an (I) is. (a:m) Ar. ün Zamanın bölünemeyecek kadar kısa parçası, lahza: "Emaneti bir an önce evine götürseler, iyi olur." -A. İlhan.
→ anbean, bir an, her an, eş anlı
an (II) is. hlk. İki tarla arasındaki sınır.
an (III) is. Zihin: An bulanıklığı. An yorgunluğu.
-an / -en (I) İsimden isim türeten ek: kız-an, kök-en, oğul-an > oğlan vb.
-an / -en (II) Fiilden isim türeten ek: aç-an, bil-en, dur-an, gör-en vb.
ana is. 1. Çocuğu olan kadın, anne: "Gözyaşları döken hanım herhalde gelinin anası olacaktı." -H. Taner. 2. Yavrusu olan dişi hayvan. 3. Dinî bakımdan aziz tanınan bazı kadınlara verilen saygı unvanı: Fatma A-namız. Meryem Ana. 4. ünl. Yaşlı kadınlara saygılı bir seslenme sözü. 5. Velinimet: Yoksullar anası. 6. Alacağın veya borcun, faizin dışında olan bölümü. 7. sf. Temel, asıl, esas: "Geçen yıl ana işlerden hiçbiri bitirilip bir sonuca varılamamıştır." -M. Ş. Esendal. 8. mat. Çizgilerden herhangi birini anlatan kelimeye sıfat olarak geldiğinde o çizginin, belirli bir kural altında hareket ederek bir yüzey oluşturmaya yaradığını anlatır, ana avrat düz (veya dümdüz) gitmek sövmek, küfretmek, ana bir, baba ayrı anaları bir, babaları ayrı olan (kardeşler), ana gibi yâr olmaz, Bağdat gibi diyar olmaz insanlar içinde bize ana kadar candan bağlı dost yoktur, ana kızına taht kurar, kız bahtı kocadan arar (veya ana kızına taht kurmuş, baht kuramamış) kocası iyi olmayan bir kadın, kendi ne kadar zengin olursa olsun, mutlu olamaz, anadan doğma 1) çırılçıplak: "Bir tüccarın kızını, anadan doğma vücuduna sadece bir kürk giymiş olarak yakaladık."-R. H. Karay. 2) doğuştan olan. anadan (yeni) doğmuşa dönmek (veya anadan yeni doğmuş gibi olmak) dertsiz, tasasız, sağlıklı bir duruma gelmek. anadan görme 1) annesinde gördüğü gibi; 2) mec. geleneksel: "İnanmayanlar ise sabırsız ve hırçın analar, çocuk eğitiminden habersiz babalar, her şeyi anadan görme metotlarla yürüteceklerini sanan büyük analar ve dedelerdir." -H. Taner, anam avradım olsun argo birini kesin olarak inandırmak için söylenen çok kaba bir ant. anam babam teklifsizce yapılan bir seslenme sözü: Bilir miyim ben anam babam! anan yahşi, baban yahşi birini, bir işe razı etmek için gereğinden çok överek yumuşatmak amacı güdüldüğünü başkasına anlatırken kullanılan bir söz. ananın (veya anasının) ak sütü gibi (helal olsun) anamın sütü bana nasıl helal ise, bu da sana öyle helal olsun: "Şimşek gibi çakan ağrılardan beni kurtarsınlar, servetimin yarısını anamın ak sütü gibi vereyim." -R. N. Güntekin. ananın örekesi argo saçma bir söze karşı verilen karşılık: "Dünya yuvarlakmış... Yok ananın örekesi." -H. R. Gürpınar, (birinin) anası ağlamak çok sıkıntı çekmek, eziyet çekmek, bitkin duruma gelmek, anası danası soyu sopu, bütün aile. anası kılıklı görüş, davranış, huy vb. bakımından anasına benzeyen, anası turp (veya sarımsak), babası şalgam (veya soğan) hlk. ne olduğu belirsiz kimselerin çocuğu, anası yerinde birinin annesi kadar yaşlı kadın, anasına avradına sövmek kaba birinin anasını ve karısını amaçlayarak çirkin söz söylemek. anasına bak kızını al, kenarına bak bezini al bir kızın karakterini öğrenmek isteyenler, anasının durumunu göz önüne alırlarsa aklanmamış olurlar, anasından doğduğuna pişman 1) çok tembel, üşengeç; 2) canından bezmiş, (birini) anasından doğduğuna pişman etmek çok eziyet etmek, çok üzmek, bezdirmek, anasından emdiği süt burnundan (fitil fitil) gelmek bir İşi yaparken çok sıkıntı çekmek: "Mütercim olarak işe başladığım gün anamdan emdiğim süt burnumdan gelmiştir." -B. R. Eyuboğlu. anasından emdiği sütü burnundan getirmek "Hiç belli olmaz insanoğlu! Bir gün anadan emdiği sütü burnundan getirir." -B. R. Eyuboğlu. (birinin) anasını ağlatmak kaba bir kimseye çok eziyet etmek, çok sıkıntı çektirmek: "Kim ona yan bakarsa, kemiklerini kırar, anasını ağlatırım." -H. E. Adıvar. anasını bellemek kaba bir kimseye en büyük kötülüğü yapmak, anasını eşek kovalasın! kaba sözü edilen kimse veya İş için bıkkınlık, dikkate almama ve umursamama anlatan bir söz. anasını sat! (veya satayım) hlk. önem verme, aldırma, umursama, bunun için gam yeme (yemem)! anasının gözü argo çok kurnaz, çok açıkgöz, dalavereci, hinoğluhin. anasının ipini satmış (veya pazara çıkarmış) ipsiz, kendisinden her türlü soysuzluk beklenebilen (kimse), anasının kızı her yönüyle annesine benzeyen kız çocuğu, anasının oğlu her yönüyle annesine benzeyen erkek çocuğu, anasının körpe kuzusu pek küçük kucak çocuğu, anasının nikâhını istemek bir şeye değerinden çok para istemek.
→ ana arı, ana baba, ana baba günü, ana bilim dalı, ana cadde, ana çizgi, ana dal, ana defter, ana deniz, ana dil, ana dili, ana direk, ana doğrusu, ana duvar, ana düşünce, ana erki, anaerkil, ana fikir, ana haber sunucusu, ana kadın, ana kapı, ana kara, ana kent, ana kitap, ana konu, ana kök, ana kraliçe, ana kubbe, ana kucağı, ana kuyu, ana kuzusu, anamal, ana mektebi, ana menü, ana motif, ana muhalefet, anaokulu, ana ortaklık, anapara, ana rahmi, ana saat, ana sanlı, ana sav, ana sayaç, ana sınıfı, ana sözleşme, ana şehir, ana toplardamar, ana vatan, ana yapı, ana yarısı, anayasa, anayol, ana yön, anayurt, ana yüreği, anadan doğma, anadan üryan, büyük ana, havvaanaeti, kadınana, kaynana, meryemana asması, meryemana dikeni, meryemaanaeldiveni, meryemanakandili, meryemanakuşağı, sperma ana, sütana, üvey ana, dağ anası, dağlar anası, denizanası, dev anası, hamam anası
ana arı is. zool. Arı beyi.
ana baba is. Ana ile babanın oluşturduğu birlik, ana baba bir aynı ana ve babadan olan. ana baba eline bakmak ana ve babanın verdiği para ile geçinmek, ana baba yavrusu nazlı büyütülmüş çocuk.
→ ana baba günü
ana baba günü is. Çok kalabalık yer: "Babıali'nin içi ana baba gününü andırıyordu." -H. F. Ozansoy.
ana bilim dalı is. eğt. Üniversitelerde bölümlerin alt bilim veya uzmanlık dalları.
anabolizma is. Fr. anabolisme biy. Özümleme.
anaca zf. (ana'ca) Ana olarak: "Onun avareliğinin ne büyük bir verimliliğe gebe olduğunu anaca sezdiğinden Sait'i hep korumuştu." -H. Taner.
ana cadde is. Şehirde ara sokakların açıldığı geniş yol.
anacık, -ğı is. Annelere sevgiyle yaklaşıldığını belirten bir söz: "Ertesi gün okulun yolunu tutunca yine üniformalarının içinde anacıklarının, babacıklarının görmek istedikleri masum çocuksu hâllerine dönerler." -H. Taner.
anacıl sf. hlk. Anasına düşkün (çocuk).
anaç, -cı is. 1. Yemiş verecek durumdaki ağaç: "Bir yıllanmış ağaca anaç derler, babaç demezler." -B. Felek. 2. Yavru yetiştirecek duruma gelmiş olan hayvan. 3. sf. iri, kart: "Ön sıranın başına oturmuş, iki anaç kız, baş başa konuşuyorlar." -M. Ş. Esendal. 4. sf. mec. Kurnaz, deneyli, bilgili, başına buyruk.
ana çizgi is. mat. Belli bir kurala göre yürütülerek bir biçimin oluşmasına yarayan çizgi.
anaçlaşma is. Anaçlaşmak işi.
anaçlaşmak (nsz) Anaç duruma gelmek.
anaçlık, -ğı is. Anaç olma durumu.
ana dal is. 1. bot. Ağaç, ağaççık veya çalılarda gövdeden ilk çıkan ve bitkinin çatısını oluşturan dal. 2. Yükseköğretimde öğrencinin devam ettiği temel alan.
anadan doğma sf. 1. Çırılçıplak. 2. zf Doğuştan.
anadan üryan sf Çırılçıplak.
ana defter is. tic. Ticari kuruluşların aylık bilanço hesaplarını gösteren defter, büyük defter, defterikebir.
ana deniz is. coğ. Okyanus.
→ ana deniz bilimi
ana deniz bilimi is. coğ. Oşinografi.
ana dil is. db. Başka diller veya lehçeler türetmiş olan dil.
ana dili is. db. İnsanın çocukken ailesinden ve soyca bağlı olduğu topluluktan öğrendiği dil: "Eserlerini ana dili ile değil de Fransızca yazışım yadırgamadım." -H. Taner.
ana direk, -ği is. den. Gemilerde, ekleme direklerde dipteki temel parça.
ana doğrusu is. mat. 1. Dönen silindirin yan yüzünü oluşturan dikdörtgenin bir kenarı. 2. Dönen koninin yan yüzünü oluşturan dik üçgenin hipotenüsü.
