M

MÂ-İ CÂRÎ:

Akar su. Devamlı akmakta olan ve üzerinde herhangi bir pisliğin durması mümkün olmayan çay, dere, ırmak, nehir veya yer altından çıkarılan artezyen suları. Bir saman çöpünü götüren su, akar su sayılır.

Mâ-i cârî temizdir. Kendisiyle her türlü temizlik yapılır. (M. Zihni Efendi)

MÂ-İ MEŞKÛK:

Şüpheli su; ehlî merkebin ve ondan doğan katırın artığı olan su.

Mâ-i meşkûkun temizliğinde şüphe yoktur. Ancak, hadesin (abdestsizliğin ve cünüplüğün) giderilmesi husûsunda fıkıh âlimleri tarafından şüpheli su kabûl edilmiştir. (M. Zihni Efendi)

MÂ-İ MUKAYYED:

Çiçek, üzüm, kavun-karpuz suyu gibi cinsi ve sıfatı birlikte söylenen sular.

Mâ-i mukayyed ile namaz abdesti ve gusl abdesti alınmaz. (İbn-i Âbidîn)

MÂ-İ MUTLAK:

Yaratıldıkları hâl üzere olan yâni ismi yanında başka kelime söylenmeyen, yalnız su denilen sular.

Yağmur, dere, nehir, kaynak, kuyu, deniz ve kar suları, mâ-i mutlaktır. Mâ-i mutlak, namaz abdesti ve gusül (boy) abdesti almak için kullanılır. Mâ-i mutlak hem temizdir, hem temizleyicidir. (İbn-i Âbidîn)

MÂ-İ MÜSTA'MEL:

Kullanılmış su. Abdest ve guslde (boy abdestinde) yâhut kurbet olarak kullanılan su. Temiz fakat temizleyici değildir.

Mâ-i müsta'mel ile necâset (pislik) temizlenir. Fakat abdest alınmaz ve gusl edilmez. İçmek ve hamur yapmak mekrûhtur. (İbn-i Âbidîn)

Mâ-i Müsta'mel, üç mezhebde (Hanefî, Şâfiî, Hanbelî'de) yalnız tâhirdir (temizdir). Fakat mutahhir (temizleyici) değildir. Mâlikî mezhebinde hem tâhir hem de mutahhirdir. (Abdülvehhâb-ı Şa'rânî)

MAÂZ-ALLAH:

"Allahü teâlâya sığınırım" mânâsına, tehlikeli, zararlı ve istenmeyen durumlardan korunmak için söylenen bir söz.

Âyet-i kerîmede meâlen buyruldu ki:

Yûsuf (aleyhisselâm); "Maâz-Allah, biz malımızı kimin yanında bulmuşsak ancak onu alırız. Yoksa haksızlık etmiş oluruz" dedi. (Yûsuf sûresi: 79)

MA'BED:

İbâdet edilen yer.

Yeryüzünde yapılan ilk ma'bed, Mekke şehrindeki Kâbe'dir. Buraya Mescid-i Harâm da denir. (Azrâkî)

Müslümanların mâbedine mescid ve câmi, Yahûdîlerin ma'bedlerine sinagog ve havra, hıristiyanların ma'bedine kilise ve bi'a veya savme'a, denir. (M. Sıddîk bin Saîd)

Masonların 1900 senesindeki toplantılarına âit zabıtların yüz ikinci sahifesinde; "Dindarlara ve ma'bedlere galebe çalmak kâfi değildir. Asıl maksadımız, dinleri yok etmektir" yazılıdır. (M. Sıddîk bin Saîd)

MA'BÛD:

Kendisine ibâdet olunan, tapınılan.

Yerde ve gökte, Allahü teâlâdan başka, ibâdet edilmeğe hakkı olan ve tapılmağa lâyık hiçbir şey ve hiçbir kimse yoktur. Hakîki ma'bûd ancak Allahü teâlâdır. (Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî)

MÂCİD (El-Mâcidü):

Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (güzel isimlerinden). Şânı, şerefi yüksek olan.

