-al / -el İsimden isim türeten ek: doğ-al, genel, gövel (< gök-el), güz-el (<gözel), öz-el vb.
al (I) is. 1. Kanın rengi, kızıl, kırmızı. 2. sf Bu renkte olan: Al bayrak. Al çuha. 3. Dorunun açığı, kızıla çalan at donu. 4. sf. Bu renkte olan (at). 5. Yüze sürülen pembe düzgün, allık, al elmaya taş atan çok olur değerli kimselere sataşan çok olur. al giymedim ki alınayım "bu işle hiçbir ilgim olmadığı için söylenen sözleri kendi üzerime almadım" anlamında kullanılan bir söz. al gömlek gizlenemez kanlı gömlek gizlenemez. al kanlara boyanmak 1) yaralanmak; 2) vurularak ölmek; 3) şehit olmak, al kiraz üstüne kar yağmış düşünülmeyen, beklenilmeyen şeylerin de olabileceğini anlatan bir söz. alı al, moru mor telaş veya yorgunluktan yüzü kıpkırmızı kesilmiş (olarak), alı ahna, moru moruna sağlıklı, canlı kanlı: "Şahsına bakarsan iri yarı, alı alına, moru moruna, dinç, ablak bir insan..." -R. N. Güntekin.
→ albasma, albastı, al bayrak, alkarısı, al sancak, alyuvar
al (II) is. Aldatma, düzen, tuzak, hile: "Al ile aslan tutulur, güç ile sıçan tutulmaz." -Atasözü.
Al kim. Alüminyum elementinin simgesi.
-ala- / -ele- Fiilden fiil türeten ek: it-ele-, kakala-, kov-ala-, silk-ele- vb.
ala sf. 1. Karışık renkli, çok renkli, alaca: Ala kilim eskimiş. 2. is. Alabalık. 3. hlk. Açık kestane renginde olan, ela (göz). 4. is. hlk. Kekliğin boynundaki siyah halka.
→ alabacak, alabalık, alabaş, alaçam, ala gün, alakarga, ala sulu, alatav, denizalası, gölalası
âlâ sf. (a:lâ:) Ar. a'lâ İyi, pekiyi: "Beni Konya Lezzet Lokantasına götürdü, âlâ bir öğle yemeği çekti." -H. E. Adıvar. âlâyıvala ile bütün gösterişi İle: Âlâyıvala ile hususi otomobiline bindi.
→ arşıâlâ, ne âlâ, pekâlâ, dik âlâsı
ala ala ünl. Toplu olarak yapılan işlerde bağrışarak söylenen ala ala hey ünleminde kullanılan bir söz. ala alaya kalkmak bağrışarak gürültü etmeye yeltenmek.
alabacak, -ğı sf. hlk. 1. Ayağı sekili (at). 2. Ara bozucu, dönek, uğursuz (kimse).
alabalık, -ğı is. zool. Alabalıkgillerden, soğuk ve duru sularda yaşayan, eti turuncu ve lezzetli, 250 g'dan 2 kg'a kadar gelen bir tatlı su balığı (Truttafaris).
alabalıkgiller ç. is. zool. Omurgalı hayvanlardan, kemikli balıkların bir familyası.
alabanda is. (alaba'nda) İt. alla banda den. Deniz teknelerinin iç yanlan, borda karşıtı. alabanda etmek dümeni sağa veya sola, sonuna kadar çevirmek, alabanda vermek azarlamak, paylamak, haşlamak, alabandayı yemek argo adamakıllı azarlanmak.
→ alabanda ateş, boca alabanda, orsa alabanda, iskele alabanda, sancak alabanda
alabanda ateş ünl. Geminin bir yanında bulunan toplarla derhâl ateş edilmesi komutu.
alabaş is. bot. Turpgillerden, şalgama benzeyen bir bitki.
alabildiğine zf. 1. Sınırsız, uçsuz bucaksız bir biçimde: "Bir tarafı alabildiğine deniz, bir tarafı alabildiğine boş çöl." -F. R. Atay. 2. Olanca hızı ile. 3. mec. Aşırı derecede, gereğinden çok.
alabora is. (alabo'ra) İt. albura den. 1. Geminin yan yatması. 2. Bir serenin yatay durumdan düşey duruma getirilmesi. 3. Selamlamak için filika küreklerinin yukarıya kaldınlması. 4. Balığı toplamak için dalyan ağının yukarıya alınması, alabora olmak 1) tekne, sandal vb. deniz araçları devrilip ters dönmek: Sandal alabora oldu. 2) mec. işler altüst olmak:
alabros sf. Fr. â la brosse Fırça gibi dik kesilmiş (erkek saçı).
alaca is. 1. Birkaç rengin karışımından oluşan renk, ala. 2. Birkaç renkli iplikten yapılmış dokuma: "İki top alaca..." -N. Nâzım. 3. Keklik, bıldırcın vb. kuşları avlamak için kullanılan iki renkli bez. 4. mec. Kötü huy: "Hayvanın alacası dışında, insanın alacası içinde." -Atasözü. 5. sf. İki veya daha çok renkli. 6. bot. Ağaçta ilk olgunlaşan meyve: Bu incirin alacasını ben yedim. 7. bot. Meyvelere, genellikle üzüme düşen ben. alaca düşmek meyve olgunlaşmaya başlamak.
→ alaca aş, alacabalıkçıl, alaca bulaca, alaca karanlık, alacakarga, alacamenekşe, alacasansar, deli alacası
alaca aş is. hlk. Aşure.
alacabalıkçıl is. zool. Balıkçılgiller familyasından, uzunluğu 50 cm, kül rengi, sazlıklarda yaşayan bir kuş türü (Ardeola ralloides).
alaca bulaca sf. Çok karışık renkli.
alacak, -ğı is. 1. Bir hesap gereğince daha alınmamış olan para, mal vb. şey, matlup, verecek karşıtı: Bütün alacaklarımı topladım. 2. Alınması gerekli şey: Çarşıdan alacaklarım için bir liste yaptım, alacağı olmak 1) birinden alınacak parası olmak; 2) vakit darlığından bir öneriyi kibarca geri çevirmek: Alacağım olsun, bir daha geldiğimde kahvenizi içerim, alacağı olsun! "günün birinde ondan öcümü alırım" anlamında göz korkutma sözü. alacağım olsun da alakargada olsun alacaklı olmak iyi bir şeydir, alacağına saymak bir şeyi borca karşı almak, alacağına şahin, vereceğine karga (veya kuzgun) alırken kolaylık gösteren, verirken de güçlük çıkaran kimse, alacağına tutmak alacağına saymak.
→ alacak verecek
alaca karanlık, -ğı is. Güneş doğmadan önceki veya battıktan hemen sonraki aydınlık, yan karanlık.
alacakarga is. zool. Saksağan.
alacaklandırıcı is. ekon. Vadeli satış yapan firmaların her türlü mal ve hizmet satışından doğan haklarını devralan finansal kuruluş.
alacaklandırma is. ekon. Alacakiandırmak işi.
alacakiandırmak (-i) ekon. Vadeli satış yapan firmaların her türlü mal ve hizmet satışından doğan haklarını alacaklandırıcı adı verilen finansal kuruluşlara devretmek.
alacaklı sf. Birinden alacağı olan (kimse), borçlu ve verecekli karşıtı: "Gelir desen dar gelir / Günaşırı alacaklılar gelir." -O. V. Kanık, alacaklı çıkmak alacağı vereceğinden çok olmak, alacaklı olmak birinden alacağı bir şey bulunmak.
alacaklılık, -ğı is. Alacaklı olma durumu.
alacak verecek, -ği is. Alışveriş ilişkisi, alacağı vereceği kalmamak (veya olmamak) ilişkisi kesilmek.
alacalama is. Alacalamak işi.
alacalamak (-i) Renk renk, benek benek boyamak.
alacalandırma is. 1. Alacalandırmak işi. 2. ekon. Vadeli satış yapan firmaların her türlü mal ve hizmet satışından doğan haklarının alacaklandırıcı adı verilen finansal kuruluşlara devredilmesi işi.
alacalandırmak (-i) Alaca duruma getirmek: "Çarşı meydanının büyük çınar ağaçları, yere düşen gölgelerini alacalandırarak fısıldıyorlardı." -Ö. Seyfettin.
alacalanma is. Alacalanmak işi.
alacalanmak (nsz) 1. Alaca bir duruma gelmek. 2. mec. Herhangi bir heyecan dolayısıyla benzi kızarıp bozarmak, renkten renge girmek. 3. hlk. Eriyen karlar arasından yer yer toprak görünmek: Tarlalar alacalandı.
alacalı sf Alaca, rengârenk: Alacalı bir kumaş.
→ alacalı bulacalı
alacalı bulacalı sf. Çok karışık ve çiğ renkli, alaca bulaca: "Oğlanlar, alacalı bulacalı, kareli gömlekler giymişlerdi." -H. Taner.
alacalık, -ğı is. 1. Alacalı olma durumu. 2. zool. Renkli ve renksiz kılların bütün vücutta düzenli biçimde dağılmayarak büyük ve küçük parçalar hâlinde birleşmesiyle meydana gelen bir at donu.
alacamenekşe is. bot. Hercai menekşe.
alacasansar is. zool. Benekli sansar türü.
alaçam is. bot. Rengi kızıla yakın bir çam türü (Picea excelsa).
alacık, -ğı is. hlk. 1. Üzeri dal ve hasırla örtülmüş kulübe, çardak. 2. Keçeden yapılan çadır.
alafranga sf. (alafra'nga) ît. alla franca 1. Frenklerin töre, âdet ve hayatına uygun, Frenklerle ilgili, alaturka karşıtı: Alafranga yemek. 2. Avrupa kültürüne özgü olan. 3. Avrupa uygarlığını benimsemiş, Avrupa eğitimiyle yetişmiş (kimse).
→ alafranga müzik, alafranga saat, alafranga tuvalet
alafrangacı is. Alafrangayı benimseyen kimse.
alafrangacılık, -ğı is. Alafrangacı olma durumu.
alafrangalaşma is. Alafranga usulleri benimseme, alafranga olma.
alafrangalaşmak (nsz) Alafranga olmak, alafranga davranmak: "Batı 'da her gördüğümüzü iyidir, doğrudur, güzeldir sanarak alınmalıdır, aktarılmalıdır dedikçe de alafrangalaştık." -N. Cumalı.
alafrangalaştırma is. Alafrangalaştırmak işi.
alafrangalaştırmak (-i) Alafrangalaşmasına sebep olmak.
alafrangalık, -ğı is. Alafranga olma durumu.
alafranga müzik, -ği is. Batı tarzında ve ölçülerinde yapılmış müzik.
alafranga saat, -ti is. Günü 24 saat sayarak günün başlayışını gece yarısı 01 olarak kabul eden saat sistemi.
alafranga tuvalet is. Üzerine oturularak kullanılan kapaklı tuvalet.
alagarson is. (alâgarson) Fr. â la garçonne 1. Kısa kesilmiş saç. 2. Oğlan saçı biçiminde kısa kesilmiş kadın saçı.
alageyik, -ği is. zool. Geyikgillerden, postu benekli, erkeklerinin boynuzlan uca doğru kürek biçiminde genişleyen, Güney Avrupa ve Kuzey Afrika'da yaşayan bir cins geyik, sığın (Dama dama).
ala gün is. hlk. Yazın güneş bulut arkasında kaldığında oluşan gölgeli durum.
alaimisema is. (alâ:i'misema:) Ar. 'ala 'im + semâ meteor. Gökkuşağı.
-alak / -elek Fiilden isim ve sıfat türeten ek: as-alak, çök-elek, yat-alak vb.
alaka is. (alâ:ka) Ar. 'alâka 1. İlgi. 2. Gönül bağı. alaka çekmek (veya toplamak veya uyandırmak) ilgi çekmek: "Bu sahneyi mangalın başında Havva Hanım bize kaç defa tekrar etti, hatırlayamam. Ama her defasında bizde büyük bir alaka uyandırıyordu. " -H. E. Adıvar. alaka duymak ilgi duymak, alakayı (veya alakasını) kesmek ilgiyi, ilgisini kesmek, ilişkisi kalmamak, ayrılmak: Fabrikayla alakamı kestim.
→ alakadar, kelalaka
alakadar sf. (alâ:kadar) Ar. 'alâka + Far. -dâr İlgili, ilgili olan. alakadar etmek ilgilendirmek, alakadar olmak ilgilenmek.
alakadarlık, -ğı is. Alakadar olma durumu.
alakalandırma is. Alakalandırmak işi.
alakalandırmak (-i) İlgilendirmek.
alakalanma is. Alakalanmak işi.
alakalanmak (-le) 1. İlgilenmek. 2. Gönül bağlamak, yakınlık duymak. 3. Bir şey çekici gelmek. 4. Bir şeyden zevk almak.
alakalı sf. İlgili.
alakarga is. zool. 1. Kargagillerden, iri gövdeli, ötücü, tüyleri alacalı bir kuş türü, kestane kargası (Garrulus glandarius). 2. hlk. Saksağan.
alakart is. (alakart) Fr. â la carte 1. Seçmeli yemek, tabildot karşıtı. 2. zf. Yemek listesinden seçerek: Alakart yedik.
alakasız sf. İlgisiz, İlgisi olmayan.
alakasızlık, -ğı is. İlgisizlik.
alakok sf. (alâkok) Fr. â la cocjue Rafadan: "Sabahleyin kendisine bir alakok ziyafeti çekecekti." -H. R. Gürpınar.
alalama is. Alalamak işi, kamuflaj.
alalamak (-i) Beneklerle, çizgilerle veya renklerle bezeyerek bir şeyi bulunduğu çevreye uydurmak, maskelemek, kamufle etmek: Fabrikayı uçaklardan gelebilecek tehlikelere karşı alaladılar.
alamana is. (alama'na) den. Balık avlamakta veya yük taşımakta kullanılan büyük kayık.
→ alamana ağı
alamana ağı is. Kıyılardan uzak sularda avlanmak için iki alamana kayığı tarafından kullanılan, uzunluğu 200-250, genişliği 7-25 kulaç olan büyük ağ.
alamerikan sf Fr. â î'americain Amerikan usulü, Amerikansı.
alamet is. (ala:met) Ar. 'alâmet 1. Belirti, işaret, iz, nişan: "Komşunun kızında da, bir zamandır, sabırsızlık, taşkınlık alametleri çoğalmıştı."-R. H. Karay. 2. Büyüklük, irilik bakımından şaşılacak durumda olan nesne.
→ alametîfarika, kıyamet alameti
alametifarika is. (alâ:me'tîfa:rika) Ar. 'alâmet + farika 1. Bazı ticaret eşyası üzerine konulan, o eşyayı üreten veya satanı tanıtan resim, harf vb. özel işaret, marka. 2. mec. Ayırıcı nitelik, ayırıcı özellik: "Gümülcine onun soyadı değil, sadece askerlikteki alametifarikası." -H. Taner.
alametifarikalı sf Alametifarikası olan: "Pek tipik ve âdeta alametifarikalı bir kadını bulmak zor değildir." -R. H. Karay.
alaminüt sf. (alâminüt) Fr. â la minute Acele, çabuk: Alaminüt fotoğraf.
→ alaminüt yemek
alaminüt yemek, -ği is. Kolayca hazırlanıp tüketilebilen yemek.
alan is. 1. Düz, açık ve geniş yer, meydan, saha. 2. Orman içinde düz ve ağaçsız yer, düzlük, kayran. 3. Yüz Ölçümü. 4. Eski Roma'da açık hava gösterisi yapılan geniş yer. 5. mec. Bir çalışma çevresi: "Sanat kapalı bir alan değildir; sanat eseri herkes için, bütün toplum için yaratılır." -N. Ataç. 6. fiz. İçinde birtakım kuvvet çizgilerinin yayılmış bulunduğu varsayılan uzay parçası: Yer çekimi alanı. Mıknatıs alanı. Elektrik alanı. 7. sin. ve TV Bir alıcı merceğinin net bir görüntü sağlayabildiği derinlik ve genişliğin bütünü. 8. sp. Yarışmaların, karşılaşmaların ve oyunların yapıldığı yer, saha.
