-av / -ev, -v Fiilden isim türeten ek: gör-ev, işle-v, öde-v, sına-v, türe-v vb.
av is. 1. Karada, denizde, gölde veya akarsularda evcil olmayan hayvanları vurma veya yakalama işi: Av köpeği avdan kalmaz. Ava giden avlanır. 2. Bir hayvanın bir başka hayvanı yemek için yakalaması. 3. Bu yollarla yakalanan hayvan. 4. mec. Tuzağa düşürülen, kendisinden yararlanılan kimse, av avlanmış, tav tavlanmış olan olmuş, iş İşten geçmiş, artık yapacak bir şey yok. ava çıkmak avlanmak için gitmek: "Dedemler silahlanıp dağlarda eşkıya avına çıkmışlar domuz avına çıkar gibi." -T. Dursun K.
→ av hayvanı, av köpeği, av kuşu, av tezkeresi, sürek avı, sökün avı, sürgün avı
avadancı is. tar. Osmanlı sarayında bir sınıf hademe.
avadanlık, -ğı is. Bir işi yapmak, bir aracı onarmak için kullanılan alet takımı.
aval, -li (I) is. Fr. aval tic. Ticari senetlerde, ödemeden sorumlu olanların ödememesi durumunda üçüncü bir kişinin alacaklılara senet bedelini ödeyeceğine ilişkin verdiği güvence.
aval (II) sf. argo Saflığı sersemlik derecesine varan (kimse): "Geçende yanımdan geçti de tanıyamadı aval, o kalabalığın içinde." -H. Taner.
→ aval aval
aval aval zf. argo Aptal bir biçimde, aptal aptal.
avam ç. is. (ava:m) Ar. 'avam; 'âmm' ın çokluk biçimi, esk. 1. Halkın aşağı tabakası, havas karşıtı: "Bu zihniyette olan avam değildi, bilhassa havas denilen insanlar böyle düşünüyordu." -Atatürk. 2. Halk.
avanak, -ğı sf. Erm. Kolaylıkla kandırılabilen veya aidatı labilen, aptal, bön.
avanakça zf. (avana'kça) Avanak gibi, avanağa uygun düşen biçimde.
avanaklık, -ğı is. Avanak olma durumu, avanakça davranış, avanaklık etmek aptallık etmek, avanak gibi davranmak.
avane is. bk. avene.
avangart, -di sf. Fr. avant-garde Öncü.
avan proje is. Fr. avant-projet Ön proje, ilk tasarım.
avans is. Fr. avance Öndelik, avans almak Öndelik almak: "Aldığım avansı olduğu gibi sana bırakıyorum." -T. Buğra, avans çekmek Öndelik çekmek, avans vermek öndelik vermek.
avanta is. argo Bir kimsenin emek vermeden sağladığı kazanç.
avantacı is. Çıkarcı, beleşçi, bedavacı.
avantacılık, -ğı is. Çıkarcılık, beleşçilik, bedavacılık.
avantadan zf (ava'ntadan) Bedavadan, beleşten.
avantaj is. Fr. avantage 1. Üstünlük sağlayan şey. 2. Yarar, kâr. 3. sp. Teniste eşitliğin bozulması için alınan ilk puan.
→ saha avantajı
avantajlı sf. Yarar sağlayan, yararlı (durum veya şey).
avantajhlık, -ğı is. Avantajlı olma durumu.
avantajsız sf Yarar sağlamayan, yararsız.
avantür is. Fr. aventure Macera.
avantüriye sf. Fr. aventurier Serüvene atılan, maceracı (erkek).
avantüriyer sf. Fr. aventuriere Serüvene atılan, maceracı (kadın): "Nora isminde Müslüman bir ingiliz kızı, bir avantüriyer." -R. H. Karay.
