ak is. 1. Kar, süt vb.nin rengi, beyaz, kara ve siyah karşıtı. 2. sf. Bu renkte olan; "Ablak yüzlü, kısa kesilmiş ak sakallı bir adamdı." -M. Ş. Esendal. 3. Beyaz leke: Bir gözünde ak var. 4. Bazı şeylerde beyaz bölüm: Yumurta akı. Gözün akı. 5. sf mec. Temiz. 6. sf. mec. Dürüst. 7. sf. mec. Sıkıntısız, rahat: Ak günler göresin. (birinin) ak dediğine kara demek inatçılık ederek karşısındaki ile anlaşmaya yanaşmamak, ak don kara don geçitte belli olur akı karası geçitte belli olur. (saça veya sakala) ak düşmek saç ve sakal tek tük ağarmaya başlamak: "Benim bütün saçlarıma, senin sadece şakaklarına ak düşmüş." -R. H. Karay, ak gün ağartır, kara gün karartır mutlu bir yaşayış kişiyi dinç kılar, mutsuz bir yaşayış ise yıpratır, ak köpek kara köpek geçit başında belli olur kimin ne olduğu deney veya sınav sonunda anlaşılır, ak koyunun kara kuzusu da olur iyi bir aileden kötü bir çocuk da çıkabilir, (sakalın) ak mı kara mı Önüne düşünce görürsün şimdiden boşuna düşünme, sonuç belli olduğu zaman anlarsın, ak sakaldan yok sakala gelmek çok yaşlanıp iyice kuvvetten düşmek, akı ak karası kara beyaz tenli, kara gözlü, kara saçlı, akı karası geçitte belli olur bir iddiadaki doğruluğun ancak deney veya sınav sonunda belli olacağını anlatmak için söylenen bir söz. akım derken bokum demek kaba sözünü yolunca söyleyememek, düzensiz şeyler söylemek, akla karayı seçmek bir işi başarmcaya değin çok sıkıntı çekmek, güçlüklerle karşılaşmak: "Ben kendi hesabıma bir parça Fransızca öğrenebilmek için akla karayı seçtim." -B. R. Eyuboğlu.
→ ak ağa, akağaç, akamber, akasma, akbaba, akbakla, akbalık, akbalıkçıl, akbaşına, akbaş, ak benek, akbuğday, akburçak, akciğer, akçöpleme, akdarı, ak demir, akdiken, akdoğan, akdut, ak gözlü, akgünlük, akhardal, ak kan, akkaraman, akkarınca, akkavak, akkefal, akkelebek, akkor, akkuş, akkuyruk, aklevrek, ak madde, akmantar, ak pak, akpas, akpelin, aksakal, aksedir, aksoğan, aksöğüt, aksu, aksungur, ak sülümen, aktavşan, aktöre, aktutma, ak yazılı, ak yel, ak yem, Ak Yıldız, akyuvar, akzambak, yüzü ak, göz akı, yumurta akı, yüz akı
-ak / -ek (I) İsimden isim türeten ek: baş-ak, ben-ek vb.
-ak / -ek (II) Fiilden isim türeten ek: bin-ek, dur-ak, yat-ak vb.
aka is. hlk. Ağabey.
akabe is. Ar. 'akabe Tehlikeli, sarp ve zor geçit.
akabinde zf. Arkasından, hemen arkadan, ardından, hemen ardından: "Kulağı iki kesik tırnak kıskacına aldıktan sonra başı şiddetle sağa sola sarsar, akabinde yanaklarda patlayan iki şimşek alevi gözlerden çıkar." -A. Rasim.
akaç, -cı is. 1. Bir yerde birikip kalan sıvıları, bir işlem sonunda geriye kalan artıkları, gereksiz nesneleri dışarıya akıtmak için kullanılan boru vb. araç. 2. Kanal, ark, su yolu. 3. Yer altı su oluğu.
akaçlama is. 1. Akaçlamak İşi, tefcir, drenaj. 2. Yer altı sularını toplayan tesisat.
akaçlamak (-i) 1. Bir yerde birikmiş suları akıtmak. 2. Bataklıkları akaç yoluyla kurutmak.
akaçlatma is. Akaçlatmak işi.
akaçlatmak (-i) Akaçlama işini yaptırmak.
akademi is. Fr. academie 1. Yüksekokul: Güzel Sanatlar Akademisi. 2. Çıplak modelden yapılmış insan resmi. 3. esk. Bilginler, yazarlar, sanatçılar kurulu: "Cilt cilt eserleri vardır, akademilere onlar girerler, onlar büyük şahsiyetler sayılır." -Y. K. Beyatlı.
→ harp akademileri
akademici is. Kurallara bağlı resim ve heykel çalışması yapan kişi veya sanatçı.
akademicilik, -ği is. Resim veya heykel çalışmasında kurallara bağlılık.
akademik, -ği sf. Fr. academiaue 1. Akademi ile ilgili olan. 2. Bilimsel niteliği olan: "Bunların akademik tartışmalarla geçiştirilmeye tahammülleri yoktu." -M. Taner.
akademisyen is. Fr. academicien Akademi üyesi, öğretim üyesi.
ak ağa is. tor. Saraylarda hizmet gören hadım ağalarının beyaz ırktan olanı: "Yüksek duvarlı, kalın kafesli, siyah bekçili, ak ağalı haremler..."-Ö. Seyfettin.
akağaç, -cı is. bot. Gürgengillerin, kerestesinden yararlanılan beyaz kabuklu bir türü (Zelkova carpinifolia).
akait, -di ç. is. (aka:it) Ar. 'aka'id din b. esk. 1. Bir dinin öğrenilmesi gereken inançlarının ve tapınma kurallarının tümü. 2. Bu kuralları toplayan kitap.
akaju is. Fr. acajou 1. bot. Maun: "Akajudan yapılmış bu narin ve şık dolaplar otuz âşıklı bir kokotun elbise dolaplarına benziyordu." -Ö. Seyfettin. 2. sf. Maundan yapılmış: "Kenarda akaju bir yazıhane duruyordu." -Ö. Seyfettin.
akak, -ğı is. hlk. 1. Yatak. 2. Irmak, dere, çay, küçük akarsu. 3. Suyun ivinti yeri. 4. Eğimi, inişi fazla olan yer.
akala is. Amerikan tohumundan yurdumuzda üretilen bir pamuk türü.
akamber is. T. ak + Ar. 'anber 1. Özellikle amber balığının bağırsaklarından çıkarılan, kül renginde, yapışkan, bükülgen ve misk gibi kokulu olan bir taş. 2. Sıcak ülkelerde yetişen bir ağaçtan (Hymenea) elde edilen katı, güzel kokulu reçine.
akamet is. (aka:met) Ar. 'akamet esk. 1. Kısırlık, verimsizlik. 2. mec. Başarısızlık, sonuçsuzluk: "Bu mücadeleden ruhumun yorgun düştüğünü, akamete mahkûm kaldığını görüyorum." -H. C. Yalçın, akamete uğramak başarısız olmak, sonuçsuz kalmak.
akan yıldız is. astr. Güneş sistemine bağlı, kesin yörüngesi bulunmayan ve bu sebeple atmosferin üst katmanlarına girdiğinde ateş külçesi durumuna dönüşen küçük gök cismi, ağma, şahap, meteor.
akar is. Ar. 'akar esk. Kiraya verilerek gelir getiren ev, dükkân, tarla, bağ vb. mülk, akaret, akar edinmek kira geliri getirecek bir mal sahibi olmak: "Şöyle bir iki parça, sağlam nevinden irat ve akar edinip efendi efendi yan gel, sefana bak." -E. E. Talu.
akar amber is. bot. Asya ve Amerika'da yetişen, odunu ceviz ağacınınkine benzeyen, güzel kokulu öz suyu olan büyük bir ağaç (Liauidambar orientalis).
akarca is. hlk. 1. Kemik veremi. 2. Sürekli işleyen çıban, fistül. 3. Küçük akarsu. 4. Kaplıca.
akaret is. (akaıret) Ar. 'akaret esk. Akar: "Başladı, her ay, akaretlerinden kira toplar gibi, tıkır tıkır faizleri toplamaya." -E. E. Talu.
akarlar ç. is. bot. Gövdeleri halkasız, başları göğüsle birleşik, ağız yapıları ısırıcı, sokucu veya emici örümceğimsiler takımı.
akarsu is. 1. Yeryüzünde, yer altında belirli bir yatak içinde, eğim boyunca sürekli veya zaman zaman akan su. 2. Tek sıra elmastan gerdanlık. 3. sf mec. Kesintisi olmayan, aralıksız. akarsu gibi aralıksız, kesintisiz: "Cevapları pek açık ve akarsu gibi idi." -F. R. Atay.
akaryakıt is. Benzin, gaz yağı, mazot vb. sıvı yakıt.
→ akaryakıt istasyonu
akaryakıtçı is. Akaryakıt satan kimse.
akaryakıtçılık, -ğı is. Akaryakıtçı olma durumu.
akaryakıt istasyonu is. Benzin, gaz, motorin vb. sıvı yakıtların satıldığı yer.
akasma is. bot. Düğün çiçeğigillerden, beyaz çiçek veren, bahçelerde süs çiçeği olarak yetiştirilen sarmaşık Özelliği gösteren bir bitki, yaban asması, orman sarmaşığı, meryemana asması (Clematis vitalba).
akasya is. (aka'sya) Fr. acacia bot. 1. Baklagillerden, sıcak iklimlerde birçok çeşitleri yetişen ve tanen, zamk, boya vb. maddelerinden yararlanılan bir ağaç (Acacia). 2. Baklagillerden, yurdumuzda yetişen bir süs ve gölge ağacı, salkım ağacı, yalancı akasya (Robinia pseudoacacia).
→ yalancı akasya, gümüşi akasya, zamk akasyası
akbaba is. (a'kbaba) 1. zool. Akbabagillerden, başı ve boynu çıplak olan, dağlık yerlerde yaşayan, leşle beslenen, çok yüksekten uçarak keskin gözleriyle çok uzakları görebilen, iri ve yırtıcı bir kuş, kerkes (Vultur monachus). 2. sf. mec. İhtiyar. 3. sf. mec. Çıkarı için başkalarını sömüren.
→ leşçil akbaba, tepeli akbaba
akbabagiller ç. is. zool. Gündüz yırtıcıları alt takımının, kanatları geniş ve büyük olan, iyi uçan büyük kuşları içine alan bir familyası.
akbakla is. hîk. Kuru fasulye.
akbalık, -ğı is. zool. 1. Sazangillerden, eti kılçıklı, yumurtası ile tarama yapılan bir balık (Leuciscus). 2. Akya balığı.
akbalıkçıl is. zool Leyleksilerden, bataklık, ırmak ve göl kıyılarında yaşayan, oldukça büyük, ak renkli bir kuş türü (Egretta alba).
akbasma is. hlk. Katarakt.
akbaş is. (kuş) zool. Yazın kutup bölgelerinde yaşayan, kışın ılık kıyılara göçen, kısa ve ince gagalı, siyah bacaklı bir tür yabani kuş, deniz kazı (Bemicla).
ak benek, -ği is. Gözün saydam tabakasında bir yara veya çıban sonucunda oluşmuş, görmeyi derece derece azaltan beyaz benek.
akbuğday is. bot. Kurak iklime dayanıklı, beyaz kabuklu, ekmeklik buğday.
akburçak, -ğı is. bot. Baklagillerden, burçağa yakın bir bitki cinsi (Lathyrus sativus).
akciğer is. anat. 1. Göğüs kafesinin büyük bir bölümünü içten kaplayan, kanı temizleyen, sağlı sollu iki parçadan oluşan solunum organı. 2. Bronşçukların son bölümü.