Anadolu öz. is. Ön Asya'nın bir parçası olarak Türkiye'nin Asya kıtasında bulunan toprağı.
Anadolulu öz. is. Anadolu halkından olan kimse: "Dilinden Anadolulu olduğu ancak belli oluyordu." -S. F. Abasıyanık.
anadut is. Yun. Ekin ve ot demetlerini arabaya yüklemeye veya harmanı aktarmaya yarayan uzun saplı araç, dirgen, yaba.
ana duvar is. Bir yapının, dört bir yanını çevreleyen kalın dış duvar.
ana düşünce is. Temel fikir, ana fikir.
ana erki is. sos. Soyda temel olarak anayı alan ve ailede çocukları ana klanına mal eden ilkel bir toplum düzeni.
anaerkil sf. sos. Ana erki temeline dayanan, maderşahi, matriarkal.
anaerkillik, -ği is. 1. Kadının üstünlüğüne dayalı toplumsal örgütlenme düzeni, maderşahilik. 2. Ananın egemen olduğu aile hayatı.
anaerobik, -ği sf. Fr. anaerobiaue biy. Oksijensiz yerde yaşayabilen, yetişebilen.
ana fikir, -kri is. Bir yazının temeli olan asıl düşünce: "Eserin ana fikrine sadakat, yazara ve esere gösterilecek ilk nezaket ve saygı borcudur." -H. Taner.
anafilaksi is. (anafılâksi) Fr. anaphylaxie fiz. Aşın duyarlık.
anafor is. Yun. coğ. 1. Girdap. 2. mec. Karmakarışık, sinirli, güç durum: "Korkunç bir anaforun öfkesine kapılmış, sağa sola savrulup duruyorlar." -A. İlhan. 3. argo Yolsuzluk yapılarak elde edilen şey. anafora kaptırmak emeksiz, karşılıksız olarak başkasının yararlanmasına İmkân vermek.
anaforcu is. argo Yolsuzlukla kazanç peşinde olan kimse: "Kendi çıkarlarından başka bir şey düşünmez komisyoncu, anaforcu." -Y. K. Karaosmanoğlu.
anaforculuk, -ğu is. Anaforcu olma durumu: "Çoluk çocuk akşama kadar güneşin altında anaforculuğun cezasını çektiler." -A. Gündüz.
anafordan zf. Yolsuzluk yaparak.
anaforlama is. Anaforlamak işi.
anaforlamak (-i) argo Yolsuzluk yaparak kazanç elde etmek.
anaforlu sf. Akıntılı, cereyanlı.
anagram is. Fr. anagramme Bir kelimedeki harflerin yerini değiştirerek elde edilen kelime: Bakla kelimesinin anagramı ablaktır.
ana haber sunucusu is. Toplanan haberleri Önem derecesine göre değerlendiren ve yayımlayan yetkili sunucu.
anahtar is. Yun. 1. Kilidi açıp kapamak için kullanılan araç, açar, açkı. 2. Bir şeyin zembereğini kurmak için kullanılan araç, kurgu. 3. Şifre yazmak ve çözmek için kararlaştırılmış olan yol. 4. Somunları veya vidaları çevirerek sıkıştırıp gevşetmek için kullanılan çelik saplı araç. 5. Konserve kutularının kapağını keserek açmaya yarayan alet, açacak: Sardalye kutusunu açmaya yarayan anahtarı çarçabuk temin ederdi. 6. mec. Vesile, araç, vasıta: "Biliyordu ki sabır, cennetin anahtarıdır." -P. Safa. 7. fiz. İstenilen yere veya aygıta, isteğe göre elektrik akımının geçmesini sağlamak için kullanılan düzen, çevirici, çevirgeç, şalter, komütatör. 8. müz. Notaların müzik merdivenindeki yükseklik derecelerini göstermek ve buna göre okunmasını sağlamak için portenin başına konulan işaret: Sol, do ve fa olmak üzere üç anahtar vardır, anahtar uydurmak bir kilidi açmak için kendi anahtarından başka bir anahtar kullanmak, anahtar vermek tiy. tuluat tiyatrosunda komiğe nükte yapma kolaylığı vermek, anahtarı beline takmak evde yönetimi ele almak.
→ anahtar ağızlığı, anahtar bitkiler, anahtar kelime, anahtar taşı, erkek anahtar, kovan anahtar, lokma anahtar, alyan anahtarı, bijon anahtarı, cevap anahtarı, do anahtarı, elektrik anahtarı, fa anahtarı, hırsız anahtarı, İngiliz anahtarı, kontak anahtarı, papağan anahtarı, sol anahtarı, şifre anahtarı, tavşan anahtarı
anahtar ağızlığı is. Mobilya kapaklarının ve çekmecelerin yüzlerine açılan anahtar deliklerinin üzerine çivilenen paslanmaz çelik veya dökümden yapılmış ortası anahtara uygun, delikli metal ve plastik gereç.
anahtar bitkiler ç. is. bot. Mera üzerinde çok bulunan ve bunların doğru bir biçimde otlatılmaları ile tüm meranın doğru bir şekilde otlanmış olacağı kabul edilen bitki türleri.
anahtarcı is. 1. Anahtar yapan, satan veya onaran kimse. 2. Kilitli kapıları açan kimse, çilingir. 3. argo Kapı, kasa vb. yerlere anahtar uydurarak hırsızlık yapan kimse.
anahtarcılık, -ğı is. Anahtarcının yaptığı iş.
anahtar kelime is. Bir yazıda konuyu en açık biçimde yansıtan kelime veya kelime grubu.
anahtarlık, -ğı is. Anahtarların kaybolmasını önlemek ve kolayca kullanılmasını sağlamak için takıldığı maden, deri vb.nden yapılan halka veya kılıf.
anahtar taşı is. mim. Kemerlerin en üstündeki taş, kilit taşı.
-anak / -enek Fiil köklerinden isim türeten ek: gel-enek, gör-enek, sağ-anak, tut-anak vb.
ana kadın is. Bir ailede veya bir toplulukta en çok saygı gösterilen kadın.
ana kapı is. mim. Bir yapının süslü, büyük ön kapısı, portal.
ana kara is. coğ. Kıta.
ana kent is. 1. Bir ülkenin veya bir bölgenin çevresindeki yerleşim yerlerine ekonomik ve toplumsal yönlerden hâkim olan ve genellikle ülkenin başka ülkelerle olan her türlü ilişkilerinin sağlandığı en Önemli kenti, metropol, ana şehir. 2. Bir ülkede büyük kentlerden herhangi biri, metropol, ana şehir.
ana kitap, -bı is. Bir bilim alanında yazılmış temel kitap: Göz hastalıkları ana kitabı.
anakonda is. (Brezilya yerli dilinden) zool. Boğagillerden, tropikal Güney Amerika'da yaşayan, 8-10 m uzunlukta, avını sararak ve sıkarak öldüren yılan (Eunectes murinus).
ana konu is. Tema.
ana kök is. bot. Tohumun çimlenmesinden sonra kökçüğün toprağa dalarak gelişmesi sonucu oluşan ilk kök.
ana kraliçe is. 1. Kralın annesi. 2. zool. Arı beyi.
anakronik, -ği sf. Fr. anachroniaue 1. Çağı geçmiş, çağa uymaz, eskimiş: "Diplomasi bu gülünç duruma neden düşmüştür? Çünkü, o bu devrin göreneklerine ve geleneklerine saplanıp kalmış anakronik bir müessesedir. " -Y. K. Karaosmanoğlu. 2. Tarihlendirmede yanılgı içinde bulunan.
anakronizm is. Fr. anachronisme Tarih yanılgısı,
ana kubbe is. mim. Camilerde ayaklar veya ana duvar üzerindeki kasnağa oturtulmuş kubbe.
ana kucağı is. 1. Ananın sevgi ve sevecenlikle dolu çevresi. 2. Bebeği yatırmak veya uyutmak için kullanılan, kendiliğinden sallanan bir tür araç.
ana kuyu is. mdn. Bir ocakta ana çıkış ve havalandırmada kullanılan kuyu.
ana kuzusu is. 1. Pek küçük kucak çocuğu. 2. Sıkıntıya, güç işlere alışmamış, nazlı büyütülmüş çocuk veya genç.
anal, -li sf. Fr. anal tıp 1. Anüsle ilgili. 2. zf. Anüs yoluyla.
analaştırma is. Analaştırmak işi.
analaştırmak (-i) Annedeki özellikleri kazandırmak: "... kızları erginleştirip analaştıran yolu düşündüğünü..."-T. Buğra.
analı sf. Anası olan. analı kuzu, kınalı kuzu 1) annesi sağ olan çocukların mutluluğunu anlatan bir söz; 2) her işi yolunda giden.
→ analıkızh
analık, -ğı is. 1. Anne olma durumu. 2. Anne olma duygusu. 3. Anne yerini tutan veya anne kadar yakınlık gösteren kadın. 4. Anaca davranış. 5. hlk. Üvey ana: "Benim analığımın yetiştiği konak da çok çok büyükmüş. " -R. H. Karay, (birine) analık etmek 1) analık görevini yapmak; 2) ana gibi yakınlık göstermek.
→ sütanalık
analıkızh is. Yuvalama.
analist is. Fr. analyste Tahlil, analiz yapan kimse, çözümleyici.
→ mali analist
analitik, -ği sf. Fr. analytiaue Çözümlemeli.
analiz is. Fr. analyse Çözümleme, tahlil, analiz etmek Çözümlemek, tahlil etmek.
→ dinamik analiz, değer analizi
analizci is. Analizle uğraşan veya analiz yapan kimse.
analizcilik, -ği is. Analizci olma durumu.
analizör is. Fr. analyseur Analiz yapan cihaz, aygıt veya organ.
analjezi is. Fr. analgesie tıp Acı yitimi.
analjezik, -ği sf tıp Ağnkesen.
analog, -ğu sf. İng. analogue Benzer, eş.
analoji is. Fr. analogie 1. Benzeşim, benzeşme. 2. dbl. Örnekseme. 3. man. Andırış.
analojik, -ği sf. Fr. analogieque Analoji ile ilgili, benzeşmeye dayanan.
anam ünl. 1. tkz. Kadın erkek, büyük küçük herkese karşı kullanılan bir seslenme sözü: Dur, anam, saçını düzelteyim! 2. Sese verilen tona göre şaşma, beğenme, acı, üzüntü vb. duygular anlatan söz.
anamal is. tic. 1. Sermaye. 2. Bir ticaret işinin kurulması, yürütülmesi için gereken anapara ve paraya çevrilebilir malların bütünü, sermaye.
