en |
: | اً |
(a. e.) : arapça kelimelerin sonuna gelerk, kelimeyi zarf yapar : kasden, inâyeten, hakîkaten v.b. |
enâbîb |
: | انابيب |
(a. i. ünbûbe'nîn c.) : boğum boğum olan şeyler, kamış gibi içi boş olan fen âletleri, borular. |
enâbîb-i gırbâliyye |
: |
kalbur damarları. |
|
enâbîb - ihazmiyye |
: |
anat. hazım ('sindirim) boruları. |
|
enâbîk |
: | انابيق |
(a. i. inbik'in c.) : inbikler. |
enâbîş |
: | انابيش |
(a. i.) : yerden çıkarılan otun kökü. (bkz. : enbûşe). |
enâcîl |
: | اناجيل |
(a. i. incil'in c.) : inciller. |
enâcîl-i erbaa |
: |
Hz. İsa'nın göğe ağmasından sonra Havâriyyun'un tertipledikleri söylenen dört ayrı incil metni : [Mettâ, Markus, Luka, Yuhanna]. |
|
enâdîd |
: | اناديد |
(a. s.) : perişan, perakende, dağınık şeyler. |
enâfis |
: | انافس |
(a. s. enfes'in c.) : er nefîs olan şeyler. |
enâfis-i âsâr-ı edebiye |
: |
edebî eserlerin en nefisleri en değerlileri. |
|
enâhîd |
: | اناهيد |
(f. i.) : Zühre Venüs) gezeğeni, (bkz. : nâhîd). |
enâiyyet |
: | انائيت |
(a. i.) : (bkz. : eneiyyet, enâniyyet). |
enam |
: | انام |
(a. i.) : 1) bütün mahlûklar, yaratılmış olan canlılar. 2) halk, insanlar. Beyn-el-enam : halk arasında. Rabb-ül-enâm : bütün mahlûkatın Rabbi Seyyid-ül-enâm (halkın Ulu'su) : Hz. Muhammed (Aleyhisselâm). |
en'âm |
: | انعام |
(a. i. na'm'ın c.) : 1) at, deve, sığır ve koyun gibi hayvanlar. 2) s. hayvan gibi kimseler. 3) i. Kur'ân-ı Kerim'de bir sûrenin adı. 4) i. bâzı âyet ve sûreleri de ihtiva eden dîni duâ kitabı. |
enâmil |
: | انامل |
(a. i. enmele'nin c.) : parmak uçları. |
enâniyyet |
: | انانيت |
(a. i.) : kendini beğenme, bencilik, (bkz. : enâiyyet, eneiyyet). |
enâr |
: | انار |
(f. i.) : nar [meyva]. (bkz. : rümmân). |
enâr-Allahü kabrühû |
: | انار الله قبره |
(a. cü.) : "Allah mezarını aydınlatsın!" mânâsına gelen iyi bir dilek. |
enbâ |
: | انبا |
(a. i. nebî'nin c) : peygamberler. |
enbâg |
: | انباغ |
(f. i.) : ortak kadın, kuma. |
enbâhûn |
: | انبخون |
(f. i.) : 1) sağlam, tahkîm edilmiş yer. 2) hisar, kale. |
enbân, enbâne |
: | انبان ، انبانه |
(f. i.) : dağarcık denilen deri çanta, yiyecek çantası, heybe. |
enbânçe |
: | انبانچه |
(f. i.) : küçük dağarcık, ufak heybe; çanta. |
enbâr |
: | انبار |
(f. i.) : 1) dolu, yığın, küme. 2) kuvvet vermek için ekinlere dökülen çör-çöp, gübre, ["enbârden" ve "enbâşden" mastarından emir]. |
enbâr |
: | انبار |
(a. i. nibr'in c.) : anbarlar, anbar. Der-enbâr etmek : anbara koymak, teslim etmek, [cemi olduğu halde bizde müfret olarak kullanılır]. |
enbâşte |
: | انباشته |
(f. s.) : 1) tıkanmış. 2) yıkılmış. |
enbâz |
: | انباز |
(f. s.) : ortak, eş. (bkz. : şerik). Bî-enbâz : şeriki olmıyan, eşsiz. |
enbâz |
: | انباز |