→ alan araştırması, alan hızı, alan korkusu, alan talan, alan topu, açık alan, gideren alan, kamusal alan, kırsal alan, kör alan, manyetik alan, üçlü alan, üretici alan, üretici olmayan alan, yarı alan, atış alanı, buz alanı, ceza alanı, havaalanı, ilgi alanı, iş alam, kapsama alanı, oyun alanı, penaltı alanı, piknik alam, rekreasyon alanı, sit alam, uçak alam, yargı alanı, yerleşim alanı
alan araştırması is. Bir olayın veya durumun bilimsel amaçlarla yerinde incelenmesi.
alan hızı is. fiz. Hareket eden bir cismi, duran bir noktaya birleştiren doğru parçasının birim zamanda taradığı alan.
alan korkusu is. tıp Bazı kişilerin alan, park, sokak vb. yerlerde duydukları ürkeklik hastalığı, meydan korkusu, agorafobi.
alan talan sf. Karmakarışık, allak bullak, darmadağmık: "Ortaya bir kucak çamaşırla orta yaşlı, saçları alan talan bir Musevi kadını çıktı." -H. R. Gürpınar, alan talan etmek allak bullak etmek, dağıtmak, altüst etmek, yağma etmek: Çapulcular bütün köyleri alan talan etmişler, alan talan olmak her biri bir yana dağılmak: Odadaki eşya hep alan talan olmuş.
alan topu is. sp. Tenis.
alarga is. (ala'rga) İt. allarga 1. den. Açık deniz, engin. 2. zf. argo Uzaktan, açıktan: "Arkadaşlarımdan mümkün olduğu kadar alarga yürüyor, kendimi pencerelerin, kapıların ışık sahası dışına çıkarmaya uğraşıyordum. " -R. N. Güntekin. 3. ünl. den. "Açıktan geç, yaklaşma" anlamında bir seslenme sözü. alarga durmak argo uzak durmak, karışmak istememek, ilgisiz davranmak, alarga etmek 1) açık denize çıkmak, engine açılmak; 2) argo geri çekilmek, uzaklaşmak, alarga gitmek argo uzak durmak: "Kâmuran'ı erkekten sayarak biraz alarga gidiyorlardı." -R. N. Güntekin. alargada durmak tkz. uzakta durmak, alargadan seyretmek Uzaktan bakmak.
alarm is. (alarm) Fr. alarme 1. Bir uyanyı, bir tehlikeyi bildirmek için verilen işaret. 2. Bu işareti veren düzenek, alarma geçmek beliren tehlikeye karşı direnebilecek, dayanabilecek duruma gelmek.
alarma is. Alarmak işi.
alarmak (nsz) 1. Kızarmak. 2. Ala renkli duruma gelmek.
ala sulu sf. hlk. 1. Yeni olgunlaşmaya başlamış (yemiş). 2. İyi pişmemiş, suluca (yemek).
alaşım is. kim. İki veya daha çok metalden, bazı durumlarda metallerle, C, P, Te vb. elementlerden oluşan metal görünümünde katı veya sıvı karışım, halita.
→ bakır alaşımı
alaşımlama is. Alaşımlamak işi.
alaşımlamak (-i) Çözen metale, alaşım elementlerini eriterek katmak.
alatav sf. hlk Az tavlı, yan yaş yarı kuru olan (toprak).
alatavlı sf. 1. Bitkinin çimlenmesi için yeterli tavı bulmamış (toprak). 2. İyice pişmemiş (yemek).
alaten sf. hlk. Cüzzamlı, abraş.
alaturka sf. (alatu'rka). İt. alla turca 1. Eski Türk gelenek, görenek, töre ve hayatına uygun, alafranga karşıtı: Alaturka yemek. 2. Bu töre ve hayatı benimsemiş (kimse). 3. is. Alaturka saat: "Biz, alaturka 10 sularında mektepten çıkardık." -F. R. Atay. 4. mec. Düzensiz, yöntemsiz: Alaturka çalışma.
→ alaturka müzik, alaturka saat, alaturka tuvalet
alaturkacı is. muz. 1. Alaturka bilen, alaturka eser veren kimse. 2. Türk müziğinden yana olan kimse. 3. Bu tür müziği seslendiren veya çalan kimse.
alaturkacılık, -ğı is. Alaturkacı olma durumu: "Ara sıra kemanla bir iki taksim ettiriyor ve beni alaturkacılığa teşvik ediyorlar." -O. C. Kaygılı.
alaturkalaşma is. Alaturkalaşmak durumu.
alaturkalaşmak (nsz) Alaturka olmak.
alaturkalaştırma is. Alaturkalaştırmak işi.
alaturkalaştırmak (-i) Alaturkalaşmasını sağlamak.
alaturkalık, -ğı is. Alaturka olma durumu.
alaturka müzik, -ği is. Türk müziği.
alaturka saat, -ti is. Güneşin batışında 12'yi gösterecek biçimde ayarlanmış saat, ezani saat.
alaturka tuvalet is. Çömelerek kullanılan tuvalet.
alavere is. (alave're) 1. Bir şeyin elden ele geçmesi. 2. Bir şeyi elden ele vererek aktarma: Karpuzları alavere ile mavnadan sergiye taşıdılar. 3. Kargaşalık. 4. den. Vapurlarda bu biçimde taşıma işi için bordalarda kurulan basamaklı iskele.
→ alavere dalavere, alavere tulumbası
alavereci is. Vurguncu.
alavere dalavere is. Hile. alavere dalavere yapmak (veya çevirmek) hileli, düzenli bir iş yapmak, yalanla dolanla İş görmek.
alavere tulumbası is. Emme basma tulumba.
alay (I) is. 1. Herhangi bir törende veya gösteride yer alan topluluk: Düğün alayı. Fener alayı. 2. Çok kalabalık. 3. ask. Genellikle üç tabur ve bunlara bağlı birliklerden oluşan asker topluluğu: Topçu alayı. 4. hlk. Bütün, hep: Alayımızı sorguya çektiler, alay malay hep birden, birlikte, alaya çıkmak ask. askerî bir okulda başarı gösteremeyerek kıtaya gönderilmek.
→ alay alay, alay beyi, alaybozan, bir alay, miralay, bayram alayı, cenaze alayı, düğün alayı, fener alayı, gelin alayı, gidiş alayı, kılıç alayı, mevlit alayı, muhafız alayı, sürre alayı, süvari alayı
alay (II) is. Rum. Ses tonu, söz, davranış vb. yollarla biriyle, bir şeyle eğlenme, küçümseme, alay etmek bir kimsenin, bir şeyin, bir durumun, gülünç, kusurlu, eksik vb. yönlerini küçümseyerek eğlence konusu yapmak: "Mahmure Abla, Süleyman Ağanın üç kanlı olduğunu nasılsa öğrenmiş, onunla alay eder dururdu." -H. E. Adıvar. alay geçmek argo alay etmek, (bir şey, insana) alay gibi gelmek inanılacak gibi olmamak. alaya almak alay etmek, eğlenmek: "Para kazanamadığın için para kazananları hor görüp alaya alarak kendini avutuyor olmalısın. " -H. Taner, alaya bozmak alay niteliği vermek, (bir işin) alayında olmak işi önem vermeyerek yapmak, işi şaka konusu yapmak.
alay alay sf. 1. Pek çok, çok sayıda: "Her biri bir havadan çalan alay alay insanların etrafımda kaynaşması, beni adamakıllı sersemletti. " -R. N. Güntekin. 2. zf. Kalabalık olarak.
alay beyi is. ask. esk. Albay rütbesinde jandarma alay komutanı.
alaybozan is. esk. Bir çeşit fitilli tüfek.
alaycı sf. 1. Alay etme huyu olan, müstehzi. 2. Alay eden, küçümseyen, küçümseyerek eğlenen: "Sonra laubali ve alaycı bir tavırla cevap verdi." -Y. K. Karaosmanoğlu.
alaycılık, -ğı is. Alay etmeyi huy edinmiş olma durumu.
alayiş is. (a:lâ:yiş) Far. alâyiş Gösteriş, göz kamaştırma: Onun yaptığı hep alayişten ibarettir.
alayişli sf Gösterişli.
alaylı (I) is. 1. ask. Erlikten yetişmiş subay. 2. sf mec. Gerekli okul eğitimini görmeden kendini yetiştirmiş olan (kimse), mektepli karşıtı.
alaylı (II) sf. Alay edici, küçümseyici, müstehzi.
alaylı (III) sf. Gösterişli, görkemli, debdebeli: "Düriye'min güğümleri kalaylı / Fistan giymiş, etekleri alaylı" -Halk türküsü.
alaylılık, -ğı is. Alaylı olma durumu.
alaysı sf Alayı andıran, alaya benzeyen, alay gibi.
Alayuntlu öz. is. tar. Oğuz Türklerinin 24 boyundan biri.
alaz is. hlk. Alev, yalaz.
→ alaz alaz
alaza is. hlk. Dökülen tohumlarla ertesi yıl kendiliğinden çıkan tahıl, soğan vb.
alaz alaz zf Alev alev: Çocuğun yüzü alaz alaz yanıyor.
alazlama is. 1. Alazlamak işi. 2. Vücutta kızıllık veya kızıl lekeler belirmesi durumu.
alazlamak (-i) hlk. 1. Bir şeyin yüzünü alevden geçirmek, aleve tutmak. 2. Sızlatmak, yakmak, acı vermek: "İspirto tatlı bir hararetle midesini alazladı." -R. H. Karay.
alazlanma is. Alazlanmak işi.
alazlanmak (nsz) hlk. 1. Alazlama işine konu olmak. 2. İnsan derisi için, üstünde kızıllık veya kızıl lekeler belirmek.
albasma is. hlk. Albastı.
albastı is. tıp Doğum sırasında temizliğe dikkat edilmemesi yüzünden lohusanın tutulduğu ateşli hastalık, lohusa humması, albasma: "Ferit kederinden bir lohusanın albastı olamayacağım söyleyemedi."-P'. Safa.
albatr is. Fr. atbâtre min. Kaymak taşı.
albatros is. Fr. albatros zool. Fırtına kuşugillerden, 1 m uzunluğunda, Atlantik Okyanusu'nda yaşayan iri bir kuş türü (Diomedea exulans).
albay is. ask. Rütbesi yarbay ile tuğgeneral arasında bulunan ve asıl görevi alay komutanlığı olan üstsubay, miralay.
albaylık, -ğı is. 1. Albay rütbesi, miralaylık: Albaylığa yükselmek. 2. Albayın görevi.
al bayrak, -ğı is. Türk bayrağı.
albeni is. Çekicilik, albeni vermek çekiciliğini artırmak, ilgi toplamak, hoş ve güzel göstermek: "Son yirmi yılın matematikçileri bilimlerine albeni verebilmek için yeni bir matematik buldular." -H. Taner, albenisi olmak çekiciliği bulunmak.
albenili sf. Albenisi olan.
albenisiz sf. Albenisi olmayan.
albinos sf (l ince okunur) Fr. albinos Akşın.
albüm is. (I ince okunur) Fr. albüm 1. Fotoğraf, pul vb.ni dizip saklamaya yarayan bir tür defter. 2. Herhangi bir konu ile ilgili kısa açıklamalar verilerek resimler basılmış olan kitap: Kelebek albümü. Bitki albümü. Ankara albümü. 3. müz. Uzunçalar.
albümin is. (I ince okunur) Fr. albumine biy. Bitkilerin, hayvanların doku ve sıvılarında bulunan, birleşimi karbon, oksijen, azot, hidrojen ve kükürt olan, suda eriyen, beyaza yakın renkte, yapışkan madde.
→ albümin işeme
albümin işeme is. tıp Birçok hastalıklarda, özellikle böbrek hastalıklarında idrarda albümin bulunması durumu, aktutma.
albüminli sf. İçinde albümin bulunan.
alçacık, -ğı sf. (alçacık) Çok alçak; Alçacık duvar, alçacık dağları ben yarattım demek çok kurumlu olmak, kendini çok beğenmek.
alçak, -ğı sf 1. Yerden uzaklığı az olan, yüksek karşıtı: Alçak tavanlı bir oda. 2. Aşağı olan, yüksek olmayan (yer): "Alçak yerde yatma sel alır, yülcsek yerde yatma yel alır." -Atasözü. 3. Kısa (boy): Alçak boylu bir adam. 4. mec. Bile bile en kötü, en ahlaksızca davranışlarda bulunan, aşağılık, soysuz, namert, rezil, hain: Vatan hizmetinden kaçanlar alçaktır.
→ alçak basınç, alçak gerilim, alçak gönüllü, alçak kabartma, alçak kavuşum, alçak ses, alçak yaylak
alçak basınç, -cı is. meteor. Barometrede 760 mm altında bulunan, kötü havaya işaret olan hava durumu.
alçakça sf 1. Oldukça alçak. 2. zf Alçak, aşağılık kimselere yaraşırcasma, sefıhane.
alçak gerilim is. 1. fız. Düşük voltajlı elektrik hattı. 2. tek. Değeri ve gücü az olan elektrik potansiyeli.
alçak gönüllü sf. Kendi değerini olduğundan aşağı gösteren, başkalarını küçük görmeyen, büyüklenmeyen (kimse), mütevazı: "Güzel çehreli müsteşar bey, nazır beyin kapıcısından daha alçak gönüllü idi." -Ö. Seyfettin.
alçak gönüllülük, -ğü is. Alçak gönüllü olma durumu, mahviyet.
alçak kabartma is. Heykel sanatında, yüzeyindeki çıkıntısı az olan kabartma.
alçak kavuşum is. astr. Kavuşumda gezegenin güneşle yer arasında bulunması.
alçaklaşma is. Bayağılaşmak durumu.
alçaklaşmak (nsz) Bayağılaşmak.
alçaklaştırma is. Alçaklaştırmak durumu.
alçaklaştırmak (-i) Alçaklaşmasına sebep olmak.
alçaklık, -ğı is. 1. Alçak olma durumu. 2. Alçakça davranış, şenaat.
alçak ses is. 1. Hafif ses. 2. müz. Kalın ses.
alçak yaylak, -ğı is. coğ. Devamlı oturma bölgesinde, normal tahıl ziraatı yapılan alanların bitişiğinde genellikle deniz seviyesinden 900-1200 m yükseklikteki yaylak.
alçalış is. Aşağılaşma, bayağılaşma, mezellet.
alçalma is. 1. Alçalmak işi, inme. 2. Düşkünlük, zül. 3. coğ. Toprağın çöküp oturması. 4. coğ. Gelgitte denizin alçalması, cezir.
alçalmak (nsz) 1. Alçak duruma gelmek, yüksekten aşağı doğru inmek. 2. mec. İnsanın değeri azalmak.
alçaltı is. 1. Yüksekliği az olan alan. 2. mec. Küçük düşürme, hor görme, zillet.
alçaltıcı is. Küçük düşürücü.
alçaltış is. Alçaltma işi veya biçimi.
alçaltma is. Alçaltmak işi.
alçaltmak (-i) 1. Alçak duruma getirmek: "Yastığımızı alçaltsak da, yükseltsek de boynumuz ağrır." -Y. K. Karaosmanoğlu. 2. mec. Değerini azaltmak: Sözleriyle kendim alçaktı.
alçarak, -ğı sf. Az alçak: "Alçarak sandalyede, bacak bacak üstüne atar, kolaylıkla, çabucak yazardı." -M. Ş. Esendal.
alçı is. Alçı taşının pişirilip toz durumuna getirilmesinden elde edilerek yapılarda, sanatta, mimarlıkta ve dişçilikte kullanılan madde, alçıya almak (veya koymak) kınlan bir kemiği gereği gibi kaynaması için alçıya batırılmış sargı ile sarmak.
