ay

Ay öz. is. astr. Yer yuvarlağının uydusu olan gök cismi, kamer.

-ay / -ey (I) İsimden isim türeten ek: düz-ey, gün-ey, kol-ay, yan-ay, yüz-ey vb.

-ay / -ey, -y (II) Fiilden isim türeten ek: dene-y, ol-ay, yap-ay vb.

ay (I) ünl. Birdenbire duyulan acı, ağrı, şaşırma, ürkme veya sevinç anlatan bir söz: Ay! Sen mi idin? Ay, ne güzel!

ay (II) is. 1. Art arda gelen iki yeni ay arasında geçen süre. 2. Yılın on iki bölümünden her biri: Mart ayı. Nisan ayı. Mayıs ayı. 3. Bir ayın herhangi bir gününden ertesi ayın aynı gününe kadar geçen veya yaklaşık otuz gün olarak kabul edilen süre: Bu iş ancak üç ayda biter. Temiz iş altı ayda çıkar, ay aydın, hesap belli anlaşılmayacak bir şey yok, hesap ortada, açık. ay gibi ay parçası.

ay harmanlanmak ayın çevresinde ayla oluşmak, ayda yılda bir çok seyrek olarak: Ayda yılda bir tiyatroya gidebiliyor, ayı gördüm, yıldıza itibarım (veya minnetim) yok "bir şeyin en iyisine alıştıktan sonra ondan aşağı olanlar beni ilgilendirmez" anlamında kullanılan bir söz. ayı görmeden bayram etme bir iş gerçekleşmeden ona oldu gözüyle bakmamalı.

ay ağılı, ay balığı, ay balta, aybaşı, ay başı, aybeay, ay çekirdeği, ayçiçeği, ay çöreği, ay dede, aydemir, ay dönümü, ayevi, ay gün takvimi, ay-gün yılı, ay ışığı, ay karanlığı, ay modülü, ay örümceği, ay parçası, ay takvimi, ay tutulması, ay yıldız, ay yılı, aydan aya, ayrıksı ay, dolunay, dönencel ay, gücük ay, kamerî ay, küçük ay, mübarek ay, yarım ay, yeni ay, aşure ayı, bayram ayı, büyük mevlit ayı, büyük tövbe ayı, cicim ayı, döl ayı, küçük mevlit ayı, küçük tövbe ayı, matem ayı, orak ayı, ayın on dördü, üç aylar, tövbe ayları

aya is. 1. Elin parmak dipleriyle bilek arasındaki iç bölümü, avuç içi. 2. Ayak tabanı. 3. bot. Yaprakların düz ve parlak bölümü.

el ayası, köpekayası, yaprak ayası

ayağı bağlı sf. Serbest hareket edemeyen: "Elimde hiçbir çare yok. Feride şimdi bir başkasının karısı. Biçarenin ayağı bağlı." -R. N. Güntekin.

ay ağılı is. Ayın aylası, hale.

ayağı uğurlu sf. Geldiği yere uğur getirdiğine inanılan (kimse).

ayağı üzengide sf Hemen yola çıkmak üzere olan.

ayak, -ğı is. 1. anat. Bacakların bilekten aşağıda bulunan ve yere basan bölümü. 2. Bacak. 3. Birtakım şeylerin yerden yüksekçe durmasını sağlayan dayak, destek veya bunlardan her biri: İskemlenin bir ayağı kırık. Bu köprünün dört ayağı var. 4. Vücudun belden aşağı bölümü: Ayağına bir pantolon çekti. 5. Yürüyüşün ağırlık veya çabukluk derecesi: Senin ayağınla köye akşama kadar varamayız. 6. Basamak. 7. Fut. 8. Futun küpü alınarak hesaplanan değer. 9. Aşağı düzeyde, sıradan, bayağı: Ayak takımı. 10. hlk. Mayalardan önce, makama uygun olarak çalınan veya söylenen beste. 11. esk. Yarım arşın veya 30,5 cm uzunluğundaki ölçü birimi, kadem. 12. coğ. Göl ayağı. 13. ed. Halk edebiyatında koşuklarda kısa yedekli dizeler. 14. ed. Halk edebiyatında uyak: "Mânicilerin kafa yormadan bulduklan ayaklar Cenap'ı şaşkınlıktan şaşkınlığa sürükler." -S. Birsel. 15. mat. Bir doğrunun başka bir doğruyu veya bir düzlemi kestiği nokta: Dikme ayağı. 16. sp. Karakucak ve yağlı güreşte pehlivanların ayrıldıkları beş dereceden biri. ayak almak müz. hlk. ayak, çalınan çalgıya uymak, ayak açmak (veya vermek) âşıklar arasmdaki tartışmalarda veya sıralı söyleyişlerde, uyulması şart olan, söze başlamak amacıyla kelime, kelimeler takımı, dize, beyit ile konuyu belirtmek, ayak atmak 1) girmek: Kalabalıktan en hoşlanan insan vagona ayak attı mı, derhâl bir inziva hastalığına tutulur." -R. N. Güntekin. 2) İlk kez gitmek, (bir yere) ayak atmamak bir yere hiç gitmemek, uğramamak, ayak ayak üstüne atmak otururken bir bacağını ötekinin üstüne almak: "Arkasını dönerek sandalyesini muavinin tarafına çevirdi ve ayak ayak üstüne attı." -P. Safa. ayak basmak 1) bir yere varmak, ulaşmak: "Amerikan astronotu aya ayak basacağı günkü gazetelerde odalar seçimi havadisleri vardı." -F. R. Atay. 2) girmek, gelmek, uğramak: "Köy evinin içine ayak basar basmaz, elbette bir saman ve hafif tezek kokusu duyulur." -S. F. Abasıyanık. 3) mesleğe girmek; 4) bir yere bağlanmak, ayak basmamak bir yere hiç uğramamak: "Tevfık'in kızı, kendi evladı gibi büyüttüğüm çocuk, konağa ayak basmıyor." -H. E. Adıvar, ayak çekmek kandırmaya çalışmak, avutmak, ayak değiştirmek 1) talim yürüyüşünde kısa bir adım atmak yolu ile adımlarını başkalarınınkine uydurmak; 2) ed. yeni bir uyak İle söyleyişi sürdürmek. ayak diremek bir düşünceyi, bir davranışı sonuna kadar sürdürmek, kendi tutumundan şaşmamak: "İlle seni evine kadar geçireceğim diye ayak diriyor." -H. Taner, ayak sürümek 1) verilen bir işi ağırdan almak; 2) gönderilen yere isteği ile gitmemek, ayak tutmak hlk. 1) mâni yarışmalarında karşısındakine uyması gereken uyağı vermek: "Mânicilerden biri gülerler' diye bir ayak tutar, ona biri karşılık verir." -S. Birsel. 2) öncülük etmek; 3) söz açmak; 4) İleride söylenecek bir söze önceden zemin hazırlamak, ayak uydurmak 1) yürüyüşte adım atışını başkalarınınkine uydurmak; 2) ayak açmak; 3) mec. kendi gidiş ve davranışını başkasınınkine benzetmek: "Âdettir, genç kızlar girdikleri ailenin terbiyesine, gidişine ayak uydururlar." -S. F. Abasıyanık. ayak vermek âşık atışmalarında dinleyicilerden biri uyak belirtmek, ayak yapmak birini aldatmak, kandırmak için dalavere çevirmek, (söz) ayağa düşmek 1) ilgisiz ve yetkisiz kimseler karışmak; 2) artık her yerde bulunabilir olmak: Bu kazaklar ayağa düştü, ayağa fırlamak hızla ayağa kalkmak, ayağa kaldırmak telaş ve heyecana düşürmek, ayağa kalkmak 1) ayakları üzerinde durmak, dikilmek: "Ayağa kalkarak istifa etmeyeceğim, dedi." -M. Ş. Esendal. 2) hasta iyi olmak, iyileşmek; 3) saygı göstermek için oturma durumundan ayaküzeri durumuna geçmek; 4) harekete geçmek: "Bu gece büyük hanımın kerem ve ihsan damarları ayağa kalkmıştı; köylüler mutlaka yemek yiyeceklerdi." -R. N. Güntekin. 5) mec. telaşlanmak, telaşa kapılmak, heyecanlanmak: "Bütün kahve halkı ayağa kalkıyor." -B. R. Eyuboğlu. (bir yere) ayağı alışmak (veya alışmamak) bir yere sürekli gitmek (veya gitmemek): "Ayağı buraya alışmasın, sonra yabancı misafirler varken de gelir, beni rezil eder." -P. Safa. ayağı almak hlk. halay oyunlarında ayağı tempoya uydurmak, ayağı (veya ayakları) dolaşmak yürürken telaştan ayakları birbirine takılmak, (bir yere) ayağı düşmek yolu düşmek, ayağı düze basmak güçlükleri yenerek ilerisinden korkmayacak bir duruma girmek, ayağı gitmemek 1) gitmek istememek; 2) oynarken çalınan oyun havasının ritmine uygun hareket edememek, ayağı ile (veya kendi ayağı ile) gelmek kendi isteğiyle gelmek veya emek çekilmeden elde edilmek, ayağı (veya ayakları) suya ermek bir gerçeği anlayarak aklı basma gelmek, ayağı yerden kesilmek 1) ayağı yere değmez olmak; 2) bir taşıta binip yaya yürümekten kurtulmak; 3) mec. çok mutlu olmak, ayağı yürüten baştır halkın düzen içinde çalışmasını baştakiler sağlar, ayağına bağ olmak birinin bulunduğu yerden ayrılmasına veya yaptığı işi sürdürmesine engel olmak, ayağına bağ vurmak önüne bir engel çıkarmak, ayağına çabuk bir yere alışılandan daha kısa sürede gidip gelen, ayağına çağırmak yanma gelmesini istemek. ayağına çelme takmak 1) biri yürürken ayakları arasına ayak uzatıp düşürmek; 2) birinin işinde yükselmesine engel olmak, ayağına dolanmak (veya dolaşmak) 1) başkasına yapmayı tasarladığı kötülük kendi basma gelmek; 2) iş yapmakta olan birine engel olmak, yürümesine engel olmak, ayağına düşmek çok yalvarmak: "Obanın bütün kadınları, delikanlıları ayağına düştü." -Y. Kemal, ayağına (veya bacağına) geçirmek bir şeyi aceleyle giymek, ayağına gelmek 1) alçak gönüllülük göstererek birinin yanma gelmek; 2) emek çekilmeden elde edilmek: Kısmet ayağına geldi, ayağına getirmek sıra, saygı gözetmeksizin birinin yanma gelmesini sağlamak, (birinin) ayağına gitmek alçak gönüllülük ederek veya saygı göstererek birinin yanına varmak, ayağına ip takmak bir kimseyi çekiştirmek: "Ara sıra ötekinin berikinin ayağına ip (akmaktan başka konuşacak lakırtıları olmazdı. " -R. N. Güntekin. ayağına (veya ayaklarına) kapanmak 1) alçalırcasma yalvarmak: "Sandılar ki ihtiyar bahçıvan, paçaları sıvayacak, yeğenine Rabia'yı almak için paşanın ayaklarına kapanacak." -H. E. Adıvar. 2) bağışlanmak için yalvarmak, ayağına kira istemek gelmeye nazlanmak, gitmeye üşenmek, ayağına sıcak su mu, soğuk su mu dökelim? seyrek gelen bir konuğa yarı sitem, yarı sevinçle söylenen söz. ayağına üşenmemek hamarat olmak, ayak işlerini bıkmadan, yorulmadan yapmak, ayağında donu yok, fesleğen ister (veya takar) başına yoksulluğuna bakmayarak süs ve gösteriş yapmak ister, ayağını alamamak 1) ağrı veya uyuşma dolayısıyla ayağını oynatamamak; 2) alışılan bir yere gitmekten kendini alamamak, ayağını (veya ayaklarını) altına almak tek bacağını (veya bacaklarını) kıvırıp üzerine oturmak, ayağını bağlamak engel olmak, (bir yerden) ayağını çekmek sık sık gittiği bir yere artık uğramaz olmak, ilgiyi kesmek, ayağını denk almak 1) başkalarının kendisine yapması ihtimali bulunan kötülüklere karşı uyanık davranmak; 2) dikkat etmek: "Ayağını denk al yavrum, ateşle oyun olmaz diye öğüt verdi." -H. Taner, ayağını denk basmak dikkatli ve uyanık davranmak, ayağını giymek ayakkabısını giymek, ayağını kaydırmak bir yolunu bulup birini işinden veya görevinden uzaklaştırmak: "Hatta vekilin bile ayağım kendisinin kaydırdığım iddia ediyor." -H. Taner, (bir yerden) ayağını kesmek 1) bir yere gitmez olmak, uğramamak; 2) başkasını bir yere artık uğramaz duruma getirmek, ayağını (veya ayaklarını) öpeyim hlk. yalvarırım, ayağını (veya ayaklarmı) sürümek 1) verilen bir işi ağırdan almak; 2) bir yerden uzaklaşmak üzere bulunmak; 3) halk İnanışına göre bir kimse gelirken ardından başkalarının da gelmesine yol açmak; 4) ölmek üzere olmak, ayağını tek almak bir işte iyi düşünüp dikkatli davranmak, (ayakkabı) ayağını vurmak ayakkabı ayağını yara etmek, ayağını yorganına göre uzatmak giderini gelirine uydurmak, (birini) ayağının altına almak tekme ile dövmek, ayağının altına karpuz kabuğu koymak bir yolunu bulup bir kimseyi düzenle İşinden uzaklaştırmak, (bir yer) ayağının (veya ayaklar) altında yüksek bir yerden geniş bir alanı görür durumda, ayağının (veya ayaklarının) altını Öpeyim "pek çok yalvarırım" anlamında kullanılan bir söz: Dadıcığım merhamet... Ayaklarının altını öpeyim..." -H. R. Gürpınar, ayağının bağını çözmek 1) karısını boşamak: "... geçinemeyeceğim, ayağımın bağını çözsün. " -H. R. Gürpınar. 2) serbest davranmasını engelleyen ilişkilere son vermek, ayağının bastığı yerde ot bitmez uğradığı yere bereketsizlik, uğursuzluk getirir, ayağının pabucunu başına giymek 1) dengi olmayan bir kimseyle evlenmek; 2) değersiz bir kimseyi üstün bir yere geçirmek, (biri ötekinin) ayağının pabucu olamamak değerce ondan çok aşağı olmak, ayağının tozu ile yoldan gelir gelmez, henüz dinlenmeden: "Halep'ten İstanbul'a döndüğü gün ayağının tozu ile devrin padişahını görmeye gitmişti." -Y. K. Karaosmanoğlu. ayağının tozunu silmeden henüz yoldan gelmişken. (biri ötekinin) ayağının türabı olmak bir kimse başka bir kimseye kul gibi bağlanıp onun her emrini yerine getirmek, ayaklar altına almak önem verilmesi gereken şeyleri hiçe saymak, çiğnemek: Şerefini, namusunu ayaklar altına aldı. ayaklar baş, başlar ayak olmak değersiz kimseler başa geçip değerli kimseler İse en geride bırakılmak, ayakları geri geri gitmek bir yere gönülsüz, İstemeye istemeye gitmek, ayakları yere değmemek çok sevinmek, ayaklarma (veya ayağına) kara su (veya sular) inmek 1) uzun süre ayakta kalmak: "Bu şehirde akşama doğru / İçime korku / Ayaklarıma kara su iner." -B. Necatigil. 2) yürümekten çok yorulmak, ayaklarını yerden kesmek bir taşıta binerek yürümekten kurtulmak, ayaklarının (veya ayağının) ucuna basmak çok yavaş, sessiz, gürültü yapmamaya özen göstererek yürümek: "Onları uyandırmaktan korkar gibi ayaklarının ucuna basarak odadan çıktı." -S. F. Abasıyanık.