El-Mâcid ism-i şerîfini okuyanın kalbi nurlanır. (Yûsuf Nebhânî)

MÂCİN:

Sapık îtikâdını başkasına bulaştırmak çabasında olan.

Hadîs-i şerîfte buyruldu ki: "Ümmetimin ihtilâfı (amelde, yapılacak işler konusunda mezheblere ayrılması) rahmettir. Hakkı doğruyu bulmak için çalışırlarken, ihtilâfa düşerler. Bu çalışmaları ise, rahmete sebeb olur." Bu hadîs-i şerîfi iki kimse inkâr etmiştir. Biri mâcin, ikincisi mülhiddir. Mülhid, âyet-i kerîmelere dünyâ çıkarlarına göre mânâ vererek îmânı giden kimsedir. (Kastalânî)

MADDE:

Ağırlığı olan ve boşlukta yer kaplıyan varlık.

Hava, su, taş, cam ayrı birer maddedir. Işık ve ses, madde değildir. Çünkü yer kaplamaz ve ağırlıkları yoktur. Her madde; katı, sıvı ve gaz olmak üzere üç hâlde bulunur. Sıvı ve gaz hâlindeki maddelerin, kendilerine mahsûs belli şekilleri yoktur. Bunlar, bulundukları kabın şeklini alırlar. Maddenin şekil almış hâline cisim denir. Maddeler, hep cisim hâlinde bulunur. Meselâ, anahtar , iğne, masa ve çivi, başka başka cisimdir. Şekilleri başkadır, fakat hepsi demir maddesinden yapılmıştır. (Muhammed Sıddîk bin Saîd)

Âlem, madde ve özelliklerden meydana gelmiştir. Bütün âlem hâdistir, yâni yok iken sonradan yaratılmıştır. (Berhurdâr)

Madde, Allahü teâlânın kuvvet ve kudreti ile varlıkta kalmaktadır. Kendi kendine duran madde yoktur. Bütün cisimleri, her şeyi varlıkta durduran, Allahü teâlâdır. (İmâm-ı Rabbânî)

MADDÎ TEMİZLİK:

Bedenin, elbisenin ve oturulan yerin temizliği.

Bir müslüman, maddî temizliğe çok dikkat eder. Câmilere evlere ayakkabı ile girmez. Halılar, döşemeler, tozsuz temiz olur. Evinde hamamı vardır. Kendisi, çamaşırları, yemekleri hep temiz olur. Onun için mikrop ve hastalık bulunmaz. (Kemahlı Feyzullah)

Maddî temizliğe çok dikkat eden müslüman, mânevî temizliğe de dikkat eder. Dînimizin emir ve yasaklarına uyarak mânen temizlenmiş olur. (Seyyid Abdülhakîm Arvâsî)

MADDİYYÛN:

Maddenin hep var olduğuna, sonradan yaratılmadığına ve yok olmayacağına inananlar, maddeciler.

Kendilerini akıllı ve hiç yanılmaz sanan dinsizlerin birincisi maddiyyûn olup, bunlar, Allahü teâlânın varlığına inanmıyor; âlem, böyle kendiliğinden gelmiş ve böyle gidecektir, bunun yaratanı yoktur diyorlar. Canlılar da, böyle birbirlerinden üreyip, sonsuz olarak sürecektir, diyorlar. Bütün bunlar ve yolunda gidenlerin hepsi de müslüman değildirler. (İmâm-ı Gazâlî)

Ehl-i sünnet âlimleri (Resûlullah efendimiz ve O'nun sohbetinde yetişmiş mübârek arkadaşlarının yolunda giden İslâm âlimleri), kitablarında maddiyyûnun sözlerini ve müslüman olmayanların, İslâmiyet'e sokmak istedikleri uydurmaları delîller ve tartışmalar ile reddederek hepsini susturmuşlar, din düşmanlarının hazırladıkları fitne ve fesâd ateşlerini söndürmüşler, bozuk düşüncelerini çürütmüşlerdir... (Abdülhakîm Arvâsî)

MA'DÛM:

Yok olan, mevcût olmayan.