(a. i. nebez'in c.) : lâkaplar, takma adlar, soyadları. |
enbâzî |
: | انبازی |
(f. i.) : ortaklık, şeriklik. |
enbele |
: | انبله |
(f. i.) : Hind hurması, demir hindi. |
enberût |
: | انبروت |
(f. i.) : armut, (bkz. : emrûd). |
enbeste |
: | انبسته |
(f. s.) : koyulaşmış, katılaşmış, uyuşmuş [nesne]. |
enbeste-dem |
: | انبسته دم |
(f. b. s.) : tenbel, miskin, gayretsiz [kimse). |
enbîk |
: | انبيق |
(a. i.) : inbik. |
enbîr |
: | انبير |
(f. i.) : yaş ve kuru çamur. |
enbîre |
: | انبيره |
(f. i.) : üstü toprak sıvalı damlarda sıva altına konulan saz, çalı çırpı, talaş, yonga gibi şeyler. |
enbiyâ' |
: | انبياء |
(a. i. nebî'nin c.) : müstakil şeriat sahibi olmıyan peygamberler, yalvaçlar, (bkz. : resul). |
enbûb |
: | انبوب |
(f. i.) : minder, döşek; döşeme. |
enbûde |
: | انبوده |
(f. s.) : istif edilmiş, devşirilmiş, katlanmış ["enbûden" mastarından ismi mefûl]. |
enbûh |
: | انبوه |
(f. s.) : 1) çok, kalabalık, başka Leşker-i enbûh : kalabalık asker. 2) i. çokluk, (bkz. : cemâat, izdiham). 3) i. meclis. 4) kalın, yoğun. 5) duvarın yıkılıp dökülmesi. |
enbûşe |
: | انبوشه |
(a. i.) : bot. 1) yer elması, patates gibi yerden çıkarılan şeyler. 2) ağaç kökleri, (bkz. : enâbîş). |
enbûy |
: | انبوی |
(f. i.) : koklama, koku. |
enbûzen |
: | انبوذن |
(f. i.) : asıl, madde. |
enbûzen-i inşân |
: |
toprak [insanın asıl maddesi olduğu için], (bkz. : tin). |
|
enbür |
: | انبر |
(f. i.) : ocağı ve ateşi karıştırmıya yarıyan âlet. [Anadolu'da "eğsi, eksi, eğsiran v.b. gibi karşılıkları vardır]. |
enbüre |
: | انبره |
(f. s.) : 1) tüyü dökülmüş [şey, hayvan], en çok deve. 2) i. dolap beygiri. 3) i. dere. 4) i. işkembe. |
encâb |
: | انجاب |
(a. s. necîb'in c). : (bkz. : necâib, nücebâ). |
eııcâd |
: | انجاد |
(a. i. necd'in c.) : yüksek yerler, yüce yerler. |
encam |
: | انجام |
nihayet, son. (bkz. : akıbet, fercâm). |
encâm-ı kâr |
: |
işin sonu. (bkz. : âhir-ül-emr). |
|
encâs |
: | انجاس |
(a. necs'in c.) : pislikler. |
encel |
: | انجل |
(f. i.) : bot. hatmi çiçeği. |
encer |
: | انجر |
(a. i.) : gemi direği, (bkz. : lenger). |
encere |
: | انجره |
(f. i.) : bot. 1) ısırgan otu. (bkz. : encüre). 2) hek. kurdeşen, vücuttaki kaşıntılı döküntüler, urtica. |
encidân |
: | انجدان |
(a. i.) : bot. kasnı denilen ilâcın yapıldığı bir ağaç. |
eneîn |
: | انجين |
(f. zf.) : 1) ufak ufak, kıyma kıyma, tane tane. fenciden" mastarından]. 2) i. sıvacı, (bkz. : endâyiş-ger). |
encîr, encîre |
: | انجير ، انجيره |
(f. i.) : incir. |
encûc |
: | انجيوج |
ödağacı, (bkz. : encûg). |
encûg |
: | انجيوغ |
(f. i.) : 1) öd ağacı. 2) ocak. (bkz. : encûc). |
encûh, encûg |
: | انجيوخ ، انجيوغ |
(f. i.) : 1) kıvrım, 2) s. solmuş, buruşmuş (meyva). [encûhîden ve encûgîden mastarından]. |