→ akciğer göbeği, akciğer kesecikleri, akciğer lopçuğu, akciğer peteği, akciğer zarı
akciğer göbeği is. anat. Akciğerin, iç yan yüzünün hemen arkasında bronş, sinir ve damarların girip çıktığı yer.
akciğer kesecikleri ç. is. anat. Akciğer lopçuğunun parçaları.
akciğerliler ç. is. zool. Karından bacaklı yumuşakçaların tek ciğerle soluk alan bir takımı.
akciğer lopçuğu is. anat. Birçok akciğer keseciğinin birleşerek oluşturduğu parça.
akciğer peteği is. anat. Akciğerlerde solunumda gaz alışverişini sağlayan, hava borucuklarmın sonunu oluşturan kesecik.
akciğer zan is. anat. Göğüs boşluğunun içini ve bu boşluğun içinde bulunan akciğerin dışını kaplayan ince zar, plöra.
akça (I) sf. Oldukça beyaz, beyazca.
→ akçaağaç, akça armudu, akçakavak, akçakesme, akça pakça, akça yel
akça (II) is. bk. akçe. akçaağaç, -cı is. bot. Akçaağaçgillerden süs ağacı olarak da dikilen, tahtası hafif ve sağlam bir ağaç, isfendan (Acer).
akçaağaçgiller ç. is. bot. İki çeneklilerden, örneği akçaağaç olan bir bitki familyası.
akça armudu is. bot. İnce kabuklu, sarı, etli ve sulu bir tür armut.
akçakavak, -ğı is. bot. Akkavak.
akçakesme is. bot. Kesme.
akça pakça sf. Beyaz tenli, güzel (kadın): "Genç karısı ince, uzun boylu, akça pakça bir kadın." -M. Ş. Esendal.
akçasal sf. Parasal.
akça yel is. Güneydoğudan esen yel, keşişleme.
akçe is. 1. Küçük gümüş para. 2. Her tür madenî para: "Ak akçe kara gün içindir." -Atasözü.
→ geçer akçe, geçmez akçe, kalp akçe, sağ akçe, yedek akçe, züyıtf akçe, güvence akçesi, ihtiyat akçesi, kan akçesi, pey akçesi, teminat akçesi
akçeli sf. Paraya bağlı, parayla ilgili, mali: Akçeli haklar.
akçıl sf. Rengini atmış, ağarmış, içinde ak renk bulunan: "Buruşuk, akçıl donhı bir bedevi. " -R. H. Karay.
akçıllanma is. Akçıllanmak işi.
akçıllanmak (nsz) Akçıl duruma gelmek, rengini atmak veya atmış gibi olmak.
akçıllaşma is. Akçıllaşmak işi veya durumu.
akçıllaşmak (nsz) Akçıl duruma gelmiş olmak: "Çatlak ellerde ökçe ve burun yerleri akçıllaşmış delik çoraplar..." -R. H. Karay.
akçıllık, -ğı is. Akçıl olanın dununu.
akçöpleme is. bot. Zambakgillerden, yapraklarının uzun, geniş olması, çiçeklerinin güzelliği dolayısıyla bahçe çiçekleri araşma giren zehirli bir bitki cinsi (Veratrum albüm).
akdarı is. bot. Darı.
akdedilme is. Akdedilmek durumu.
akdedilmek (nsz) Ar. 'akd + T. edilmek Akdetme İşi yapılmak.
ak demir is. Dövme demir.
Akdeniz humması is. tıp Malta humması.
Akdeniz mavisi is. 1. Parlak ve canlı görünümde mavi rengin bir türü. 2. sf. Bu renkte olan.
akdetme is. Akdetmek işi: "Hilmi Bey'in bîr âdeti de kira arabasına bindiği zaman arabacı ile şifahi bir mukavele akdetmesiydi." -S. Ayverdi.
akdetmek, -der (-i) Ar. 'akd + T. etmek Yapmak: "Hükümet tarafından Belgrat'a dostluk muahedesini akdetmek için gönderilmiştim." -Y. K. Beyatlı.
akdiken is. bot. Hünnapgillerden, kırlarda kendiliğinden yetişen, hekimlikte ve boyacılıkta kullanılan, sert odunlu bir ağaç, gövem eriği, geyik dikeni, alıç (Crataegus monogyna).
→ yabani akdiken
akdoğan is. zool. Kartalgillerden bir doğan türü, aksungur.
akdut is. bot. Beyaz renkte olan dut.
akemi is. İki elemanlı mermer yapıştırıcısı.
ak gözlü sf. Gözlerinin rengi pek açık olan ve nazarının hemen değdiğine inanılan (kimse).
akgünlük, -ğü is. Tütsü olarak yakılan bir tür ağaç sakızı.
akhardal is. tıp Hekimlikte iç sürdürücü olarak kullanılan hardal türlerinden biri (Sinapis alba).
akı is. fiz. Herhangi bir kuvvet alanında, belli bir düzlemin belli bir bölümünden geçtiği varsayılan güç çizgileri, seyelan.
→ ışık akısı, ışınım akısı
akıbet is. (a:kıbet) Ar. ‘akıbet 1. Bir iş veya durumun sonu, sonuç: "Sen akıbetini pek hak etmemişe benziyorsun." -R. N. Güntekin. 2. zf Sonunda, Önünde sonunda: Akıbet, iş düzelecek, (bir kimsenin veya bir şeyin) akıbetine uğramak birinin içinde bulunduğu kötü duruma benzer bir duruma düşmek: "Ben Kristof Kolomb'un akıbetine uğramak istemiyorum." -S. F. Abasıyanık.
akıcı sf. 1. Akma özelliği olan. 2. ed. Kolay anlaşılabilen, okunabilen, anlamca açık (anlatım), selis: "Yurdumuzda yirmi yıl kaldığı için akıcı bir Türkçesi var." -H. Taner. 3. Kesintisiz.
→ akıcı ünsüz
akıcılık, -ğı is. 1. Akıcı olma durumu. 2. ed. Söz, yazı ve anlatımın akıcı olma özelliği, selaset.
akıcılık ölçeği is. fiz. Bir sıvının belli sıcaklıktaki akıcılığını ölçmekte kullanılan alet.
akıcı ünsüz is. dbl. Ciğerlerden gelen havanın, ağız boşluğundaki yan kapalı bir engele çarpmasıyla oluşan bol sesli ünsüz (r, l, ğ, y).
akıl, -klı is. Ar. 'akl 1. Düşünme, anlama ve kavrama gücü, us: "Akıl yaşta değil baştadır. " -Atasözü. 2. Hafıza, bellek: "Hâlâ aklımda o tufan yağmuru." -C. S. Tarançı. 3. Öğüt, salık verilen yol: Bu aklı size kim verdi. 4. Düşünce, kanı: "Şimdiki aklım olsaydı bu dükkânın yerine aç bir kahve!" -A. K. Tecer. akıl akıldan üstündür bir kimsenin aklına gelmeyen bir çare, herhangi birinin aklına gelebilir, akıl akıl, gel çengele takıl bir sorunun nasıl çözümleneceğini düşünememe durumunda söylenen bir söz. akıl almak danışmak, görüş almak, akıl almamak inanılacak gibi olmamak, akla uygun gelmemek, akıl almaz inanılacak gibi olmayan, inanılmaz: "Bu hikâye akıl almaz bir aptallıktan başka bir şey değildi." -T. Buğra, akıl danışmak bir konuda birinin görüşünü sormak: "O cinayeti işlemeden evvel gelip bize akıl mı danıştın?" -P. Safa. akıl durdurmak bir şey çok şaşırtıcı nitelikte olmak, insanı şaşırtmak, akıl erdirememek (veya ermemek) ne olduğunu anlayamamak, sırrını çözememek: "Kadınların hâline akıl ermiyor vesselam." -H. E. Adıvar. akıl erdirmek anlamak, sırrını çözmek: "Yaşadığımız müddetçe bu muammaya akıl erdirmek bizim için pek kabil değildi. " -H. C. Yalçın, akıl etmek herhangi bir önlem veya çareyi zamanında düşünmek, vaktinde hatırlamak: "Yalnız bir defa onun çok sevdiği sigara böreğinden getirmeyi akıl ettiler." -H. Taner, akıl havsala almamak akla mantığa sığmamak: "Artık bu kadarım akıl havsala alamaz." -R. H. Karay, akıl için yol (veya tarîk) birdir iyi düşünüldüğünde ayrı ayrı kimselerce varılacak sonuç hep aynıdır, akıl işi değil akla uygun değil, doğru değil, akıl öğretmek nasıl davranacağını göstermek, yol göstermek, akıl vermek: "Molla saf bir ortak samimiyetiyle ona akıl öğretti." -Ö. Seyfettin. (bir şeye) akıl sır ermemek bir İşin niteliğini, gizli yönlerini anlayamamak, (bir kimsede) akıl terelelli pek delişmen, kendisinden ciddi bir düşünce, davranış beklenmeyen (kimse), akıl var, yakın var (veya akıl var, izan var) kafa yormaya gerek yok. akıl vermek bir konuda yol göstermek, akıl öğretmek, akıl yaşta değil, baştadır akıllı olma ile yaşlı olma arasında ilgi yoktur, bazı küçükler büyüklerden daha akıllı olabilir, akıl yormak hatırlamaya çalışmak, zihnini zorlamak: "Aklım yorma, bulamazsın." -R. N. Güntekin. akıl yürütmek 1) herhangi bir konuda fikir vermek; 2) tahminde bulunmak, (bir şey) akılda kalmak akılda yer etmek, unutulmamak, akılda tutmak unutmamak, akıldan çıkarmak düşünmemek, unutmak, umudunu kesmek, akıldan çıkmak unutmak, (bir şey) akıldan çıkmak unutulmak, akıldan çıkmamak unutamamak. akıldan geçirmek bir şey yapmayı düşünmek, tasarlamak, akılları pazara çıkarmışlar, herkes yine kendi akılım almış (veya akıllar gelin olmuş, herkes kendininkini beğenmiş) "insan kendi aklını başkasımnkinden üstün görür" anlamında kullanılan bir söz. Akla (veya akıllara) durgunluk vermek çok şaşılacak bir şey olmak, akla fenalık vermek çok şaşırtmak, çıldırtmak, zıvanadan çıkarmak: "Aman ya Rabbi, akla fenalık verecek hadiseler bundan sonra başladı." -R. H. Karay, akla gelmeyen başa gelir insan ummadığı, düşünmediği şeylerle daima karşılaşabilir, akla gelmez hatırlanamaz, düşünülemez, akla hayale gelmez inanılmaz. akla sığar gibi aklın kabul edebileceği biçimde, makul: Söyledikleriniz akla sığar gibi değil, akla sığmak akim benimseyebileceği ölçülerde olmak: "Ismarlama bir hükümdar soyu bulmak ve yaratmak pek akla sığacak bir yol görünmüyordu." -Yi. C. Yalçın, akla sığmamak aklın benimseyebileceği gibi olmamak, (birinin bir şeyi) aklı almamak 1) anlayamamak, kavrayamamak; 2) bîr şeyin olabileceğine inanmamak; 3) uygun bulmamak: Çocuğun bu geç saatte evden izinsiz çıkıp gitmesini aklım almıyor. aklı başa yaş getirir deneyim, yıllar içerisinde elde edilir, aklı başına gelmek 1) davranışlarının yanlışlığını sezerek doğru yolu bulmak: "O zaman her şey düzelir, erkeğin de aklı başına gelir." -P. Safa. 2) ayılmak, kendine gelmek: "Bir hastalık hâli olduğu anlaşılan bu ilk sersemlikten sonra yavaş yavaş aklı başına gelmektedir." -R. N. Güntekin. aklı başından bir karış yukarı (veya yukarıda) düşünmeden aklına geleni yapan, aklı başından gitmek çok sevinçten veya çok korkudan ne yapacağını şaşırmak: "Bu esnada küçüklerimden ikisinin eksik olduğunu fark etmeyeyim mi? Aklım başımdan gitti." -R. N. Güntekin. aklı başka yerde olmak başka şeyler düşünmek: "Affet Kâmuran, aklım başka yerdeydi. " -R. N. Güntekin. aklı bir yerde olmak düşünülmesi gerekenden başka bir şey düşünmek: "Aklı hep evde, Gülsüm'deydi." -Ö. Seyfettin, aklı bokuna karışmak kaba korkudan şaşırıp ne yapacağını bilememek. aklı çıkmak titizlikle üzerinde durmak, çok korku geçirmek, çok korkmak: Çocuklar evde yalnız diye aklı çıkıyor. Para harcayacak diye aklı çıkıyor, aklı dağılmak düşünceyi belli bir konu, sorun üzerinde toplayamamak. aklı durmak düşünemez bir duruma gelmek, şaşırmak, aklı ermek 1) anlayabilmek: "Kuştur, aklı ermez; ne söylerse onu tekrar eder." -R. H. Karay. 