan üstelik, sarrafiye. 10. Bir şeyin yakını veya çevresi: Mangal başı. Havuz başı. 11. "Önem veya yönetim bakımından İleride olan, en önemli, en üstün" anlamlarında birleşik kelimeler yapan bir söz: Başbakan, başçavuş, başhekim, başkent, başöğretmen, başpehlivan, başrol, başsavcı. 12. Güreşte pehlivanların ayrıldıkları beş derecenin en yükseği: Başa güreşmek. 13. den. Deniz teknelerinde ön taraf, baş ağrıtmak tedirgin etmek, bıkkınlık vermek, can sıkmak, (bir şeyden) baş alamamak çok uğraştıran bir konu yüzünden vakit ve fırsat bulamamak: "Benim hilem hurdam yoktur, cam isteyen baktırmasın, zaten bu sanattan memnun değilim. Lakin baş alamıyorum ki." -H. R. Gürpınar, (bir şeye) baş almak fırsat bulmak: "Ara sıra işten baş aldıkça Semiha'yt özlüyordum." -R. N. Güntekin. baş bağlamak 1) başına bir Örtü Örtmek; 2) başak vermek; 3) birine veya bir şeye bağlanmak, intisap etmek; 4) hik. nişanlanmak, baş baş çocukların "Allaha ısmarladık" anlamında ellerini başlarına götürmelerini sağlamak için söylenen bir söz. baş bulmak kazanç bırakmak: Bu fiyata verirsem, baş bulmaz, baş çekmek önayak olmak, baş çevirtmek 1) başı arkaya doğru döndürtmek; 2) mec. birinin arkasından hayranlıkla bakmak: "Uzun boyu, kumral saçları, sevimli çehresiyle birçok kadınlara sokakta baş çevirtiyordu." -H. C. Yalçın, baş döndürmek başarıdan, gururdan, sevinçten çok mutlu duruma getirmek, aşırı heyecanlandırmak: "Ordu karargâhına giriş, artık bir mabede çıkılıyor gibi, baş döndürür." -F. R. Atay. (bir kimseyle veya bir şeyle) baş edebilmek bir kimseyi yola getirmeye veya bir şeyi yapmaya gücü yetmek, baş eğmek 1) saygı göstermek için baş eğerek selamlamak: "Ulema, şeyhler, yerden selam verdiler, baş eğip el Öptüler." -R. E. Ünaydın. 2) direnmekten vazgeçip buyruk altına girmek, inkıyat etmek: "Gittikçe yükselen başı Allah'a kalkıyor / Asrın baş eğdi sandığı at şaha kalkıyor." -F. N. Çamlıbel. baş eldeyken ölmeden, yaşarken, sağken, baş etmek (veya edememek) gücü yetmek (yetmemek), başarı kazanmak (kazanamamak): "Biz baş edemezsek dışarıdaki heriflere haber verelim." -H. R. Gürpınar. "Ben onlarla baş etmeye çalışıyordum ki, Hasan'ın kapısı birden açıldı." -E. Bener. baş gelmek yenmek, gücü yetmek: Bir orduya baş gelir, baş göstermek belirmek, ortaya çıkmak, zuhur etmek, vuku bulmak: "Bu kış yine, kok kömürü sıkıntısı baş gösterecekmiş." -H. Taner. baş göz etmek hlk. evlendirmek: "Bu gece bir genç subayımızı baş göz ediyoruz." -R. N. Güntekin. baş göz olmak hlk. evlenmek. baş kesmek selam vermek İçin baş eğmek: "Gülerken de göğsünün sağ köşesine baş kesmeyi unutmaz." -S. Birsel, baş kıç vurmak baştan gelen dalgalarla gemi, başı ve kıçı üzerinde inip kalkmak, baş kırılır (veya yarılır) fes (veya börk) içinde, kol kırılır yen (veya kürk) içinde aile içindeki, arkadaşlar arasındaki uyuşmazlıklar yabancılara duyurulmamalıdır. (bir yola) baş komak (veya koymak) bir şey uğruna ölümü göze almak, baş koşmak bir işi başarmak için çalışmak: "Artık evde herkesten fazla bağırıp gülmüyor, çocuklarla eskisi gibi baş koşmuyordu." -R. N. Güntekin. baş nereye giderse, ayak da oraya gider küçükler büyüklerin izinde gider, her işte onları örnek tutarlar, baş olan boş olmaz 1) bir yerde baş olan kimse taşıdığı değer dolayısıyla o yere gelmiştir; 2) işbaşındaki kişinin işi çoktur, baş ol da, istersen soğan başı ol küçük bir işte de olsa, başta olmak önemlidir, baş olmak 1) küçük bir işte de olsa, başta olmak, sözü dinlenir bir kimse olmak; 2) önde gelmek, lider olmak: "Hep baş olmaya bakarız ve olduktan sonra nasihat veririz." -B. Felek, (her şeye) baş sallamak karşısındakinin her sözünü uygun bulur görünmek, (gemi) baş tutamamak rüzgâr, fırtına yüzünden, yapılışmdaki veya yükselişindeki bir bozukluk sebebiyle gemi dümene uymamak, rotadan çıkmak, (bir yere) baş tutmak elebaşı olmak, baş üstünde tutmak çok iyi ağırlamak, baş üstünde yeri var büyük bir saygı ve İlgi ile karşılanır veya ağırlanır, baş vermek 1) çıban olgunlaşmak; 2) buğday vb. bitkiler başak bağlamaya başlamak, başak oluşmak; 3) gemi, kayık vb. döndürmek, çevirmek: "En sonunda rüzgârların istikametine baş verdi." -S. F. Abasıyanık. baş yakmak kötü duruma düşürmek, baş yapmak kuaför saç bakım ve tuvaleti yapmak, (bir kimse) baş yemek 1) birinin ölümüne veya yok olmasına sebep olmak; 2) birinin güç duruma düşmesine yol açmak, (biriyle) başa çıkmak güçlükler çıkaran biriyle olan işini, kendi istediği yolda sonuçlandırabîlmek. (bir şeyle) başa çıkmak bir şeye gücü yetmek: "Varsın kıraç olsun tarlam / Taşlarım ayıklayacağım / Kazmayı sallayacağım / Karar vermişim / Toprakla başa çıkacağım. " -O. V. Kanık, başa gelen çekilir çaresiz durumlara düşüldüğünde İnsanın kendini üzüntüye kaptırmayıp bu durumlara katlanmasının olağan ve doğru bulunduğunu anlatan bir söz: "Başa gelen dert çekilir der gibi bir hâlde arabayı itina ile çeken bir atları vardı." -A. Ş. Hisar. başa gelmek kötü bir duruma uğramak, başa güreşmek 1) yağlı güreşte, en usta pehlivanlar başpehlivanlık için yarışmak; 2) mec. en üstün sonucu elde etmek veya bir işte en üst noktaya gelmek için mücadele vermek, başa vermek hlk. değiş tokuş yaparken üste bazı şeyler vermek, başı ağrımak bir İşten dolayı sorumlu duruma düşmek, başı bağlanmak 1) biri evlendirilmek; 2) birini yandaş olarak kazanmak, kendi yanında tutmak: "Başı bağlananların vekillerine birer samur kürk gelmiştir." -S. Birsel, başı belada olmak çözülmesi güç, sıkıntılı bir durumda.
başı belaya girmek (veya uğramak) sıkıcı, üzücü bir durumla karşılaşmak: "Korkarız bu gidişle başın belaya uğrayacak." -Y. K. Karaosmanoğlu. başı çekmek herhangi bir konuda önde gitmek, önayak olmak: "Hacı Resifin dükkânında post kuran orta yolcular arasında Muallim Naci başı çeker." -S. Birsel, başı çatlamak başı çok ağrımak. başı dara düşmek sıkıntıya girmek: "Adamın başı dara düşünce yardımına Hayrullah koşmaz da, kim koşar?" -A. İlhan, başı daralmak para yönünden sıkıntıya, darlığa düşmek: Başınız daralırsa beni arayın, başı darda kalmak parasızlıktan dolayı sıkıntıda olmak, başı derde girmek sıkıntılı bir duruma düşmek, başı dönmek 1) insana, eşyanın dönmesi, ayağının altından yerin çekilmesi vb. bir duygu gelmek: "Cümle kapısının önüne geldiği zaman başının dönmeye başladığını hissetti." -P. Safa. 2) sıkıntı yaratan bir durum karşısında bunalmak; 3) görkemli bir şey karşısında şaşırmak; 4) para veya makam sebebiyle şaşırıp şımarmak, başı göğe ermek (veya değmek) alay beklenmeyen bir mutluluğa ermek, (bir şeyle) başı hoş olmamak bir şeyden hoşlanmamak: "Benim içki ile başım hoş olmadı, şampanyadan sonra habire yedim durdum."-B. Felek, (birinin) başı için "çocuğumuzun başı için, annenizin başı için" vb. sözlerde değerli bir kişi ortaya konarak kullanılan ant veya yalvarma sözü: "Aman Ali Bey'in başı için beni ele vermeyin. " -M. C. Kuntay. başı kazan gibi olmak başında çok ağrı ve uğultulu bir sersemlik olmak: "Başım kazan gibiydi, bir kavanoz aspirin içsem ağrımın geçeceğine ihtimal vermiyordum." -T. Dursun K. başı nâra yanmak başkası uğruna büyük bir zarara uğramak, başı sıkılmak (veya sıkışmak) herhangi bir güçlük karşısında kalmak, bunalmak: "Baba dostu bir adam, başı sıkıldıkça Edip Münir ona koşar." -H. R. Gürpınar, başı sıkıya gelmek herhangi bir güçlük karşısında bunalmak, zor durumda kalmak: "Başımız sıkıya geldi mi, hemen onlara koşacağız." -Ö. Seyfettin, başı taşa değmek ağır bir durum kendisine ders olmak, başı tutmak gürültüden veya üzüntüden başı ağrımak, başı üstünde yeri olmak 1) her zaman iyi karşılanmak, ağırlanmak: "iyi, sefa geldiler, hoş geldiler, başımızın üstünde yerleri vardı elbet." -T. Dursun K. 2) bir düşünce veya davranışı uygun bulmak, başı yastığa düşmek yorgunluktan veya güçsüzlükten uykuya dalmak: "Ve tekrar başı yastığa düştü ve uyudu." -Y. K. Karaosmanoglu. başı yastık yüzü görmemek yatağa yatıp uyumamış olmak, başı yerine gelmek zihin yorgunluğu geçmiş olmak, (atın) başı zapt olunmamak (at) binicisini alıp götürmek, başım gözüm üstüne belirtilen istekleri içtenlikle yapmayı kabul etmeyi anlatan bir söz. başımla beraber memnunlukla, seve seve: "Ben de postu senin eve sererim. A, gel Sedat, başımla beraber." -S. F. Abasıyanık. başın sağ olsun yakınlarından birini toprağa vermiş bir kimseye söylenen ilgi ve yakınlık anlatan söz: "Bütün kadınlar alay alay başın sağ olsuna gittiler." -H. E. Adıvar. basma balta kesilmek (veya olmak) sürekli istemek, ısrar etmek, inat etmek: "Bir kere tadına varanlar, yine ondan ver diye başıma balta kesiliyorlar." -H. R. Gürpınar, başına bela açmak kötü bir olay dolayısıyla dert sahibi olmak: "Şu Yaşar kaçakçılıkla başına bir bela açabilir." -N. Araz. başına bela almak bir sorunla karşılaşmak, kötü bir duruma düşmek: "Al başına belayı, bir de hasta bakıcılık edeceğiz." -Z. Selimoğlu. başına bela olmak (veya kesilmek) sıkıntı vermek, tedirgin etmek, musallat olmak: "Bütün ev halkının başına bela kesildiği bu adam evlenmesine en çok itiraz eden büyük oğlunu kapı dışarı etmiştir." -Y. K. Karaosmanoglu. başına bir hâl gelmek 1) kötü bir duruma uğramak; 2) ölüm ihtimali olmak, başına dünyanın belasını sarmak büyük felaket getirmek: "Sonradan Kayabaşı'nın başına ve bizim başımıza dünyanın belasını saracak kadar zengindik." -T. Dursun K. (birinin) başına çalmak bir şeyi öfkeyle, nefretle geri vermek, başına çalsın birine verilmek istenilen bir şeyin öfke ve nefretle geri çevrildiğini anlatmak için söylenen bir söz. başına çıkarmak şımartmak, çok yüz vermek, (birinin) başına çıkmak birinden yüz bulup ona karşı pek şımarıkça davranmak, (birinin) başına çorap örmek birine, haberi olmadan kötü duruma düşürücü davranışta bulunmak, başına dert etmek (veya açmak) bir şeyi üzüntü konusu yapmak: "Giderayak başımıza yeni bir dert açmayasın!" -A. İlhan, başına devlet (veya talih) kuşu konmak beklemediği büyük bir nimeti ele geçirmek, (birinin) başına dikilmek 1) birinin yanından uzaklaşmamak, onu denetim altında bulundurmak; 2) bir işi yaptırmak için yanında ayakta durmak; 3) bir şeyin yanında ve ayakta beklemek: "Gidip iskelenin başına dikiliyor gelen yolcuyu buyur etmek için." -Z. Selimoğlu. başına dikmek 1) birini veya bir şeyi korumak için bir kimseyi görevlendirmek: "Başıma bir nöbetçi diktikten sonra bırakıp gitti." -T. Buğra. 2) bir içeceği kabı yukarı kaldırarak sonuna dek içmek: "Orada alışmışlar, su yerine hk hk hk bira şişesini dikerlermiş başlarına, içerlermiş." -T. Dursun K. başına dolamak musallat etmek, (birinin) başına ekşimek 1) ağır yük olmak; 2) üstüne kalmak, başına geçirmek 1) başına giymek: Şapkasını başına geçirdi. 