encüm |
: | انجم |
(a. i. necm'in c.) : yıldızlar, (bkz. : kevâkib, nücûm, sitâregân). |
encümen |
: | انجمن |
(f. i.) : cemiyet, meclis, şûra, komisyon; takım. ' |
encümen-i dâniş |
: |
akademi. |
|
encümen-i siyâsî |
: |
siyâsî encümen, politika kulübü. |
|
encümen-gâh |
: | انجمن گاه |
(f. b. i.) : meclis, cemiyet yeri. |
encür |
: | انجر |
(a. i.) : ısırgan otu. |
encürs |
: | انجره |
(a. i.) : bot. ısırgan otu. (bkz. : encere). |
encürî |
: | انجرى |
(a. i.) : hararet kabarcıkları, isilik. |
encüriyye |
: | انجريه |
(a. i.) : 1) hek. ısırgan otunun meydana getirdiği kabarcıklara benziyen bir çeşit deri hastalığı. 2) bot. ısırgangiller. |
endâ' |
: | انداء |
(a. i. nedâ'nın c.) : şebnemler, çiğler, (bkz. : endiye). |
endâd |
: | انداد |
(a. i. nidd'in c.) : misiller, nazîrler, benziyenler, eşler, (bkz. : eşbâh, nazâir). |
endâd ü ezdâd |
: |
benzerler ve zıtlar. |
|
endâd |
: | انضاد |
(a. s. : nadad'ın c). : (bkz. : enzâc!). |
endâht |
: | انداخت |
(f. i.) : 1) atma, atış; atılma. 2) silâh atma, boşaltma. endâhte atılmış; bir tarafa bırakılmış. |
endâhte-i kûşe-i nisyân |
: | انداخته |
unutma köşesine atılmış, unutulup gitmiş. |
endam |
: | اندام |
(f. i.) : vücut, beden, insanın âzası, biçim; boy, boybos; cisim. Arz-ı endam 'etmek : boy göstermek. |
endâm-ı mevzun |
: |
düzgün endam, düzgün beden. |
|
endâmi |
: | اندامى |
(f. i.) : bedene uygun, biçimli eibise. |
endâr |
: | اندار |
(f. i.) : hikâye, baştan geçen şey. (bkz. : vakıa, sergüzeşt). |
endâve, endâye |
: | انداوه ، اندايه |
(f. i.) : 1) sıvacı malası. 2) şikâyet. |
endâyiş |
: | اندايش |
(f. i.) : sıvama, yaldızlama. |
endâyiş-ger |
: | اندايشگر |
(f. b. i.) : sıvacı, yaldızcı, (bkz. : encîn 2). |
endâz (-) |
: | انداز |
(f. s.) : 1) atıcı. Silâh-endâz : silâh atan, nefer, er. Tîr-endâz : ok atan. 2) atmış. |
endaze |
: | اندازه |
(f. i.) : 1) altmış santimetrelik bir ölçü. 2) ölçek. 3) tahmin, takdir. 4) mertebe, derece. |
end-bend |
: | اند بند |
(f. zf.) : 1) parça parça, boğum boğum. 2) mahcup, utanmış. |
endek |
: | اندك |
(f. s.) : 1) az, azıcık. 2) yaşı küçük. Tıfl-ı endek : yaşı küçük çocuk. |
endeme |
: | اندمه |
(f. i.) : geçmiş sıkıntıları hatırlama. |
ender |
: | اندر |
(a. s.) : daha (en, pek) nâdir, çok seyrek ve az bulunan. |
ender |
: | اندر |
(f. zf. nâdir'den) : "-de, içinde". Cehân-ender cehân : cihan içinde cihan. Müşkil ender müşkil : zorluk içinde zorluk, [çok defa Farsça veya Arapça İki kelime arasında kullanılırlar]. |
enderez |
: | اندرز |
(f. i.) : 1) öğüt, nasîhat; vasiyet. 2) mektup. |
enderi |
: | اندرى |
(a. i.) : kalın ip, halat. |
enderûb, endûb, endûc |
: | اندروب ، اندوب |
(f. i.) : hek. temriye denilen cilt hastalığı. |
enderûn |