2) akılca olgunlaşmak: "Aklı her şeye eriyor, eli her işe yatıyor." -A. İlhan, aklı fikri bir şeyde olmak düşüncesini bir konuda yoğunlaştırmak: "Aklı fikri bostanda olduğu için bunlardan nasıl ayrılacağım tekrarlıyordu." -O. C. Kaygılı, aklı gitmek 1) şaşırmak, korkmak; 2) çok beğenmek, bayılmak, aklı kalmak beğenilen bir şeyi düşünmekten kendini alamamak, aklı karışmak ne yapacağını bilememek, şaşırmak, bocalamak. aklı kesmek bir şeyin olabileceğine inanmak: "Bu işin içinden yalnız çıkamayacağımı aklım kesti." -S. F. Abasıyanık. aklı kesmemek sonucu tahmin edememek, İlerisini görememek, aklı sonradan gelmek verdiği kararın yanlış olduğunu anlayıp vazgeçmek, aklı takılmak zihni bir şeyle uğraşmak: "Şemsi'nin aklı bu saate takıldı." -H. Taner, aklı yatmak anlamaya başlamak, olacağına inanmak, tatmin olmak: "Gör gözlerinle de aklın yatarsa anlatıver millete." -T. Buğra, aklı zıvanadan çıkmak delirmek, aklını oynatmak, aklıma gelen başıma geldi olmasından korktuğum şey oldu. aklımda! lades oyununa katılanlardan biri ötekine bir şey verirken karşıdakinin "unutmadım" anlamında söylediği söz. aklına bir şey gelmek şüphelenmek: "Beni kitap odanızdan çıkarıp yatak odanıza, mesela bir möble antika göstermek için götürürseniz, kiminin aklına bir şey gelir." -Ö. Seyfettin, aklına düşmek f) hatırlamak: "Kırmızı gül goncasına kavuştu / Sılada sevdiğim aklıma düştü." -Halk türküsü. 2) kafasında bir düşünce doğmak, aklına esmek daha önce düşünmemiş olduğu şeyi birden yapmaya karar vermek: "Merak edecek bir şey yok, aklına esmiş, gelmiş olacak. " -H. E. Adıvar. aklına geleni söylemek rastgele konuşmak, aklına geleni yapmak her istediğini düşünmeden yapmak istemek, aklına gelmek 1) hatırlamak, anımsamak; 2) bir şeyi yapmayı düşünmek, tasarlamak, aklına getirmek 1) hatırlatmak: Yemekten önce şekeri çocuğun aklına getirme. 2) düşünmek: İşin nereye varacağını aklına getirmez, (bir şeyi) aklına koymak 1) bir şey yapmaya kesin olarak karar vermek: "Beni bu Kerim Bey'le evlendirmeyi iyice aklına koymuş." -R. N. Güntekin. 2) çok istemek: "Bir düşünsün, meslekte kalmayı aklına koyuyorsa gecikmesin, vardiyaya buyursun." -Z. Seümoğlu. (biri başkasının) aklına koymak bir kimse birine, bir şey telkin etmek, aklına sığdırmak bir şeyin olabileceğine inanmak, aklı almak, aklına sığmamak 1) anlayamamak, kavrayamamak; 2) olabileceğine inanmamak, aklına şaşayım (veya şaşarım) adı geçen kimsenin akılsızca bir davranışta bulunduğunu anlatan bir söz: "Sana güvenenin aklına şaşayım. " -H. Taner, aklına takmak sürekli olarak bir şeyi düşünmek, bir düşünceye saplanıp kalmak, aklına turp sıkayım tkz. bir kimsenin söylediği veya yaptığı beğenilmediği durumda söylenen bir söz: "Bu soğukta vapurun burasında oturmayı akıl edenin aklına turp sıkayım." -S. F. Abasıyanık. aklına tükürmek argo birinin düşüncesini beğenmemek, kınamak, aklına uymak birinin uygun olmayan görüşüne göre iş yapmak, davranmak: Sorma dedi, çocuk aklına uyduk, aklına yatmak doğru olduğunu kabul etmek, aklına yelken etmek düşüncesizce davranmak veya aklına geleni hemen yapmak, aklında kalmak 1) unutmamak; 2) hatırlamak: "Aklımda kaldığına göre, Raşit çocukla aramızda ancak iki üç aylık bir fark var." -R. N. Güntekin. aklında olsun! unutma! (bir şeyi) aklında tutmak 1) öğrenmek, bellemek; 2) unutmamak, aklından çıkarmamak devamlı hatırlamak, hiç unutmamak: "Ben senin yengenim, amcanın karışıyım, bunu sakın aklından çıkarma!" -P. Safa. aklından çıkmak unutmak, aklından geçirmek bir şey yapmayı düşünmek, tasarlamak: "Aklından geçirdiği gerçekmiş gibi telaşlanmıştı." -N. Cumalı. aklından geçmek düşünmek, aklından zoru olmak arada bir durum ve şartların gerektirdiği gibi davranmamak, aklını başına almak (veya toplamak veya devşirmek) akılsızca davranışlarda bulunmaktan kendini kurtarmak: "Burası Ankara değil, aklını başına al, uslu otur." -R. H. Karay, (bir şey birinin) aklını başından almak bir şey birini düşünemeyecek bir duruma getirmek, çok şaşırtmak: "Beyim böyle latife olur mu? Aklımızı başımızdan aldınız, diye isyan etti." -R. N. Güntekin. aklını başka yere vermek konuşulan konudan başka bir şey düşünür olmak. aklını (bir şeyle) bozmak bir şey üzerine düşerek hep onunla uğraşıp durmak, (bir şey birinin) aklını çalmak ilgisini aşırı derecede çekmek, (birinin) akimi çelmek 1) niyetinden, kararından caydırmak: "Böyle olursa zamanla kızının aklım çelmek kolaylaşırdı. " -N. Cumalı. 2) ayartmak, baştan çıkarmak: "Hasan gelip Reha Bey'in, beni filan gazinoda beklediğini söyleyerek aklımı çeliyordu."-O. C. Kaygılı, aklım kaçırmak 1) delirmek; 2) mec. gereksiz, yersiz iş yapmak, (birinin) aklım karıştırmak birini ne yapacağını bilemez duruma getirmek, şaşırtmak, bocalatmak, aklını oynatmak 1) çıldırmak: "Allah Allah, bu adam gittikçe -aklını oynatıyor." -Y. Kemal. 2) akıl dışı işler yapmak, aklını peynir ekmekle yemek alay şaşkınca ve akılsızca işler yapmak, aklını şaşırmak yerinde olmayan bir iş yapmak, yersiz düşünmek: "Bu kadar genç bir kızla evlenmek için Şakır amca aklını şaşırdı herhalde." -P. Safa. aklını takmak aklına takmak, aklının bir köşesine yazmak ileride hatırlamak üzere hafızaya almak, aklının köşesinden geçmemek hiçbir zaman düşünmemek: "Rahmetliyi suçlamak aklımın köşesinden geçmez." -H. Taner, aklının terazisi bozulmak akıllıca olmayan davranışlarda bulunacak bir duruma düşmek, aklınla bin yaşa şaka akla yakın görülmeyen bir düşünce ileri sürene söylenen bir söz.
→ akıl defteri, akıl dışı, akıl dişi, akıl doktoru, akıl hastanesi, akıl hastası, akıl hocası, akıl kârı, akıl kethüdası, akıl kumkuması, akıl kutusu, akıl zayıflığı, akıllara seza, akıllara zarar, akıllara ziyan, koyma akıl, oyma akıl, akla yakın, akla yatkın, akla zarar, akla ziyan, aklı başında, aklıevvel, aklıselim, aklı sıra, aklı tam ayar
akıl baliğ sf. bk. akil baliğ.
akılcı sf 1. Akılcılıkla ilgili. 2. fel. Akılcılıktan yana olan, usçu, rasyonalist (kimse).
akılcılık, -ğı is. 1. fel. Akla dayanan, doğruluğun ölçütünü duyularda değil, düşünmede ve tümdengelimli çıkarmalarda bulan öğretilerin genel adı, usçuluk, akliye, rasyonalizm, deneycilik karşıtı. 2. sos. Akla ve akıl yolu ile varılan yargıya inanma, akla aykırı veya akıl dışı hiçbir şeyi tanımama davranışı ve tutumu, akliye, rasyonalizm. 3. sos. Bilginin evrensellik ve zorunluluğunun deneyden ve deneye dayanan genellemeden değil, yalnızca akıldan çıkartılabileceğini savunan Öğreti, rasyonalizm.
akıl defteri is. Hatırlanıp yapılması gereken şeylerin yazıldığı küçük defter, not defteri, muhtıra defteri, ajanda.
akıl dışı sf. 1. Akla, gerçeğe, uygun olmayan. 1. fel. Aklın alamayacağı, aklın dışında kalan, us dışı.
akıl dışıcılık, -ğı is. feî. Us dışıcılık.
akıl dişi is. Yirmi yaş sıralarında altlı üstlü ve sağlı sollu, damakların en gerisinde çıkan azı dişi, yirmilik diş, yirmi yaş dişi.
akıl doktoru is. Psikiyatr.
akıl hastanesi is. Akıl hastalarının yatırıldığı hastane.
akıl hastası is. Ruh hastası, deli.
akıl hocası is. 1. Birine yol gösterip akıl öğreten kimse: "Hasibe Teyze mahallenin akıl hocasıdır da..." -Y. Z. Ortaç. 2. Herkese akıl öğretmeye meraklı kimse, akıl kethüdası.
akıl kârı sf. Akla uygun olan, akla yatkın olan. (bir iş) akıl kân olmamak akıllı bir kişinin yapacağı iş olmamak: "Bunu sormadım; akıl kârı olmadığından soramazdım, zaten." -R. H. Karay.
akıl kethüdası is. esk. Akıl hocası.
akıl kumkuması is. esk. Çokbilmiş kimse.
akıl kutusu is. şaka Çok akıllı, zeki kimse.
akıllandırma is. Akıllandırmak işi, durumu.
akıllandırmak (-i) Akimi kullanmasını sağlamak, aklını başına getirmek.
akıllanma is. Akıllanmak işi.
akıllanmak (nsz) 1. Karşılaşılan olayların sonuçlarından yararlanarak davranmak. 2. Uslanmak.
akıllara seza sf. Akla yakışan.
akıllara zarar sf. Akla zarar.
akıllara ziyan sf. Akla zarar.
akıllı sf 1. Gerçeği iyi gören ve ona göre davranan, akil. 2. ünl. Karşısındakinin düşüncesizliğini belirtmek için söylenilen uyarma sözü. 3. alay Düşüncesiz, aptal: Akıllıya bak, bu işten kendisine bir pay çıkarmak istiyor, akıllı düşününceye kadar deli çocuğunu (veya oğlunu) everir kendini akıllı sananlar çok kez akılsız diye tanınanlardan daha az başarı gösterir, akıllı geçinmek kendini çok akıllı sanmak, akıllı köprü arayıncaya dek deli suyu geçer atak kişi tehlikeyi göze alarak İşe girişir ve çabuk sonuç alır. akıllı olmak gerçeklere uygun davranmak: "Mesut olmak için akıllı olmak kifayet eder, baht, talih bunlar boş şeydir!" -M. Ş. Esendal.