Avar öz. is. 1. Kuzeydoğu Kafkasya'da, Dağıstan Federe Cumhuriyeti'nde yaşayan bir halk. 2. tar. III-V. yüzyıllar arasında Moğolistan'da, VI-IX. yüzyıllar arasında Orta Avrupa'da yaşamış bir halk.
avara (I) is. (ava'ra) İt. avare 1. Üzerinde döndüğü ve kendisini taşıyan milden bağımsız olarak çalışan mekanizma. 2. ünl. Kıyıya dayanılarak sandalın açılması için kürekçilere verilen komut. 3. den. Bir geminin başka bir gemiden veya kıyıdan açılması: Yelkenli avara etti. avara kasnak işlemek (veya dönmek) hiçbir işe yaramadan, boşuna: "Güreş boyunca iki yazar kendi savında direnir ve avara kasnak dönüp durur." -S. Birsel, (makinenin bir bölümünü) avaraya almak o bölümün çalışmasını durdurmak.
avara (II) is. Far. âvâre hlk. bk. avare.
Avarca öz. is. 1. Avarların kullandığı dil. 2. sf Bu dille yazılmış olan.
avare sf. (a:va:re) Far. âvâre İşsiz, işsiz güçsüz, başıboş, aylak: Avare insanlar, avare dolaşmak İşsiz, işsiz güçsüz, başıboş, aylak dolaşmak, avare etmek bir kimseyi işinden alıkoymak, avare olmak işsiz güçsüz dolaşmak: "Aşkıyla avare olduğum komşu güzeli." -C. S. Tarancı.
avareleşme is. Avareleşmek durumu.
avareleşmek (nsz) Aylaklık etmek.
avareleştirme is. Avareleştirmek işi.
avareleştirmek (-i) Avare duruma getirmek.
avarelik, -ği is. İşsizlik, başıboşluk, aylaklık: "Onun avareliğinin ne büyük bir verimliliğe gebe olduğunu anaca sezdiğinden Sait'i hep korumuştu." -H. Taner.
avarız ç. is. (avaıriz) Ar. 'avâriz esk. 1. Kazalar, belalar. 2. coğ. Engebe. 3. tar. Osmanlılarda önceleri yalnız olağanüstü durumlarda, sonraları ise sürekli olarak halktan toplanan vergi.
avarya is. (ava'rya) İt. avaria 1. tic. Bir deniz yolculuğunda geminin veya yükünün gördüğü zarar. 2. Çeşitli sebeplerle dayanıklılığını ve esnekliğini kaybetmiş yapağı ve yün.
avaz is. Far. avaz Yüksek ses, nara: "Sinemi deler avazın / Turnam senin sunam senin." Âşık Veysel, avaz avaz bağırmak var gücüyle bağırmak: "İspanyol denizcisi hâlâ avaz avaz bağırıyordu." -H. R. Gürpınar, avazı çıktığı kadar çok yüksek sesle: "Avazı çıktığı kadar haykırmak istiyordu." -P. Safa.
avcı is. 1. Avı kendine iş edinen kimse: "Avcı, elinde ipi silkeleyerek yavaş yavaş ağım çekiyordu." -M. Ş. Esendal. 2. Avcılara özgü şey: Avcı çantası. Avcı giysisi. 3. sf. Başka hayvanları yakalamakta usta olan (hayvan): Avcı kuş. Avcı kedi. 4. mec. Bir şeyi büyük bir istekle izleyen ve bulup ortaya çıkaran, tanıtan kimse: Yıldız avcısı.
→ avcı çantası,, avcı eri, avcı hattı, avcı otu, avcı uçağı, dil avcısı, gönül avcısı, halk avcısı, kadın avcısı, sünger avcısı
avcı çantası is. Kara avında avcının avını koyduğu ağ biçiminde çanta.
avcı eri is. ask. Piyade mangasındaki er.
avcı hattı is. ask. Savaşta düşmana doğru dağılarak ön safta ilerleyen asker topluluğu.
avcılık, -ğı is. Avcı olma durumu veya işi. avcılık etmek avlanma ile uğraşmak.