2) bir şeyi öfke ile birisinin başına vurmak: Şimdi tencereyi başına geçiririm! (birinin) başına geçmek en üstün yeri almak, önderlik yapmak: "... onları bahçeye toplayarak başlarına geçerek akşama kadar âdeta kudurturdum." -R. N. Güntekin. (bir şeyin) başına geçmek 1) görevi altında bulundurmak; 2) bir işin yönetimini ele almak; 3) bir işi yapmaya başlamak; 4) bir şeyin etrafında toplanmak, yer almak: "Tekrar masanın başına geçerek tavla oynamaya başladık." -R. N. Güntekin. başına gelmek 1) bir görevi üstlenmek, yüklenmek; 2) kötü bir durumla karşılaşmak; 3) beklenmedik, şaşırtıcı bir olay veya durumla karşılaşmak: "O gün Bakırköy'den gelirken yolda benim başıma gelenleri sana bir anlatsam..." -O. C. Kaygılı, başına güneş geçmek güneş çarpmak. başına iş açmak uğraştırıcı ve üzücü bir işin çıkmasına yol açmak: "Sen de durup dururken başına iş açarsın... Ne yapacaksın bu pisi?" -R. N. Güntekin. başına iş çıkarmak istenilmeyen veya uğraştırıcı bir işe yol açmak, başına iş çıkmak boşa gitmeyen ve beklenmedik bir iş veya olayla karşılaşmak, başına kakınç etmek yapılan bir iyiliği sürekli olarak söyleyerek bıktırmak, başına kakmak, başına kakmak yapılan bir iyiliği yüzüne vurarak birini üzmek: "Ali Rıza Bey onu şirkete yerleştirmekle Allah razı olsun, büyük bir iyilik etmişti. Fakat onu ikide birde başına kakması doğru olmazdı." -R. N. Güntekin. (birinin) başına kalmak istemediği hâlde bir işi yapmak veya bir kimseye bakmak zorunluluğu ile karşılaşmak: "Adam yüzüstü bırakıp gidince böyle bir numara çevirip başına kalmayı deniyor anlaşılan." -E. Bener. başına kan çıkmak öfkelenmek, hiddete kapılmak, kontrolünü yitirmek: Bizim merkez memuru celallidir, başına çabuk kan çıkar, hatırınızı kıracak şeyler yapar." -P. Safa. başına karalar bağlamak çok kederlenmek, (bir işin veya şeyin) başına oturmak Bir işi yapmaya başlamak, işe koyulmak: "Kendine güvenini tam bulduğu, oyununu yazabileceğine inandığı gün oturacaktı masanın başına." -N. Cumalı. (bir şeyi birinin) başına sarmak birine musallat etmek. başına taç etmek çok değer vermek, ilgi göstermek, başına taş düşmek (veya yağmak) felakete uğramak, başına yıkmak harap etmek, zor durumda bırakmak: "Babamın evinden çıktım / Evini başına yıktım." -Halk türküsü, başına vur, ağzından lokmasını al uysal ve sessiz kimseler için kullanılan bir söz: "Temizdim, sakindim, başıma vur, ağzımdan lokmamı al." -A. Gündüz, başına vurmak 1) içtiği içki ne yaptığını bilemez bir duruma düşürmek; 2) gaz veya sıcaktan başı ağrımak, (bir şeyin) başında beklemek (veya durmak) yanında durup gözetlemek, (birinin) başında değirmen çevirmek gürültü ile tedirgin etmek, başında kavak yeli esmek 1) genç sorumluluk duygusundan uzak, zevk, eğlence peşinde koşmak: "Kocası yaşlı diye genç bir kadının başında kavak yelleri estiğine hükmetmek lazım gelmez." -R. H. Karay. 2) gerçekleşmeyecek şeyler düşünerek vakit geçirmek, (bir durum birinin) başında olmak aynı sıkıntılı, belalı durumda bulunmak: Senin müdür başımda olduğu sürece bana da rahat yüzü yoktur, (bir işin) başında olmak 1) yöneticisi olmak; 2) İşe sahip çıkmak, başında paralansın yapılan bir iyilik çok söylendiğinde o iyiliğin artık istenmediğini belirten bir söz. başında torbası eksik kaba saba, yontulmamış (kimse). başından almak kurtarmak, sorumluluğunu almak: "Çiftlikte bir kısım toprakları başımızdan alacak müşteriyi beklemekten başka bir tasamız kalmadı." -R. N. Güntekin. başından aşağı kaynar sular dökülmek üzüntülü veya kötü bir olay karşısında birdenbire büyük bir sıkıntı duymak, (birinin işi) başından aşkın olmak işi pek çok olmak, başından atmak 1) yapılması güç bir işi yapmaktan kendini kurtarmak: "Madem bunları siz kendi başınızdan atmak istiyorsunuz, emanet olarak şu masaya bırakın." -S. Birsel. 2) sürdürülmesi gereksiz görülen bir bağlılığa, bir ilişkiye son vermek: "Hilmi Efendiyi başlarından atmak yolunu arıyorlardı." -R. H. Karay, başından büyük işlere girişmek (veya kalkışmak) gücünün üstünde olan işlere kalkışmak, başından geçmek daha önce aynı duruma uğramış olmak, (bir işi) başından kesmek yapılması istenmeyen bir işi baştan engellemek, başından korkmak hayatından kaygı duymak, cezalandırılmaktan korkmak, başından savmak bir istekte bulunanı sözde bir sebeple uzaklaştırmak: "Yoksa başımdan savmak için akla karayı mı seçeceğim?" -R. H. Karay, başını ağrıtmak 1) gereksiz sözlerle birini bunaltmak; 2) bir iş için birini tedirgin etmek, uğraştırmak: "İkide bir ah Çingeneler vah Çingeneler diye gelip böyle başımı ağrıtma." -O. C. Kaygılı, başını ağrıtmamak (veya başınızı ağrıtmamak) sözün uzamasından dolayı özür dilemek, (bir şeyden) başını alamamak bir şeyden kurtulamamak: Dertten başını alamıyor, başını alıp gitmek izin almadan ve gideceği yeri bildirmeden gitmek, savuşmak: "O, dönüşümü sabırsızlıkla beklerken bir kâğıt bırakır, başımı alıp giderdim." -R. H. Karay, başmı ateşlere yakmak başına büyük bir dert almak, başını bağlamak 1) başına örtü vb. bağlamak; 2) birini nişanlamak veya evlendirmek, (bir şeyin) başım beklemek 1) gözetlemek; 2) hastanın yanında bulunmak, başını bir yere bağlamak birini bir işe yerleştirmek, işsizlikten, başıboşluktan kurtarmak, (birinin) başını belaya sokmak birini, kötü sonuçlar verecek bir duruma itmek: "Çekil git buradan, başım belaya sokma." -S. F. Abasıyanık. başını boş bırakmak yalnız veya serbest bırakmak, başmı çatmak baş ağrısını önlemek için alnın üstünden arkaya doğru eşarp vb. şeyleri çepeçevre bağlamak, başını çıkarmak bitki filizlenmeye başlamak, başını derde sokmak sıkıntılı bir duruma girmek veya getirilmek, başını dik tutmak onurunu korumak, başını dinlemek kafasını dinlemek: "Robenson, akilli Robenson'um /Ne imreniyorum sana bilsen / Göstersen adana giden yolu /Başımı dinlemek istiyorum." -C. S. Tarancı. başını döndürmek 1) mutluluktan yarı sarhoş duruma getirmek; 2) kendine hayran bırakmak, başını duman almak 1) sis kaplamak, sis bürümek: "Duman almış dağların başını." -Halk türküsü. 2) efkârlanmak. başını ezmek bir daha kötülük edemeyecek duruma getirmek, başını gözünü yarmak bir işi kötü yapmak, bir işi istenildiği gibi yapmamak, (birinin) başını istemek öldürülmesini istemek, başını kaldırmamak (veya kaldıramamak) 1) bir işi aralıksız sürdürmek; 2) iyileşememek, yataktan çıkamamak, başını kaşımaya vakti olmamak (veya başını kaşıyacak vakti olmamak) arada en ufak başka bir iş yapamayacak kadar sıkışık durumda bulunmak: "Büyük babanın artık başım kaşıyacak vakti yoktur. Kâh çocukları kırda oynamaya götürüyor, kâh onlara ocakbaşında masallar söylüyor." -R. N. Güntekin. başını koltuğunun altına almak Ölümü göze alarak bir işe girişmek, başım kurtarmak 1) canını korumak; 2) geçimini sağlayacak bir duruma gelmek, (birinin) başını nâra yakmak birini ağır bir zarara uğratmak, başını ortaya koymak bir İşe girişirken ölümü göze almak, (bir yere) başını sokmak barınacak bir yer bulmak: "Çok şükür başımızı bir yere soktuk, şimdilik tatlı söyleyelim tatlı yiyelim." -Z. Selimoğlu. başını taştan taşa vurmak çaresiz kalarak çok pişman olmak. başını toplamak kadın saçını toplayıp basma bir çekidüzen vermek, başını uçurmak kellesini uçurmak, başını vermek kendini feda etmek, başını yakmak güç bir duruma sokmak, (birinin) başını yemek 1) yok olmasına sebep olmak: "Bütün kahramanlığına karşın sonunda başını yiyen de işte halkın bu küçük görüşü olur." -H. Taner. 2) güç duruma düşmesine yol açmak, başının altında yastığının altında, (bir şey birinin) başının altından çıkmak birinin hilesiyle yapılmak: "Anlaşıldığına göre bu iş Saniye'nin İstanbullu anasının başının altından çıkmıştı." -R. N. Güntekin. başının çaresine bakmak kimseden yardım görmeden kendi işini kendi yapmak, başının derdine düşmek başka bir şeyle İlgilenmeyecek kadar sıkıntılı durumda bulunmak, (birinin) başının etini yemek karşısındakini bezdirinceye, bıktırıncaya kadar sürekli konuşmak veya söylemek: "Bitirinceye kadar da kadıncağızın tepesine dikilip başının etini yemiş." -H. Taner, başının gözünün sadakası başa gelecek bir belayı savmak veya önlemek için yapılan bağış, özveri: "Bir herif çıksa da şunu başımdan alsa... Başım gözüm sadakası üç beş parça eşya, beş, on kuruş da para veririm." -R. N. Güntekin. başta taşımak çok saygı göstermek, baştan kara etmek batma tehlikesi karşısında, gemi başını karaya vurup oturmak, baştan kara gitmek sonunu düşünmeyerek hesapsız, batarcasma yaşamak.
→ başağaç, başağırlık, başağrısı, baş ağrısı, başakortçu, başaktör, başaktris, başaltı, baş altı, başasistan, baş aşağı, başbakan, baş başa, başbayi, baş belası, baş bezi, baş bıçağı, baş biti, başbuğ, başçavuş, başdanışman, başdekorcu, başdizgici, baş döndürücü, baş dönmesi, başdümenci, baş dümeni, başefendi, başeksper, başeser, başeski, başfiyat, başgardiyan, başgarson, başgedikli, başhakem, baş havlusu, başhekim, başhemşire, başhostes, başimam, başkafiye, başkahraman, başkaldırmak, başkaldırı, başkarakter, başkâtip, başkemancı, başkent, başkesit, başkilise, başkişi, başkomutan, başkonakçı, başkonsolos, başköşe, başkumandan, başlahana, başmabeyinci, başmakale, başmal, başmisafir, başmuallim, başmubassır, başmuharrir, başmurakıp, başmüdür, başmüezzîn, başmüfettiş, başmühendis, başmürettip, başmüsevvit, başnokta, başoda, başoyuncu, başöğretmen, başörtü, baş örtüsü, başpapaz, başparmak, başpehlivan, başpiskopos, başrahip, başrejisör, başrol, başsağlığı, başsavcı, başşehir, baş taban, baştabip, baş tacı, baştanımaz, başteknisyen, başucu, baş ucu, başuzman, başülke, baş üstü, baş üstü dolabı, başüstüne, başvekâlet, başvekil, başvurdurmak, başvurmak, başvuru, başvurulmak, başyapıt, başyardımcı, başyargıcı, baş yastığı, başyaver, başyazar, başyazı, başyazman, başyemek, başyıldız, başyönetmen, başyukarı, başa baş, başı açık, başı bağlı, başıboş, başıbozuk, başı bütün, başı dertte, başı devletli, başı dimdik, başı dinç, başı dumanlı, başı havada, başıkabak, başı kalabalık, başı önünde, başı yerde, başı yukarıda, başı yumuşak, başına buyruk, akbaş, alabaş, altınbaş, baltabaş, büyükbaş, delibaş, demirbaş, elbaş, elmabaş, erbaş, iribaş, kancabaş, karabaş, Kızılbaş, kocabaş, küçükbaş, saç baş, sallabaş, sıkma baş, tokmakbaş, topbaş, üst baş, yaş baş, yeşilbaş, astsubay başçavuş, astsubay kıdemli başçavuş, adımbaşı, asesbaşı, aşçıbaşı, atbaşt, aybaşı, ay başı, bacabaşı, barbaşı, bezirgânbaşı, binbaşı, borazancıbaşı, böcekbaşı, bölükbaşı, çarkçıbaşı, çeribaşı, çeşme başı, çeşnicibaşı, çıbanbaşı, dağbaşı, dağ başı, düğüncübaşı, elebaşı, eşekbaşı, gölbaşı, hafta başı, hahambaşı, hamalbaşı, hekimbaşı, ırgatbaşı, işbaşı, işin başı, kamçıbaşı, kayabaşı, kervanbaşı, kırkyılın başı, kocabaşı, koçbaşı, kolbaşı, koltukbaşı, köprübaşı, köşebaşı, kumbaşı, kuşbaşı, kuşçubaşı, liste başı, madde başt, masa başı, mehterbaşı, meme başı, mimarbaşı, müneccimbaşı, obabaşı, ocakbaşı, odabaşı, omuz başı, onbaşı, oymakbaşt, ön yüzbaşı, ördekbaşı, pazarbaşı, pınar başı, saat başı, sarbanbaşı, satır başı, sekbanbaşı, semazenbaşı, sofra başı, söz başı, subaşı, tepebaşı, ustabaşı, yanı başı, yârenbaşı, yılanbaşı, yılbaşı, yiğitbaşı, yüzbaşı, canla başla, adam başına, bir başına, kendi başına, kişi başına, silah başına, tek başına, yalnız başına, aklı başında, işbaşında eğitim, masa başında
baş (II) is. esk. Çıban.
başa baş zf 1. Eşit durumda, dengeli olarak. 2. Birine üstünlük sağlamadan: Bu iki güreşçi başa baş güreştiler, başa baş gelmek (veya kalmak) 1) eşit olmak, denk olmak; 2) berabere kalmak.
→ başa baş noktası
başa baş noktası is. Bir yabancı paranın veya değerli kâğıdın piyasa değeri İle üstünde yazılı değerin aynı olması durumu.
başağaç, -cı is, bot. Boyuna dikey yönden kesilmiş olan ve yıl halkaları çember biçiminde görüntü veren ağaç.
başağırlık, -ğı is, sp. Ağır sıklet.
başağrısı is. Sürekli sıkıntı yaratan durum veya kimse, başağrısı olmak sıkıntı vermek, uğraştırmak: "Efendim nemize lazım, sonra size baş ağrısı olur," -M. Ş. Esendal.
baş ağrısı is. Başın ağrıması, başta oluşan rahatsızlık.