→ akıllı uslu, adamakıllı, horoz akıllı, sivri akıllı, uslu akıllı, yarım akıllı
akıllıca sf. (akıllı'ca) 1. Akla yakın, doğru, makul: Akıllıca bir iş. 2. zf Akla yakın, doğru bir biçimde, akilane: Akıllıca konuştu.
akıllılık, -ğı is. Akıllı olma durumu, uyanıklık, akıllılık etmek yerinde ve uygun davranmak.
akilli uslu sf t. Dengeli olan. 2. zf. Akıllı olarak, yaramazlık etmeyerek.
akılsal sf. fel. Düşünceyi ve gerçeği somut değerlerle birbirine bağlayan, hakikati içine alan'.
akılsallaştırma is. 1. Akılsal laştırmak durumu. 2. psikol. Bilinç dışı olayların mantık ve akla dayalı olarak açıklanması.
akılsallaştırmak (-i) Bir şeyi akılsal duruma getirmek.
akılsız sf. Aklı, gerçeği görüp ona göre davranmaya elverişli olmayan, anlayışı kıt: "Sen hükümeti yönetenleri hep bilgisiz, akılsız mı sanırsın?" -N. Cumalı. akılsız başın cezasını ayaklar çeker bir işte düşüncesiz ve ihmalkâr davranan kişi her türlü olumsuz sonuca katlanır, akılsız iti (veya köpeği) yol kocatır bir işte düşüncesiz ve ihmalkâr davranan kişi her türlü olumsuz sonuca katlanır.
akılsızlık, -ğı is. 1. Akılsız olma durumu. 2. Akılsızca yapılan iş veya davranış: "Ben o kadınlardan değilim ki, evin büyüğü ben olacağım diye tutturup akılsızlıklarla ağzımın tadını kaçırayım." -M. Ş. Esendal. akılsızlık etmek düşüncesiz ve yersiz davranmak.
akıl zayıflığı is. Deliliğe kadar varmayan akıl bozukluğu.
akım is. 1. Akma işi. 2,fiz. Hava, su vb. akışkan maddelerin veya elektrik yüklerinin belli bir yönde akışı, yer değiştirmesi, cereyan: Hava akımı. "Gecenin hummalı sessizliği kulaklarında yüksek voltajlı bir elektrik akımı gibi vınlıyordu." -A. İlhan. 3. Sanatta, siyasette, düşünce hayatında ortaya çıkan yeni bir görüş, yöntem, hareket, cereyan tarz: Gerçekçilik akımı. 4. coğ. Debi.
→ akımölçer, akım ölçümü, akımtoplar, alternatif akım, dalgalı akım, dalgalı akım üreteci, doğru akım, fotoakım, hava akımı, indükleme akımı, kol akımı, kültür akımı, trafik akımı
akımcı is. Belli bir akıma bağlı kişi: Akımcı ve kuramcılar.
akımölçer is. fiz. Bir elektrik akımının şiddetini ölçmeye yarayan araç, amperölçer.
akım ölçümü is. coğ. Bir akarsuyun veya kanalın su yolunda bir saniyede akan su hacmini ölçme.
akımtoplar is. fiz. Akümülatör.
akın (I) is. 1. Kalabalık bir şeyin arkası kesilmeyen bir geliş durumunda olması: "Ada'yı bir rençper akını doldurmuştu." -S. F. Abasıyanık. 2. Düşman topraklarına tedirgin etme, yıldırma, çapul vb. amaçlarla toplu olarak yapılan baskın: "Bin atlı, çıkınlarda çocuklar gibi şendik / Bin atlı o gün dev gibi bir orduyu yendik!" -Y. K. Beyatlı. 3. sp. Gol atmak veya sayı yapmak amacıyla karşı takımın sahasına doğru genellikle topluca girişilen hücum, akın etmek 1) toplu olarak gitmek, üşüşmek: "Top seslerini duyan halk sahile akın etmeye başlamışlardı." -F. F. Tülbentçi. 2) düşman ülkesine saldırmak, baskın yapmak.
→ akınkayası, ani akın, hızlı akın, karşı akın, toplu akın
akın (II) is. ed. Kazak-Kırgız Türklerinin saz şairlerine verdiği ad.
akın akın zf. Arkası kesilmeyen kalabalık öbekler durumunda: "Martılar akın akın kayalara dönüyorlar." -S. F. Abasıyanık.
akıncı is. tar. 1. Düşman ülkesine akın yapan savaşçı: "Pencap vadilerine yerleşen akıncılar ana yurtlarını unutuverdiler." -H. C. Yalçın. 2. sp. Forvet.
akıncılık, -ğı is. Akıncı olma durumu, akıncılık etmek düşman ülkesindeki karşı güçleri yıldırmak, tedirgin etmek: "Bu toprakların üzerinde benim ecdadım akıncılık ederken ne kadar mesut ve mağrur idiler." -Ö. Seyfettin.
akındırık, -ğı is. hlk. Reçine, çam sakızı, akma.
akınkayası is. zool. Kaya balığıgiller familyasından derin ve uzaklarda yaşayan ince, uzun bir balık türü.
akıntı is. 1. Akma işi: Musluğun akıntısı bir türlü kesilemedi. 2. Havanın veya suyun herhangi bir yöne doğru yer değiştirmesi, akım, cereyan: "Bataklıklardan kurtulduktan sonra, akıntıyı takip ederek bir köye giriyordum. " -Ö. Seyfettin. 3. Eğiklik, eğim, meyil: Bu damın akıntısı az gelmiş. 4. Çam türü ağaçlarda bulunan reçinenin eriyerek akması olayı. 5. Sıvı yapıştırıcıların ağaç yüzeylerine gereğinden çok sürülmesi ile oluşan durum. 6. tıp Hastalık sebebiyle vücudun herhangi bir yerinden sulu madde akması: "Ertesi sabah, sol kulağımda ağrı ile beraber akıntı başladı." -R. N. Güntekin. akıntıya (veya akıntıya karşı) kürek çekmek olmayacak bir iş uğrunda boşuna çabalamak: "Ancak bugün anlıyoruz ki Mithat Paşa'dan beri o kırkyıllık davada beyhude akıntıya kürek çekmişiz." -Y. K. Beyatlı. akıntıya kapılmak 1) bir akıntının etki alanına girmek, akıntı ile birlikte sürüklenmek; 2) mec. etki altında kalarak bir topluluğun davranışına katılmak.
→ akıntı bilimi, akıntı çağanozu, akınttölçer, deniz akıntısı
akıntı bilimi is. den. Deniz akıntılarım inceleme konusu edinen bilim dalı.
akıntı çağanozu is. 1. Akıntıya kapılmış yengeç. 2. alay Vücudunda göze çarpacak bir çarpıklık bulunan kimse.
akıntılı sf. 1. Akıntısı olan. 2. Eğik, eğimli, meyilli.
akıntıölçer is. coğ. Bir akarsuyun ve kanalın akıntı hızını ve düzeyini Ölçmeye yarayan alet.
akıntısız sf Akıntısı olmayan.
akış is. 1. Akma işi veya biçimi. 2. Geçip gitme, sürüp gitme: Günlerin akışı. Olayların akışı. 3. Akın: "Meğer o akış da Rumeli topraklarında son istila hareketimizmiş." -Y. K. Beyatlı.
→ bilinç akışı, elektron akışı, trafik akışı
akışkan sf fiz. Kendilerine özgü bir biçimleri olmayıp içinde bulundukları kabın biçimini alan (sıvı veya gaz), seyyal, likit.
akışkanlaşma is. Akışkan duruma gelme.
akışkanlaşmak (nsz) Akışkan duruma gelmek.
akışkanlaştırıcı is. Akışkan duruma getirme özelliği olan şey.
akışkanlaştıncılık, -ğı is. Akışkan duruma getirme özelliği olma.
akışkanlaştırma is. 1. Akışkanlaştırmak işi. 2. kim. Akışkanların niteliğini düzeltmek için yoğunlaşan akımı içinde parçacıkların yüzmesini sağlayan yöntem.
akışkanlaştırmak (-i) Akışkan duruma getirmek.
akışkanlık, -ğı is. Akışkan olma durumu.
akışma is. db. Kulağa hoş gelen veya kolayca söylenen seslerin özelliği.
akışmalı sf. Akışma özelliği olan.
akışmasız sf. Akışma Özelliği olmayan.
akışmaz sf. fiz. Dış etkenlerin tesiriyle akışmazlığı değişmeyen, durağan.
akışmazlık, -ğı is. Akışmaz veya durağan maddenin durumu.
akıtma is. 1. Akıtmak işi. 2. Hayvanların, özellikle atların alınlarında bulunan ve burunlarına doğru uzanan beyaz leke. 3. Un, süt, yağ, yumurta, şeker veya pekmezle yoğralarak cıvık bir duruma getirilen hamurun kızgın sac üzerinde pişirilmesiyle yapılan bir çeşit tatlı. 4. hlk. Enli bilezik.
akıtmak (-i, -e) Akmasını sağlamak, akmasına yol açmak, dökmek.
akıtmalı sf. Alnında akıtması olan (hayvan).
akide (I) is. (aki:de) Ar. 'akide din b. Bir şeye inanarak bağlanış, inanç, din inancı: "Akidesini esvap gibi değiştirebilen, vicdanım adi bir eşya gibi satan insanlar bu dünyada az değildir." -Ö. Seyfettin, akideyi bozmak doğru bilinen bir inanış veya gidişten ayrılmak.
→ akidesi bozuk
akide (II) is. (aki:de) Ar. 'akide Şekerin kaynatılarak katılaşması yolu ile yapılan, renkli ve kokulu, ağızda güç eriyen şeker, akide şekeri: "Ağızları ve elleri yaladıkları akideden kıpkırmızı bir hâlde geçiyorlardı." -Y. K. Beyatlı.