ayakaltı, ayak bağı, ayakbastı, ayak bileği, ayak divanı, ayak havlusu, ayak işi, ayak izi, ayakkabı, ayak keseri, ayak kirası, ayak makinesi, ayak oyunu, ayak perde, ayak satıcısı, ayak tabam, ayak takımı, ayak tarağı, ayak tedavisi, ayak teri, ayak topu, ayakucu, ayak ucu, ayaküstü, ayaküzeri, ayak yalın, ayakyolu, ayağı bağlı, ayağı uğurlu, ayağı üzengide, ağırayak, arka ayak, çatal ayak, dört ayak, düzayak, giderayak, kırkayak, önayak, ön ayak, sacayak, takma ayak, üçayak, yalancı ayak, yalın ayak, yarım ayak, danaayağı, domuzayağı, duvar ayağı, eli ayağı düzgün, göl ayağı, horozayağı, kazayağı, kediayağı, kurtayağı, sacayağı, tavşanayağı, tavukayağı, turnaayağı, eline ayağına çabuk

ayakaltı is. Gelip geçenlerin çok olduğu yer. ayakaltına almak (veya alınmak) hakir görmek (görülmek), gözden çıkarmak (çıkarılmak): "Bunlar kolay kolay ayakaltına alınamaz, değil mi?" -R. N. Güntekin. ayakaltında bırakmak ezilmesine, yok olmasına göz yummak, korumamak. ayakaltında dolaşmak bir işe yaramadığı hâlde herkesin işine engel olacak biçimde ortalıkta dolaşmak.

ayak bağı is. Bir yere veya bir işe gidilmesine engel olan şey: Bu çocuk bana ayak bağı oluyor.

ayakbastı is. ekon. Bir yere dışarıdan gelen İnsan ve eşyadan alınan vergi, toprakbastı.

ayak bileği is. anat. Baldır kemikleriyle tarak kemikleri arasında bulunan ve yedi kemikten oluşan ayağın arka bölümü.

ayakçak, -ğı is. hlk. 1. Merdiven, merdiven basamağı. 2. Dokuma tezgâhı ayaklığı. 3. Çocukların, cambazların ayaklarına takıp yürüdükleri çifte sırık.

ayakçı is. 1. Ayak işlerinde kullanılan kimse. 2. Bir iş süresince tutulan hizmetçi: "Bütün ayakçılar, başta parkın kiracısı, kaymakam beyin masasına pervane." -T. Buğra. 3. Gezici satıcı, çerçi. 4. Otobüs terminallerinde yolcuyu kendi şirketinden bilet almaya yönlendiren kimse.

ayakçılık, -ğı is. Ayakçı olma durumu.

ayakçın is. Dokuma tezgâhlarında atkı ipliklerini hareket ettirmek için ayakla basılan tahta ayaklık.

ayak divanı is. tar. 1. Olağanüstü durumlarda o anda bulunulan yerde padişahın katılmasıyla bir konuyu görüşmek ve karara bağlamak için yapılan toplantı, ayakta toplanan meclis. 2. mec. Ayakta yapılan sohbet: "Yarım saat bir ayak divanı yapılır. Havadan, sudan konuşulur." -M. Ş. Esendal.

ayak havlusu is. Ayağı yıkadıktan sonra kurulamak için kullanılan havlu.

ayak işi is. Birtakım getir götür işleri.

ayak izi is. 1. Herhangi bir zemin üzerinde ayağın bıraktığı iz: "Karda ayak izleri var / Vurulup düştükleri yere kadar." -N. Cumalı. 2. Bebeklerin kimliklerini belirlemek ve düztaban olup olmadıklarını anlamak için doğar doğmaz alınan iz.

ayakkabı, -yi is. (aya'kkabı) Genellikle sokakta giyilen ve altı kösele, lastik vb. dayanıklı maddelerden yapılan giyecek, başmak, pabuç, ayakkabı vurmak ayakkabı ayağı zedelemek, ayağı rahatsız etmek, ayakkabılarını çevirmek 1) konuk ayakkabılarım gidiş yönüne doğru düzgün biçimde sıralamak; 2) mec. bazı davranışlarla konuğu gitmeye zorlamak.