→ yarım baş ağrısı
başak, -ğı is. 1. Arpa, buğday, yulaf vb. ekinlerin taneleri taşıyan kılçıklı başı: "Toprak üstünde ne tütün fidanı ne buğday başağı bırakmışlar." -A. Ş, Hisar. 2. hlk. Tarlalarda, bağlarda dökülmüş veya tek tük kalmış olan ürün. başak bağlamak (veya tutmak) arpa, buğday, yulaf vb. ekinlerde başak oluşmak, başak toplamak tarlalarda kalmış başakları veya bağlarda dökülmüş meyveleri toplamak.
→ salkım başak
Başak, -ğı is, astr. Zodyak üzerinde Aslan ile Terazi arasında bulunan burcun adı,
başakçı is. Tarlalarda kalmış başaklan veya bağlarda dökülmüş meyveleri toplayan kimse.
başakçık, -ğı is. bot. Çiçeklerde başağı oluşturan çiçek demeti veya topluluğu.
başaklama is. Başaklamak işi.
başaklamak (-i) hlk. Tarlalarda, bağlarda kalmış döküntüleri toplamak.
başaklanma is. Başaklanmak durumu.
başaklanmak (nsz) Başak bağlamak, tutmak.
başaklı sf. 1. Başağı olan (ekin). 2. Arka ucu başka biçimde olan (ok).
başakortçu is. Müzik aletlerini akort edenlerin başı: "Muhatabımız Silezya erganun fabrikasının başakortçularından biri imiş." -R. E. Ünaydın.
başaktör is. T. baş + Fr. acteur Bir filmde veya bir tiyatro eserinde en önemli erkek oyuncu: "Servet Bey onun başaktörünü de kumpanyaya almayı düşünmektedir." -R. N. Güntekin.
başaktörlük, -ğü is. Başaktör olma durumu.
başaktris is. T. baş + Fr. actrice Bir filmde veya bir tiyatro eserinde en önemli kadın oyuncu.
başaktrislik, -ği is. Başaktris olma durumu.
başaltı is. den. Gemilerde tayfa ve erlerin baş taraftaki koğuşları: "Bütün tayfa sandıklarını ve torbalarını başaltıdan güverteye taşımışlardı. " -Halikarnas Balıkçısı.
baş altı is. Yağlı güreşte pehlivanların ayrıldığı beş derecenin ikincisi.
başarı is. 1. Başarma işi. 2. Bir işte elde edilen yararlı sonuç, muvaffakiyet: "Bu başarı, onu garip bir yolda boşluk ve yalnızlık içinde bırakmıştı." -H. E. Adıvar. başarı göstermek (veya kazanmak) başarmak: "A-randığı, fikri sorulduğu, başarı kazandığı da oluyordu." -R. H. Karay.
başarılı sf. 1. Başarı gösteren, muvaffakiyetli: "Mutlu, başarılı, kendine güvenmeyi hak etmiş birisi..." -T. Buğra. 2. Başarılmış, üstesinden gelinmiş: Başarılı bir deneme. 3. zf. Başarılı bir biçimde, başarı göstererek: Sınavı başarılı geçti.
başarılma is. Başarılmak işi.
başarılmak (nsz) Başarı ile sona ermek: Bu iş başarıldı.
başarım is. 1. Elde edilen bir başarı. 2. sp. Bir sporcunun yapabileceği en iyi derece, takat sınırı, performans.
başarısız sf. 1. Başarı göstermeyen, muvaffakiyetsiz: Başarısız bir öğrenci. 2. Başarılamayan, muvaffakiyetsiz. 3. zf. Başarı göstermeyerek, başarısız olmak başarı sağlayamamak, basan gösterememek.
başarısızlık, -ğı is. Başarısız olma durumu, muvaffakiyetsizlik. başarısızlığa uğramak başarısız olmak: "Paşa acele bir taarruzun başarısızlığa uğramasından çekinmektedir." -F. R. Atay.
başarma is. Başarmak işi: "Bu işi başarmaya kalkanların sanat kalitesi üzerinde duruyor. " -S. F. Abasıyanık.
başarmak (-i) Bir işi istenilen biçimde bitirmek, muvaffak olmak: "Yüzünde zor bir işi başarmış adamın sevinci vardı." -M. Ş. Esendal.
başasistan is. (ba'şasistan) T. baş + Fr. assistant En kıdemli asistan: "Başasistanın kendisini böyle biçimsiz zamanda çağırtmasına sinirlenmişti." -H. Taner.
başasistanlık, -ğı is. Başasistan olma durumu.
baş aşağı is. 1. İniş. 2. zf. Başı aşağı gelecek biçimde: "Dükkânın camında baş aşağı asılmış, yan yana dizilmiş bastonlar duruyordu." -M. Ş. Esendal. baş aşağı düşmek kişiliğinden kaybederek toplum içindeki durumu sarsılmak: "Onun için hayatın bütün kanunu, bütün manası bu baş aşağı düşüşteydi." -Y. K. Karaosmanoğlu. baş aşağı etmek tersine çevirmek, baş aşağı gelmek tepesi üstü düşmek, baş aşağı gitmek işleri ters gitmek, sürekli zarar etmek.
başat sf. Benzerleri arasında güç ve önem bakımından başta gelen, hâkim, dominant.
→ başat karakter
başat karakter is. biy. Bir melezde her zaman ortaya çıkan karakter.
başatlık, -ğı is. Başat olma durumu, hâkimiyet.
→ başatlık yasası
başatlık yasası is. biy. Irk karışmasında güçlü öz yapının sonraki soylardan üstün geldiğini kanıtlayan yasa.
başbakan is. (ba'şbakan) Hükümetin ve Bakanlar Kurulunun başı, kabinenin başı, başvekil.
başbakanlık, -ğı is. (ba'şbakanlık) 1. Başbakan olma durumu, başvekâlet. 2. Başbakanın makamı, başvekâlet. 3. Başbakan ve görevlilerinin çalıştığı daire, başvekâlet.
baş başa zf Birlikte, beraberce: "Ayakaltı olmayan bir yer bul da baş başa oturalım." -R. H. Karay, baş başa bırakmak birinin, bir şeyle veya bir kimseyle yalnız kalmasını sağlamak: "Kızı, kendi yaşları ile baş başa bırakmak var." -M. Ş. Esendal. (bir kimseyle veya şeyle) baş başa kalmak biriyle veya bir şeyle yalnız kalmak: "Odanın kapısim sürmeleyip kitaplarımla baş başa kalmak saatim dört gözle beklerdim." -Y. K. Karaosmanoğlu. baş başa olmak birlikte bulunmak, beraber yaşamak: "Keyfımizce yaşamamıza mâni olur, baş başa olmamızı tercih ederim." -R. H. Karay, baş başa vermek 1) iki veya daha çok kimse bir kenara çekilip konuşmak: "Nahiye müdürü, mebus ve belediye reisi ile baş başa vererek bir şeyler konuşuyor." -R. N. Güntekin. 2) dayanışmak.
başbayi is. T. baş + Ar. bayi' Bir dağıtım işinde bütün bayilerin bağlı bulunduğu ana bayi.
başbayilik, -ği is. Başbayi olma durumu.
baş belası sf. Sıkıntı, üzüntü veren: "Benim bir köpeğim vardır. Başımın belası!" -S. F. Abasıyanık.
baş bezi is. hlk. Mendil.
baş bıçağı is. hlk. Ustura.
baş biti is. Bit.
başbuğ is. tav. 1. Eski Türklerde baş, başkan, komutan. 2. Osmanlı İmparatorluğu'nda savaş zamanı başka birliklerden ayrılıp bir araya getirilerek oluşturulan birliğin veya milis güçlerinin komutanı.
başçavuş is. (ba'şçavuş) ask. 1. Astsubay başçavuş: "Başçavuş, kalabalığı dağıtmaya çalışan jandarmalara seslendi." -N. Cumalı. 2. tor. Yeniçeri Ocağının çavuşu.
→ astsubay başçavuş, astsubay kıdemli başçavuş, kıdemli başçavuş
başçavuşluk, -ğu is. Başçavuş olma durumu.
başçı is. 1. İşçi başı. 2. Çiğ veya pişmiş koyun, kuzu, sığır başı satan kimse.
başçık, -ğı is. bot. Çiçeklerin erkek organlarında çiçek tozunu taşıyan torbacık, haşefe.
başdanışman is. (ba'şdamşman) Genellikle cumhurbaşkanlığı, başbakanlık ve bakanlıklarda görevlendirilen, alanlarında uzmanlaşmış, tanınmış ve ehliyetli kimse.
başdamşmanlık, -ğı is. Başdanışman olma durumu.
başdekorcu is. Dekorcuların başı, dekor hazırlamada en üst sorumlu.
başdekorculuk, -ğu is. Başdekorcu olma durumu: "Gömleğim ve yüzüm boyalar içinde tiyatromuzun başdekorculuğunu yapardım. " -R. N. Güntekin.
başdizgici is. Bir basımevindeki dizgicilerin başı, başmürettip, sermürettip.
başdizgicilik, -ği is. Başdizgici olma durumu, başmürettiplik, sermürettiplik.
baş döndürücü sf. 1. Şaşkına, serseme çevirici: "Bütün gücünü, kaynaklarını doğadan alan uygarlık, o kadar baş döndürücü bir hâl aldı ki, doğa artık insanın altından kayıyor. " -H. Taner. 2. Çabuklukta olağanüstü, aşırı. 3. Baygınlık verici.
baş dönmesi is. Göz kararıp düşecek gibi olma.
başdümenci is. Dümencilerin başı.
başdümencilik, -ği is. Başdümenci olma durumu.
baş dümeni is. Gemi veya teknelerin başına yerleştirilen ve iyi bir manevra sağlayan dümen.
başefendi is. (ba'şefendi) esk. Devlet dairelerinde kıdemli memur.
başefendilik, -ği is. Başefendi olma durumu.
başeksper is. (ba'şeksper) T. baş + Fr. expert Eksperlerin başı.
başeksperlik, -ği is. Başeksper olma durumu.
başeser is. (ba'şeser) T. baş + Ar. eşer Şaheser.
başeski is. (ba'şeski) 1. En kıdemli kimse. 2. tor. Yeniçeri bölüklerinin en kıdemsiz subayı ve erlerinin en kıdemlisi.
başfiyat is. T. baş + Ar. Jî'ât En iyi ürün İçin tespit edilen fiyat.
başgardiyan is. (ba'şgardiyan) T. baş + İt. guardiano Gardiyanların başı.
başgardiyanlık, -ğı is. Başgardiyan olma durumu.
başgarson is. (ba'şgarson) T. baş + Fr. garçon Garsonların başı, metrdotel.
başgarsonluk, -ğu is. Başgarson olma durumu.
başgedikli is. (ba'şgedikli) ask. esk. En yüksek rütbeli astsubay.
başhakem is. (ba'şhakem) T. baş + Ar. hakem sp. Yarışmayı veya oyunu yöneten hakemlerin başı, başyargıcı.
başhakemlik, -ği is. Başhakem olma durumu.
baş havlusu is. Banyodan sonra saçı kurulamak için kullanılan havlu.
başhekim is. (ba'şhekim) T. baş + Ar. hekim Bir hastaneyi yönetmekle görevlendirilen hekim, baştabip, sertabip.
başhekimlik, -ği is. 1. Başhekim olma durumu. 2. Başhekimin makamı. 3. Başhekim ve görevlilerin çalıştığı yer.
başhemşire is. (ba'şhemşire) T. baş + Far. hemşire Bir klinik veya hastanede hemşireleri yönetmekle görevlendirilen hemşire.
başhemşirelik, -ği is. Başhemşire olma durumu.
başhostes is. T. baş + İng. hostess Hosteslerin en deneyimlisi.
başhosteslik, -ği is. Başhostes olma durumu.
başı açık, -ğı sf. Başı örtü veya şapka ile örtülmemiş (kimse).
başı bağlı sf. 1. Serbest olmayan (kimse). 2. Evli olan (kimse). 3. Nişanlı olan (kimse). 4. Başını örten (kimse).
başıboş sf. (başı'boş) 1. Bir şeye veya kimseye bağlı olmayan: "Başıboş yaşayışa alışkın değildir." -H. Taner. 2. Bağlanmamış, serbest bırakılmış: "İstanbul'un başıboş köpekleri rahatça ömür sürmektedirler." -S. Birsel. 3. zf. mec. Yönetimsiz, baskısız, denetimsiz bir biçimde: "Günün birçok saatlerinde dar sokaklarda başıboş dolaşır, eski Anadolu evlerini seyrederdim." -A. H. Tanpınar. 4. zf. mec. Kendi isteğine göre, hiçbir etki altında kalmadan, (birini) başıboş bırakmak üstünde hiçbir baskı veya denetim bulundurmamak, kendi havasına bırakmak: "Durgun sular, başıboş bıraktığım sandalı / Yalıların önünden geçirdi yavaş yavaş." -F. N. Çamlıbel. başıboş kalmak baskı altında bulunmamak, karışanı, görüşeni olmamak.
başıboşluk, -ğu is. Başıboş olma durumu, anarşi: "Sait Faik'i Sait Faik yapan, bütün o yüksündüğü özellikleri idi. Aylaklığı idi, başıboşluğu idi." -H. Taner.
başıbozuk, -ğu is. (başı'bozuk) 1. Düzensiz topluluk. 2. tor. Askerlerin arasına katılmış sivil savaşçı. 3. sf. Karışık, içinden çıkılamayan: "Böyle bir durumda kendi hâline bırakmak ancak başıbozuk bir ekonomi ortamına yol açabilirdi." -Y. K. Karaosmanoğlu.
başıbozukluk, -ğu is. 1. Başıbozuk olma durumu. 2. Düzensiz davranış, düzensizlik, disiplinsizlik.
başı bütün sf. Eşi hayatta olan (kadın veya erkek).
başı dertte zf. Çözülmesi güç, sıkıntılı bir durumda.
başı devletli sf. Talihli, bahtı açık (kimse).
başı dimdik, -ği sf. Onurlu, gururlu (kimse).
başı dinç, -ci sf. Kaygısız ve tasası olmayan (kimse).