: | اندرون |
(f. b. i.) : 1) bir şeyin iç tarafı, dâhili; içyüz; harem dâiresi. 2) kalb. 3) [evvelce Hırka-i Sâadet ile Hazîne-i Hümâyûn'un bulunduğu saray. |
enderûn-i hümâyûn |
: |
saray müstahdimîni yetiştirmek için kurulan teşkilât. |
|
enderûn ü bî-rûn |
: |
iç ve dış. |
|
endîş (-) |
: | انديش |
(f. s.) : düşünen, ölçülü davranan. Akıbet-endîş : sonunu düşünen. Bed-en-dîş : fena düşünen. Dûrendîş : derin, uzağı düşünen, tedbirli. |
endişe |
: | انديشه |
(f. i.) : düşünce; vesvese, merak, kaygı; gam, keder; şüphe; korku. |
endîşe-i ferda |
: |
yarının düşüncesi. |
|
endîşî (-) |
: | انديشى |
(f. i.) : "endîş" ile nihâyet bulan sıfatları isimleştirerek bunlara "düşünüş" mânâsını verir. Âkıbet-endîşi : sonunu düşünüş. Dûr-endişî : her şeyi evvelden düşünüş, görüş. |
epdîş-nâk |
: | انديشناك |
(f. b. s.) : düşünceli, kederli, sıkıntılı. |
endiye |
: | انديه |
(a. i. nedâ'nın c.) : şebnemler, çiğler. (bkz. : endâ'). |
Endûd |
: | اندود |
(f. i.) : sürmek, tılâ etmek, sıvamak, yaldızlamak mânâsına olan "endû-den" mastarından müştak olup "parlak sıva", "sıva" manasınadır. Zer-endûd : yaldızlı, altın sıva. |
endûh, endüh |
: | اندوه ، انده |
(f. i.) : gam, keder, tasa, kaygı, üzüntü, sıkıntı. |
endûh-i bi-pâyân |
: |
sonsuz keder, üzüntü. |
|
endûh-gün, endüh gin |
: | اندوهگين ، اندهگين |
(f. b. s.) : gamlı, kederli, tasalı, (bkz. : endûh-nâk, endüh-nâk). |
endûh-güsâr |
: | اندوهگسار |
(f. b. s.) : kederi, gamı, sıkıntıyı gideren. |
endûh-nâk, endüh-nâk |
: | اندوهناك ، اندهناك |
(f. b. s.) : kederli, gamlı, tasalı, sıkıntılı, (bkz. endûh-gîn, endüh-gîn). |
endûhte |
: | اندوخته |
(f. s.) : kazanmış; kazanılmış; biriktirmiş, biriktirilmi hazırlanmış. 2) ödenmiş. |
-endûz |
: | اندوز |
(f. s.) : "kazanan, biriktiren, toplıyan" mânâsiyle kelimeleri sıfat yapar Hikmet-endûz : hikmet kazanan. Tarâb-endûz : ahenk kazanan. |
ene |
: | أنه |
(a. zm.) : fels. ben, fr. moi. |
eneiyye |
: | انأيه |
(a. i.) : fels. * tekbencilik, fr. solipsisme. |
eneiyyet |
: | انأيت |
(a. i.) : bencilik, ket dini beğenmişlik, (bkz. : enâiyyet, enâniyyet). |
ene-l-hakk |
: | انالحق |
(a. cü.) : Hllâc-ı Mansûr'un söylediği : "ben hakkım" mânâsına meşhur bir söz. |
enf |
: | انف |
(a. i.) : burun, herşeyin ön kismı, uç. Ebü-l-enf : koca burunlu, kibirli. Kesr-i enf : burnunu kırma, kibrini kırma. |
enfa' |
: | انفع |
(a. s. nâfi'den.) : en nâfi daha (pek, çok) faydalı. |
enfâl |
: | انفال |
(a. i. nefel'in c.) : 1) gan etler, düşmandan alınan mallar, emeksiz kazanç lar. 2) Kur'ân-ı Kerîm'de bir sûrenin adı. |
enfâr |
: | انفار |
(a. i. nefîr'in c.) : cemâatler halk, kalabalıklar, (bkz. : nefîr). |
enfâs |
: | انفاس |