→ alçı kalıp, alçı levha, alçıpan, alçı taşı
alçıcı is. 1. Alçı taşını çıkaran kimse. 2. Tavan ve duvarların alçı ile kaplanmasında çalışan işçi.
alçı kalıp, -bı is. Bir şeyin üzerine alçı dökülerek alınan kalıp.
alçılama is. Alçılamak işi.
alçılamak (-i) 1. Alçı ile sıvamak: Duvarın deliklerini alçıladım. 2. Alçı karıştırmak.
alçılanma is. Alçılanmak işi.
alçılanmak (nsz) Alçılama işine konu olmak.
alçılatma is. Alçılatmak işi.
alçılatmak (-i) Alçı ile kapattırmak, sıvatmak.
alçı levha is. mim. 1. Duvarda ve tavanda düzgünlük sağlamak amacıyla iç mekânlarda kullanılan, alçı ve diğer katkı maddeleriyle sıkıştırılmış levha, alçıpan. 2. Tavan süslemelerinde kullanılan ve çeşitli desenleri olan alçıdan yapılmış kalıp.
alçılı sf. 1. İçinde alçı bulunan: Alçılı sular. 2. Alçı ile sarılmış olan: Alçılı bacak. Alçılı kol.
alçıpan is. mim. Alçı levha.
alçı taşı is. min. Toprak içinde katman olarak bulunan ve pişirilip toz durumuna getirilerek alçı yapmaya yarayan hidratlı kalsiyum sülfat, jips.
aldanç, -cı sf. Çabuk ve kolay aldatılan (kimse).
aldangıç, -cı is. hlk. Üzeri ot veya kumla örtülmüş çukur, tuzak.
aldanış is. Aldanma işi veya biçimi, kanma.
aldanma is. Aldanmak işi.
aldanmak (nsz, -e) 1. Görünüşe bakarak yanlış bir yargıya varmak, yanılmak: "Hâline, tavrına bakan sana aldanır." -Ö. Seyfettin. 2. Bir hileye, bir yalana kanmak. 3. Düş kırıklığına uğramak: "Sen benim dediklerime kulak ver, aldanmazsın!" -M. Ş. Esendal. 4. Avunmak, oyalanmak. 5. Havanın birden ısınmasıyla zamansız açan çiçek, soğuk sebebiyle donmak.
aldatıcı sf. Aldatma niteliği olan, yanıltıcı, kandırıcı: "insanlar da bu aldatıcı bahara şımarıp açılır, saçılır..." -H. Taner.
aldatıcılık, -ğı is. Aldatıcı olma durumu.
aldatılma is. Aldatılmak işi.
aldatılmak (nsz) Aldatma işine konu olmak: "Aldatılmak bir kadın için ne müthiş şey, takdir edersiniz." -V. Safa.
aldatış is. Aldatma işi veya biçimi: "Falsolu vuruş kalleşçe bir aldatıştır." -H. Taner.
aldatma is. Aldatmak işi.
aldatmaca is. Aldatmaya dayanan davranış, aldatıcı oyun: "Bu gerçekle karşılamış olmak, ona sizin aldatmacalarınızdan çok daha büyük bir etki yapacaktır." -H. Taner.
aldatmak (-i) 1. Beklenmedik bir davranışla yanıltmak: "Genç kızı aldatmak için dil dökmeye başlamıştır."-P. Safa. 2. Karşısındakinin dikkatsizliğinden, ilgisizliğinden yararlanarak onun üzerinden kazanç sağlamak: "Uç defadır bu yezit beni aldatıyor." -B. Felek. 3. Birine verilen sözü tutmamak, yalan söylemek: Arkadaş bizi aldattı, toplantıya gelmedi. 4. Bir şeyin görünürdeki durumu, o şeyin niteliği bakımından yanlış bir kanı vermek: "Dekor, tarihî esvap gözleri aldatıyor." -Y. K. Beyatlı. 5. Ayartmak, kötü yola sürüklemek, baştan çıkarmak, iğfal etmek. 6. Kan ve kocadan biri eşine sadakatsizlik etmek, ihanet etmek. 7. Oyalamak, avutmak.
→ çobanaldatan
aldehit, -di is. Fr. aldehyde kim. Alkolleri oksitlendirme veya asitleri indirgeme yolu ile elde edilen uçucu bir sıvı.
aldırış is. Aldırma işi veya biçimi, aldırış etmemek önem vermemek, aldırmamak, ilgi göstermemek, ilgilenmemek, ilgisiz kalmak, umursamamak: "Kendi alanına dokunmayan bir şeye aldırış etmez." -H. E. Adıvar.
aldırışsız sf. Aldırmaz, umursamayan.
aldırışsızlık, -ğı is. Aldırışsız olma durumu.
aldırma is. Aldırmak işi.
aldırmak (-i, -e) 1. Alma işini yaptırmak: "Söyledim, söyledim, bir urgan aldıramadım." -N. Cumalı. 2. Getirtmek: "Ne yaptı yaptı, nişanlısını oraya aldırdı." -C. Uçuk. 3. Vücuttan herhangi bir parçayı veya organı sağlık sebebiyle çıkarttırmak: Bademcik aldırmak. Çocuk aldırmak. 4. (-e) Önem vermek, değer vermek: "Felsefenin teorik olan kısmına pek aldırmaz." -N. Araz. 5. Elindekini başkasına kaptırmak: "Elimden aldırdım gül yüzlü yâri / Ben bir daha buldum ellere nispet." -Emrah. 6. Sığdırmak: Bunca eşyayı bu küçücük eve nasıl aldırdınız.
aldırmaz sf. Bir şeye önem vermeyen, umursamayan, kayıtsız, lakayıt: "Bendeki değişikliğe aldırmaz görünmek için türkü söylüyor. " -R. H. Karay.
aldırmazlık, -ğı is. Aldırmaz olma durumu, tasasızlık, kayıtsızlık, lakaydi.
aldırtma is. Aldırtmak işi.
aldırtmak (-i, -e) Aldırma işini başkasına yaptırmak.
alegori is. Fr. allegorie ed. Bir görüntü, bir yaşantı veya bir davranışın daha iyi kavranmasını sağlamak için göz önünde canlandırıp dile getirme.
alegorik, -ği sf. Fr. allegoriaue ed. Alegori ile ilgili: "O gün Atatürk'te adaleti temsil eden alegorik heykellerin sert ve gamlı durgunluğundan bir şey vardı." -Y. K. Karaosmanoğlu.
aleksi is. Fr. alexie tıp Okuma yitimi.
alelacayip, -bi sf. (ale'lâca.yip) Ar. 'ale'l-'acâ 'ib Acayip üstü, çok acayip, bambaşka: "O zaman köprü böyle değildi, alelacayip bir iskeleydi." -A. Rasim.
alelacele zf. (ale'lâcele) Ar. 'ale'l-'acele Çabucak.
alelade sf. (ale'lâ:de) Ar. 'ale'l-'âde 1. Her zaman görülen, olağan: "Bu namaz, alelade bir ibadet değildi." -R. E. Ünaydın. 2. Bayağı, sıradan: "Aslında yılbaşı da, her gün gibi alelade bir gündür." -H. Taner.
aleladelik, -ği is. Alelade olma durumu.
alelhesap zf. (ale'lhesap) Ar. 'ala. + hisâb esk. Hesaba sayarak.
alelhusus zf. (ale'lhusus) Ar. 'ala + huşüş esk. Hele, Özellikle, en çok: "Alelhusus öyle ufak tefek âdetleri, sayılı, hesaplı şeyleri hiç sevmez." -E. E. Talu.
alelıtlak zf. (ale'lıtla:k) Ar. 'ala + itlâk esk. Genel olarak.
alelumum zf. (ale'lumum) Ar. 'ala + 'umûm esk. Genel olarak, genellikle.
alelusul zf. (ale'lusu.d) Ar. 'ala + uşül esk. 1. Yol yordam gereğince, kurala uygun bir biçimde: "Şimdi bunları bırak da bir defa alelusul kardeşine söyle." -H. F. Ozansoy. 2. Âdet yerini bulsun diye.
alem is. Ar. 'alem 1. Bayrak. 2. Minare, kubbe, sancak direği vb. yüksek şeylerin tepesinde bulunan, madenden yapılmış ay yıldız veya lale biçiminde süs, ayça. alem olmak sembol olmak: "Kara elmas sözü de taş kömürüne alem olmuştur." -B. Felek.
âlem is. (a:lem) Ar. 'âlem 1. Yeryüzü ve gökyüzündeki nesnelerin oluşturduğu bütün, evren. 2. Dünya, cihan: "İnsan âlemde, hayal ettiği müddetçe yaşar." -Y. K. Beyatlı. 3. Aynı konu ile ilgili kimseler. 4. Bu kimselerin uğraşlarının bütünü: "Geçen kışın tiyatro, cambazhane âlemlerim uzun uzun tasvir ediyordu." -O. C. Kaygılı. 5. Hayvan veya bitkilerin bütünü: Hayvanlar âlemi. 6. Durum ve şartlar: Evlilik âlemi. 7. zm. Herkes, başkaları: "Âlemin güpgüzel kızını hiç bırakırlar mı sana?" -H. Taner. 8. Ortam, çevre: "Fakat onun Türk ve Müslüman dostları hep alafranga ve zengin bir âlemde yaşarlardı." -H. E. Adıvar. 9. Kendine özgü birçok niteliği bulunan şey. 10. Farklı davranış içinde bulunan kimse: "Hiç şüphe yok ki, bu kız yepyeni bir âlem..." -H. E. Adıvar. 11. Duygu, düşünce, düş gücü: "Yine hülyalar âleminde bir sefere çıkıyorduk." -A. Ş. Hisar. 12. mec. Eğlence: "O gün evde iki gün önceki araba âlemlerini düşünüyordu." -O. C. Kaygılı, âlem yapmak sazlı sözlü eğlenmek, âleme dalmak 1) çevre ile ilgisini kesip iç dünyasına kapanmak: "Hayalperest kendi âlemine dalmışken uyanmasına imkân yoktur." -S. F. Abasıyanık. 2) eğlenceye, zevküsefaya kapılmak, âleme verir talkını (veya telkini), kendi yutar salkımı ele verir talkını (veya telkini), kendi yutar salkımı. (... etmenin) âlemi var mı? yakışık alır mı, uygun olur mu? âlemin ağzı torba değil ki büzesin elin ağzı torba değil ki büzesin.
→ bir âlem, cümle âlem, devriâlem, dış âlem, dünya âlem, el âlem, harcıâlem, ibretiâlem, içki âlemi, kibarlar âlemi, masal âlemi, oturak âlemi, rakı âlemi
alemci is. Camilerin kubbelerine, minarelerine alem yapan veya takan kimse.
alemci is. (ademci) Eğlenceyi seven, her fırsatta eğlenen kimse.
âlemcilik, -ği is. Alemci olma durumu.
âlemcilik, -ği is. (ademcilik) Alemci olma durumu.
alemdar is. Ar. 'alem + Far. -dar 1. Bayrağı veya sancağı taşıyan. 2. mec. Önder.
âlemşümul, -lü sf. (âdemşümud) Ar. 'âlem + şumül esk. Dünya ölçüsünde, evrensel, üniversal.
alenen zf. (a'lenen) Ar. 'alenen Açıktan açığa, herkesin gözü önünde, herkesin içinde, gizlemeden, açıkça: "Ramazan günü alenen meyveli gazoz içmeye arlanmıyor musun? " -H. Taner.
alengir is. 1. Hile, düzen, tuzak. 2. Gösteriş, fiyaka.
alengirli sf. argo Gösterişli, yakışıklı: "Sonra da sofraya alengirli bir semizotu yemeği getirir."-S. Birsel.
aleni sf (aleni:) Ar. 'aleni Açık, ortada, meydanda, herkesin içinde yapılan: "Siz bugüne kadar zevcenizin vicdansızca ve aleni hıyanetine, edepsizliğine tahammül ettiniz." -H. R. Gürpınar.
→ aleni tadat
alenileşme is. Alenileşmek işi veya durumu.
alenileşmek (nsz) Herkesçe bilinir duruma gelmek.
aleni tadat, -di is. Açık sayım.
aleniyet is. Ar. 'aleniyyet esk. Açıklık.
alerjen is. Fr. allergene Alerjiye sebep olan herhangi bir madde.
alerji is. Fr. allergie 1. Birtakım yiyecek, ilaç, toz, koku vb.ne hastalık derecesinde gösterilen aşırı tepki: Bazı bünyelerin kafeine karşı alerjisi vardır. 2. mec. Bir kimseye veya bir şeye karşı olumsuz yönde duyulan aşırı duyarlılık: "Büyük kalabalığın matematiğe karşı bir alerjisi vardı." -H. Taner.
alerjik, -ği sf. Fr. allergigue 1. Alerji ile ilgili olan. 2. mec. Herhangi bir maddeye veya kimseye karşı olumsuz duyguları olan, alerjisi bulunan.
alerjili sf. Alerjisi olan.
alerjisiz sf Alerjisi olmayan.
alessabah zf (ale'ssabah) Ar. 'ala + sabah esk. Sabah erkenden.
alesta sf. ît. allesta Harekete hazır, tetikte: "Meğerse sokak kapısının önünde her şey hazır, her şey alesta imiş." -H. R. Gürpınar. alesta beklemek hazır durumda beklemek: "Artık koridorda ufak bir gürültü olsa, Leman Hoca'nın ikazı ile, evvelden işaretlediğimiz La pipe Turaue sayfasını açıp alesta bekliyorduk." -H. Taner, alesta durmak alesta beklemek, alesta tutmak hemen kullanılabilecek durumda bulundurmak.
alet is. (adet) Ar. âlet 1. Bir el işini veya mekanik bir işi gerçekleştirmek için özel olarak yapılmış nesne: "Alet işler, el övünür." -Atasözü. 2. Bir sanatı yapmaya, uygulamaya yarayan özel araç, aygıt: "Hafif sesli bütün aletleri susturup davulu sabaha kadar vurdurmak istiyorum." -F. R. Atay. 3. tek. Bir makineyi oluşturan ve işlemesine yardım eden parçalardan her biri. 4. mec. Hoş görülmeyen bir işe yardımcı veya aracı olmayı kabul eden kimse, maşa: Birtakım teşebbüslerini gerçekleştirmesi yolunda onu bir alet gibi kullanıyor." -Y. K. Karaosmanoğlu. alet etmek bir işte birini uygun olmayan bir biçimde kullanmak: Sen kalktın, onu şakaya, latifeye, alaya alet etmek istedin." -Ö. Seyfettin, alet olmak bilerek bir çıkar karşılığı veya bilmeyerek kötü bir işte aracılık etmek, vasıta olmak: "Mustafa Kemal'de tek olmayan şey, 'alet olmak'zaafı idi." -F. R. Atay.
→ alet edavat, çalgı aleti, kondisyon aleti, ses aleti, suç aleti, tesviye aleti
alet edevat ç. is. (afet edavat) Bir el işini veya mekanik bir işi gerçekleştirmek için kullanılan araçlar.
aletli sf. Aleti olan veya aletle yapılan.
→ aletli jimnastik
aletli jimnastik, -ği is. sp. Birtakım aletler kullanılarak yapılan jimnastik.
alev is. 1. Yanan maddelerin veya gazların türlü biçimlerdeki ışıklı uzantısı, yalım, yalaz, alaz, şule. 2. Sıcaklık: "İşte şimdi damarlarımda bu iksirin alevleri dolaşıyor." -H. R. Gürpınar. 3. Kıvılcım. 4. Aşk ateşi. 5. Mızrak uçlarına takılan küçük bayrak, flama, alev almak 1) tutuşmak, yanmaya başlamak: "Sobada çıralar hemen alev almış, odunları da tutuşturmuştu." -T. Buğra. 2) mec. coşmak, heyecanlanmak, heyecana gelmek, telaşlanmak; 3) mec. öfkelenmek, kızmak, alev bacayı (veya saçağı) sarmak ateş bacayı sarmak, alev gibi parlamak canlı, ışıl ışıl olmak: "Gözleri siyah bir alev gibi parlıyordu."-Ö. Seyfettin.
→ alev alev, alev kırmızısı, alev lambası, alev makinesi, çıplak alev, saman alevi, tandır alevi
alev alev zf. 1. Aşırı biçimde tutuşmuş olarak. 2. Vücut ısısı herhangi bir sebeple artmış bir biçimde ve bu sebeple tende kızarıklık oluşarak: "Yüzü alev alev yandığı hâlde çeneleri atarcasma üşüyordu." -S. F. Abasıyanık.
Alevi Öz. is. (alevi:) Ar. 'alevi Aleviliğe bağlı kimse.
