el- |
: | ال |
(a. h.) : Arapça "harf-i ta'rîf" olup kelimelerin başında bulunur ve ismin mânâsını tarif ve tâyin etmiye yarar. Arapçadaki terkiplerde, has isimlerde ve Osmanlıcadaki izafet ve sıfat terkiplerinde kullanılır. Hurûf-i şemsiyyeden biriyle başlıyan kelimelerin evveline geldiğinde l yerine o harf şeddeli okunur : "eşşems" gibi. (bkz. : hurûf-i şemsiyye). |
elâ |
: | الا |
(a. e.) : başlama ve tenbih edâtıtıdır; nazımda ve sözün başında kullanılır; bundan sonra "ey!" nidası gelir. |
elâ eyl |
: |
şimdi, bilmiş ol ki! |
|
el-amân |
: | الآمان |
(a. e.) : yardım ve şikâyet edatı olarak "aman, medet!" manasınadır; "bıktım artık, illallah!, usandım, kâfî, yeter, sus!" gibi mânâlarda da kullanılır. |
el amân-hâh |
: | الامانخواه |
(a. f. b. s.) : el aman dileyen, yaka silken. |
el'ân |
: | الآن |
(a. zf.) : şimdi, şimdiki halde; henüz, hâlâ, daha, bu âna kadar, şu anda. |
elâstikî |
: | الاستيكی |
(fr. s.) : esnek. |
elâstîkiyet |
: | الاستيكيت |
(fr. a. i.) : esneklik. |
el-Awâ |
: | العوا |
(a. h. i.) : astr. sığırtmaç, semânın kuzey yarım küresinde Dübb-i ekber'in civarında beş parlak yıldızdan meydana gelen küme, lât. Boötes, fr. Bouvier. |
elbâb |
: | الباب |
(a. i. lübb'ün c.) : akıllar; akıllı kimseler. Ulül-elbâb : akıl sahipleri. |
el-acep |
: | العجب |
(a. n.) : tuhaf, acâip, şaşılacak şey! |
elbet, elbette |
: | البت ، البته |
(a. zf.) : kat'î olarak, mutlaka, behemehal; akıbet, nihayet, eninde sonunda. |
elbise |
: | البسه |
(a. i. libâs'ın c.) : esvaplar, libaslar, [kelime bizde müfret gibi kullanılır]. (bkz. : câme). |
elbise-i resmiyye |
: |
resmî elbisefler], |
|
elbürz |
: | البرز |
(f. h. i.) : 1) Kafkas sıradağlarının en yükseği 2) hakkında türlü hurafeler anlatılan Kaf dağı. 3) s. uzun boylu, yakışıklı kimse. |
elbüz |
: | البز |
(a. s.) : 1) bâlâ, yüce, yüksek. 2) i. Kafkas dağının tepesi. |
el-eâ-i alâ rütbetihi |
: | الجاء علی رتبة |
(a. h. i.) : astr. semânın kuzey yarım küresinde "Corona Borealis" burcunun yanında, ikisi çok parlak birkaç yıldızdan müteşekkil bir burç. |
el-câsî |
: | الجاسی |
(a. h. i.) : astr. Herkül, İklîm-i şimalî ve Şilyâk burçları arasında bulunan büyük bir yıldız kümesi, lât. Hercules. |
el-Cebbâr |
: | الجبار |
(a. h. i.) : astr. semânın kuzey yarım küresinde görülebilen dörtgen biçimli ve içinde eğik olarak bir hizada üç parlak yıldızın dizildiği çok güzel ve çok parlak yıldızlardan olma yıldız kümesi (orion). |
elcezire |
: | الجزيره |
(a. h. i.) : Mezopotamya, "Dicle" ve "Fırat" nehirleri arasındaki yerin adı. |
elcime |
: | الجمه |
(a. i. licâm'ın c.) : hayvanların ağızlarına takılan gemler. |