→ akide şekeri
akidesi bozuk, -ğu sf. İnancı bozulmuş olan (kimse).
akide şekeri is. Akide (II).
akik, -ği is. (aki:k) Ar. 'akikjeol. Kalseduan kuvarsının bir türü olan, yüzük taşı, mühür vb. yapmakta kullanılan, türlü renklerde, yarı saydam, parlak ve değerli bir taş: "Kabartmaların ortalık yerine de akik ve Necef taşlar serpiştirilmiştir." -S. Birsel.
akil sf. (a:kil) Ar. 'âkil esk. Akıllı: "Ne akilem ne divane / Gel gör beni aşk neyledi." -Yunus Emre.
akilane zf. (a:kilâ:ne) Ar. 'âkil + Far. -üne esk. Akıllıca.
akil baliğ sf. (aıkil ba:liğ) Ar. 'âkil + baliğ Ergen, akil baliğ olmak ergenleşmek.
akim sf (aki:m) Ar. 'akım esk. 1. Kısır, verimsiz, döl veremeyen. 2. Sonuçsuz, başarısız, akim kalmak sonuca ulaşamamak, başarı sağlayamamak.
akis, -ksi is. Ar. 'aks 1. Işık veya ses dalgalarının yansıtıcı bir yüzeye çarparak geri dönmesi, yansıma, yankı: "İkide birde barutla infilak akisleri geliyordu." -Y. K. Beyatlı. 2. Bir cismin parlak bir yüzeyde görünmesi: "Mehtap, iri güller ve senin en güzel aksin / Velhasıl o rüya duruyor yerli yerinde." -Y. K. Beyatlı. 3. m'ec. Bir şeyin başka bir şey üzerinde yarattığı etki. 4. kim. ve fiz. Evirtim. 5. man. Evirme, akis uyandırmak bir konunun üzerinde düşünülmesine, tartışılmasına yol açmak, ilgi veya tepki yaratmak.
→ aksetmek, aksettirmek, aksiseda, aksülamel
akit, -kdi is. Ar. 'akdhuk. esk. 1. Sözleşme. 2. Nikâh.
→ akit vaadi, akdetmek, bey akdi, hizmet akdi, iş akdi
âkit, -di sf. (a:kit) Ar. 'âkid Bağıtçı.
akit vaadi is. huk. Ön sözleşme.
ak kan is. anat. Lenf.
→ ak kan yangısı
ak kan yangısı is. tıp Adenit.
akkaraman is. zool. Vücudu beyaz, ağız, burun, göz etrafı, kulak ve ayaklarda siyah lekeler bulunabilen, kaba karışık yapağılı, Orta ve Doğu Anadolu'nun batı kesimlerinde yaygın olarak yetiştirilen yerli bir tür koyun.
akkarınca is. zool. Düz kanatlılardan, sıcak veya ıhman ülkelerde yaşayan, bitkilere çok zarar veren bir böcek cinsi, termit (Termes).
akkarıncalar ç. is. zool. Ağız parçaları iyi gelişmiş, iri başlı, ısırıcı böcekler topluluğu, termitler.
akkavak, -ğı is. bot. Söğütgillerden, yapraklarının altı beyaz olan bir kavak türü, akçakavak, Hollanda kavağı (Populus alba).
akkefal, -Ii is. zool. Sazangillerden bir cins tatlı su balığı (Albumus).
akkelebek, -ği is. zool. Hemen bütün meyve ağaçlarında tomurcuk düşmanı sayılan, iri ak kanatları kaim, kara damarlı bir kelebek (Aporia crataegi).
akkor sf. Işık saçacak beyazlığa varıncaya kadar ısıtılmış olan: Akkor kömür.
akkorluk, -ğu is. Akkor olma durumu.
akkuş is. zool. Atmaca, yırtıcı bir kuş.
akkuyruk, -ğu is. bot. Tadını artırmak için çay harmanına katılan beyaz bir çay türü.
-akla / -ekle Bazı fiillerin sıklık çatılarını türeten ek: it-ekle-, tart-akla- vb.
aklama is. Aklamak işi, ibra.
→ aklama belgesi
aklama belgesi is. Alacak verecek kalmadığını gösteren belge, ibraname.
aklamak (-i) huk. 1. Suçsuz veya borçsuz olduğu yargısına vararak birini temize çıkarmak, tebriye etmek, ibra etmek. 2. mec. Başarılı gösterilmek, değerli olarak nitelendirilmek: "Bir kitabın çok satmasında o kitabı aklayıcı nedenler pek özel durumlara bağlıdır." -N. Cumalı.
aklan is. coğ. 1. Sularını bir denize veya göle gönderen bölge, maile: Karadeniz aklanı. 2. Bir dağ sırasının yamaçlarından her biri.
aklanma is. huk. Aklanmak işi.
aklanmak (nsz) 1. Ak olmak, temizlenmek: Bu çamaşır ne aklanır ne paklanır. 2. huk. Hakkında dava açılan sanığın, yargılama sonunda suçsuz bulunması, temize çıkmak, beraat etmek.
aklaşma is. Aklaşmak işi.
aklaşmak (nsz) Ak duruma gelmek, ağarmak, beyazlaşmak.
aklaştırma is. Aklaştırmak işi.
aklaştırmak (-i) Aklaşmasını sağlamak, beyazlaştırmak.
akla yakın sf. Aklın benimseyebileceği, aklın kabul edebileceği nitelikte olan.
akla yakınlık, -ğı is. Akla yakınlık olma durumu.
akla yatkın sf. Uygun, akıllıca, makul.
akla yatkınlık, -ğı is. Akla yatkın olma durumu.
akla zarar sf. Çok şaşılacak, şaşkınlığa uğratacak, akla ziyan, akıllara zarar, akıllara ziyan.
akla ziyan sf Akla zarar: "Hele yabancı dil eğitimi yapan okulların sayısı, akla ziyan!" -A. İlhan.
aklen zf. Ar. 'aklen esk. Akıl gereğince, akıl yönünden.
aklevrek, -ği is. zool. Tatlı su levreği.
akü sf. Beyazı bulunan, beyaz renkli: "Arabacı, içkinin söndürdüğü fersiz, kabarık, aklı gözlerini kızın yüzüne yanaştırarak fısıldadı. " -P. Safa.
→ aklı karalı
aklı başında sf. 1. Sürekli akıllı davranan: "Belçikalıların aklı başında aydınları, bu sergi organizasyonlarını bir yüz karası sayıyorlar. " -H. Taner. 2. Doğru dürüst, kusursuz: "Bazı günler ne aklı başında ve rabıtalı bir insandır." -M. Yesari. aklı başında olmamak İyi düşünebilir durumda olmamak.
aklıevvel sf. (a'klıevvel) Ar. 'akl + evvel 1. Akıllı. 2. Akıllı geçinen: "Bizde de bir aklıevvel çıksa, şu son durumda yaraya şifa verecek neler söylerdi diye düşündüm." -H. Taner. 3. Densiz, münasebetsiz, sağduyu sahibi olmayan. 4. is. esk. Yaradılıştan gelen zekâ.
aklıevvellik, -ği is. Aklıevvel olma durumu.
aklık, -ğı is. 1. Ak olma durumu. 2. Kadınların makyaj için yüzlerine sürdükleri beyaz bir sıvı, düzgün.
→ yüz aklığı
aklı karalı sf. Akı ve karası olan, beyazlı siyahlı: "İki turnam gelir aklı karalı /Birin avcı vurmuş biri yaralı." -Halk türküsü.
aklınca zf. (aklı'nca) alay Düşüncesine göre, aklı sıra: "Allah'ı ileri sürerek kadınları ayartacak aklınca!" -R. H. Karay.
aklıselim is. (a'klıseli:m) Ar. 'akl + selim 1. Sağduyu. 2. Sağduyu sahibi.
aklıselimlik, -ği is. Aklıselim olma durumu.
aklı sıra zf. Aklınca, sandığına göre, düşünüşüne göre, umduğuna göre: "Ne olacak; aklı sıra adamcağızı avlamaya çıkmış." -R. N. Güntekin.
akü tam ayar sf Aklı yerinde: "Zaten bu ailede aklı tam ayar kimse yoktur." -H. R. Gürpınar.
akli sf. (akli:) Ar. 'aklı esk. Akılla ilgili, akla dayanan, akılsal: "Akli muvazenesi pek sağlam bulunmadığı için serbest bırakıldı." -S. F. Abasıyanık.
akliyat ç. is. (akli:ya:t) Ar. 'akliyyât esk. Akıl yolu ile kazanılan bilgiler.
akliye is. Ar. 'akliyye tıp esk. 1. Akıl hastalıkları ile ilgili hekimlik kolu: Akliye hekimi. 2. Akıl hastalıkları ile ilgili hastane bölümü. 3. sos. Akılcılık.
akliyeci is. 1. tıp Akıl hastalıkları uzmanı. 2. Akılcı, usçu.
akliyecilik, -ği is. 1. Akliyeci olma durumu. 2. Akliyecinin işi.
akma is. 1. Akmak işi. 2. hlk. Reçine, çam sakızı, akındırık.
→ akma hançer, akma sının
ak madde is. anal. Demet durumundaki sinir liflerinden oluşan beynin İç, omuriliğin dış tabakası.
akma hançer is. Ortası oluklu hançer.
akmak, -ar (nsz, -e) 1. Sıvı maddeler veya çok ince taneli katı maddeler bir yerden başka bir yere doğru gitmek: "Eskiden Sakarya, bu köprünün altından akarmış." -S. F. Abasıyanık. 2. Bu gibi maddeler aşağıya, yere düşmek: Üstünden sular akıyor. 3. Sıvı bir madde bir yerden çıkmak. 4. Bir kap veya bir yer, içindeki veya üstündeki sıvıyı sızdırmak: Kova akıyor. Dam akıyor. 5. Art arda ve toplu olarak gitmek: "Öfkeli insanlar, el ele, omuz omuza Taksim'e doğru akıyorlardı. " -Y. Z. Ortaç. 6. Kumaş yıpranıp iplikleri erimeye başlamak: "... çarşafın kumaşı da yer yer akmış, buruşmuştu." -R. H. Karay. 7. Boya birbirine karışmak. 8. Sürüp gitmek: "Nedim divanında bir kaside vardır, müjgân üstüne, hicran üstüne, umman üstüne kafiyeleri ve redifleriyle akar." -Y. K. Beyatlı. 9. mec. Zaman çabuk geçmek. 10. mec. Karışmak, katılmak. 11. argo Çabucak savuşmak, ortadan kaybolmak, akacak kan damarda durmaz herhangi bir zarar karşısında bunun kaçınılmaz olduğunu anlatarak avundurmak için söylenen bir söz. akan sular durmak itiraza, söyleyeceği söze yer kalmamak, akıp gitmek zaman çabuk geçmek: "Ebediyete akıp giden her on senede..." -Atatürk, akmasa da damlar çok değilse bile, az çok bir gelir veya kazanç sağlar.
