mecâ'

: مجاع

(a. i.) : eçlık. (bkz. : me-câet).

mecâdîf

: مجاديف

(a. i. micdâf'ın c.) : kayık, sandal kürekleri.

mecâdil

: مجادل

(a. i. micdel'in c.) : köşkler, kasırlar.

mecâe, mecâet

: مجاعه ، مجاعة

(a. i.) : acıkma; açlık, (bkz. : cû').

mecal

: مجال

(a. i.) : 1) güc, kuvvet, tâkat. 2) fırsat, imkân. Bî-mecâl : kuvvetsiz, takatsiz.

mecâlî

: مجالی

(a. i. meclâ'nın c.) : aynalar, (bkz. : merâyâ).

mecâlis

: مجالس

(a. i. meclis'in c.) : meclisler, toplantılar, toplantı yerleri, (bkz. : meclis). mecâlis-i seb'a : Mevlânâ'nın meşhur eseri.

mecâmi'

: مجامع

(a. i.) : mecma'ın c.) : toplanılacak yerler, toplantı yerleri.

mecâmî'

: مجاميع

(a. i. mecmûa'nın c.) : dergiler.

mecâmir

: مجامر

(a. i. micmer' ve micmere'nin c.) : buhurdanlar, içinde tütsü yakılan kaplar.

mecânık

: مجانق

(a. i. mencenık'ın c.) : (bkz. : mecânîk).

mecânîk

: مجانيق

(a. i. mencenîk'in c.) : [eskiden] mancınıklar, savaşlarda büyük taşlart atmakta kullanılan sapanlar, (bkz. : mencenikat).

mecânin

: مجانين

(a. s. mecnûn'un c.) : deliler, çılgınlar, aklından zoru olanlar. Dar-ül-mecâ-nîn (mecnunlar yurdu) : akıl hastahânesi, tımarhane.

mecârî

: مجاری

(a. i. mecrâ'nın c.) : suyolları, akıntı yerleri, su yatakları.

mecârî-i hevâiyye

:  

zool. balina, gergedan, yunus balığı gibi bâzı hayvanların başlarının üst tarafında açılmış bulunan bir veya iki delik.

mecârî-i teneffüsiyye

:  

anat. teneffüs boruları.

mecaz

: مجاز

(a. i. cevâz'dan. c. : mecâzât) : 1) yol, geçecek yer. 2) hakikatin, gerçeğin zıddı. 3) ed. kendi öz mânâsiyle kullanılmayıp, benzerlikle, benzetme yolu ile başka bir mânâda kullanılan söz : "arslanlar ilerliyor" derken, ars-lan kelimesinin Türk askeri mânâsına gelişi gibi.

mecâz-i mürsel

:  

ed. bir kelimeyi hakikî mânâdan mecazî mânâya naklederken aradaki alâka vs münâsebetin müşabehetinden (benzeyişinden) başka bir hâle istinâd etmesi'dir.

mecazen

: مجازا

(a. t. f.) : mecaz yoliyle, mecaz olarak.

mecazî

: مجازی

(a. s.) : mecaza âit, mecazla ilgili olan. Ma'nâ-yî mecazî : mecaz, gerçek olmıyan mânâsı. Aşk-ı mecazî : dünyâdaki güzelleri ve dolayısiyle Allah'ı sevmek. Mülk-i hakiki ve mecazî : Allah'ın hakikat ve ruh âlemi.

mecâzîb

: مجاذيب

(a. s. ve i. meczûb'un c.) : meczuplar, cezbeye tutulmuş olanlar, dîvâneler, abdallar; sevgiden aklını kaybetmiş olanlar.

mecâz-istân

: مجازستان

(a. f. b. i.) : mecaz yeri.

mecbûb

: مجبوب

(a. s.) : zekeri, husyeleri kesilmiş.