el-cünûnü fünûn |
: | الجنون فنون |
(a. dey.) : "divanelik türlü türlüdür", "delilik bir türlü olmaz" mânâsında kullanılır. |
eledd |
: | الد |
(a. s.) : hak kabul etmiyen, ânatçı [adam]. Hasmı eledd : inatçı düşman. |
elektrîkî |
: | الكتريكی |
(fr. s.) : elektrikle ilgili, elektrik niteliğinde. Cereyân-ı elektrîkî : elektrik cereyanı, * akımı. |
elektrîkiyyet |
: | الكتريكيت |
(fr. a. i.) : elektrikleştirme, elektrikleşme. |
elem |
: | الم |
(a. i. c. : âlâm) : 1) ağrı, acı, sızı, sancı; keder, dert, maddî ve manevî ıztırap. |
elem-i dembedem |
: |
vakit vakit gelen elem. |
|
elem-i intizâr |
: |
bekleme elemi, sıkıntısı. 2) hek. : Fransızca'nın "-algie" sonekini karşılar. |
|
elem-i asabi |
: |
hek. fr. nevralgie. |
|
elem-i mafsal |
: |
hek. fr. arthralgie. |
|
el'emrü emrüküm |
: | الامر امركم |
(a. cü.) : emir, sizin emrinizdir; emriniz bâşüstüne. |
elemût |
: | الموت |
(f. ö. i.) : Hasan Sabbah'ın otuz beş sene içine sığındığı Kazvin ile Giylan arasında yüksek ve sarp bir kale. [elüh (=kaakuş), mut (=yuva) mânâsına olan âmût'dan kısaltılmıştır. Bu kale, yükseklikte; yuvasını yüksek yere yapan karakuş yuvasına benzetilmiş ve bu ad verilmiştir]. |
elem-zede |
: | المزده |
(a. f. b. s. c. elem. zede. gân) : eleme uğramış, elemli, kederli, dertli. |
elem-zede-gân |
: | المزدگان |
(a. f. b. s. elemzede'nin c.) : elemliler, dertliler, kederliler. |
eleng |
: | النگك |
(f. i.) : 1) sur, duvar, siper. 2) kale ve istihkâm askeri. |
elest |
: | الست |
(a. i.) : Allah'ın, ruhları yarattıktan sonra : "elestü bi-rabbiküm = ben sizin Rabbiniz değil miyim?" dediği zaman, insanların yaradılış başlangıcı, [elestü = değilmiyim]. |
elezz |
: | الذ |
(a. s. lezîz'den) : daha (en, pek) lezzetli. |
elezz-i et'ime |
: |
yemeklerin en lezzetlisi. |
|
elf |
: | الف |
(a. s. c. : âlâf. ülûf) : bin [sayı]. (bkz. : hezâr). |
elf-i evvel |
: |
Peygamberimizin hicretinden sonra geçen bin yıl. |
|
elf-i sânî |
: |
Hicret'i tâkîbeden ikinci bin yıl. |
|
elfâf |
: | الفاف |
(a. i. Lif’ in c.) : dallan birbirine girip sarılmış ve dolaşmış ağaçlar; birbirine dolaşık fidanlar. |
el-Fâris |
: | الفارس |
(a. h. i.) : astr. semânın kuzey yarım küresinde imreet-ül-müselsela (Andromeda) burcunun kuyruğunda 6 parlak yıldızdan müteşekkil bir burç, lât. Perseus; fr. Persee. |
el-fâtiha |
: | الفاتحه |
(a. n.) : hazır olan cemaati, "Fatiha" sûresini okumaya da'vet eden nida. |
elfâz |
: | الفاظ |
(a. i. lâfz'ın c.) : kelimeler, sözler. |
elfâz-ı cemile |
: |
güzel sözler. |
|
elfâz-ı galiza |
: |
kaba küfürler. |
|
elfâz-ı müteradife |
: |