başı dumanlı sf 1. Doruğunu sis bürümüş (dağ). 2. Sarhoş.
başı havada sf. 1. Sevinçli (kimse). 2. Kibirli, gururlu (kimse).
başıkabak, -ğı sf. 1. Saçı dökülmüş veya dibinden kesilmiş (kimse). 2. zf. Başım örtmeden: "Kurt Hoca, başıkabak, yalın ayak, kolları sıvalı, evinin yüksek taraçasında kalaylı ibriğiyle abdestini tazeliyordu." -Ö. Seyrettin.
başı kalabalık, -ğı sf. Yanında bir İşi konuşamayacak kadar çok insan olan (kimse).
başına buyruk, -ğu sf. Kimseden izin almaksızın dilediği gibi davranan (kimse), failimuhtar.
başında is. Bir şeyin sırada önde olanı, önde geleni: "Öldürücü illetlerin başında kalp hastalıklarının geldiği malum." -P. Safa.
başı önünde sf. Uslu, çevrede gözü olmayan (kimse).
başı yerde sf. 1. Utangaç, mahcup (kimse). 2. Suçlu, kabahatli.
başı yukarıda sf. Kibirli, kendini beğenmiş (kimse).
başı yumuşak, -ğı sf. Uysal, söz dinler (kimse).
başimam is. (ba'şimam) T. baş + Ar. imâm Birden çok imam bulunan camilerde en kıdemli imam.
başimamlık, -ğı is. Başimam olma durumu.
başka sf. 1. Bilinenden ayrı, değişik, farklı, özge: "Yıllar sonra olaya başka bir açıdan bakabildim." -H. Taner. 2. Nitelik yönünden alışılmışın dışında bir üstünlüğü olan: "Bütün bunlar beni herkesten başka bir insan yapmıyor." -H. E. Adıvar. 3. Konu edilen, bilinenden ayrı nesne ve kimse için teklik veya çokluk olarak başkası, başkaları biçiminde kullanılan bir söz: "Başkalarının otuz liraya yaptığı bir kostümü siz niye seksen liraya yapıyorsunuz?" -R. N. Güntekin. 4. -e "Ayrıca, üstelik, bir yana" anlamlarında -dan / -den başka biçiminde kullanılan bir söz. başka işi yok mu? Bu işe ne diye karışıyor? Bu iş onu ilgilendirmez, başka olmak farklı olmak, değişik görünmek: "İlk aşkın hatırası ne de olsa başka oluyor." -H. Taner.
→ başka biri
başka biri zm. Diğer bir kimse.
başkaca zf. (başka'ca) Ayrıca.
başkafiye is. (ba'şkafıye) T. baş + Ar. kâfiye ed. Dize başlarında aynı kelime olmamak kaydıyla aynı sesleri veren kelimelerden oluşan uyak.
başkahraman is. (ba'şkahraman) T. baş + Far. kahraman ed Bir eserde başrolü oynayan kişi, başkişi.
başkahramanlık, -ğı is. Başkahraman olma durumu.
başkalaşım is. jeol. Bir kütlenin fizikçe ve kimyaca değişmesi, istihale, metamorfizm.
→ dış başkalaşım, iç başkalaşım
başkalaşma is. 1. Başkalaşmak işi. 2. biy. Embriyo evresinden ergin olana değin bir hayvanın geçirdiği biçim ve yapı değişimleri, istihale, metamorfoz: Böcekler, yaşantılarım tamamlayıncaya kadar türlü başkalaşmalar geçirirler.
→ tüm başkalaşma, yarı başkalaşma
başkalaşmak (nsz) 1. Başka bir varlığa, niteliğe dönüşmek, değişmek, farklılık kazanmak: "Adamın kimliği bile bir başkalaşıyor denize adım atıldı mı." -Z. Selimoğlu. 2. Biçim değiştirmek, istihale etmek: "Artık giyim kuşam, kılık kıyafet de başkalaşmıştı." -T. Buğra. 3. mec. Kötüleşmek, bozulmak.
başkalaştırma is. Başkalaştırmak işi.
başkalaştırmak (-i) Başka bir duruma getirmek.
başkaldırı is. Ayaklanma, isyan: "Tanışma, insanların ıstırap ve acıya karşı duydukları başkaldırıya dayanıyordu." -H. E. Adıvar.
başkaldırma is. Başkaldırmak işi.
başkaldırmak (nsz) 1. Ayaklanmak, isyan etmek: "Hiçbir şeye isyan etmez, kimseye başkaldırmazdı." -P. Safa. 2. İyice coşmak, kabarmak: "Başkaldınmş denizle dövüşe dövüşe boğulanı gördün mü?" -Z. Selimoğlu.
başkalık, -ğı is. Alışılana benzememe, değişik olma durumu, değişiklik: "Göstereceğimiz en büyük saygı ve sorumluluk, onun bu başkalığını en iyi şekilde gerçekleştirmesine yardım etmektir." -H. Taner.
başkan is. 1. Bir topluluğun, bir toplantının veya bir derneğin başında bulunan kimse, reis: "Ailede başkan odur, kararları o alır." -K. Taner. 2. Bazı ülkelerde devletin ve hükümetin başı.
→ başkan vekili, başkan yardımcısı, asbaşkan, eş başkan, genel başkan, onursal başkan, baro başkanı, belediye başkanı, bolüm başkanı, cumhurbaşkanı, devlet başkam, kurmay başkam, kürsü başkam, sandık başkanı
başkanlık, -ğı is. 1. Başkan olma durumu: "Cumhurbaşkanı başkanlığında toplanan Bakanlar Kurulu olağanüstü hâl ilan edebilir." -Anayasa. 2. Başkanın görevi veya makamı, reislik, riyaset, başkanlık etmek bir toplantı veya topluluğu, başkan olarak yönetmek.
→ başkanlık makamı, başkanlık sistemi, genel başkanlık, yarı başkanlık, cumhurbaşkanlığı
başkanlık makamı is. Başkanın oturduğu veya odasının bulunduğu yer.
başkanlık sistemi is. Devlet yönetiminde tek bir kişinin başkanlığında hükümet etme ve devleti yönetme esasına bağlı siyasi sistem.
başkan vekili is. Başkanın işini görmesi için yerine bıraktığı veya yetki verdiği kimse.
başkan yardımcısı is. Kurum ve kuruluşlarda başkana yardım eden sorumlu ve yetkili kimse.
başkarakter is. T. baş + Fr. caractere sin. ve tiy. Oyunun önde gelen asli karakteri, asli tipi.
başkası zm. Diğer bir kişi, herhangi bir kimse, diğeri, ötekisi: "Bir başkasını gönderir, soruşturmayı daha da derinleştirirlerdi." -E. Ben er.
başkâtip, -bi is. (başkâtip) T. baş + Ar. kâtib Bir resmî dairede veya kuruluşta çalışan kâtiplerin başı, başyazman: "İki üç gün sonra kendisine saraydaki başkâtibin bir kâtibi gelmiş." -A. Ş. Hisar.
başkâtiplik, -ği is. 1. Başkâtip olma durumu. 2. Başkâtibin makamı veya görev yeri.
başkemancı is. Orkestranın yönetici durumunda olan kemancısı.
başkemancılık, -ğı is. Başkemancı olma durumu.
başkent is. (ba'şkent) Bir devletin yönetim merkezi olan şehir, devlet merkezi, başşehir, hükümet merkezi: "Bir akşam, bu servetle başkentin en şık pavyonuna gitmişti." -Ç. Altan.
başkentlik, -ği is. Başkent olma durumu: "Ankara'nın başkentliğine bile karar vermemiştik. " -F. R. Atay.
başkesit is. (ba'şkesit) Ağacın boyuna dikey yönde kesilmesi sonunda yıl halkalarının çember biçiminde görüntü verdiği yüzey.
başkilise is. (başkilise) T. baş + Yun. din b. Piskoposluk makamı olan büyük kilise, katedral.
başkişi is. (ba'şkişi) ed. Başkahraman.
başkomutan is. (ba'şkomıttan) Savaşta bir devletin bütün kara, deniz ve hava kuvvetlerini yöneten büyük komutan, başkumandan, serdar.
başkomutanlık, -ğı is. 1. Başkomutan olma durumu: "Nihayet Mustafa Kemal başkomutanlığı kabul eder." -F. R. Atay. 2. Başkomutanın makamı.
başkonakçı is. (ba'şkonakçı) zool. Asalağın en iyi geliştiği, dolayısıyla en çok yararlandığı ve yaşamaktan hoşlandığı konakçı.
başkonsolos is. (başkonsolos) T. baş + Lat. consulus En yüksek derecedeki konsolos.
başkonsolosluk, -ğu is. 1. Başkonsolos olma durumu. 2. Başkonsolosun makamı.
başköşe is. (ba'şköşe) Bir yerde en saygm kişinin veya büyüklerin oturması için ayrılan yer, tör. başköşeye kurulmak saygm kişilere ve büyüklere ayrılan yere oturmak: "Adamakıllı bol entarisinin eteklerini savurta savurta geldi, başköşeye kuruldu." -A. İlhan.
başkumandan is. (ba'şkumandan) Başkomutan.
başkumandanlık, -ğı is. Başkomutanlık.
Başkurt öz. is. 1. Rusya'daki Başkurdistan Federe Cumhuriyeti'nde yaşayan Türk halkı veya bu halkın soyundan olan kimse. 2. sf. Bu halka Özgü olan, bu halkla ilgili.
Başkurtça öz. is. (başku'rtça) 1. Başkurt Türkçesi. 2. sf. Bu Türkçeyle yazılmış olan.
başlahana is. (ba'şlahana) T. baş + Yun. bot. Yapraklan sıkı, yuvarlak başlı lahana (Brassica oleracea). başlama is. Başlamak işi.
→ başlama atışı, başlama meridyeni, başlama vuruşu
başlama atışı is. sp. 1. Basketbolda oyuna başlarken topun hakem tarafından havaya atılması. 2. Voleybol, tenis ve masa tenisi oyunlarında ilk servis.
başlamak (-e) 1. Bir işe girişmek, harekete geçmek: "Şairliğe on sekiz yaşında gazel ve rubailerle başlamıştı." -H. Taner. 2. (nsz) Çalışır, işler, yürür duruma girmek: Bundan başka, evlenme hayatı da oldukça başarılı başladı." -H. E. Adıvar. 3. Olmak, oluşmak, ortaya çıkmak, doğmak: "Şiirimiz milletimizin Anadolu'daki teşekkülü ile başlar." -Y. K. Beyatlı. 4. Görünmek: "Kasabanın kenar mahallelerinden sonra bir mezarlık başlardı." -S. F. Abasıyanık. 5. Etkisini göstermek: "Kış başlarken yapraklar döküldü." -C. Uçuk. 6. Hoş olmayan bir davranışa koyulmak: "Etraftaki çocuklar gene arsızlanmaya başladılar." -O. C. Kaygılı, başlama! "hoş olmayan bir söz veya davranışı tekrarlama" anlamında bir emir sözü: Gene başlama!
başlama meridyeni is. coğ. Boylamların hesabında başlangıç olarak kabul edilen meridyen.
başlama vuruşu is. sp. Futbolda oyuna ilk başlamada veya her golden sonra topu santrada yeniden oyuna sokmada yapılan vuruş.
başlangıç, -cı is. 1. Bir iş, bir dönem, bir hayat vb.nin ilk bölümü: "Hayatın başlangıcı gibi sonu da bir ninni, masal ve uyku ihtiyacını duyuyor." -A. Ş. Hisar. 2. ed. Ön söz, giriş, mukaddime, başlangıç tutmak bir işi, bir dönemin, başladığı nokta veya tarih olarak kabul etmek, belirtmek: "Tarihler, bu sorunu açıklarken 1071 yılını başlangıç tutarlar. " -C. Uçuk.
→ başlangıç noktası
başlangıç noktası is. 1. Bir işin veya şeyin başladığı yer. 2. Parametrelenmiş bir yayın uçlarından biri. 3. mat. Sıfır sayısının, sayı doğrusundaki yeri.
başlanılma is. Başlanılmak işi.
başlanılmak (-e) Başlanmak.
başlanma is. Başlanmak işi.
başlanmak (-e) 1. Başlama işine konu olmak: Koşuya başlandı. 2. Baş oluşmak: Soğan başlandı.
başlatılma is. Başlatılmak işi.
başlatılmak (nsz) Başlatma işi yapılmak.
başlatma is. Başlatmak işi.
başlatmak (-i, -e) 1. Başlamasına yol açmak: "Kendini küçük yaşta zorla kemana başlatan amcasını o anda şefkatle hatırladı." -H. Taner. 2. Birinin kötü konuşmasına yol açmak.
başlayıcı sf. Bir şey öğrenmeye yeni başlayan (kimse), müptedi.
başlayış is. Başlama işi veya biçimi.
başlı sf. Başı olan: "O zaman kırmızı başlı kibritler vardı ya." -P. Safa.
→ başlı başına, ağırbaşlı, belli başlı, dik başlı, iki başlı, insanbaşlı, insan başlı, pek başlı, üç başlı, yaşlı başlı, yumuşak başlı, tüm başlılar, zırhlı başlılar
başlı başına zf Başka şeylerden ayrı olarak, kendi başına, tek başına: "Sevmek başlı başına saadettir." -A. Gündüz.
başlıca sf. (başlı'ca) En önemli, başta gelen: "Eleştirme her okurun, her seyircinin başlıca hakkıdır." -N. Ataç.
başlık, -ğı is. 1. Genellikle başı korumak İçin giyilen şapka, serpuş: "İyi ki güneş açmış, sıcak basmış da başlığını sıyırınca yüzünü görmüş tanımışlardı." -N. Cumalı. 2. Üst giysilerinin yakalanna takılı başlık, kapüşon. 3. Hayvan koşumunun başa geçirilen bölümü. 4. Bir sütunun, bir direğin tepeliği: "Önünden yüzlerce defa geçmiş olduğumuz bin yıllık çeşme, bir sütun başlığı birden gözümüzde şahsiyet ve değer kazanırdı." -S. Ayverdi. 5. Kâğıt veya zarf üstüne basılmış ad ve adres, antet. 6. Bir yazının, bir kitabın bölümlerinin başına konulan ve konuyu kısaca tanıtan ibare, serlevha. 7. Bazı bölgelerde, evlenirken, damadın kaynatasına ödemesi görenek olan para. 8. Tablaların veya iş parçalarının düzgün kalmasını sağlamak amacı ile baş taraflarına takılan parça. 9. Tekerlek parmaklarının çakılı olduğu kısım, top. başlık almak bazı bölgelerde, evlenirken kızın babası oğlanevinden para veya mal almak, başlık atmak (veya koymak) bir yazıya başlık olarak ad bulmak: "Marifet makaleye başlık koymakta değil, koyduğu prensibe uymaktadır." -R. H. Karay, başlık vermek bazı bölgelerde, evlenirken kızın babasına oğlanevi tarafından para veya mal vermek.