→ halk avcılığı
avcı otu is. bot. Düğün çiçeğigillerden, kokusuz, parlak zehirli bir bitki (Adonis).
avcı uçağı is. ask. Düşman uçaklarını düşürmek için kullanılan uçak.
avdet is. Ar. 'avdet esk. Dönüş, geri gelme: "Babam bir iş için Selanik'e gittiği zaman avdetinde bana Midhat Efendi'nin Hayret ismindeki romanım getirmiş." -H. C. Yalçın, avdet etmek dönmek, geri gelmek: "E-liyle camı vurarak avdet etmek istediklerim anlattı." -H. R. Gürpınar.
avdeti sf. Ar. 'avdeti din b. İslam dinine dönen (genellikle Musevi).
av dönemi is. Av hayvanlarının avlanması veya bu amaçla kullanılan av araçlarının kullanılmasının serbest olduğu yılm belirli bölümü, av mevsimi.
avene is. esk. 1. Yardakçı. 2. Yardımcı.
averaj is. İng. average 1. Ortalama. 2. sp. Sayı farkı.
av hayvanı is. Etinden, postundan yararlanmak amacıyla veya zararlı olduğu için avlanan vahşi hayvan.
avisto is. (avi'sto) İt. tic. Ödenmesi gereken poliçelere yazılan ve "görüldüğünde" anlamına gelen bir terim.
avize is. (avi:ze) Far. avize Tavana asılan, şamdanlı, lambalı, cam veya metal süslü aydınlatma aracı: "Bulunduğumuz yeri sarayın tek parça, geniş camlarından akseden avize ışıkları aydınlatıyordu." -R. H. Karay.
→ avize ağacı
avize ağacı is. bot. Zambakgillerden, Amerika'dan dünyanın her yanma yayılmış olan, avize biçiminde sarkık, iri ve beyaz çiçekli bir süs ağacı (Yucca glosiosa).
av köpeği is. Tazı, kopoy, zağar vb. ava yardımcılık etmeye alıştırılmış köpek.
av kuşu is. Avlanılan kuş.
avlak, -ğı is. Avı çok olan yer, av yeri.
avlama is. 1. Avlamak işi. 2. sp. Voleybolda karşı oyuncuların boş bıraktığı ve yetişemeyeceği yere topu yavaşça indirip sayı kazanma.
avlamak (-i) 1. Bir avı diri veya ölü olarak ele geçirmek. 2. mec. Tuzağa düşürmek, kurnazlıkla kandırmak.
avlanma is. Avlanmak işi.
avlanmak (nsz) 1. Avlama işine konu olmak. 2. Ava gitmek, ava çıkmak, av için dolaşmak: Ben her yıl bu ormanda avlanırım.
avlatma is. Avlatmak işi.
avlatmak (-i, -e) Avlanma işini yaptırmak: "Valinin bunları avlatıp yemesi oralılara çirkin, biraz da iğrenç görünürdü." -M. Ş. Esendal.
avlu is. Yun. Bir yapının veya yapı grubunun ortasında kalan üstü açık, duvarla çevrili alan, hayat (II): "O dar, o şekilsiz avluya bir masa, iki sandalye koydu." -M. Ş. Esendal.
av mevsimi is. Av dönemi.
avokado is. (avoka'do) İsp. avocado bot. Amerika armudu (Persea americana).
avrat, -di is. Ar. 'avret hlk. 1. Kadın: Avrat var, arpa unundan aş yapar; avrat var buğday unundan keş yapar. 2. Karı, eş.
→ avrat pazarı, güzelavrat otu
avrat pazarı is. 1. Cariyelerin satıldığı pazar. 2. Kadınların öteberi sattıkları pazar yeri.
avret is. Ar. 'avret Edep yeri, ut yeri.
