ağ (I) is. 1. İplik, sicim, tel vb. ince şeylerden kafes biçiminde yapılmış örgü: Balık ağı. Tenis ağı. 2. Örümcek vb. hayvanların salgılarıyla oluşturdukları örgü. 3. mec. Ülke yüzeyine yaygınlaştırılmış örgü, şebeke: Demir ağlarla ördük anayurdu dört baştan. 4. mec. Tuzak: "Onu, ağına düşmüş bir av gibi ne öldürdü ne ondurdu." -S. Ayverdi. 5. sp. Oyun alanını ortadan ikiye bölen veya kale direkleri arkasına gerilen, iple yapılmış örgü. 6. sp. Çaprazlama örgü ile yapılan ve kale direkleri arkasına gerilen örgü, file. ağ atmak (veya bırakmak) balık avlamak için denize ağ salmak, ağ çekmek yakalanan balıkları toplamak için ağı sudan çıkarmak, ağına düşürmek tuzağına düşürmek.
→ ağbenek, ağbeneklilik, ağ iğnesi, ağ ipliği, eğ kayığı, ağ kepçe, ağ kurdu, ağ kurşunu, ağ mantarlar, ağ tabaka, ağ tonoz, ağ torba, ağ yatak, Genel Ağ, alamana ağı, bilgisayar ağı, bilişim ağı, boru ağı, çektirme ağı, çevirme ağı, dalyan ağı, dip ağı, ıstakoz ağı, iletişim ağı, karides ağı, marya ağı, sürtme ağı, voli ağı
ağ (II) is. Donun veya pantolonun apış arasına gelen yeri, apışlık.
ağa is. 1. Geniş toprakları olan, sözü geçen, varlıklı kimse: "Bu köyün ağası ben miyim, o mu..." -T. Buğra. 2. Halk arasında sayılan ve sözü geçen erkeklere verilen unvan: Mehmet ağa. Hüseyin ağa. 3. Büyük kardeş, ağabey: "Köye varınca ağamdan parasını muhakkak alır, sana veririm." -E. İ. Benice. 4. Okur yazar olmayan yaşlıca kişilerin adlarıyla birlikte kullanılan san. 5. tar. Osmanlı İmparatorluğunda bazı kuruluşların başında bulunanlara verilen resmî san: Yeniçeri ağası. Çarşı ağası. 6. Koca. ağa borç eder, uşak harç ağa para sıkıntısı içinde olup borç etse de, uşak, bunu anlamaz ve bol harcamayı sürdürür, ağanın alnı terlemezse ırgadın burnu kanamaz işveren işçisi ile birlikte çalışmazsa işçi işe var gücüyle sarılmaz, ağanın eli tutulmaz zengin olarak düşünülen kişiden anılmaya değer bir bağış beklenildiğini belirten bir söz.
→ ağababa, ağabey, ağa kapısı, ağa yamağı, ak ağa, hacıağa, hıyarağa, iç ağa, silahtar ağa, acemi ağası, alkış ağası, çarşı ağası, eyyam ağası, hadım ağası, harem ağası, hıyarağası, kahve ağası, kantar ağası, kapı ağası, kızlar ağası, kolağası, köy ağası, tatar ağası, yalı ağası, yeniçeri ağası
ağababa is. 1. Dede, ata: "Onun ağababası bizim de büyük ceddimiz sayılır." -H. R. Gürpınar. 2. sf. Bir yerde, bir topluluk İçinde etkili olan, sözü geçen, ileri gelen (kimse). 3. ünl. Sanı "ağa" olan babaya çocuğunun sesleniş sözü.
ağabey is. 1. Büyük erkek kardeş, aka: "Ağabeyi ile fısıl fısıl konuştular, birlikte sevindiler. " -R. H. Karay. 2. ünl. Saygı ve sevgi göstermek üzere yaşça büyük olan erkeklere söylenen bir seslenme sözü: "Geçmiş olsun ağabey, ne oldu sana böyle?" -O. C. Kaygılı.
→ kahve ağabeyi
ağabeylik, -ği is. Ağabey olma durumu, ağabeylik etmek (veya yapmak) Birini ağabey gibi korumak, gözetmek: Doğrusu, o bana ağabeylik etti.
ağacımsı sf. Ağaçsı.
ağaç, -cı is. 1. bot. Meyve verebilen, gövdesi odun veya kereste olmaya elverişli bulunan ve uzun yıllar yaşayabilen bitki. 2. sf. Bu gibi bitkilerin gövdesinden ve dallarından yapılan: Ağaç tekne. 3. Direk, ağaç olmak argo bir yerde ve ayakta çok beklemek: Neredesin yahu, seni bekleye bekleye ağaç olduk, ağaca çıkan keçinin dala bakan oğlağı olur çocuklar ana ve babalarından öğrendiklerini yapmaya özenirler, ağaç yaşken eğilir çocuklar küçük yaşta kolay eğitilir, ağaca çıksa pabucu yerde kalmaz davranışlarına engel olacak hiçbir takıntısı yok. ağaca dayanma kurur, adama (veya insana) dayanma ölür insan yapacağı işte başkalarına değil, kendine güvenmelidir, ağacı kurt, insanı dert yer kurt ağacı nasıl içten İçe kemirirse dert de insanı içten içe yer bitirir.
→ ağaç arısı, ağaç balı, ağaç bilimi, ağaç biti, ağaç çileği, ağaçdelen, ağaç ebegümeci, ağaçkakan, ağaç kaplama, ağaç kavunu, ağaçkesen, ağaç kurbağası, ağaç kurdu, ağaç küpesi, ağaç mantarı, ağaç minesi, ağaç mobilya, ağaç nemi, ağaç oyma, ağaç parkı, ağaç sakızı, ağaç sansarı, ağaç serçesi, ağaç yılanı, acı ağaç, akağaç, akçaağaç, başağaç, karaağaç, kızılağaç, kokak ağaç, kokar ağaç, kör ağaç, top ağaç, aselbent ağacı, ağı ağacı, amber ağacı, avize ağacı, badem ağacı, ban ağacı, bilader ağacı, çayağacı, çivit ağacı, çabuk ağacı, dantel ağacı, darağacı, demir ağacı, ekmek ağacı, gazoz ağacı, günlük ağacı, hayat ağacı, Hint yağı ağacı, hurma ağacı, İdris ağacı, iğ ağacı, İpek ağacı, kâfur ağacı, kâğıt ağacı, kandıra ağacı, karayemiş ağacı, kardeşkanı ağacı, kartal ağacı, katran ağacı, kene ağacı, kına ağacı, kısmet ağacı, lale ağacı, lastik ağacı, mabet ağacı, mantar ağacı, maya ağacı, mercan ağacı, mersin ağacı, meyve ağacı, mum ağacı, Noel ağacı, oya ağacı, öd ağacı, özek ağacı, papaya ağacı, paşa ağacı, pelesenk ağacı, peygamber ağacı, peynir ağacı, porsuk ağacı, sabun ağacı, sakız ağacı, salkım ağacı, sandal ağacı, sapot ağacı, servi ağacı, soy ağacı, süt ağacı, şeker ağacı, tespih ağacı, tik ağacı, yakı ağacı, yalancı öd ağacı, zamk ağacı
ağaç arısı is. zool. Düzgün kanatlı, kuyruğunda yumurtlama hortumu olan, 3-4 cm boyunda ağaç zararlısı.
ağaç balı is. Erik, kayısı vb. ağaçlardan sızan zamk.
ağaç bilimi is. Botaniğin ağaçları inceleyen dalı,den droloji.
ağaç biti is. zool. Yarım kanatlılardan, bitkiler üzerinde yaşayan, sıçrayıcı bir böcek türü (Psylla).
ağaççık, -ğı is. bot. Taflan gibi, dallan dibinden başlayarak çatallanan küçük ağaç.
ağaççılık, -ğı is. Ağaç yetiştirme işi.
ağaç çileği is. bot. Ahududu.
ağaçdelen is. zool. Yuva yapmak için ağaçları oyan böcek.
ağaç ebegümeci is. bot. Ebegümecigillerden, boyu yüksek bir ot (Lavatere).
ağaçkakan is. zool. Serçegillerden, gagasıyla ağaçları oyabilen ve ağaç kurtlarını yiyerek beslenen, uzun gagalı kuş (Picus).
ağaç kaplama is. Konut duvarlarını yalıtmak ve güzelleştirmek amacıyla ağaç veya ağaç ürünlerinden yararlanılarak yapılan kaplama.
ağaç kavunu is. bot. 1. Turunçgillerden, Akdeniz ülkelerinde yetişen, taç yapraklan mavimsi pembe, küçük bir ağaç (Citrus medica). 2. Bu ağacın iri bir limon görünüşündeki buruşuk kabuklu yemişi.
ağaçkesen is. zool. Zar kanatlılardan, kurtçukları en çok gül fidanları üzerinde yaşayarak yapraklara zarar veren, kara renkli bir böcek (Hylotoma).
ağaç kurbağası is. zool. Kurbağagillerden, boyu 3-5 cm olan, sırtı yaprak yeşili, ağaçlara tırmanan bir kurbağa türü (Hyla arborea).
ağaç kurdu is. zool. Ağaçları kemirerek beslenen sinek kurtçuğu.
ağaç küpesi is. bot. Hatmi.
ağaçlama is. Ağaçlamak işi.
ağaçlamak (-i) Ağaçlandırmak.
ağaçlandırılma is. Ağaçlandırılmak işi.
ağaçlandırılmak (nsz) Ağaçlı duruma getirilmek.
ağaçlandırma is. Ağaçlandırmak işi.
