der

: در

(f. e.) : 1) -de, içinde. Der-enbâr : anbarda. Der-hâtır : hatırda. 2) i. kapı. 

der-i âl'yye, der-i saadet

:  

(Dersaadet) : İstanbul. 

der-i bar

:  

divan kapısı. 

der-i lûlf-i yâr

:  

sevgilinin lütuf kapısı. 3) i. mağara, (bkz. : kehf). 4) i. kere, defa. 5) i. cins, çeşit, kısım, nevi. 

der

: در

(f. s.) : "yırtan, yaran, yırtıcı, delen" mânâlarına kelimeyi sıfatlaştırır. Ciger-der : ciğer delen. Perde-der : perde yırtıcı, edepsiz. Sâf-der : saf yaran, sıra yaran. 

derâ

: درا

(f. i.) : 1) çan, çıngırak.

derâ-yi deyr

:  

kilise çanı.

derâ-yi kenîse

:  

kilise çanı. 2) demirci çekici. 

derâ, derây

: دار ، داری

(f. s.) : "durmadan söylenen, dırlanan" mânâsına sıfat yapar. Herze-derây, Yave-derây : saçma sapan şeyler söyliyen. 

der-âguş

: در آغوش

(f. b. i.) : kucaklama, sarma. 

derâhim

: دراهم

(a. i. dirhem'in c.) : 1) okkanın dörtyüzde birleri. 2) kçeler, paralar. 

der-akab

: درعقب

(f. a. zf.) : hemen arkasından. 

der-âmed

: در آمد

(f. i.) : gelir. 

der-ân

: در آن

(f. zf.) : derhal, hemen, o anda. 

derâre

: درارهد

(a. i.) : karısının kötü hâline göz yuman kimse, (bkz. : deyyus). 

derârî

: دراری

(a. i. dürrî'nin c.) : parlak, renkli şeyler, [ençok yıldız" hakkında söylenir]. 

derâyende

: دراينده

(f. s.) : çançan eden, lâklakacı. 

derâz

: دراز

(f. s.) : uzun. (bkz. : dırâz). 

der-bân

: دربان

(f. b. s.) : kapıcı, kapıya bakan, (bkz. : bevvâb). 

der-bân- felek

:  

Güneş ve Ay. 

der-bâr

: دربار

(f. b. i.) : ev kapısı; kapı yeri. 

der-bâr-ı saadet karâr

:  

(saadet kapısı) : İstanbul. 

der-bâr-ı şevket-karâr

:  

(pâdişâh kapısı) : İstanbul. 

der-beder

: دربدر

(f. s.) : 1) kapı kapı gezen, serseri. 2) perişan, dağınık. 

der-bend

: دربند

(f. b. i.) : 1) boğaz, dar geçit. 

der-bend ağası

:  

[evvelce] geçit karakollarında bulundurulan muhafız. 2) kapıbağı. 3) sınır kalesi. 4) memleket sınırı. 5) deniz kenarında ticâret yeri olan şehir. 

der-best, der-beste

: دربست ، دربسته

(f. b. s.) : 1) kapalı kapı. 2) kapalı, kapanmış, susmuş. 

dere

: درج

(a. i.) : 1) sokma, arasına sıkıştırma. 2) gazeteye yazma. 3) toplama, biriktirme. 4) hattatların yazdıkları meşk tomarı. [Farsça'da, nakışlı kâğıda yazılmış yazı]. 

derd

: درد

(f. i.) : 1) dert, gam, keder, kasavet, tasa, kaygı. 2) acı, ağrı, sızı. 

derd-i demâdem

:  

zaman zaman gelen dert.

derd-i derûn

:  

gönül kaygısı.

derd-i dil

:  

gönül tasası.

derd-i hired

:  

akıl derdi.

derd-i ser

:  

baş derdi; sıkıntı. 

derdâ

: دردا

(f. n.) : yazık, vah vah!

derd-âşinâ

: درد آشنا

(f. b. s.) : dert, keder, mihnet görmüş olan. 

der-dest

: دردست

(f. b. i.) : 1) tutma, elde etme. 2) s. elde olan, yapılmakta olan. 

der-hâst

: درخواست

(f. b. i.) : (bkz. : taleb). 