bir mânâda bulunan kelimeler, sinonim (synonyme) kelimeler. |
|
el-firâk |
: | الفراق |
(a. i.) : ayrılma, ayrılık sözü, esenleşme. (bkz. : el-vidâ). |
elfiyye |
: | الفيه |
(a. i.) : ed. bin beyitlik kasîde, şiir. |
el-garaz |
: | الغرض |
(a. cü.) : "maksadım şu ki; şunu demek isterim ki; gelelim maksada, sözün kısası" mânâlarına kullanılır". |
el-gaz |
: | الغاز |
("ga" uzun okunur, a. i. lügaz'ın c.) : bilmeceler, bulmacalar, yanıltmacalar. elgaz-ı müşkile : zor bilmeceler. |
el-gıbta |
: | الغبطه |
(a. cü.) : gıpta olunur, gıpta ederim. |
el-hâc |
: | الحاج |
(a. s.) : hacı; islâm dîninin bir îcâbı olarak, usûlüne göre, "Kâbe-i Müker-reme" yi ziyaret eden kimse. |
el-hakk |
: | الحق |
(a. zf.) : hakîkaten, doğrusu, doğrusu ya. |
el-hâl |
: | الحال |
(a. zf.) : şimdi, şimdiki halde, hâlâ, henüz. |
el-hâletü hâzihi |
: | الحالة هذه |
(a. zf.) : henüz, şimdi, hâlâ, bugün, bugünkü günde, şimdiki zamanda, şimdiye kadar, (bkz. : el-yevm). |
el-hamdüli-llâh [-i teâlâ] |
: | الحمد لله تعالی |
(a. c.) : Allah'a hamdolsun, Allah'a şükür. |
elhân |
: | الحان |
(a. i. lâhn'ın c.) : nağmeler, ezgiler. |
elhân-ı iltifat |
: |
iltifat nağmeleri. |
|
elhân-ı keman |
: |
kemanın nağmeleri. |
|
elhân-ı şitâ' |
: |
1) kış nağmeleri; 2) Cenap Şahâbeddin'in meşhur kış şiiri. |
|
el-hased |
: | الحسد |
(a. zf.) : "hased olunur" mânâsına kullanılır. |
El-hasüd lâyesûd |
: |
hasetçi doymak bilmez. |
|
el-hâsıl |
: | الحاصل |
(a. zf.) : hâsılı, netîce itibariyle, sözün kısası, uzatımıyalım, kısa söyliyetim, kısacası, (bkz. : ve-l-hâsıl). |
elhâz |
: | الحاظ |
(a. i. lâhz'ın c.) : göz ucu ile bakışlar. |
elhâz-ı dil-firîb-âne |
: |
gönül aldatırcasına, cazibeli, alımlı bakışlar. |
|
el-hazer |
: | الحذر |
(a. zf.) : "sakın, sakınalım, sakınınız, " mânâsına kullanılır. |
el-hazerü min-es-sârikin |
: |
hırsızlardan sakınınız. |
|
el-Hevâ |
: | الهوا |
(a. h. i.) : astr. semânın kuzey yarım küresi eteğinde Herkül burcunun altında zincirvâri bir yıldız kümesi, lât. Ophiocus. |
el-hükmü-li-l-galip |
: | الحكم للغالب |
(a. cü.) : hüküm galibindir, hak kuvvetlinindir, (bkz. : el-hükmü-limen galeb). |
el-hükmü li-llâh |
: | الحكم لله |
(a. cü.) : "hüküm Allah'ındır, kulun elinde ne var" mânâsına başsağlığı için kullanılır. |
el-hükmü li-men galeb |
: | الحكم لمن غلب |
(a. cü.) : hüküm galip gelenindir, (bkz. : el-hükmü-li-l-galib). |
el-ıyazü bi-llâh |
: | العياذ بالله |
(a. c.) : Allah'a sığındık, Allah'a sığınırım, yahut, sığınırız, Allah esirgesin, Allah korusun!. (bkz. : maâz-Allah). |
elibbâ |
: | البا |
(a. s. lebîb'in c.) : akıllı, kâmil, olgun [kimseler]. |
elif |