→ başlık parası, ah başlık, ara başlık, çelik başlık, forma başlık, Kızılbaşlık, üst başlık, lokma başlığı
başlıkçı is. Başlık yapan veya satan kimse.
başlıklı sf. 1. Başlığı olan: "Kırmızı önlüklü, siyah başlıklı kadınlar..." -Ö. Seyfettin. 2. Başlığı olan, antetli, anteti olan (yazı, kâğıt vb.).
başlık parası is. Bazı bölgelerde, evlenirken damadın kaynatasına ödemesi gereken para veya mal.
başlıksız sf. 1. Başlığı olmayan. 2. Başlığı olmayan, antetsiz, anteti olmayan, (yazı, kâğıt vb.).
başmabeyinci is. (ba'şmabeyinci) Osmanlı sarayında mabeyincilerin başı.
başmak, -ğı is. esk. Ayakkabı.
başmakale is. (ba'şmakale) Başyazı.
başmakçı is. 1. Ayakkabıcı. 2. Camilerde, giriş bölümünde, çıkarılan ayakkabılara bekçilik eden kimse.
başmakçılık, -ğı is. Başmakçı olma durumu.
başmaklık, -ğı is. 1. Camide ayakkabı konulan yer. 2. tar. Padişahın anne, kız kardeş, kız ve hasekilerine bağlanan ödenek, has, arpalık.
başmal is. T. baş + Ar. mâl Sermaye.
başmisafir is. T. baş + Ar. misafir En değerli konuk.
başmuallim is. T. baş + Ar. mu'allim esk. Başöğretmen.
başmuallimlik, -ği is. Başöğretmenlik.
başmubassır is. (ba'şmubassır) T. baş + Ar. mubassır esk. Gözetmenlerin başı olan kimse: "Başmubassır, budaklı kızılcık dalına meraklı idi." -F. R. Atay.
başmuharrir is. (ba'şmuharrir) T. baş + Ar. muharrir esk. Başyazar: "Birden, koridordan geçen başmuharririn emirler veren sesi işitildi." -H. R. Gürpınar.
başmuharrirlik, -ği is. Başyazarlık: "Refik Halit Yeni Mecmua'da başmuharrirlik ediyordu. " -F. R. Atay.
başmurakıp, -bı is. (ba'şmura:kıp) T. baş + Ar. murâkib En üst düzeydeki denetçi.
başmurakıplık, -ğı is. Başmurakıp olma durumu.
başmüdür is. (ba'şmüdür) T. baş + Ar. mudir En üst düzeydeki müdür.
başmüdürlük, -ğü is. 1. Başmüdür olma durumu. 2. Başmüdürle yönetilen kuruluş. 3. Başmüdürün çalıştığı daire.
başmüezzin is. (ba'şmüezzin) T. baş + Ar. mu'ezzin Birden çok müezzin bulunan camilerde en kıdemli müezzin.
başmüfettiş is. (ba'şmüffeüş) T. baş + Ar. müfettiş En üst düzeydeki müfettiş.
başmüfettişlik, -ği is. Başmüfettiş olma durumu.
başmühendis is. (ba'şmühendis) T. baş + Ar. mühendis En üst düzeydeki mühendis.
başmühendislik, -ği is. Başmühendis olma durumu.
başmürettip, -bi is. (ba'şmürettip) T. baş + Ar. murettib esk. Başdizgici.
başmürettiplik, -ği is. Başdizgicilik.
başmüsevvit, -di is. T. baş + Ar. musevvid esk. Yazı müsveddeleri hazırlayan ve adına müsevvit denen memurların başkanı: "Dört satırlık bir şey de olsa onun yazdığını başmüsevvît görür, tashih eder." -R. H. Karay.
başnokta is. T. baş + Ar. nokta mat. Başlangıç noktası.
başoda is. Geleneksel Türk evinde özellikle konukların ağırlandığı büyük ve özenle döşenmiş oda.
başoyuncu is. (ba'şoyuncu) sin. ve tiy. Bir filmde veya tiyatro eserinde başrolü canlandıran oyuncu.
başoyunculuk, -ğu is. Başoyuncu olma durumu.
başöğretmen is. (ba'şöğretmen) esk. (ilkokullarda) Yönetimden sorumlu olan öğretmen, müdür, başmuallim.
başöğretmenlik, -ği is. Başöğretmen olma durumu, başmuallimlik.
başörtü is. (ba'şörtü) Baş örtüsü.
başörtülü sf. (ba'şörtülü) Başını başörtü ile örtmüş olan (kadın): "Beyaz başörtülü hanımlar, hep büyük iyilik yükü taşıyorlar gibi ağır ve yavaştılar." -A. Ş. Hisar.
baş örtüsü is. Kadınların saçlannı örtmek için kullandıkları örtü, eşarp.
başpapaz is. (ba'şpapaz) T. baş + Yun. Bazı kiliselerin papazlarına, öteki papazlara göre bir üstünlük veren unvan.
başpapazlık, -ğı is. 1. Başpapaz olma durumu. 2. Başpapazın sorumluluğunda olan bölge.
başparmak, -ğı is. El ve ayakta bulunan en kalın parmak, badem parmak: "Şuraya başparmağını bas dediler, ben de bastım." -S. F. Abasıyanık.
başpehlivan is. (ba'şpehlivan) T. baş + Far. pehlevân Birçok pehlivanı yenerek gücünü kabul ettirmiş pehlivan.
başpehlivanlık, -ğı is. Başpehlivan olma durumu.
başpiskopos is. (ba'şpiskopos) T. baş + Yun. Katoliklerde piskoposların başı olan din adamı.
başpiskoposluk, -ğu is. 1. Başpiskopos olma durumu. 2. Başpiskoposun makamı.
başrahip, -bî is. T. baş + Ar. râhib Manastırlarda en kıdemli ve yönetimden sorumlu rahip.
başrahiplik, -ği is. 1. Başrahip olma durumu. 2. Başrahibin makamı.
başrejisör is. T. baş + Fr. regisseur Başyönetmen: "Herkes biliyordu... Yazarlar, tiyatronun hakiki seyircileri, bu işten anlamıyorlar ve başrejisör bile..." -T. Buğra.
başrejisörlük, -ğü is. Başyönetmenlik.
başrol, -lü is. T. baş + Fr. röle 1. Başoyuncunun rolü. 2. Bir filmin veya bir tiyatro eserinin başkişisini canlandırma işi.
başsağlığı is. Ölen bir kimsenin yakınlarına ilgi ve yakınlık gösterme, başsağlığı dilemek ölen bir kimsenin yakınlarına ilgi ve yakınlık anlatan sözler söylemek, başsağlığı vermek hlk. başsağlığında bulunmak, başsağlığında bulunmak ölen bir kimsenin yakınlarım ziyaret ederek ilgi ve yakınlık belirten sözler söylemek.
başsavcı is. (ba'şsavct) En üst düzeydeki savcı.
başsavcılık, -ğı is. 1. Başsavcı olma durumu. 2. Başsavcının görevi veya makamı.
başsız sf. 1. Başı olmayan. 2. mec. Yöneticisi, başkanı olmayan, başsız bırakmak 1) yöneticisiz bırakmak; 2) büyüğünü yitirmesine sebep olmak, başsız kalmak (veya bırakılmak) 1) yöneticisi, başkanı bulunmamak: "Fakat o gözünü kapayınca başsız kalan konak ..." -R. N. Güntekin. 2) büyüğünü yitirmek.
başsızlık, -ğı is. 1. Başı veya başkanı bulunmama durumu. 2. sos. Siyasi ve idari kurumlardaki çözülme sonucunda devlet denetiminin kalmaması durumu, erksizlik, anarşi.
başşehir, -hri is. (ba'şşehir) T. baş + Far. şehr Başkent.
başta sf. 1. En önde olan: "Arabacı mola verdiği zaman başta o büyük kızla büyük oğlan olmak üzere çocuklar aşağı atladı." -O. C. Kaygılı. 2. zf. Özellikle, başta (veya başında) bulunmak bir işin yöneticisi olmak, başta gelmek önde olmak, üstün durumda olmak: İpekçilikte Bursa başta gelir, başta gitmek en ileri durumda bulunmak.
baştaban is. (ba'ştaban) mim. Yunan ve Roma mimarlıklarında, sütunların üstüne oturan ve iki sütun arasındaki uzaklığın üstünü örten büyük, uzun taş kirişlerin oluşturduğu bölüm.
baştabip, -bi is. (ba'ştabip) T. baş + Ar. tabib Başhekim,
baştabiplik, -ği is. Başhekimlik.
baş tacı is. (baş ta:cı) 1. Çok sevilen kimse. 2. Çok beğenilen şey. baş tacı etmek çok sevmek ve saymak, el üstünde tutmak: "Doğuda veya batıda hangi memlekete gitse baş tacı edilir, bir şeref misafiri gibi ağırlanırdı, " -T. Buğra.
baştan zf Başından alarak, bir kez daha, yeniden: Konuyu baştan anlatayım, baştan aşmak pek çok olmak, pek çoğalmak, baştan çıkarmak ayartmak, kötü yola sürüklemek, doğru yoldan saptırmak: "Perihan adında bir bayan, bizim güveyi dans arasında ayartıp baştan çıkarmış." -M. Ş. Esendal. baştan çıkmak ahlakı bozulmak. baştan kalmış (veya kalma) başkası tarafından kullanılmış.
→ baştan aşağı, baştan başa, baştankara, baştan savma, baştan sona, yeni baştan
baştan aşağı zf. Hepsi, bütünü, bir uçtan öbür uca kadar: "Nasıl birden düşerse bir ağaca yıldırım / Beni baştan aşağı çarpar o lahza inme"-F.N. Çamlıbel.
baştan başa zf. 1. Tamamen, bütünüyle, hepsi bir arada: "Yaptıkları baştan başa sersemlik ve aptallıktır." -R. H. Karay. 2. Başından sonuna kadar, bir uçtan bir uca: "Kasabayı baştan başa dolaşan davulcu yorulmuştu." -S. F. Abasıyanık.
baştanımaz sf Asi, isyancı, düzen bozucu.
baştanımazlık, -ğı is. Anarşizm.
baştankara is. (ba'ştankara) zool. Ötücü kuşlar takımının baştankaragiller familyasından, Kuzey Afrika, Avrupa ve Asya'da yaşayan, böcek yiyerek tarıma yararlı olan, oldukça kısa, güçlü ve sivri gagalı, çeşitli renklerde olabilen bir kuş türü (Parus maior).
baştankaragiller ç. is. zool. Omurgalı hayvanların ötücü kuşlar takımından yüz kadar kuş türünü içine alan geniş bir familya.
baştan savma sf. 1. Ustünkörü. 2. zf Gelişigüzel: "Reis baştan savma dinler, söz bitince de müzakerenin açıldığım haber verir." -M. Ş. Esendal.
baştan savmacı is. Bir işi yapmamak veya savsaklamak için bahane bulan, başından savan veya atan kimse.
baştan savmacılık, -ğı is. Bir işi yapmamak için bahane bulma işi: "Laubalilik, kapris, baştan savmacılık, bu şerefi mesleğin insanlarına yakışmaz." -H. Taner.
baştan sona zf Daima, her zaman: "Evet, ama bana baştan sona bağlı kalmıştır." -K. Tahir.
bastarda is. (başta'rda) İt. galca bastarda tar. ve den. Osmanlı donanmasında yer alan kadırga cinsinden bir tür savaş gemisi.
başteknisyen is. (ba'şteknisyen) T. baş + Fr. teenniden En yüksek düzeyde bulunan teknisyen.
başteknisyenlik, -ği is. Başteknisyen olma durumu.
başucu is. astr. ve coğ. Bir yerin düşeyinin gök küreyi kestiği nokta.
→ başucu noktası, başucu uzaklığı
baş ucu is. Yatılan bir yerin baş konulan yönü veya yakını: "Halsiz yatan bir hastanın baş ucunda hiç eğlenilir mi?" -Ö. Seyfettin.
→ baş ucu kitabı
baş ucu kitabı is. Sık sık yararlanılan, ana bilgileri veren, değerini hiç yitirmeyen eser: "Tam anlamıyla baş ucu kitaplarıdır bu beş kitap." -N. Cumalı.
başucu noktası is. astr. Yeryüzündeki bir gözlem noktasından geçen düşey doğrultusunun gökyüzünü deldiği iki noktadan, ufkun üstünde olanı, semtürreis.
başucu uzaklığı is. astr. Gökyüzünde verilen bir nokta veya yıldızın başucu noktasından açısal uzaklığı.
başuzman is. (ba'şuzman) En yüksek düzeyde bulunan uzman.
başuzmanlık, -ğı is. Başuzman olma durumu.
başülke is. (ba'şülke) Sömürge imparatorluklarında sömürgelere egemen olan ülke: Vaktiyle Hindistan'ın başülkesi Büyük Britanya idi.
baş üstü is. den. Geminin ön bölümünde çapanın bulunduğu yer: "İçlerinden bir gönüllü istedim, baş üstüne gidip ırgatı çalıştıracak güçte bir adam." -Z. Selimoğlu.