Alevilik, -ği öz. is. (alevi:lik) Hz.-Ali yanlısı , olma durumu.
alev kırmızısı is. 1. Alev rengi. 2. sf Bu renkte olan.
alev lambası is. Gaz veya benzinle çalışan, ucundan bir alev püskürterek yanan ve kurşun boru işlerinde kullanılan bir araç.
alevlendirme is. Alevlendirmek işi.
alevlendirmek (-i) 1. Alevlenmesini sağlamak, tutuşturmak: Ateşi alevlendirmek. 2. mec. Etkisini, şiddetini artırmak, çoğaltmak: "Davayı alevlendirerek zavallı beyimi üzmek istemem." -H. R. Gürpınar.
alevlenme is. Alevlenmek işi: "Her şeyden alevlenme onda, mütemadiyen küfretme onda..."-S. M. Alus.
alevlenmek (nsz) 1. Alev çıkarmaya başlamak. 2. mec. Zorlu, öfkeli veya heyecanlı bir durum almak: "Bu ağza alınmaz söz üzerine karşıdakiler birden alevlendiler." -O. C. Kaygılı. 3. mec. Parlamak.
alevli sf. 1. Alevi olan, alevlenmiş. 2. mec. Şiddetli, hararetli.
alev makinesi is. ask. Düşman üzerine alevli sıvılar püskürten taşınabilir alet.
alevsiz sf. Alevi olmayan.
aleyh is..Ar. 'aleyh Bir şeyin veya bir kimsenin karşısında olma, leh karşıtı: "Aleyhinde bir tertip kuranların gadrine uğradım." -R. H. Karay, aleyhe dönmek karşı durum almak, karşı duruma geçmek, aleyhinde (veya aleyhine) söylemek (veya bulunmak) çekiştirmek, yermek: "Avrupalılar ordumuz aleyhine ne akıllarına gelirse söylerler." -H. Taner, (birisinin) aleyhinde olmak birine karşı olumsuz duygu ve davranış içinde bulunmak, (bir kimsenin) aleyhine dönmek destek vermekten vazgeçip karşı duruma geçmek: "Şimdi iş tamamıyla aleyhimize döndü." -A. Rasim. (birinin) aleyhine olmak bir iş, birinin zararına olmak, onun için iyi olmamak, aleyhte olmak karşı durum almak.
→ binaenaleyh, müddeialeyh
aleyhtar sf. (aleyhta:r) Ar. 'aleyh + Far. -dar Karşı olan, karşıtçı.
aleyhtarlık, -ğı is. Bir işe, harekete veya düşünceye karşı olma, karşıtçılık.
aleykümselam ünl. (ale'ykümselâım) Ar. 'aleykum + selâm Arapça selamünaleyküm biçimindeki selamlama sözüne verilen "esenlik, selamet sizin de üzerinize olsun" anlamındaki karşılık.
alfa (I) is. (I ince okunur) Yun. Yunan alfabesinin birinci harfi.
→ alfa ışınları
alfa (II) is. (a'lfa) bot. Kuzey Afrika'da ve İspanya'da yetişen ve kâğıt, İp, halı yapımında kullanılan bir bitki.
alfabe is. (î ince okunur) Fr. alphabet 1. dbl. Bir dilin seslerini gösteren, belirli bir sıraya göre dizilmiş belli sayıda harfin bütünü, yazı (I), abece. 2. Bir dilin harflerini tanıtarak okuma öğrenmeyi sağlayan kitap. 3. mec. Bir işin başlangıcı: "Tiyatro alfabesinin ilk harfinin disiplin olduğunu ilk öğreten odur." -H. Taner.
→ alfabe dışı, alfabe sırası, sesçil alfabe, Kiril alfabesi, Mors alfabesi
alfabe dışı is. dbl. Bir milletin alfabesinde bulunmayan harf.
alfabe sırası is. 1. Harflerin alfabedeki belirli düzene göre dizilişi. 2. Eşitlik ilkesini sağlamak için uyulan düzen.
alfabetik, -ği sf Fr. alphabetique Alfabe sırasına göre dizilmiş.
→ alfabetik katalog, alfabetik sıralama
alfabetik katalog, -ğu is. Eserleri yazarların soy adlarına veya adlarına göre sıraya sokan katalog.
alfabetik sıralama is. Alfabe sırası.
alfa ışınları is. fızy. Radyoaktif maddelerin yaydıkları üç ışından biri.
alfaterapi is. Fr. alphatherapie Alfa ışınlarının tedavide kullanılması.
alfenit, -di is. (I ince okunur) İng. alphenide kim. İçinde bakır, çinko, nikel bulunan ve çatal bıçak takımı yapımında kullanılan gümüşlü bir alaşım.
alg is. (I ince okunur) Lat. bot. Su yosunu.
algarina is. (algari'na) it. argagno den. 1. Ağır bir şeyi denizden çıkarma veya denize İndirme işinde kullanılan büyük vinçli deniz teknesi. 2. Bazı gemilerin baş veya kıç tarafından eğik olarak uzatılmış bulunan makaralı, kısa ve kaim dikme.
algı (I) is. hlk. 1. Kazanç, alacak. 2. Rüşvet. 3. ekon. Vergi.
→ tam algı
algı (II) is. hlk. Haşhaş sütünü toplamakta kullanılan kaşık.
→ algı bıçağı
algı (III) is. psikol. Bir şeye dikkati yönelterek o şeyin bilincine varma, idrak.
algı bıçağı is. Haşhaş kozasını çizmeye yarayan alet: "Aynı kadınlar ellerinde algı bıçaklarıyla haşhaşların arasına girdiler." -R. Enis.
algılama is. Algılamak işi, idrak etme: "Bugünkü çocukların algılama alanları dünkü kuşaklardan çok daha geniştir." -H. Taner.
algılamak (-i) Bir olayı veya bir nesnenin varlığını duyu organlarıyla algılamak, İdrak etmek: "Onların görecek, okuyacak, algılayacak hâlleri mi var?" -H. Taner.
algılanma is. Algılanmak işi veya durumu.
algılanmak (nsz) psikol. Algılama işine konu olmak, idrak edilmek.
algılatma is. Algılatmak işi veya durumu.
algılatmak (-i) psikol. Algılama işini birine yaptırmak, idrak ettirmek.
algılayıcı is. fel. Algı yetkisi olan kimse.
algılayıcılık, -ğı is. Algılayıcı olma durumu.
algın sf. hlk. 1. Cılız, zayıf, hastalıklı. 2. Birine gönül vermiş, tutkun, vurgun.
algler ç. is. bot. Su yosunları.
algoritma is. (algori'tma) Fr. algorithme mat. Orta Çağda ondalık sayı sistemine göre yapılan ve son zamanlarda belirli herhangi bir kurala bağlı bulunan her türlü hesap işlemi, Harezmi yolu.
-alı / -eli "...-den beri" anlamında zarf-fiil eki: al-alı, gid-eli, görme-y-eli vb.
alıcı is. 1. Satın almak isteyen kimse, müşteri. 2. Kendisine bir şey gönderilen kimse. 3. fiz. Bir elektrik akımım alıp başka bir kuvvete çeviren aygıt: Radyo alıcısı. 4. fiz. Almaç. 5. sin. ve TV Görüntüleri alan cihaz, kamera. 6. hlk. Azrail, alıcı bulmak müşteri bulmak, alıcı çıkmak 1) müşteri bulunmak; 2) istemek, talip olmak: "İzmir'den gelmiş birtakım hanımlar onu kız sanıp alıcı çıktılar. " -M. Ş. Esendal. alıcı gözüyle bakmak inceden inceye gözden geçirmek: "Şimdiye kadar pek alıcı gözüyle bakmamıştı." -S. F. Abasıyanık. alıcı kılığına girmek müşteri gibi davranmak.
→ alıcı kuş, alıcı ödemeli, alıcı verici, alıcı yönetmem, can alıcı, gelin alıcı, göz alıcı, ışınım alıcısı, televizyon alıcısı
alıcı kuş is. hlk. Atmaca: "Alıcı kuşun ömrü az olur." -Atasözü.
alıcılık, -ğı is. Alıcı olma durumu.
→ can alıcılık
alıcı ödemeli is. Kargo taşımacılığında taşıma ücretinin alıcı tarafından ödenmesi durumu.
alıcı verici is. Bağışladığını geri alan kimse.
alıcı yönetmeni is. sin. ve TV 1. Alıcıyı doğrudan doğruya çalıştıran ve yöneten, alıcı hareketlerini gerçekleştiren, görüntülerin filme alınmasını sağlayan kimse, kameraman, çekimci. 2. Televizyon alıcısını doğrudan çalıştıran kimse, kameraman.
alıç, -cı is. Far. alüça bot. 1. Akdiken: "Sık pırnallıklar, erguvan, defne, alıç kümeleri yer yer yolu boğuyor." -N. Cnmalı. 2. Bu ağacın mayhoş yemişi.
alık, -ğı (I) sf. Akılsız, sersem, budala, ebleh: "Alık değilim ya elbet anlarım..." -M. Ş. Esendal.
→ alık salık
alık, -ğı (II) is. hlk. 1. Hayvan çulu. 2. Eskimiş giyecek.
alıklaşma is. Alıklaşmak işi.
alıklaşmak (nsz) Alık duruma gelmek, bir şey karşısında aptallaşıp şaşırmak, şaşkınlaşmak, aptallaşmak: "Birdenbire alıklaşan yüzünü bîr zafer gururuyla seyrediyordu." -H. E. Adıvar.
alıklaştırma is. Alıklaştırmak işi.
alıklaştırmak (-i) Alık duruma getirmek.
alıklık, -ğı is. Alık olma durumu veya alıkça bir iş, belahat.
alıkonulma is. Alıkonulmak işi.
alıkonulmak (nsz) Alıkoyma işine konu olmak, menedilmek, tatil edilmek: "Dernekler ... sakınca bulunan hâllerde ... yetkili kılınan mercinin emriyle faaliyetten alıkonulabilir." -Anayasa.
alıkoyma is. Alıkoymak işi.
alıkoymak (-i) 1. Bir süre için bir yerde tutmak: Arkadaşım beni yemeğe alıkoydu. 2. (-den) Birini, yapmakta olduğu veya yapmak istediği işten geri tutmak: "Selim Bey, babamı yemeğinden alıkoyarak mütemadiyen Girit'ten bahsediyordu." -R. N. Güntekin. 3. (-i) Ayırıp saklamak: Bu kitabı sizin için alıkoydum. 4. (-den) Yoksun bırakmak: "İlk iki karım beni dalmış olduğum macera âleminden bir adım alıkoymamıştılar." -H. R. Gürpınar. 5. (-i, -den) Mâni olmak, engel olmak: "iki güne yakın bir zaman yalnız su vererek oradan oraya koşturulmuş hayvanı, hangi kuvvet ağzına yanaşmış yiyeceği kapmaktan alıkoyar?" -R. N. Güntekin.
alık salık, -ğı sf 1. Aptal: "Hısım akrabası budala, alık salık kimselermiş." -H. R. Gürpınar. 2. zf. Aptalca: "Alık salık kâğıt oynamaktan kürek çekmeyi de unuttun." -P. Safa.
alım is. 1. Alma işi. 2. Kurum, çalım, gurur. 3. mec. Çekicilik: "O ne eda, o ne alım, o ne çalım." -H. R. Gürpınar.
→ alım çalım, alım satım, dış alım, ön alım, para alım satımı, spot alım, zor alım, destekleme alımı
-alım / -elim İstek kipinin çokluk birinci kişi eki: al-alım, başla-y-alım, bekle-y-elim, gidelim vb.
alımcı is. hlk. Tahsildar.
→ dış alımcı
alım çalım is. Gösteriş, çekici hareket.
alımlı sf 1. Alımı olan, çekici, cazibeli, albenili, cazip: "Hepsi, bu gelinler gibi nazlı, süslü ve alımlı hanımlar." -A. Ş. Hisar. 2. Kurumlu, çalımlı, gururlu.
→ alımlı çalımlı
alımlı çalımlı sf. Gösterişli, güzel: "O gün Hasan 'ı alımlı çalımlı bir aktrisle rol yaparken gören Zehra çok kızdı." -O. C. Kaygılı.
alımlılık, -ğı is. Çekicilik.
alım satım is. tic. Satın alma ve satma işi, alışveriş: "Bir dükkân alım satımında beş lira hakkımızı yediler." -H. R. Gürpınar.
→ alım satım bürosu, alım satım ofisi, para alım satımı
alım satım bürosu is. Alışveriş işlerinin yapıldığı veya düzenlendiği şube, yer: "Alım satım bürosu müdürü resmî kanaldan bir şey yapılamayacağını anlamıştı." -R. H. Karay.
alım satım ofisi is. Alım satım bürosu.
alın, -İni is. 1. Yüzün, kaşlarla saçlar arasındaki bölümü. 2. Bazı şeylerin önü, ön yüzü. 3. Karşı: Güneşin alnında durma. 4. mdn. Bir ocakta her türlü ayak, galeri, baca, kuyu ve yolun ilerletilmekte olan yüzeyi, alın damarı çatlamış ar damarı çatlamak, alnı açık yüzü ak çekinecek hiçbir durumu veya ayıbı olmayan, alnına kara sürmek bir kimsenin haksız yere kötü tanınmasına yol açmak, alnında yazılmış olmak bir olayın, kişinin başına gelmesini Allah'ın buyurmuş olduğuna inanmak, alnından öpmek beğenmek, takdir etmek, (birinin) alnını karışlamak küçümseyerek meydan okumak. alnının akı ile ayıplanacak bir duruma düşmeden, tertemiz, şerefiyle, başarı göstermiş olarak: "Bütün savaşlardan alnının akıyla çıkmış bir denizci. Hiç yenik düşmemiş. " -Z. Selimoğlu. alnının kara yazısı kötü kaderi, kötü talihi: "Alnımın ne kara yazısı varmış." -H. R. Gürpınar.
→ alın çatı, alın teri, alın yazısı
alın çatı is. İki kaşın arası, alnın ortası.
alındı is. Para vb. bir şeyin teslim alındığını gösteren belge, makbuz.
alındılı sf. Postaya ek ücret ödenerek alındı karşılığında verilen (mektup, paket vb.), taahhütlü.
alıngan sf Aşırı duygulu, çabuk gücenen, kırılan: "Alıngan olduğu için arkadaşları onunla sık sık bozuşur." -S. Birsel.
alınganlık, -ğı is. Alıngan olma durumu: "Daveti kabul edilmemiş bir devlet reisinin alınganlığı seziliyordu." -Y. K. Karaosmanoğlu.
alınlık, -ğı is. hlk. 1. Kadınların alınlarına taktıkları altın veya gümüşten süs eşyası. 2. Yapılarda cephe süsü.
alınma is. Alınmak işi.
→ açığa alınma
alınmak (nsz, -e) 1. Alma işi yapılmak: "Mahalle mektebinden alınmış, rüştiyeye verilmiş." -H. R. Gürpınar. 2. Elde edilmek: "Her biri gerçek hayattan alınmış birer gerçek olmak." -H. R. Gürpınar. 3. (-den) Uyarlanmak, adapte olunmak. 4. (-e, -den) mec. Bir sözün, bir davranışın kendisine karşı olduğunu sanarak incinmek, kırılmak.
alın teri is. Emek: "Alın teri ile ekmek yemek, bununla övünmek ona masal gelir." -M. Ş. Esendal. alın teri dökmek çok emek vermek, zahmetli bir iş görmek, alın teri ile kazanmak hak ederek, çalışarak, emek vererek kazanmak: "Ama ekmeklerini alınlarının teri ile kazanan, yalan dolan bilmeyen ... gönülleri geniş insanlar yetiştiriyordu." -M Ş. Esendal.
alıntı is. ed. 1. Bir yazıya başka bir yazarın yazısından alınmış parça, aktarma, iktibas. 2. dbl. Başka bir dilden alınmış kelime.
alıntılama is. Alıntılamak işi.
alıntılamak (-i) ed. Bir yazıya başka bir yazarın yazısından cümle veya cümleler almak, alıntı yapmak, aktarmak, iktibas etmek.
alın yazısı is. Yazgı: "Belki de gerçekten kaderdi, alın yazısıydı olanlar." -C. Uçuk.
alırlık, -ğı is. fel. Duygusal uyarımları alabilme yeteneği, idrak kabiliyeti.
alış is. Alma işi veya biçimi.