→ anamal birikimi
anamal birikimi is. tic. Anamalcının elde ettiği artık değerin büyük bölümünü anamalına ekleyerek onu büyütmesi.
anamalcı is. tic. 1. Üretim araçlarını özel mülkiyetinde bulunduran kimse, anamal sahibi, sermayedar, kapitalist. 2. Anamalcılık düzenini benimsemiş kimse.
anamalcılık, -ğı is. ekon. Anamala dayanan ve kâr amacı güden üretim düzeni, kapitalizm.
→ tekelci anamalcılık
ana mektebi is. Anaokulu.
ana menü is. Bankamatikte işleme başlandıktan sonra ekrana gelen görüntülerin ilki.
anamnezi is. Fr. anamnesie tıp Hastanın, hastalığı ve çevresi hakkında verdiği bilgi.
ana motif is. Bir sanat eserinde sık sık tekrarlanarak ona özellik kazandıran motif, laytmotif.
ana muhalefet is. İktidarın dışında sayıca en üstün olan parti.
ananas is. bot. 1. Ananasgillerden, sıcak ülkelerde yetişen bir ağaç (Ananas sativus). 2. bot. Bu ağacın tadı, kokusu çok beğenilen meyvesi: Elinde bir kutu ananas konservesi vardı.
ananasgiller ç. is. bot. Bir çeneklilerden, sıcak ülkelerde yetişen ve örneği ananas olan bitki familyası.
anane is. (a'nane) Ar. 'an'ane sos. esk. Gelenek: "Böyle ufak kasabalarda öteden beri aristokratik bir anane vardı." -E. E. Talu.
ananeci is. Ananeye bağlı olan kimse, gelenekçi.
ananecilik, -ği is. Gelenekçilik.
ananesiz sf. Geleneğe sahip bulunmayan: "Bu milliyetsizlik yüzünden edebiyatsız, sanatsız, ananesiz kalan Türkler, en basit hakikatlere de akıl erdiremiyorlardı." -Ö. Seyfettin.
ananesizlik, -ği is. Ananesiz olma durumu.
ananevi sf. (a'nanevi:) Ar. 'an'anevi esk. Geleneğe dayanan, geleneksel.
anaokulu is. eğt. Öğrenim çağına henüz gelmemiş 2-6 yaş arasındaki çocukları okul düzenine hazırlayan eğitim kuruluşu, ana mektebi.
ana ortaklık, -ğı is. tic. Birçok ortaklığın pay senetlerini elinde bulundurarak onları denetimi altında tutan sermaye yatırım ortaklığı, holding.
anapara is. ekon. İşletilen paranın faiz katılmamış bütünü.
ana rahmi is. Döl yatağı, ana rahmine düşmek döl yatağında cenin oluşmak: "Ulan Mustafa, insanoğlu ana rahmine düşer de, dokuz ay on gün sonra capcanlı fırlar." -S. F. Abasıyanık.
anarşi is. Fr. anarchie 1. sos. Başsızlık. 2. Kargaşa, başıboşluk: "Babamın ölümünden sonra kalabalık evimiz bir anarşi devresi geçirmişti." -R. N. Güntekin.
anarşik, -ği sf. Fr. anarchiaue Anarşi niteliğinde olan: Anarşik olaylar.
anarşist sf Fr. anarchiste 1. Anarşi ile ilgili olan. 2. is. Anarşi yanlısı olan kimse: "Paris'te bir anarşistin bir polisi öldürmesi..." -A. Ş. Hisar.
anarşistleşme is. Anarşistleşmek işi veya durumu.
anarşistleşmek (nsz) Anarşist özelliği taşımak.
anarşistlik, -ği is. Anarşist olma durumu, işi.
anarşizm is. Fr. anarchisme Tarihsel şartlar ne olursa olsun devletin ortadan kaldırılmasına çalışan öğreti, baştanımazlık.
anartri is. Fr. anarthrie tıp Dil tutukluğu.
ana saat, -ti is. astr. Gözlemevinde bulunan, saatler içinde en doğru giden ve öbür saatlerin ayarlanmasında kullanılan saat.
ana sanlı sf. sos. Soyadını ana yönünden alan.
ana sav is. İleri sürülerek savunulan düşüncelerin en belli başlı olanı.
ana sayaç, -cı is. Belirli bir yerleşim birimine veya bir şehre verilen toplam elektrik, su ve gazın ölçülmesi amacıyla, ana dağıtım boru hattı başlangıcına tesis edilen sayaç sistemi.
anasıl zf. Ar. 'an + asi esk. Kökten, asıl olarak, esaslı bir biçimde: "Anasıl asker ve erkek bir kavim olmadıkları için askerliğin şanından hiçbir zaman nasipleri yoktur." -Y. K. Beyatlı.
ana sınıfı is. eğt. Genellikle beş yaşını bitirmiş çocukları ilköğretime hazırlayan sınıf.
anasır ç. is. (ana:sır) Ar. 'anâsır esk. Öğeler.
anasız sf. Anası olmayan: "Anasız çocuklardı, üvey ana cehennemi idi." -T. Buğra.
anasızlık, -ğı is. Anasız olma durumu.
anason is. Yun. bot. Maydanozgillerden, kokulu tohumu hamur işlerinde ve rakı yapımında kullanılan, yurdumuzda ekimi yapılan bitki (Pimpinella anisum): "Mal sahibiyle anason, buğday ektiler." -N. Cumalı.
→ Çin anasonu, mısır anasonu, yıldız anasonu
anasonlu sf. Anasonu olan.
anasonsuz sf. Anasonu olmayan.
ana sözleşme is. Taraflar arası düzenlenen ilk ve temel sözleşme.
ana şehir, -hri is. Ana kent.
anatomi is. Fr. anatomie 1. tıp İnsan, hayvan ve bitkilerin yapısını ve organlarının birbiriyle olan ilgilerini inceleyen bilim, teşrih. 2. anat. Beden yapısı, gövde yapısı. 3. mec. Bir şeyin oluşumunda göze çarpan özel yapı: Toplumun anatomisi.
anatomici is. 1. Anatomi uzmanı. 2. Anatomi dersi veren öğretim üyesi.
anatomik, -ği sf. Fr. anatomiaue tıp 1. Anatomi ile ilgili. 2. İnsan vücudunun anatomisi ile ilgili.
anatomist is. Fr. anatomiste tıp Anatomiyle uğraşan bilimci.
ana toplardamar is. anat. Kirli kanı kalbin sağ kulakçığına boşaltan iki büyük toplardamardan her biri.
anavaşya is. Yun. den. Göçücü balıkların Akdeniz'den Karadeniz'e çıkması, katavaşya karşıtı.
ana vatan is. 1. Ana yurt: "Milletini seven her Türk için ana vatanın selameti her şeyden üstün gelir." -O. S. Orhon. 2. mec. Bir şeyin ilk kez yetiştiği, göründüğü yer: Tiftik keçisinin ana vatanı Türkiye'dir.
ana yapı is. 1. Bir yapı bütünü içinde yükseklik ve biçim bakımından göze çarpan, önemli bölüm. 2. Kat mülkiyetinin uygulandığı binaların ana bölümü.
ana yarısı is. Teyze.
anayasa is. huk. Bir devletin yönetim biçimini belirten, yasama, yürütme, yargılama güçlerinin nasıl kullanılacağını gösteren, yurttaşların kamu haklarını bildiren temel yasa, kanunuesasi.
anayasacı is. 1. Anayasayı savunan kimse, anayasadan yana olan kimse. 2. Anayasa konusunda yetkili olan, anayasa okutan kimse.
anayasacılık, -ğı is. Anayasacı olma durumu.
anayasal sf. Anayasa ile ilgili.
ana yol is. Küçük yolların kendisine açıldığı büyük yol, cadde: "Bütün dükkânlar, manifaturacılar, bakkallar, berberler, kunduracılar bu ana yolun üzerindedir." -S. F. Abasıyanık.
ana yön is. coğ. Kuzey, güney, doğu ve batı yönlerinden her biri.
ana yurt, -du is. İlk yurt edinilen yer, ana vatan: "Anadolu'yu ana yurt saymaya, topraklarımızın tarihini onunla eşelemeye A-tatürk ile başlamışız." -S. Eyuboğlu.
ana yüreği is. Annelik duygusu, ana sevecenliği.
anbean zf. Ar. ân + Far. be + Ar. ân esk. 1. Her an: Anbean bekleniyor. 2. Zaman zaman. 3. Giderek.
anca zf. (a'nca) 1. Böylece, bu biçimde: Yürü anca gidersin! 2. O kadar, öyle. anca beraber, kanca beraber bir işte iki veya daha çok kimsenin, o iş kötü de gitse, birbirinden ayrılmamaları gerektiğini anlatan bir söz: "Gitmem Hasan, gitmem... Artık anca beraber, kanca beraber." -O. C. Kaygılı.
ancak zf. 1. "Yalnızca" anlamında, sınırlama anlatan bir söz: "Hasan, bu sefer kendisine ancak seyyar tuluatçıların arasında bir yer bulabildi." -O. C. Kaygılı. 2. "Olsa olsa, en çok, daha çok, güçlükle" anlamlarında, bir şeyin daha çoğunun, ilerisinin olmadığını gösteren bir söz. 3. En erken: "Sinema, ancak saat yarımda bitmişti." -P. Safa. 4. bağ. "Lakin, ama, yalnız" sözleri gibi bir düşünceye karşıt ikinci bir düşünceyi anlatan bir söz: "Bu büyüklük değil, ancak mertçe bir davranıştır." -N. Araz.
anchorman is. İng. anchorman bk. ana haber sunucusu.
ançüez is. Fr. anchois Genellikle hamsi, bazen de çaça, sardalye veya tirsi balıklarından yapılan tuzlu ve yağlı ezme; "Havyar salatasından içi ançüez dolu zeytine, tarator ve cacığa kadar neler, hem de nelerin âlâsı bulunmazdı?" -R. H. Karay.