(a. i. nefes'in c.) : 1) nefesler, soluklar. 2) nebî ve velî gibi uluların irşâd edici duaları, (bkz. : nefes). |
enfâs-ı hayriyye |
: |
hayırlı nefesler. |
|
enfâs-ı ma'dûde |
: |
sayılı nefesler, insan hayâtı. |
|
enfâs-ı Mesih |
: |
Hz. İsa'nın, ölüleri dirilten nefesleri. |
|
enfes |
: | انفس |
(a. s. nefîs'den.) : daha (en, pek) nefîs, çok değerli ve lezzetli folan]. |
enfes-i asar |
: |
eserlerin en nefîsi, en değerlisi. |
|
enfes-i et'ime |
: |
yemeklerin en lezzetlisi. |
|
enfes-ül-cevâhir |
: |
XV. asrın açık ve düzgün Türkçe ile yazı yazan bilginlerinden olup 1531 (H. 938) târihinde ölen İznikli Mûsâ bin Hacı Hüseyn'in aslı Arapça olan Tefsîr-i Hâzinî'den yaptığı tercüme bir eserdir. |
|
enfî |
: | انفی |
(a. s.) : buruna mensup, burunla ilgili. |
enfiye |
: | انفيه |
(a. i.) : keyif için buruna çekilen çürütülmüş ve içine bâzı kokulu maddeler katılmış tütün tozu, burun otu. [uydurma kelimedir]. |
enfüs |
: | انفس |
(a. i. nefs'in c.) : ruhlar, canlar, yaşıyanlar, hayat sahipleri. |
enfüs ü ifâk |
: |
nefis ve dışı. |
|
enfüsî |
: | انفسی |
(a. s.) : nefiste meydana gelen, düşünülmüş şeye nispetle düşünene, ferdî zihne ait bulunan, * nesnel, fr. subjectif. [zıddı : âfâkî = fr. objectifdir]. |
enfüsiyye |
: | انفسيه |
(a. i.) : * öznecilik, fr. subjectivisme. |
Engini |
: | انگان |
(f. i.) : vakit, mevsim, (bkz. : hengâın). |
engâme |
: | انگامه |
(f. i.) : 1) topluluk; toplanma yeri. 2) oyuncular derneği. 3) savaş yeri. |
engâr |
: | انگار |
(f. i.) : 1) sanma, zan, tasavvur; şüphelenme. 2) tamamlanmıyan iş. |
engâre |
: | انگاره |
(f. s.) : 1) tamamlanmıyan iş ve nakış, taslak. 2) hikâye, efsâne. 3) baştan geçen bir şeyi ve hikâyeyi tekrarlama. 4) utanarak geri geri çekilme. 5) hesap defteri. |
engâz |
: | انگاز |
(f. i.) : sanat sahiplerinin kullandıkları âlet. |
engel, engele, engîl, engîle |
: | انگل ، انگله ، انگيل ، انگيله |
(f. i.) : 1) ilik, düğme, (bkz. : engûl, engûle). 2) s. sözü, sohbeti çekilmiyen kaba kimse. |
engelyûn |
: | انگليون |
(f. i.) : 1) incil. 2) yedi renkli, işlemeli bir çeşit ipek kumaş. 3) (bkz. : erjeng, erteng). |
engihte |
: | انگيخته |
(f. s.) : koparılmış, oynatılmış; yükseltilmiş; karıştırılmış. |
engîr |
: | انگير |
(f. i.) : (bkz. : engûr). |
engişt |
: | انگشت |
(f. i.) : kömür, (bkz. : fahm ). |
engiştâl |
: | انگشتال |
(f. s.) : hasta, zayıf, dermansız [kimse]. |
engîz (-) |
: | انگيز |
(f. e.) : koparan, karıştıran; depreten. Fitne-engîz : fitne koparan, fesat karıştıran. Safâ-engîz : safa koparan, neşe yaratan. |
Engûje |
: | انگوژه |
(f. i.) : (bkz. : engüje, engüjed). |
engûl, engûle |
: | انگول ، انگوله |
(f. i.) : (bkz. : engel, engele, engîl, engîle). |
Engûr |
: | انگور |
(f. i.) : üzüm. Âb-ı engûr (üzüm suyu) : şarap, (bkz. : ineb). |