ağaçlandırmak (-i) Bir yeri ağaçlı duruma getirmek: "Orman içinden nakledilen köyler halkına ait araziler, devlet ormanı olarak derhâl ağaçlandırılır." -Anayasa.
ağaçlanma is. Ağaçlanmak işi.
ağaçlanmak (nsz) Ağaçlı duruma gelmek.
ağaçlaşma is. 1. Ağaçlaşmak durumu. 2. fiz. Bitki şekilleri gösteren ve akiklerde olduğu gibi maden filizlerinin gerek yüzeyinde gerek içlerinde rastlanan doğal desen.
ağaçlaşmak (nsz) Ağaç durumuna gelmek.
ağaçlı sf. Ağacı olan: "İki yanı ağaçlı yol ta dış kapıya kadar uzayıp gidiyordu." -M. C. Kuntay.
ağaçlık, -ğı is. 1. Ağaç öbeği. 2. Ağacı bol olan yer: "Kendilerini saklayabilmek için yan tarafa, ağaçlığa doğru koştular." -M. Ş. Esendal.
ağaçlıklı sf. Ağacı bol olan (yer): "Burası şehrin en iyi semtlerinden birinde ve ağaçlıklı, sakin bir sokakta idi." -T. Buğra.
ağaç mantarı is. bot. Ağaçta biten bazitli mantar (Collybia velutipes).
ağaç minesi is. bot. Mine çiçeğigillerden, bahçelerde süs bitkisi olarak yetiştirilen, kırmızı, mor çiçekli bir ağaççık (tantana).
ağaç mobilya is. Oturma, yemek yeme, çalışma, yatma vb. işlerin yapılmasında kolaylık ve rahatlık sağlayan, parçalarının büyük çoğunluğu masif, lifli, yongalı ve tabakalı ağaç malzemeden yapılan, taşınabilir veya sabit olarak kullanılan eşya.
ağaç nemi is. tek. Ağaçta bulunan su miktarının, aynı ağacın mutlak kuru ağırlığına oranı.
ağaç oyma is. tek. Oyma baskı sanatlarından düz bir baskı tekniği.
ağaç parkı is. Örnek olabilecek çeşitli ağaçların ve bitkilerin bilimsel amaçlarla yetiştirildiği alan, arboretum.
ağaç sakızı is. bot. Reçine.
ağaç sansarı is. zool. Sansargillerden, sırtı koyu esmer, kamı daha açık, iyi tırmanan, postu değerli bir memeli türü,. zerdeva (Martes martes).
ağaç serçesi is. zool. Dağ serçesi.
ağaçsı sf. Ağacı andıran, ağaca benzeyen, ağaç gibi, ağacımsı.
ağaçsız sf. Ağacı olmayan.
ağaçsızlık, -ğı is. Ağaçsız olma durumu.
ağaç yılanı is. zool. Su yılanıgillerden, 120 cm kadar uzunlukta, ağaçlar üzerinde yaşayan bir tür yılan.
ağa kapısı is. tar. Yeniçeri ağasının dairesi.
ağalanma is. Ağalanmak işi.
ağalanmak (nsz) Ağa tavrı takınarak çalım yapmak.
ağalık, -ğı is. 1. Ağa olma durumu. 2. Kibar ve cömertçe davranış: "Ağalığını ve eşraflığını hiç unutmamıştı." -F. R. Atay.
→ hacıağalık, hıyarağalık
-ağan / -eğen Fiilden sıfat ve isim yapma eki: dur-ağan, gez-eğen, ol-ağan, piş-eğen, yatağan vb.
ağarık, -ğı sf. Aklaşmış, rengi solmuş: "Kırk yaşım aşmış, şakakları ağarık, uysal, eğik." -T. Dursun K.
ağarma is. 1. Ağarmak işi. 2. Tan atma, şafak sökme.
ağarmak (nşz) 1. Beyazlaşmak: "Sakalı ağardı, fakat gönlü kocamadı." -N. Nâzım. 2. Rengi solmak. 3. Şafak sökmek: "Bir gün ortalık ağarmadan Kadıköy'den vapura bindim." -N. Ataç.
ağartı is. 1. Uzaktan ancak seçilebilen, belli belirsiz bir aklık. 2. hlk. Süt, yoğurt, peynir, ayran vb. yiyecek ve içecekler.
ağartılma is. Ağartılmak işi.
ağartılmak (nsz) Temizlenmek, beyazlatılmak.
ağartma is. Ağartmak işi.
ağartmak (-i) 1. Ak duruma getirmek, beyazlatmak. 2. Kuyumculukta gümüşü temizlemek.
ağa yamağı is. tar. Yeniçeri ağasına bağlı emir çavuşu.
ağbenek, -ği is. 1. bot. Açıklı koyulu kahverengi ağ görünüşünde olan, arpa yapraklarına yerleşerek oldukça önemli zararlara yol açan asklı mantar. 2. Bu mantarın ortaya çıkardığı ekin hastalığı.
ağbeneklilik, -ği is. Arpa bitkisinde görülen mantar hastalığı (Pyrenophora).
ağcı is. Ağ ile balık tutarak geçinen kimse.
ağcık, -ğı is. bot. Palmiyelerde çiçeklerin dibinin çevresindeki telli km.
ağcılık, -ğı is. Ağ ile balık tutma.
ağda is. Ar. 'akide Kaynatılarak çok koyu ve yapışkan bir macun durumuna getirilen pekmez veya limonlu şeker eriyiği, ağda yapmak vücuttaki fazla tüyleri ağda ile almak, temizlemek.
ağdacı is. 1. Şeker, tatlı ve helva yapımında ağda hazırlayan işçi. 2. Ağda ile vücuttaki fazla tüyleri veya kılları temizlemeyi meslek edinmiş kimse.
ağdacılık, -ğı is. Ağdacı olma durumu.
ağdalanma is. Ağdalanmak işi.
ağdalanmak (nsz) 1. Ağda durumuna gelmek, ağdalaşmaya başlamak: Reçel ağdalandı. 2. Ağda bulaşmak.
ağdalaşma is. Ağdalaşmak durumu: "Rakısından mı, mezesinden mi, yoksa söyleşilerin bal kıvamı kazanıp tatlı tatlı ağdalaşmasından mı nedense." -A. İlhan.
ağdalaşmak (nsz) 1. Ağda durumuna gelmek, ağdalanmak: Reçel ağdalaştı. 2. mec. Sohbet tam tadına varılır durum almak, koyulaşmak.
ağdalaştırma is. Ağdalaştırmak işi.
ağdalaştırmak (-i) Ağda durumuna getirmek.
ağdalı sf. 1. Ağdalanmış. 2. mec. Bilinmeyen kelimelerle, anlaşılması güç, dolambaçlı cümlelerden oluşan (deyiş). 3. mec. Karmaşık: "Tam bir düşünce denemezdi buna. Sakız gibi uzayan, ağdalı bir düş gibiydi bunlar."-O.Kifat
ağdalık, -ğı is. Pekmez yapmaktan başka işe yaramayan üzüm.
ağdalılık, -ğı is. Ağdalı olma durumu.
ağdırma is. Ağdırmak işi.
ağdırmak (nsz) 1. Ağmasına sebep olmak. 2. Aşağı inmek, yük veya terazide denge bozularak bir yanı ağır gelmek.
ağı is. Zehir, ağı gibi 1) acı veren, çok etkileyen; 2) çok sert, keskin.
→ ağı ağacı, ağı çiçeği, ağı otu, sartağı
ağı ağacı is. bot. Zakkum.
ağı çiçeği is. bot. Zakkum.
ağıl is. 1. Evcil küçükbaş hayvanların barındığı çit veya duvarla çevrili yer: "Bir keçi kokusu sarmış ağıllarda çobanlarla arkadaş oldum." -S. F. Abasıyanık. 2. Bazı yıldızların, özellikle ayın çevresinde görülen geniş ve aydınlık teker, ayla, hale. 3. sin. ve TV Bazı görüntülerdeki çok ışıklı cisimleri çevreleyen ışıklı teker, ağılda oğlak doğsa ovada otu biter Tanrı her yarattığının rızkını verir.
→ açık ağıl, ay ağılı
ağılama is. Zehirleme.
ağılamak (-i) 1. Zehirlemek. 2. Bir şeye zehir katmak.
ağılandırma is. Ağılandırmak işi.
ağılandırmak (-i) Ağılı duruma getirmek.
ağılanma is. Ağılanmak işi.
ağılanmak (nsz) Zehirlenmek.
ağılaşma is. Ağılaşmak durumu.
ağılaşmak (nsz) Ağılı duruma gelmek.
ağılı sf. İçinde ağı bulunan, zehirli.