ayakkabıcı is. 1. Ayakkabı yapan veya satan kimse, başmakçı, pabuççu. 2. Ayakkabı satılan yer.

ayakkabıcılık, -ğı is. Ayakkabıcının işi, pabuççuluk.

ayakkabılık, -ğı is. 1. Ayakkabı konulan yer, ayakkabı dolabı. 2. sf. Ayakkabı yapmaya elverişli olan (deri, kösele vb.).

ayak keseri is. Ayakta durarak ağaç yontmaya elverişli uzun saplı keser.

ayak kirası is. Bir haber veya eşya getirene emeğine karşılık verilen para, ayak teri.

ayaklama is. Ayaklamak işi.

ayaklamak (-i) Ayakla Ölçmek.

ayaklandırma is. Ayaklandırmak işi.

ayaklandırmak (-i) Ayaklanma işini yaptırmak.

ayaklanma is. 1. Ayaklanmak işi. 2. Birçok kimsenin cebir ve şiddet kullanarak devlet güçlerine karşı gelmesi, başkaldırma, isyan, kıyam.

ayaklanmak (nsz) 1. Çocuk yürümeye başlamak. 2. Hasta İyileşip yürüyebilir duruma gelmek. 3. Ayağa kalkıp gitmeye davranmak. 4. mec. Toplu biçimde zor ve şiddet kullanarak devlet güçlerine karşı gelmek, başkaldırmak, İsyan etmek. 5. mec. Uyanmak, uyanıp kalkmak: "Sazlı köyü ayaklandığı zaman gökyüzü daha esmerdi ve ayaz insanın yüzünü ısırıyordu." -T. Buğra.

ayaklı sf. 1. Ayağı olan. 2. Bir destekle yere dayanan: Ayaklı kadeh. 3. Ayakla İşletilen: Ayaklı dikiş makinesi.

ayaklı canavar, ayaklı koşma, ayaklı kütüphane, ayaklı mâni, iki ayaklı, kanayaklı, kanı ayaklı, çift ayaklılar, çok ayaklılar, dört ayaklılar, karından ayaklılar, kolsu ayaklılar, kürek ayaklılar, on ayaklılar, perde ayaklılar, yüzgeç ayaklılar

ayaklı canavar is. Çok hareketli, yaramaz, cin gibi çocuk.

ayaklık, -ğı is. 1. Ayakla işletilen makinelerde ayağın bastığı yer, pedal. 2. Ayak basacak yer. 3. Ayakçak. 4. Kaide.

ayaklı koşma is. ed. Halk şiirinde müstezat tarzında söylenen deyiş.

ayaklı kütüphane is. Pek çok konuda bilgisi olan, çok şey okumuş ve Öğrenmiş olan, sorulan her soruya cevap verebilen kimse.

ayaklılık, -ğı is. Ayaklı olma durumu.

ayaklı mâni is. ed. Cinaslı ayaklarla söylenen bir mâni türü: "Bunlar ayaklı mâni denilen mâni biçiminde çok ileri gitmişler, bu alanda eski mânicüeri geçmişlerdir." -S. Birsel.

ayak makinesi is. Ayak yardımı ile işletilen makine.

ayak oyunu is. Hile.

ayak perde is. müz. Âşık sazmdaki sap üzerinde olan en sonuncu perde.

ayak satıcısı is. Gezgin satıcı.

ayaksı sf. Ayağı andıran, ayağa benzeyen, ayak gibi.

ayaksız sf. Ayağı olmayan.

ayaksızlar ç. is. zool. Omurgalı hayvanlarda amfibyumlar sınıfının en ilkel yapılı türlerini içine alan bir takım.

ayakta zf 1. Ayağa kalkmış durumda: "Kahvelerimizi ayakta içtik." -A. Gündüz. 2. mec. Telaşlı, heyecanlı bir biçimde, ayakta kalmak 1) oturacak yer bulamamak; 2) yıkılmamak, çökmemek: Bu yapı beş yüz yıldan beri ayakta kalmıştır. 3) değerini yitirmemek, önemini korumak: "Bu beş şehir durdukça bu yapıt da onun en içten yorumu olarak ayakta kalacaktır." -H. Taner, (bir kimseyi) ayakta tutmak 1) oturtmak gerekirken oturtmamak; 2) oyalamak, (bir şeyi) ayakta tutmak 1) o şeyin sürekliliğini sağlamak; 2) bozulmasına, yıkılmasına, çökmesine engel olmak; 3) bir kuruluşun yaşamasını sağlamak, ayakta uyumak aşırı dalgın, şaşkın veya yorgun olmak.

ayakta tedavi

ayak tabanı is. Aya.

ayak takımı is. Görgüsüzlükleri veya bilgisizlikleri dolayısıyla toplum içinde aşağı durumda olan kişiler: "Dükkânlar karmakarışık, mallar bayat, kibar müşteriler birer birer çekiliyor, ayak takımı her gün artıyor. " -H. E. Adıvar.

ayak tarağı is. Tarak.

ayaktaş is. hlk. Omuzdaş.

ayakta tedavi is. tıp Hastanın yatağa yatırılması gerekli görülmeyerek kendisine ayakta yapılan tedavi, ayak tedavisi.

ayak tedavisi is. tıp 1. Ayakta oluşan bir hastalığın veya rahatsızlığın tedavisi. 2. Ayakta tedavi.

ayak teri is. 1. tıp Ayak parmaklan arasından çıkan pis kokulu salgı. 2. Hizmet için bir yere gönderilen kimseye verilen Ücret, ayak kirası: "Hastayı iyi bulmak, aşağıda bekleyen hekimi, ayak teri verip savmak, çılgın bir arzu hâlinde birdenbire içine doğmuş, benliğini kavramıştı." -E. E. Talu.

ayak topu is. sp. Futbol.

ayakucu is. astr. Yeryüzünde bir noktada çekülün gösterdiği doğrultudaki alt yön.

ayak ucu is. 1. Yatılan bir yerin ayak uzatılan yeri. 2. sp. Ayak parmak uçlarının oluşturduğu dar dayanak yüzeyi.

ayaküstü zf. 1. Oturmadan, ayakta durarak: "Makasçı, ayaküstü bana gayet basit kelimelerle bir dram anlattı." -R. N. Güntekin. 2. Kısa sürede, acele olarak, ayaküzeri. 3. is. Hazır yemek.

ayaküzeri zf Ayaküstü.

ayak yalın sf. Yalın ayak.

ayakyolu is. Tuvalet: "Dostlarından birine kızdı mı, onun salonda asılı duran resmini alır, ayakyolunun duvarına asar." -S. Birsel.

ayal, -li is. (ayad) Ar. 'iyâl esk. Kan, eş: "Çocuklar uyumuştur / Efendi gazete okur / A-yali dikiş dikmektedir." -O. V. Kanık.

ayan sf Ar. 'iyân esk. Belli, açık. ayan olmak belli olmak, bilinir olmak: "Onun duru aydınlığında alın yazımızın en çapraşık satırları, bize, birdenbire ayan oluverir." -Y. K. Karaosmanoğlu.

ayan beyan

ayan ç. is. (a:ya:n) Ar. a'yân esk. 1. İleri gelenler. 2. Senato üyeleri.

ayan beyan zf. Besbelli, apaçık, açık seçik bir biçimde: Fakat hepsinin yüzünde korku ve endişe emarelerini ayan beyan görmüştüm." -Y. K. Karaosmanoğlu.

ayandon is. Yun. 18 Ocakta başlayan bir fırtına.

ayar is. (aya:r) Ar. 'iyür 1. Bir aygıtın gereken işi yapabilmesi durumu: Saatin ayarı bozuk. Televizyonun ses ayarı iyi. 2. Saatler için belli bir yere göre kabul edilmiş olan ölçü: Memleket saat ayarı. 3. Altın, gümüş vb. madenlerden yapılmış şeylerin saflık derecesi. 4. Bir iş veya bir davranışta gereken Ölçü: Kalorifercinin ayarı yok, ya çok yakıyor veya hiç yakmıyor. 5. mec. Değer, derece: "Biz, telif eser ayarında bir sanat kıymeti taşıyan tercümelere teşekkür edelim." -B. R. Eyuboğlu. ayar etmek bir aygıtın çalışmasını düzeltmek, düzenli işler duruma getirmek.

ayarı bozuk, aklı tam ayar, balans ayarı, saat ayarı

ayarcı is. esk. Esnafın kullandığı ölçü aletlerini denetleyen görevli.

ayarı bozuk, -ğu sf 1. Belli bir ayarı olmayan. 2. mec. Ahlak, karakter veya aklı yerinde olmayan.

ayarlama is. Ayarlamak işi.

ayarlamak (-i) 1. Bir Ölçünün doğruluğunu belli bir örneğe göre düzeltmek, doğrulamak: Saati radyoya göre ayarlamak. 2. Bir aygıtı belli bir İş yapabilecek duruma getirmek: Dikiş makinesini nakşa göre ayarlamak. 3. mec. İşleri birbiriyle çatışmayacak veya zamanında bitirecek biçimde düzenlemek: İşlerimi ayarlayabilirsem sinemaya gideceğim. Konuşmayı on dakikaya göre ayarladım. 4. argo Kandırmak: Babamı ayarlayabilirsem sinemaya gideceğim.

ayarlanma is. Ayarlanmak işi.

ayarlanmak (nsz) Ayar edilmek, birbirine uygun duruma getirilmek: Saat ayarlandı. Fiyatlar ayarlandı.

ayarlatma is. Ayarlatmak işi.

ayarlatmak (-i) Ayar ettirmek.

ayarlı sf. 1. Ayarlanmış, doğru çalışması sağlanmış, düzeltilmiş (saat ve makine). 2. Belirli bir ayan olan (altın ve gümüş).

ayarlı pense, zaman ayarlı

ayarlı pense is. tek. Vida, cıvata ve musluk aksamını sıkıştırmak amacıyla kullanılan, ağız açıklığı ayarlanabilen özel alet.