→ akan yıldız, akarsu, akaryakıt
akman sf. Bozulmamış, saf, temiz.
akmantar is. bot. Tadı güzel ve besleyici bir tür mantar, keçi mantarı (Agaricı/s campestris).
akma sınırı is. fiz. Malzemenin belirli bir gerilme uygulanmasıyla sınırlı ve kalıcı deformasyona uğraması veya belirlenen toplam uzamaya maruz kalması durumundaki mukavemeti.
akmaz is. coğ. Durgun su, gölet.
akne is. Fr. acne tıp Yağ bezlerinin deri üzerinde oluşturduğu iltihaplı sivilce.
akompanyatör is. Fr. accompagnateur müz. Bir parça çalındığı zaman ses veya bir aletle ona katılan kimse, eşlik eden.
akonitin is. Fr. aconitine kim. Boğan otundan çıkarılan ve hekimlikte kullanılan zehirli bir madde.
akont is. Fr. acompte tic. Bir borca karşılık, hesabı daha sonra görülmek üzere yapılan kısmi ödeme.
akor is. Fr. accord müz. Üç veya daha çok sesin bir arada tınlaması.
akordeon is. müz. Akordiyon.
akordeoncu is. Akordiyoncu.
akordiyon is. Fr. accordeon 1. müz. Üstündeki düğmelere veya tuşlara basarak metal dilcikleri titretme yolu ile çalınan körüklü, elde taşınabilir bir çalgı, akordeon, armonika. 2. Kumaşlarda makine ile yapılmış kırma: "Her adım atışında koyu lacivert akordiyon eteği hakikaten bir armonik gibi açılıp kapanıyordu." -M. Yesari.
akordiyoncu is. Akordiyon çalan kimse.
akordu bozuk, -ğu sf. Birbirini tutmayan, uyumsuz, akortsuz.
akort, -du is. Fr. accord müz. 1. Bir çalgıda doğru ses vermesi için yapılan ayar, düzen. 2. Armoniyi sağlayan seslerin birleşmesi. 3. mec. Uyum. akort etmek (veya yapmak) çalgıların seslerini ayarlamak, düzenlemek.
→ akordu bozuk
akortçu is. Piyano ve org vb. müzik aletlerini ayarlamayı meslek edinmiş kimse.
akortlama is. Akortlamak işi.
akortlamak (-i) Akort etmek.
akortlanma is. Akortlanmak işi.
akortlanmak (nsz) Akortlama işi yapılmak.
akortlatma is. Akortlatmak işi.
akortlatmak (-i) Akortlama işini yaptırmak.
akortlu sf. Akordu olan, akort edilmiş.
akortsuz sf. 1. Akordu olmayan, akort edilmemiş. 2. mec. Birbirini tutmayan, uyumsuz.
akortsuzlaşma is. Akortsuzlaşmak işi.
akortsuzlasın ak (nsz) Akordu bozulmak.
akortsuzlaştırma is. Akortsuzlaştırmak işi.
akortsuzlaştırmak (-i) 1. Ses düzensizliği veya ayarsızlığı meydana getirmek. 2. tekno. Radyoda bir ayar frekansında sapma meydana getirmek.
akortsuzluk, -ğu is. 1. Ses düzensizliği veya ayarsızlığı. 2. tekno. Radyoda gerçek ayar frekansı ile doğru değeri arasındaki sapma.
ak pak sf. 1. Bembeyaz, temiz, parlak: "Ak pak gerdanı, bileziklerle dolu kolları ile görürüz Fahriye Ablayı." -N. Cumalı. 2. mec. Saçı sakalı ağarmış.
akpas is. bot. Lahana, turp, şalgam, karnabahar vb. bitkilerin kök dışındaki bütün bölgelerine yerleşebilen, özellikle semizotugillerde karşılaşılan yosunumsu mantar (Albugo candida).
akpelin is. bot. Pelin.
akraba ç. is. (akraba:) Ar. akribâ 1. huk. Kan veya evlilik yoluyla birbirine bağlı olan kimseler, hısım: "Geceleyin, babam, amcam, akrabamız, hepsi istasyonda idiler." -Y. K. Beyatlı. 2. Oluşma yönünden aynı kaynağa dayanan şeyler: Akraba diller. 3. mec. Biri, diğerinin doğurduğu sonuç veya olgular: Zulüm zorbalıkla akrabadır, akraba çıkmak konuştuktan sonra akraba olduklarını anlamak, akraba olmak evlilik yoluyla yakınlık kurmak.
→ akraba diller, hısım akraba, uzak akraba, yakın akraba
akraba diller ç. is. dbl. Aynı ana dilden gelen diller: ingilizce ile Fransızca gibi.
akrabalık, -ğı is. Akraba olma durumu.
→ dil akrabalığı
akran ç. is. (akra:n) Ar. akran Yaş, meslek, toplumsal durum vb. bakımından birbirine eşit olanlardan her biri, boydaş, taydaş, öğür: "Babası silik, adsız bir berberken çocuk bütün akranlarını çekerek dükkânını canlandırdı."-N. Cumalı.
akranlık, -ğı is. Akran olma durumu.
akreditasyon is. Fr. accreditation Denklik.
akreditif is. Fr. accreditif ekon. 1. Güven yazısı, güven hesabı: "Akreditifi açtırmadan ithal edilecek malı karşılık olarak gösterme olanağı yok." -Ç. Altan. 2. Kredi mektubu.
akrep, -bi (I) is. Ar. 'akreb zool. Akreplerden, sıcak ve nemli yerlerde yaşayan, kıvrık ve kalkık kuyruğunda zehirli bir iğnesi olan böcek (Scorpio).
→ su akrebi
akrep, -bi (II) is. Ar. 'akreb Saatin iki ibresinden küçüğü: "Rengi kararmış bir saat; ne yelkovanı var ne akrebi." -S. M. Alus. akrep gibi her fırsatta sözleriyle başkalarını incitme veya onlara kötülük etme durumunda olan.
Akrep, -bi öz. is. Ar. 'akreb asir. Zodyak üzerinde Terazi ile Yay arasında yer alan burcun adı.
akrepler ç. is. zool. örümceğimsilerin, örneği akrep olan takımı.
akrobasi is. Fr. acrobatie Cambazlık, akrobatlık.
akrobat is. Fr. acrobate Cambaz.
akrobatlık, -ğı is. Cambazlık.
akromatik, -ği sf. Fr. achromatigue fiz. 1. Beyaz ışığı çözümlemeden geçiren, renksemez: Akromatik mercek. Akromatik teleskop. 2. bot. Hücrede boyayı kabul etmeyen (bölüm).
→ akromatik iğ iplik
akromatik iğ iplik, -ği is. biy. Mitozun ilk evresi sonunda bütün hücrelerde beliren ve hücre boyalarıyla pek boyanamayan İğ biçimindeki oluşum.
akromatin is. Fr. achromatine biy. Hücre çekirdeği içindeki ince iplikçiklerden yapılmış, kromatin ile boyanmamış olan kromozomları oluşturan bölüm.
akromatopsi is. Fr. achromatopsie tıp Renk körlüğü.
akromegali is. Fr. acromegalie tıp Genel gelişme bittikten sonra el, çene, burun vb. vücudun sivri kısımlarındaki kemiklerin kalınlaşması, büyümesi veya uzaması: Hipofızin ön bölümünün fazla çalışmasından akromegali hastalığı meydana gelir.
akronim is. İng. acronym dbl. Kısma ad.
akropol, -lü is. Fr. acropole Eski Yunan şehirlerinde, en önemli yapıların ve tapmakların bulunduğu iç kale.
akrostiş is. Fr. acrostiche ed. Her dizenin ilk harfi yukarıdan aşağıya doğru okunduğunda ortaya bir söz çıkacak biçimde düzenlenmiş manzume, muvaşşah, tevşih.
aks is. Fr. axe Dingil.
aksak, -ğı sf. 1. Aksayan, hafifçe topallayan. 2. mec. İyi gitmeyen, iyi işlemeyen: İşin aksakyönü. 3. is. müz. Türk müziğinde oldukça kıvrak bir usul. 4. is. ed. Eski Yunan ve Latin şiir ölçüsünde, sondan bir önceki hecesi kısa olacak yerde uzun olan dize. aksak eşekle yüksek dağa çıkılmaz eksik araçla sağlıklı iş yapılmaz.
→ ağır aksak, yürük aksak, raks aksağı, Türk aksağı
aksakal is. 1. Köyün veya mahallenin İhtiyar heyetinde olan kimse. 2. Ermiş, evliya.
aksaklık, -ğı is. Aksak olma durumu: "Gördüğüm aksaklıklar varsa belirtmemi istediler. " -H. Taner.
aksam ç. is. (aksa:m) Ar. aksam Kısımlar.
aksama is. Aksamak işi: "Aradan yedi sekiz ay geçmiş, hiç aksama olmamıştı ödemelerde." -Y.Z. Ortaç.
aksamak (nsz) 1. Hafifçe topallamak. 2. mec. Bir iş gereği gibi yürümemek, geri kalmak.
aksan is. Fr. accent 1. Bir ülkenin insanlarına veya bir çevreye özgü söyleyiş özelliği: "Sade akıcı ve temiz aksanı ile değil davranışları ile de Türk'ten ayırt edemezsiniz." -H. Taner. 2. dbl. Vurgu.
→ aksanı bozuk
aksanı bozuk, -ğu sf. Bir dildeki kelimeleri doğru söyleyemeyen (kimse).
aksata is. Ar. ahz + i'tâ' Alışveriş, ahzüita: "Şarap satacağım, ben aksatama bakarım." -H. R. Gürpınar.
aksatış is. Aksatma işi veya biçimi.
aksatma is. Aksatmak işi.
aksatmak (-i) Aksamasına yol açmak, bir işi gereği gibi yürütmemek: Havanın bozulması ekim işini aksattı.
aksayış is. Aksama işi veya biçimi.
akse is. Fr. acces tıp Hastalık nöbeti, kriz: Hafif bir kalp aksesi geçirdi.
→ kalp aksesi
aksedir is. bot. Kaplaması mobilyacılıkta kullanılan, açık kahverengi öz odunlu olan bir ağaç (Thuya occidentalist).
akselerograf is. Fr. accelerographe fiz. İvmeyazar.
akselerometre is. (akselerome'tre) Fr. accelerometrefiz. İvmeölçer.
akseptans is. İng. acceptance 1. eğt. Yabancı ülkelerde okuyacak öğrenciler için gönderilen kabul belgesi. 2. tic. Poliçelerin üzerine "kabulümdür" biçiminde yazılarak altı imzalanan açıklama, kabul.
aksesuar is. Fr. accessoire 1. Bir aletin, bir makinenin işlevine katılmayan, ancak kendine özgü ayn bir yaran bulunan alet, araç veya nesne. 2. Kadın giyiminde giysiyi bütünleyen ayakkabı, çanta, kemer, şapka, eldiven, mücevher vb. eşya. 3. tiy. Konunun gerektirdiği ölçüde kullanılan, bir sahne içinde yer alan veya oyuncunun dekor gereği kullandığı çeşitli eşya.
aksesuarcı is. 1. Aksesuar satan kimse. 2. Aksesuarı hazırlayan kimse. 3. Aksesuar kullanmasını seven kimse.
aksesuarcılık, -ğı is. Aksesuarcı olma durumu.
aksetme is. Aksetmek işi.
aksetmek, -der (nsz) (a'ksetmek) Ar. 'aks + T. etmek 1. Ses bir yere çarpıp geri dönmek, yankılanmak, yankı vermek: "Aksetti uyanmış tepelerden sırasıyla / Dağ dağ o güzel ses bütün etrafı gezindi." -Y. K. Beyatlı. 2. (-e) Işık bir yere vurmak: "Bulunduğumuz yeri sarayın tek parça, geniş camlarından akseden avize ışıkları aydınlatıyordu." -R. H. Karay. 3. (-e) Bir ışık veya bir şekil düz ve parlak bir yüzeye çarpıp orada aynen görünmek, yansımak: Durgun suya akseden ağaçlar. 4. Evirmek, tersine çevirmek. 5. (nsz) mec. Ulaşmak, yayılmak, duyulmak: Olay basına aksetti.
aksettirme is. Aksettirmek işi.
aksettirmek (-i, -e) (a'ksettirmek) Ar. 'aks + T. ettirmek 1. Sesi yankılamak. 2. Işığı yansıtmak. 3. Haberi, durumu, ulaştırmak, yaymak, duyurmak.
aksırık, -ğı is. Herhangi bir sebeple burun zarının gıcıklanması sonucu solunum kaslarının birdenbire kasılmasıyla ağız ve burundan hızlı, gürültülü soluk boşalması olayı, aksırma, hapşırma, hapşırık.
aksırıklı sf. Aksırığa tutulmuş, aksırığı olan, sık sık aksıran, hapşırıklı.