engûrek |
: | انگورك |
(f. i.) : gözbebeği, (bkz. : hadeka). |
engübîn |
: | انگبين |
(f. i.) : bal, (bkz. : asel). ["engebîn" şeklinde de kullanılır]. |
engüj |
: | انگژ |
(f. i.) : filcilerin fili idare için kullandıkları ucu eğri demir karga burnu. |
engüje, engüjed |
: | انگژه ، انگژد |
(f. i.) : kokusu keskin ve fena olan baldırgan pusu, (bkz. : engûje). |
engüjed |
: | انگژد |
(f. i.) : "encüdân" veya "encidân" da denilen ağaçta meydana gelen ve "kasnı" adını alan bir nevî ilâç. (bkz. : hıltît). |
Engürûs |
: | اگروس |
(h. i.) : 1) Macar. 2) Macaristan. |
engüşt |
: | انگشت |
(f. i.) : parmak. |
engüşt-i çehârüm |
: |
atsız parmak. |
|
engüşt-i kihîn |
: |
serçe parmak. |
|
engüşt-i mihîn |
: |
orta parmak. engüşt-i muhannâ : kınalı parmak. engüşt-i nîl : fakirlik. engüşt-i sütürg : baş parmak. |
|
engüşt-i muhannâ |
: |
kınalı parmak. |
|
engüşt-i nîl |
: |
fakirlik. |
|
engüşt-i sütürg |
: |
baş parmak. |
|
engüştâne |
: | انگشتانه |
(f. i.) : dikiş yüksüğü, (bkz. : engüştene). |
engüçt ber-cebîn nihâden |
: | انگشت برجبين نهادن |
(f. dey.) : parmağı alın özerine koymak, selâm vermek. |
engüşt ber-dehân |
: | انگشت بردها |
(f. dey.) : parmağı ağızda [olan, taaccübeden, şaşa kalan. |
engüşt-ber-dehân nihâden |
: | انگشت بردهان نهادن |
(f. dey.) : 1) hayran olmak, şaşmak. 2) susturmak. |
engüşt ber leb-zeden |
: | انگشت بر لبزدن |
(f. dey.) : dudağa parmak vurmak, ağız aramak, söyletmek. |
engüşt ber-nemek sûden |
: | انگشت برنمك سودن |
(f. dey.) : parmağını tuza sürmek, yemin etmek, söz vermek. |
engüşt bürek |
: | انگشت برك |
(f. b. i.) : zool. köstebek. |
engüşt der çeşni kerden |
: | انگشت درچشم كردن |
(f. dey.) : iyiliğe karşı kemlik etmek. |
engüşte |
: | انگشته |
(f. i.) : zir. ekincilerin harman savurdukları âlet, yaba. |
engüştene |
: | انگشتنه |
(f. i.) : terzi veya yorgancı yüksüğü, (bkz. : engüştâne). |
engüşter, engüşterî |
: | انگشتر ، انگشتری |
(f. i.) : parmağa süs için takılan yüzük. |
engüşter-i pâ |
: |
ayak yüzüğü, mec. kıymetsiz ve-İtibarsız şey. |
|
engüşt hâîden |
: | انگشت خائيدن |
(f. b. i.) : 1) mahvetmek. 2) yok farzetmek. 3) parmakla göstermek. |
engüşt-nümâ |
: | انگشت نما |
(f. b. s.) : parmakla gösterilen [iyilik veya fenalık hususunda]. |
enhâ' |
: | انحاء |
(a. i. nahv' in c.) : 1) taraflar, cihetler, yanlar. 2) yollar. enhâ-yi sahra : çöl tarafları. |
enhâr |
: | انهار |
(a. i. nehr'in c.) : ırmaklar, çaylar. |
enhâr-ı arnika |
: |
derin nehirler, (bkz. : enhür). |
|
enhas |
: | انحس |
(a. s. nahs'dan) : en nuhûsetli, pek uğursuz, çok şom [meş'um]. (bkz. : eş'-em). |
enhür |
: | انهر |
(a. i. nehr'in c.) : ırmaklar, çaylar, (bkz. : enhâr). |
enîk, enîka |
: | انيق ، انيقه |
(a. s.) : güzel, sevimli, şirin şey. |