→ alış fiyatı, alışveriş, alışveriş sigortası, efektif alış, pazarlıklı alışveriş
alış fiyatı is. tic. Bir mal için alım karşılığı ödenen para ve üretim gereçleri fiyatı.
alışık, -ğı sf Herhangi bir duruma alışmış olan: "Merdivenden gayet zarif ve alışık bir eda ile çıkmaya hazırlandığı belliydi." -R. H. Karay, alışık olmak alışkanlık durumuna gelmek: "Kayıkları olmayanlar mahalledeki en alışık oldukları kira sandallarına haber gönderirler." -A. Ş. Hisar.
alışıldık, -ğı is. Alışık olma durumu.
alışılma is. Alışılmak işi.
alışılmak (-e) Bir şeye alışmış duruma gelinmek: Sıkıntılara alışılır.
alışılmamış sf. Nadir, bilinmeyen, az rastlanan: "Toprak rengi yüzünde alışılmamış çizgiler vardı." -S. F. Abasıyanık.
alışılmamıştık, -ğı is. Alışılmamış olma durumu.
alışılmış sf Her zamanki, mutat: "Yayımcılar, kazanç amacıyla, alışılmış yapıtlar sunarlar okuyucuya."-N. Cumalı.
alışılmıştık, -ğı is. Alışılmış olma durumu.
alışkan sf. Alışkın.
alışkanlık, -ğı is. 1. Bir şeye alışmış olma durumu, itiyat, huy, ünsiyet; "... devlet, gençleri ... kötü alışkanlıklardan ve cehaletten korumak için gerekli tedbirleri alır." -Anayasa. 2. Yakınlık, arkadaşlık, ünsiyet. 3. fel. ve psikol. İç ve dış etkilerle davranışların tekrarlanması, hep aynı biçimde gerçekleşmesi sonucu beliren, şartlanmış davranış, alışkanlık edinmek bir şeyi sürekli yapar olmak, itiyat edinmek, alışkanlıktan kopamamak belli bir huydan vazgeçememek, alışıklığı bırakamamak: "Bir zorunluluk olmadan alışkanlıklarımızdan kolay kolay kopamıyoruz." -H. Taner, alışkanlığında olmak iyice alışık bulunmak, huy hâline getirmek: "Devlet ileri gelenleriyle hoş geçinmek alışkanlığında olduğundan sıkı fıkılık politikası güdermiş." -S; Birsel.
→ ağız alışkanlığı, el alışkanlığı
alışkı is. sos. Görenek, alışkı edinmek alışkanlık durumuna getirmek: "Alışkı edindik, öğleden evvel ve ikindiden sonra ... çocuklar gibi tombala oynuyoruz." -R. H. Karay.
alışkın sf. Bir şeye veya bir şey yapmaya alışmış olan. alışkın olmak iyice alışmak, hiç yabancılık çekmemek: "Hayatın alışkın olduğumuz birçok gündelik hâlleri beklenmedik nice zevklere bürünürdü." -A. Ş. Hisar.
alışkınlık, -ğı is. Alışkın olma durumu, alışkanlık.
alışma is. Alışmak işi: "Sonra alışma, tanışma, doyuşma ve ... kakışma gelir arkasından. " -H. Taner.
alışmak (-e) 1. Bir işi tekrarlayarak kolaylıkla yapabilmek: "Muhtaç değiliz ama, ben çalışmaya alıştım." -E. İ. Benice. 2. Yadırgamaz duruma gelmek: Havaya alışmak. Bulunduğu çevreye alışmak. 3. Uyar duruma gelmek, uygun gelmek, intibak etmek: "Bu mesleğe alışmış gibi görünüyor." -N. Araz. 4. Sürekli ister olmak: Tütüne alışmak. Eğlenceye alışmak. 5. Bağlanmak, ısınmak: "Birdenbire ona alıştığını hissediyor ve bu işe ayrıca şaşıyordu." -A. H. Tanpınar. 6. Bağımlılık kazanmak: İlaca alıştı. Dayağa alıştı. 7. Evcilleşmek, ehlîleşmek. 8. Tutuşmak, yanmaya başlamak, alışmış kudurmuştan beterdir alışılan bir şeyden kolayca vazgeçilmez.
alıştırma is. 1. Alıştırmak işi. 2. Bir beceriyi, bilgiyi kazanmak için yapılan tekrar, temrin, talim, egzersiz. 3. sp. idman.
→ yer alıştırmaları
alıştırmak (-i, -e) 1. Alışmasına yol açmak. 2. Uyar duruma getirmek: Anahtarı kilide alıştırmak. Dolabın kapağını alıştırmak.
alışveriş is. 1. ekon. Alım satım işi, muamele. 2. mec. İlişki, münasebet: "O bir defa bile görmemişti bu adamı. Bir alışverişi yoktu onunla." -T. Buğra, alışveriş yapmak alım satım işini gerçekleştirmek, alışverişe çıkmak alım satım işi için çarşıya gitmek, alışverişi kesmek biriyle ilgisi kalmamak.
→ alışveriş sigortası, düşünce alışverişi, görüş alışverişi
alışveriş sigortası is. ekon. Kredi kartı ile satın alınan eşyanın belirli bir sürede hasara uğraması veya çalınması durumunda poliçe maddelerine göre sağlanan güvence.
ali sf. (a.ii:) Ar. 'âlı Yüce, yüksek: "Bu bizim en büyük, en şanlı, en ali bir günümüz, en mukaddes millî bayramımız." -Ö. Seyfettin.
→ Babıali, zatıalileri, zatıaliniz
Ali öz. is. Ar. 'ali Kişi adı olarak aşağıdaki deyimlerde geçen bir söz. Ali Cengiz oyunu "kurnazca ve haince düzen" anlamında kullanılan bir söz. Ali kıran baş kesen çok zorba: "O kadar karı kızın içinde Ali kıran baş kesen olmuş..." -T. Dursun K. Alinin külahını Veliye, Velinin külahını Aliye giydirmek bir kimse birinden aldığını ötekine, ötekinden aldığını bir başkasına vererek işini yürütmek.
alicenap, -bı sf. (a:li:cena:p) Ar. 'âli + cenâb esk. 1. Cömert. 2. Onurlu, şerefli: "Senin annen mert, doğru ve alicenap bir kadındır." -H. E. Adıvar.
alicenaplık, -ğı is. Alicenap olma durumu: "Alicenaplık gösterdiler, tebessümleriyle beni af buyurduklarını anlattılar." -R. H. Karay.
alifatik, -ği sf. Fr. aliphatigue kim. Açık zincirli (organik madde).
alil sf. (ali:l) Ar. 'alil esk. Hastalıklı, sakat: "Bu insanlarla ciddi bir mücadeleye girişmek, bana sokakta alil bir dilenciye hakaret etmek kadar ayıp görünüyordu." -R. N. Güntekin.
alim sf. (ali:m) Ar. 'alim esk. Bilen, bilici.
âlim is. (adim) Ar. 'âlim Bilgin.
alimallah ünl. Ar. 'alimallah Söylenen bir sözün doğruluğuna İnandırmak için "en iyisini Allah bilir" anlamında kullanılan bir söz.
âlimane sf. (a:lima:ne) Ar. âlim + Far. -üne 1. Âlime yakışan: "Kitaplarının çoğu edebiyat tarihine girmiş olan âlimane eserlerdir. " -H. Taner. 2. zf Alimin yaptığı biçimde.
âlimlik, -ği is. Bilginlik.
alinazik, -ği is. (alinaızik) Közlenmiş patlıcan, sarımsaklı yoğurt ve kıyma ile yapılan bir çeşit yemek.
aliterasyon is. Fr. alliteration ed. Şiir ve nesirde uyum sağlamak İçin söz başlarında ve ortalarında aynı ünsüzün veya aynı hecelerin tekrarlanması.
alivre is. Fr. â livrer 1. Önceden satış. 2. Dağıtım, dağıtma.
→ alivre satış
alivre satış is. ekon. Vadeli satış.
aliyyülâlâ sf. (aliyyülâdâ:) Ar. 'aliyyü'l-a'la esk. En güzel, en iyi, mükemmel.
alizarin is. Fr. alizarine kim. Kök boyası.
alize 75. (ali'ze) Fr. alise coğ. Tropikal bölgelerdeki denizlerde bütün yıl süresince düzenli esen birtakım rüzgârlar: Alizeler, Ekvator'un kuzeyinde kuzeydoğudan, Ekvator'un güneyinde ise güneydoğudan eserler.
→ üst alize
Alkaevli öz. is. tar. Oğuz Türklerinin yirmi dört boyundan biri.
alkali is. Fr. alcali kim. Alkali metallerin hidroksitleriyle amonyum hidroksitin genel adı.
→ alkali metaller, alkalimetre
alkalik, -ği sf. Fr. alcaliaue kim. İçinde alkali bulunan, kalevi, antiasit.
alkali metaller ç. is. Oksitlenmelerini sodyum, lityum, potasyum, rubidyum, sezyum elementlerinin sağladığı metaller.
alkalimetre is. (aîkaîime'tre) Fr. alcalimetre kim. Alkalölçer.
alkaloit, -di is. Fr. alcaloide kim. Özellikleri ile alkalileri andıran organik madde.
alkalölçer is. kim. Alkalilerin saflık derecesini belirtmeye yarayan cihaz, alkalimetre.
alkan is. Fr. alcane kim. Doymuş alifatik hidrokarbonların genel adı, parafın.
alkarısı is. hlk. Lohusalara musallat olarak onları boğduğu sanılan görüntü.
alkarna is. (alka'rna) İt. argagna den. İstiridye, midye, tarak vb. kabuklu hayvanları avlamak için deniz dibini taramakta kullanılan, ağız kısmı demirden bir ağ.
alkım is. meteor. Gökkuşağı.
alkış is. Bir şeyin beğenildiğini, onaylandığını anlatmak için el çırpma, alkışlama, kargış karşıtı, alkış almak çok beğenilmek, alkış kopmak birdenbire güçlü bir biçimde el çırpılmak, alkış toplamak çok alkışlanmak. alkış tufanı kopmak sürekli ve coşkun alkış başlamak: "Daha ilk nağmelerde meyhaneyi sarsan bir alkış tufanı koptu." -S. F. Abasıyanık. alkış tutmak 1) topluca el çırparak yüksek sesle "yaşa, var ol" vb. sözler söyleyerek birini alkışlamak; 2) taraftar olmak, belli bir görüşten yana olmak: "Batıla alkış tutanların karşısına geçip hata eylediğimi yeni yeni öğrenmiş bulunuyorum." -S. Ayverdi.
→ alkış ağası
alkış ağası is. tar. Padişahı alkışlamakla görevli kimse.
alkışçı is. 1. Alkışlayan kimse. 2. mec. Şakşakçı, dalkavuk, yüze gülücü, yağcı kimse: "Bu işe başlarken dört yanım çevirmiş olan alkışçılar, sanki ortadan çekilmişti." -M. Ş. Esendal.
alkışçılık, -ğı is. Alkışçı olma durumu.
alkışlama is. Alkışlamak işi.
alkışlamak (-i) 1. Bir şeyin beğenildiğini, onaylandığım anlatmak için el çırpmak: "O zaman biz hayranları onu şiddetle alkışlardık." -A. İlhan. 2. mec. Beğenmek, takdir etmek.
alkışlanma is. Alkışlanmak işi.
alkışlanmak (nsz) Alkışlama işine konu olmak: "Hususi numaraları ile tutuluyor, beğeniliyor, alkışlanıyordu." -O. C. Kaygılı.
alkışlatma is. Alkışlatmak işi.
alkışlatmak (-i) Alkışlama işini yaptırmak.
alkil is. Fr. alkyle kim. Alkol kökü.
alkol, -lü is. Fr. alcool 1. kim. Bira, şarap vb. sıvıların veya pancar, patates nişastasının şekere dönüştürülmesi sonucu ortaya çıkan glikoz çözeltilerin mayalaşmış özlerinin damıtılmasıyla elde edilen, kokulu, uçucu, yanıcı, renksiz sıvı, C2H5OH, ispirto, etanol, etil alkol. 2. mec. Her türlü alkollü içki: "Nefesleri alkol kokan bu kimseler pis paçavralar giyinmişlerdi." -P. Safa,
→ alkolmetre, alkolölçer, asit alkol, etil alkol
alkolik, -ği sf. Fr. alcoolique Alkollü içkilere aşırı derecede düşkün olan (kimse).
alkolizm is. Fr. alcoolisme tıp Alkollü içkilere hastalık derecesinde düşkün olma durumu.
alkollü sf. 1. Alkolden yapılmış. 2. İçinde alkol bulunan. 3. mec. Sarhoş, içki içmiş (kimse): Alkollü olarak araba kullanmayınız.
alkolmetre is. Fr. alcooîmetre İçilen alkol miktarını ölçmeye yarayan araç.
alkolölçer is. kim. Sıvılardaki alkol oranını ölçmeye yarayan cihaz.
alkolsüz sf. 1. Alkolü olmayan. 2. zf. Alkol içmeksizin.
alkolsüzlük, -ğü is. Alkolsüz olma durumu.
allah is. Herhangi bir işte başarılı olmuş, en üst dereceye ulaşmış kimse: "Amerika'da kaçakçılığın allahları vardır." -T. Buğra. allahı çok, insanı az bir yer pek ıssız ve kuytu bir yer.