ayarsız sf. 1. Ayan yapılmamış, ayarı bozuk, düzensiz. 2. Belli bir ayan olmayan (altın ve gümüş). 3. mec. Davranışlan ölçüsüz: Ayarsız insan.

ayarsızlık, -ğı is. 1. Ayarsız olma durumu. 2. Ölçüsüzlük, düzensizlik.

ayartı is. Baştan çıkarma.

ayartıcı is. Baştan çıkaran, doğru yoldan saptıran, ayartan kimse: "O hep eski oynak, gönül ayartıcı ve neşeli Samiye idi." -Y. K. Karaosmanoğlu.

ayartıcılık, -ğı is. Ayartıcının yaptığı iş.

ayartılma is. Ayartılmak işi.

ayartılmak (nsz) Ayartma işine konu olmak.

ayartma is. Ayartmak işi.

ayartmak (-i) 1. Baştan çıkarmak, doğru yoldan saptırmak. 2. Kandırmak. 3. Birini, çalıştığı yerden ayırıp başkasının yanında çalışmaya kandırmak.

ayaz is. 1. Duru, sakin havada çıkan kuru soğuk: "Sürüp gider en sert ayazlarda bile / Bir tatlı sıcak kış vakti." -B. Necatigil. 2. Çok soğuk hava, gece. ayaz kesmek uzun süre soğukta kalıp üşümek, ayaz paşa kol geziyor şaka dışarıda çok soğuk var. ayaz vurmak sebze ve meyveler donmak, (hava) ayaza çekmek kışm kuru soğuk artmak, ayazda kalmak 1) soğukta kalmak; 2) argo boş yere beklemek, eline bir şey geçmemek.

çakır ayaz, çınayaz

ayazlama is. Ayazlamak işi.

ayazlamak (nsz) 1. Hava ayaza çevirmek. 2. Ayazda kalıp üşümek. 3. argo Boş yere beklemek, eline bir şey geçmemek.

ayazlandırılma is. Ayazlandırılmak durumu.

ayazlandırılmak (nsz) Ayazlanması sağlanmak.

ayazlandırılmış rakı is. hlk. İnanışa göre sıtma tedavisinde kullanılmak üzere rakının açılarak balkonda veya dışarıda bekletilmiş biçimi.

ayazlandırma is. Ayazlandırmak durumu.

ayazlandırmak (-i) Ayazlanmasını sağlamak.

ayazlanma is. Ayazlanmak işi.

ayazlanmak (nsz) Ayazda bırakılıp soğumak: Su ayazlanmış.

ayazlatma is. Ayazlatmak işi.

ayazlatmak (-i) 1. Soğukta bekletmek. 2. Ayazda soğutmak.

ayazlık, -ğı is. Evlerde serinlemek için kullanılan önü açık yer, tahtaboş, balkon, taraça.

ayazma is. (aya'zma) Yun. Rumların kutsal saydıkları kaynak veya pınar.

ay balığı is. zool. Ay balığıgillerden, 3 m boyunda, görünüşü balık basma benzeyen, kuyruk yüzgeci hilal biçiminde olan, Akdeniz'de yaşayan bir balık türü, pervane balığı, kamer balığı (Mola mola).

ay balığıgiller ç. is. zool. Kemikli balıklar takımının çengel çeneliler alt takımına giren bir familya.

ay balta is. esk. Ağzı yarım daire biçiminde olan balta, teber.

aybaşı is. Âdet.

ay başı is. Ayın ilk günü, ay dönümü.

aybaşıh sf. Âdet görmüş (kadın).

aybeay zf.T. ay + Far. be + T. ay Aydan aya, ay ay olarak: Borcunu aybeay ödemek.

ayça is. 1. Hilal. 2. Bayrak ve sancak direklerinin tepesindeki pirinçten yapılmış ay yıldızlı süs, alem.

ay çekirdeği is. 1. bot Ayçiçeğinin tohumu. 2. Genellikle vakit geçirmek için içi yenen kuru yemiş çeşidi.

ayçiçeği is. bot. 1. Bileşikgillerden, san renkli çiçeği çok iri olan, yurdumuzda çok yetiştirilen bir bitki, gün çiçeği, günebakan, gündöndü (Helianthus annuus). 2. Bu bitkinin yağ çıkarılan ve çerez olarak da yenilen tohumu.

ayçiçeği yağı

ayçiçeği yağı is. Ayçiçeğinden çıkarılan yağ, çiçek yağı.

ay çöreği is. İçine tarçın, ceviz konularak ay biçiminde yapılmış çörek, kruvasan.

aydan aya zf. Her ay.

ay dede is. Çocuk dilinde ay. ay dedeye misafir olmak gece açıkta yatmak, geceyi açıkta geçirmek.

aydemir is. Yüzü yay biçiminde bir çeşit keser.

aydın sf. 1. Işık alan, ışıklı, aydınlık: Aydın bir oda. 2. Kültürlü, okumuş, görgülü, ileri düşünceli (kimse), münevver: "Akşam gazetesi, yurt aydınlarıyla konuşarak bizde niçin yazar yetişmediğinin sebeplerini araştırdı. " -O. V. Kanık. 3. Kolayca anlaşılacak kadar açık, vazıh (söz veya yazı).

günaydın, tünaydın

aydınger is. (Eidinger özel adından) Parlak yüzeyli, saydam, mimarlıkta çizim için kullanılan özel bir kâğıt.

aydınlanma is. 1. Aydınlanmak işi. 2. mec. Bir sorun üzerine gereği kadar bilgi edinme, tenevvür. 3. fiz. Bir yüzeyin, karşısına konulan eşit ışık kaynaklarının sayısı ile orantılı olarak aydınlık görünmesi.

aydınlanmak (nsz) 1. Aydınlık olmak. 2. mec. Bir sorun üzerine gereği kadar bilgi edinmek, tenevvür etmek: "Personelin yeteri kadar aydınlandığına kani olduktan sonra iki ciddi alarm denemesi yaptı." -H. Taner.

aydınlatıcı sf. 1. Aydınlık verici. 2. mec. Bîr sorunla ilgili gerekli bilgileri veren: "Devlet, tüketicileri koruyucu ve aydınlatıcı tedbirler alır." -Anayasa.

aydınlatıcıbk, -ğı is. Aydınlatıcı olma durumu.

aydınlatılma is. Aydınlatılmak işi.

aydınlatılmak (nsz) Aydınlatma işine konu olmak.

aydınlatma is. 1. Aydınlatmak işi. 2. tiy. Sahnelerin ışıklandırılması işi.

aydınlatmak (-i) 1. Karanlığı giderip görünür duruma getirmek: "Işık yüzüne tam tepeden düşüyor ve onu iyice aydınlatıyordu." -T. Buğra. 2. mec. Bir sorun üzerine bilgi vermek.

aydınlık, -ğı is. 1. Bir yeri aydınlatan güç, ışık: "Bir elektrik görmediğimizden titrek fener aydınlığına doyamazdık." -F. R. Atay. 2. Bir yapının ortasına gelen oda ve öbür bölümlerin ışık alması için, damın ortasından zemine kadar açılan boşluk. 3. sf. Işık alan: Aydınlık bir oda. 4. sf mec. Kolay anlaşılacak derecede açık olan, vazıh: Aydınlık bir söz. 5. sf. mec. Kötülükten uzak, temiz, saf: Aydınlık bir yüz.

aydınlıkölçer

aydınlıkölçer is. Aydınlıkları ölçmeye yarayan aygıt, lüksmetre.

ay dönümü is. Ay başı.

ayet is. (a.yet) Ar. âyet din b. Kur'an surelerini oluşturan kısımlardan her biri: "Unutmadığı ayetlerle namaz kılıyor, dua ediyordu." -Ö. Seyfettin.

ayevi is. Ayla.

aygın sf. Bitkin.

aygın baygın

aygın baygın sf. 1. Güçsüz, çok yorgun, bitkin. 2. Duyguda ölçüyü kaçırmış: "Fani bir iz bırakmış burda yatmışsa kimler / Aygın baygın mâniler, açık saçık resimler." -F. N. Çamlıbel. 3. Kendinden geçercesine âşık, vurgun: "O zaten ötekine aygın baygın." -A. Rasim.

aygınlık, -ğı is. Aygın olma durumu.

aygır is. Damızlık erkek at. aygır gibi iri yarı, cüsseli, güçlü (kimse).

aygır deposu, deniz aygırı, su aygırı

aygır deposu is. Aygırların bakıldığı büyük ahır.

aygıt is. 1. Birçok parçadan yapılmış alet, cihaz: Telefon bir konuşma aygıtıdır. 2. anat. Vücutta belirli bir görevi yerine getiren organ grubu: Sindirim aygıtı. Solunum aygıtı. 3. fiz. Birkaç aletin uygun biçimde eklenmesinden oluşturulan ve bazı belli deneylerin yapılmasına yarayan takım.

ses aygıtı, sindirim aygıtı, solunum aygıtı, yansıtanım aygıtı

ay gün takvimi is. astr. Güneşin görünen hareketlerine göre düzenlenmiş olan takvim.

ay-gün yılı is. astr. Hem ay evreleri değişimi hem de güneşin gökyüzündeki görünen hareketi göz önüne alınarak düzenlenmiş olan takvim yılı.

ayı is. 1. zool. Memelilerin etobur takımından, beş parmaklı, tabanlarına basarak yürüyen, yurdumuzda boz türü bulunan, iri gövdeli hayvan (Ursus arctos). 2. ünl. Kaba saba olan insanlar İçin kullanılan bir seslenme sözü. ayı gibi 1) iri yarı; 2) kaba, anlayışsız (kimse), ayı yavrusu ile oynuyor alay iri ve yetişkin birinin ufak tefek birine, bir çocuğa el şakası yapması veya gücünü onda denemesi karşısında söylenen bir söz. ayının kırk türküsü var, kırkı da ahlat üstüne bir kimsenin hep aynı şeyi veya hikâyeyi anlatması karşısında söylenen bir söz. ayıya kaval çalmak anlayışsız bir kimseye bir şey anlatmaya çalışmak, ayıyı vurmadan postunu satmak henüz ele geçmemiş bir şey üzerinde hesap yapmak.