andaç, -cı is. 1. Ajanda. 2. Anı, yadigâr: "A-labalıkları dağ köylüleri ırmaktan tutar getirirlerdi. Yanında andaç diye bir kâse dolusu dağ çileği yahut badem sunarlardı. " -A. Kutlu.
andante zf. (anda'nte) İt. müz. Adagio ile andantino arası, yarı yavaş bir biçimde (çalınmak).
andantino zf. (andanti'no) İt. müz. Andanteden daha canlı, daha hızlı bir biçimde (çalınmak).
andaval sf. argo Andavallı.
andavallı sf. Ahmak, aptal, beceriksiz, şaşkın, bön, görgüsüz (kimse): "Ulan andavallı, dolap beygiri misin?" -H. R. Gürpınar.
andavallık, -ğı is. Andaval olma durumu.
andavallılık, -ğı is. Andavallı olma durumu.
andemi is. Fr. endemie tıp Belli bir bölgede sık görülen hastalık.
andemik, -ğı sf. Fr. endemiaue tıp Belli bir bölgede sık görülen (hastalık).
andezit, -di is. (Andes sıradağlarının adından) min. Ankara taşı.
andıç, -cı is. Uyarı veya hatırlatmak için yazılan not.
andık, -ğı is. hlk. Sırtlan.
andırış is. man. 1. Andırma işi veya biçimi, analoji. 2. İki şey arasında bazı noktalardaki uygunluk, benzerlik durumu, temsil: "Bir kısım insanlar yalnız vücutlarının ve yüzlerinin andırışıyla değil, ruh haletlerini belirten bakışlarıyla da birbirlerine benziyorlar. " -R. N. Güntekin.
andırışma is. 1. man. Analoji. 2. İltibas.
andırma is. Andırmak işi.
andırmak (-i) Benzer yanları bulunmak, çağrıştırmak: "Avrupa'nın ikinci, üçüncü derecedeki otellerini andıran birkaç otel de taştandır." -S. Birsel.
andız is. bot. 1. Yaprakları dikenli olan bir çeşit ardıç: Andız katranı. 2. Servi ağacı: "İki yanda uzun boylu narin andızlar sıralıydı. " -C. Uçuk. 3. Kırlarda yetişen yabani bir otun kökü.
→ andız otu
andız otu is. bot. Birleşikgillerden, nemli yerlerde yetişen, sarı çiçekli, acı ve kokulu bir ot (İnula).
andoskop, -bu is. tıp bk endoskop.
andoskopi is. bk. endoskopi.
andropoz is. Fr. andropause tıp Yaş dönümü.
androsefal, -İi sf. Fr. androcephale İnsan başlı.
anekdot is. Fr. anecdote Hikâyecik, fıkra: "O, şimdi kulaktan kulağa aktarılan anekdotları, nefis ve veciz esprileri ile anılageliyor." -H. Taner.
anele is. İt. anello den. Gemilerde türlü işlerde kullanılan bir tür demir halka.
anemi is. Fr. anemie tıp Kansızlık.
anemik, -ği sf. Fr. anemiaue tıp Kansız: "Kafa işlerimizin anemik bir soluklukta oluşunda yemeğe düşkünlüğümüzün rolü sanıldığından daha fazladır." -H. Taner.
anemometre is. (anemome 'tre) Fr. anemometre Yelölçer.
anemon is. Fr. anemone Dağ lalesi.
aneroit, -di is. Fr. aneroide fiz. Cıva yerine bir maden kutu kullanmak temeline dayanan kadranlı barometre.
anestezi is. Fr. anesthesie tıp Uyuşturucu bir ilaçla vücudun bütününde veya belirli bir bölgesinde duyuların yok olması, duyum yitimi: "Zavallı Hacı Ömer, dişçinin koltuğunda anestezi bile kabul etmiyor." -R. N. Güntekin.
anestezist is. İng. anaesthetist Anestezi uzmanı.
anesteziyoloji is. İng. anesîhesiology tıp Duyum yitimi bilimi.
anesteziyolojik, -ği sf. Fr. anesthesiologiaue tıp Anesteziyoloji ile İlgili.
anevrizma is. Fr. anevrisme tıp Bir atardamarın bir. noktasında oluşan ur biçimindeki gevşeme şişkinliği.
anfi is. bk. amfiteatr.
anfiteatr is. bk. amfiteatr.
angaje sf. Fr. engage Bağlanmış, angaje etmek bağlamak, angaje olmak bağlanmak: "Batılı uygarlık aydınları mutlaka gelişmeyle, ilerlemeyle ilgili bir akıma angaje olmaya itti." -A. İlhan.
angajman is. Fr. engagement Bağlantı.
angaj manlı sf. Bağlantısı, taahhüdü olan.
angajmansız sf. Bağlantısı, taahhüdü olmayan.
angajmansızlık, -ğı is. Angajmanı olmama durumu: "Gençlik, onun çok yanlılığını, angajmansızlığını, iç inzivasını hiç tutmazdı." -H. Taner.
angarya is. (anga'rya) Yun. 1. Bir kimseye veya bir topluluğa zorla, ücret vermeden yaptırılan iş: "Hiç kimse zorla çalıştırılamaz. Angarya yasaktır." -Anayasa. 2. Kölelik düzeninde köylünün derebeyine yaptığı zorunlu ücretsiz hizmeti. 3. Savaş durumundaki bir devletin, kendi sularındaki yabancı bir devletin ticaret gemilerine el koyarak bunlardan yararlanması. 4. Olağanüstü durumlarda veya sıkıyönetimde devletin vatandaşlara ait taşıtlara el koyması. 5. mec. Usandırıcı, bıktırıcı, zorla yapılan iş: "Vazifelerim bir angarya gibi yaparlar." -Ö. Seyfettin, angarya çekmek bir işi isteksizce, hatır için yapmaya mecbur olmak: "Benim bu angaryalarımı da başka türlü kimsecikler çekmez." -O. C. Kaygılı, angaryaya koşmak birini zorunlu olmadığı hâlde bir işte çalışmaya zorlamak.
angaryacı is. Başkasına ücretsiz iş yaptıran kimse.
angaryacılık, -ğı is. Angaryacı olma durumu.
angıç, -cı is. hlk. Harman zamanı fazla sap yüklemek için öküz ve at arabalarının İki tarafına takılan parmaklık, kanat.
angın sf. hlk. Ünlü, anılmış, meşhur.
Anglikan öz. is. Fr. anglican din b. İngiliz kilisesine bağlı olan kimse.
Anglikanizm öz. is. Fr. anglicanisme din b. İngiliz kilisesinin tuttuğu inanç yolu.
Anglofil öz. is. İng. Anglophile İngiliz dostu.
Anglosakson öz. is. Fr. anglo-saxon 1. V. ve VI. yüzyılda Büyük Britanya'yı ele geçiren Cermen ırkından oymaklar. 2. Ana dili İngilizce olan kimse. 3. İngilizlere özgü olan . şey: Anglosakson eğitimi.
Angolalı öz. is. Angola'da yaşayan kimse.
angora sf. Ankara keçisinin kılından veya tavşanının tüyünden elde edilen iplikle dokunan (giysi).
→ angora tavşanı
angora tavşanı is. zool. Ankara tavşanı.
angström is. (İsveçli fizikçi A. Angström'un adından) fiz. Metrenin on milyarda biri değerine eşit olan ışık dalgalarım ölçme birimi.
angudi is. (angıcdi:) T. angut + Ar. -î esk. 1. Angut kuşunun rengi. 2. sf. Bu renkte olan.
angut, -du is. 1. zool. Ördekgillerden, tüyleri kiremit renginde, evcilleştirilebilen bir yaban kuşu (Casarca ferruginea). 2. mec. Ahmak, kaba saba: "Bu saldırgan angutlar, kuru gürültüden başka bir şey değildir." -S. Birsel.
angutluk, -ğu is. Ahmaklık, bönlük.
anha minha zf. (a'nha: minha:) Ar. 'anhâ minhü esk. Aşağı yukarı, yaklaşık olarak: "Fakat bütün memleketin ağzında çalkalanan bu evlerin anha minha 5000 liradan fazlaya çıkmayacağı." -S. F. Abasıyanık.
anhidrit is. Fr. anhydrite jeol. Genellikle kaya tuzu ve alçı taşıyla birlikte bulunan doğal, susuz kalsiyum sülfat.
anı is. 1. Geçmişte yaşanmış çeşitli olaylardan belleğin saklandığı her türlü iz, hatıra: "Üstadın bu anıyı anarken gözlerindeki mutluluk pırıltısına gıpta etmiştim." -H. Taner. 2. ed. Yaşanmış olayların anlatıldığı yazı türü, hatıra: "Halit Ziya Uşaklıgil'in anılarını topladığı 'Kırk Yıl'ın son ciltleri şiire başladığım yıllarda çıkıyordu." -N. Cumalı.
anık, -ğı (I) sf. esk. Hazır.
anık, -ğı (II) is. bot. Ballıbabagillerden, tek yıllık, mavi çiçekli, yemeklere koku vermek için kullanılan bir bitki, dağ reyhanı (Ziziphora).
anıklama is. Anıklamak işi.
anıklamak (-i) esk. Hazırlamak.
anıklaşma is. Anıklaşmak işi.
anıklaşmak (nsz) esk. Hazır durumda olmak.
anıklık, -ğı is. Uyanıklık.
anılaşma is. Anılaşmak işi, anı durumuna girme.
anılaşmak (nsz) Anı niteliği kazanmak.
anılma is. Anılmak işi.
anılmak (nsz) Anma işine konu olmak, hatırlanmak: "Oğlakçı köyünün Kerem Dede diye anılan beyaz sakallı, güzel yüzlü âşık bir şairi varmış." -H. E. Adıvar.
anımsama is. Hatırlama.
anımsamak (-i) Hatırlamak.
anımsanma is. Hatırlanma.
anımsanmak (nsz) Hatırlanmak.
anımsatma is. Hatırlatma.
anımsatmak (-i) Hatırlatmak.
anında zf Çabucak.
anırış is. Anırma işi veya biçimi: "Birden ovada unutulmuş yaşlı bir eşeğin anırışı duyuluyor." -A. İlhan.
anırma is. Anırmak işi.
anırmak (nsz) Eşek bağırmak.
anırtı is. Eşeğin anırırken çıkardığı ses.
anırtma is. Anırtmak işi.
anırtmak (-i) Anırmasını sağlamak.
anıştırma is. 1. Anıştırmak işi. 2. ed. Telmih.
anıştırmak (-i) Bir şeyi açıkça söylemeyip üstü kapalı anlatmak, dolaylı anlatmak, ima etmek, ihsas etmek.
anıt is. 1. mim. Önemli bir olayı veya büyük bir kişinin gelecek kuşaklarca tarih boyunca anılması için yapılan, göze çarpacak büyüklükte, sembol niteliğinde yapı, abide: "... sergi alanının dışında bir de füze araştırmalarının anıtı var." -H. Taner. 2. mec. Önemi ve değeri çok olan eser.