Ma'dûmun bey'i yâni satışı bâtıldır, hiçbir bakımdan dîne uygun değildir. (Mecelle)

MAĞFİRET:

Örtme; Allahü teâlânın, kullarının günâhlarını bağışlaması.

Allahü teâlâ, âyet-i kerîmelerde meâlen buyuruyor ki:

Ey günâhı çok olan kullarım! Allah'ın rahmetinden ümîdinizi kesmeyiniz. Allah, günahların hepsini affeder. O, sonsuz mağfiret ve nihâyetsiz merhâmet sâhibidir. (Zümer sûresi: 53)

Rabbinizden mağfiret istemeğe ve Cennet'e girmeğe koşunuz. Bunun için çalışınız! Cennet'in büyüklüğü, gökler ve yer küresi kadardır. Cennet, Allahü teâlâdan korkanlar için hazırlandı... (Âl-i İmrân sûresi: 133)

Allahü teâlâ buyurdu ki: "Ey âdemoğlu (insanoğlu)! Sen benden ümidli bulundukça, senden meydana gelen günâhları mağfiret ederim. Ey âdemoğlu! Senin günâhların gökyüzünü dolduracak dereceyi de bulsa, benden mağfiret dilersen seni bağışlarım. Ey âdemoğlu! Bütün yer dolusu günahlarla gelip de, bana hiçbir şerîk (ortak) koşmayarak huzûruma çıkarsan, ben seni bütün yer dolusu mağfiretle karşılarım. (Hadîs-i şerîf-Riyâzü's-Sâlihîn)

Müslüman kardeşini sevindirmek, Allahü teâlânın af ve mağfiretine sebeb olur. (Hadîs-i şerîf-Kitâb-ül-Metcer-ür-Râbih)

Allahü teâlânın af ve mağfireti o kadar büyüktür ki (çoktur ki), ben suçuma büyük demekten utanırım. (Sa'dî Şîrâzî)

MAĞRÛR:

Gururlu. (Bkz. Gurûr)

Akıllı kimse başkalarının ayıbına bakmaz. Kişinin aybını yüzüne vurmaz. Malı çoğaldıkça, mağrûr olup ahlâkını bozmaz. (İdrîs aleyhisselâm)

Ey oğlum! Sende olmayan fazîletler ile insanlar seni medh ederlerse, sakın mağrûr olma. Kendinden aşağısını hor görme. Ahmaklara, câhillere karşı sükût eyle. (Lokman Hakîm)

Mala mülke mağrûr olma, deme var mı ben gibi! Bir muhâlif yel eser, savurur harman gibi. (Seyyid Abdülhakîm Arvâsî)

MAHBÛB:

Muhabbet edilen. Sevilen, sevgili.

Muhammed Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem mahbûb-i Rabbülâlemîndir. Allahü teâlânın sevgilisidir. (İmâm-ı Kastalânî)

Sevgiliden gelen her şey mahbûbdur. (İmâm-ı Rabbânî)

Mahbûb-i Hudâ:

Allahü teâlânın habîbi, sevgilisi Muhammed aleyhisselâm.

Muhammed Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem, Mahbûb-i Hüdâ'dır. Gelmiş ve gelecek bütün varlıkların her bakımdan en üstünüdür. (İmâm-ı Rabbânî)

Sakın terk-i edebden kûy-ı mahbûb-ı Hüdâdır bu,

Nazargâh-ı ilâhîdir makâm-ı Mustafâ'dır bu. (Yûsuf Nâbi)

MAHBÛBİYYET:

Sevgili olmak.