mecbûl

: مجبول

(a. s. cibillet'den) : 1) yaratılmış, (bkz. : âferîde). 2) yaratılışında bir hal ve sıfat bulunan, [arapçada : "yaradılışı iri olan" (mânâsı vardır]

mecbur

: مجبورا

(a. s. cebr'den) : 1) icbar edilmiş, zor görmüş, zorla bir işe girişmiş, (bkz. : nâ-çâr, muztar. 2) [eski] hatırı, gönlü alınmış, [asıl mânâsı : "kırıldıktan sonra bütünlenmiş" tir]

Mecburen

: مجبورا

(a. zf.) : mecbur olarak, zorla, zoraki.

mecburî, mecbûriyye

: مجبوری ، مجبوريه

(a. s.) : yapma zorunda bulunanlar, ister istemez, zor altında. Hizmet-i mecbûriyye : mecburî, yapma zorunda bulunulan hizmet.

mecbûriyyet

: مجبريت

(a. i.) : mecburluk, zor, zora tutulma.

meccân

: مجان

(a. s.) : bedava, parasız, ücretsiz.

meccânen

: مجانا

(a. zf.) : bedava, parasız, ücretsiz olarak.

meccani

: مجانی

(a. s.) : parasız, bedavacı. Leylî meccani : parasız yatılı.

meccân iyvet

: مجانيت

(o. i.) : meccânîlik, ücretsizlik.

mecd

: مجد

(a. i.) : büyüklük, ululuk; şan ve şeref. Dâme mecdühO : ululuğu, büyüklüğü devam etsin! Sûre-i mecd : Kur'ân'ın ilk sûresi, (bkz. : seb'ül-mesânî, sûret-ül-hamd, sûret-üş-şükr).

mecdûd

: مجدود

(a. s.) : 1) rızkı bol, nasîbi açık, bahtiyar. 2) erkek adı.

mecdûi

: مجدول

(a. s.) : 1) sağlam [şey] , (bkz. : muhkem). 2) bükülmüş, [arapçada : 'kemikli ve yapısı sağlam kimse" manasınadır]

mecdûr

: مجدور

(a. s.) : çiçek çıkarmış [kimse]

mecellât

: مجلات

(a. i. mecelle'nin c.) : kitaplar, mecmualar, dergiler.

mecelle

: مجله

(a. i.) : (bkz. : mecenne).

mecenne

: مجنه

(a. i.) : 1) cinni çok olan yer. (bkz. : dîvlâh). 2) delilik, dîvânelik. 3) kalkan, siper.

mecerre

: مجره

(a. i.) : astr. Samanyolu, (bkz. : keh-keşân).

mechel

: مجهل

mecâhil) : 1) nişansız, belirtisiz. 2) yolu izi olmıyan çöl.

mechele

: مجهله

(a. i.) : birini cahilliğe sev-keden şey.

mechûd

: مجهود

(a. s. cehd'den) : 1) cehdolunmuş, çalışılmış, uğraşılmış. 2) kudret, kuvvet, güc. Bezl-i mechûd, Sarf-ı mechûd : olanca kuvveti ile.

mechûl, meçhule

: مجهول ، مجهوله

(a. s. cehl'den) : 1) bilinmiyen, meçhul. 2) gr. edilgen [bilmekten : "bilindi", çalışmaktan : "çalışıldı. . " gibi]

mechül-ül-ahvâl

:  

neyin nesi olduğu bilinmiyen kimse.

mechûl-ün-neseb

:  

kimin çocuğu olduğu bilinmiyen.

mechûlât

: مجهولات

(a. i. mechûl'ün c.) : meçhul olan, bilinmiyen şeyler.

mechûliyyet

: مجهوليت

(a. i.) : meçhullük, bilinmezlik.

mecî'

: مجی

(a. i.) : geliş, gelme.

mecîd

: مجيد

(a. s. mecd'den) : 1) Allah adlarındandır. Abd-ül-mecîd : Allah kulu. 2) şan ve şeref sahibi, büyük, ulu. 3) i. Abd-ül-mecid'den bozularak erkek adı.

mecîdî, mecîdiyye

: مجيدی ، مجيديه

(a. s.) : Mecit'le ilgili. Sîm mecîdiyye : yirmi kuruş değerinde gümüş para.