→ anıtkabir, Anıtkabir, anıt mezar
anıtkabir, -bri is. Tarihî değeri olan kişilerin mezarı olarak yapılan anıt değerindeki yapı.
Anıtkabir, -bri öz. is. Atatürk'ün mezannın bulunduğu anıtsal yapı.
anıtlaşma is. Anıtlaşmak işi, abideleşme.
anıtlaşmak (nsz) 1. Anıt durumuna gelmek, anıt değeri kazanmak. 2. Saygı ve sevgi İle anılır duruma gelmek, abideleşmek: Atatürk, Türk milletinin gönlünde anıtlaştı.
anıtlaştırılma is. Anıtlaştırılmak durumu: "Mehmetçiğimiz ayrıca anıtlara layıktır. O-nun köylere kadar anıtlaştırılmasını çok görmem." -P. Safa.
anıtlaştırılmak (nsz) Anıtlaştırma durumuna getirmek.
anıtlaştırma is. Anıtlaştırmak işi, abideleştirme.
anıtlaştırmak (-i) Anıtlaştırma durumuna getirmek, abideleştirmek.
anıth sf. Anıtı olan.
anıt mezar is. Görkemli, anıtsal mezar.
anıtsal sf. 1. Anıt niteliğinde olan, anıta benzeyen, abidevi. 2. Görkemli.
anıtsı sf. Anıtı andıran, anıta benzeyen, anıt gibi.
anıtsız sf. Anıtı olmayan.
anız is. 1. Ekin biçildikten sonra tarlada kalan köklü sap. 2. Ekin biçildikten sonra sürülmemiş tarla: "Uçsuz bucaksız uzayan kır / Kimi yerde nadas, kimi anız." -A. K. Tecer. anız biçmek anızı ve tarla kenarındaki otları biçmek, anız bozmak anızı altüst etmek için toprağı yüzden sürmek.
anızlık, -ğı is. Anızı sürülmemiş tarla.
ani sf. (a:ni:) Ar. anıl. Ansızın yapılan: "Ani bir hareketle Çakır'ın omzunu kavradı, öne itti, sonra aynı kuvvetle geri çekip bastırdı," -T. Buğra. 2. zf. Ansızın, birdenbire: Bu iş pek ani oldu.
anide zf. (a':ni:de) Ansızın.
aniden zf. (a':niden) Ansızın.
anif sf. (ani:f) Ar. 'anifesk. 1. Sert, kaba: "Bu haşin, anut, katil mazinin anif tahakkümü yalnız Türklere, yalnız Türkiye'ye mahsus değildi." -Ö. Seyfettin. 2. zf. Sert, kaba bir biçimde: "Lakin babam şiddetli ve anif hareket ediyordu." -Y. K. Beyatlı.
anilin is. Fr. aniline kim. Benzenden türeyen bir amin.
→ anilin boyalar
anilin boyalar ç. is. Taş kömürü eterinden elde edilen, fotoğrafçılıkta, basım işlerinde, boya sanayisinde kullanılan organik boya cevheri.
animasyon is. Fr. animation Canlandırma.
animato zf. (anima'to) ît. müz. Canlı bir biçimde (çalınmak).
animatör is. Fr. animateur Canlandırıcı.
anime is. Fr. anime Japon çizgi filmi.
animizm is. Fr. animismefel. Canlıcılık.
anjin is. Fr. angine tıp Boğaz mukozasının şişmesi, boğak, hunnak.
anjiyo is. tıp Anjiyografi. anjiyo olmak anjiyografi çektirmek veya yaptırmak.
anjiyografi is. Fr. angiographie tıp Damar içine x ışınlarını geçirmeyen bir madde şırınga edildikten sonra damarların filminin alınması.
anjiyoloji is. Fr. angiologie anat. Dolaşım organlarım inceleyen anatomi bölümü.
Anka öz. is. (anka:) Ar. 'ankâ Masallarda adı geçen ve gerçekte var olmayan büyük bir kuş, Zümrüdüanka.
→ Zümrüdüanka
Ankara çiğdemi is. bot. Açık sarı renkli çiçekleri olan, parlak sarı yapraklı bir çiğdem türü.
Ankara keçisi is. zool. Tiftik keçisi.
Ankara kedisi is. zool. Ankara yöresinde yetişen, uzun tüylü kedi ırkı.
Ankara taşı is. min. Plajiyoklazlı bir yanardağ kültesi, andezit.
Ankara tavşanı is. zool. Parlak, ince, ipeksi, uzun, beyaz renkli tüylü, özel olarak üretilen bir tavşan türü, angora tavşanı.
ankastre sf. Fr. encastre Bir oyuğa, yuvaya yerleştirilmiş (tesisat): Ankastre telefon tesisatı. Ankastre ocak.
ankesörlü telefon is. Kutulu telefon.
anket is. Fr. enquite Herhangi bir konuyla ilgili durum ve tutumu belirlemek için düzenlenmiş ayrıntılı ve kapsamlı soru dizisi, sormaca, soruşturma, anket yapmak bir konuda soruşturma, araştırma yapmak.
anketçi is. Anket yapan kimse, soruşturmacı, anketör.
anketçilik, -ği is. Anketçi olma durumu, soruşturmacılık, anketörlük.
anketör is. Fr. enqueteur Anketçi.
anketörlük, -ğü is. Anketçilik.
ankiloz is. Fr. ankyîose tıp Oynar eklemlerde oynaklığın kalmamasıyla eklemin İşlemez duruma gelmesi, eklem kaynaşması.
anlak, -ğı is. psikol. Zekâ.
anlaklı sf. Zeki.
anlam is. db. 1. Bir kelimeden, bir sözden, bir davranış veya olgudan anlaşılan şey, bunların hatırlattığı düşünce veya nesne, mana, fehva, valör. 2. man. Bir önermenin, bir tasarının, bir düşüncenin veya eserin anlatmak İstediği şey. anlam çıkarmak 1) bir cümleden veya metinden yeni ve değişik bir anlam yakalamak; 2) mec. yersiz ve gereksiz bir yargıya varmak, yanlış değerlendirmek; bir söze, söyleyenin aklından geçmeyen bir anlam vermek, anlam vermek kendince bir yargıya varmak, yorumlamak. anlamına gelmek bir anlam bildirmek.
→ anlam aykırılığı, anlam bayağılaşması, anlam bilimi, anlam bilimsel, anlam daralması, anlam değişmesi, anlam genişlemesi, anlam iyileşmesi, cnlam kayması, anlam kötüleşmesi, bağlamsal anlam, eş anlam, ikiz anlam, kelimenin tam anlamıyla
anlama is. 1. Anlamak işi, vukuf. 2. fel Bir olay veya önermenin daha önce bilinen bir kanunun veya formülün sonucu olduğunu görme.
anlamak (-i) 1. Bir şeyin ne demek olduğunu, neye İşaret ettiğini kavramak: "Babasının niçin bu kasabayı çok sevdiğini Nevin bir türlü anlayamamıştı." -S. F. Abasıyanık. 2. Yeni bilgileri eskileriyle bir araya getirerek sonuç niteliğinde başka bir bilgi edinmek. 3. Sorup öğrenmek: Dışarıdaki gürültünün sebebini anlayıver. 4. Doğru ve yerinde bulmak: Hani bunu anladık ama! 5. Birinin duygularım, istek ve düşüncelerini sezebilmek: "Kabul etmeyeceğini ben daha o gün anlamıştım." -M. C. Kuntay. 6. (-den) Bir şey hakkında bilgisi bulunmak: "Biz de onun kadar bu işten anlarız." -H. Taner. 7. (-den) İyilik görmek, yararlanmak: Bu ilaçtan hiçbir şey anlamadım. 8. argo Sahip olmayı istemek, dileğinin yerine getirilmesini istemek: Yediğinden biz de anlayalım, anladımsa Arap olayım tkz. hiçbir şey anlamadım, (bir şeyden bir şey) anlamamak hoşlanmamak, ilgilenmemek, anlarsın ya! açıklanmaması gereken bir olayı dolaylı yoldan anlatmak için kullanılan bir söz.
anlayana sivri sinek saz, anlamayana davul zurna az anlayışlı kimseleri en küçük bir söz bile etkiler, oysa anlayışsız kimselere ne söylense yararsızdır, anlayıp dinlemek bir olayı iyice anlamak.
anlamamazlık, -ğı is. Anlamazlık.
anlam aykırılığı is. dbl. Karşıt anlamlı kelimelerin, sözlerin bir araya gelmesi.
anlamazlık, -ğı is. Bir şeyi anlamamış, kavrayamamış gibi davranma, anlamamazlık. anlamazlıktan gelmek bir şeyi anladığı hâlde anlamamış, farkına varmamış gibi davranmak.
anlam bayağılaşması is. dbl. Anlam kötüleşmesi.
anlam bilimi is. dbl. Dili anlam açısından inceleyen bilim dalı, semantik.
anlam bilimsel sf. dbl. Anlam bilimi ile ilgili, semantik.
anlam daralması is. dbl. Geniş kavramları olan bir kelimenin, bu kavramlar içinden tek bir anlam bildirmesi durumu, genel bir anlamdan özel bir anlama geçiş.
anlamdaş sf. dbl. Eş anlamlı.
anlamdaşlık, -ğı is. Eş anlamlılık.
anlam değişmesi is. dbl. Anlamın daralması, genişlemesi, kayması veya bayağılaşması: Göl adı olan "Terkos"un, "musluk suyu" anlamında kullanılması anlam değişmesine bir örnektir.
anlam genişlemesi is. dbl. Dar bir anlamda kullanılan bazı kelimelerdeki anlamın ilgili kavramlara yayılması: Baş kelimesinin "kafa" anlamından anlam genişlemesiyle her meslek ve kuruluştaki "üst aşama" anlamını bildirmesi gibi.
anlam iyileşmesi is. dbl. Kötü ve olumsuz bir anlamı olan bir kelimenin zamanla iyi bir anlam kazanması.
anlam kayması is. dbl. Yeni bir anlam vermek üzere kelimelerin gerçek anlamlarından kayarak kalıplaşmaları: Dil dökmek, ağız yoklamak.
anlam kötüleşmesi is. dbl. Anlamı İyi ve olumlu olan bir kelimenin zamanla kötü veya kötüye doğru giden bir anlam kazanması, anlam bayağılaşması.
anlamlandırma is. Anlamlandırmak işi.
anlamlandırmak (-i) 1. Anlamını açıklamak. 2. Anlam vermek, anlam kazandırmak.
anlamlı sf. Anlamı olan, bir şey demek isteyen, düşündürücü, manalı, manidar.