→ ağılı böcek
ağılı böcek, -ği is. zool. Karafatma.
ağıllanma is. Ağıllanmak durumu.
ağıllanmak (nsz) 1. Toplanıp bir arada durmak. 2. Çevresinde ağıl denen hale oluşmak, halelenmek.
ağım is. Ayağın üstündeki tümsek yer.
ağımlı sf. Üstü aşırı tümsek olan (ayak).
ağınma is. Ağınmak işi.
ağınmak (nsz) Hayvan yere yatıp yuvarlanmak.
ağı otu is. bot. Baldıran.
ağır sf. 1. Tartıda çok çeken, hafif karşıtı: Kurşun ağır bir madendir. Taş yerinde ağırdır. 2. Değeri çok olan, gösterişli: "Ağır kıyafeti ile muhite uymayan Canan'ın yanında, ne kadar rahat ve sadeydi." -M. C. Kuntay. 3. Çapı, boyutlan büyük: Ağır top. Ağır tank. 4. Çetin, güç: "Denizcilik tarihinin en ağır sorumluluklarından birini üzerine alıyordu." -F. F. Tülbentçi. 5. Tehlikeli, korkulu, vahim. 6. Sıkıntı veren, bunaltıcı. 7. Dokunaklı, insanın gücüne giden, kırıcı: "Kızmıştım, Keziban'a söylenecek şöyle ağır bir söz arıyordum." -N. Ataç. 8. Ağırbaşlı, ciddi: "Bu, on dokuz yaşında ufak tefek bir kızdı. Fakat otuz yaşındaki bir insandan daha ağırdı." -H. E. Adıvar. 9. Keskin, boğucu (koku): "Bu koku, en hafif rüzgârla burnu kuvvetli bir adama uzaktan kendini hissettirecek kadar ağırdır." -F. R. Atay. 10. Sindirimi güç (yiyecek): Ağır bir yemek. 11. Yoğun: "Evin sofasına girer girmez kendisini ağır bir duman karşıladı." -A. Sayar. 12. Uyanılması güç, derin (uyku). 13. Kısık, alçak: "Ağaya pek duyurmak istemeyen ağır bir sesle kulağıma eğildi." -O. C. Kaygılı. 14. Güç işiten, sağır: Kulağı ağır. 15. zf. Yavaş: "Cüneyt Bey sözlerini tartıyormuş gibi ağır söylüyordu." -E. İ. Benice. 16. mec. Davranışları yavaş olan: Ağır adam. 17. sp. Ağır sıklet: Yıllarca ağırda güreşti, (bir işi) ağır almak bir işte yavaş davranmak, ağır basmak ağırlık olarak fazla gelmek, (bir şeyi) ağır basmak 1) taşıdığı özellikler üstün gelmek: "Yerli halıları gördüm; koyu sıcak kırmızılarla diri maviler ağır basıyordu." -B. R. Eyuboğlu. 2) bir işte gücü ve etkisi üstün gelmek: "Peki deyişleri de akılları yattığı için değil, korkuları ağır bastığı için oldu." -T. Buğra. ağır çekmek tartıda ağır gelmek, ağır durmak ciddi, ağırbaşlı, oturaklı, soğukkanlı hareket etmek: "Devlet adamlarının ileri gelenleri böyle sözlere karışmaz, ağır dururlar." -M. Ş. Esendal. ağır gelmek 1) gücüne gitmek, onuruna dokunmak: "... bir odacının ağzından bu cevabı almak insana öyle ağır geliyor ki." -Y. K. Karaosmanoğlu. 2) yapılması güç gelmek, ağır işitmek (veya duymak) kulakları iyi İşitmemek, kulakları az işitmek, ağır kaçmak şaka 1) gücendirici olmak: Bu şaka biraz ağır kaçtı. 2) karşılaşılan bir davranış kabul edilir olmamak: Hakem tarafından verilen kırmızı kart ağır kaçtı, ağır ol! 1) ciddi, ağırbaşlı, soğukkanlı, sabırlı ol! 2) acele etme, yavaş ol! ağır oturmak uslu durmak: "Ağır otur da bey (veya molla) desinler. " -Atasözü, (biri) ağır satmak nazlanmak, gönülsüz davranmak: "Kız kendisini ağır satmakta devam ediyor." -R. H. Karay, ağır söylemek acı, dokunaklı, sözler söylemek, ağırdan almak 1) bir işi gereken süre içinde bitirmemek, geciktirmek: "Görüyorsunuz ki bu soyadı konusunda benim ağırdan alışım, bir tembellik değil." -M. Ş. Esendal. 2) bir işi gönülsüz, isteksiz yapmak, ağırına gitmek onuruna dokunmak veya gücüne gitmek: "Zamanını abur cubur işlere harcamak ağırlarına gider." -H. Taner.
→ ağır ağır, ağır aksak, ağır araç, ağırayak, ağırbaşlı, ağırcanlı, ağır ceza, ağırelli, ağır ezgi, ağır hapis cezası, ağır hasta, ağır hava, ağır hidrojen, ağır iş, ağırkanlı, ağır kayıp, ağır kusur, ağır küre, ağır makineli, ağır para cezası, ağır sanayi, ağır sıklet, ağır söz, ağır su, ağırtop, ağır uyku, ağır vasıta, ağır yağ, ağır yaralı, eli ağır, eline ağır, uykusu ağır, yan ağır sıklet, yarı orta sıklet
ağır ağır zf. 1. Yavaş yavaş: "Ağır ağır çıkacaksın bu merdivenlerden." -A. Haşim. 2. Yaklaşık olarak: Ağır ağır bir kilo gelir.
ağır aksak, -ğı is. 1. müz. Klasik Türk müziğinde bir usul. 2. sf mec. Yavaş. 3. sf. mec. Kesintili, düzensiz, ağır aksak yürümek (veya gitmek veya ilerlemek) 1) yavaş olarak, istenilen hızda olmayarak yürümek (gitmek, ilerlemek): Hava ve su kirlenmesine karşı mücadele ağır aksak yürüdü. 2) düzensiz, aralıklı olarak yürümek (gitmek, ilerlemek).
ağır araç, -cı is. Ağır vasıta.
ağırayak, -ğı is. Doğurması yakın kadın.
ağırbaşlı sf. Davranışları ölçülü, olgun (kimse), vakur, ciddi, hoppa karşıtı: "Ahmet Naci, ağırbaşlı, çalışkan ve haluk bir gençti." -R. N. Güntekin.
ağırbaşlılık, -ğı is. Ağırbaşlı olma durumu, vakar, ciddilik, ciddiyet: "Sonra olgun yaşına yaraşan bir ağırbaşlılıkla, temkinli temkinli, efendi efendi yoluna devam etti." -H. Taner.
ağırca sf. (ağı'rca) 1. Oldukça ağır: "Biraz sonra aşağıda bir kapı açıldığı, sonra da ağırca bir şeyin devrildiği duyulur." -M. Ş. Esendal. 2. Kötüleşmiş (hasta). 3. zf Oldukça ağır biçimde.
ağırcanlı sf. 1. Çok yavaş İş yapan, çevik olmayan. 2. Varlığı sıkıntı veren, sevimsiz. 3. Tembel. 4. hlk. Gebe (kadın).
ağırcanlılık, -ğı is. Hareketlerin yavaş olması, tembelce davranış biçimi.
ağır ceza is. huk. Beş yıldan yukarı olan hapis cezaları.
ağırelli sf Eli ağır.
ağırellilik, -ği is. E1İ ağır olma durumu.
ağır ezgi sf. alay Çok ağır, yavaş yavaş, ahenkli: "Yaşlıca bir hanım, ağır ezgi, fıstıki makam bir yürüyüşle bulunduğumuz yerin hizasına geldi." -A. Ş. Hisar.
ağır hapis cezası is. huk. Yirmi yıl veya ömür boyu hapis cezası.
ağır hasta sf. İyileşmesi güç olan hastalığa yakalanmış (kimse): "Viyana Üniversitesinde hocalığım sırasında amirim olan profesör ağır hasta idi." -H. Taner.
ağır hastalık, -ğı is. İyileşmesi güç olan hastalık: "Niyazi zayıftı, çocukluğunda ağır hastalıklar geçirmişti." -O. Kemal.
ağır hava is. 1. Kirlilik veya rutubet oranı yüksek olan hava. 2. müz. Düşük ve yavaş tempoda çalınan ezgi veya oynanan oyun.
ağır hidrojen is. kim. Döteryum.
ağır iş is. Büyük tehlikeler yaratan ve fazla güç isteyen her türlü iş.
ağırkanlı is. psikol. 1. Hippokrates'in ortaya attığı ağırcanlılık, soğukluk, kolayca duygulanmayış gibi nitelikleri kendinde toplayan kişilik tipi. 2. sf. Ağırcanlı.
ağırkanlılık, -ğı is. Ağırkanlı olma durumu: "Tezgâhtarlar da memur olduğu için, hepsinde bir memur ağırbaşlılığı ve ağırkanlılığı var." -H. Taner.
ağır kayıp, -ybı is. 1. Savaş, deprem, sel vb. doğal afetlerde büyük kayıp. 2. Büyük maddi zarar: İhalede ağır kaybım oldu. ağır kayba uğramak maddi ve manevi büyük zarar görmek.
ağır kusur is. huk. Kazalarda dikkatsizlikten ve özensizlikten dolayı işlenen büyük hata.
ağır küre is. jeol. Yer yuvarlağının, yoğunluğu ve katılığı çok olan bölümü, barisfer.
ağırlama is. 1. Ağırlamak işi, ikram, İzaz. 2. Gelin veya güveyi karşılanırken çalınan kıvrak bir hava.
ağırlamak (-i) Konuğa saygı göstererek onun her türlü rahatını, gereksinimini sağlamak, ikram etmek, izaz etmek: "Yine güler yüzle misafirlerini ağırlıyorlar." -NL. Ş. Esendal.
ağırlanma is. Ağırlanmak işi.
ağırlanmak (nsz) Ağırlama işine konu olmak.
ağırlaşma is. Ağırlaşmak durumu.
ağırlaşmak (nsz) 1. Ağır duruma gelmek. 2. Hava sıkıcı ve bunaltıcı bir durum almak, bozulmak: "Büsbütün ağırlaşmış bir hava içinde nerelerden geçtiğimizi artık fark etmiyorduk." -R. N. Güntekin. 3. Yavaşlamak: "Artık yavaş yavaş göçüyor, boyu kısalıyor, teni sararıyor, hareketleri ağırlaşıyordu." -A. Ş. Hisar. 4. Gebe kadın doğurması yaklaşmak. 5. Ağırbaşlı olmak. 6. Yiyecek bozulmaya yüz tutmak: Bu et yarına kalırsa ağırlaşır. 7. Güçleşmek, zorlaşmak: Geçim şartları ağırlaştı. 8. Organ görevini yapamaz duruma gelmek. 9. mec. Hasta tehlikeli duruma gelmek, fenalaşmak: Hasta ağırlaştı.