derhûr

: درخور

(f. s.) : lâyık, (bkz. : çes-pân). 

derd-mend

: دردمند

(f. b. s. c. : derdmendân) : dert sahibi, tasalı, kaygılı. 

derd-mendân

: درد مندان

(f. b. s.) : dert sahipleri, tasalılar, kaygılılar. 

derd-nâk

: درد ناك

(f. b. s.) : dertli, tasalı, kaygılı. 

derecât

: درجات

(a. i. derece'nin c.) : (bkz. : dereca). 

derecât-ı cennet

:  

cennetin katları, tabakaları. 

derece

: درجه

(a. i. c. : derecât) : 1) basamak. 2) kerte, rütbe. 3) miktar. 

derece-i süllem

:  

merdiven basamağı. 

derece-i gılzet ve hiffet

:  

hafiflik ve kalınlık derecesi. 

derece-i kâfiyye

:  

kâfi, yeter derece. 4) dâirenin 362 parçasından herbiri. 

derece-i arz

:  

* enlem. 

derece-i tûl

:  

* boylam. 5) termometre ve benzeri âletler ve bu âletlerin ayrıldığı kısımlardan herbiri. 

derece-i hararet

:  

ısı derecesi. 

derece-i ûlâ

:  

birinci derece. 

derece-i saniye

:  

ikinci derece. 

derece derece

: درجه درجه

(a. zf.) : yavaş yavaş, birer parça. 

derekât

: دركات

(a. i. dereke'nin c.) : 1) basamaklar. 2) en aşağı katlar. 

derekât-ı Cehennem

:  

Cehennem katları, tabakaları. 

dereke

: دركه

(a. i. c. : derekât) : 1) aşağı inilecek basamak. 2) en aşağı kat. 

dereke-i mirkat

:  

merdivenin en aşağıdaki basamağı. 

derekî

: دركی

(a. s.) : gerileme, fr. regression. 

derem

: درم

(f. i.) : para, akçe. 

derem-güzîn

: درم گزين

(f. b. i.) : sarraf. 

derem-serâ

: درسمرا

(f. b. i.) : para basılan yer. (bkz. : darbhâne). 

deren

: درن

(a. i.) : ur, verem, [aslı "kirlenme", "bulaşma" manasınadır]. 

derende

: درنده

(f. s.) : yırtıcı, yırtan. Şîr-i derende : yırtıcı arslan. 

derenî, dereniyye

: درنی ، درنيه

(a. s.) : ur ile, şişle ilgili. 

der-gâh, der-geh

: درگاه ، درگه

(f. i.) : 1) tekke. 

dergâh-ı mevlevî

:  

mevlevî tekkesi. 2) kapı yeri, kapı önü. 

dergâh-ı âlî

:  

pâdişâh kapısı. 

dergâh-ı ilâhî

:  

Allah katı. 

dergâh-ı izzet

:  

Allah katı. 

dergâh-ı muallâ

:  

"büyük kapı" : mec. saray

dergîş

: درغيش

(f. i.) : 1) çok kalabalık, izdiham. 2) bir çeşit zerdali. 

derhâl

: درحال

(f. zf.) : hemen, o anda, şimdi. 

der-hâst

: درخواست

(f. b. i.) : istek, dilek; dilekçe. 

der-hâtır

: درخاطر

(f. a. zf.) : hatırda. 

derhem

: درهم

(f. i.) : karışık, karmakarışık. 2) muztarip. 3) i. incinme. 

derhişte

: درهشته

(f. i.) : cömertlik, elaçıklığı. (bkz. : sahavet). 

derhör

: درخور

(f. s.) : uygun, lâyık, münâsip, (bkz. : çespân, derhûş, seza, şâyeste). 

derhuş

: درخش

(f. s.) : lâyık, münâsip, uygun, (bkz. : çespân, derhör, seza, şâyeste). 

derî

: دری

(f. i.) : 1) Farsça'nın fasîhi, sahîhi. [kelime Arapçalaştırılarak "deriyye" şeklinde de kullanılabilir]. 2) havası iyi, yeşilliği bol olan dağ eteği. 

derice

: دريچه

(f. i.) : pencere; küçük kapı, oyma kapı. (bkz. : revzen). 

deride

: دريده

(f. s.) : yırtılmış, yırtık. 