→ çok anlamlı, eş anlamlı, iki anlamlı, ikiz anlamlı, karşıt anlamlı, tek anlamlı, yakın anlamlı, zıt anlamlı
anlamlılık, -ğı is. Anlamlı olma durumu.
→ çok anlamlılık, eş anlamlılık, iki anlamlılık, tek anlamlılık, yakın anlamlılık
anlamsal sf. Anlamla ilgili, semantik.
anlamsız sf. Anlamı olmayan, önemli bir şey anlatmayan, manasız, absürt.
anlamsızlaşma is. Anlamsızlaşmak durumu.
anlamsızlaşmak (nsz) Anlamsız duruma gelmek.
anlamsızlaştırma is. Anlamsızlaştırmak durumu.
anlamsızlaştırmak (-i) Anlamsız duruma getirmek.
anlamsızlık, -ğı is. Anlamsız olma durumu, manasızlık.
anlaşık, -ğı is. Aralarında anlaşma bulunan taraflardan, kimselerden biri.
anlaşılan zf. Anlaşıldığına göre, galiba, muhtemelen: "Anlaşılan sen İstanbul'un acemisi olmalısın."-O. C. Kaygılı.
anlaşılma is. Anlaşılmak işi.
anlaşılmak (nsz) 1. Anlama işine konu olmak. 2. Belli olmak, ortaya çıkmak: "... çıkarılan haberlerin aslı olmadığı anlaşılmıştı. " -F. F. Tülbentçi, anlaşıldı Vehbinin kerrakesi işin içyüzü, gerçeği öğrenildi.
anlaşılmaz sf. Anlaşılması güç olan, bir anlam verilemeyen, karışık, muğlak: "Eve gelip de onu görünce anlaşılmaz bir üzüntü içinde kaldı." -M. Ş. Esendal.
anlaşılm azlık, -ğı is. Anlaşılmaz olma durumu.
anlaşma is. 1. Anlaşmak işi. 2. Devletler arası siyasal, ekonomik, kültürel vb. alanlarda yapılan uzlaşma ve bu uzlaşmanın tespit edildiği belge, uyuşma, itilaf, antant: Kültür anlaşması. 3. Sözleşme, anlaşma yapmak anlaşma belgesi düzenleyip imzalamak: "İki komutan arasında o gün gizli bir anlaşma yapıldığı söylentisi çıkmıştı." -H. Taner. anlaşmaya varmak bir konuda birisiyle anlaşmak.
→ çerçeve anlaşma, centilmenlik anlaşması, iflas anlaşması, kredi anlaşması
anlaşmak (nsz, -le) 1. Düşünce, duygu, amaç bakımından birleşmek, antant kalmak: "U-yuşmazlığın her safhasında taraflar da anlaşarak Yülcsek Hakem Kuruluna başvurabilir." -Anayasa. 2. Sözleşmek, sözleşme imzalamak.
anlaşmalı sf. Anlaşmaya dayanan.
anlaşmazlık, -ğı is. İki veya daha çok tarafın düşünce ve amaçları arasında ayrılık, uyuşmazlık, ihtilaf: "Mustafa yedi yaşına basınca ana baba arasında anlaşmazlık kalmadı. " -R. H. Karay, anlaşmazlık çıkmak bir konuda uyuşmazlık söz konusu olmak: "... gelin odası, gelin giyim takımı için bu sefer de iki kız kardeş arasında bir anlaşmazlık çıksın." -M. Ş. Esendal. anlaşmazlığa düşmek anlaşamamak, uyuşamamak.
anlaştırma is. Anlaştırmak işi.
anlaştırmak (-i) Anlaşmayı, uzlaşmayı, uyuşmayı sağlamak.
anlatı is. 1. Ayrıntılarıyla anlatma. 2. ed. Roman, hikâye, masal vb. edebî türlerde bir olay dizisini anlatma biçimi, hikâyeleme, hikâye etme, tahkiye.
anlatıcı is. Hikâye, fıkra vb.ni anlatan kimse.
anlatıcılık, -ğı is. Anlatıcı olma durumu.
anlatılma is. Anlatılmak işi.
anlatılmak (nsz) Anlatma işine konu olmak: "Sana nasıl anlatılır / Sensiz hayatın boşluğu. " -O. S. Orhon.
anlatım is. 1. Anlatma işi. 2. Bir duyguyu, bir düşünceyi, bir konuyu söz veya yazı ile bildirme, ifade.
→ anlatım bilimi, anlatım tonu
anlatım bilimi is. db. Üslup yöntemlerini inceleyen edebî araştırma, inceleme, stilistik.
anlatımcı ed. 1. Yalnızca hikâye etmeye ağırlık veren eser. 2. Eserlerinde hikâye etmeye, tahkiyeye ağırlık veren yazar.
anlatımcılık, -ğı is. fel. Dışa vurumculuk.
anlatımlı sf. Düşünce ve duyguyu güçlü ve canlı bir biçimde anlatan.
anlatım tonu is. Anlatımda mantık ve düşünce özelliğine göre oluşan ton.
anlatış is. Anlatma işi veya biçimi, takrir.
anlatma is. Anlatmak işi.
anlatmak (-i, -e) 1. Bir konu üzerinde açıklama yapmak, açıklamada bulunmak, bilgi vermek, izah etmek: "Gece sabaha kadar düşündüğü şeyleri babasına da anlatmak isterdi." -P. Safa. 2. İnandırmak, ikna etmek: Derdinizi ona anlatmak kolay değil. 3. Söylemek, nakletmek: "Sonra bir hikâye anlattı." -A. Ş. Hisar, (bir şeyi) anlata anlata bitirememek bir şeyden çok söz etmek, övmek.
anlattırma is. Anlattırmak işi.
anlattırmak (-e, -i) Bir konu üzerinde bilgisini ölçmek, açıklama yaptırmak.
anlayış is. 1. Anlama işi veya biçimi, telakki, zihniyet: "Ama doğrusu Hugo'yu artık uzun uzun okuyamıyoruz, onun şiiri, şiir anlayışı bizden çok uzaklaştı." -N. Ataç. 2. Anlama yeteneği, feraset, izan, zekâ. 3. Hoş görme, hâlden anlama. 4. Ayırıcı bir nitelik olmak bakımından görüş, zihniyet, anlayış göstermek istenilen veya söylenilen bir şeyi hoşgörüyle karşılamak: Lütfen anlayış gösterin.
anlayışlı sf. 1. Anlayışı olan, ferasetli, izanlı, zeki. 2. Hoşgörülü: "Bu evin içinde, hatta belki bu dünyada en anlayışlı dost sizsiniz benim için." -P. Safa. 3. zf. Hoşgörülü bir biçimde: "Kocasına bir şeyler demek, anlayışlı, şejkatli davranmak istiyor." -A. İlhan.
anlayışlılık, -ğı is. Anlayışlı olma durumu.
anlayışsız sf. 1. Anlayışı kıt olan, kafasız, kavrayışsız, vurdumduymaz, kalın kafalı, izansız, ferasetsiz, gabi. 2. Hoşgörüsüz.
anlayışsızlık, -ğı is. 1. Anlayış kıtlığı, kafasızlık, kaim kafalılık, vurdumduymazlık, izansızlık, gabilik: "Bir gün tatsızlıklar başlayacaksa, bu, onun anlayışsızlığı yüzünden olacaktı." -T. Buğra. 2. Hoşgörüsüzlük.
anlık, -ğı is. psikol. 1. Duyu ve iradeden ayrı olarak düşünülen bilme melekesi, anlama gücü, usa vurma, yargılama, müdrike, entelekt. 2. sf. Kısa süren, bir an içinde olan: "Beni hatırlatıyor, benimle olmayı anlık bir duygu hâlinde olsa da istiyor muydu?" -T. Buğra.
anlıkçılık, -ğı is. fel. Duyu ve irade karşısında anlığın üstünlüğünü ileri süren doktrin, zihniye, entelektüalizm.
anlı şanlı sf. Güzel, gösterişli, ünlü.
anma is. 1. Birini veya bir şeyi akla getirerek sözünü etme. 2. Ölmüş bir İnsanı hatırlamak için yapılan tören, ihtifal.
→ anma töreni
anmak, -ar (-i) 1. Birini veya bîr şeyi akla getirerek sözünü etmek veya onu düşünmek, zikretmek, hatırlamak: "Onun bu fedakârlığını her yerde, her zaman minnetle anacağım." -P. Safa. 2. Bir sözü ağzına almak: Hastalığın adını anmaktan korkuyor. 3. (-i, -le) Bir armağanla gönlünü almak: "An beni bir kozla, o da çürük çıksın." -Atasözü. 4. Adlandırmak: Onu, başka Tahirlerden ayırt etmek için "Temiz Tahir" diye anarlardı.
anmalık, -ğı is. Anılmak üzere verilen nesne, hatıra, yadigâr, bergüzar.
anma töreni is. Bir kişiyi veya bir olayı hatırlamak için yapılan tören.
anne is. 1. Çocuğunu dünyaya getiren kadın, ana, valide. 2. Yavrusu olan dişi hayvan. anne olmak kadın çocuk sahibi olmak: Evlendikten iki yıl sonra anne oldu.