ağırlaştırma is. Ağırlaştırmak işi.
ağırlaştırmak (-i) Bir şeyin ağırlaşmasına yol açmak.
ağırlatma is. Ağırlatmak işi.
ağırlatmak (-i, -e) Ağırlama işini yaptırmak.
ağırlık, -ğı is. 1. Ağır olma durumu: Taşın ağırlığı. Yükün ağırlığı. 2. Değerli olma durumu: Hediyenin ağırlığı. 3. Ağırbaşlılık: Çocuğa yıllar geçtikçe bir ağırlık geldi. 4. Tehlikeli olma durumu. 5. Sıkıntılı, bunaltıcı durum; Havanın ağırlığı. 6. Çeyizini düzmek için güveyinin geline verdiği para, kaim. 7. Uykudayken gelen ve insana boğulur gibi bir duygu veren durum. 8. Yük, külfet: Bütün ailenin ağırlığı omuzlarındadır. 9. Takı: Kadın bütün ağırlığını takıp düğüne gitti. 10. Sorumluluk: Bu işin ağırlığını tek başıma yüklendim. 11. Etki, yetki, baskı, güçlük. 12. Dikkati ve önemi bir şey üzerinde yoğunlaştırmak: "Şimdi bütün ağırlığı reklama vermeli." -A. İlhan. 13. Terazilerde tartma işi yapılırken bir kefeye konulan nesne. 14. Değerlendirmelerde herhangi bir konu veya evreye, olağanın üzerinde ve belli oranda tanınan değer. 15. mec. Uyuşukluk ve gevşeklik durumu: "Beynime bir ağırlık peyda olmuştu." -A. Gündüz. 16. ask. Orduda bir birliğin cephane, yiyecek ve eşya yükleri: "Akşama doğru, ağırlığın başında bezgin neferlere iş gördürmeye uğraşıyordum." -F. R. Atay. Yl.fız. Yer çekiminin, bir cismin molekülleri üzerindeki etkisinin oluşturduğu bileşke. 18. sp. Güreş, boks, halter, judo vb. spor dallarında, sporcuların kilolarına göre girdikleri kategori, ağırlık basmak (veya çökmek) 1) gevşeklik ve uyku gelmek; 2) ağır bir hava kaplamak, sessizlik oluşmak: "Yavaş yavaş bir ağırlık çöktü. Bir sakinlik herkesi kapladı." -M. Ş. Esendal. ağırlık olmak birine yük olmak, kendi masrafını başkasına çektirmek, sıkıntı vermek: "Kimseye ağırlık olmaz, kimseyi sıkıştırmaz, iyilikten başka bir şey yapmaz." -Ö- Seyfettin. ağırlığınca altın değmek çok değerli olmak, ağırlığını (ortaya) koymak kimliğini ve kişiliğini kabul ettirmek.
→ ağırlık merkezi, başağırlık, gramağırlık, horoz ağırlık, kilogramağırlık, orta ağırlık, özgül ağırlık, sinek ağırlık, tüy ağırlık, atom ağırlığı
ağırlıklı sf. 1. Ağırlığı olan. 2. Değerlendirmelerde üzerinde fazlaca durulan. 3. Çoğunluğu oluşturan.
ağırlık merkezi is. fiz. 1. Bir cismin bütün noktalarına ayrı ayrı etki yapan yer çekimi kuvvetlerinden oluşmuş tek kuvvet durumundaki bileşkenin uygulama noktası. 2. mec. Bir işin en önemli bölümü.
ağır makineli is. ask. Kundak üzerine oturtulmuş, mermisi özel boyutlarda olan, etkili ateş gücüne sahip tüfek veya top.
ağır para cezası is. Bazı suçlara karşılık yasalarca belirlenmiş yüksek para cezası.'
ağırsama is. Ağırsamak hareketi: "Bu ağırsamaları anlamakla beraber aldırmayan Hilmi, eteğinden ayrılmıyor, peşi sıra yürümekten vazgeçmiyordu." -R. H. Karay.
ağırsamak (-i) 1. Birine karşı soğuk davranarak sıkıntı verdiğini anlatmak. 2. Bir işi yavaş yapmak, önemsememek, ilgilenmemek.. 3. Bir işi ağır bulmak, yük saymak, yüksünmek.
ağır sanayi is. Üretim araçları yapan sanayi.
ağır sıklet is. sp. Bazı spor dallarında yarışmacıların ağırlığı İle sınırlandırılan kategori, başağırlık, ağır.
ağır söz is. Kişinin onuruna dokunan, dayanılması güç söz.
ağır su is. kim. Bazı nükleer reaktör tiplerinde nötron yavaşlatıcısı olarak kullanılan, içinde hidrojen atomları yerine döteryum izotopları bulunması sonucu oluşan su.
ağırşak, -ğı is. 1. Yün, iplik eğrilen iği ağırlaştırmak için alt ucuna geçirilen yarım küre biçiminde, ortası delik ağaç veya kemik parça. 2. Teker biçiminde yassı nesne, kurs: Kandil ağırşağı. Emzik ağırşağı. Diz ağırşağı.
→ çadır ağırşağı, çıban ağırşağı, diz ağırşağı
ağırşaklanma is. Ağırşaklanmak işi veya durumu.
ağırşaklanmak (nsz) Ergenlik döneminde çıbanda veya memede ağırşak biçiminde bir tümsek oluşmak.
ağırtop is. Güçlü, ünlü, tanınmış kimse.
ağır uyku is. Uyamlması güç, derin uyku.
ağır vasıta is. Motoru, ağır yük veya birden fazla römork taşımak amacıyla güçlendirilmiş kamyon, tır vb., ağır araç.
→ ağır vasıta ehliyeti
ağır vasıta ehliyeti is. Ağır vasıta sürücülerine verilen kullanma belgesi.
ağır yağ is. Kaim yağ.
ağır yaralı sf. Yarası derin ve ciddi olan (kimse).
ağış is. 1. Ağma işi veya biçimi: "Gençlikten orta yaşa, orta yaştan yaşlılığa ağışını birlikte yaşadığım bu ev..."-A. Ağaoğlu. 2. Su buharının ve başka gazların yerden havaya doğru çıkışı, yağış karşıtı.
ağıt, -di is. ed. 1. Ölen bir kimsenin gençliğini, güzelliğini, iyiliklerini, değerlerini, arkada bıraktıklarının acılarını, büyük felaketlerin acılı etkilerini dile getiren söz veya okunan ezgi, yazılan yazı, sagu, mersiye: "Rahman'ın sazı susmuş, okuduğu ağıt bitmiştir." -Y. K. Karaosmanoğlu. 2. Ağlama, gelin olan bir kızın arkasından niteliklerini sayıp dökerek ağlama, ağıt yakmak (veya tutturmak) ağıt söylemek, ağıt düzmek: "Çadırı önünde, kanlı gömleği ortaya alıp ağıt yaktılar sabaha kadar." -Y. Kemal.
ağıtçı is. Ölüye ağıt söylemek için para ile getirilen kimse, sağucu.
ağıtçılık, -ğı is. Ağıtçının işi veya mesleği.
ağıtlama is. Ölmüşleri anmak için düzenlenen törende okunan Övgü.