Allah Öz. is. (allaıh) Ar. allah Kâinatta var olan her şeyi yaratan, koruyucusu olan, tek, yüce ve üstün varlık, Yaradan, Tanrı, Rab, Mevla. Allah (veya Allahım) bir şey karşısında hayranlık veya yakarma bildiren bir söz: Allah, ne de yakışmış! Allah acısını unutturmasın Tanrı bu acıyı unutturacak daha büyük bir acı göstermesin. Allah akıl fikir versin (veya Allah akıllar versin) akılsızca bir davranışta bulunanlar için kullanılan bir söz. Allah Allah! 1) şaşma veya can sıkıntısı anlatan bir ünlem: Allah Allah, köşedeki cılız erik ağacı böyle nasıl çiçeklenivermiş." -A. İlhan. 2) Türk askerinin hücum narası. Allah aratmasın yakınılacak bir durumda "Tanrı daha kötüsünü göstermesin" anlamında kullanılan bir söz. Allah artırsın Tanrı daha çoğunu versin. Allah bağışlasın Tanrı çocuğunu, sevdiğini kazadan, beladan korusun, esirgesin. Allah bahtından güldürsün evlenecek kıza mutluluk dileği bildiren bir söz. Allah bana, ben de sana şimdi sana borcumu ödeyecek param yok, kazanırsam öderim. Allah belasını versin ilenme sözü. Allah (bin bir) bereket versin bir kazanç karşısında durumundan hoşnut olmayı belirten bir söz. Allah beterinden saklasın (veya esirgesin) Tanrı daha kötü duruma düşürmesin. Allah bilir 1) belli değil: -Yağmur yağar mı dersin? -Allah bilir! 2) bana öyle geliyor ki: "Allah bilir, eroin de çekiyordun " -H. Taner. Allah bir yemin yerine kullanılan bir söz. Allah bir dediğinden başka sözüne inanılmaz birinin çok yalancı olduğunu anlatmak için söylenen bir söz. Allah bir yastıkta kocatsın yeni evlenenlere "bir arada yaşlanın" anlamında söylenen bir iyi dilek sözü. Allah büyüktür günün birinde hakkını alacağına, kendine yapılmış olan haksızlıkların düzeleceğine inanmak gerektiğini anlatan bir söz. Allah canını alsın İlenme sözü. Allah cezasını vermesin (veya Allah cezasını versin) yarı şaka, yarı şaşma yollu, bazen de gerçek öfke ile söylenen ilenme sözü. Allah dağına göre kar verir Tanrı herkese dayanabileceği ölçüde sıkıntı verir. Allah derim pek bozuk bir iş için sorulan "ne dersin?" sorusuna karşı "söyleyecek başka söz bulamıyorum" anlamında kullanılan bir söz. Allah dirlik düzenlik versin Tanrı aile huzuru versin. Allah dokuzda verdiğini sekizde almaz alın yazısı ne ise o olur. Allah dört gözden ayırmasın "Tanrı, çocuğu yetim veya öksüz bırakmasın" anlamında bir iyi dilek sözü. Allah düşmanıma vermesin anlatılan bir kötülüğün büyüklüğünü belirtmek için söylenen bir söz. Allah ecir sabır versin başsağlığı için söylenen bir söz. Allah eksik etmesin 1) Tanrı yokluğunu göstermesin; 2) birinin yaptığı hizmet anılırken ona teşekkür yollu söylenen bir söz. Allah eksikliğini göstermesin pek gerekli olan bir şeyin kusuru anlatılırken, böyle de olsa onun varlığına şükredildiğini anlatan bir söz: Allah eksikliğini göstermesin ama ekmekler pek siyah. Allah emeklerini eline vermesin Tanrı emeklerini boşa çıkarmasın. Allah esirgesin (veya saklasın) Tanrı korusun! Tanrı kötü durumla karşılaştırmasın! Allah etmesin olması istenilmeyen bir durumdan veya bir olaydan söz edilirken söylenen bir söz. Allah geçinden versin "uzun yıllar yaşayasın" anlamında kullanılan bir iyi dilek sözü. Allah göstermesin Tanrı kötü bir durumla karşılaşmaktan korusun. Allah hakkı için ant içmek veya ant vermek için kullanılan bir söz. Allah Halil İbrahim bereketi versin Tanrı çok versin, bereket versin. Allah hayırlı etsin genellikle bir olay başlangıcında "Tanrı uğurlu etsin" anlamında söylenen bir söz. Allah herkesin gönlüne göre versin Tanrı herkesin dileğini yerine getirsin. Allah hoşnut olsun bir kimsenin, kendisine iyiliği dokunan biri İçin kullandığı bir iyi dilek sözü. Allah için gerçekten, doğrusu: "Allah için kız buna layık görünüyordu. " -H. E. Adıvar. Allah iki iyilikten birisini versin ağır hasta, ya ölsün kurtulsun ya iyi olsun. Allah (seni) inandırsın inanılması pek kolay olmayan bir şey anlatılirken yemin yerine söylenen bir söz. Allah iyiliğini (veya layığını) versin hoşa gitmeyen bir davranış karşısında hoşgörü ile söylenen bir söz. Allah kabul etsin sevap sayılan bir iş yapıldığında söylenen bir söz. Allah kahretsin "Tanrı cezasını versin" anlamında bir İlenme sözü. Allah kavuştursun birinin yakını, bulunduğu yerden ayrıldığında kalanlara kavuşma dileğinde bulunmak için söylenen söz. Allah kazadan beladan saklasın Tanrı'nın insanı türlü kötülüklerden koruması dileğiyle söylenen bir iyi dilek sözü. Allah kerim Tanrı büyüktür, Tanrı'ya güvenmeli. Allah kısmet ederse Tanrı izin verirse: "Yokluğum seni de üzmüş /Allah kısmet ederse /Kalkıp gideceğim. " -B. Necatigil. Allah korusun (veya saklasın) Tanrı tehlikeye, kötü duruma düşürmesin! Allah kuru iftiradan saklasın bir suçlama karşısında bunun sırf İftira olduğunu anlatmak için söylenen bir söz. Allah manda şifalığı versin tkz. çok veya ağır yemek yiyenler için söylenen bir söz. Allah mübarek etsin 1) kutlu olsun; 2) alay onaylanmayan durumda kullanılan bir söz. Allah müstahakını versin çıkışma ifade eden bir söz. Allah ne verdiyse yiyecek olarak evde ne varsa. Allah ömürler versin saygı gösterilen bir kimseye selam veya teşekkür olarak söylenen bir söz. Allah övmüş de yaratmış çok güzel olanlar İçin söylenen bir söz. Allah rahatlık versin genellikle yatmaya gidilirken söylenen bir iyi dilek sözü. Allah rahmet eylesin ölüleri hayırla anmak için söylenen bir söz. Allah rızası için 1) dilencilerin para isterken söyledikleri yalvarma sözü; 2) ne olursun: Allah rızası için sus! 3) karşılık beklemeksizin: Ben ona Allah rızası için on gün baktım. Allah sağ gözü (veya eli) sol göze (veya ele) muhtaç etmesin Tamı kimseyi kimseye, en yakınlarına bile muhtaç etmesin. Allah selamet versin 1) yola çıkanlara "Tanrı kazadan, beladan korusun" anlamında söylenen bir uğurlama sözü; 2) yolda güçlük içinde bulunanlara iyi dilek sözü olarak kullanılan bir söz: "Allah selamet versin, varsın koskoca kamyon kırk kişiyle yan yatsın, yatar al" -B. R. Eyuboğlu. 3) uzaktaki tanıdıklar anılırken kullanılan bir söz; 4) birinden pek yana olmayan bir söz söyleneceği zaman onun adından önce getirilen giriş sözü: Allah selamet versin, Ahmet'in bu işe aklı ermez. 5) "keyfin bilir, gidersen git" anlamında kullanılan bir söz. Allah senden razı olsun yapılan bir iyilik karşısında "Tanrı seninle birlik olsun, iyiliğini senden esirgemesin" anlamında teşekkür olarak kullanılan bir söz. Allah seni (veya sizi) inandırsın doğru söylüyorum, Tanrı tanıktır. Allah son gürlüğü versin Tanrı, yaşlılıkta sıkıntı göstermesin. Allah sonunu hayır etsin bir işin sonucu için kaygı duyulduğunda söylenen bir iyi dilek sözü. Allah taksiratını affetsin Tanrı ölülerin kusurlarını bağışlasın. Allah tamamına eriştirsin herhangi bir iş veya olayın iyi sonuçlanması dileğiyle söylenen bir söz. Allah tekrarına erdirsin tekrar bugünleri görün. Allah utandırmasın bir işe girişenlere söylenen başarı dileği. Allah var (veya Allahı var) doğrusunu söylemek gerekirse: Allah var, böyle bir işi o yapmaz. Allah vere de iyi dilek anlatan bir söz: Allah vere de yağmur yağmasa. Allah vermesin bir şeyin olmaması dileğini anlatan bir söz. Allah versin şaka 1) iyi bir şey ele geçirenlere memnunluk bildirmek için söylenen bîr söz: Allah versin, bugünlerde işler pek yolunda görünüyor. 2) dilenciyi savmak için söylenen bir söz. Allah yarattı dememek kıyasıya dövmek, çok hırpalamak. Allah yazdı ise bozsun gerçekleşmesi istenmeyen bir olay veya durum için kullanılan bir söz. Allah yürü ya kulum demiş az zamanda çok para kazananlar veya işinde çok İlerleyenler için söylenen bir söz. Allah ziyade etsin "Tanrı artırsın" anlamında kullanılan bir iyi dilek sözü. Allaha bir can borcu var Allah'a vereceği canından başka hiç kimseye bir borcu yok. Allaha emanet "Tanrı esirgesin" anlamında birini Överken söylenen bir söz: Allaha emanet, iyi çocuktur. Allaha emanet olun ayrılanın kalana söylediği bir esenleme sözü. Allaha (bin) şükür "hamdolsun, bereket versin" anlamlarında, durumdan memnun olunduğunu anlatan bir söz. Allaha yalvar kendi kusuru yüzünden güç bir duruma düşüp yakman kimseye "ben sana yardım edemem, benden bir şey umma" anlamında söylenen bir söz. Allahı (veya Allahını) seversen "Allah aşkına" gibi, yerine göre ant verme, yalvarma için kullanılmakla birlikte, şaşma veya usanç vb. duygular da anlatan bir söz. Allahını! şiddetli bir duygulanma anlatan ünlem. Allahın adamı garip, saf, zavallı (kimse). Allahın belası varlığı üzüntü veren. Allahın binasını yıkmak kendini veya başkasını öldürmek. Allahın cezası pek yaramaz, şirret. Allanın emri kader. Allahın evi 1) cami, mescit; 2) Kabe; 3) mec. insan gönlü. Allahın gazabı çok sıkıntı veren şey. Allahın günü hemen hemen her gün. Allahın hikmeti beklenmeyen, sebebi anlaşılmayan veya şaşılan şeyler için kullanılan bir söz: Allahın hikmeti, kayanın içinde kocaman bir ağaç bitmiş. Allahın işine bak bir işin, bir olayın beklenmedik, şaşılacak bir durum almasında kullanılan bir söz. Allahın kulu insan, kimse, kişi: Burada yol gösterecek bir Allahın kulu yok mu? Allahından bulsun ben kendisine bir şey yapmayacağım, yaptığı kötülüğün cezasını Tanrı versin. Allahım seversen istek, dilek ve yalvarmak amacıyla kullanılan bir söz.. Allahtan 1) iyi ki: "Allahtan sessizdi sarhoşluğu. " -C. Uçuk. 2) yaradılıştan: Gözleri Allahtan sürmeli. Allahtan kork! yapma, utan, yazıktır! Allahtan korkmaz can yakıcı, insafsız, acımasız. Allahtan umut kesilmez genellikle ağır hastalar için söylenilen "iyileşebilir" anlamında bir iyi dilek sözü: Durumu ağır, ama Allahtan umut kesilmez.
→ Allah aşkına, Allah taksimi, Allah vergisi, Allah yapısı, Allaha ısmarladık, Allahualem, Allahuteala
Allaha ısmarladık ünl. Ayrılanın kalan veya kalanlara söylediği bir iyi dilek sözü.
Allah aşkına ünl. Birlikte söylendiği sözün anlamına göre ant vermek veya yalvarmak İçin "Allahım seversen" anlamında, şaşma, usanç bildiren söz: Allah aşkına yapma!
allahlık, -ğı sf. Kendisinden hiçbir işte yararlık umulmayan saf ve zararsız (kimse): Bu adam allahlığın biri, elinden bir şey gelmiyor.
allahsız sf. Acımasız, insafsız, vicdansız.
Allahsız sf. Tanrı'yı tanımayan, Tanrı'nın varlığına inanmayan, Tanrısız.
allahsızlık, -ğı is. Acımasız olma, insafsız olma, vicdansız olma.
Allahsızlık, -ğı is. Tanrısızlık.
Allah taksimi is. Herhangi bir konuda eşitlik gözetilmeden yapılan paylaştırma, kul taksimi karşıtı.
Allahualem ünl. (alla:hua:lem) Ar. Allâhu + a'lem din b. "Tanrı iyisini bilir" anlamında kullanılan bir söz.
Allahuteala öz. is. (alla:hutea:lâ:) Ar. Allâhu te'alâ din b. Yüce Tanrı, ulu Allah.
Allah vergisi is. Tanrı vergisi, yaradılıştan olan yetenek veya özellik: "Ben hiç vezne, kafiyeye bakmam, bu bana bir Allah vergisi, içimden gelir söylerim." -M. Ş. Esendal.
Allah yapısı sf İnsanlar tarafından yapılmamış olan.
allak, -ğı sf. (alla:k) Ar. 'allak esk. 1. Sözünde durmaz, dönek, aldatıcı. 2. Kendisine güvenilmesi doğru olmayan (kimse).
→ allak bullak
allak bullak sf. Altüst, karmakarışık: "Memleket zaten ayol, baksana allak bullak / Sen de hissinle yürürsen batarsın mutlak." -M. A. Ersoy. allak bullak etmek 1) karmakarışık bir duruma getirmek, düzeni bozmak: "Nuran Tiyatrosu'nun kaderini allak bullak eden değişiklik de Sadi'nin gelişi idi." -T. Buğra. 2) bir yeri veya bir şeyi dağıtmak; 3) mec. aklını, zihnini düşünemez duruma getirmek, allak bullak olmak 1) çok karışık duruma gelmek, altı Üstüne gelmek, karmakarışık olmak, düzeni bozulmak: "Bütün insanların içleri dışına çevrilse dünya allak bullak olur." -N. Araz. 2) mec. akıl, zihin şaşkına dönmek, karışmak, şaşırmak: Kötü haberi alınca kafası allak bullak oldu.
allama is. Allamak işi.
allamak (-i) Kırmızı duruma getirmek, allamak pullamak süslemek, donatmak.
allame sf. (allâıme) Ar, 'allame Derin ve çok bilgisi olan, çok bilgili: "Tarihî zihniyet taşımak için tarihçi olmak şart değildir. İlmî düşünebilmek için allame olmak şart olmadığı gibi." -S. Eyuboğlu. allame kesilmek her şeyi bilir görünmek.
allamelik, -ği is. Allame olma durumu, allamelik taslamak bilgisiz olduğu hâlde her şeyi bilir görünmek.
allanma is. Allanmak işi.
allanmak (nsz) Allama işi yapılmak: Allanıp pullanıp ne gezersin!
allaşma is. Allaşmak işi veya durumu.
allaşmak (nsz) Al duruma gelmek: "Yanakları allaşmış, yusyuvarlak, tostoparlak bir adam olmuş." -E. E. Talu.
allegretto zf. (allegre'tto) müz. Allegrodan biraz daha ağır bir biçimde (çalınarak).
allegro zf. (alle'gro) müz. Canlı, neşeli ve hızlı bir biçimde (çalınarak).
allem is. "Bir işi istediği duruma getirmek için her türlü kurnazca çareye başvurmak" anlamıyla allem etmek kallem etmek deyiminde geçen bir söz: "ihtiyarın üç aylıklan aldığı günler çıkagelir, allem edip kallem edip zavallının yarı maaşını çarpar kaçar."-H. Taner.
allı sf. Üzerinde al renk bulunan: Allı basma.
→ allı pullu
allık, -ğı is. 1. Al olma durumu: "Yanaklarının allığından kinaye, ona alyanak lakabını takmışlar." -S. M. Alus. 2. Kadınların süs için yanaklarına sürdükleri al boya.
allı pullu sf. Göz alıcı renkler ve şeylerle süslenmiş.
alma is. 1. Almak işi. 2. Alıntı, iktibas: "Ondan acemicesine alma olarak." -Muallim Naci.