derîde-dehân

: دريده دهان

(f. b. s.) : ağzı yırtık, boşboğaz; dik sözlü. 

derk

: درك

(a. i.) : 1) anlama, kavrama. (bkz. : idrâk). 

derk-i dekâik

:  

ince şeyleri anlama, iyice kavrama. 

derk-i dekaik

:  

ince şeyleri anlama, iyice kavrama. 

derk-i netâyic

:  

neticeleri anlama, iyice kavrama. 2) yakalama, ele geçirme. 3) en aşağı kat, dip. ["derek" şekliyle de kullanılır]. 

derk-i esfel-i cehennem

:  

cehennem'in en dibi. 

der-kâr

: دركار

(f. b. s.) : 1) malûm, aşikâr, bilinen, belli. 2) işde, iş üzerinde bulunan. 

der-kemîn

: دركمين

(f. b. s.) : pusuda, pusu bekliyen. 

der-kenâr

: دركنار

(f. a. zf.) : 1) kenara yazılmış olan yazı, çıkma yazı. 2) kucaklama, kucağa alma. 

derman

: درمان

(f. i.) : 1) ilâç. 2) çâre. 3) takat, kuvvet, güc. 

dermân-de

: درمانده

(f. s. c. : dermandegân) : bîçâre, âciz, beceriksiz, zavallı. 

dermandegân

: درماندگان

(f. b. s. dermân. de'nin c.) : bîçâreler, zavallılar, âcizler, beceriksizler, düşkünler. 

dermân-degî

: درماندگی

(f. b. i.) : bîçarelik, beceriksizlik, acizlik, düşkünlük. 

der-miyân

: درميان

(f. b. s.) : ortada, arada. 

der-miyân etmek

:  

ortaya koymak, öne sürmek, söylemek, anlatmak, ileri sürmek. 

der-niyâm

: درنيام

(f. b. s.) : kında, kına sokulmuş, kılıfta. 

der-pey

: درپی

(f. b. zf.) : ardı sıra. 

der-pîş

: درپيش

(f. b. zf.) : en önde, gözönünde bulunan. 

der-piş etmek

:  

gözönünde bulundurmak. 

derr

: در

(a. i.) : 1) kimse, kişi. 2) s. güzel iş, güzel eser. Li-llâhi derrühû : mükâfatını Allah versin!

derrâce

: دراجه

(a. i.) : 1) eski devirlerde üstü sığır derisi ile örtülü, tekerlekleri içinden dönen bir çeşit harp âleti. 2) velospit, bisiklet. 

derrâce-süvâr

: دراجه سوار

(a. f. b. s.) : bisiklete binmiş olan kimse. 

derrâk

: دراك

(a. s. derk'den.) : çabuk anlıyan, alnayışlı. 

derre, dere

: دره ، دره

(f. i.) : dere. 

derre-i âsmân

:  

saman uğrusu, Samanyolu, (bkz. : kehkeşân). 

derrî, dürrî

: دزی ، دری

(a. s.) : parlak, ışıldıyan. 

ders

: درس

(a. i. c. : dürûs) : 1) bir şeyi öğrenmek için öğretmenden azar azar alınan vazîfe. 2) tenbih, telkin; tâlîmat, direktif. 3) akıl. Sana kim ders verdi : sana kim akıl verdi. 

ders-i âmm

:  

[evvelce] talebeye, medreseliye ve herkese ders vermiye yetkili bulunan kimse, cami hocası. 

ders-i ibret

:  

(ibret dersi) : göz açacak şey, us payı. 

ders vekâleti

:  

[evvelce] Şeyhislâm kapısında, medrese talebesi ve bunların dersleriyle meşgul olan dâire. 

der-saâdet

: درسعادت

(f. a. h. i.) : İstanbul, [der-i saadet = saadet kapısı : İstanbul]. 

ders-hân

: درس خوان

(a. f. b. s.) : ders okuyan, * öğrenci. 

ders-hâne

: درسخانه

(a. f. b. i.) : ders yeri, ders vermiye mahsus yer, sınıf. 

dersi, dersiyye

: درسی ، درسيه

(a. s.) : derse âit, dersle ilgili. Sene-i dersiyye : ders yılı, * öğretim yılı. 