mecîdiyye altını

:  

Abdülmecit zamanında çıkakarılmış altın lira.

mecîdiyye nişanı

:  

Abdülmecit zamanında çıkarılmış nişan.

mecîdiyye çeyreği

:  

beş kuruşluk gümüş para.

mecidiyye

: مجيديه

(a. i.) : Sultan Abdülmecid'in tahta çıkışının altıncı yılında (1260 = 1844) onun adına kesilmiş olan altın ve gümüş sikkeler, [daha ziyâde 20 kuruşluk gümüş sikkelere verilen bir addır]

meclâ

: مجلا

(a. i. c. : mecâlî) : 1) çıkma yeri, görünme yeri. 2) ayna. (bkz. : mir'ât, secen-cel).

meclis

: مجلس

(a. i. cülüs'dan. c. : cnecâlis) : 1) oturulacak, toplanılacak yer. 2) görüşülecek bir mes'ele için bir araya gelmiş insan topluluğu. 3) devlet işlerini görüşmek üzere milletvekillerinin toplanması ve bu milletvekillerinin toplandıkları büyük bina. Def'-i meclis : bir toplantıya son verme. Sadr-i meclis : bir toplantıdaki başkanlık yeri.

meclis-i âlî-i hazâin

:  

mâliye işlerini yoluna koymak üzere teşkil olunan hey'et.

meclis-i âlî-i Tanzimat

:  

Tanzimat'ın îcâbettirdiği kanun ve nizâmnâmeleri hazırlamak, memleketin ıslah ve îmân için alınacak tedbirleri müzâkere ve karar ittihâz etmek, mevcut nizâmnâmelerden ıslâha muhtaç görülenler hakkında mütâlâa bildirmek ve bunların tâdillerini hazırlamak, nazırların vazifelerinden dolayı mes'ûliyetleri hâlinde muhakemelerini bidâyeten yapmak vazîfeleriyle mükellef olmak üzere (1270) (1854) târihinde kurulan meclis.

meclis-i â'yân

:  

1) Osmanlı imparatorluu'nda iki millet meclisinden, üyeleri hükümetçe seçilmiş olanı; 2) [bugün] senato, cumhuriyet senatosu.

meclis-i bey'

:  

pazarlık için bir araya toplanma.

meclisi emânet

:  

huk. İstanbul'da ilk belediye teşkilâtı yapıldığı zaman şehremânetinde ihdas edilen. Hükümet tarafından tâyin edilmiş altı âzâdarv olma meclis idi.

meclis-i hâss-ı vükelâ

:  

kabîne toplantısı. meclis-i kebîr-i maârif : maarif işleri heyeti. [bugünkü Millî Eğitim Bakanlığı "Ta'lim ve Terbiye Dâiresi" karşılığı]

meclis-i mâliyye

:  

mâliye nezâreti danışma kurulu. I

meclis-i meb'ûsân

:  

Osmanlı imparatorluğunda iki millet meclisinden, üyeleri, halk tarafından seçilmiş olanı.

meclis-i meşâyih

:  

[eskiden] tekkelerin işleriyle meşgul olmak üzere meşîhat dâiresinde kurulmuş olan bir teşekkül.

meclis-i şer'

:  

şeyhislâm kapısında veya kadıların yanında kanun hükmü alınmak üzere yapılan toplantı.

meclis-i şükûfe

:  

tar. lâle yetiştiricilerinin lala cinsleri, bakımı ve şâire üzerine tertîbettikleri kongre.

meclis-i tedkîkat-ı şer'iyye

:  

mülga Meşîhat Dâiresi'nde bir reisin riyaseti altında müteşekkil hey'et-i âliye idi ki, 21 Muharrem 1290 tarihli tâ-lîmatnâme ve zeyillerinde yazılı olduğu üzere kendisine tevdî olunan işlerle fetvahaneden havale olunan ilâmların vakii hâle ve zabıtnamelerine uygun olup olmadığını tetkik ederdi.