: | ا |
(a. ha.) : 1) Arap alfabesinin ilk harfi. 2) i. kadın adı. |
elîf |
: | اليف |
(a. s. ülfet'den.) : 1) ülfet olunan, istenilen, alışılan şey. 2) alışmış, alışkın, alışık, (bkz. : me'lûf). |
elifba, elifbe |
: | الفبا ، الفبه |
(a. i.) : 1) otuz üç harften ibaret olan Osmanlı alfabesi : |
﴿ ا ، ب ، پ ، ت ، ث ، ج ، چ ، ح ، خ ، د ، ذ ، ر ، ز ، ژ ، س ، ش ، ص ، ض ، ط ، ظ ، ع ، غ ، ف ، ق ، ك ، ڭ ، ل ، م ، ن ، و ، ه ، لا ، ی﴾ |
|||
2) bir şeyin başlangıcı. 3) g. s. bir örgü motifi. |
|||
elifî |
: | الفی |
(a. i.) : g. s. bantlarla süslenmiş bir çeşit kumaş. |
el.ihsan bi-t-temâm |
: | الحسان بالتمام |
(a. cü.) : bir şey verilince tam verilmeli; bir iyilik edilince tam edilmeli. |
elîm, elîme |
: | اليمه اليم |
(a. s. elem'den.) : çok dert ve keder veren, acıklı; ağrı ve sancıyı hissettiren, sızlatan, pek ağrıtan, acıtan Azâb-ı elîm : çok acı veren azap. |
el-insâf |
: | النصاف |
(a. n.) : insaf edilsin, insaf edilmeli, insaf edelim. |
eliyy |
: | الی |
(a. s.) : çok yemin eden [adam]. |
elîz |
: | اليز |
(f. i.) : çifte, tekme; sıçrama. |
elkab |
: | القاب |
(a. i. lakab'ın c.) : 1) unvanlar, soyadları. 2) [evvelce] rütbe sahiplerine verilen resmî unvanlar, [sadrâzamlara : fahâmetlü devletlü; sadrazamlık etmişlere : übbehetlü devlet-lü; seraskere : devletlü re'fetlü : Mekke şerifine : devletlü siyâdetlü; müşürlerle, pâdişâh damatlarına : devletlü utûfetlü; saraydaki kızlarağasına : devletlü inâyetlü, sarıklılara : mekrümetlü; fazî-letlü; semâhatlü yazılırdı]. |
elken |
: | الكن |
(a. s.) : dilinde pek lüknet, tutukluk olan, güçlükle meramını anlatan, peltek, kekeme. |
el-kıssa |
: | القصه |
(a. zf.) : hulâsa, hâsılı, sözün kısası, sözden anlaşıldığına göre. |
elma', elmnî |
: | المع ، المعی |
(a. s.) : pek zekî, çok anlayışlı [adam], |
elmah, elmah |
: | المسح ، المسحی |
(a. s.) : her gördüğü şeyi tetkike, araştırmaya meraklı [üchm], |
elmas |
: | الماس |
(yun. i.) : 1) bilinen kıymetli taş. 2) s. mec. pek sevgili ve kıymetli. |
elınâs-pâre |
: | الماسپاره |
(yun. f. b. i) : 1) elmas parçası. 2) mec. çok güzel. |
elmas-rîze |
: | الماس ريزه |
(yun. f. b. i.) : elmas kırıntısı, döküntüsü. |
elmâs-tırâş |
: | الماستراش |
(yun. f. b. i.) : elmas gibi yontulmuş olan makbul bir cam, billi kristal. |
el-minnetü li-liâh [i] |
: | المنته لله |
(a. cü.) : "Allah'a minnet, minnet ancak Allı için" manasınadır. |
elsen |
: | السن |
(a. s.) : fasîh, düzgün kınuşan |
elsine.elsün |
: | السنه ، السن |
(a. i. lisân'ın c.) : diller, (bkz. : lüsn). |
elsine-i garbîyye |
: |
batı dilleri. |
|
elsine-i selâse (üç dil) |
: |
Türkçe, Arapça, Farsça |