→ baş üstü dolabı
baş üstü dolabı is. Uçaklarda, otobüslerde el bagajını koymaya yarayan kapaklı dolap.
başüstüne ünl. (ba:şüstüne) Bir isteği, buyruğu hemen yerine getireceğini bildiren söz, oldu.
başvekâlet is. (ba'şvekâ.iet) T. baş + Ar. vekâlet Başbakanlık.
başvekil is. (ba'şvekil) T. baş + Ar. vekil Başbakan: "Başvekil olan Ahmet Vefik Paşa hemen arabasına atlayıp gitmiş." -A. Ş. Hisar.
başvekillik, -ği is. Başvekil olma durumu.
başvurdurma is. Başvurdurmak işi veya durumu.
başvurdurmak (-e) Başvuru işi yaptırmak, müracaat etmesini sağlamak, müracaat ettirmek.
başvurma is. Başvurmak işi, müracaat: "Bunu sağlamak için her çareye başvurması bundandır." -H. Taner.
başvurmak (-e) 1. Bir işin yapılması için bir kimsenin aracılığını istemek. 2. Bir şeye yararlanmak amacıyla el atmak. 3. Bilgi sahibi olmak için bir kaynağı kullanmak, müracaat etmek.
başvuru is. 1. Başvurma işi, müracaat. 2. Bilgi sahibi olmak İçin bir kaynağı kullanma, bilgiye ulaşma, referans: Başvuru kitapları.
başvurucu is. Bir iş için başvuran kimse, müracaatçı.
başvurulma is. Başvurulmak durumu.
başvurulmak (nsz) Başvuru yapılmak, müracaat edilmek.
başyapıt is. (ba'şyapıt) Şaheser.
başyardımcı is. (ba'şyardımcı) Bir kurum veya kuruluşta görevli amirin yardımcılarından en üst düzeyde olanı: "Benim başyardımcım, aman beyefendi, mesela beş yerine on sarf etmek günahtır, dedi." -R. N. Güntekin.
başyardımcılık, -ğı is. Başyardımcı olma durumu.
başyargıcı is. (ba'şyargıcı) sp. Başhakem.
baş yastığı is. Yatakta başın altına konulan yastık.
başyaver is. (ba'şya:ver) Yaverlerin başı olan kimse.
başyaverlik, -ği is. 1. Başyaver olma durumu. 2. Başyaverin görevi veya makamı.
başyazar is. (ba'şyazar) Bir gazete veya derginin başyazılarını yazan kimse, başmuharrir, sermuharrir: "Tanin gazetesine ve baş yazarına pek şiddetli bir dille çatmaktan kendimi alamamıştım." -Y. K. Karaosmanoğlu.
başyazarlık, -ğı is. Başyazar olma durumu, başmuharrirlik, sermuharrirlik.
başyazı is. (ba'şyazı) Gazete ve dergilerde ilk sütuna veya birinci sayfaya konulan önemli yazı, başmakale.
başyazman is. (ba'şyazman) Başkâtip.
başyazmanlık, -ğı is. Başkâtiplik.
başyemek, -ği is. (ba'şyemek) Geleneksel Türk mutfağında çorbadan sonra gelen en önemli yemek.
başyıldız is. (ba'şyıldız) astr. Çift yıldızlarda büyük olan yıldız.
başyönetmen is. Bir filmde veya tiyatro oyununda en üst düzeyde yönetmenlik yapan kimse, başrejisör.
başyönetmenlîk, -ği is. Başyönetmen olma durumu.
başyukarı is. Bir yer altı kuyusunun üst kısmına geçmeyi sağlayan geçit.
bat is. hlk. Kurşun boruların ağzını açmakta kullanılan, şimşirden yapılmış, ucu sivri bir çeşit takoz.
bata çıka zf Güçlükle zorlukla: "Tekrar başlayan tipinin içinde bata çıka, bir iki sokak geçtik." -R. N. Güntekin.
batak, -ğı is. 1. Üzerine basıldığında çöken çamurlaşmış toprak: "İnsan bu kumda, bir batakta gibi yürür, ayağını güç çeker, her adımda bir günlük yol zahmeti duyar." -F. R. Atay. 2. Kötü durum, içinden çıkılmaz iş: "Bu bataktan kendini kurtarmaya çalıştıkça büsbütün saplandığını dehşetle görüyordu." -R. N. Güntekin. 3. sf. mec. Hayır gelmez, yarar sağlamaz, batmış, batağa saplanmak içinden çıkılması güç bir durumda olmak.
→ batak çulluğu, batakhane, karabatak
batakçı is. 1. Borcunu ödememeyi alışkanlık edinmiş kimse: "Ne türlü batakçı olduğunu bile bile paranı ona kaptırmayacaktın." -R. H. Karay. 2. Eline geçen parayı batıran kimse.
batakçıl sf. Bataklıkları seven, bataklıklarda yaşayan (bitki, hayvan).
batakçılık, -ğı is. Batakçı olma durumu.
batak çulluğu is. zool. Çullukgillerden, bataklıklarda yaşayan, rengi kahverengiye çalan siyah, 30 cm uzunluğunda bir çulluk türü (Gallinago gallinago).
batakhane is. (batakhaıne) T. batak + Far. hâne 1. Gidenlerin dolandırıldığı veya kötü bir durumda bırakıldığı yer. 2. mec. İşlerin zamanında ve gereğince yapılmadığı yer.
bataklı sf. Bataklığı olan (yer).
bataklık, -ğı is. 1. Çok derin olmayan sularla örtülü batak bölge: "Bataklıklarda birçok hayvan yığıldı kaldı." -Ö. Seyfettin. 2. mec. Uygunsuz ve kötü, ahlak dışı durum: "Bizler kendisini bu bataklıktan kurtarmak için fazlasını bile yaptık." -E. İ. Benice.
→ bataklık ardıcı, bataklık baykuşu, bataklık gazı, bataklık keteni, bataklık kırlangıcı, bataklık kuşları, bataklık nergisi
bataklık ardıcı is. zool. Bataklık ve sık bitki örtülü yerlerde yaşayan küçük ve ötücü kuş (Acrocephahus palustris).
bataklık baykuşu is. zool. Baykuşgiller familyasından, sırt tüyleri pas rengi olan, bataklıklarda yaşayan bir kuş türü, Ishak kuşu, hak kuşu (Asioflammeus).
bataklık gazı is. kim. Metan.
bataklık keteni is. bot. Pamuk otu.
bataklık kırlangıcı is. zool. Kısa gagalı, uzun kanatlı, uçarken deniz kırlangıcını andıran bir tür kuş (Glareda).
bataklık kuşları ç. is. zool. Omurgalı hayvanlardan hem tavuksuları hem yağmur kuşlarını içine alan kuşlar sınıfı.
bataklık nergisi is. bot. Avrupa ve Kuzey Amerika'da güneşli su kıyılarında yetişen çok yıllık bir bitki (Caltha palustris).
batar is. hlk. Zatürre.
batarya is. (bata'rya) İt. batarla ask. 1. En küçük topçu birliği: "Altmış bataryanın dünyayı sarsan sesi arasında bir tek ses daha yükseliyor." -A. Gündüz. 2. Savaş gemilerinde borda topları ve bunların bulunduğu güverte parçası: Sancak bataryası. İskele bataryası. 3. Pil. 4. tek. Birkaç aygıtın bir araya getirilerek belirli biçimde eklenmesinden oluşan takım: Elektrik bataryası. Musluk bataryası.
→ batarya ateşi, batarya kutusu, banyo bataryası, lavabo bataryası
batarya ateşi is. ask. Bir bataryada bulunan topların hep birden ateş düzenine geçmesi.
batarya kutusu is. tek. Bataryanın bütün olarak taşınmasını sağlayan sandık.
bataryalı sf. 1. Batarya ile güçlendirilmiş veya desteklenmiş. 2. Batarya ile çalışan (radyo, telefon vb.).
bateri is. Fr. batterie müz. Orkestrada vurmalı çalgı takımı, davul.
baterist is. Fr. batteriste müz. Davulcu.
bateristlik, -ği is. Baterist olma durumu.
batı is. 1. Yeryüzündeki başlıca dört yönden güneşin battığı yön, günindi, garp, doğu karşıtı: "En batıda sarı, iki yüksek tepeli bir dağ." -H. E. Adıvar. 2. sf. Bu yönde olan. 3. Bulunulan yere göre güneşin battığı yönde olan bölge, garp. 4. astr. Güneşin 22 Martta ve 23 Eylülde battığı nokta.
→ Batı Bloku, Batı Türkçesi, gün batısı, güneybatı, kuzeybatı
Batı öz. is. 1. Güneşin battığı yöndeki ülkeler bölgesi, Garp. 2. sf. Bu yönle ilgili, Garbi. 3. Siyasal anlamda Avrupa ve Kuzey Amerika: "Onun için Batı'da bunlara birer fonksiyon buluyorlar." -B. Felek.
Batı Bloku is. Batı Avrupa ülkeleri ile Kuzey Amerika ülkelerinin II. Dünya Savaşı'ndan sonra oluşturduğu blok.
Batıcı is. Batı kültür ve medeniyetinden yana olan kimse, Garpçı.
Batıcılık, -ğı is. Batı yanlısı olma durumu, Garpçılık.
batık, -ğı sf. 1. Batmış. 2. mec. İflas etmiş.
batıl sf. (ba:tıl) Ar. bâtil 1. Doğru ve haklı olmayan. 2. Çürük, temelsiz, asılsız. 3. Geçersiz: "Bütün kıymet hükümlerinin batıl ve bütün ölçülerin bozuk olduğunu ispat yolunda birbiriyle müsabaka eden muharrir ve mütefekkirlerin adedi, o devirde, sayılmayacak kadar çoktu." -Y. K. Karaosmanoğlu. 4. Asılsız.
→ batıl inanç, batıl itikat
Batılı sf. 1. Batı ülkeleri veya batı bölgesi halkından olan (kimse), Garplı: "Batılı uygarlık aydınları mutlaka gelişmeyle, ilerlemeyle ilgili bir akıma angaje olmaya itti." -A. İlhan. 2. Türkiye'nin batısında bulunan İllerinden olan (kimse). 3. Batı uygarlığını benimsemiş bulunan (kimse): "Batılı aydın olmanın kefareti olarak yaptığım söylemişti. " -H. Taner.
Batılılaşma is. Batılılaşmak işi, Garplılaşma.
Batılılaşmak (nsz) 1. Düşünce, çalışma, görüş ve anlayışta özellikle Avrupa ülkelerinin izledikleri temel ilkeleri benimsemiş olmak, Garplılaşmak. 2. Gelişmişlikte Avrupa ülkeleri düzeyine ulaşmak.
Batılılaştırma is. Batılılaştırmak işi, Garplılaştırma.
Batılılaştırmak (-i) Batılılaşmasını sağlamak, Garplılaştırmak.
Batılılık, -ğı is. 1. Batılı olma durumu. 2. Batı uygarlığını benimseme, Garplılık.
batıl inanç, -cı is. Doğaüstü olaylara, gizli ve akıl dışı güçlere, kehanetlere aşırı derecede bağlı boş inanç, batıl itikat.
batıl itikat, -di is. (ba:tıl i:tika:t) Batıl inanç: "Batıl itikatlara inanmış, dağlı, cahil bir kızcağızdı." -R. H. Karay.
batın, -tnı is. Ar. batn esk. 1. Karın. 2. sos. mec. Kuşak: O, dördüncü batından dedesi oluyor.
bâün is. (ba:tm) Ar. bâtın 1. İç. 2. sf. Gizli, görünmeyen.
batini sf. (bazirni:) Ar. batini feî. esk. İçrek.
Bâtıni öz. is. (bastım:) Ar. batini Bâtıniye mezhebinden olan kimse.
Bâtıniye öz. is. (ba:tıniye) Ar. büîiniyye Görünürdeki olayların ardında gizli gerçeklerin bulunduğunu kabul eden tarikatlar.
batırık, -ğı is. Köftelik bulgur, dövülmemiş ceviz içi, soğan, domates, nane, maydanoz, tahin ve limon suyu kullanılarak yapılan, taze asma yaprağı veya lahanaya sarılarak yenilen bir salata türü.
batırılma is. Batırılmak işi.
batırılmak (nsz, -e) 1, Batırma işine konu olmak.: Kalem hokkaya batırıldı. 2. Yok edifrnek: "Bir vatanın, bir milletin nasıl batırıldığına şahit olacağız. "-A. Gündüz.
batırma is. Batırmak işi: "Sofradakiler çorba sahanına doğradıkları ekmeklerini, çorbanın içine batırmaya başladılar." -N. Cuınalı.
batırmak (-i, --e) 1, Bir şeyin sıvı veya yumuşak bir maddenin içine gömülmesine yol açmak, batmasını sağlamak: "Yumuşak lifi alarak kurnaya batırdı." -C. Uçuk. 2. Bir işte sermayeyi yitirmek: Parasını batırmak. 3. (-i) Bîr kimseyi çekiştirip iyice kötülemek: '"Böyle tükürük saçtığına bakılırsa ya politikadan konuşuyor ya birini batırıyordu." -H. Taner. 4. Kirletmek: Üstünü başım batırmış. 5. mec. Mahvetmek: '"Ne saklayayım gaflet ettiğimi / Elimle batırmışım gençliğimi. "-C. S. Tarancı.
batış is. Batma işi veya biçimi.
Batı Türkçesi öz. is. dbl. Hazar Denizi'nin batısındaki Türk dünyasında XIII. yüzyıldan beri kullanılan ve Oğuzcaya dayanan Türk dili.
bati sf. (bati;) Ar. bati esk Yavaş, ağır.
batik, -ği is. (Malezya dilinden) 1. Kumaş, deri veya kâğıt süslemede kullanılan bir yöntem. 2. Bu yöntemle hazırlanmış kumaş. 3. sf. Bu kumaştan yapılmış olan (giysi).
batimetre is. Fr. Bathymetre den. Derinlikölçer.
batimetri is. Fr. bathymetrie den. Derinlik ölçümü.
batisfer is. Fr. bathysphere Su üstü araçlanna çelik kablo ile bağlanmış, negatif yüzebilirliği bulunan dalış küresi.
batiskaf is. Fr. bathyscaphe Deniz diplerinde inceleme yapmak için kullanılan araç.
batkı is. huk. ve ekon. İflas.
batkın sf. Borçlarını ödeyemez duruma düşen, iflas etmiş (kimse), müflis.
batkınlık, -ğı is. huk. ve ekon. İflas.
batma is. 1. Batmak işi. 2. Yıkılma, çökme. 3. Yok olma, inkıraz. 4. astr. Bir gök cisminin (ay, güneş, yıldız vb.) nfkun altına inmesi.