→ anneanne, babaanne, büyük anne, cicianne, hanımanne, sütanne, üvey anne
anneanne is. Annenin annesi.
anneannelik, -ği is. Anneannelik olma durumu veya anneanneye yakışan davranış.
annelik, -gi is. Anne olma niteliği veya durumu, analık, (birine) annelik etmek 1) annelik görevini yapmak; 2) anne gibi ilgi ve yakınlık göstermek.
→ sütannelik
anofel is. Fr. anophele zool. Sıtma mikrobunu aşılayan bir tür sivrisinek (Anopheles maculipennis): "Fakat anlaşılıyordu ki mikroplu anofel sineğinden, benden olduğu gibi kaçamamıştı." -R. N. Güntekin.
anomali is. Fr. anomalie psikol. Sapaklık.
anonim sf. Fr. anonyme 1. Adı sanı bilinmeyen: "Ah bir anonim olmak, kalabalık içine karışıp kaybolmak tadına kavuşabilseydik." -F. R. Atay. 2. Çok ortaklı. 3. ed. Yazanı, yapanı, söyleyeni bilinmeyen (eser).
→ anonim ortaklık, anonim şirket
anonim ortaklık, -ğı is. tic. Sermayesi paylara bölünmüş olan ve her ortağın sorumluluğu sermayedeki payıyla sınırlı bulunan ortaklık, anonim şirket.
anonim şirket is. tic. Anonim ortaklık.
anons is. Fr. annonce Sesli duyuru, anons etmek sözle veya yazıyla bir durumu, bir haberi halka bildirmek.
anonsör is. Fr. annonceur Sunucu.
anorak, -ğı is. (Eskimo dilinden) Başlıklı, su geçirmeyen spor ceket.
anorganik, -ği is. Fr. anorganiaue kim. İnorganik.
anormal, -li sf. Fr. anormal 1. Genel olana, alışılmışa ve kurala aykırı olan, normal olmayan. 2. Dengesi yerinde olmayan, davranışı bozuk olan, deli: Anormal bir adam.
anormalleşme is. Anormalleşmek işi.
anormalleşmek (nsz) Anormal duruma gelmek.
anormalleştirme is. Anormalleştirmek işi.
anormalleştirmek (-i) Anormal duruma getirmek.
anormallik, -ği is. Anormal olma durumu: "Bu işte bir gariplik, bir anormallik vardı." -H. R. Gürpınar.
anot, -du is, Fr. anode fiz. Bir elektrolitte akımın geçmesini sağlayan metal uçlardan artı yüklü olanı.
ansambl is. Fr. ensemble müz. Topluluk.
ansefal, -li is. Fr. encephale tıp Kafatası içindeki beyin ve yardımcı organların oluşturduğu yapı.
ansefalit is. Fr. encephalite tıp Ansefaldeki iltihaplı hastalıklardan irinsiz olanlara verilen genel ad.
ansız sf. 1. hlk. Anlayışsız, akılsız. 2. zf. Ansızın.
ansızın zf. (a'nsmn) Hiç hatıra gelmedik bir sırada, ani, anide, aniden, ansız, apansız, apansızm, birden, birdenbire, dangadak, durup dururken, gürpedek, larpadak, patadak, pattadak, rappadak, şakkadak, şapadanak, şappadak, şırakkadak, yekin yekin, bedaheten, defaten, fücceten, nagehan, vehleten: "Zehra'nın bu ansızın ölümü, bütün felaketlerin üzerine yaman bir tüy dikmişti." -O. C. Kaygılı.
ansiklopedi is. Fr. eneyelopedie Bütün bilim, sanat dallarını tek veya bir arada belli bir yönteme göre inceleyen eser veya eser dizisi, bilgilik.
ansiklopedici is. Ansiklopedi hazırlayan kimse.
ansiklopedicilik, -ği is. 1. Ansiklopedicinin yaptığı iş. 2. Değişik alanlardaki bilgileri sistemli bir yöntemle bir araya getirme veya toplama işi.
ansiklopedik, -ği sf. Fr. encyclopediaue 1. Ansiklopedi İle ilgili. 2. mec. Her konuda biraz bilgi sahibi olan (kimse).
→ ansiklopedik bilgi, ansiklopedik sözlük
ansiklopedik bilgi is. Ansiklopedide yer alacak nitelikte ayrıntılı bilgi.
ansiklopedik sözlük, -ğü is. Alfabetik sıraya göre kelimelerin karşılıklarını geniş bir biçimde veren, özel adlan da içine alan sözlük türü.
ant, -di is. 1. Tanrı'yı veya kutsal bilinen bir kişiyi, bir şeyi tanık göstererek bir olayı doğrulama, yemin. 2. Kendi kendine söz verme, ahit: Andım var, bu işi yapacağım.
ant içmek bir şeyi yapmaya veya yapmamaya söz vermek, yemin etmek: "Ant içmiştik, güya büyüyünce evlenecektik." -H. Taner, ant olsun bir işin yapılmasına niyet edildiğinde söylenilen söz. ant verdirmek 1) ant içmesini sağlamak; 2) herhangi bir şeyi yapmaması için söz almak, ant vermek "Allah aşkına, çocuklarının başı için" vb. sözlerle karşısındakini bir şeye zorlamak, andını bozmak andına uymamak, andına aykırı davranmak.
→ ant kardeşi
antagonist zf. Fr. antagoniste Düşmanca.
antagonizm is. Fr. antagonisme Düşmanlık.
antagonizma is. Fr. antagonisme Tezat: "... bu ikilik, bu antagonizma nereden geliyordu?" -Y. K. Karaosmanoğlu.
antant is. Fr. entente Anlaşma, uyuşma, mutabakat: Balkan Antantı, antant kalmak anlaşmak, uzlaşmak.
antarktik, -ği sf. Fr. antarctiaue coğ. Güney Kutbu ile ilgili, Güney Kutbu yakınında olan.
Antarktika öz. is. Güney kutbundaki kara bölgesi.
anten is. Fr. antenne. 1. Boşlukta yayılan elektromanyetik dalgalan toplayarak bu dalgaların transmisyon hatları içerisinde yayılmasını sağlayan cihaz. 2. zool. Duyarga. 3. den. Olta şamandırasının alt ve üst kısmında bulunan ince uçlar.
→ anten yükselteci, çanak anten
antenli sf. Anteni olan.
→ antenli balık
antenli balık, -ğı is. zool. Göğüs yüzgeçleri saplı, iskeleti kemikleşmiş, sırt yüzgeçleri uzamış kemikli balık türü.
anten yükselteci is. Anten ile alıcı arasında yer alarak elektromanyetik dalgaların genliğini yükselten araç.
Antep baklavası is. Gaziantep yöresinde yapılan ünlü bir çeşit baklava.
Antep fıstığı is. bot. 1. Antep fıstığıgillerin örnek bitkisi, yurdumuzda Gaziantep ve Siirt bölgelerinde yetişen, yanlış olarak Şam fıstığı da denilen bir ağaç (Pistacia vera). 2. Bu ağacın, ince ve sert kabuklu, yağlı yemişi.
Antep fistığıgiller ç. is. bot. Ayrı taç yapraklılardan, tipik örneği Antep fıstığı ağacı olan bir familya.
Antep işi is. Gaziantep yöresine özgü, iplikleri çekilmiş ve kafes şeklini almış kumaş üzerine aynı renk iplikle verevine sarılarak yapılan bir çeşit el işlemesi.
anterit is. Fr. enterite tıp İnce bağırsak iltihabı.
anterograf is. Fr. enterographe tıp Bağırsak kasılmalarını ölçmeye yarayan alet.
anterosel is. Fr. enterocele tıp İnce bağırsak fıtığı.
anterostomi is. Fr. enterostomie tıp Bağırsak düğümünün kesilip alınması.
antet is. Fr. en-tite Başlık.
antetli sf. Başlıklı.
antetsiz sf. Başlıksız; "Antetsiz bir kâğıt çektim. " -R. H. Karay.
antialerjik, -ği is. Fr. antiallergiaue 1. tıp Alerjilerin önlenmesinde veya tedavisinde kullanılan ilaçların Özelliği. 2. sf Alerjiye neden olmayan; Antialerjik yatak.
antiasit, -di sf Fr. antiacide kim. Alkalik.
antibiyotik, -ği is. Fr. antibiotiaue tıp Bitkilerde, özellikle küf mantarlarında bulunan veya sentezle elde edilen, birçok mikroba karşı kullanılan, penisilin, streptomisin vb. maddelerin ortak adı.
→ antibiyotik tedavisi
antibiyotik tedavisi is. tıp Antibiyotiğin durdurucu veya öldürücü etkisinden yararlanılarak yapılan tedavi.
anti-damping İng. anti-dumping bk. karşı düşürüm.
antidemokratik, -ği sf Fr. anti-democratique Demokrasiye aykırı olan.
antidemokratiktik, -ği is. Antidemokratik olma durumu.
antidot is. Panzehir.
antiemperyalist sf Fr. anti-imperialiste Emperyalizme karşı olan.
antiemperyalistlik, -ği is. Antiemperyalist olma durumu.
antiemperyalizm is. Fr. anti-imperialisme Emperyalizme karşı tutum, davranış veya öğreti.
antifriz is. İng. antifreeze Bir sıvıya katıldığında o sıvının donma derecesini düşürerek donmasını önleyen madde.
antihijyenik, -ği is. Fr. anühygieniaue Sağlık kurallarına aykırı olma.
antijen is. Fr. antigene biy. İçerisine girdiği organizma aracılığıyla antikor oluşumunu sağlayan bakteri, virüs, parazit vb. protein yapısında madde.
antik, -ği sf. Fr. antique tor. İlk Çağdaki uygarlıklarla, özellikle eski Yunan ve Roma uygarlıkları İle ilgili olan, antika.