|
elsine-i sarkiyye |
: |
doğu dilleri. |
|
eltaf |
: | الطف |
(a. s. latîf'den.) : daha (en pek) lâtif, güzel, hoş [olan]. |
eltâf |
: | الطاف |
(a. i. lûtf'un c.) : iyi muâmeleler, iyilikler, iyilikseverlikler; okşamalar; ne zâketler. |
elûf |
: | الوف |
(a. s.) : ülfeti çok, herkesi konuşup görüşmiye alışık [adam]. |
elûh |
: | الوه |
(a. i.) : yemin, and. (bkz. half, kasem). |
elûk |
: | الوك |
(a. i.) : sefir, büyük elçi |
el-ukab |
: | العقاب |
(a. h. i.) : 1) kartal, karakuş, tavşancıl. 2) astr. Kartal burcı [Dübb-i ekber'in kuyruktan itibaren üçüncü yıldız (vega) yıldızına birleştirilip bu mesafenin yarıdaı fazlası ayni istikamette eklenip uzatıldığı takdird el-Ukab burcunun en parlak yıldızı- olan Nesr-üt -tâir (Altair) yıldızına rastlanır. Bu yıldızın sağınd. ve solunda iki istikamete uzanan bir doğrultu d; Ukab burcunun ikinci derecede parlak yıldızları ve bu iki doğrultuya ortadan amut olan bir hat üzerinde de diğer yıldızlar bulunur], lât. Aqoila; fr. l'Aiqle. |
elûke |
: | الوكه |
(a. i.) : elçinin götürdüğü itimatname. |
elvâh |
: | الواح |
(a. i. levh ve levha'nın c.) : düz satıhlar, üzerine yazı yazılan ve resim yapılan şeyler, portreler, tablolar. |
elvan |
: | الوان |
(a. i. levn'in c.) : 1) renkler, çeşitler. 2) s. rengârenk, alacalı. |
elvâz |
: | الواز |
(a. i. levz ve levze'nin c.) : bademler. |
el-vedâ' |
: | الوداع |
(a. cü.) : Allah'a ısmarladık, Allah'a emânet olun, esen kalın! (bkz. : e!-firâk). [kelimenin fasîhi "el-vidâ"] dır. |
el-vidâ' |
: | الوداع |
(a. i.) : (bkz. : el-firâk, el-vedâ'). |
Evliye |
: | الويه |
(a. i. livâ'nın c.) : sancaklar, bayraklar, (bkz. : liva). |
elviye-i müstakille |
: |
[eskiden] bir vilâyete bağlı olmayıp, doğrudan doğruya Dâhiliye Nezâreti'ne bağlı bulunan : Çanakkale, İzmit, Antalya, Samsun, Muğla gibi livâlar. |
|
elviye-i mütemevvice |
: |
dalgalanan bayraklar. |
|
elviye-i selâse (üç liva) |
: |
mîsâk-ı millî metninin ikinci maddesinde zikredilen üç liva : Kars, Ardahan, Artvin. |
|
elyaf |
: | الياف |
(a. i. lifin c.) : 1) ağacın odun kısmındaki lifler. 2) iplik biçimindeki şeyler. 3) nebatların (* bitki) yumuşak kısımlarını, insan ve hayvanlarda adaleleri meydana getiren ince iplikler. |
elyak |
: | اليق |
(a. s.) : daha (en, pek) lâyık, liyakatli, çok yakışır, (bkz. : ecder, ehakk). |
el-yevm |
: | اليوم |
(a. zf.) : bugün, bugünkü günde; hâlâ, henüz, şimdi, şu anda, şimdiki zamanda, (bkz. : el-hâletü hâzihi). |
elzem |
: | الزم |
(a. s. lâzım'dan.) : daha (en, pek) lâzım, lüzumlu. |
elzemiyyet |
: | الزميت |
(a. i.) : elzemlik, son derece lâzım olma, gereklik. |