→ geğrek batması
batmak, -ar (nsz) 1. Bir sıvının üstündeyken içine gömülmek: "Sonra hani bir gemimiz batmıştı." -S. F. Abasıyanık. 2. Dünyanın dönüşü dolayısıyla güneş, ay ve yıldız ufkun altına inmek: "Güneş renksiz bulutlar altında batıyordu." -Ö. Seyfettin. 3. İflas etmek. 4. Kirlenmek: Üstüm başım battı. 5. (-e) Saplanmak: "Ayağına yolda diken batmıştı. " -O. C. Kaygılı. 6. (-e) Tedirgin etmemesi gereken şeyler tedirgin etmek: Bazı kimselere para batar, sarf edecek yer ararlar, 7. (-e) Hoşa gitmeyen bir duruma uğramak: "Abdi Bey'in sabırsız, çabuk parlamaya yatkın mizacına karısının tevekküllü ve sakinliği fena hâlde batıyor." -A. İlhan. 8. Yok olmak. 9. Çökmek: "İçeriye batmış gözleri kadına dikilmişti." -S. F. Abasıyanık. 10. mec. Daha kötü bir duruma uğramak. 11. mec. Yıkılmak, egemenliği sona ermek: "Bizans kurulduğundan battığı tarihe kadar 1125 sene geçmişti." -Y. K. Beyatlı. 12. (-e) mec. Dokunmak, incitmek: Onun her sözü bana batar, battı balık yan gider işler kötü gittiğine göre artık istenildiği gibi davranılabilir: "Belki de battı balık yan gider diye eşinizle birlikte lüks bir gece kulübünü göze aldınız." -H. Taner.
→ bata çıka, battıçıktı, gün batımı
batman is. Miktarı bölgelere ve tartılacak şeylere göre değişen eski bir ağırlık ölçüsü: "Şu güzelim zeytinin batmanım on sekiz mangıra bile almıyorlar. "-N. Nâzım.
batonsale is. Fr. bâton sale Tuzlu hamurdan yapılan ince uzun çubuk.
batoz is. Fr. batteuse Harman dövme makinesi.
batsat zf hlk. Ara sıra, seyrek olarak, tek tük.
battal sf. (batta;!) Ar, battal 1. İşe yaramaz, kullanılmaz: "Orada sahile çekilmiş bir battal balıkçı kayığı yan yatmış." -R. H. Karay. 2. En ve boyca alışılmış olandan büyük, battal edilmek kullanılamaz duruma getirilmek, bozulmak: "Barınılmaz hâle gelen bazı odalar battal edilmiş, yıkılma tehlikesi gösteren tahtaboşların kapısına kalaslar çivilenmişti." -R. N. Güntekin. battal etmek kullanılamaz bir duruma getirmek, battal olmak kullanılamaz, işe yaramaz duruma gelmek.
→ battal boy
battal boy is. Çok büyük boy.
battallaşma is. Battallaşmak işi.
battallaşmak (nsz) Battal duruma gelmek.
battaniye is. (baitaıniye) Ar. battâniyye Yorgan yerine veya yorgan üstünde kullanılan, çoğu yünden dokunmuş kalınca örtü: "M-hayet, beni bir battaniyeye sararak uyuttuklarını ve uyandırdıklarını görüyorum." -R. N. Güntekin.
→ Siirt battaniyesi
battaniyeli sf. Battaniyesi olan: "Bu ılık battaniyeli yataktan dışarısı pek mi soğuktu? " -S. F. Abasıyanık.
battaniyesiz sf. Battaniyesi olmayan.
battıçıktı is. hlk. 1. Kısa alt geçit. 2. Su kanallarında suyun engeli geçmesi için yapılan düzenek.
batur is. Bahadır.
batyal, -li is. Fr. bathyal coğ. 200-2000 m arasında derinliği olan deniz.
bav is. esk. Şahin, köpek vb. hayvanları avcılığa alıştırma işi.
bavcı is. Şahin, köpek vb. hayvanları avcılığa alıştıran kimse.
bavlı is. 1. Ava alıştırılmış hayvan. 2. Avcıların, köpeklerini ava alıştırmak için kullandıkları yapay kuş vb.
bavlıma is. Bavlımak işi.
bavlımak (-i) Şahin ve köpeği ava alıştırmak.
bavul is. ît. baule Yolculukta, içine eşya konulan büyük çanta: "Bütün varımı yoğumu içine doldurduğum bavulumu bir küçük hamalın sırtına yerleştirdim." -Y. K. Beyatlı.
→ bavul ticareti
bavulcu is. Bavul yapan veya satan kimse.
bavulculuk, -ğu is. Bavulcu olma durumu.
bavullu sf. Bavulu olan: "Şimdi apartmana uğrayan eli bavullu bir adam hepsini getiriyor." -N. Araz.
bavulsuz sf. Bavulu olmayan.
bavul ticareti is. Gümrüksüz ve vergisiz ithaline izin verilen eşyayı yabancı ülkelerden satın alıp bavul veya çantalarla sınırdan geçirerek iç piyasada değerlendirme işi.
Bavyeralı öz. is. (bavye'ralı) Bavyera halkından olan kimse.
bay (I) sf. esk. Parası, malı çok olan, zengin (kimse).
bay (II) is. 1. Erkeklerin ad veya soyadlarmın önüne getirilen saygı sözü: Bay Doğan. 2. Erkek: Bir bay sizi arıyor.
→ ilbay, ilçebay
bayağı sf. (bayağı) 1. Aşağılık, pespaye: "Bütün hareketleri adi, kaba ve bayağı idi." -Ö. Seyfettin. 2. Kibar olmayan, basit, adi, sıradan, amiyane, banal: "Çapkınlığı, çok iğrenç ve bayağı çapkınlık." -M. Yesari. 3. Her zamanki gibi olan, hiçbir özelliği bulunmayan: "Kardeşimi birdenbire çok bayağı buldum." -P. Safa. 4. zf. Hemen hemen, âdeta: Bayağı kanacak gibi oldum. 5. zf. Gerçekten, çok, oldukça, epey: "Bayağı, çocuk gibi sevinirim limonun yarısının durduğuna." -S. F. Abasıyanık. 6. zf. Çok iyi, pekâlâ, bayağı kaçmak söz, davranış, giyiniş yakışmamak, uygunsuz olmak.
→ bayağı kesir
bayağı kesir, -sri is. mat. Ondalık olmayan kesir, adi kesir: Sekizde üç bir bayağı kesirdir.
bayağılaşma is. Bayağılaşmak durumu: "Tek kusuru devre devre bayağılaşması..." -R. H. Karay.
→ anlam bayağılaşması
bayağılaşmak (nsz) Bayağı bir durum almak, bayağı bir duruma girmek: "Bayağılaşmış gibi kendimden iğreniyordum." -F. R. Atay.
bayağılaştırma is. Bayağılaştırmak işi.
bayağılaştırmak (-i) Bayağılaşmasına sebep olmak.
bayağılık, -ğı is. Bayağı olma durumu veya bayağıca davranış: "Nerede kibarlık ararsak orada bayağılığa rastlarız." -A. Ş. Hisar.
bayan is. 1. Kadınların ad veya soyadlarmın önüne getirilen saygı sözü: Bayan inci. 2. Kadın: Bir bayan geldi. 3. Eş, İcarı: "Süleyman Bolluk da, bayanın sımsıkı koluna girmişti. " -H. E. Adıvar. 4. ünl. Kadınlara bir seslenme sözü: Bayan! Kimi aradınız?
bayat sf. 1. Taze olmayan: "Dükkânlar karmakarışık, mallar bayat, kibar müşteriler birer birer çekiliyor, ayak takımı her gün artıyor." -H. E. Adıvar. 2. mec. Güncelliğini, önemini, özelliğini yitirmiş, çok söylenmiş: Bayat haber. Bayat espri.
Bayat öz. is. tar. Oğuz Türklerinin yirmi dört boyundan biri.
bayatı is. ed. Azeri ve Türkmen halk şiirinde mâni türü.
bayati is. (baya: ti:) Far. bayatı müz. Klasik Türk müziğinde uşşak dörtlüsüne buselik beşlisi katılmasıyla yapılmış eski bir makam.
→ bayatlar aban, bayatibuselik
bayatiaraban is. (baya: ti:araban) Far. bayatı + Ar. 'araban müz. Araban ve bayati makamlarından oluşturulan bir birleşik makam.
bayatibuselik, -ği is. (baya:ü:bu:selik) müz. Bayati makamının buselik beşlisi veya dörtlüsü ile sona ermesinden oluşan bir birleşik makam.
bayatlama is. Bayatlamak durumu.
bayatlamak (nsz) 1. Bayat duruma gelmek, tazeliğini yitirmek. 2. mec. Güncelliğini, önemini, özelliğini yitirmiş.
bayatlatma is. Bayatlatmak işi.
bayatlatmak (-i) Ekmeğin bayatlamasına sebep olmak.
bayatlık, -ğı is. Bayat olma durumu.
bayatsı sf. hlk. Bayatlamaya başlamış.
bayatsıma is. Bayatsıma durumu.
bayatsımak (nsz) hlk. Bayatlamaya yüz tutmak.
baygın sf. 1. Bayılmış, kendinden geçmiş: "iki tarafına sarhoş sarhoş sallanan sandalda balıkçıyı baygın buldu." -S. F. Abasıyanık. 2. Süzgün: Baygın bakış. 3. Gönül vermiş. 4. İnsanı kendinden geçirir gibi olan: "Bahçe kapısına varmadan daha / Baygın kokusu ıhlamurun." -Z. O. Saba. 5. Yığılmış, dökülmüş: "Açık eflatun ipek perdeler baygın ve büyük kelebek kanatları hâlinde yere kadar uzanıyordu." -Ö. Seyfettin, baygın baygın bakmak 1) kendinden geçmiş bir biçimde çevreye göz gezdirmek; 2) hayranlıkla seyretmek, baygın düşmek çok yorulmak.
→ aygın baygın
baygınlaşma is. Baygınlaşmak işi.
baygınlaşmak (nsz) 1. Baygın duruma gelmek. 2. Göz, süzülmek.
baygınlık, -ğı is. 1. Baygın olma durumu. 2. tıp Duyumların durması, kan dolaşımının ve solunum görevlerinin duraklaması, vücudun kımıldanamaması vb. fizyolojik aksamalarla beliren kendinden geçme durumu: "Baygınlığım ne kadar sürdü bilmiyorum." - A. Gündüz, baygınlık geçirmek 1) bayılmak; 2) mec. çok heyecanlanmak, telaşlanmak: Annem, üç gün sonra, sevinç baygınlıkları geçiren Yahudi'nin avucuna on altın sayıp yalvardı." -Y. Z. Ortaç.
baygıntı is. 1. Baygınlık. 2. İpek böceklerinin sindirim organlarında görülen ve yemden kesilmelerine yol açan bir hastalık. 3. Bu sebeple koza yapamama durumu.
bayıla bayıla zf İsteyerek, istekle, çok isteyerek, severek: "Bu, ihtiyar kitapçıdan alıp evde bayıla bayıla okuduğu küçük hissi romanlardan biriydi." -O. C. Kaygılı.
bayılma is. Baygın duruma girme, kendinden geçme.
bayılmak (nsz) 1. Baygın duruma girmek, uyur gibi olmak, kendinden geçmek, kendini kaybetmek: "Akşam vapurda giderken bir kadının bayıldığım gördüm." -S. F. Abasıyanık. 2. (-e) Çok hoşlanmak, çok sevmek: "Hatta kıza bayıldığını bile anlasaydı neye yarardı?'"-R. H. Karay. 3. (-den) Sıcak, açlık, susuzluk, yorgunluk vb. etkenlerle dayanma gücünü yitirmek: "Uzakta görülen manzaralar insana sıcaktan bunalmış ve bayılmış hissini verir." -A. Ş. Hisar. 4. (-i) argo Vermek, ödemek: Bin papeli bayıldık.
→ imambayıldı
bayıltıcı sf. 1. Bayıltan: Bayıltıcı ilaç. 2. Bayıltacak gibi etkide bulunan: "Başı bir sıcak su dumanı gibi ılık, bayıltıcı bir rehavetle saran uykuya kendini vermek..." -P. Safa.
bayıltılma is. Bayıltılmak işi.
bayıltılmak (-i) Bayıltma işi yapılmak: "Hepsinde ameliyat masasında bayıltılmamış bir hasta yüzü vardır." -F. R. Atay.
bayıltma is. Bayıltmak işi.
bayıltmak (-e) Bayılmasını sağlamak, bayılmasına yol açmak.
bayılttırma is. Bayılttırmak işi veya durumu.
bayılttırmak (-i) Bayılmasına yol açmak, bayılmasını sağlamak: "Ameliyat esnasında katiyen kendisini bayılttırmaz." -Ö. Seyfettin.
bayındır sf. Gelişip güzelleşmesi, hayat şartlarının uygun duruma getirilmesi için üzerinde çalışılmış olan, bakımlı, İmar edilmiş, mamur (yer), abat: "Bir çığlığa tutunup çıktım da uçurumdan / Bir bayındır kent oldu sağlığım." -T. Oflazoğlu.
Bayındır öz. is. tar. Oğuz Türklerinin yirmi dört boyundan biri.
bayındırcı is. Bayındır duruma getirici.
bayındırlaşma is. Bayındırlaşmak durumu.
bayındırlaşmak (nsz) Bayındır duruma gelmek.
bayındırlaştırma is. Bayındırlaştırmak işi, imar etme.
bayındırlaştırmak (-i) Bir yeri bayındır duruma getirmek, imar etmek.
bayındırlık, -ğı is. 1. Bayındır olma durumu, ümran: "Anadolu'yu aşıp Halep kapısını vurduğumuz zaman, bayındırlık ve kalabalık görmeye başlıyorduk." -F. R. Atay. 2. Bayındır duruma getirme işi, imar.
bayır is. Küçük yokuş: "Her gün kırda bayırda dolaşmaya alışmış." -M. Ş. Esendal.
→ bayır aşağı, bayır kuşu, bayır turpu, bayır yukarı, dağ bayır, kırkbayır
bayır aşağı zf. Tepeden düze doğru, düzlüğe yönelerek.
bayır kuşu is. zool. Çalı bülbülü.
bayırlaşma is. Bayırlaşmak durumu.
bayırlaşmak (nsz) Yer ve yol dikleşmek: Yol, yavaş yavaş bayırlaşıyor.
bayır turpu is. 1. bot. İri bir turp türü (Cochlearia armoracia). 2. mec. Kaba, terbiyesiz erkek.
bayır yukarı zf. Tepeye doğru, yokuş başına yönelerek: "Kimseye belli etmeden uzaklaşmış, bayır yukarı, Sivrikaya'ya çıkmıştı." -T. Buğra.
bayi is. (ba:yi:) Ar. bayi' Belirli maddeleri satma izni olan kimse, dükkân veya kuruluş: Tekel bayisi. Gazete bayisi.