enîn |
: | انين |
(a. i.) : inilti, inleme. |
enîn-i hafî |
: |
gizli inilti. |
|
enîr |
: | انير |
(f. i.) : çirkin huy, fena tabîat. |
enîs, enîse |
: | انيس ، انيسه |
(a. i. üns'den.) : 1) dost, arkadaş; yar, sevgili. |
enîs-i dil |
: |
gönül dostu. 2) [birincisi] erkek, [ikincisi] kadın adı. |
|
enîs-ül-guzât |
: |
XVI. asır şâilerinden Hüsam Fü-tûhî'nin manzum olarak yazdığı 118 sahifelik bir fetihnamedir, [bu eser, 1526 (H. 933) yılında Kanunî Sultan Süleyman'ın Macaristan'a yaptığı seferini hikâye etmektedir]. |
|
enîs-ül-kalb |
: |
Fuzûlî'nin, Iran şâirlerinden Hüs-rev-i Dehlevî ile Molla Câmi'ye nazîre olarak yazmış olduğu meşhur Farsça kasîdesidir. |
|
enîsân |
: | انيسان |
(f. i.) : 1) yalan, (bkz. : kizb). 2) boş, mânâsız söz. |
enîse |
: | انيسه |
(f. s.) : donmuş, pekişmiş, [nesne]. |
enîse |
: | انيسه |
(a. i.) : ateş, od. (bkz. : nâr). |
enîşe |
: | انيشه |
(f. i.) : 1) hafiye. 2) casus. 3) s. dalkavuk, (bkz. : müdâhin). |
eniyyet |
: | انيت |
(a. i.) : fels. * kişilik, fr. personnalite. |
enkas |
: | انقص |
(a. s.) : daha (en, pek, çok) noksan, eksik. |
enkaz |
: | انقاض |
("ka" uzun okunur. a. i. nukz'un c.) : 1) bina yıkıntıları, yıkıntı moloz. 2) eski hayvanların bakiyeleri. |
enkaz-ı beşer |
: |
insan yıkılmaları. |
|
enkaz-ı remînıe |
: |
kazaya uğramış ve esaslı kısımları dağılmış gemi ve tekne bozuntuları. |
|
enkaz-ı ümmîd |
: |
ümit yıkıntısı. |
|
enker |
: | انكر |
(a. s.) : en çirkin, pek fena. |
enker-ül-esvüt |
: |
seslerin en çirkini, anırtı. |
|
enkiha |
: | انكحه |
(a. i. nikâh'ın c.) : (bkz. : nikâh). |
enmele |
: | انمله |
(a. i. c. : enâmil) : parmak ucu. [kinaye olarak "el" mânâsına kullanılır], |
enmâr |
: | انمار |
(a. i. nimr'in c.) : kaplanlar, (bkz. : nimâr, nümûr). |
enmûzec |
: | انموذج |
(a. i.) : nümûne, örnek, mostra; tip. [fasihi "nümûzec" dir]. enmûzec-i âlem : âlemin örneği. |
enmûzec-i evvel |
: |
ilk örnek. |
|
enine |
: | اننه |
(a. s.) : çok inliyen. (bkz. : nâlân ). |
en-Nehr |
: | النهر |
(a. h. i.) : astr. semânın güney yarım küresine ait bir burç olup "Orion" ve "Sevr" burçları altından uzanır. |
ensâ |
: | انسا |
(a. i. nesy'in c.) : unutmalar. |
ensâb |
: | انساب |
(a. i. Nesy 'in c.) : 1) soylar, baba tarafından hısımlar. 2) logaritma cetvellerininsayıları ; [ceyb (sinüs) , teceyb (cosinus), rnümâs (tangent), tamam mümâs (cotan- ' gent), katı' (sequence), tamam katı' (cosequen-ce)l. |
ensâb |
: | انصاب |
(a. nusub'un c.) : 1) serler, belâlar. 2) putlar, heykeller, (bkz. : esnam). |
ensâc |
: | انساج |
(a. i. nesc'in c.) : hek. nesiçler; * dokular, İlm-ül-ensâc : * dokubilim, fr. histologie. [ensâc kelimesi, bâzı, lügatlerde bulunmamakla beraber kullanılır olmuştur]. |