ayıbacağı, ayı balığı, ayıboğan, ayı gülü, ayıkulağı, ayı üzümü, ayı yürüyüşü, bozayı, Büyükayı, Küçükayı, dağ ayısı, denizayısı, marsıvan ayısı

ayıbacağı is. den. Çift yan yelkenlerden birini sağdan, birini soldan kullanma biçimi.

ayı balığı is. zool. Fok.

ayıboğan sf. İri yarı, kaba ve anlayışsız (kimse).

ayıcı is. 1. Ayı oynatmayı iş edinen kimse. 2. huk. Sert, kaba ve hoyrat kimse.

ayıcılık, -ğı is. Ayıcının işi, mesleği.

ayıgiller ç. is. zool. Memeli etoburlardan, ayıları içine alan bir familya.

ayı gülü is. bot. İki çenekliler smıfınm düğün çiçeğigiller familyasmdan bir şakayık türü (Peconia corollina).

ayık, -ğı sf. 1. Sarhoşluğu veya baygınlığı geçmiş olan. 2. mec. Anlayışlı, uyanık: Ayık kafa ile mektubu okudu. 3. zf. Sarhoşluğu geçmiş bir biçimde.

ayıklama is. Ayıklamak işi: "Tepsiye üç ölçü pirinç koydu, pencere ışığında ayıklamaya başladı."-O. Rifat.

ayıklamak (-i) 1. Bir şeyin içinden, işe yaramayan, gereksiz veya istenmeyen taneleri ayırıp çıkarmak, temizlemek: "Döndüğümde karımın mezarım dolduran otları, baldıranları kendi elimle ayıkladım." -A. Gündüz. 2. mec. Bir görevde gereksiz görülenleri işinden ayırmak, ayıkla pirincin taşını! bir işin pek karışık ve içinden çıkılmaz durumda olduğunu anlatmak İçin kullanılan bir söz: "Karıya bir de nikâh yaptırdı mı, ondan sonra ayıkla artık pirincin taşım ..." -O. Kemal.

ayıklanma is. 1. Ayıklanmak işi. 2. biy. Yaşayan varlıklarda ortamın şartlarına en iyi uyan türlerin veya bireylerin üreyip kalması, uyamayanların yok olması, istifa.

doğal ayıklanma

ayıklanmak (nsz) Ayıklama işine konu olmak: "Vaktiyle işe yaramaz diye ayıklanmış olan mağdur memurlar, böylece eski vazifelerine iade edildiler." -H. Taner.

ayıklatma is. Ayıklatmak işi.

ayıklatmak (-i) Ayıklama işini yaptırmak.

ayıklık, -ğı is. Ayık olma durumu.

ayıkma is. Ayıkmak işi.

ayıkmak (nsz) hlk. Ayılmak, kendine gelmek, uyanmak, aklı başına gelmek.

ayıkulağı is. bot. Çuha çiçeğinin bir türü (Primula auricula).

ayılık, -ğı is. Kabalık, kaba davranış, ayılık etmek kaba davranmak.

ayılma is. Ayırmak işi.

ayılmak (nsz) 1. Sarhoşluk, baygınlık vb. bir durumdan kurtulmak, kendine gelmek. 2. mec. Aklı başına gelip gerçeği görmek, ayılıp bayılmak 1) birini kendinden geçercesine sevmek; 2) aşırı ölçüde sinir bunalımları geçirmek.

ayıltı is. Mahmurluk: Sarhoşluğun ayıltısı içindeydi.

ayıltma is. Ayıltmak işi.

ayıltmak (-i) Ayılmasını sağlamak: "Hekim getirmişler, iğne yapmışlar, beni ayıltmışlar."-M. Ş. Esendal.

-ayım / -eyim İstek kipi teklik birinci kişi eki: bekle-y-eyim, çiz-eyim, oku-y-ayım, yazayım vb.

ayın is. Ar. 'ayn esk. Arap alfabesinin on sekizinci harfinin adı. ayınları çatlatmak bu harfin Arapçaya özgü sesini gırtlakta boğumlamaya çalışmak.

ayınga is. (ayı'nga) Erm. Kaçak tütün.

ayıngacı is. Tütün kaçakçısı.

ayıngacılık, -ğı is. Tütün kaçakçılığı.

ayın on dördü is. Dolunay, ayın on dördü gibi yüzü çok güzel (kadın veya kız).

ayıp, -bı is. Ar. 'ayb 1. Toplumun ahlak kurallarına aykırı olan, utanılacak durum veya davranış. 2. Kusur, eksiklik. 3. sf. Utanç veren: "Elli, altmış günlük bir ayrılık için bu kadar telaş ayıp değil mi?" -R. N. Güntekin. ayıp etmek (veya yapmak) yakışıksızca davranmak: "Getirilmenin sebebini bana sordun mu, ayıp edersin!" -K. Tahir. ayıp kaçmak uygun düşmemek: "Daha ne sözler ki, açıklayamam burada, ayıp kaçar." -M. Şeyda, ayıbını yüzüne vurmak birinin kusurunu yüzüne söylemek. ayıptır söylemesi 1) "bunu söylemek size karşı saygısızlık olacak, ancak söylemek zorundayım" anlamında özür dilemek için kullanılan bir söz; 2) "Övünmek gibi olmasın ama" anlamında kullanılan bir söz: A-yıptır söylemesi, akşam kuzu dolması yedik.

ayıp yerler

ayıplama is. Ayıplamak işi, takbih.

ayıplamak (-i) Kınamak, takbih etmek: "A-yıplama kardeş, üç gündür takırtı orucundayım."-E. R. Gürpınar.

ayıplanma is. Ayıplanmak işi.

ayıplanmak (nsz) Ayıplama işine konu olmak.

ayıplı sf. Ayıbı, kusuru olan.

ayıpsız sf. Ayıbı, kusuru olmayan.

ayıp yerler ç. is. Vücutta örtülü tutulması gereken yerler.

ayıraç, -cı is. kim. Cisimleri, birleşime veya ayrışıma uğratarak niteliklerini belirtmede kullanılan madde, miyar, reaktif.

ayıran sf. fiz. Işığı yalın öğelerine ayırma özelliği olan.

ayırıcı is. Ayırma özelliği veya gücü olan şey: Renk ayırıcı aygıt.

ayırıcılık, -ğı is. Ayırıcı olma durumu.

ayırma is. Ayırmak işi: "Yapılabilecek şeylerle yapılamayacakları daha ilk anda ayırmasını biliyordu." -T. Buğra.

ayırmaç, -cı is. Bir şeyi benzerlerinden ayırt etmeye yarayan durum veya öge, farika.

ayırmak (-i, -den) 1. Bölmek: Elmayı dörde ayırmak. 2. Bir bütünden bir parçayı herhangi bir amaçla bir tarafa koymak, saklamak: Çocuklara pastadan biraz ayırdım. 3. Bir yeri bir engelle bölmek. 4. Birbirinden uzaklaştırmak. 5. Nitelik değişikliğini anlamak, fark etmek. 6. Seçmek: "Günün fıkralarından bu kitaba ayırdıklarım pek azdır. " -F. R. Atay. 7. İki veya daha çok kimse arasındaki anlaşmayı, uzlaşmayı bozmak: Karıyı kocasından ayırmak. 8. Farklı davranmak, fark gözetmek: Çocuklarımın hepsini aynı derecede severim, onları hiç birbi- . rinden ayırır mıyım? 9. (-i, -e) Bir şey veya yeri, bir şey veya kimse için kullanmayı belirlemek, tahsis etmek: Odayı çocuklara ayırmak. Dolabı çamaşırlara ayırmak.

ayırt edilme is. Ayırt edilmek işi.

ayırt edilmek (-den) Ayırt etme işine konu olmak.

ayırt etme is. Ayırt etmek işi.

ayırt etmek, -der (-i, -den) Birkaç şeyi birbirinden ayıran niteliği anlamak, tefrik etmek, temyiz etmek: "Sade akıcı ve temiz aksanı ile değil davranışları ile de Türk'ten ayırt edemezsiniz." -H. Taner.

ayırtı is. Aynı cinsten olan şeyler arasındaki ince fark, nüans.

ayırtma is. Ayırtmak işi.

ayırtmak (-e, -i; -den) Ayırma işini yaptırmak.

ayırtman is. eğt. Sınavlarda, soruların hazırlanmasından notların verilmesine kadar bütün değerlendirme çalışmalarına katılan görevli, mümeyyiz.

ayırtmanlık, -ğı is. Ayırtmanın görevi, mümeyyizlik.

ayırttırma is. Ayırttırmak işi.

ayırttırmak (nsz) Ayırtma işini yaptırmak.

ay ışığı is. 1. Ayın yeryüzüne verdiği ışık. 2. Ayın dolunay durumundaki parlak durumu, mehtap: "Asfalt cadde, ay ışığında sessiz akan bir dere gibi uzuyor." -H. Taner.

ayıt is. bot. Mine çiçeğigillerden, Akdeniz çevresinde yetişen, mavi, beyaz veya menekşe renginde çiçekler açan, 1-2 m boyunda bir ağaççık, hayıt (Vitex agnus-castus).

ayı üzümü is. bot. Fundagillerden, küçük taneli yemişler veren, tüylü bir bitki (Arbutus uva ıtrsi).

ayı yürüyüşü is. Gergin kol ve bacaklarla dört ayak yürüme.

ayin is. (ayin) Far. âyin din b. 1. Dinî tören: "... ibadet, dinî ayin ve törenler serbesttir." -Anayasa. 2. muz. esk. Mevlevi tekkelerinde okunan ağır bestelerin biçimi.

ayinicem

ayinicem is. Far. âyin + Ar. cem' din b. esk. Cem ayini.

ay karanlığı is. Bulutlar arkasında kalan ayın yaydığı hafif aydınlık.