Peygamber efendimize tâbi olmanın en yüksek derecesi mahbûbiyyet ve ma'şûkiyyet (çok sevilen olmak) kemâlâtına (üstünlüklerine) sâhib olmaktır ki, bu, Allahü teâlânın çok sevdiklerine mahsûstur. Bunun ele geçmesi için muhabbet, sevmek lâzımdır. (İmâm-ı Rabbânî)

Âhirette azâblardan kurtulmak ve sonsuz seâdete kavuşmak, ancak geçmiş ve gelecek bütün varlıkların en üstününe (hazret-i Muhammed aleyhisselâma) uymakla olur. O'na uymakla mahbûbiyyet makâmına erişilir. O'nun yolunda bulunmakla, Allahü teâlânın zâtının tecellîsine kavuşulur. (Abdülhak-ı Dehlevî)

MAHCÛR:

Çocukluk, sefîhlik, delilik, kölelik, bunaklık vs. gibi çeşitli sebebler yüzünden malını tasarruf hakkından, kullanmaktan men edilen kimse. (Bkz. Hicr) Mahcûr iki kısımdır:

1-              Çocuk, deli ve maraz-ı mevt (ölüm hâlinde) bulunanlar.

2-              Hâkimin hükmüyle mahcûr olanlar, medyûnlar (borçlular), ma'tûhlar (bunaklar),rakîkler (köleler), eblehler (ahmaklar) ve mâcinler yâni kötü din adamlarıdır. (Fetâvâ-i Hindiyye)

Çocuk kendi malını kullanmaktan mahcûr olduğu gibi, başkasına hizmet etmesi de, ancak velîsinin izni ile câiz olur. (Abdülganî Nablüsî)

MÂHİYYET:

Öz, asıl ve esas.

İnsanın mâhiyyeti, arkadaşından anlaşılır. (Abdullah bin Ömer)

MAHKEME:

Hüküm verilen dâvâların görülüp, hükme (karâra) bağlandığı yer.

Mahkemeye bir işin düşünce, hâkim karşısında dâvâcı veya dâvâlı ile kavga etmeye kalkışma! Ne sorulursa o kadar cevâb ver! Şâyed şâhid olarak gidersen, hiç kimsenin te'siri altında kalmadan ve kimseden korkmadan Allah rızâsı için doğru konuş! Olur olmaz bir iş için hemen mahkemeye koşma! (İmâm-ı Gazâlî)

Mahkeme-i Kübrâ:

En büyük mahkeme, âhirette bütün insanların amel defterlerinin tartıldığı ve dünyâda yaptıklarının hesâbını verecekleri yer.

Allahü teâlânın bilmediği hiçbir şey yoktur. Açık ve gizli O'nun yanında birdir. O; "Ol!" dedi, yokluktan varlık meydana geldi. O, henüz olmamış olanları, açığa vurulmamış sırları bilir. Yeri ve gökleri kudretiyle (gücüyle, kuvvetiyle) tutan, kıyâmet günü Mahşerde kurulacak mahkeme-i kübrânın hâkimi (hükmedeni) O'dur. (Sa'dî Şîrâzî)

MAHLÛK:

Yaratılmış; yoktan vâr edilmiş.

Rabbimiz cism değildir, zamânı, mekânı yok.

Maddeye hulûl eylemez, böyle olmalı îmân.

Mahlûka muhtaç değildir, ortağı benzeri yok,

Her şeyi O'dur yaratan hem de varlıkta tutan. (M. Sıddîk Gümüş)

Vilâyete (evliyâlık makâmına) kavuşmak, tasavvuf yolunda çalışmakla olur. Bunun için mâsivâ sevgisini, ona bağlılığı kalbden çıkarmak lâzımdır. Mâsivâ; Allah'tan başka şeyler demektir. (İmâm-ı Rabbânî)

MAHLÛKÂT:

Yaratılanlar, Allahü teâlânın yarattığı şeyler.

Mahlûkâta muhabbet etme, zîrâ onlara muhabbet, Hakk'a ulaşmaya mânidir. (İmâm-ı Gazâlî)

MAHMASA HÂLİ:

Açlıktan ölmek üzere olma hâli.

Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyruldu ki:

...Kim mahmasa hâlinde, çâresiz kalırsa, günâha meyl (yönelme) maksâdı olmaksızın haram etlerden yiyebilir. Çünkü Allah çok bağışlayıcı, affedicidir. (Mâide sûresi: 3)

Leş ve domuz eti yemek, şarab içmek haramdır. Çok içince sarhoş yapan sıvıların, azını içmek de haramdır. Mahmasa hâlinde olan kimseden başkalarının bunları yemeleri içmeleri haramdır. (Hâdimî)

MAHMÛD:

1.               Övülmüş, övülen.