→ antik çağ
antika is. (anti'ka) İt. antica 1. Tarihsel değeri olan eski eşya: "Sofadaki antika yerli saat, ihtiyar göğsü hırlaya hırlaya ağır ölçülü vuruşlarla gece yarısını çaldı." -H. R. Gürpınar. 2. Eski çağlardan kalma eser. 3. Mendil, örtü, yatak çarşafı vb. bezlerin kenarlarına paralel ipliklerden bir bölümü çekilip dikey olanların ikisi, üçü bir arada tire ile sarılarak yapılan diş diş süs, sıçan dişi, ajur. 4. sf. Antik. 5. sf. mec. Genele, olağana, geleneğe aykın, acayip, tuhaf: "Hasılı antika bir herif" -Ö. Seyfettin, antikasını bilmek en iyisini bilmek.
antikacı is. Antika eşya, eser satan veya toplayan kimse: "Açık artırmalardan, antikacılardan her çeşit saat toplamaya başladım. " -H. Taner.
antikacılık, -ğı is. Antika eşya veya eserlerle uğraşma işi.
antikalık, -ğı is. 1. Antika olma durumu. 2. mec. Tuhaflık: "Kim bilir bu herifin geçmişinde neler neler, ne antikalıklar, ne acayiplikler, ne madrabazlıklar vardı." -O. C. Kaygılı.
antika mobilya is. En az yüz sene önce imal edilmiş olup ana hatlarında herhangi bir değişiklik yapılmayan ve belli bir ekole göre adlandırılan mobilya.
antikapitalist is. Fr. anticapitaliste Kapitalist rejime karşı olan kimse.
antikapitalistlik, -ği is. Antikapitalist olma durumu.
antikapitalizm is. Fr. anticapitalisme Kapitalizme karşı olma.
antikatot, -du is. Fr. anticathode fiz. Basıncı azaltılmış bir elektrik boşalma tüpünde, katot ışınlarını alan elektronik lambadaki genellikle metal yaprak.
antik çağ is. tar. 1. Eski Yunan ve Roma uygarlıklarının gelişip yayıldığı çağ. 2. sf. Bu çağa özgü olan: Antik çağ filozofları.
antikite is. Fr. antiauite 1. Eskilik. 2. tar. İlk Çağ.
antikomünist sf. Fr. anticommuniste Komünizme karşı olan.
antikomünistlik, -ği is. Antikomünist olma durumu.
antikomünizm is. Fr. anticommunisme Komünizm aleyhtarlığı.
antikor is. Fr. anticorps biy. Hastalığa sebep olan etkenleri zararsız duruma getirmek için vücudun çıkardığı madde.
antilop, -bu is. Fr. antilope zool. 1. Antiloplardan, sıcak ülkelerde yaşayan, çok hızlı koşan, boynuzlu bir hayvan (Anthilopus). 2. sf. Bu hayvanın derisinden yapılmış.
antiloplar ç. is. zool. Geviş getiren memeli hayvanların bir familyası.
antimon is. Fr. antimoine kim. Atom numarası 51, atom ağırlığı 121,76 olan, 630 °C'de eriyen, haddede veya çekiç altında işlenemeyen, çoğunlukla basım harfleri alaşımında kullanılan, mavimtırak beyaz renkte bir element (simgesi Sb).
antinomi is. Fr. antinomiefel. Çatışkı.
antioksidan is. Fr. antioxydant kim. 1. Genellikle yağların, yağlı besinlerin uzun süre saklanabilmesi, beyaz renkli sebze ve meyvelerin kararmasının önlenmesi için kullanılan madde, 2. Canlı organizmalardaki toksinleri atmaya yarayan madde.
antipati is. Fr. antipathie 1. Sevimsizlik, soğukluk, iticilik. 2. psikol. Karşıt duygu: "Bunlar da çoğu insanda nedense aşağılık kompleksi ve antipati yaratır." -H. Taner. antipati duymak kanı kaynamamak.
antipatik, -ği sf. Fr. antipathiaue Sevimsiz, itici, soğuk, antipatik bulmak sevimsiz bulmak, kanı kaynamamak, antipatik olmak sevimsiz, istenmeyen olmak: "Politikada iktidar antipatik olduğundan oradan düşüş insanı sempatik eder." -B. Felek.
antipatiktik, -ği is. Antipatik olma durumu.
antipropaganda is. Fr. anti-propagande Karşı propaganda.
antisemit sf. Fr. antisemite Yahudilik aleyhtarı: Antisemit bir kitap.
antisemitik, -ği is. Fr. antisemitique Yahudi aleyhtarı.
antisemitist sf. Fr. antisemiste Yahudilere karşı düşmanca duygular besleyen ve Yahudilere karşı ayırt edici önlemler alınmasını isteyen görüşe bağlı olan (kimse).
antisemitistlik, -ği is. Antisemitist olma durumu.
antisemitizm is. Fr. antisemitisme Antisemitistlerin görüş ve tutumu.
antisemitlik, -ği is. Antisemit olma durumu.
antisepsi is. Fr. antisepsie kim. Mikropları ilaçla öldürme yolları.
antiseptik, -ği sf. Fr. antiseptiaue kim. 1. Antisepsi yapmak için kullanılan (madde). 2. Antisepsi özelliği olan (madde).
antisiklon is. Fr. anticyclone coğ. Yüksek basınçlı atmosfer kütlesi.
antitez is. Fr. antithese Karşı sav: "Bu, tam bir antitezdir, iddia ettiğiniz gibi sentez değildir."-P. Safa.
antitoksik, -ği is. İng. antitoxic Antitoksin.
antitoksin is. Fr. antitoxine İçine giren toksinleri zararsız duruma getirmek için vücudun çıkardığı madde.
antitonal, -li sf. Fr. antitonnail müz. Tona uygun olmayan.
ant kardeşi is. Kan kardeşi.
antlaşma is. 1. İki veya daha çok devletin saldırmazlık, savaşta iş birliği vb. konularda kararlaştırdıkları ilkelere uygun davranmayı kabul etmeleri durumu, ahit, muahede, pakt. 2. Bu durumu belirten belge.
→ saldırmazlık antlaşması
antlaşmak (nsz, 4e) Antlaşma yapmak, ahitleşmek.
antlı sf. 1. Ant içmiş. 2. Ant içirilmiş.
antoloji is. Fr. anthologie ed. Seçki.
antolojik, -ği sf. Fr. anihologiaue Seçki ile ilgili.
antrakt is. Fr. entracte sin. ve tiy. Ara.
antrasit, -di is. Fr. anthracite mdn. Güçlükle tutuşan, koku, duman çıkarmadan büyük bir ısı vererek yanan bir tür taş kömürü.
antre is. Fr. entre 1. Giriş: "Antrede duran portmantonun aynasına göz attı." -R. H. Karay. 2. Başlangıç yemeği.
antrenman is. Fr. entrainement sp. 1. İdman. 2. mec. Herhangi bir konuda yapılan hazırlık, antrenman yapmak spor amacıyla çalışmak, alıştırma yapmak.
antrenmanlı sf. İdmanlı.
antrenmansız sf. Antrenmanı olmayan, idmansız.
antrenmansızlık, -ğı is. Antrenmansız olma durumu.
antrenör is. Fr. entraîneur sp. Bir spor dalında sporcuyu eğiten, yetiştiren ve çalıştıran kişi, çalıştırıcı.
antrenörlü sf. Antrenörü olan.
antrenörlük, -ğü is. Antrenörün işi veya mesleği, çalıştırıcılık.
antrenörsüz sf. Antrenörü olmayan.
antrepo is. (antrepo) Fr. entrepöt tic. Gümrüklere gelen ticari eşyanın konulduğu, korunduğu yer, ardiye: "Avrupalılar, Boğaziçi'nin böyle depo ve antrepolarla örülmesinden şikâyet ediyorlar." -Y. K. Beyatlı.
antrepocu is. 1. Antrepo işleten kimse. 2. Antrepoya bakan kimse.
antrepoculuk, -ğu is. Antrepocunun yaptığı iş.
antrikot is. Fr. entrecâte Sığırın iki kürek arasından ve pirzolalık yerinden çıkartılan, kemiğinden sıyrılmış et dilimi.
antrok is. Fr. entroaue jeol. Trias devri katmanlarında bulunan, derisi dikenlilerden, deniz lalelerinin saplarını oluşturan kalsiyum karbonat birleşimli fosil.
antropoit, -di is. Fr. anihropoıde zool. İnsansı.
antropoitler ç. is. zool. İnsansılar.
antropolog, -ğu is. Fr. anthropologue İnsan bilimi uzmanı, insan bilimci.
antropoloji is. Fr. anthropologie İnsanın kökenini, evrimini, biyolojik özelliklerini, toplumsal ve kültürel yönlerini inceleyen bilim, insan bilimi.
→ kültürel antropoloji, sosyal antropoloji
antropolojik, -ği sf. Fr. anthropologiaue İnsan bilimiyle ilgili, insan bilimsel.
antropomorfizm is. Fr. anthropomorphisme İnsan biçimcilik.
antroponim is. Fr. anthroponymie Kişi adlarını inceleyen bilim dalı.
antroposantrizm is. Fr. anthropocentrisme fel. insaniçincilik.
antiparantez zf. Fr. entre parentheses Söz arasında, sırası gelmişken: "Antiparantez, pek az hoşlandıklarım muharrirler, ediplerdir." -F.R. Atay.
antsız sf. Ant içilmemiş.
anut, -du sf. (anu:t) Ar. 'anüd esk. İnatçı, ayak direyici: "Bu haşin, anut, katil mazinin anif tahakkümü yalnız Türklere, yalnız Türkiye'ye mahsus değildi." -Ö. Seyfettin.
anüri is. Fr. anurie tıp İdrarını yapamama şeklinde ağır bir böbrek rahatsızlığı belirtisi.
anüs is. Fr. anüs anat. Sindirim sisteminin sonunda bulunan ve dışkının atılmasına yarayan çıkış deliği, makat, şerç.
→ anüs yüzgeci
anüs yüzgeci is. zool. Balıklarda anüs bölgesinde tek olarak bulunan yüzgeç.
anyon is. Fr. anion kim. Negatif elektrikle yüklü iyon, eksin.
anzarot is. Erm. bot. 1. Sıcak ülkelerde yetişen bodur bir ağaç (Sarcocolla). 2. Bu ağacın yara tedavisinde kullanılan reçinesi. 3. argo Rakı: "Tam eğleneceğimiz sırada anzarot bitti." -H. R. Gürpınar.
aort is. Fr. aorte anat. Kalbin sol karıncığından çıkan ve vücuda kırmızı kan dağıtan büyük atardamar.