→ setriavret
avro is. Avrupa Birliği'nin ortak para birimi, ekti.
avrovil is. ekon. Avrupa Birliği dışındaki ülkeler tarafından çıkarılan ve tutulan avroya dayalı borç senedi.
Avrupai sf. (avrupaıi:) Avrupalılara özgü, Avrupalılara benzer, Avrupalılar gibi.
Avrupa kayını is. bot. Avrupa'da yetişen bir kayın türü.
Avrupalı öz. is. (avru'pah) 1. Avrupa'da yaşayan, Avrupa halkından olan kimse. 2. sf. Avrupa'ya özgü, Avrupa ile ilgili olan.
Avrupalılaşma is. Avrupalılaşmak.
Avrupalılaşmak (nsz) Avrupalıların düşünce, davranış ve yaşantılarını benimsemek.
Avrupalılık, -ğı öz. is. Çağdaş olma, düşünce ve davranışta Batı ölçülerinde bulunma.
Avşar is. Afşar.
av tezkeresi is. Avcılara verilen izin belgesi.
avuç, -cu is. 1. Elin iç tarafı. 2. Elin yarı yumulmuş durumu: Buğdayı avucu ile aldı. 3. sf. Elin alacağı miktarda olan: Bir avuç pirinç, avuç (veya el) açmak dilenmek, para istemek, yardım istemek: "Balo ve kokteyl partisine bir davetiye alabilmek için keselerinin ağzını açmak kifayet etmezse, avuçlarım açarlar." -H. Taner, avucu kaşınmak avucundaki kaşıntıyı bir yerden para geleceğine veya gideceğine yormak, (parayı) avucuna saymak peşin olarak ödemek. avucunu yalamak alay umduğunu ele geçirememek: "Sen avucunu yalarsın! Beni daha fazla rahatsız etme, tamam mı?" -E. Bener. avucunun içi gibi bilmek bir yeri, bir şeyi çok iyi ve ayrıntılı olarak bilmek: "Sizin analarınızın, babalarınızın hayat idealini ovucumun içi gibi bilirim." -H. Taner, (birini) avucunun içinde tutmak ona istediğini yaptıracak güçte olmak. avucunun içine almak bir kimseyi baskı ve etkisi altına almak.
→ avuç avuç, avuç dolusu, avuç içi, bir avuç
avuç avuç sf. 1. Bol bol, pek çok (para). 2. zf Avuçlayarak: "Küvetteki suyu avuç avuç yüzüne çarptıktan sonra havluya el attı." -H. R. Gürpınar.
avuç dolusu sf. Pek çok (para): "Aynı yerde avuç dolusu para harcamış, kızları şampanyaya boğmuştum." -R. H. Karay.
avuç içi is. Elin parmak dipleri ile bilek arasındaki iç bölümü, avuç içi kadar pek küçük, dar (yer): "Aynı oyunu, avuç içi kadar bir minyatürden seçilmiş bir köşecikle oynuyorlar. " -B. R. Eyuboğlu.
avuçlama is. Avuçlamak işi.
avuçlamak (-i) Avuçla kavramak, avuçla almak: "Kapının sarı tokmağını avuçlayıp çeviriyor, kolaycacık açılıyor kapı." -Z. Selimoğlu.
avukat is. Fr. avocat 1. huk. Hak ve yasa işlerinde isteyenlere yol göstermeyi, mahkemelerde, devlet dairelerinde başkalarının hakkını aramayı, korumayı meslek edinen ve bunun için yasanın gerektirdiği şartları taşıyan kimse. 2. mec. Gerekmediği hâlde başkasını savunmaya, onun adına konuşmaya kalkışan kimse, avukat tutmak adli işlemleri gereğince yerine getirmek için bir avukata vekâletname verip onu görevli kılmak: "Kasabadan Bilal Efendiyi avukat tuttular." -M. Ş. Esendal.