aykırı sf. 1. Alışılmışa, doğru olarak kabul edilmişe uygun olmayan, karşıt, ters, mugayir: "Savaş, seferberlik, sıkıyönetim veya olağanüstü hâllerde Anayasada Öngörülen güvencelere aykırı tedbirler alınabilir." -Anayasa. 2. Çapraz, ters. 3. mec. Gidilen yol üzerinde olmayıp gidiş yönüne ters düşen: "Burası Ankara'ya iki günöte, ana yollardan aykırı küçük bir kasabaydı." -R. H. Karay. 4. mat. Bütün noktaları aynı düzlemde bulunmayan, aykırı düşmek uygun gelmemek, ters gelmek, ters düşmek: "Yüzük ona biraz aykırı düşen bir parlaklıkla parmağında parlıyordu." -T. Buğra. aykırı olmak ters olmak, zıt olmak: "Temel hak ve hürriyetlerle ilgili genel ve özel sınırlamalar demokratik toplum düzeninin gereklerine aykırı olamaz." -Anayasa.

aykırı doğrular, aykırı katmanlaşma, gerçeğe aykırı, kurala aykırı

aykırı doğrular ç. is. mat. Aynı düzlemde bulunmayan doğrular.

aykırı katmanlaşma is. jeol. Katmanları düzenli bir biçimde olmayan katmanlaşma.

aykırılama is. Aykırılamak işi.

aykırılamak (nsz) 1. Dikey olarak gelmek: "Bu demir yolu, Eğrikaya'dan keçi yurdu önünden, dereyi aykırılar." -M. Ş. Esendal. 2. Kestirmeden gitmek. 3. Düz yoldan ayrılmak.

aykırılaşma is. Aykırılaşmak işi.

aykırılaşmak (nsz) Aykırı duruma gelmek.

aykırılık, -ğı is. Aykırı olma durumu, mugayeret, muhalefet.

gerçeğe aykırılık, kurala aykırılık, anlam aykırılığı

ayla is. 1. Ayın ve bazı yıldızların dolayındaki ışık çevresi, ay ağılı, ayevi, hale. 2. Bazı kutsal kişilerin başı etrafında gösterilen ışık çevresi.

ışık aylası

aylak, -ğı sf. İşsiz, boş gezen, avare (kimse). aylak adam işidir İşsiz güçsüz adama layık bir iştir, aylak olmak boşta olmak, yapacak bir işi olmamak, boş oturmak.

aylakçı is. Temelli işi olmayan işçi.

aylakçılık, -ğı is. 1. Temelli İş sahibi olmama durumu. 2. İşsizlik, avarelik.

aylaklık, -ğı is. Aylak olma durumu, işsizlik, avarelik: "Çalışmaktan yorulunca böyle geçici aylaklıklarla dinleniyorum." -H. Taner. aylaklık etmek boş durmak, boş oturmak, işsiz güçsüz dolaşmak, çalışmamak.

aylama is. Aylamak işi.

aylamak (-i) hlk. 1. Beklemek. 2. (nsz) Sürmek, devam etmek. 3. (-de) Ayı dolduran bir süre geçirmek, aylarca kalmak.

aylandız is. (Çince Ailanto'dan) bot. Kokar ağaç.

aylanma is. Aylanmak işi.

aylanmak (nsz) hlk. Bir yerin çevresinde dolanmak.

aylı sf. 1. Üzerinde ay biçimi bulunan: Beyaz aylı kırmızı bir bayrak. 2. Ay ışığı olan, mehtaplı: Aylı geceler. 3. hlk. Gebe.

aylık, -ğı is. 1. Birine, görevi karşılığı olarak veya geçimi İçin her ay ödenen para, maaş: "Ordu ve hükümet aylıklarımızın bir kısmıyla altın alırdık." -F. R. Atay. 2. sf. Bir ay içinde olan: Aylık kazanç. 3. sf. Bir ay süren: Bir aylık iş. 4. sf. Ayda bir kez yapılan veya çıkan: Aylık toplantı. Aylık rapor. Aylık dergi. 5. sf. Belirli aydan beri var olan: Üç aylık çocuk... 6. zf. Ay olarak, bir ay için: "Ben uzunca kalacağım için aylık olarak tutmuştum odamı." -E. Bener. aylık almak bir aylık çalışma karşılığında para almak, aylık bağlamak emekli olan veya başka sebeplerle çalışmayanlara her ay için belirli bir parayı ödemeyi üstlenmek, maaş bağlamak, aylık vermek aylık olarak üstlenilen parayı ödemek, maaş vermek, aylığa geçmek 1) çalışması karşılığı olarak her ay belirli bir para alınacak bir işe başlamak, maaşa geçmek; 2) gündelikten veya ücretten kadroya geçmek.

onbiraylık, üç aylık, emekli aylığı

aylıkçı is. 1. Aylıkla çalışan kimse. 2. Başka geliri olmayıp yalnız aldığı aylıkla geçinen kimse.

aylıklı sf. 1. Aylık alan (kimse), maaşlı: Aylıklı bir görevli. 2. Karşılığı aylıkla ödenen: Aylıklı bir iş.

ayma is. Aymak işi.

aymak, -ar (nsz) hlk. 1. Kendine gelmek, aklı başına gelmek, ayılmak: "... bırak gece yarısı hoşbeşi Allah aşkına, aydım artık gidip yatayım." -S. F. Abasıyanık. 2. mec. Gerçeği anlamak.

aymaz sf. Çevresinde olup bitenlerin farkına varmayan, sezmeyen (kimse), gözü bağlı, gafil.

aymazlaşma is. Aymazlaşmak durumu.

aymazlaşmak (nsz) Aymaz duruma gelmek.

aymazlık, -ğı is. Çevresinde olup bitenlerin farkına varamama durumu, aymaza yakışacak durum, gaflet.

ay modülü is. astr. Gözlem araçlarını içinde taşıyan, ay araştırmaları için kullanılan ve ay yüzüne yumuşak iniş yapan araç.

ayn is. Ar. 'ayn esk. Göz.

aynısefa

ayna is. Far. âyine 1. Işığı yansıtan, varlıkların görüntüsünü veren, cilalı ve sırlı cam, gözgü, mirat: "Ben onun aynada saçlarına değil, bana baktığım gene aynadan görüyordum. " -T. Buğra. 2. Karagöz oyununda perde. 3. Doğramacılık ve yapıcılıkta çerçeve içine geçirilen tahta veya taş levha: Kapı kanadının aynası. Çeşmenin aynası. 4. Atların diz kapağı. 5. argo İyi bir durumda, yolunda: işimiz ayna. 6. mec. Bir olayı, bir durumu yansıtan, göz önünde canlandıran olay, durum, şey: "Bir ülkenin sanat ve kültür hayatı bir bakıma o ülkenin uygarlık aynasıdır." -H. Taner. 7. den. Küreğin yassı uç bölümü. 8. den. Gemilerde işaretçi erlerin kullandığı dürbün. 9. den. Akıntı ve anaforun birleştiği yerde oluşan su burgacı, ayna gibi 1) dümdüz ve parlak; 2) kımıltısız, durgun (deniz).

aynabakar, ayna taşı, ayna tırnağı, döner ayna, boy aynası, cüce aynası, deniz aynası, dev aynası, dikiz aynası, endam aynası, ışık aynası

aynabakar is. bot. Büyük, yumurtamsı, kırmızımsı mavi renkli bir erik türü.

aynacı is. 1. Ayna yapan veya satan kimse. 2. mec. Hileci, işine hile karıştıran kimse.

aynacılık, -ğı is. Aynacının yaptığı iş veya aynacı olma durumu.

aynalı sf. 1. Aynası olan: "Hemen aynalı dolabını açtı, en iyi çarşafını çıkararak acele giyinmeye başladı." -P. Safa. 2. argo Parlak yüzlü, yakışıklı, güzel.

aynalı sazan

aynalık, -ğı is. den. Geminin ve bağlı bulunduğu limanın adı yazılan, düz veya az yuvarlak kıç bölüm.

aynalık tahtası

aynalık tahtası is. den. Sandalların kıç taraflarında oturanın sırtını dayamasına yarayan tahta.

aynalı sazan is. zool. Üzerinde az sayıda büyük pullar bulunan bir tür sazan.

aynasız sf. 1. Aynası olmayan. 2. argo Hoşa gitmeyen, kötü, yakışıksız, çirkin, ters, biçimsiz: Amma da aynasız bir yermiş burası, beni hiç açmadı. 3. is. argo Polis.

aynasızlık, -ğı is. Aynasız olma durumu.

ayna taşı is. mim. Yapı, anıt, çeşme vb. yerlere konan yazılı veya yazısız süslü taş levha.

ayna tırnağı is. Aynayı duvara tutturmak için kullanılan nikel veya kromla kaplanmış metal parçası.

aynaz (I) is. hlk. Bataklık.

aynaz (II) is. Uy. Köy oyunlarını yöneten kimse.

aynen zf (aynen) Ar. 'aynen Olduğu gibi, değiştirmeden, aynıyla: "Türkiye Büyük Millet Meclisi, geri gönderilen kanunu aynen kabul ederse, kanun Cumhurbaşkanınca yayımlanır." -Anayasa.

aynı sf. (a'ynı) 1. Başkası değil, yine o. 2. Değişmeyen, aralarında ayrım olmayan: "Yirmi sene hep aynı renkler içinde dönüp dolaştık." -B. R. Eyuboğlu. 3. is. Ayırt edilemeyecek kadar benzeri, özdeşi, tıpkısı: Bu kalem sizinkinin aynıdır, aynı ağzı kullanmak aynı şeyi söylemek, aynı düşünceyi ileri sürmek, aynı kapıya çıkmak sonuç bakımından fark etmemek, aynı sonuca varmak, aynı potada erimek benzer konulan ve sorunları birlikte düşünmek veya değerlendirmek, aynı telden çalmak aynı şeyi söylemek, aynı yolun yolcusu 1) kötü sonları birbirine benzer olan: "O haspa da aynı yolun yolcusu, elbet birbirlerini kollayacaklar. " -A. İlhan. 2) kaderleri, düşünceleri birbirine benzer olan.

aynı zamanda, tıpkısının aynısı

aynılaşma is. Aymlaşmak işi.