der-uhde

: درعهده

(f. a. b. i.) : üstüne alma, yüklenme. 

derûn

: درون

(f. i.) : 1) iç, içeri, dâhil. 2) gönül, kalb, yürek, (bkz. : derûne). Derd-i derûn : gönül derdi. 

derûn-i hâne

:  

ev içi. 

derûn-dâr

: دروندار

(f. b. s.) : içten pazarlıklı, münafık, kin besliyen. 

derûne

: درونه

(f. i.) : (bkz. : derûn). 

derûnî

: درونى

(f. s.) : içten, gönülden. Ah-ı derûnî : içten, gönülden gelen ah. 

derûn-perver

: درون پرور

(f. b. s.) : 1) gönül yapıcı. 2) iyi huylu [kimse], 

dervâ, dervâh

: دروا ، درواه

(f. s.) : 1) şaşkın, hayran. 2) başaşağı asılmış, ters. 3) lâzım, zarurî. 

dervâh

: درواخ

(f. s.) : 1) hastalıktan yeni kurtulup, iyice kendisine gelemiyen [kimse]. 2) sağlam, muhkem. 3) doğru, gerçek. 4) i. ayıp, utanma. 5) i. cesaret, şecaat. 6) i. sertlik, kabalık. 

dervâze

: دروازه

(f. i.) : kapı, kale kapısı; şehir kapısı. 

dervâze-i gûş

:  

mec. kulak deliği.

dervâze-i nûş

:  

mec. ağız. 

derviş

: درويش

(f. i.) : A. Uah için alçak gönüllülüğü ve fıkarâlığı kabul eden veya bir tarikata bağlı bulunan kimse. 2) fakir ve ihtiyaçtı kimse. 

dervîş-i abâ-pûş

:  

aba giymiş derviş. 

dervîş-i dil-rîş

:  

gönlü yaralı derviş. 

dervîşân

: درويشان

(f. i. dervîş'in c.) : dervişler. 

dervîş-âne

: درويشانه

(f. zf.) : derviş oiana yakışacak surette, dervişcesine. 

derya

: دريا

(f. i.) : deniz. 

deryâ-yi adem

:  

yokluk, hiçlik denizi. 

deryâ-yi ahder

:  

yeşil deniz, mec. semâ, gök yüzü. 

deryâ-yi la'l

:  

mec. şarap fıçısı. 

deryâ-yi umman

:  

umman denizi, açık deniz, ok yanus. 

deryâb

: دزياب

(f. s.) : akıllı, anlayışlı. 

deryâ-bâr

: دريابار

(f. b. s.) : deniz gibi coşan. 

deryâ-bend

: دريا بند

(f. b. i.) : 1) liman. 2) gemi yapılan veya tamir edilen yer. 

deryâce

: درياجه

(f. b. i.) : küçük deniz, göl. 

deryâ-dil

: دريا دل

(f. b. s.) : kalbi deniz gibi geniş olan, gönlü büyük, havsalası geniş, himmeti büyük. 

deryâ-feyz

: دريا فيض

(f. a. b. s.) : feyzi deniz gibi sonsuz. 

deryâ-keş

: دزياكش

(f. b. s.) : çok içki içen. (bkz. : deryâ-nûş). 

deryâ-misâl

: دريا مثال

(f. a. b. s.) : denizi andıran, deniz gibi. 

deryâ-nevâl

: دريا نوال

(f. a. b. s.) : bahşişi, deniz gibi çok olan. 

deryâ-neverd

: دريا نورد

(f. b. s.) : denizde gezen, dolaşan. 

deryâ-nûş

: دزيا نوش

(f. b. s.) : çok içki içen. (bkz. : deryâ-keş). 

deryûz, deryûze

: دزيوز ، دزيوزه

(f. s.) : dilencilik. Kâse-i deryûze : dilenci çanağı. 

deryûze-ger

: دريوزه گر

(f. b. s.) : dilenci, (bkz. : sâil). 

derz

: درز

(a. i. c. : dürûz) : 1) yiv, dikiş yivi. 2) kuru duvarın taşlan arasına harç doldurup tesviye etme. 

derzen

: درزن

(f. i.) : iğne. 

derzî

: درزی

(f. s.) : dikiş ile yiv yapan, terzi, (bkz. : hayyât).