meclis-i ülfet

:  

konuşma meclisi.

meclts-i vâlâ-yi ahkâm-ı adliyye

:  

ıslahat hareketlerinin fcâbettirdiği yeni nizâmnâmeleri hazırlamak, me'murlann muhâkemeleriyle meşgul olmak, lüzum gösterilen devlet işlerinde rey vermek üzere 1253 (1837) yılında teşkîl olunan meclîs.

meclis-i vükelâ

:  

kabîne toplantısı. [bugünkü bakanlar kurulu"]

meclis-ârâ

: مجلس آرا

(a. f. b. s.) : meclisi' süsliyen, hoşsohbet kimse.

meclis-efrûz

: مجلس افروز

(a. f. b. s.) : 1) meclisi aydınlatan, parlatan, (bkz. : meclis-fürûz). 2) müz. Türk müziğinin en az beş asırlık bir mürekkep makamı olup numunesi kalmamıştır.

meclis-fürûz

: مجلس فروز

(a. f. b. s.) : meclisi aydınlatan, ışıklandıran, (bkz. : meclis-efrûz).

meclisi

: مجلسی

(a. s.) : 1) meclise âit, meclisle ilgili. 2) müz. hâlen Azerî müziğinde kullanılmakta olan bir makamdır.

meclisiyân

: مجلسيان

(a. i.) : meclis ehli.

meclûb

: مجلوب

(a. s. celb'den) : 1) celbolunmuş, başka yerdön getirilmiş olan. 2) taraf-darlığı kazanılmış bulunan. 3) tutkun, (bkz. : meftun).

meclûbîn

: مجلوبين

(a. s. meclûb'un c.) : (bkz. : meciûb).

meclûbiyet

: مجلوبيت

(a. i.) : meclubluk, tutkunluk.

meclüvv

: مجلو

(a. s.) : cilâlı, parlak, (bkz. : müce'lâ).

mecmâ'

: مجمع

(a. i. c. mecâmi') : 1) toplanılacak yer. 2) kavuşulan yer, nokta.

mecma-ı bahreyn, mecma'-ül-bahreyn

:  

1) iki deniz veya biyük bir suyun kavuştuğu nokta, ka-vuşağı; 2) tıs. kabe kavseyn mertebesi.

mecma'ül-ezdâd

:  

mutlak hürriyet.

mecmaa

: مجمعه

(a. i.) : (bkz. : rnecmûa).

mecmece

: مجمجه

(a. i.) : 1) kalbindekini söylemek işeyip de yine gizleme. 2) yazının karışık olması.

mecmede

: مجمده

(a. i.) : buzluk, karlık.

mecmû mecmûa

: مجموع ،مجموعه

(a. s. cem'den) : 1) cem' olunmuş, toplanmış, bir araya getirmiş şey, top, tüm. Min hays-il-mec-mû' : toptm, hepsi. 2) i. bir yazı sitili.

mecmûa

: مجموعه

(a. i.) : mecâmî') : 1) toplamı biriktirilmiş, tertip ve tanzîm edilmiş şeylerin hepsi. 2) seçilmiş yazılardan meydana getirilen yazma kitap. 3) dergi, (bkz. : risale).

mecmûan

: مجموعا

(a. zf. ) : toplu olarak, toptan, birden; hep.

mecmûiyyet

: مجموعيت

(a. i.) : topluluk, bütünlük, tamlık.

mecniyyün-aleyh

: مجني عليه

(a. s.) : kendisi üzerine cinayet vuku bulan, öldürülen kimse.

mecnûb

: مجنوب

(a. s.) : cenup (güney) rüzgârı alan [adam]

mecnûn

: مجنون

(a. s. cinn'den c. : mecânîn) : 1) cin tutmuş, çıldırmış, deli; dîvâne. 2) delice seven, tutkun, (bkz. : âşık).

mecnûn-ı gayr-ı mutbik

:  

huk. [eskiden] kâh mecnûn olup kâh iyileşen kimse.

mecnûn-ı mutbik

:  

huk. [eskiden] cünûnu, bütün zamanını kaplıyan kimse.