→ aksırıklı tıksırıklı
aksırıklı tıksırıklı sf. Yaşlı, hastalıklı.
aksırış is. Aksırma, aksırma biçimi: "Kollarını açıp üç kişilik yer kaplayarak yemek yiyişi, aksırışı ve gülüşü çekilmez." -S. F. Abasıyanık.
aksırma is. Aksırmak işi.
aksırmak (nsz) Burun zarlarının gıcıklanması ile solunum kaslarının birdenbire kasılması üzerine, ağız ve burundan hızlı, gürültülü soluk boşaltmak, hapşırmak: "Açığa aksır, mikropları üstümüze savurma." -B. Felek.
aksırtma is. Aksırtmak işi.
aksırtmak (-i) Birinin aksırmasına sebep olmak, hapşırtmak.
aksi sf. 1. Ters, zıt, karşıt, olumsuz, menfi: "Salıncağın ipini sallandığı istikametin aksine çekti." -O. C. Kaygılı. 2. Uygun olmayan: "Kusura bakma abla! Aksi zamana rastladı. Gazozları yetiştiremedik." -A. K. Tecer. 3. İnatçı, hırçın, huysuz: "Ben bu aşçı kadar çılgın ve aksi insan görmedim." -R. N. Güntekin. aksi gibi istenmediği hâlde, aksilik olarak: "Aksi gibi, benim hiç durmadan esneyeceğim geliyor, hapşırmak istiyordum." -Ö. Seyfettin, aksi hâlde yoksa; öyle olmazsa, aksi şeytan işler yolunda gitmediği zaman "ne kadar ilgisiz, münasebetsiz" anlamlarında kullanılan bir söz. aksi takdirde aksi hâlde, aksi tesadüf "şanssızlığa bak" anlamında kullanılan bir söz.
→ aksi aksi
aksi aksi zf. Olumsuz bir biçimde, ters ve kızgın olarak: "Sütnine bu kadına aksi aksi baktı." -R. N. Güntekin.
aksilenme Aksilenmek işi.
aksilenmek (nsz) Aksileşmek, lıuysuzlanmak: "E, hadi yürü yahu. Seninle mi uğraşacağız diye aksilendi." -H. Taner.
aksileşme is. Aksileşmek işi.
aksileşmek (nsz) Huysuzlanmak, huysuzluk etmek, ters davranmak, inatçılık etmek: Öfkelenince büsbütün kekemeleşir, aksileşirdi.
aksilik, -ği is. 1. Terslik, zıtlık, karşıtlık. 2. mec. İnatçılık, huysuzluk. 3. mec. Bir işin yolunda gitmemesi durumu, uygunsuzluk, elverişsizlik: "Dönmeyi kararlaştırmış da olsa, bir aksilik, mutlaka bir aksilik, benim saadetime engel olacaktı." -T. Buğra, aksilik çıkmak engel ortaya çıkmak: Pazarlık bitecek gibiyken bir aksilik çıktı, aksilik etmek güçlük çıkarmak, uyuşmaya yanaşmamak, huysuzluk etmek, inatçılık etmek, ters davranmak, aksiliği tutmak güçlük çıkarmak, inadında direnmek, aksiliği üstünde olumsuz davranışlı: "Hacı Ömer'in bütün aksiliği üstündeydi." -R. N. Güntekin.
aksine zf. Tersine: "Dikkatle dinlemiyordu bu haberleri. Aksine gittikçe artan bir güvensizlik duyuyordu söylenen sözlere." -N. Cumalı.
aksiseda is. (a'ksiseda:) Ar. 'aks + sadü esk. Yankı.
aksiyom is. Fr. axiome man. Belit: "Matematik aksiyomları andıran deminki kesin sözlerinde, şimdi birer spekülasyon esnekliği hissolunuyordu." -Y. K. Karaosmanoğlu.
aksiyon is. Fr. action 1. Bir kuvvetin, maddi bir etkenin, bir düşüncenin ortaya çıkması. 2. İnsan etkinliğinin veya iradesinin açığa çıkması. 3. Hareket, iş. 4. tic. Sermayenin belirli bir bölümü. 5. tic. Hisse senedi. 6. tiy. Bir oyuncunun sahne üzerindeki hareketi, bu hareketten ortaya çıkan gelişim. 7. tiy. Oyunun temasını geliştiren başlıca olay, hikâye, gelişim.
aksiyoner is. Fr. actionnaire ekon. Hisse sahibi, hissedar.
aksoğan is. bot. Ada soğanı.
akson is. (a'kson) Fr. axone anat. Sinir uyarmalarını sinir hücresinden ileriye uzatmaya yarayan, sinir hücrelerinin uzantılarından en belirli ve uzun olanı.
aksona is. (akso'na) den. Vurgun hastalığına karşı uygulanan emniyet durakları.
aksöğüt, -dü is. bot. Söğütgillerden, kabukları eczacılıkta kullanılan bir söğüt türü (Salix alba).
aksu is. hlk. Katarakt.
aksungur is. zool. Akdoğan.
aksülamel is. (a'ksülâmel) Ar. 'aks + 'amel esk. Tepki, reaksiyon: "Hassasiyeti etrafta hiçbir aksülamel uyandırmazdı." -Y. K. Beyatlı.
ak sülümen is. kim. Cıva ile klorun birleşimi olan, çok zehirli, beyaz bir toz, süblime, sülümen.
akşam is. 1. Gündüzün son ve gecenin ilk saatleri. 2. Gece: "Şimdi, gelelim dün akşam bahsi geçen yüzük hikâyesine..." -Y. K. Karaosmanoğlu. 3. Akşam ezanı. 4. Akşam namazı, akşam ahıra sabah çayıra hayatta yiyip içip yatmaktan başka kaygısı olmayanlar için söylenen bir söz. akşama kalmak iş gecikmek, bitmemek, akşamdan kalmış (veya kalma) geceki sarhoşluğun mahmurluğunu taşıyan, akşamdan kavur, sabaha savur 1) kazandığını günü gününe harcayan tutumsuz kimselerin durumunu anlatmak için kullanılan bir söz; 2) söylediği sözü tutmayan kişiler için kullanılan bir söz. akşamdan sonra merhaba iş işten geçtikten, olan olduktan sonra gösterilen ilgi için söylenen bir söz. akşamı bulmak (veya akşamı etmek) akşamlamak, günü bitirmek, akşamın işini sabaha (veya yarına) bırakma bugün yapılması gereken bir İşi ertesi güne bırakmak sakıncalıdır, akşamlar (veya akşam şerifler) hayrolsun! akşam vakti kullanılan esenleme sözü, iyi akşamlar!
→ akşam azadı, akşam ezanı, akşam gazetesi, akşam güneşi, akşam karanlığı, akşam namazı, akşam pazarı, akşam piyasası, akşam saati, akşamsefası, akşam simidi, akşamüstü, akşamüzeri, akşam vakti, akşam yeli, Akşam Yıldızt, sabah akşam, akşama doğru, akşama kadar, akşama sabaha, akşamdan akşama, akşamlı sabahlı
akşama doğru zf. Gündüzün akşama yakm bir zamanında, akşamdan: "Birbirlerine veda ederek akşama doğru dağıldılar." -A. Mithat.
akşama kadar zf. Bütün gün, ara vermeden.
akşama sabaha zf. Neredeyse, pek yakında, kısa bir zaman içinde: "Azıcık ağır davransak, kadın bizi akşama sabaha kapı dışarı atacak." -H. R. Gürpınar.
akşam azadı is. (akşam aza:dı) Ders çıkışı, ders paydosu: "Akşam azadında dayağı yiyen çocuğu tuttum." -Ö. Seyfettin.
akşamcı is. 1. Akşamları içki içme alışkanlığında olan kimse. 2. Çalışması akşama rastlayan kimse. 3. Çalışmalarım daha yoğun olarak akşam saatlerinde yapan kimse.
akşamcılık, -ğı is. Akşamcı olma durumu: "Bu grup, rakı, meze, ut gibi akşamcılık levazımına maliktiler; yiyecekleri ve içecekleri boldu." -Y. K. Beyatlı. akşamcılık etmek akşamcılar içki içmek amacıyla bir araya gelmek: "Biraz şiir karıştırmış olanlardan çoğu içerler, alişamcılık ederlerdi." -M. Ş. Esendal.
akşamdan zf. Akşama doğru: Akşamdan uyuklamaya başladı.
→ akşamdan akşama
akşamdan akşama zf Her akşam üst üste.
akşam ezam is. 1. din b. Günün dördüncü namaz vaktini bildiren ezan: "Akşam ezanı sularında sofraya oturulurdu." -A. Ş. Hisar. 2. zf Güneşin battığı sıralar.
akşam gazetesi is. Baskısı öğleden sonra, özellikle akşama doğru yapılan gazete.
akşam güneşi is. 1. Etkisi azalmış gün ışığı. 2. mec. Yaşlılık donemi.
akşam karanlığı is. Alaca karanlık.
akşamki sf Akşam olan, akşam yapılan: "Akşamki ziyafeti düşünmemek için Avrupa hatıralarına isteyerek dönüyordu." -S. F. Abasıyanık.
akşamlama is. Akşamlamak dununu, işi.
akşamlamak (nsz, -de) 1. Bütün günü bir yerde veya bir işte geçirerek akşama erişmek, akşamı bulmak: Ben sana çabuk dön dedim, sen ise orada akşamladın. 2. Akşamı bir yerde geçirmek. 3. Ay dolunay durumundan sonra geç doğmak.
akşamları zf. 1. Akşam vakti. 2. Her akşam: "Akşamları ikişer üçer kadeh içer, karşılıklı iç dökerdik." -N. Cumalı.
akşamlatma is. Akşamlatmak işi.
akşamlatmak (-i) Akşamı yaptırmak, akşamı buldurmak veya ettirmek.
akşamleyin zf (akşa'mleyin) Akşam saatlerinde, akşam olduğunda, akşam vakti.
akşamlık, -ğı sf. 1. Akşama özgü olan. 2. zf. Akşam için: "Bu akşamlık onu mazur görmelerini rica ederek." -S. F. Abasıyanık.
