celâ'

:

جلاء

(s. i.) : memleketten ayrılma, gurbete düşme.

celâ-yî vatan

:

 

doğduğu yerden ayrılma, ayırma. 

celâb

:

جلاب

(f. i.) : salkım küpe. 

celâbîb

:

جلابيب

(s. i. cillâb'ın c.) : 1) kadınların yüzlerine örtündükleri yaşmaklar, başörtüleri, feraceler. 2) gömlekler. 

celâcil

:

جلاجل

(a. i. cülcül'ün c.) : küçük çanlar, ufak çıngıraklar. 

celâdet

:

جلادت

(a. i.) : bahadırlık, kahramanlık, yiğitlik. Semşîr-i celâdet : yiğitlik kılıcı. 

celâdet-şiâr

:

جلادت شعار

(a. f. b. s.) : yiğit mizaçlı. 

celâfet

:

جلافت

(a. i.) : kabalık, yontulma-rrıışlık. 

celâil

:

جلائل

(a. i. celîle'nin c.) : büyük olanlar, yüceler. 

celâl, celâlet

:

جلال ، جلالت

(a. i.) : 1) büyüklük, ululuk. Zü-l-celâl : celâl sahibi; Allah. 2) erkek adt. celâl ü câh r büyüklük rütbe ve mevkii. 3) hl-ş;m, kızgınlık. 

Celâlî

:

جلالي

(a. s.) : 1) Allah'a âit, tanrısal. 2) celâl adlı kimselerle ilgili olan 3) hicrî XI. asırdan önce Anadolu'da başgösteren eşkiyâya verilen bir ad. 4) Sultan Celâleddîn Melekşah tarafınan hazırlanan ve hicrî (471 ) târihinde başlıyan bir Güneş takvimi. 

celâliyâne

:

جلاليانه

(e. f. zf.) : celâli olana yakışacak surette. 

celalli

:

جلاللي

(a. s.) : çabuk kızan [kimse]. 

celb

:

جلب

(a. i.) : 1) çekme, çekiş; kendine çekme. 2) yazı ile çağırma. 

celb-i kulûb

:

 

kalbleri kazanma.

celb-i la'net

:

 

lanet çekme, lanet toplama.

celb-i menfaat ve defi mazarrat

:

 

faydayı isteme, zararı istememe. 

Celbîz

:

جلبيز

(f. i.) : 1) kement, ilmik. 2) s. ara bozucu, koğucu. (bkz. : gammaz). 

celb-nâme

:

جلبنامه

(a. f. b. i.) : celp kâğıdı, çağırma kâğıdı [mahkemeye]. 

celbû

:

جلبو

(f. i.) : naneye benzer bir ot, sebze. 

celbûb

:

جلبوب

(f. i.) : bot. sarmaşık. 

Celcele

:

جلجله

(a. i.) : 1) çan sesi. 2) gök gürültüsü. 3) golgota tepesi. 

celd

:

جلد

(a. i.) : kamçı ile vurma. 

celde

:

جلده

(a. i.) : 1) büyük kamçı. 2) kamçı ile vurma. 

celeb

:

جلب

(a. i.) : 1) sığır, daha çok koyun getirterek kasaplara satan büyük tüccar, [kelimenin aslı : "koyun, keçi, sığır" mânâsına gelir]. 2) tar. İstanbul sarayında ilk işe başlamış acemi. 

celeb

:

جلب

(f. i.) : 1) orospu, fahişe. 2) çan. 

Celencebin

:

جلنجبين

(a. i.) : gül tatlısı. 

Celesât

:

جلسات

(a. i. celse'nin c.) : oturmalar, * oturumlar. 

celî

:

جلي

(a. s. cilâ'dan. c. : celiyyât) : 1) aşikâr, meydanda, belli, (bkz. : hüveydâ). 2) i. g. s. kalın ve okunaklı bir çeşit sülüs yazısı, (bkz. : hatt-ı celî). 

celî-müsennâ

:

 

g. s. bir yazı sitili. 

celîb

:

جليب

(a. i.) : 1) esir 2) satılık esir. 

celîd

:

جليد

(a. s. celâdet'den) : fazla celâdetli olan. 

celîd

:

جليد

(a. i.) : kırağı, çiy. (bkz. : şebnem). 

celîl, celîle

:

جليل ، جليله

(a. s. celâl'den.) : 1) büyük, ulu. (bkz. : celi), [vezir veya müşürlere ve onların dâirelerine hitaben yazılırdı. Bu rütbeden aşağı olanlara da : "behiyye", "aliyye" şeklinde hitâbolunurdu]. 2) [birincisi] erkek, [ikincisi] kadın adı. 3) g. s. bir yazı sitili. 

celîl-üş-şân

:

جليل الشان

(a. b. s.) : şan ve şerefi pek büyük. 

celîs

:

جليس

(a. s. cülûs'dan. c. : cülesâ') : birlikte oturan, arkadaş.

celîs-i enîs

:

 

cana yakın arkadaş. 

celiyyât

:

جليات

(a. s. celî'in c.) : aşikâr, açık, meydanda olan şeyler. 

celi

:

جل

(a. s.) : büyük, ulu. (bkz. : celîl). 

cellâd

:

جلاد

(a. i.) : 1) insanı kesen, asan kimse. 2) mec. çok merhametsiz.

cellâd-ı felek

:

 

(göğün cellâdı) : ölüm meleği. 

cellâdî

:

جلادي

(a. f. i.) : cellâtlık. 

celle

:

جله

(a. n.) : "yüce ve azîz olunl" mânâsına bir duâ sözü. 

celmed

:

جلمد

(a. i.) : kaya; taş. 

celse

:

جلسه

(a. i. c. : celesât) : oturma, oturum. 

celse-i aleniyye

:

 

açık oturum. 

celse-i hafife

:

 

ilişmek suretiyle oturuş, yine kalkmak üzere ilişme.

celse-i hafiyye

:

 

gizli oturum, [doğrusu "cilse" diri.

celû

:

جلو

(f. s.) : 1) lâtîfeci, şakacı [kimse]. 2) i. kebap şişi. 

celvet

:

جلوة

(a. i.) : 1) yerini, yurdunu terketme. 2) tas. abd'ın nuût-ı ilâhiyye ile halvetten hurucudur. Bu suretle ki abdin aynı ve âzası enâniyetinden çıkarak âzâ abidsiz hakka muzâf olur. 

 

 

(وما رميت اذ وميت ولكن الله رمى)

âyetiyle

 

 

(ان الذين يبايعونك انما يبايعون الله)

âyetinde olduğu gibi. 

celvetiyye

:

جلوتيه

(a. i.) : tas. Aziz Mahmut Hüdâî'nin kurduğu tarikatın adı. ["yerini, yurdunu terk etmek" mânâsına gelen Arapça celvet kelimesi tasavvuf ıstılahı olarak, kulun, Allah'ın sıfatları ile, halvetten çıkışına ve Allah'ın varlığında fânî oluşuna denilir].