→ başbayi, tekel bayisi
bayilik, -ği is. 1. Bir maddeyi sürekli satma işi: Tekel bayiliği. 2. Bu işin yapıldığı yer.
baykuş is. zool. Başında, kulak yerinde İki sorgucu bulunan, yırtıcı gece kuşlarının genel adı. baykuş gibi uğursuzluk getirdiğine inanılan (kimse).
→ bataklık baykuşu, kar baykuşu
baykuşgiller ç. is. zool. Büyüklükleri farklı olan kukumav, puhu vb. yırtıcı kuşları içine alan kuşlar familyası.
baykuştuk, -ğu is. Baykuş olma durumu.
baylan sf. hlk. Nazlı: "O akşam, sesi baylan, hayli edalı bir hanıma dediğim gibi..." -A. İlhan.
baylanlık, -ğı is. 1. Zenginlik: "Dokuz ay on gün sonra da Hacı doğdu. Bolluk baylanlık içinde büyütüldü." -T. Dursun K. 2. Şımarıklık, naz, işve.
baylanma is. Baylanmak işi.
baylanmak (-i) hlk. Nazlanmak, şımarmak.
bayma is. Baymak işi.
baymak hlk. 1. Yiyecek baygınlık vermek, mideyi bulandırmak, midede ezinti yapmak. 2. Aldatmak, kandırmak, etki altında bırakmak.
baypas is. İng. by-pass 1. tıp Damar aktarma. 2. Devre dışı bırakma.
→ baypas ameliyatı
baypas ameliyatı is. tıp Kalpte tıkanmış bir damarın beslediği bölgeye kan akışını sağlamak üzere yapılan damar ekleme ameliyatı.
bayrak, -ğı is. 1. Bir milletin, belli bir topluluğun veya bir kuruluşun simgesi olarak kullanılan, renk ve biçimle özelleştirilmiş, genellikle dikdörtgen biçiminde kumaş, sancak: "Bayrakları bayrak yapan üstündeki kandır / Toprak, eğer uğrunda ölen varsa vatandır." -M. C. Kuntay. 2. mec. Öncü: "Yeni bir sanat kuşağının bayrağıydı o." -Y. Z. Ortaç. 3. mec. Simge, sembol: "Kız, Sinekti Bakkal'ın erkek dünyasına meydan okuyan bir bayrak gibiydi." -H. E. Adıvar. 4. bot. Baklagil çiçeklerinde diğerlerinden daha üstte bulunan, daha büyük olan ve çoğunlukla başka bir renkte ve yuvarlakça olan taç yaprağı. 5. esk. Gerektiğinde indirilip kaldırılan, açılıp kapatılan kol: "Yoldan, bayrağı açık bir taksi çevirdiler." -M. Yesari. bayrak açmak 1) gönüllü asker toplamaya girişmek; 2) bir ülkü yolunda toplanmaya çağırmak, bayrak çekmek (veya asmak) bayrağı bir direğe veya ipe takmak: "Matbaaya bir bayrak asmayı uygun gördük." -H. C. Yalçın, bayrak dikmek bayraklı bir sopayı bir yere saplamak, bayrak gibi kendini belli edecek bir biçimde, bayrağı yarıya indirmek millî yas ilan etmek için bayrağı direğin yarısına kadar indirmek, bayrakları açmak bağırıp çağırarak hırçınlık etmek.
→ bayrakaltı, bayrak bilimi, bayrak direği, bayrak merasimi, bayrak töreni, bayrak yarışı, al bayrak, çatak bayrak
bayrakaltı is. ask. Askerlik.
bayrak bilimi is. Bayrak, sancak, flama vb. simgelerin ölçüsü, biçimi, cinsi ve kullanımı ile ilgili kuralları koyan bilim dalı.
bayrakçı is. 1. Bayrak çeken kimse. 2. Bayrak yapan, diken veya satan kimse.
bayrakçılık, -ğı is; Bayrakçı olma durumu.
bayrak direği is. 1. Bayrak asmak için hazırlanmış uzun direk, gönder. 2, Gemilerde güvertenin en yüksek direği; "Su üzerinde yalnız bayrak direği kalmış olan sevgili gemisine baktı." -R. H. Karay.
bayraklaşma is. Bayraklaşmak işi veya durumu.
bayraklaşmak (-i) Bayrak değeri kazanmak; Bayraklaşan isimler.
bayraklı sf Bayrağı olan, üzerine bayrak çekilmiş bulunan (yer).
→ eli bayraklı
bayraklık, -ğı is. 1. Bayrak olmaya uygun kumaş. 2. Bayrak asmaya uygun direk.
bayrak merasimi is. Bayrak töreni.
bayraktar is. T. bayrak + Far, -dür Bayrağı taşımakla görevli kimse.
bayraktarlık, -ğı is. Bayraktarın görevi, bayraktarlık etmek öncülük etmek, yol göstermek, bayraktarlığını yapmak bir akımın, bir görüşün yayılmasında öncü olarak çalışmak.
bayrak töreni is. Bayrak karşısındaki saygı duruşu, bayrak merasimi.
bayrak yarışı is. sp. Atletizmde dört sporcudan oluşan ekibin aralarında paylaştıkları mesafelere başlarken sopayı veya bayrağı düşürmeden elden ele geçirerek yaptıkları koşu.
bayram is. 1. Millî veya dinî bakımdan önemi olan ve kutlanan gün veya günler. 2. Özel olarak kutlanan gün: "Üzüm bayramlarının eğlencelerinde bulunmak istiyorum." -H. E. Adıvar. 3. mec. Sevinç, neşe: "Sandalda, gemide bir sevinç, bir bayram, el çırpmalar, gülüşler, yasalar." -N. Cumalı. bayram değil, seyran değil, eniştem beni niye öptü gösterilen bu İlginin, bu yakınlığın bir sebebi olacak, bayram etmek (veya yapmak) çok sevinmek: "Bayram etmek için daha bekleyelim mi?" -R. N. Güntekin. bayram haftasını mangal tahtası anlamak şaka sözü, konu ile hiçbir ilgisi olmayacak biçimde ters anlamak, bayram koçu gibi gösterişli ve zevksiz bir biçimde süslenmiş olan.
→ bayram alayı, bayram ayı, bayram çocuğu, bayram gazetesi, bayram günü, bayram havası, bayram hediyesi, bayram namazı, bayram şekeri, bayram tebriği, bayram topu, bayramüstü, bayramüzeri, bayram yeri, bayram ziyareti, bayramda seyranda, bayramdan bayrama, bahar bayramı, Cumhuriyet Bayramı, Hamursuz Bayramı, kabotaj bayramı, Kurban Bayramı, Nevruz Bayramı, okuma bayramı, Ramazan Bayramı, Şeker Bayramı, Zafer Bayramı
bayram alayı is. esk. Bayram günlerinde padişahların camiye gidiş ve geliş sırasında yapılan tören.
bayram ayı is. Şevval.
bayram çocuğu is. 1. Bayram dolayısıyla süslenmiş, donatılmış, sevinçli çocuk: "Hacı Arif Efendi bir bayram çocuğu gibi yerinde duramıyordu," -Y. K. Karaosmanoğlu. 2. Bayram günü doğmuş çocuk: Kardeşim 23 Nisanda doğduğu için ona bayram çocuğu diyorlar.
bayramdan bayrama zf. Seyrek; "Beni de bacanağını da bayramdan bayrama arar." -T. Buğra.
bayramda seyranda zf Seyrek.
bayram gazetesi is. esk. Dinî bayram günlerinde Gazeteciler Cemiyeti tarafından yayımlanan özel gazete.
bayram günü is, 1. Bayrama rastlayan, bayramın kutlandığı gün. 2. Sevinç yaşanılan gün.
bayram havası is. Neşeli, sevinçli bir ortam; "Ziyaret günleri hapishanelerde bir bayram havası eser." -P. Safa.
bayram hediyesi is. Bayram günlerinde verilen armağan.
Bayrami öz. is. Hacı Bayram Veli'nin tarikatına girmiş olan kimse.
Bayramilik, -ği öz. is. 1. Bayrami tarikatı. 2. Bayrami tarikatından olma durumu.
bayramlaşma is. Bayramlaşmak işi.
bayramlaşmak (nsz) Birbirinin bayramını kutlamak.
bayramlık, -ğı is. 1. Bayramlarda verilen armağan. 2. sf. Bayrama özgü olan: "Bu bayramlık poz ve davranışlar aslında suni bir şey olmakla beraber güzel bir şeydi, çünkü güler yüzlü bir davranıştı bu." -H. Taner.
→ bayramlık ad, bayramlık ağız
bayramlık ad is. Başkaları tarafından takılan kötü ad, lakap: "Öbür bayramlık adlarım birer birer söyleyeyim mi?" -H. R. Gürpınar.
bayramlık ağız, -ğzı is. argo Küfür, bayramlık ağzını açmak kaba konuşmak, küfretmek.
bayram namazı îs. din b. Dinî bayramların ilk gününde sabah namazından sonra kılınan namaz: "Bayram namazlarına babalarının yanında gittiler, tekbirleri dinlediler.'" -Y. K. Beyatlı.
bayram şekeri is. Özellikle dinî bayramlarda konuklara ikram edilen şeker veya çikolata.
bayram tebriği îs. 1. Bayramı kutlamak için yazılıp gönderilen kart. 2. Bayram ziyareti.
bayram topu is. Dinî bayramların başladığını duyurmak için arife ve bayram günlerinde atılan top: "Sabah bayram topları atılırken Sivas'tan yola çıkarlar." -F. R. Atay.
bayramüstü zf. Bayrama yakın.
bayramüzeri zf. Bayramüstü.
bayram yeri is. Bayram günlerinde çocuklar için kurulan açık eğlence yeri: "En çok zevki, kasabanın bayram yerlerinden, halkın tatil günleri serpildiği çayırlıklardan aldım. " -S. F. Abasıyanık.
bayram ziyareti is. Dinî bayram günlerinde, bayramı kutlamak için yapılan kısa ziyaret, bayram tebriği.
bayrı sf. esk. Çok eski zamanda var olmuş veya eskiden beri var olan, kadim.
bayrılık, -ğı is. Bayn olma durumu, kıdem.
baysal sf. Huzur ve refah içinde olan.
baysallık, -ğı is. Huzur ve refah içinde bulunma durumu.
baysungur is. Şahin emsinden yırtıcı bir kuş.
baytar is. Ar. baytar Veteriner.
baytarlık, -ğı is. Veterinerlik.
baz sf. Fr. base 1. Temel, esas: Baz fiyat. 2. is. mec. Taban. 3. is. kim. Bir asitle birleştiğinde bir tuz oluşturan madde, esas. baz almak esas veya temel olarak almak.
→ baz losyon, baz morfin
baza is. İt. base 1. Mobilyanın uzunluğunca konulan dar ayak. 2. Dolap gövdesinin zemine düzgün oturmasına yarayan çerçeve şeklindeki kaide. 3. Yatağın yerden yüksek olmasını sağlayan veya sandık olarak kullanılan boş bölmesi.
bazal, -li sf. Fr. basal kim. Bazı çok olan (tuz) veya bazın özelliklerini taşıyan (madde).
bazali sf. Bazası olan.
bazalt is. Fr. basalte jeol. Koyu renkli, sert, bir çeşit yanardağ kültesi.
bazasız sf. Bazası olmayan,
bazen zf. (ba:zen) Ar. ba'zen Ara sıra: "Bazen bu yeknesak hayat beni çok sıkıyor.'" -H. E. Adıvar.
bazı sf. (ba:zı) 1. Birtakım, kimi: "Bazı Türkler oraya eğlenmeye giderler." -Ö. Seyfettin. 2. zf. Bazen: "Bazı, mağazadan içeriye girinceye kadar kendimden geçerdim." -Y. K, Karaosmanoğlu. bazı dingil döner, bazı teker "karşılıklı ilişkilerde her iki tarafa da zaman zaman söz söyleme hakkı doğar" anlamında kullanılan bir söz: "Bizimkisi komşuluk gayreti dedi, içinden de, ne demişler? Bazı dingil döner bazı teker." -N. H. Onan.
→ bazı bazı
bazı bazı zf. Ara sıra: "Kocasını kırar bazı bazı, düşünür ağlar." -O. C. Kaygılı.
bazısı zm. Birtakımı, kimisi.
baziçe is. (ba:zi:çe) Far, bâziçe esk Oyun: "Bu bazîçede yanacak olanların sade kendisi olmayacağını anlatıyordu." -R. N. Güntekin.
bazidiyospor is. Fr. basidiospore bot. Bazitli mantarların sporları.
bazik, -ği sf. Fr. basiaue kim. 1. Baz niteliği gösteren. 2. Birleşiminde asit ve baz ağırlığı oranı normal tuza göre az, fakat baz oranı normal tuza göre yüksek olan (tuz).
→ bazik oksitler
bazik oksitler ç. is. kim. Çoğu oksijen bakımından zayıf olan, su ile birleşince baz etkisi gösteren, asitlerle birleşince tuzlan veren oksitler.
bazilika is. Fr. basiliaue mim. 1. İçi, ortadaki yüksek, yanlardakiler daha alçak olmak üzere iki sıra sütunla üç salona ayrılmış, dikdörtgen biçiminde büyük kilise. 2. Kral sarayı. 3. Dikdörtgen biçiminde, uç kısmında yarım çembere benzeyen bir çıkıntısı olan Roma mahkemesi.
bazit is. Fr. baside bot. Bazit mantarların üreme organı.
bazitli mantarlar ç. is. bot. Sporları bazitlerin içinde bulunan mantarlar grubu.
bazlama is. 1. Sacda pişirilmiş yuvarlak ekmek. 2. Tatlısı bol, kaim gözleme.
bazlamaç, -cı is. Bazlama.
bazlaşma is, kim. Bir maddenin baz durumuna gelmesi.
baz losyon is. Cildin esnek ve sağlıklı görünmesini sağlamak ve özellikle yağlı ciltlerin parlak görüntüsünü gidermek, için kullanılan bir tür losyon.
baz morfin is. kim. Uyuşturucu madde yapımında kullanılan açık kahverengi toz.
bazofil is. Fr. basophile bot. Alkali özelliği üstün olan bitki.
bazofobi is. Fr. basophobie tıp 1. Sinirsel veya ruhsal bozukluktan ileri gelen yürüyememe hastalığı. 2. Yürürken düşme korkusu.
bazuka is. (bazu'ka) İng. bazooka ask. Öz itmeli mermi atan, genellikle zırhlı araçlara karşı yakın savaş sırasında kullanılan hafif silah, roketatar.