Kalbin mahmûd hâlleri; sabır (Allah'tan gelenlere tahammül etmek), şükür (her nîmeti Allahü teâlâdan bilmek), havf (Allah'ın azâbından korkmak), recâ (Allah'ın rahmetini ümîd etmek), rızâ (Allah'tan gelenlere boyun eğmek, hoşnûd olmak, kadere karşı gelmemek), zühd (dünyâya düşkün olmamak), takvâ (haramlardan kaçınmak), kanâat (elinde olana râzı olup, daha çok istememek), cömertlik ile bütün nîmetleri Allah'tan bilip O'na bağlanmak, iyilik, hüsn-i zân (iyi zan, iyi düşünce), güzel ahlâk, iyi geçim, doğruluk ve ihlâs (her şeyi Allah rızâsı için yapmak) hâlleridir. (İmâm-ı Gazâlî)

2.               Peygamber efendimizin güzel isimlerinden biri.

Ahmed, Muhammed, Mahmûd, hep över seni Allah

Senin isminle biter lâ ilâhe illallah

Bundaki ince sırrı anlamaz, bilmez gümrâh,

Kendi adıyla yazmış senin adını Rahmân

(Hazret-i Muhammed'in Hayâtı)

3.               Ebrehe'nin, Kâbe'yi yıkmak üzere ordusunda getirdiği filin adı.

Resûlullah efendimizin doğmasına iki ay kadar zaman kala, Fil vak'ası meydana geldi. Bir çok insanlar akın akın gelip, Kâbe'yi ziyâret ediyorlardı. Buna mâni (engel) olmak isteyen Yemen vâlisi Ebrehe, Kâbe'yi yıkmağa karar verdi. Bu maksadla büyük bir ordu hazırlayıp Kâbe'ye yürüdü. Ebrehe'nin ordusunda, "Mahmûd" denilen bir de fil vardı. Ebrehe, Kâbe'ye yönelince, bu fil yere çöküp yürümez oldu. Hâlbuki Yemen'e çevrilince koşarak gidiyordu. Allahü teâlâ, Ebrehe'nin ordusu üzerine Ebâbîl, yâni Dağ kırlangıcı denilen kuşlardan bir sürü gönderdi. Bu kuşların her biri, biri ağzında, ikisi de ayaklarında olmak üzere nohut veya mercimek büyüklüğünde üçer taş taşıyordu. Ebrehe'nin ordusu üzerine bırakılan bu taşlar, hepsini helâk etti. Bu vak'a, Kur'ân-ı kerîmin Fil sûresinde anlatılmaktadır. (Bkz. Fil Sûresi) (İbn-i Esîr)

MAHREM:

1. Dînen evlenilmesi ebedî haram (yasak) olan, soy, süt veya evlenme sebebiyle nikâhı haram olan kimse.

Kadın, yanında bir mahremi olmadan hacca gidemez. (Hadîs-i şerîf-Künûz-üd-Dekâik)

Bir kadın veya erkeğe on sekiz kimse ebedî mahremdir. Ebedî mahrem olan kimseler ile evlenmek ebedî olarak haramdır. Bunların yedisi neseb (soy) ile olan akrabâlar, yedisi süt ile olan akrabâlar, dördü ise evlilik ile olan akrabâlardır. (Saîdüddîn Fergânî, Tâc-üş-Şerîa)

Hür kadının zevci (kocası) veya ebedî mahrem akrabâsından biri yanında bulunmadan, yalnız veya başka kadınlarla yâhut âkil, bâliğ (akıllı ve gusül, boy abdesti alacak yaşa gelmiş) ve sâlih olmayan mahremi ile üç günlük yola gitmesi (üç mezhebde de) haramdır. (Muhammed Hâdimî)

Ebedî mahrem olan, yâni nikah ile alması ebedî haram olan on sekiz kadından başka, müslüman olsun kâfir olsun, hiçbir kadının, hiçbir yerde ellerinden ve yüzlerinden başka yerlerine, şehvetsiz de bakmak haramdır. (Süleymân bin Cezâ)