ağız, -ğzı (I) is. 1. anat. Yüzde, avurtlarla iki çene arasında, ses çıkarmaya, soluk alıp vermeye ve besinleri içine almaya yarayan boşluk. 2. Bu boşluğun dudakları çevrelediği bölümü: Küçük bir ağız. 3. Kapların veya içi boş şeylerin açık tarafı: "Ağızları kopmuş bir çay takımının arasına gizlenmiş, koyu renkli bir cildi oradan alarak bana uzattı." -H. R. Gürpınar. 4. Bir akarsuyun denize veya göle döküldüğü yer, munsap: Çay ağzı. 5. Koy, körfez, liman, yol vb. yerlerin açık yanı: Körfezin ağzı. Yol ağzında. 6. Birkaç yolun birbirine kavuştuğu yer, kavşak. 7. Kesici aletlerin keskin tarafı: "Çelik ağızlı, küçük gül makasını kâğıdından çıkardı." -R. H. Karay. 8. db. Bir dilin sınırlan içinde, bölgelere ve sınıflara göre değişen söyleyiş özelliği: "Anlaşılmaz, garip köylü ağızlarıyla konuşuluyordu." -S. F. Abasıyanık. 9. Kez, kere, defa: İlk ağızda paranın yarısını ödedi. 10. Üslup, ifade özelliği: "Ertesi günü bazı gazeteler bu haberin bir noktasını yarı resmî bir ağızla tekzip ettiler." -T. Buğra. 11. Uç, kenar: Topun ağzında. Uçurumun ağzında. 12. mec. Birini yanıltmak, kandırmak amacıyla dolambaçlı birtakım sözler söyleme özelliği. 13. müz. Bir bölge ezgilerinde görülen özelliklerin tümü. ağız açmak 1) söz söylemek, konuşmak: "Türlü yoksunluk içinde küflen küflen ve bir kere olsun ağzını açıp da bir yakınmada, bir sızlanmada bulunmaya cesaret edeme." -Y. K. Karaosmanoğlu. 2) azarlamak, paylamak: "Aman efendim, bendenize bir ağız açtılar, donakalmışım." -M. Ş. Esendal. ağız açmamak tek bir söz olsun söylememek, susup kalmak, ağız aramak öğrenmek istenilen şeyi söyletecek yolda dil kullanmak, ağız açtırmamak çok konuşarak başkalarının söz söylemesine, konuşmasına engel olmak: Yusuf Efendi biçareye ağız açtırmıyordu, ağız burun birbirine karışmak 1) dayak sonucunda yüz yara bere içinde kalmak; 2) yüzde aşırı öfke, üzüntü, yorgunluk vb. durumların izleri görünmek. (bir şey için) ağız değiştirmek önce söylediğini başka türlü anlatmak: "Gel gelelim Akif, Berlin'e gidip de oradaki kahveleri gördüğü vakit ağız değiştirmek zorunda kalır." -S. Birsel, ağız dil vermemek hiç konuşmamak, susmak, ağız etmek dil dökmek, kibar konuşmak: "Kolonya dökmekten, şeker tutmaktan, iyi gözükeceğim diye ağız etmekten yoruldu." -L. Tekin, ağız kullanmak duruma, ortama göre söz söylemek, sözünü amacına göre değiştirmek: Ben nasıl ağız kullanıyorsam sen de o yolda konuş, ağız satmak yüksekten atarak kendini övmek, ağız tamburası çalmak 1) sözle avutmaya, oyalamaya çalışmak; 2) soğuktan dişleri birbirine çarpmak, çenesi titremek. ağız tıkamak konuşma imkânı vermemek. ağız yapmak birini kandırmak, yanıltmak amacıyla duygularını, düşüncelerini olduğundan başka türlü gösterecek biçimde konuşmak: "Kaçacağım, tövbeler olsun, bir fırsatım bulayım, diye ağız yaptı." -M. Ş. Esendal. ağız yaymak açık ve dürüst konuşmaktan kaçınmak, ağız yer, yüz utanır armağan alan, armağanı verenin isteğini yerine getirmeye çalışır, ağız yoklamak ağız aramak, ağızda dağılmak genellikle hamur işi, iyi pişmiş ve lezzetli olmak, ağızda sakız gibi çiğnemek bir söz veya düşünceyi sık sık tekrarlayıp durmak, ağızdan burun yakın, kardeşten karın yakın "İnsanın kendi yararı her şeyden önemlidir" anlamında kullanılan bir söz. (biri) ağızlara sakız olmak herkesin diline düşmek, ağza alınmaz (veya alınmayacak) söylenmesi ayıp, çirkin (söz, küfür), ağza almamak anmamak, sözünü etmemek: "Tövbekar olduktan sonra eskiden işlediğimiz günahlar ağza alınmaz." -H. E. Adıvar. ağza düşmek dedikodu konusu olmak, ağza koyacak bir şey yiyecek bir şey. ağza tat, boğaza feryat miktarı çok az olan yiyecek, ağzı burnu yerinde oldukça güzel, yakışıklı, ağzı çiriş çanağına dönmek ağzı kuruyup acılaşmak, ağzı dili bağlanmak herhangi bir sebeple konuşamaz olmak, ağzı dili kurumak 1) konuşamaz duruma gelmek: "Ağzım dilim kurudu, kız yalvara yalvara." -Halk türküsü. 2) susuz kalmak, ağzı dili tutulmak beklenmedik bir durum karşısında heyecanlanmak, hayranlık duymak: "Kızları gördün, ağzın dilin tutuldu gayri." -N. Cumalı. ağzı dolu dolu konuşmak heyecanlı söz söylemek: "Birkaç kişiyle, garip bir lisanla ağzı dolu dolu konuşmaya başladı." -S. F. Abasıyanık. ağzı kulaklarına varmak çok sevinmek: "Çocuklarıma beni misal gösterdiğini, ağzım kulaklarıma vararak Öteden beriden işitiyordum." -R. N. Güntekin. ağzı kurumak 1) bir konuyu çok söylemek sebebiyle, ondan bıkmak; 2) içecek gereksinimi duymak, ağzı kurusun felaket dileğinde bulunanlara karşı kullanılan bir ilenme, ağzı laf (veya lakırtı) yapmak 1) kolay konuşma yeteneği olmak; 2) İnandırıcı söz söyleme yeteneği olmak: "Çok şükür, ağzı laf yapandan çok, eli işe yatkın aydınlara muhtaç olduğumuzu, anlar gibiyiz." -A. İlhan, ağzı oynamak 1) bir şeyler yemek; 2) konuşmak, ağzı sulanmak imrenmek: "Oruç keyfiyle Sait'in ağzı sulandı. " -A. Ş. Hisar, ağzı süt kokmak çok genç ve toy olmak: "Daha ağzın süt kokuyor, muhallebi çocuğu. Bu yaşta zamparalığa mı çıktın?" -H. R. Gürpınar, ağzı teneke kaplı (olmak) şaka çok sıcak veya çok acı şeyleri kolaylıkla içebilen, yiyebilenler için söylenen bir söz. ağzı var dili yok 1) pek sessiz, kendi hâlinde: "Benim gibi ağzı var dili yok bir kadınla ne zevkleniyorsunuz?" -B. Felek. 2) konuşmayan, derdini anlatamayan: "Hey zavallı balık, diyor, ağzın var dilin yok" -S. F. Abasıyanık. ağzı varmamak söylemeye, açıklamaya gönlü elvermemek. (bir şeyden) ağzı yanmak o şeyden büyük zarar görmek, ağzına almak söylemek: "Bir daha millet kelimesini ağzına alırsan dilini koparırım, anladın mı?" -R. H. Karay. ağzına almamak 1) söz konusu etmemek, anmamak, söylememek: "Oğulları Amerika'ya kaçtığından beri karı koca ismini bile ağızlarına almıyorlardı." -Ö. Seyfettin. 2) yememek, içmemek, (bir şeyi) ağzına atmak yemek için ağza koymak: "Akşamdan tabağın içinde kalmış bir patates köftesini ağzına atarken tam da o sırada, kocası giriverdi mutfağa." -O. Rifat. (birinin) ağzına bakakalmak sözlerine hayran olmak, ağzına baktırmak kendini zevkle dinletmek. ağzına bir kemik atmak birini küçük bir çıkar göstererek susturmak, ağzına bir parmak bal çalmak birini tatlı sözlerle veya çeşitli hediyelerle bir süre için kandırmak, oyalamak: "Hürriyet, müsavat diye herkesin ağzına bir parmak bal çaldılar." -H. R. Gürpınar, ağzına bir şey (veya çöp veya lokma) koymamak hiçbir şey yememek: "Ali Usta bu nefis kuzudan değil, öbür yemeklerden bile ağzına bir lokma koymadı. " -Ö. Seyfettin, ağzına bir zeytin verir, altına (veya ardına) tulum tutar yaptığı küçük iyiliklere karşılık büyük çıkar bekler. ağzına burnuna bulaştırmak bir işi beceremeyip berbat etmek, bozmak, ağzına düşmek çok yaygın olarak bilinip konuşulmak: "Zenginliği halkın ağzına düşünce derhâl yazıhanesine birtakım adamlar üşüşmüş." -R. H. Karay, ağzına etmek argo haddini bildirmek, ağzına geldiği gibi önünü sonunu düşünmeden, ağzına geleni söylemek 1) nezaket dışına çıkarak ağır ve kırıcı sözler söylemek; 2) çok ve düşüncesizce konuşmak, ağzına gem vurmak susturmak, söyletmemek, ağzına kilit takmak (veya vurmak) 1) susmak; 2) susturmak. ağzına kira istemek söylemesi beklenen şeyi söylemekte nazlı davranmak, ağzına layık bir yiyeceğin tadı anlatılırken "sen de yesen beğenirsin" anlamı ile söylenen bir söz. ağzına sağlık bir sözü yerinde söyleyen kişilere söylenen bir söz. (birinin) ağzına sakız olmak dedikodusuna konu olmak, (bir şeyi) ağzına sürmemek bir şeyden hiç yememek, ağzına taş almış söze karışmayıp susanlar için kullanılan bir söz. ağzına tıkamak susturmak, fazla konuşmasına engel olmak: "Aleyhinde kim ne söylerse hemen ağızlarına tıkarlardı." -O. C. Kaygılı, (birinin) ağzına tükürmek 1) birini küçültmek üzere küfür olarak kullanılan uygunsuz sözler sarf etmek; 2) birine benzemek, ağzına verilmesini beklemek (veya istemek) çalışmayıp işlerinin başkaları tarafından yapılmasını beklemek, ağzına vur, lokmasını al yumuşak huylu kimseye her istenilen kolaylıkla yaptırılabilir, ağzına yakışmamak söylemesi ayıp kaçmak, uygun düşmemek, yakışık almamak, ağzına yüzüne bulaştırmak bir işi kötü yapmak, becerememek: "Yapılacak şey ehemmiyetsizce bir pansuman ama ağızlarına yüzlerine bulaştırmalarından korkuyorum." -R. N. Güntekin. ağzında bakla ıslanmamak hiç sır saklamamak, ağzında bırakmak laf ağzında kalmak, (bir yiyecek) ağzında büyümek sevmediğinden veya içi almadığından yutamamak. (bir söz, birinin) ağzında çalkalanmak üzerinde çok konuşulmak: "Fakat bütün memleketin ağzında çalkalanan bu evlerin anha minha 5000 liradan fazlaya çıkmayacağı." -S. F. Abasıyanık. (bir şeyi) ağzında gevelemek açıkça söylememek, ağzında yaş kalmamak bir düşüncesini bir kimseye birçok kez söylemiş olmak, (birinin) ağzından 1) birisinden dinleyerek: Bu şiiri Aşık Veysel'in ağzından yazdım. 