avukatlık, -ğı is. 1. Avukat mesleği. 2. Avukatın yaptığı iş. 3. mec. Gereksiz, boş savunma.
avunç, -cu is. Avuntu, teselli.
avundurma is. Avundurmak işi.
avundurmak (-i) 1. Oyalanmasını sağlamak. 2. Acısını hafifletmek, acısını unutturmak, teselli etmek.
avunma is. Avunmak işi, teselli.
avunmak (nsz) 1. Bir şeyle uğraşarak acısını unutmak, sıkıntılardan uzaklaşmak, teselli bulmak, müteselli olmak: "Ne de olsa amcam; ya bir yabancıya varsa ne yapacaktık, diye avunuyordu." -E. Bener. 2. Oyalanmak, yetinmek: "Dünyadan bezmiş bir hâli var, hiçbir şeyle avunamıyor." -Y. K. Karaosmanoğlu. 3. hlk. Hayvan gebe kalmak.
avuntu is. 1. İnsanı avutan şey, oyalanacak şey, avunç, avunma: "İnsanoğlu durumu bozulunca ille bir yerden bunun avuntusunu arayıp buluyor." -H. Taner. 2. Teselli. 3. Acı bir olayı unutturmaya çalışma, acısını hafifletme, avunma, avunç.
avunulma is. Avunulma işi.
avunulmak (nsz) Avunma işi yapılmak: "Bunun için de âdemoğlunun çektiği üzüntüye karşılık, avunulacak hiçbir şey yok." -M. Ş. Esendal.
avurt, -du is. Yanağın ağız boşluğu hizasına gelen bölümü, avurt satmak (veya avurt zavurt etmek) 1) beceremeyeceği şeyleri becerebilecekmiş gibi konuşmak; 2) korkutucu büyük sözler söylemek, avurt şişirmek yanağm iç tarafındaki boşluğu su veya havayla doldurup şişkin duruma getirmek: "Biri avurtlarım şişirip dümbelek çalmaya, diğeri zurna üflemeye başlar. " -H. R. Gürpınar, avurtları çökmek (veya avurtları birbirine geçmek) çok zayıfladığı yüzünden belli olmak: "Kırkını bitirmek üzeredir. Saçları dökülmüş, avurtları birbirine geçmiştir." -M. Ş. Esendal. avurdu avurduna geçmek çok zayıflamak.
→ avurt ünsüzü, art avurt, ön avurt, ön avurt ünsüzü
avurtlama ıs. Avurtlamak işi.
avurtlamak (nsz, -e) 1. Büyülenmek. 2. Çalım satmak, yüksekten atmak.
avurtlu sf. argo Çalım satan, yüksekten atan.
avurt ünsüzü is. dbl. Dil ucunun Ön damağa veya art damağa çarpmasından oluşan ve dilin yanlarından akan ses: Dil, bel, el, dal, bal, al kelimelerindeki / ünsüzü gibi.
Avustralya karatavuğu is. zool. Serçegillerden, erkeğinin kuyruğu lir biçiminde ve çok süslü bir Avustralya kuşu (Maenura superba).
Avustralyalı öz. is. (avustra'lyah) Avustralya kökenli olan kimse.
Avusturyalı öz. is. (avustu'ryalı) Avusturya kökenli olan kimse.
avutma is. Avutmak işi, teselli.
avutmak (-i) 1. Bir kimsenin acısını veya sıkıntısını yatıştırmak, teselli etmek: İnsanı sıkıntılı zamanlarda kitap kadar avutan bir şey yoktur. 2. Oyalamak: Çocuk annem diye tutturdu, güç avuttuk.
avutucu is. Avutan, teselli eden kimse veya şey: "Melina'dan avutucu birkaç söz beklediği muhakkaktı." -T. Buğra.
avutulma is. Avutulmak işi.
avutulmak (nsz) Avutma işine konu olmak.
av yasağı is. Yılın av dönemi dışında kalan zamanda konulan yasak.