aymlaşmak (nsz) Aynı, benzer duruma gelmek.

aynılık, -ğı is. Aynı olma durumu, özdeşlik, ayniyet.

aynısefa is. (a'ymsafa:) Ar. 'ayn + şafâ bot. Birleşikgillerden, çiçekleri sarı renkli bir kır bitkisi (Calendula arvensis).

aynıyla zf. Hiçbir değişiklik olmadan, olduğu gibi.

aynı zamanda zf. Hem de, bununla birlikte.

ayni (I) sf. (ayni:) Ar. 'ayni esk. Gözle ilgili.

ayni (II) sf (ayni:) Ar. 'ayni esk. Para olarak değil, madde olarak verilen: Ayni yardım.

ayni hak

ayni hak, -kkı is. huk. Taşınır veya taşınmaz üzerinde doğrudan doğruya egemenlik yetkisi veren ve herkese karşı ileri sürülebilen haklar.

ayniyat is. (ayniya:t) Ar. 'ayniyyüt Kullanılmaya veya harcamaya elverişli, taşınması kolay eşya.

ayniyet is. (ayniyet) Ar. 'ayniyyet esk. Aynılık.

aynştaynyum is. (fizikçi Einstein'ın adından) kim. Atom sayısı 99 olan, uranyumun sürekli ısınmasıyla veya termonükleer tepkimeler sırasında oluşan yapay element (simgesi E).

ayol ünl (a'yol) tkz. Genellikle kadınların kullandığı bir seslenme sözü: Ayol! Sen nerelerde kaldın?

ay örümceği is. astr. Ay modülü.

ay parçası sf. Çok güzel (kadın veya kız).

ayraç, -cı is. Cümle içinde geçen bir sözü, metin dışı tutmak için o sözün başına ve sonuna getirilen yay veya köşeli biçimde işaret, ayraç açmak söz veya yazı içine, asıl konu ile ilgisi az olan bir bölüm sıkıştırmak.

köşeli ayraç, yay ayraç

ayran is. 1. Süt veya yoğurt yayıkta çalkalanarak yağı alındıktan sonra kalan sulu bölüm. 2. Yoğurdun sulandırılıp çalkalanmasıyla yapılan içecek, ayranı kabarmak 1) öfkelenmek, coşmak; 2) aşırı bir cinsel arzu duymak: "Sadrazamın ayranı kabarsın diye üç gün beklenildikten sonra ... gelini, alayla, eşinin konağına iletmişlerdir." -S. Birsel, ayranı yok içmeye, atla (veya tahtırevanla) gider sıçmaya kaba yoksulluğuna bakmadan gösteriş yapmaya kalkanların gülünçlüğünü anlatmak için kullanılan bir söz. ayranım budur, yarısı sudur yapılan bir işin yarım yamalak olduğu bildirilmek için kullanılan bir söz.

ayran ağızlı, ayran budalası, ayran delisi, ayran gönüllü

ayran ağızlı sf. argo 1. Ayran budalası. 2. Boşboğaz, geveze.

ayran budalası sf. argo Aptal, budala, sersem.

ayrancı is. Ayran yapan veya satan kimse.

ayrancılık, -ğı is. Ayran yapıp satma işi.

ayran delisi sf. hlk. 1. Bön, safdil. 2. Hevesli.

ayran gönüllü sf Çabuk âşık olan.

ayran gönüllülük, -ğü is. Ayran gönüllü olma durumu.

ayranlaşma is. Ayranlaşmak özelliği veya durumu.

ayranlaşmak (nsz) Ayran durumuna gelmek.

ayrı sf 1. Yerleri bir olmayan: Beraber misiniz, ayrı mısınız? 2. Başka, başka türlü: Bu ayrı konu. 3. zf. Yalnız, tek başına, ayrı baş çekmek topluluktan ayrılıp kendi başına iş yapmak, ayrı düşmek 1) birbirinden uzakta kalmak; 2) mec. uyuşmamak: Düşüncelerimiz çok ayrı düşüyor, ayrı gayrı bilmemek (veya ayrısı gayrisi olmamak) birbirinden hiçbir şey esirgemeyecek durumda olmak: Bizim ayrımız gayrımız var mı? Parayı ha sen vermişsin ha ben. ayrı seci yapmak birkaç şey arasında fark gözetmek, ayrı tutmak farklı davranmak.

ayrı ayrı, ayrı basım, ayrı cinsten, ayrı çanak yapraklılar, ayrı taç yapraklılar

ayrı ayrı sf 1. Birbirinden ayrı olan, değişik: Ayrı ayrı işleri var. 2. zf. Her biri ayrı olarak: Yemeklerin tadına ayrı ayrı baktı. 3. zf. Her biri için: Çocuklara ayrı ayrı armağanlar aldım.

ayrı basım is. Genellikle bir dergide yayımlanmış bilimsel bir yazının ayrı bir broşür olarak basımı: "Bir formalık ayrı basımlar eser diye gösterilmezse, korkarım pek çoğumuzun eser listeleri hayli fakir kalırdı." -H. Taner.

ayrıca zf. (a'yrıca) 1. Ayrı olarak, başkaca: "Devlet konut ihtiyacını karşılayacak tedbirleri alır, ayrıca toplu konut teşebbüslerini destekler." -Anayasa. 2. Ayrı bir önem verilerek: Bu bitki oralarda ayrıca yetiştirilir. 3. Bundan başka.

ayrıcalı sf Başkalarına benzemeyen, ayrı tutulan, müstesna.

ayrıcalık, -ğı is. Başkalarından ayrı ve üstün tutulma durumu, imtiyaz: "Ölüm önünde herkes bir, ayrıcalık yok kimseye." -T. Oflazoğlu. ayrıcalık göstermek ayrıcalık tanımak, ayrıcalık tanımak 1) birine özel hak vermek; 2) birini kayırmak, ayrıcalık tanınmak başkalarından ayn ve üstün tutulmak.

ayrıcalıklı sf. Ayrıcalığı olan, ayncalık tanınan, imtiyazlı.

ayrıcalıksız sf. Ayrıcalığı olmayan, ayncalık tanınmayan, imtiyazsız.

ayrıcasız zf Ayn tutulmadan, istisnasız bir biçimde.

ayrı cinsten sf. 1. Farklı grupta olan. 2. kim. Farklı yapıda olan, heterojen.

ayrıç, -cı is. hîk. Yol kavşağı, İki yolun ayrıldığı yer: İki yolun ayrıcında.

ayrı çanak yapraklılar ç. is. bot. Çanak yaprakları birbirine bitişmiş olmayan bitkiler.

ayrık, -ğı sf. 1. Ayrılmış: "Yandan ayrık, tek tuk gümüş pırıltılı saçları." -Y. Z. Ortaç. 2. Ayn tutulan, başkalarına benzemeyen, ayrıcalı, müstesna. 3. Kura dışı, müstesna. 4. Düzgün ve uygun olmayan, çarpık: "Apış arasına fazla tülbent ve mermerşahi tıkarak bebeği çarpık ve ayrık bacaklı, tenasüpsüz olmaktan korur." -R. H. Karay. 5. is. Ayrık otu.

ayrık küme, ayrık otu, domuz ayrık otu

ayrık küme is. mat. Ortak elemanlan olmayan küme.

ayrıklı sf. Ayrı tutulmuş, benzerlerine uymayan, kural dışı olan, İstisnai.

ayrıklık, -ğı is. 1. Ayrıklı olma durumu, ayn tutma, ayrı tutulma, istisna. 2. astr. Elips, daire, parabol, hiperbol vb. bir konik üzerinde hareket eden cismi, odağa veya merkeze birleştiren doğrunun büyük eksen ile yaptığı açı. 3. fel. Kaplamları birbirinden ayrı olmakla birlikte aynı yakın cinsin kaplamına giren kavramlar arasındaki bağlantı: Kedi, köpek: Memeliler. 4. huk. Genel kuraldan ayrılma, derogasyon. 5. man. Önermelerin birbirine bağlanması İşleminde ya ... ya ... ve ya da İle gösterilen ilişki: Şimdi ya gündüzdür ya gece.

ayrık otu is. bot. Buğdaygillerden, kökü hekimlikte idrar söktürücü olarak kullanılan yabani bir bitki (Agropyrum repens).

ayrıksı sf. 1. sos. Alışılagelmiş töre ve davranışlara aykırı olan, eksantrik. 2. Başka, bambaşka, apayn.

ayrıksı ay, ayrıksı yıl

ayrıksı ay is. astr. Ayın yörüngesindeki en beri noktasından art arda iki geçişi arasındaki süre farkı.

ayrıksılık, -ğı is. Ayrıksı olma durumu.

ayrıksı yıl is. astr. Yerin kendi yörüngesindeki günberi noktasından art arda iki geçişi arasmdaki süre farkı.

ayrıksız sf. 1. İstisnasız, bilaistisna. 2. zf. Hiçbir ayrığı olmadan veya hiçbirini aynk tutmaksızm.

ayrılanına is. Ayrılanmak durumu.

ayrılanmak (nsz) Ayn duruma gelmek.

ayrılaşma is. Aynlaşmak işi, teferrüt.

ayrılaşmak (nsz) Benzerleri arasında ayrı bir yeri ve önemi olmak, teferrüt etmek.

ayrılı sf. Ayrılmış olan, ayn duran, munfasıl.

ayrılık, -ğı is. 1. Ayrı olma durumu. 2. Birinden uzak düşme: Çocuğumun ayrılığına katlanamadım. 3. Düşünce, görüş veya duygu arasındaki uymazlık, mübayenet. 4. huk. Evlilik birliğinin yargıç kararı ile geçici bir süre için kaldırılması.

görüş ayrılığı

ayrılış is. Ayrılma işi veya biçimi: "Onlardan ayrılış bana her an üzüntüdür / Mademki böyle duygularım kaldı çok şükür." -Y. K. Beyatlı.

ayrılışına is. Aynlışmak işi veya durumu.

ayrılışmak (nsz) Birbirinden ayrılmak: "Bunca zamanlar bilişip / Ahir dönüp ayrılışıp." -Yunus Emre.