Mecnûn

: مجنون

(a. h. i.) : Leylâ ile -Mecnûn hikâyesinin erkek kahramanı, Kays.

mecnûn-âne

: مجنونانه

(a. f. zf.) : delice, delicesine; dîvânelere yakışır yolda.

mevnûniyyet

: مجنونيت

(a. i.) : delilik.

mecra

: مجری

(a. i. cereyân'dan. c. : mecârî) : 1) suyun cereyan ettiği, aktığı yatak, su yolu, akıntı yeri. 2) bir işin gidiş, oluş yolu. 3) bir havadisin, bir haberin yayılma yolu. 4) bedendeki ahlatın akıştığı yol.

mecrâ-yi bevl

:  

fizy. sidiğin aktığı yol.

mecrâ-yi tabiî

:  

bir şeyin tabîî yollardan geçişi.

mecruh

: مجروح

(a. s. : cerh'den) : 1) cerholunmuş, yaralanmış, [bu mânâda c. : mecrû-hîn] . 2) huk. inandırıcı sözlerle çürütülmüş [fikir, mevzu', deva]

mecrûhîn

: مجروحين

(a. s. Mecruh'in c.) : cerh olunmuşlar, yaralanmışlar.

mecrûr

: مجرر

(a. s. Cerr'den c. : mecrûrât) : 1) cerrolunmuş, çekilmiş, sürüklenmiş 2) a. Gr. Harf-i cerr veya îzafet hallerinde, son harfi i ile okunan kelimenin hâli : min külli'l-umûri.. Gibi "min" cer harif; "külli" : min ile mecrûr; "umûri" de : muzafün-ileyh halinde mecrur

mecrûrat

: مجرورات

(a. s. Mecrûr'un c.) : mecrurlar, mecrûr olanlar.

mecûbe

: مجوبه

(a. i.) : cevap

me'cûc

: مأجوج

(a. s.) : (bkz. : ye'cûc)

mec'ûl

: مجعول

(a. s.) : meydana çıkarılmış, yapılmış olan. (bkz. : masnû' 1.)

me'cûr

: مأجور

(a. s. ecr'den) : 1) ecr ve sevabı vorilnıiş olan. 2) kiraya verilen [şey] , (bkz. : mûcer).

mecûs

: مجوس

(a. i.) : zerdüşt dîninde bulunan halk ateşe tapanların bağlı bulundukları in.

mecûsî

: مجوسی

(a. s. ve i. c. : mecûsiyân) : mecûs dîninde bulunan, ateşe tapan kimse veya mecûs dinine mensup, bu dinle ilgili olan.

mecûsiyân

: مجوسيان

(a. s. ve i. mecûsî'nin c.) : mecûsîler, ateşe tapanlar.

mecûsivyet

: مجوسيت

(a. i.) : mecûsîlik, ateşe taparlık.

meczûb

: مجذوب

(a. s. i. cezb'den c. : meczûbîn) : 1) cezhoiunmuş, çekilmiş. 2) Allah sevgisinden dolayı cezbeye tutularak kendinden geçmiş [olan] , (bkz. : şeydâ). 3) deli, dîvâne, mecnûn.

meczûbîn

: مجذوبين

(a. s. i. meczûb'un c.) : meczuplar.

meczûbiyyet

: مجذوبيت

(a. i.) : [birine doğru] gönül akması.

meczûm

: مجزوم

(a. s. cezm'den) : 1) cezmolunmuş, niyet edilmiş, kat'î karar verilmiş. 2) a. gr. cezimli, son harfi harekesiz olarak okunan kelime : "ilm, cezb, . " gibi.

meezûm

: مجذوم

(a. s. cüzâm'dan) : cüzamlı, miskin illetine tutulmuş [kimse]

meczûr

: مجذور

(a. s.) : mat. cezri, kare kökü alınmış [sayı] : on sayısı yüz sayısının kare köküdür.