2. Gizli, herkese söylenmeyen.

Mahrem olan şeylerinizi herkese söylemeyin. Sonunda pişman olur, âh edersiniz. (Seyyid Abdülhakîm Arvâsî)

MAHŞER:

Haşr olunacak, toplanılacak yer. Kıyâmet gününde bütün mahlûkâtın (bütün canlıların) yeniden dirildikten sonra hesap için toplanacakları yer. Arasat Meydanı, Mevkıf.

Allahü teâlâ Hacer-ül-esved-i kıyâmette mahşer meydânına getirecek, onun göreceği iki gözü konuşacağı bir dili olacak ve kendisine istilâm yapanlara (el sürüp, öpenlere) hakkıyla şâhitlik yapacaktır. (Hadîs-i şerîf-Feth-ül-Bârî)

Kıyâmet günü bütün canlılar mahşer yerinde toplanacak, her insanın amel defterleri uçarak sâhibine gelecektir. Bunları, yerleri, gökleri, zerreleri, yıldızları yaratan, sonsuz kudret sâhibi Allahü teâlâ yapacaktır. Bunların olacağını, Allahü teâlânın Resûlü sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem haber vermiştir. O'nun söyledikleri muhakkak doğrudur. Elbette hepsi olacaktır. (Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî)

Mahşer günü boynu bükük kalmamak istersen, cenâb-ı Hakka şükürden yüz çevirme. (Sâ'dî-i Şîrâzî)

Mahşerde îmânı olup, ameli ve ahlâkı güzel olanlara mükâfât ve ihsânlar olacaktır. Kötü huylu, bozuk amellilere ise, ağır cezâlar verilecektir. (Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî)

MAHYA:

Ramazan-ı şerîf ayında, geceleri çift minâre bulunan câmilerde iki minâre arasına gerilen ve halata (kalın ipe) asılarak kandillerle (lambalarla) yazılan yazı ve şekiller.

Çifte minâreli câmilere mahya konulması, sultan Üçüncü Ahmed Han devrinde on iki sene kadar sadrâzamlık yapmış olan Dâmâd İbrâhim Paşa'nın 1719 (H.1132) senesinde ortaya çıkardığı dînî bir husûsiyeti olmayan ışıklı bir yazı yazma usûlüdür. Mahyâ konulması bid'attir. (İbn-i Âbidîn)

MAHZÛRÂT:

Dinde yasak edilmiş şeyler, haramlar.

Zarûretler, mahzûrâtı mübâh kılar yâni yapılması men ve yasak edilmiş bâzı şeyler vardır ki, bunları yapmak, zarûret hâlinde mübâh hükmünde olur; bundan dolayı, yapan cezâlandırılmaz. Meselâ; açlıktan helâk olmak (ölmek) korkusundan dolayı, başkasının yiyeceğini rızâsı (izni) olmaksızın yemek böyledir. (Ali Haydar)

MÂİDE SÛRESİ:

Kur'ân-ı kerîmin beşinci sûresi.

Mâide sûresi Medîne'de nâzil oldu (indi). Yüz yirmi âyet-i kerîmedir. 112 ve 114. âyet-i kerîmelerde Îsâ aleyhisselâm zamânında gökten indirilmesi istenen bir sofradan bahsedildiği için sûre bu ismi almıştır. Sûrede; Îsâ aleyhisselâmın hac, abdest, gusül, teyemmüm; içki ve kumar yasağı, ictimâî (sosyal) ve ahlâkî münâsebetler, helâl ve haram yiyecekler anlatılmaktadır. (İbn-i Abbâs, Râzî, Taberî)

Allahü teâlâ Mâide sûresinde meâlen buyuruyor ki:

Ey Resûlüm! Rabbinden sana indirileni, herkese ulaştır. Bunları doğru bildirmezsen, peygamberlik vazîfeni yapmamış olursun! Allahü teâlâ seni, düşmanlık etmek isteyenlerden korur. (Âyet: 67)

Kim Mâide sûresini okursa, dünyâda nefes alan yahûdî ve nasrânî adedinin on katı sevâb verilir, o kadar günâhı yok edilir ve on derece yükseltilir. (Hadîs-i şerîf-Kâdı Beydâvî Tefsîri)

MA'ÎŞET:

Yaşama, geçinme, yaşayış. Geçinmek, yaşamak için lüzumlu şeyler.

Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyruldu ki:

Sizi yeryüzünde yerleştirdik ve sizin için orada (zirâat, ticâret ve çalışmak gibi) pekçok ma'îşet vâsıtaları hazırladık. Size verilen nîmetlere az şükrediyorsunuz. (A'râf sûresi: 10)

Kim benim zikrimden yüz çevirirse onun için bir ma'îşet darlığı vardır ve biz onu kıyâmet günü âmâ (kör) olarak haşrederiz (diriltiriz). (Tâhâ sûresi: 124)

Kadın da, erkek de, ma'îşet te'mini için haram işlememelidir ve hiçbir namazı kaçırmamalıdır. Ezelde ayrılmış olan rızık değişmez. Aynı rızık, helâlden isteyene helâl yoldan gelir. Haram işleyerek isteyene de haram yoldan gelir. (Muhammed Rebhâmî) Ma'îşet te'mini altı yoldandır:

1) Zirâat, 2) Ticâret, 3) San'at, 4) Hizmet, 5) Mîras, 6) Hibe. (S. Abdülhakîm Arvâsî)

MA'İYYET:

Berâberlik. Her an Allahü teâlâ ile berâber olma. Huzur, cem'iyyet, vilâyet-i Hâssa-i Muhammedî de denir.

Ma'iyyet yolu, cezbe (Allahü teâlânın çekmesi) yollarından biridir. Ma'iyyet yolundan Allahü teâlâya kavuşmak nasîb olursa, aracı, vâsıta olmaksızın kavuşulur. "Kişi sevdiği ile berâberdir" hadîs-i şerîfi, bu sözümüzü kuvvetlendirmektedir. (Muhammed Bâkî-billah)

Nakşibendiyye yolunda ma'iyyeti ilk koyan Behâeddîn Buhârî hazretleri; onu herkese yayan ise, Alâeddîn-i Attâr'dır. (Muhammed Ma'sûm-ı Fârûkî)

Yüksek hocamın, lütf ederek, acıyarak mübârek gönlünü bu fakîre çevirmesi ile, tasavvufçuların tevhîd (bir bilmek), kurb (yakınlık), ma'iyyet, ihâta (kuşatmak), sereyân (her zerrede bulunmak) gibi sözlerle anlatmak istedikleri mâ'rifetlerden, ince bilgilerden ele geçmeyen hemen hemen hiç kalmadı. (İmâm-ı Rabbânî)

MAKÂM:

1. Yüksek dereceli me'mûriyet, me'mûrluk yeri, mevkî, mansıb.

Bir kimse şu on şeyi, kendine farz bilmedikçe, tam verâ ehli (dînimizde şüpheli olan şeylerden sakınan) olamaz: Başkalarını çekiştirmemeli. Mü'minlere sû-i zan (kötü zan) etmemeli, kötü bilmemeli. Kimse ile alay etmemeli. Yabancı kadınlara, kızlara bakmamalı. Doğru söylemeli. Kendini beğenmemek için, Allahü teâlânın kendisine yaptığı ihsânları (iyilikleri), nîmetleri düşünmeli. Malını helâl yerlere harcayıp, haramlara vermemeli. Nefsi, keyfi için, mevki makâm istemeyip, bunları insanlara hizmet yeri bilmeli. Beş vakit namazı vaktinde kılmağı birinci vazîfe bilmeli. Ehl-i sünnet (Resûlullah efendimiz ve arkadaşlarının bildirdiği doğru yolda giden İslâm) âlimlerinin bildirdiği îmânı ve işleri iyi öğrenip, kendini bunlara uydurmalı. (Ahmed Fârûkî)

Emeli, arzû ve istekleri kısa yapmak lâzımdır. Makâm, mevkî kapmak için yarış etmek gibi hırs yoktur. (Ahmed bin Âsım Antâkî)

Makam ne kadar mühim olsa da, şahsiyetinizi vermeyin. Kendinizi küçültmeyin. (Ferîdüddîn Şeker Genç)

Mal için makam için hep uğraştım,

Sonsuz nîmetlerden oldum, âh yazık!