ayrılma is. 1. Ayrılmak işi. 2. fiz. Bir biçmeden geçen beyaz ışığın türlü renklerde görünmesi.

ayrılma durumu

ayrılma durumu is. dbl. Çıkma durumu.

ayrılmak (-e) 1. Ayırma işine konu olmak: "Geçen hafta, Akşehir'de Nasrettin Hoca törenine ayrılmıştı." -F. R. Atay. 2. (-den) Bir yerden, bir kimseden, bir şeyden uzaklaşmak: "... rahat bir tavırla yanındaki adamdan ayrıldı." -Y. K. Karaosmanoğlu. 3. (nsz, -den) Boşanmak: "Artık senden saklamaya sebep kalmıyor. Ben, Remzi Bey'den ayrılıyorum." -R. N. Güntekin.

ayrılmazlık, -ğı is. fel. Özelliklerin, kendilerini taşıyan nesnelerle, ilineklerin tözle bağlantısı, kalıcılık karşıtı.

ayrım is. 1. Ayırma işi, tefrik: Kuvvetler ayrımı. 2. Bir kimse veya nesnenin bir başkasıyla karıştırılmamasmı sağlayan ayrılık, benzer şeyleri birbirinden ayıran özellik, başkalık, fark. 3. Alt bölüm. 4. man. Cinsleri ve türleri birbirinden ayıran ana karakter, fark. 5. Ayrılma noktası: Yol ayrımı. 6. sin. ve TV Bir veya daha çok sahne içinde geliştirilip olayın tamamlanmış bir parçasını veren film bölüğü, ayrım yapmak eşit davranışta bulunmamak, fark gözetmek, ayrım yaratmak farklılık çıkarmak, İkilik ortaya atmak: "Anayasada yer alan hak ve hürriyetlerden hiçbiri dil, din ve mezhep ayrımı yaratmak amacıyla kullanılamazlar." -Anayasa.

ince ayrım, ırk ayrımı, sönüm ayrımı, yol ayrımı

ayrımcı is. Ayrım yapan kimse.

ayrımcılık, -ğı is. Ayrımcı olma durumu.

pozitif ayrımcılık

ayrımlama is. sin. ve TV Senaryonun hazırlanmasında geliştirim İle çevrim senaryosu arasında yer alan, senaryonun sahne ve ayrımlarının belirlendiği, başlıca karakterlerin ayrıntılarıyla çizildiği, konuşmaların son biçimini aldığı aşama.

ayrımlamak (-i) Ayrım yapmak.

ayrımlaşma is. 1. Ayrımlaşmak işi, farklılaşma. 2. biy. Hücrelerin veya canlı organizmaların işlevlerine veya yaşayış türlerine ilişkin yapısal nitelik kazanması, farklılaşma: Embriyo yaşantısında organlar ayrımlaşma yolu ile ortaya çıkar. 3. jeol. Bir iç kayanın katılaşması sürecinde yer ve zamana göre ayrımların ortaya çıkması, farklılaşma.

ayrımlaşmak (nsz) Ayrımlı duruma gelmek, farklılaşmak.

ayrımlı sf. Ayrımı olan, aralarında ayrım bulunan, değişik, farklı.

ayrımlılık, -ğı is. Ayrımlı olma durumu, farklılık.

ayrımsama is. Ayrımsamak işi veya durumu.

ayrımsamak (-i) Bir şeyi anlamak, bir şeyi görmek, fark etmek.

ayrımsız sf. Ayrımlı olmayan, aynı, farksız.

ayrımsızlık, -ğı is. Ayrımsız olma durumu, farksızlık.

ayrıntı is. 1. Bir bütünün önemce ikinci derecede olan öğelerinden her biri, teferruat, detay: "Az daha kuşku diyecektim herkes gibi. Oysa şüphe başka, kuşku başka şeydir. Bir ayrıntı sorunu ama, neylersiniz ki, dilin inceliği ayrıntılara dayanır." -H. Taner. 2. Edebiyat veya sanat eserlerinde bir bütünün öğelerinden her biri, teferruat, tafsilat. 3. tiy. Bir tiyatro eserinde ana düşünceye yardımcı olan kelime, cümle veya eşya. ayrıntılara inmek bîr konuyu en küçük noktasına kadar inceleyip araştırmak: "Ne var ki, genelleyici bakış açısı, bizi bazen yararlı ayrıntılara inmekten ister istemez alıkoyuyor." -H. Taner.

ayrıntılı sf. Ayrıntısı olan, teferruatlı, tafsilatlı, detaylı, mufassal: "Ona bıkıp usanmadan uzun ve ayrıntılı cevaplar veriyordu." -H. Taner.

ayrıntısız sf. Ayrıntısı olmayan.

ayrışık, -ğı sf. 1. Ayrışmış olan. 2. Ayrı türden, çeşit çeşit, muhtelif.

ayrışıklık, -ğı is. Ayrışık olma durumu.

ayrışım is. Ayrışma işi.

ayrışma is. 1. Ayrışmak işi. 2. kim. Moleküllerin, türlü etkenlerle geçici olarak daha yalın atom ve moleküllere bölünmesi, inhilal, tahallül.

ayrışmak (nsz) 1. Birbirinden ayrılmak, birliği bozmak. 2. kim. Moleküller, türlü etkenler sebebiyle geçici olarak daha yalın atom veya moleküllere bölünmek.

ayrıştırma is. Ayrıştırmak işi.

ayrıştırmak (-i) 1. Bütünün bozulmasına sebep olmak. 2. kim. Ayrışmasını sağlamak.

ayrıt is. mat. İki düzlemin ara kesiti: Bir küpün on iki ayrıtı vardır.

ayrı taç yapraklılar ç. is. bot. Taç yapraklan birbirine bitişik olmayıp yan yana yer almış bulunan bitkiler.

ayrıyeten zf bk. ayrıca.

ayriyeten zf. bk. ayrıca,

aysar sf. 1. Aym etkisiyle huyunun değiştiği sanılan (kimse). 2. Değişken huylu, kararsız (kimse).

aysberg is. İng. İceberg coğ. Buz dağı.

aysfilt, -di is. İng. icefıeld coğ. Buzla.

aysız sf. Ay ışığı olmayan (gökyüzü, gece): "Aysız, bol yıldızlı, çekirge ötüşleriyle dolu bir geceydi." N. Cumalı.

ayşekadın is. bot. Kılçıksız, lezzetli bir tür taze fasulye.

ay takvimi is. astr. Ayın gökyüzündeki görünen hareketine ve evrelerine göre düzenlenen takvim, kamerî takvim.

aytışma is. Aytışmak işi.

aytışmak (nsz) 1. Atışmak, tartışmak, münakaşa etmek. 2. ed. Halk şairleri belli bir ayak çerçevesinde karşılıklı atışmak.

ay tutulması is. astr. Yer yuvarlağının güneş ile ay arasına girmesiyle, ayın yer yuvarlağı gölgesinde kalması, husuf.

ayva is. bot. 1. Gülgillerden, çiçekleri iri ve pembe, yapraklarının altı tüylü, orta yükseklikte bir ağaç (Cydonia vulgaris). 2. Bu ağacın büyük, sarı renkte, tüylü, mayhoş, dokusu sertçe, ufak çekirdekli meyvesi, ayvayı yemek argo kötü duruma düşmek, işi bozulmak: Sınavı veremezsek, ayvayı yedik.

ayva göbekli, ayva hoşafı, ayva kompostosu, ayva marmeladı, ayva reçeli, ayva tüyü, ekmek ayvası

ayvadana is. bot. Yüksekliği 15-70 cm, sık tüylü, soluk sarı çiçekli, çok yıllık ve otsu bir bitki (Achiilea nobilis).

ayva göbekli sf. Göbeği çukur olan (kimse).

ayva hoşafı is. Ayvadan yapılan hoşaf.

ayva kompostosu is. Ayvadan yapılan komposto.

ayvalık, -ğı is. Ayva ağaçlarının çok bulunduğu yer.

ayva marmeladı is. Ayva ve şekerden yapılan ezme.

ayvan is. (ayva:n) hlk. Eyvan.

ayva reçeli is. Ayva ve şekerden yapılan kokulu reçel.

ayva tüyü is. Vücuttaki ince, sarı tüyler: "Sarı ayva tüyleriyle kaplı incecik kollarım biraz fazla sıkacak olsam, eriyiverecek sanırım." -H. Taner.

ayvaz is. hlk. 1. Koca, erkek, eş. 2. esk. Savaş gemilerinde çalışan cerrah yardımcısı. 3. far. Büyük konaklarda mutfak ve yemek hizmetlerinde çalıştırılan uşak. ayvaz, kasap hep bir hesap hlk. ha öyle ha böyle, ikisi de bir.

ayvazlık, -ğı is. Ayvazın görevi: "Uşaklık, ayvazlık istihkakın yokken bu rütbeye gelmişsin. " -N. Kemal.

ayyar sf. Ar. 'ayyâr esk. Dolandırıcı, hilekâr.

ayyarlık, -ğı is. Dolandırıcılık.

ayyaş sf- Ar. 'ayyaş İçkiye düşkün, içkici, içici, bekri: "Ayyaşlar, bol bol buzla, buzsuz rakı içtiler." -S. F. Abasıyanık.

ayyaşlık, -ğı is. Ayyaş olma durumu.

ay yddız is. Türk bayrağındaki ayça ve beş ışınlı yıldızdan oluşmuş simge.

ay yılı is. astr. Ayın on iki kez yeni aydan yeni aya gelmesi için geçen süre (354 gün 8 saat), kamerî yıl.

ayyuk is. (ayyu:k) Ar. 'ayyuk esk. 1. Göğün en yüksek yeri. 2. Göğün kuzey yarım küresinde bulunan bir takımyıldızın en parlak yıldızı, ayyuka çıkmak 1) ses yükselmek; 2) dedikodu herkesçe duyulmak, yayılmak: "İktisadi bunalım ayyuka çıktı maşallah." -H. Taner.