→ akşamlık sabahlık
akşamlık sabahlık zf. Nerede ise, kaçınılmaz sonuç pek yakında.
akşamlı sabahlı zf. Her akşam ve her sabah.
akşam namazı is. din b. Akşam vakti kılınan namaz.
akşam pazarı is. Pazarlarda, işportalarda akşama doğru tezgâhta kalmış malların ucuz fiyatla satılışı.
akşam piyasası is. Akşamüzerleri belli bir yerde yapılan gezinti.
akşam saatiz/ Akşam vakti, akşamleyin.
akşamsefası is. bot. İki çen eki ilerden, gece açan küçük kokulu çiçekleri olan, otsu bir bitki, gece sefası (Mirabilis jalapa).
akşam simidi is. İkindiüzeri çıkarılan taze, susamlı simit.
akşamüstü zf. Güneşin battığı sıralarda, akşama doğru, akşam yaklaşırken: "Akşamüstü iki çikolatayı geveleyiverdi." -S. F. Abasıyanık.
akşamüzeri zf. Akşamüstü.
akşam vakti is. Akşam için belirlenen süre.
akşam yeli is. Akşamları esen serin rüzgâr: "Akşam yeli nedameti söyler." -C. S. Tarancı.
Akşam Yıldızı öz. is. astr. Çoban Yıldızı.
akşın sf. tıp Kıllarında ve gözlerinde, bazen de derisinde doğuştan boya maddesi bulunmadığı için her yanı ak olan (hayvan veya insan), çapar, albinos.
akşınlık, -ğı is. Akşın olma durumu, albinizm.
aktar is. Ar. 'attâr 1. Baharat veya güzel kokular satan kimse. 2. Baharat veya güzel kokular satan kimse dükkân. 3. İğne, iplik, baharat, zarf, kâğıt, tütün vb. satan kimse. 4. hlk. İğne, iplik, baharat, zarf, kâğıt, tütün vb. satan dükkân.
aktarıcı is. 1. Dam kiremitlerini aktarıp kırıkları yenileyen kimse. 2. sin. ve TV Görüntüyü bir bölgeden başka bir bölgeye ileten araç. 3. sp. Voleybolda öbür oyuncuların vurması için topu, ağın üzerine yükselten oyuncu.
aktarıcılık, -ğı is. Aktarıcı olma durumu.
aktarılma is. Aktarılmak işi.
aktarılmak (nsz) Aktarma işine konu olmak: "O, şimdi kulaktan kulağa aktarılan anekdotları, nefis ve veciz esprileri ile anılageliyor." -H. Taner.
aktarım is. 1. Aktarma işi, nakil. 2. psikol. Psikoterapide hastanın terapiste ruhsal yapısı üzerinde etkili olmuş deneyim ve ilişkilerini aktarması.
→ bitki aktarımı, kan aktarımı, para aktarımı, organ aktarımı
aktarış is. Aktarma işi veya biçimi.
aktariye is. (akta:riye) Ar. 'attâriyye esk. Aktarın sattığı şeyler.
aktarlık, -ğı is. Aktarın yaptığı iş.
aktarma is. 1. Aktarmak işi. 2. Bir taşıttan başka bir taşıta geçme: "Bebek'ten aktarma Rumeli kıyısı vapurları bulunurdu." -R. H. Karay. 3. Sürülmemiş tarlayı ilk veya İkinci kez sürme. 4. Arılan bir kovandan ötekine geçirme. 5. ed. Alıntı. 6. sp. Bir oyuncunun topu kendi takımından bir başka oyuncuya göndermesi. 7. tic. Para aktarımı, aktarma etmek aktarmak, aktarma yapmak 1) bir taşıttan ötekine geçmek; 2) bütçede bir bölümden başka bir bölüme Ödenek geçirmek.
→ dam aktarma, damar aktarma, şeker aktarması
aktarmacı is. Aktarma işini yapan kimse.
aktarmacılık, -ğı is. Aktarma işi, aktarma işiyle uğraşma.
aktarmak (-i, -den; -e) 1. Bir şeyi bir yerden, bir kaptan başka bir yere veya kaba geçirmek. 2. Bir şeyin yolunu, yönünü değiştirmek. 3. Bir dilden başka bir dile çevirmek, tercüme etmek. 4. Bir lehçeyi başka bir lehçeye uyarlamak. 5. Toprağı altı üstüne gelecek biçimde iyice bellemek. 6. İletmek, bildirmek: "Derdim size aktarıp arınmış, sizi zehirleyip bırakmıştır." -H. Taner. 7. Bir tekniğe göre biçimlendirmek, uyarlamak. 8. Bir kitabı, genellikle Kur'an'ı başından sonuna kadar okumak. 9. (-i) Çatı kiremitlerinin kırık ve bozuk olanlarının yerlerine sağlamlarını koymak: Kiremitleri aktarmak. 10. ed. Alıntılamak: "Onun yerine Salah Birsel'in bir şiirini aktaracağız." -S. Birsel.
aktarmalı sf. Belli bir süre sonra İnilip başka bir taşıta binilmesini gerektiren: Aktarmalı tren.
aktarmasız sf. Belli bir süre sonra inilip başka bir taşıta binilmesini gerektirmeyen: Aktarmasız uçak.
aktartma is. Aktartmak işi yaptırmak.
aktartmak (-i) Aktarma işi yaptırtmak.
aktavşan is. zool. Bir cins iri çöl sıçanı (Jaculus).
aktif sf. Fr. actif 1. Etkin, canlı, hareketli, çalışkan, faal. 2. Etkili, etken. 3. dbl Etken. 4. is. ekon. Bir ticarethanenin, ortaklığın para ile değerlendirilebilen mal ve haklarının tümü. (bir işte) aktif rol oynamak etkili olmak.
→ aktif fiil, aktif metot, radyoaktif izotoplar
aktif fiil is. dbl. Etken.
aktifleşme is. Aktif duruma gelme.
aktifleşmek (nsz) Canlı, hareketli, etkili olmak, aktif duruma gelmek.
aktifleştirme is. Aktifleştirmek işi.
aktifleştirmek (-i) Aktifleşmesini sağlamak, aktif duruma getirmek.
aktiflik, -ği is. Etkinlik.
aktif metot, -du is. eğt. Öğrencilerin, kişisel çalışmalarını ve iş yapma yeteneklerini geliştirmeyi sağlayan bilimsel yöntem.
aktif taşıma is. biy. Bir maddenin hücre zarından enerji harcanarak hücre içine veya dışına taşınması.
aktinit is. Fr. actinite kim. Aktinyum, toryum, protaktinyum, tulyum, plütonyum, amerikyum, küriyum ve berkelyum radyoaktif elementlerinin ortak adı.
aktinoloji is. (aktinolöji) Fr. actinologie Güneş ışınlarının hem insan hem de bütün canlılar üzerinde etkisini inceleyen bilim dalı.
aktinolojik, -ği sf. (aktinolöjik) Fr. actinologiaue Aktinoloji ile İlgili.
aktinyum is. (akti'nyum) Fr. actinium kim. Atom numarası 89, atom ağırlığı 227 olan radyoaktif bir element (simgesi Ac).
aktinyumlu sf. Özünde aktinyum bulunduran.
aktivite is. Fr. activite Etkinlik.
aktivizm is. Fr. activisme fel. Eylemcilik.
aktör is. Fr. acteur 1. Uy. ve sin. Erkek oyuncu: "Bir tiyatro kumpanyasında aktör oldum." -H. E. Adıvar. 2. mec. Olduğundan başka türlü görünen kimse.
→ başaktor
aktöre is. Ahlak.
aktörlük, -ğü is. 1. Aktörün görevi, aktörün yaptığı iş: "Tiyatro ve aktörlük onun için biçilmiş kaftandı." -O. C. Kaygılı. 2. mec. Olduğundan başka türlü görünme, kendini başka türlü gösterme.
aktris is. Fr. actrice tiy. ve sin. Kadın oyuncu: "Matmazel, sizin mükemmel bir aktris olduğunuzu işitiyorum." -P. Safa.
→ başaktris
aktutma is. tıp Albümin işeme.
aktüalite is. Fr. actuaüte 1. Güncellik. 2. Günün olayı veya konusu: Günün aktüalitesi. Aktüalite filmi aktüalitesini kaybetmek güncelliğini yitirmek.
aktüalizm is. Fr. actualisme fel. 1. Geçmiş jeolojik olayların bugünkülere bakarak açıklanabileceğini ileri süren öğreti, edimselcilik. 2. Kuvveden fiile geçmiş olan hâl.
aktüel sf Fr. actuel 1. Güncel. 2. fel Edimsel.
aktüelleşme is. Güncelleşmek durumu.
aktüelleşmek (nsz) Güncelleşmek.
aktüelleştirme is. Güncelleştirme durumu.
aktüelleştirmek (-i) Güncelleştirmek.
aktüellik, -ği is. Güncellik.
aktüer is. İng. actuaire ekon. İstatistiklere dayanarak sigorta primlerini, risklerini hesaplayan kimse.
aktüeryal, -li sf. İng. actuarial ekon. Sigorta risklerine ve istatistiklere dayanan.
akupunktur is. Fr. acupuncture, acuponcture Vücudun belirli noktalarına genellikle altın iğne batırarak yapılan tedavi.
akur sf. Ar. 'alcür esk. 1. Azgın, kızgın (hayvan): "Ben, akur bir kuvvetin üstünde uçuyor gibi, pek çabuk yakınlaşan uzaklara bakıyor, bu azgın ata bindikçe daima duyduğum şeyleri tekrar hissediyordum." -Ö. Seyfettin. 2. Kudurmuş, kuduz, kuduruk.
akustik, -ği is. Fr. acoustiaue fiz. 1. Yankı bilimi. 2. Yankılanım.
→ mekân akustiği
akut sf. İng. acute tıp İvegen.
akuzatif is. Fr. accusatif dbl. Belirtme durumu.
akü is. fiz. Akümülatör.
akümülatör is. (akümülatör) Fr. accumuîateur fiz. Elektrik enerjisini kimyasal enerji olarak depo eden, istenildiğinde bunu elektrik enerjisi olarak veren cihaz, akımtoplar, akü.
akva (I) sf Ar. akva esk. Kuvvetli, sağlam.
akva (II) is. Bir tür sırmalı ve köstekli bıçak: "Beline akva adı verilen som sırmalı ve köstekli bir bıçak takan kızlar ağası..." -S. Birsel.
akvam ç. is. (akvam) Ar. akvam esk. Kavimler.
akvarel is. Fr. aauarelle Sulu boya resim.
akvaryum is. (akva'ryum) Fr. aguarium Tatlı veya tuzlu su hayvanlarının ve su bitkilerinin yapay bir ortamda beslendiği cam su kabı.
akvaryumcu is. Akvaryum İşiyle uğraşan kimse.
akvaryumculuk, -ğu is. 1. Akvaryumcunun mesleği. 2. Süs balığı beslemeciliği.
akya balığı is. (a'kya balığı) zool. Uskumrugillerden, ufak pullu, 10-15, bazen de 50-60 kg gelen bir balık, akbalık (Lichia amia).
ak yazılı sf. Bahtlı, şanslı.
ak yel is. hlk. Güneyden esen rüzgâr, lodos.
ak yem is. İzmarit, istavrit, uskumru vb. balıkların beyaz etinden yapılan ve oltada kullanılan yem.
Ak Yıldız öz. is. hlk. Çoban Yıldızı.
akyuvar is. onat. Kan ve lenf vb. vücut sıvılarında bulunan çekirdekli, yuvarlak hücre, lökosit.
akzambak, -ğı is. bot. Zambakgillerden, süs bitkisi olarak yetiştirilen, çiçeği diş ve yüz şişlerinin tedavisinde kullanılan bir bitki (Lilium candidum). -al- / -el- İsimden fiil türeten ek: az-al-, çoğal-, düz-el-, kör-el- vb.