esnâf |
: | انصاف |
(a. s. nısfınc.) : yarımlar, yaniar. |
ensaf |
: | انصف |
(a. s. insaf dan.) : daha (en, pek) insaflı. |
ensaf-ı esnaf |
: |
esnafın en insaflısı. |
|
ensâl |
: | انسال |
(a. i. nesl'in c.) : evlâtlar, soylar, zürriyetler, sülâleler, döller, (bkz. : nesi). |
ensâr |
: | انصار |
(a. s. nâsır'ın c.) : yardımcılar, muavinler, müdâfîler, koruyucular, (bkz. : nâsırîn ). |
Ensârî |
: | انصاری |
(a. s. ve i.) : ensârdan olan kimse, [ensâr : Medine'deki "Evs" ve "Harzec" kabilelerine mensup. Hicretten sonra. Hz. Muhammed (Aleyhisselâm)'e din uğrunda yardımcı olan kimseler], |
ensâr-ullâh |
: |
Allah yolunda Hz. Muhammed (Aleyhisselâm)'e yardım edenler. |
|
enseb |
: | انسب |
(a. s. nesîb'den.) : daha (en, pek) münâsip, uygun, çok yerinde. |
ensice |
: | انسجه |
(a. i. nesc'in c.) : 1) anatomide dokumaya benzetilen uzvî teşekküller ve botanikte yaprakların ince örgüleri. 2) dokumalar, kumaşlar, örmeler, [bu kelime Arapça bir kalıba sokularak uydurulmuştur]. |
ensür |
: | انسر |
(a. i. nesrin c.) : (bkz. : nüsûr). |
Entak |
: | انطق |
(a. s. nutk'dan.) : daha (pek, çok, en) iyi söz söyliyen. |
entarûn |
: | انطرون |
(a. i.) : tıpta kullanılan bir ot, kantaron. |
enûk |
: | انوق |
(a. i.) : zool. kartal [kuş]. |
enûşâ |
: | انوشا |
(f. i.) : 1) Mecûsî mezhebi. 2) sevinç. 3) adalet, âdillik. |
enûşe |
: | انوسه |
(f. i.) : 1) hoş, ne kadar hoş, mes'ut. 2) şarap. 3) genç pâdişâh. 4) Şâpûr Şâh'ın halası. |
en'üm |
: | انعم |
(a. i. ni'met'in c.) : 1) iyilikler, lûtuflar, ihsanlar, nimetler, yiyecek ve içeceğe dâir şeyler, ekmekler, (bkz. : niam). 2) h. i. Medine'de bir yer adı. |
enva' |
: | انواع |
(a. i. nev'in c.) : çeşitler, türlüler. |
envâ-i kesîre |
: |
çok çeşitler. |
|
envâ-i nekayıs |
: |
eksikliklerin, noksanların türlüsü. |
|
envâh |
: | انواح |
(a. i. nevh'in c.) : ölüye ağlıyan kadınlar, ağıt yakanlar. |
envâr |
: | انوار |
(a. i. nûr'un c.) : ziyalar, aydınlıklar, ışıklar, parlaklıklar. |
enver |
: | انوار |
(a. s. nevr'den.) : daha (en, pek) nurlu, çok ve pek parlak, çok güzel. |
enyâb |
: | انياب |
(a. i. nâb'ın c.) : köpek dişleri denilen uçları sivri dört diş. (bkz. : esnân-ı katıa). |
enyâr |
: | انيار |
(a. i. nîr'in c.) : boyunduruklar. |
enzâd |
: | انضاد |
(a. s. nazad'ın c.) : 1) şerefli ve tertipli kimseler. 2) toprak tabakaları, (bkz. : endâd). |
enzal |
: | انذال |
(a. s. nezl ve nezîl'in c.) : soysuzlar, alçaklar, aşağılık adamlar. |
enzâm |
: | انظام |
(a. i.) : balıkların karınlarında peyda olan yumurta dizileri. |
enzâr |
: |
(a. i. nazar'ın c.) : bakışlar, bakmalar. |
|
enzâr-ı ecnebiyye |
: |
yabancı bakışlar. |
|
enzâr-ı ta'ziye |
: |
tâziyet bakışları. |
|
enzâr-ı ümmet |
: |
halkın bakışları. |