2) adına, ağzından baklayı çıkarmak baklayı ağzından çıkarmak, ağzından bal akmak çok tatlı konuşmak: "Öyle zekiler vardır, konuştular mı ağızlarından bal akıyor sanırsın." -A. İlhan, ağzından burnundan getirmek intikam almak, huzurunu bozmak, pişman etmek, sıkıntıya sokmak: "Siz buraya bizi eğlendirmeye mi geldiniz, yoksa ağzımızdan burnumuzdan getirmeye mi?" -O. C. Kaygılı, ağzından çıkanı (veya çıkan sözü) kulağı duymamak (veya işitmemek) sözlerini tartmadan söylemek, ağzından çıkmak bir sözü istemeden, farkına varmadan söylemek, söylemiş bulunmak: Bir kez ağzımdan çıktı, o fiyata vereceğim. ağzından çıt çıkmamak hiçbir şey söylememek, (söz veya lakırtı) ağzından dirhemle çıkmak çok az konuşmak, ağzından dökülmek açıkça söylemekten çekindiği şey, konuşmasından belli olmak, ağzından düşmemek (veya düşürmemek) her zaman sözünü etmek: "Bu ne cehennemdir lafı ağzından düşmüyordu." -N. Cumalı. ağzından girip burnundan çıkmak 1) türlü yollara başvurarak birini bir şeye razı etmek, kandırmak: "O, köylülerin ağzından girip burnundan çıkmayı mükemmel becerir." -S. Ertem. 2) iyice dövmek: "Ulan, ağzını topla! Şimdi ağzından girer, burnundan çıkarım!" -M. Rona. ağzından hayır çıkmazsa bari şer söyleme "lehte konuşmuyorsun, bari aleyhte de konuşma" anlamında kullanılan bîr söz. ağzından kaçırmak istemediği hâlde boş bulunup söyleyivermek: "Sen onun için en fena tabirleri kullanıyorsun, asabisin, ağzından çirkin şeyler kaçırıyorsun."-P. Safa. ağzından kapmak 1) birinin bildiği şeyleri, ustalıklı konuşmalarla ona sezdirmeden öğrenmek: "Bütün bu lafları harfi harfine Fatma Hanım'ın ağzından kapmış, bana kendi sözleri imiş gibi tekrar ediyor." -Y. K. Karaosmanoğlu. 2) birinin konuşmasını keserek kendi söze başlamak. ağzından lakırtı (veya laf) almak (veya çekmek) karşısındakini konuşturarak birtakım gizli şeyleri öğrenmek: "Ağzımdan lakırtı almak istiyorsun, ama demeyeceğim. " -B. Felek, (birinin) ağzından lokmasını almak birinin hakkı olan şeyi ondan almak, ağzından yel alsın ağzını hayra aç: "O nasıl söz, ağabey? Ağzından yel alsın!" -A. İlhan, ağzını açacağına gözünü aç dikkatsiz kişileri uyarmak İçin "dikkatli ol, uyanık ol!" anlamında kullanılan bir söz. ağzını açıp gözünü yummak öfke ile, sonunu düşünmeden ağzına gelen bütün ağır sözleri söylemek: "Fakat bu inat, Emine'nin çenesini açmış; kızın ne kadar kusuru varsa babasından geldiğim söylerken, Tevfik'e ağzını açmış, gözünü yummuştu." -H. E. Adıvar. ağzını açmak 1) konuşmaya başlamak; 2) ağır sözler söylemeye başlamak; 3) alık alık bakmak; 4) kesici aletleri keskin duruma getirmek, ağzını açmamak hiçbir söz söylememek, ses çıkarmamak, ağzını aramak (veya yoklamak) ağız aramak: "Bazı yorumcular karşısındakinin ağzını aramak, gerçek düşüncesini öğrenmek için böyle karamsar görünme yolunu tuttuğunu savunuyorlar." -H. Taner, ağzını bıçak açmamak üzüntüsünden söz söyleyecek durumda olmamak: "O gittiği günden beri Zeynep kadının ağzını bıçak açmıyor." -Y. K. Karaosmanoğlu. ağzını bozmak kaba sözler söylemek, küfretmek: "Bütün yapma inceliğine karşın kabaydı karısına karşı. Dövdüğü de oluyordu, ağzını bozduğu da." -O. Rifat. ağzını burnunu çarşamba çanağına (veya pazarına) çevirmek kırıp parçalamak, dövmek, ağzını burnunu dağıtmak birinin yüzüne şiddetle tokat, yumruk indirmek, ağzını dilini bağlamak birini konuşamaz duruma getirmek: "O şıllık basmış büyüyü, adamcağızın ağzım dilini bağlamıştı." -R. N. Güntekin. ağzını havaya (veya poyraza) açmak alay umduğunu elde edememek, ağzını hayra aç! kötü ihtimaller söz konusu edildiğinde gerçekleşmemesi dileği ile söylenen bir söz. (kendi) ağzını kapamak (veya kilitlemek) susmak, bir şey söylemek istememek: "Kendini tutamıyorsun, bari ağzım kapa, sus, küçülme." -P. Safa. (başkasının) ağzını kapamak kendisine çıkar sağlayarak bir kimseyi susturmak, ağzını kiraya vermek kendini de ilgilendiren bir konuda düşüncesini söylememek, ağzını koklamak niyetini ve durumunu öğrenmek, (birinin) ağzını kullanmak (veya satmak) birinin söylediklerini kendi düşüncesi gibi göstermeye çalışmak, ağzını mühürlemek konuşmamak, susmak: "Yine o değişmeyen ıstırap ile ağzını mühürler." -Y. Z. Ortaç, ağzını öpeyim (veya seveyim) sevindirici bir söz söyleyene "ne güzel söyledin" anlamında kullanılan bir söz. ağzını sıkı (veya pek) tutmak sır vermemek, (birinin) ağzını tıkamak sözünü kesmek, susturmak, ağzını toplamak söylemekte olduğu kötü söz veya küfürleri kesmek: "Evvela ağzını topla! Ağzım bozarsan ben de senden aşağı kalmam." -S. F. Abasıyanık. ağzını (veya çenesini) tutmak 1) boşboğazlık etmemek; 2) kötü söz söylememek; 3) bir konuda arzu edilmeyen düşüncelerin açığa çıkmasını bir şekilde önlemek, (birinin) ağzının içine bakmak 1) ne söyleyeceğini beklemek; 2) onun sözüne göre davranmak, (bir kimse) ağzının içine baktırmak sözlerini seve seve ve dikkatle dinletmek, (bir kimse) ağzının içine girmek 1) çok yanaşmak, iyice sokulmak; 2) hayranlıkla, büyük bir zevkle seyredip dinlemek, ağzının içi yangın yerine dönmek ağzının tadı bozulmak, tat alma duyusunu yitirmek: "Ağzımın içi yangın yerine dönüp yine de ağrılar kesilmeyince çok sıkıntılı bir vaziyete düştüm." -R. N. Güntekin. (bir şey birinin) ağzının kaşığı (kalıbı veya lokması) olmamak 1) bir şey bir kimsenin uğraşabileceği konulardan olmamak; 2) bir şey, bir kimsenin sözünü edemeyeceği kadar değerli olmak, ağzının mührü ile oruçlu olarak, (birine) ağzının payını (veya ölçüsünü) vermek verilen karşılıkla bir kimseyi söylediğine veya yaptığına pişman etmek, ağzının perhizi yok ağzma geleni söyler, ağzının suyu akmak çok beğenip istemek, imrenmek: "Bu ziyafete elimiz erişmiyor, uzaktan ağzımın suyu akıyor." -R. N. Güntekin. ağzıyla kuş tutsa... ne yapsa, ne kadar çaba ve ustalık gösterse: "Aktör, o her günkü pırtısını giyip de sahneye çıkarsa, ağzıyla kuş tutsa seyirciye Demirhane Müdürü olduğunu yutturamaz." -S. F. Abasıyanık.
→ ağız ağıza, ağız alışkanlığı, ağız birliği, ağız dalaşı, ağız değişikliği, ağız dolusu, ağız kâhyası, ağız kalabalığı, ağız kavafı, ağız kavgası, ağız kokusu, ağız nişanı, ağızotu, ağız şakası, ağız tadı, ağız tatsızlığı, ağız tüfeği, ağız tütünü, ağız ünlüsü,' ağız ünsüzü, ağızdan ağıza, ağzı açık, ağzı bîr, ağzı bozuk, ağzı büyük, ağzı gevşek, ağzı havada, ağzı kalabalık, ağzı kara, ağzı kenetli, ağzı kilitli, ağzı kulaklarında, ağzı pek, ağzı pis, ağzı sıkı, açıkağız, bayramlık ağız, çatal ağız, sarıağız, yarım ağız, aslan ağzı, aslanağzı, dört yol ağzı, düşman ağzı, esnaf ağzı, halk ağzı, kapı ağzı, kaynana ağzı, kol ağzı, kurtağzı, külhanbeyi ağzı, küllük ağzı, mide ağzı, şoför ağzı, taşra ağzı, tavşanağzı, tezgâhtar ağzı, yanardağ ağzı, yavruağzı, yol ağzı, ilk ağızda, yüreği ağzında
ağız (II) is. Yeni doğurmuş memelilerin ilk sütü.
ağız ağıza zf. Ağzına kadar, tamamen: "Ardiyeler ağız ağıza dolmuştu." -S. F. Abasıyanık. ağız ağıza vermek (veya konuşmak) iki kişi birbirine pek yakın durarak başkaları işitmeyecek biçimde konuşmak: "Tenha köşelerde ağız ağıza konuşurken yanlarına biri gelecek olursa hemen susuyorlardı. " -R. N. Güntekin.
ağız alışkanlığı is. Çok söylendiği için bir sözü sık sık kullanma durumu.
ağız birliği is. Bir konuda anlaşarak aynı biçimde konuşma, söz birliği, ağız birliği etmek bir konuda anlaşarak aynı biçimde konuşmak, söz birliği etmek.
ağızcıl sf. Ağızla ilgili olan, oral.
ağız dalaşı is. Ağız kavgası, karşılıklı atışma, bağrışma, dil dalaşı: "... heyecanlar, ağız dalaşları içinde oynanan kâğıt, tavla oyunlarına da pek hor bakmamak lazımdır." -R. N. Güntekin.
ağızdan zf. Sözlü, ağızdan kapmak başkalarından dinlemek yolu ile yarım yamalak birtakım bilgiler edinmek: "Siyasi malumatları hep ağızdan kapma, kulak dolgunluğu şeylerdir."-Ö. Seyfettin.