→ açığa alma, kültüre alma, satın alma, koku alma duyusu, tat alma duyusu
almaç, -cı is. fiz. Bir elektrik akımını alıp başka bir kuvvete çeviren cihaz, alıcı, reseptör.
almak, -ir (-i) 1. Bir şeyi elle veya başka bir araçla tutarak bulunduğu yerden ayırmak, kaldırmak: "Sağ elinin çevik bir hareketiyle başındaki tülbendi çekip aldı." -N. Cumalı. 2. Bir şeyi veya kimseyi bulunduğu yerden ayırmak: Çocuğu okuldan aldı. 3. Birlikte götürmek. 4. Satın almak: "Biz bir ya da iki parti alır, çekiliriz piyasadan." -N. Cumalı. 5. Ele geçirmek, fethetmek: "Fakat aldıkları yerlerin ahalisini Türkleştiremediklerinden bu büyüklük onların zayıf düşmelerine sebep olmuş." -Ö. Seyfettin. 6. içine sığmak: Bu kavanoz iki kilo bal alır. Bu salon bin kişi alır. 7. Kabul etmek: Evine kiracı almak. 8. Kendine ulaştırılmak, iletilmek: Mektup almak. Haber almak. 9. İçeri sızmak, içine çekmek: Gemi su alıyor. Fotoğraf makinesi ışık almış, film yanmış. 10. Erkek, kadınla evlenmek: "O sırada aldığı kadının babasının birçok yardımını görmüştü." -M. Ş. Esendal. 11. Sürükleyip götürmek: Öküzü sel aldı, harmanı yel aldı. 12. Kazanmak, elde etmek. 13. Zararlı, tehlikeli bir şeye uğramak: Soğuk almak. Ceza almak. 14. Bürümek, sarmak, kaplamak: "Dağ başım duman almış / Gümüş dere durmaz akar." -Marş. 15. Kısaltmak, eksiltmek: Ceketin boyundan almak. 16. Yolmak, koparmak: Kaş almak. 17. Yerini değiştirmek, çekmek. 18. Temizlemek: Karyolanın altını süpürge ile al. Örümcekleri al. 19. İçeri girmesini sağlamak: "Sevdiği delikanlıyı gece evine almış." -N. Cumalı. 20. Tat veya koku duymak: Sigaradan hiç tat alamaz oldum. Burnu iyi koku alır. 21. Örtmek, koymak: Paltosunu sırtına aldı. 22. (-e) ... gibi anlamak: Bir sözü şakaya almak. 23. Yol gitmek, mesafe katetnıek; O yolu bir saatte alırsınız. 24, Çalmak: Cebimden saatimi almışlar. 25. Soldurmak: Güneş perdelerin rengini aldı. 26. Vücuttaki hasta bir organı ameliyatla çıkarmak: Dalağını aldılar. 27. Motor çalışması için gerekli olan elektrik veya yakıttan yararlanır duruma gelmek: "Savcı yardımcısı gaza bastı, motor almadı. Bir daha bastı, yine almadı." -H. Taner. 28. Göreve, işe başlatmak: Yeni bir kapıcı aldı. 29. (nsz) Başlamak: "Üsküdar'a gider iken aldı da bir yağmur." -Halk türküsü. 30. (-den) Davranış veya makam değiştirmek: Aşağıdan almak. Tizden almak. 31. İçecek veya sigara içmek: Tadına bakmak için bir yudum aldım. 32. Yutmak, kullanmak: İlaç almak. 33. (-den) Görevden, işten çekmek. 34. Kazanç sağlamak: Bir pantolondan beş yüz lira alıyorlar. 35. Gidermek, yok etmek: İçine biraz su koy, tuzunu alır. al (veya alın) işte: "Uykuysa, uyumak bir marifetse, al uykuyu diyerek akşama kadar uyudum." -T. Buğra, alaşağı etmek 1) birini, yetkilerini elinden alıp yerinden uzaklaştırmak, atmak, kovmak; 2) kapıp yere vurmak, al aşağı vur yukarı çekişe çekişe pazarlık yapılırken söylenen bir söz. al benden de o kadar İla. 1) ben de aynı durumdayım; 2) ben de aynı düşüncedeyim, al birini, vur ötekine (veya birine) hiçbiri işe yaramaz, hepsi bir ayarda, al gülüm ver gülüm 1) iki sevgilinin birbirine sevgi gösterisinde bulunmaları; 2) bir kimseye yapılan hizmetin hemen karşılığını bekleme durumu: "Yooo, dedi, al gülüm ver gülüm. On para için ben senin canını alırım, on para için sen benim canımı al." -R. N. Güntekin. al sana bir daha yeni bir aksilik olduğunda bezginlik bildirmek için "işte" anlamında söylenen bir söz: Al sana bir bela daha! al takke ver külah 1) uzun bir çekişmeden sonra, çekişe çekişe: "Al takke ver külah, kırsal kesimi çocuğunu okutmanın yararına inandırdık." -A. ilhan. 2) aralarındaki senli benli ilişkiyi sürdürerek, aldı hlk. söylemeye başladı: Aldı Kerem. Aldı Köroğlu. aldığı abdest ürküttüğü kurbağaya değmemek sağladığı yarar, verdiği zararı karşılamamak, alıp sattığı olmamak hiç ilgisi bulunmamak: "Lisan kursunu filan alıp sattığı yokmuş." -H. Taner, alıp satmaz görünmek ilgisiz görünmek veya davranmak, alıp vereceği olmamak bir kimseyle hiçbir ilgisi olmamak: Onun benimle ne alıp vereceği olabilir? alıp vermek 1) kalp çarpıntısı geçirmek; 2) herhangi bir konu üzerinde yoğun olarak düşünmek, alıp yürümek az zamanda çok ilerlemek, yayılmak, çoğalmak, artmak: "Bu kasıt tertibi, aramızı bozabilecek bir cinayet davasının alıp yürümesine, dallanıp budaklanmasına yol açtı." -Y. K. Karaosmanoğlu. (biriyle) alıp verememek anlaşamamak, çekememek, geçinememek: Onunla alıp veremediğiniz nedir, ne alıp veremiyorsunuz ?
→ pürüzalır, esir almaca, çakaralmaz
almamazlık, -ğı is. Kabul etmeme durumu: Almamazlık ederse ne yaparız.
Alman öz. is. Fr. Allemand 1. Cermen soyundan olan halk ve bu halktan olan kimse. 2. sf. Alman halkına, Almanya'ya özgü olan: Alman hükümeti.
→ Alman gümüşü, Alman papatyası, Almansever, Alman usulü
almanak, -ğı is. Fr. almanach Yıllık: "Almanağın dörtte üçü istatistik ve grafiklerle dolu idi." -M. Ş. Esendal.
Almanca öz. is. (alma'nca) 1. Hint-Avrupa dillerinin Cermence kolundan, Almanya, Avusturya ile İsviçre'nin bir bölümünde kullanılan dil. 2. Almanların kullandığı dil. 3. sf. Bu dile özgü olan: Almanca kitap.
→ Yahudi Almaması
Almancı öz. is. 1. Almanya yanlısı olan kimse. 2. hlk. Avrupa'da genellikle de Almanya'da çalışan Türk vatandaşı.
Almancılık, -ğı öz. is. Almancı gibi davranma".
Alman gümüşü is. kim. Çinko, bakır ve nikelden yapılan, gümüşü andınr bir alaşım, yeni gümüş, mayşor, alpaka (II).
Almanlaşma is. Almanlaşmak işi veya durumu.
Almanlaşmak (nsz) Alman yaşayış tarzını benimsemek.
Alm anlaştırma is. Almanlaştırmak işi.
Almanlaştırmak (-i) Almanlara özgü yaşayış tarzı kazandırmak.
Alman papatyası is. bot. Orta Avrupa'da yetişen bir papatya türü (Anfhemis mobilis).
Almansever sf. Alman yanlısı, Germanofil.
Alman usulü is. Bir topluluk için yapılan harcamada giderlerin herkese eşit olarak bölüştürülmesi yöntemi.
almaş is. 1. İki veya daha çok şeyin sıra ile değiştirilerek kullanılması veya kendiliğinden değişerek çalışması, keşikleme, münavebe. 2. man. Birinin doğru olması ötekinin yanlışlığını gerektiren iki önermenin oluşturduğu sistem.
almaşık, -ğı sf. 1. İki veya daha çok şeyin sıralanmasında karşılıklı değil, aralıklı olarak sağda ve solda yerleşmiş olan. 2. Almaşlı olarak işleyen, mütenavip, alternatif.
→ almaşık yapraklar
almaşıktık, -ğı is. bot. Dönüşümlü ve düzenli sıralanma.
almaşık yapraklar ç. is. bot. Sapın iki yanında karşılıklı değil de aralıklı olarak bir sağda, bir solda bitmiş yapraklar.
almaşlı sf. Almaş niteliği olan.
alnaç, -cı is. hlk. Cephe.
alo ünl. (alo) Fr. alla Telefon konuşmasına başlarken kullanılan bir seslenme sözü.
alogami is. Fr. allogamie biy. Tozlaşma.
alotropi is. Fr. alloîhropiefiz. Karbon, fosfor vb. maddelerin fiziksel bakımdan ayrı Özellikler gösterebilmesi durumu.
alp, -pı sf. Yiğit, kahraman.
→ alperen, alpyıldızı
alpaka (I) is. (alpa'ka) Fr. alpaca 1. zool. Çift parmaklılar takımının devegiller sınıfından, Güney Amerika'da yaşayan, uzun tüylü, memeli bir hayvan (Lama g/ama pacos). 2. Bu hayvanın yünü veya bu yünden dokunan kumaş.
alpaka (II) is. kim. Alman gümüşü.
alpaks is. Fr. alpax Kolayca bükülebilen alüminyum ve silisyum karışımı.
alperen is. 1. Derviş. 2. Mücahit.
alpinist is. Fr. alpiniste Dağcı.
alpiniznı is. Fr. alpinisme Dağcılık.
alplık, -ğı is. Alp olma durumu, yiğitlik, kahramanlık.
alpyıldızı is. bot. Dağların çok yüksek yamaçlarında yetişen bir çiçek (Paradisia liliastrum).
al sancak, -ğı is. Türk bayrağı.
alşimi is. Fr. alchimie esk. Elementleri altına çevirmek isteyen bir iş alanı, simya: Alşimi birtakım metallerin bulunmasına yol açtığı için kimyanın gelişmesine katkıda bulunmuştur.
alşimist is. Fr. alchimiste Alşimi ile uğraşan kimse, simyacı.
alt is. 1. Bir şeyin yere bakan yanı, zir, üst karşıtı: "Pantolonlarımızı şiltelerimizin altına seriyoruz, onlar bütün hafta orada ütüleniyor." -Z. O. Saba. 2. Bir nesnenin tabanı: "Ayağındaki altları nalçalı koca bahçıvan kunduraları ile ona yetişmesi imkânsızdı." -O. C. Kaygılı. 3. Oturulurken uyluk kemiklerinin yere gelen bölümü: Altına sandalye çekmek. 4. Bir şeyin yere yakın bölümü. 5. Alt kelimesi... altında biçiminde kullanıldığında "bir şeyin etkisinde" anlamını verir: "Çoluk çocuk akşama kadar güneşin altında anaforculuğun cezasını çektiler." -A. Gündüz. 6. Yanan ocağın alevi: "Fokurdamaya başlayan çaydanlığın altım kapadı." -H. Taner. 7. sf. Sınıflamalarda ikinci derecede olan: Alt sınıf Alt cins. Alt takım. 8. sf Birkaç şeyden aşağıda olan: "Yeleğinin alt düğmesi iliklenmemiş." -H. Taner, alt etmek üstünlük sağlamak, yenmek, sırtını yere getirmek: "Sanatı kendi şartları, kendi ölçüleri içinde alt etmeye yanaşmadıkça gerçek sanatkâr olmaya imkân yok." -O. V. Kanık, alt olmak yenilmek, alt yanı çıkmaz sokak sonu gelmeyen, sonuç alınamayan işler için söylenen bir söz. altı alay üstü kalay içi dışı gibi özenilmiş olmayan şeyler için söylenen bir söz. altı kaval, üstü şişhane giysilerini birbirine uygun düşüremez, yakıştıramaz, (bir işin) altı yaş olmak işe birtakım oyunlar karışmak, böyle bir işe girişmekte sakıncalar bulunduğu anlaşılmak, altına etmek (veya kaçırmak) 1) yatağına veya donuna işemek; 2) çok korkmak, (bir şeyin) altında kalmak 1) ezilmek: "Bir şey değil, karşıdan bir otomobil filan gelir de altında kalırım diye korktum." -B. Felek. 2) karşılığını verememek, altında kalmamak karşılığını vermek, gördüğü İyilik veya kötülüğü karşılıksız bırakmamak, altından çapanoğlu çıkmak girişilen işte başa dert olacak bir durumla karşılaşmak: "Kısa kesmekten yanaydı ama, paraları uzatsa altından bir çapanoğlu çıkar mıydı?" -O. Kemal, (bir servetin) altından girip üstünden çıkmak malı, parayı düşüncesizce harcayıp tüketmek: "Babasından kalan servetin altından girip üstünden çıkmıştı." -R. N. Güntekin. altından kalkamamak 1) bir işi başaramamak, becerememek, üstesinden gelememek: Bu işin altından kolay kolay kalkamaz. 2) mec. kendini savunamamak: Altından kalkamayacağı suçlamalar ileri sürdüler, altını çizmek bir sözün önemini belirtmek, üzerine dikkati çekmek, vurgulamak, altını ıslatmak altına etmek, altını üstüne getirmek 1) söz veya tutumuyla çevreyi birbirine düşürmek, karmakarışık etmek: "insanın gözü bir şey görmedi mi dünyanın altım üstüne getirmeli. " -Z. Selimoğlu. 2) bir şey bulmak için aramadık yer bırakmamak, altta kalanın canı çıksın "herkes başının çaresine baksın, gücü yetmeyen ne olursa olsun" anlamında kullanılan bir söz. altta kalmak 1) herhangi bir çatışmada, çekişmede yenilmek; 2) herhangi bir iyiliğin karşılığını ödeyememek, altta yok üstte yok yoksul, fakır, alttan almak sert konuşan bir kimseye yumuşak bir dil kullanmak, aşağıdan almak, alttan güreşmek gizli gizli yenme yollarını kollamak.
→ alt alta, alt başlık, alt bölüm, alt cins, alt çene, alt damak, alt deri, alt diş, alt dudak, alt familya, alt geçit, alt güverte, alt hava yuvarı, alt ırk, alt karşıt, alt kat, alt kurul, alt sınıf, alt şube, alt tabaka, alt tarafı, alt takım, alt tür, altüst, alt yanı, altyapı, alt yazı, alttan alta, ayakaltt, bardakaltt, başaltı, baş altı, bayrakaltt, bilinçaltı, dam altı, denizaltı, deniz altı, deri altı, dilaltı, dil altı, dil altı bezleri, ev altı, gözaltı, göz altı, göz altı kremi, hasır altı, kahvaltı, kaymakaltı, koltuk altı, Kubbealtı, kulak altı bezi, merdiven altı, minder altı, normalaltı, rüzgâr altı, silahaltı, su altı, su altı arkeolojisi, su altı fotoğrafçılığı, şuuraltı, top attı, üst deri altı, yastıkaltı, yemekaltı, yeraltı, yer altı, yer altı çarşısı, yeraltı dünyası, yer altı kaynakları, yer altı merdiveni, yer altı suları, yer altı treni, el altında, el altından
alt alta zf. Birbirinin altında olarak, alt alta üst üste birbirleriyle itişir kalkışır durumda: "Alt alta üst üste boğuşmaya başladık." -H. R. Gürpınar.
Altayca öz. is. 1. Altay Türkçesi. 2. Türk, Moğol, Mançu-Tunguz, Kore ve Japon dillerinin kendisinden türediği varsayılan ana dil. 3. sf. Bu Türkçeyle yazılmış olan.
Altayist öz. is. Altayistik ile uğraşan kimse.
Altayistik, -ği öz. is. Altay grubuna giren Türk, Moğol, Mançu-Tunguz, Japon ve Korelilerin dil, edebiyat, kültür ve tarihleriyle uğraşan bilim dalı.
alt' başlık, -ğı is. Herhangi bir yazıda alt bölümün başlığı.
alt bölüm is. Sınıflandırmada ana bölümlerin ayrıldığı parçalardan her biri, ayrım.
alt cins is. biy. Bir cins içinden aynlan ikinci derecedeki cins.
alt çene is. anat. İnsan ve hayvanlarda yiyecekleri çiğnemeye yarayan, oynayabilen çene, alt çene oynamak 1) yemek, içmek; 2) mec. rüşvet almak, yemek.
alt damak, -ğı is. anat. Damaklardan altta olanı.
alt deri is. anat. 1. Üst derinin altında bulunan ikinci tabaka, hipoderm. 2. bot. Bazı gövde ve yaprakların üst derilerinin altında bulunan, çoğu kez hücre zarları kalınlaşmış özel doku, hipoderm.
alt diş is. anat. Alt çene üzerinde sıralanmış dişlerin biri.
alt dudak, -ğı is. anat. 1. Dudaklardan altta bulunanı. 2. zool Böceklerin ağız sisteminde bulunan alt parça.
alternatif is. Fr. alternatifi. Seçilebilecek bir başka yol, yöntem, seçenek, şık: "Alternatifleri ne kadar çoğaltırsanız aklınız o kadar karışabilir." -H. Taner. 2. sf. Almaşık. 3. sf. fiz. Dalgalı (akım).
alternatifli sf Alternatifi olan.
alternatiflilik, -ği is. Alternatifli olma durumu.
alternatifsiz sf. Alternatifi olmayan.
alternatifsizlik, -ği is. Alternatifsiz olma durumu.
alternatör is. Fr. altemateur fiz. Dalgalı akım üreteci.
altes is. Fr. altesse 1. Prens ve prenseslere verilen şeref unvanı. 2. Bu unvanı taşıyan kimse.
alt familya is. zool. Bir familyanın içinden ayrılan ikinci derecede bir familya.
alt geçit, -di is. Trafik akışını kesmemek için bir yolun altından geçirilen yol.
alt güverte is. den. Gemilerde güvertelerden altta bulunanı.
alt hava yuvarı is. astr. Dünyamızı kuşatan atmosferin 10 km kalınlığında olan alt katmanı.
altı is. 1. Beşten sonra gelen sayının adı. 2. Bu sayıyı gösteren 6, VI rakamlarının adı. 3. sf. Beşten bir artık, altı karış beberuhi alay kısa boylular için söylenen bir söz. (birini) altı okka etmek birini kollarından ve bacaklarından tutup yukarı kaldırarak sallamak veya götürmek, altıdan yemek hastanelerde hiç perhizi olmayan hastalara verilen tam yemek.