→ ağızdan ağıza, ağızdan dolma
ağızdan ağıza zf. Herkes birbirine söyleyerek. ağızdan ağıza dolaşmak (veya geçmek) herkes birbirine söylemek: "Gazeteye yansıyan haber ağızdan ağıza geçerken açıklığını hemen hemen tamamen kaybetmiştir." -Halikarnas Balıkçısı.
ağızdan dolma sf. esk. Namlusu ağzından doldurulan (top veya tüfek).
ağız değişikliği is. Yemeğin çeşidinde değişiklik.
ağız dolusu sf 1. Ağzın alabileceği kadar. 2. Birçok, birbiri ardınca (küfür): "Kaptan ağız dolusu küfür savuruyordu." -Halikarnas Balıkçısı.
ağız kâhyası is. Birinin söyleyeceği sözlere karışan kimse: Ben istediğimi söylerim, siz benim ağzımın kâhyası mısınız?
ağız kalabalığı is. Birbirini tutmayan gereksiz sözler: "Hem ellerindekilerini asıyor hem de ağız kalabalığıyla alt kata bir şeyler söylüyordu." -H. R. Gürpınar, ağız kalabalığına getirmek 1) birini gereksiz sözlerle şaşırtmak; 2) söz söyleme becerisine sahip olmak.
ağız kavafı is. Karşısındakini kandırmak için gerekli gereksiz çok söz söyleyen kimse.
ağız kavgası is. Karşılıklı ağır sözler söyleyerek yapılan çekişme, atışma, dil kavgası.
ağız kokusu is. 1. Ağız yolunda ve sindirim organlarında çeşitli rahatsızlıklardan dolayı oluşan koku. 2. mec. Bir kimsenin çekilmez davranışları, istekleri, sözleri, (birinin) ağzının kokusunu çekmek bir kimsenin çekilmez davranışlarına katlanmak.
ağızlama is. Ağızlamak işi.
ağızlamak (-i) hlk. 1. Bir işi kolaylamak. 2. den. Bir boğazın veya bir limanın ağzını ortalamak. 3. tek. Bir parçayı yuvasına geçirmek için önce yuvanın ağzını ayarlamak.
ağızlaşma is. Ağızlaşmak işi veya durumu.
ağızlaşmak (nsz, -le) anat. İki kan daman birbiri içine açılmak.
ağızlı sf. Ağzı herhangi bir biçimde olan: Dar ağızlı vazo.
→ açık ağızlı, ayran ağızlı, çanak ağızlı, gevşek ağızlı, kalabalık ağızlı, kara ağızlı, karı ağızlı, karısı ağızlı, sıkı ağızlı, susak ağızlı, şom ağızlı, yayık ağızlı, yumuşak ağızlı, yuvarlak ağızlılar
ağızlık, -ğı is. 1. Bir ucuna sigara takılan, öbür ucundan nefes çekilen çubuk biçimindeki araç: ."Kiraz, bilir miydi ki günün birinde tütün diye bir ot çıkacak ve insanlar bunu içmek için dallarım kesip kesip ağızlık yapacak?" -R. H. Karay. 2. Nefesli çalgılarda ağza gelen yer. 3. Yemiş küfelerinin üzerine yapraklı dallarla yapılan kapak. 4. Kuyu bileziği. 5. Su tesisatında su alıp vermeye yarayan vanalı uç. 6. Hayvanın ısırmasına, zararlı bir şey yemesine engel olmak için ağzına takılan tel, deri vb. kafes. 7. Dokumacılıkta çözgünün açılıp kapandığı ve içinde mekiğin geçtiği yer. 8. Telefon vb. cihazlarda ağza yaklaştırılan bölüm. 9. hlk. Bir şeyin başladığı yer. 10. hlk. Huni.
→ anahtar ağızlığı
ağızlıkçı is. Ağızlık yapan veya satan kimse.
ağızlıkçılık, -ğı is. Ağızlıkçı olma durumu.
ağız nişanı is. Yalnız sözle yapılan nişan.
ağızotu is. esk. Topları ateşlemek için falyaya konulan ve barutun patlamasına sebep olan madde.
ağızsıl sf. Ağızla İlgili.
→ ağızsıl ünlü
ağızsıl ünlü is. dbl Ağız ünlüsü.
ağızsız sf. 1. Ağzı olmayan. 2. mec. Yumuşak huylu, sessiz.
ağız şakası is. Sözle yapılan şaka.
ağız tadı is. Ailede veya toplumda dirlik düzenlik, iyi geçinme, rahatlık, kemaliafiyet: Allah ağzımızın tadım bozmasın, ağız tadıyla huzurla, rahatlık içinde, içine sine sine, lezzetini duyarak: Hanımefendi kalkacak da ağız tadıyla bir kahvaltı edeceğiz." -A. Gündüz, ağzının tadı bozulmak (veya kaçmak) bir kimsenin kurulu düzeni, dirliği bozulmak, (bir şeyden) ağzının tadını almak o şeyin acı deneyimini geçirmiş bulunmak, ağzının tadını bilmek 1) güzel yemeklerden anlamak; 2) her şeyin güzelini, iyisini bilmek, anlamak: "Demek sen artık ağzının tadını bilmiyorsun! Demek senin hiçbir zevkin kalmamış!" -A. Ş. Hisar, ağzının tadını kaçırmak 1) neşesini, keyfini bozmak: "Ben o kadınlardan değilim ki, evin büyüğü ben olacağım diye tutturup akılsızlıklarla ağzımın tadını kaçırayım." -M. Ş. Esendal. 2) bir kimsenin kurulu düzenini bozmak.
ağız tatsızlığı is. Bir topluluk içindeki geçimsizlik, anlaşmazlık, huzursuzluk.
ağız tüfeği is. Mermileri şiddetle üflenerek fırlatılan bir çeşit tüfek taslağı.
ağız tütünü is. Keyif için ağızda çiğnenen bir tür tütün.
ağız ünlüsü is. dbl. Boğumlanma yeri ağız olan ve burun yolu kapalı iken çıkarılan ünlü, ağızsıl ünlü: a, o, u, ı, e, ö, ü, i.
ağız ünsüzü is. dbl. Boğumlanma yeri ağız olan ve ciğerlerden gelen havanın geniz yoluna kaymadan ağız boşluğundan geçmesi ile oluşan ünsüz: b, c, ç, d, f g, ğ, j, k, l, r, s,ş
ağ iğnesi is. Tahtadan veya plastikten yapılan ağ örmekte kullanılan iğ biçiminde alet.
ağ ipliği is. Keten, kenevir, naylon vb. maddelerden ağ yapımında kullanılan iplik.
ağ kayığı is. Balık ağlarını taşıyan kayık.
ağ kepçe is. Ağdan örülerek yapılan ve balıkçılıkta kullanılan, uzun saplı sepet.
ağ kurdu is. zool. Elma, erik vb. yemiş ağaçlarına zarar veren bir kurt.
ağ kurşunu is. Balık ağlarını suda tutmaya yarayan zeytin çekirdeği biçiminde delikli kurşun madde.
ağlama is. Ağlamak işi.
ağlamak (nsz, -e) 1. Üzüntü, acı, sevinç, pişmanlık aldanma vb.nin etkisiyle gözyaşı dökmek: "Ağlama ölü için, ağla diri için." -Atasözü. 2. (nsz) Ağaç budandığında kesilen yerlerden besi suyu veya öz su akmak. 3. (-den) Sızlanmak, yakınmak: "Utanç ve kahırdan, yumruklarını ısıra ısıra bir zaman ağladı." -A. İlhan. 4. (-e) Bir duruma üzülmek: Şu kara bahtıma ağlıyorum, ağladı ağlayacak ağlamak üzere olan. ağlamak para etmez üzülmenin yararı olmaz. ağlamayan çocuğa meme vermezler hakkını aramasını bilmeyen kimsenin işi görülmez, ağlar gözden, sahte sözden kendini sakın "kendini acındıranlardan kork" anlamında kullanılan bir söz. ağlayanın malı gülene hayretmez birinden haksız olarak alınan malın onu alana yararı olmaz.
ağlamaklı sf. Ağlar gibi olan, üzüntülü: "Çoğu ağlamaklı bu türlü şarkıları aslında sevmediklerini anlamışlar." -N. Cumalı. ağlamaklı olmak ağlayacak duruma gelmek: "Biz zayıf insanlar, yabancı bir yerde ağlamaklı oluyoruz." -S. F. Abasıyanık.