→ altıgen, Altıkardeş, altıparmak, altı parmak, altıpatlar, altı yol
altıgen is. 1. mat. Altı kenarlı çokgen, müseddes. 2. sf. Bu biçimde olan.
altık, -ğı is. man. Konusu ile yüklemi aynı olan, biri tümel olumlu, biri tikel olumlu; biri tümel olumsuz, biri tikel olumsuz iki önerme arasındaki bağlantı durumu: "Kimi insanlar fânidir" önermesi "Bütün insanlar fânidir" önermesinin altığı olur.
Altıkardeş öz. is. astr. Kuzey Kutbu yönünde, Büyükayı'nın karşısında bulunan takımyıldız, Zatülkürsi.
altılı sf. 1. Altı parçadan oluşan, kendinde herhangi bir şeyden altı tane bulunan: Altılı şamdan. 2. is. İskambil, domino vb. oyunlarda üzerinde altı işareti bulunan kâğıt veya pul. 3. is. Divan edebiyatında her bendi altı dizeden oluşan nazım biçimi.
altılık, -ğı sf. Altısı bir arada, altı taneden oluşmuş, altı tane alabilen: Altılık bir kutu.
→ on altılık
altın is. 1. kim. Atom sayısı 79, atom ağırlığı 196,9 olan, 1064 °C'de eriyen, kolay işlenen, yüksek değerli, paslanmaz element, zer (simgesi Au); Altın çok eski zamanlardan beri para basımında kullanılmaktadır. 2. sf. Bu elementten yapılmış: "Müsteşar, pantolonunun arka cebinden altın tabakasını çıkarıp sigara veriyor." -M. Ş. Esendal. 3. Altından yapılmış sikke: Çocuğa bir altın taktı. 4. sf mec. Üstün nitelikli, değerli: Altın ses. altın adı pul oldu, kız adı dul oldu uygunsuz davranışları yüzünden temiz tanınan kişiliği lekelendi, altın adını bakır etmek kötü işler yaparak temiz ve parlak ününü karartmak, altın anahtar her kapıyı açar para olduğunda her güçlük yenilebilir, altın eli bıçak kesmez varlıklı veya değerli kişilerin elini kimse bükemez. altın gibi altına benzeyen, sarı. altın kesmek çok para kazanır olmak, altın leğene kan kusmak varlık içinde hastalık veya sıkıntı çekerek yaşamak, altın topu gibi güzel ve tombul (kucak çocuğu), altın tutsa, toprak olur (veya altına yapışsa elinde bakır kesilir) giriştiği işlerde büyük talihsizliklere uğrayan kimsenin durumunu anlatan bir söz. altın yumurtlayan tavuk 1) mesleği, sanatı, parası olan, gelirli kimse; 2) mec. turist.
→ altın adam, altınbaş, altın beşik, altın bilezik, altın böcek, altın çağı, altın gol, altın kaplama, altın keseği, altın kökü, altın küpü, altınoluk, altın saatler, altın sarısı, altın suyu, altıntop, altın varak, altın yağmurcun, altın yıl, altın yürekli, çeyrek altın, yarım altın, fındık altını
altın adam is. 1. Başarılı kimse. 2. Şampiyonalarda altın madalya alan kimse.
altınbaş is. bot. Genellikle Ege bölgesinde yetişen, yuvarlak, kalınca kabuklu güzel bir kavun türü.
altın beşik, -ği is. Bir elleriyle kendi bileklerini kavrayan iki kişinin, öteki elleriyle karşılıklı olarak birbirlerinin bileklerini tutmaları.
altın bilezik, -ği is. 1. Kola takılan ve pek çok türü olan, altından yapılmış süs eşyası. 2. mec. Geçimi sağlayan sanat veya meslek: "Bileğimde keman gibi altın bilezik var." -O. C. Kaygılı.
altın böcek, -ği is. zool. Böcekler sınıfının kınkanatlılar takımından, yeşil kırmızı renkleri olan eklem bacaklı bir tür böcek, gül böceği.
altıncı (I) sf. Altı sayısının sıra sıfatı, sırada beşinciden sonra gelen.
→ altıncı duyu, altıncı his
altıncı (II) is. Altın alıp satan kimse.
altıncı duyu is. Önsezi.
altıncı his, -ssi is. Önsezi.
alımcılık, -ğı is. Altıncı olma durumu.
altın çağ is. bk. altın çağı.
altın çağı is. Bir şeyin en verimli, en başarılı dönemi: "Nuran Tiyatrosu, altın çağına doğru bir kestane fişeğinin hızıyla yükseliyordu. " -T. Buğra, altın çağını yaşamak en başarılı, en verimli dönemini yaşamak.
altın gol is. Elemeli futbol maçında uzatma süresinde atıldığında oyunu bitiren gol: "Altın golün kahramanı, kendini onların elinden kurtardı." -H. Taner.
altınımsı sf. Altınsı.
altın kaplama sf. Altın suyuna batırılarak ince bir altın tabaka ile kaplanmış (metal): "Başına, altın kaplama tokalı, püsküllü bir şapka giymiş." -M. Ş. Esendal.
altın keseği is. Yerden temiz külçe durumunda çıkan altın.
altın kökü is. bot. Güney Amerika'da yetişen, kusturucu niteliği olan bir kök, ipeka (Cephaelis ipeca cuanha).
altın küpü is. 1. İçinde altın saklanan küp vb. 2. sf mec. Altın biriktiren. 3. sf. mec. Parası çok olan.
altınlaşma is. Altınlaşmak işi veya durumu.
altınlaşmak (nsz) Altın durumu veya görünümü almak.
altınoluk, -ğu is. 1. İşlemeli kadın şalvarı. 2. Altın sırma veya kılaptanla işlenmiş çizgili ipek kumaş ve bu cins kumaşların üstünde bulunan sırma İşlemeli yollar. 3. Sarıkların üstüne sarılan sırma şerit.
altın saatler ç. is. Televizyonun en çok izlenen saatleri.
altın sarısı is. 1. Altının rengi. 2. sf. Bu renkte olan.
altınsı sf. Altını andıran, altma benzeyen, altın gibi, altınımsı.
altın suyu is. kim. Bir kısım konsantre nitrik asit ile üç veya dört kısım konsantre hidroklorik asitten oluşmuş, özellikle platin ve altın vb. metalleri çözmekte kullanılan bir karışım.
altıntop (I) is. bot. Greyfurt (Citrus decumana).
altıntop (II) is. bot. İki çeneklilerden, uzun, dikenli ve kürecikler hâlinde sapları olan bir kaktüs tüm (Trollius ranımculoides).
altın varak, -ğı is. Varak.
altın yağmurcun is. zool. Yağmur kuşu.
altın yıl is. Eşlerin evliliklerinin ellinci yılı.
altın yürekli sf. İyi niyetli, merhametli, altın yürekli olmak çok iyi niyetli olmak, yumuşak huylu görünmek: "O kadar fazla altın yürekli olacağına bir parça daha zarif ve cazibeli bir adam olsaydı." -R. N. Güntekin.
altın yüreklilik, -ği is. Altın yürekli olma durumu.
altıparmak, -ğı (I) is. zool. İri bir tür palamut balığı.
altıparmak, -ğı (II) is. 1. Ayrı renkte altı yolu olan kumaş. 2. Bu kumaştan yapılan gelin giysisi.
altı parmak, -ğı sf. Ellerinde veya ayaklarında altışar parmağı olan (kimse).
altıpatlar is. Altı tane fişek alan toplu tabanca, revolver.
alt ırk is. zool. Aynı ırk içinde yetiştirme amacına ve çevreye bağlı kalınarak değişime uğratılmış ve bu yolla ırk içinde özellikle fizyolojik nitelikleri bakımından kalıtsal sapma gösteren hayvan topluluğu.
altışar sf. Altı sayısının üleştirme sıfatı, her defasında altısı bir arada olan, her birine altı.
altı yol is. Altı yolun birleştiği yer.
altız sf. Bir doğumda dünyaya gelen altı (kardeş).
altimetre is. (aîtime'tre) Fr. altimetre Yükseklikölçer.
alt karşıt is. man. Konusu ile yüklemi aynı olan, biri tikel olumlu, öbürü tikel olumsuz, karşı karşıya konmuş iki önermeden her biri; "Bazı insanlar bilgindirler" ile "Bazı insanlar bilgin değildirler" gibi.
alt kat is. Bir yapının veya aracın katlarından altta bulunan bölümü.
alt kurul is. 1. Belli bir konuyu ele almak amacıyla bir kurul içinden birkaç kişi seçilerek oluşturulan kurul, encümen, komisyon, komite. 2. Meclis veya herhangi bir kurultayda bazı konuları inceleyerek varılan sonuçlan tartışılmak için genel kurula getirmekle görevli, milletvekilleri arasından oluşturulan yardımcı kurul, yarkurul, encümen, komisyon, komite.
altlama is. Altlamak işi.
altlamak (-i) man. Özel diye alınan bir şeye, genel bir kavramın altında yer vermek.
altlı sf. Altı olan: "Düz altlı ev iskarpinlerini çıkararak ayaklarını çekti." -R. H. Karay.
→ altlı üstlü
altlık, -ğı is. 1. Tabak, bardak vb. nesnelerin altına konulan şey: Bardak altlığı. 2. hlk. Hayvanların altına yayılan ot veya saman. 3. hlk. Arabaya koşulan atların yollan kirletmemesi için kuyruğunun altına yerleştirilen torba.
→ ütü altlığı
altlı üstlü zf. Alt ve üst katta olmak üzere, birlikte: Altlı üstlü oturuyorlar.
altmış is. 1. Elli dokuzdan sonra gelen sayının adı. 2. Bu sayıyı gösteren 60, LX rakamlarının adı. 3. sf. Altı kere on, elli dokuzdan bir artık.
→ altmışaltı, altmış dörtlük, dokuzaltmışbeşlik, yedialtmışbeşlik
altmışaltı is. Altmış altı sayı almakla kazanılan bir çeşit iskambil oyunu, altmışaltıya bağlamak geçici bir çözümle durumu kurtarmış görünmek.
altmışar sf. Altmış sıfatının üleştirme biçimi, her birine altmış, her defasında altmışı bir arada olan.
altmış dörtlük, -ğü is. müz. Bir notanın altmış dörtte biri değerinde olan nota.
altmışıncı sf. Altmış sıfatının sıra bildiren biçimi, sırada elli dokuzuncudan sonra gelen.
altmışlık, -ğı sf. 1. İçinde altmış tane bulunan: Altmışlık bir paket. 2. Altmış yaşında olan veya görünen.
alto is. İt. alto müz. 1. Kemanla viyolonsel arası büyük keman, viyola. 2. Kontralto.
alt sınıf is. Bir sınıf içinden ayrılan ikinci derecedeki sınıf.
alt şube is. Bir şube içinde kurulan ikinci derecedeki şube.
alt tabaka is. Tabakalardan altta bulunan.
alt takım is. 1. Bir takım içinde kurulan ikinci derecedeki takım. 2. İniş takımları.
alttan alta zf. Gizlice, el altından: "İhtiyar kadın, dillerin durmadığını, havadisin alttan alta her tarafa yayılmakta olduğunu hissediyordu." -R. N. Güntekin.
alt tarafı is. 1. Geriye kalanı: "Alt tarafı üstümüze düşen neyse onu yerine getirdik." -N. Cumalı. 2. İşin daha sonrası. 3. Değeri, olup olacağı: "Alt tarafı iki biblo ile bir halı her zaman satın alınabilir." -H. Taner.
alt tür is. Bir tür içinde aynlan ikinci derecedeki tür.
altuni is. (altumi:) T. altun + Ar. -ı 1. Altın rengi. 2. sf. Bu renkte olan.
altüst sf. Çok karışık ve dağınık, altüst etmek 1) alt yüzünü üst yüzüne getirmek; 2) çok karışık duruma getirmek, düzenini bozmak: "Kimsenin dokunamadığı düzgün kâğıtlarını ben altüst ederdim." -H. E. Adıvar. 3) zarar vermek, yıkmak: Deprem köyü altüst etti. 4) huzursuz etmek, rahatsızlık vermek: "Kalbini altüst eden yeni durumu orada öğrendi. " -H. E. Adıvar. altüst olmak 1) çok kanşık duruma gelmek; 2) heyecanlanmak, üzülmek, tedirgin olmak, yıkılmak: "Rabia, bu sebepleri dinlerken zihni altüst olurdu." -H. E. Adıvar. 3) rahatsızlanmak: Yediğim yemekten midem altüst oldu.
→ altüst böreği
altüst böreği is. Önce bir yüzü, sonra öbür yüzü kızartılarak pişirilen börek.
alt yanı is. Alt tarafı.
altyapı is. 1. Bir yerleşim yeri veya bir yapı için gerekli olan yol, kanalizasyon, su, elektrik vb. tesisatın tümü. 2. sos. Toplumun ekonomik yapısını oluşturan ve İnsan bilincinden bağımsız olarak biçimlenen üretim ilişkilerinin hepsi, üstyapı karşıtı.
altyapısal sf. Altyapı ile İlgili.
alt yazı is. 1. Gazete, dergi, televizyon programı vb. yayınlarda çıkan resim ve fotoğrafları açıklayan yazı. 2. sin. ve TV Yabancı dildeki bir filmin konuşmalarını çeviri olarak görüntünün altında veren yazı.
alt yazılı sf. Gösterme girdiği ülkenin diline çevrilmiş alt yazısı bulunan (film, görüntü).
alüfte sf. (adüfte) Far. alufte esk. İffetsiz, oynak, cilveli (kadın).
alüftelik, -ği is. Alüfte olma durumu: "İlk, alüfteliği, şakraklığı ile erkeklerin boğazını kesen Anika görünecektir." -S. Birsel.
alümin is. Fr. alumine kim. Suda çözünmeyen, 2050 °C'de eriyen, beyaz bir toz olan alüminyum oksit (A1203).
alümina is. bk. alümin.
alüminyum is. (alümi'nyum) Fr. aluminium kim. 1. Atom numarası 13, atom ağırlığı 26,98 olan, 660 °C'de eriyen, gümüş parlaklığında, beyaz, hafif bir element (simgesi Al): Alüminyum, mutfak kapları yapımında çok kullanılırdı. 2. sf. Bu elementten yapılmış: "Biraz sonra bir besleme kız kocaman bir alüminyum ibriği getirdi." -B. Felek.
→ alüminyum taşı
alüminyum taşı is. min. Korindon.
alüvyon is. Fr. aîluvion Akarsuların taşıyıp yığdıkları balçık, kil vb. çok ince taneli şeylerin kum ve çakılla karışmasıyla oluşan yığın, lığ.
alveol, -lü is. Fr. alveole 1. Torba biçiminde küçük boşluk veya genişlemiş kısım. 2. biy. Akciğerde bronşçukların bittiği bölümde minik kese biçimindeki boşlukların son ucu.
alyan is. İng. ailen tek. Cıvataları çıkarıp takmaya yarayan, altıgen kesitli, L biçiminde alet.
→ alyan anahtarı
alyan anahtarı is. Alyan.
alyans is, Fr. alliance Nişan yüzüğü.
alyon sf. argo Çok zengin (kimse): "İki Dulun Kocası adlı bir taklitti güldürü oynanmış ve Nerval'in gözünde büyümüş büyümüş, alyon kesilmiştir." -S. Birsel.
alyuvar is. anat. Kana al rengini veren, çekirdeksiz, yuvarlak, küçük hücre, eritrosit: Kanın her milimetre küpünde beş milyon kadar alyuvar bulunur.