ağlamalı sf. 1. Ağlar gibi olan, ağlayacak gibi. 2. Acıma duygusu uyandıracak durumda, sızlaman, ağlamalı olmak neredeyse ağlayacak duruma gelmek: "O içeride kızı dövüyor, biz burada ağlamalı oluyoruz." -M. Ş. Esendal.
ağlamsı sf. Ağlayacak gibi, ağlamalı: "Sesi karıncalandı, ağlamsı bir hâl aldı." -Y. Kemal.
ağlanma is. Ağlanmak işi.
ağlanmak (nsz) Ağlama işi yapılmak: Atatürk'ün arkasından çok ağlandı.
ağlantı is. Hafif hafif ağlama: "Şehrin dar sokaklarında günlerce ağlantı, inilti işitiliyor." -M. Ş. Esendal.
ağlaşma isv Ağlaşmak işi.
ağlaşmak (nsz, -le) 1. Birlikte ağlamak: "Onlar, hanım, evlatlık bir türlü birbirlerinden ayrılamayarak karanlıkta anlaşıyorlardı. " -R. N. Güntekin. 2. (nsz) Sızlanmak.
ağlatı is. tiy. Trajedi.
ağlatıcı is. Ağlamaya yol açan şey.
ağlatış is. Ağlatma İşi veya biçimi.
ağlatma is. Ağlatmak işi: "Ağlatmayı geçtik, hiç değilse kendime güldürmeden çalabilsem."-H. Taner.
ağlatmak (-i) Ağlamasına yol açmak.
ağlayıcı is. Ölünün ardından ağlamak için para ile tutulan kimse, ağıtçı, yasçı: "Eskiden tabutlar arkasında para ile tutulmuş ağlayıcılar giderdi." -F. R. Atay.
ağlayıcılık, -ğı is. Ağlayıcı olma durumu.
ağlayış is. Ağlama işi veya biçimi: "Hatırlattı bana, bir bayram sabahı / Gökyüzüne kaçırdığım balonuma bakıp ağlayışımı" -O. Veli.
ağlı sf. Ağı bulunan.
ağma is. 1. Ağmak işi. 2. astr. Akan yıldız.
ağmak (nsz, -e) 1. Sarkmak, aşağıya inmek, eğilmek, meyletmek: "Hiç konuşmadan güneş batıya ağıncaya. dek çalıştılar." -R. N. Güntekin. 2. Yükselmek, yukarı çıkmak: "Ay oldum âleme doğdum, bulut oldum göğe ağdım." -Yunus Emre.
ağ mantarlar ç. is. bot. İnsan ve hayvanlarda hastalığa yol açan ve birçok türü içine alan ilkel bitkiler topluluğu.
ağnam is. Ar. ağnam esk. Sayım vergisi.
ağnama is. Ağnamak işi.
ağnamak (nsz) Hayvan yere yatıp yuvarlanmak.
ağnamcı is. esk. Sayım vergisi toplayan kimse: "Öşürcüler, ağnamcılar, tahsildarlar, zaptiyeler köylerde kuzu gibi namuslu namuslu dolaşırlarmış." -Ö. Seyfettin.
ağraz ç. is. Ar. ağrâz esk. Garazlar.
ağrı is. Vücudun herhangi bir yerinde duyulan şiddetli acı: "Sabah yataktan müthiş bir omuz ağrısı ile kalkmıştı." -H. Taner, ağrılarda göz ağrısı, her kişinin öz ağrısı herkesi en çok ilgilendiren şey kendi derdidir. ağrısı tutmak 1) gebe kadın doğum sancıları başlamak; 2) hasta bir organ ağrımaya başlamak.
→ ağrıkesen, ağrı kesici, ağrı kesimi, ağrı sızı, ince ağrı, başağrısı, baş ağrısı, bel ağrısı, diş ağrısı, kalp ağrısı, karın ağrısı, yarım baş ağrısı, yürek ağrısı, eski göz ağrısı, ilk göz ağrısı
ağrıkesen sf. tıp Ağrı duyusunu ortadan kaldıran, dindiren (ilaç vb.), analjezik.
ağrı kesici is. tıp Acıyı, sızıyı dindirici ilaç.
ağrı kesimi is. tıp Acı yitimi.
ağrılı sf. Ağrıyan, ağrısı olan: Ağrılı diş.
ağrıma is. 1. Ağrımak işi. 2. Memeli hayvanlarda görülen ara konakçı kenelerin bulaştırdığı ağrıma asalaklarından ileri gelen hastalık.
→ ağrıma asalakları
ağrıma asalakları ç. is. Omurgalılardan, alyuvar asalağı olarak yaşayan türlü biçimlerdeki sporlular topluluğu.
ağrımak (nsz) Vücudun bir yeri ağrılı durumda olmak: Başı ağrımak. Dişi ağrımak.
ağrısız sf 1. Ağrısı olmayan. 2. zf Ağn vermeden: Ağrısız diş çekmek. Ağrısız doğum. 3. mec. Dertsiz, tasasız: "Azıcık aşım, ağrısız başım." -Atasözü, ağrısız başına kaşbastı bağlamak kendine gereksiz yere iş çıkarmak.
ağrı sızı is. Rahatsızlık veren acı, sancı.
ağrısızlık, -ğı is. Ağrısız olma durumu.
ağrıtma is. Ağrıtmak işi.
ağrıtmak (-i) Ağrımasına yol açmak: Bu koku başımı ağrıttı.
ağsı sf anat. Ağ görünüşünde olan, ağ gibi örülmüş olan.
ağ tabaka is. anat. Göz yuvarlarının iç yüzeyinde görme sinirinin yayılması ile beliren, ışığa duyarlı, ağımsı bölüm, retina.
ağ tonoz is. Gotik mimaride kullanılmış, ağ biçiminde parçalı tonoz.
ağ torba is. 25 cm genişliğinde ve 50 cm uzunluğunda, ağdan yapılmış, kırmızı yosunları suya dalarak avlamada kullanılan, ip ve kayıktaki makara yardımı ile suyun yüzeyine çıkıp inebilen bir torba.
ağu is. bk. ağı.
ağustos is. Lat. Augustus Yılın otuz bir gün süren, sekizinci ayı: "Ağustosta beyni kaynayanın zemheride kazam kaynar." -Atasözü.
→ ağustos böceği
ağustos böceği is. zool. Eş kanatlılardan, erkeği yazın karnının altındaki özel bir organdan kesik ve sürekli ses çıkaran bir böcek, orak böceği (Cicada plebeja).
ağustos böcekleri ç. is. zool. Genç sürgünlerden öz su emerek tarım ve orman bitkilerine zarar veren birçok türün bulunduğu eş kanatlılar familyası.
ağyar ç. is. Ar. ağyar esk. Başkaları, yabancılar, eller: "O Eyüp sokakları ki, üstlerinden ölü geçmiş, diri geçmiş, yâr geçmiş, ağyar geçmiş..." S. Ayverdi.
→ yârüağyar
ağ yatak, -ğı is. Hamak.
ağzı açık, -ğı sf 1. Şaşkın, alık, bön (kimse). 2. zf. Hayranlıkla, büyülenmiş olarak: "Kızcağız söze başlarken en ağzı açık dinleyen benim büyüğüm Ahmet olurdu." -S. F. Abasıyanık. ağzı açık ayran delisi (veya budalası) 1) yeni gördüğü her şeye şaşkınlıkla bakan, şaşıran; 2) saf, bön. ağzı açık (veya ağzı bir karış açık) kalmak çok şaşırmak, şaşakalmak: "Ağzım açık kalmış, çatal elimden düşmüş, yeşil salatalar pantolonuma dökülmüş." -H. Taner.
ağzı açıklık, -ğı is. Ağzı açık olrna durumu.
ağzı bir sf. Söz birliği etmiş.
ağzı bozuk, -ğu sf Sövmeyi alışkanlık edinmiş olan, küfürbaz (kimse): "Haşarı oğlan bu ağzı bozuk kadına şöyle karşılık veriyordu." -O. C. Kaygılı.
ağzı bozukluk, -ğu is. Ağzı bozuk olma durumu.
ağzı büyük, -ğü sf. Yüksekten konuşan, hava atan.
ağzı gevşek, -ği sf. Sır saklamaz, sır tutmaz (kimse).
ağzı gevşeklik, -ği is. Ağzı gevşek olma durumu.
ağzı havada sf. Çevresindekilerden habersiz, alık, şaşkın (kimse).
ağzı kalabalık, -ğı sf. Birbirini tutmayan sözler söyleyen, yerli yersiz konuşan, boşboğaz (kimse): "Ata bu yılışık ve ağzı kalabalık heriften hazzetmez." -A. İlhan.
ağzı kara sf. 1. Kara haber vermekten hoşlanan, şom ağızlı. 2. Bir yerde konuşulanı veya yapılanı duyup görmesi İstenilmeyen.
ağzı kenetli sf. Sır tutan, sır saklayan.
ağzı kilitli sf. 1. Dudakları beyaz (at). 2. mec. Sır saklayan. 3. mec. Oruç tutan (kimse), oruçlu.
ağzı kulaklarında sf. Çok sevinçli, mutlu (kimse).
ağzına kadar zf. Boş yeri kalmayacak biçimde: "İtalyan bandıralı gemiler ağızlarına kadar yüklü giderler." -S. F. Abasıyanık.
ağzı pek sf. Ağzı sıkı.
ağzı pis sf. Sövmeyi huy edinmiş olan (kimse).
ağzı sıkı sf. Sır saklayan, ağzı pek, ketum.
ağzı sıkılık, -ğı is. Ağzı sıkı olma, sır saklama, ketumiyet, ketumluk.