Yol bozuk ve karanlık, önde şeytan,

Günâh ağır, ağlarım hep, âh yazık! (Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî)

2. Tasavvuf yolunda bulunan kimsenin bu yolda ilerlerken kazandığı mânevî derecelerden her biri.

Makâmı kazanmakta kulun gayreti lâzımdır. Bu bakımdan makâm ile hâl arasında fark vardır. Çünkü hâl, kulun gayreti olmadan kalbde meydana gelir. (Ali bin Hüseyin)

Tasavvuf yolunda bulunan kimsenin kazandığı makâmın hükümlerini, îcâblarını yerine getirmeden, tamamlamadan, başka makâma geçmekte acelecilik yapmaması, sabırsızlık göstermemesi lâzımdır. Zîrâ, kanâati olmayan hırslı kimsenin tevekkülü, sıhhatli olmaz. Tevekkülü tam olmayanın teslimiyetinde sıhhat bulunmaz. (Seyyid Abdülhakîm Arvâsî)

Makâm-ı İbrâhim:

Kâbe'de İbrâhim aleyhisselâmın, Kâbe'yi inşâ ederken veya insanları hacca dâvet ederken üstüne çıktığı taşın bulunduğu yer.

Haccın farzlarından üçüncüsü, Kâbe-i muazzamayı tavaf etmektir. Tavaf, Mescid-i harâm içinde, Kâbe-i muazzama etrâfında dönmek demektir. Dördü farz, üçü vâcib olmak üzere yedi kerre dönülür. Zemzem kuyusunun ve makâm-ı İbrâhim'in dışından dolaşarak da tavâf etmek câizdir. (İbn-i Âbidîn)

Yeryüzünde Cennet'e âit varlıklardan yalnız Hacer-ül-esved (Cennet'ten getirilen, Kâbe'nin duvarına konan kıymetli siyah taş) ile Makâm-ı İbrâhim bulunmaktadır. Eğer bunlara müşriklerin (Allah'a ortak, eş koşanların) elleri dokunmamış olsaydı, onlara dokunan derd sâhiblerine mutlaka cenâb-ı Allah şifâ verirdi. (İbn-i Abbâs)

Makâm-ı İlliyyîn:

Cennet.

Bir ma'sûm (günâhsız, suçsuz) çocuk hasta olup, ölüm döşeğine girdiğinde, makâm-ı İlliyyîn, onun makâmı olur. Oradan üç yüz altmış melek gelip, saf saf olup o çocuğun karşısında dururlar ve; "Yâ ma'sûm çocuk! Müjdeler olsun sana, bugün öyle bir gündür ki, geçmiş olan, anaların ve dedelerinin ve cümle komşularının günâhlarının affı için Hak teâlâdan dile (iste)" derler. (İmâm-ı Gazâlî)

Makâm-ı Mahmûd:

Mahşer (kıyâmet) günü büyük bir sıkıntı ve ızdırab içerisinde bulunan mahlûkâtın hesaplarının bir an evvel görülmesi için Allahü teâlâ tarafından Muhammed aleyhisselâma verilen şefâat izni. Buna Şefâat-i Kübrâ da denir.

Allahü teâlâ âyet-i kerîmede meâlen buyurdu ki:

(Ey Resûlüm!) Sana mahsus fazla bir namaz (ibâdet) olmak üzere, gece uykudan kalk da, onunla (Kur'ân-ı kerîm ile), teheccüd (gece namazı) kıl. Umulur ki, Rabbin seni, bir makâm-ı Mahmûd'a gönderecektir. (İsrâ sûresi: 79)

Bu (makâm-ı Mahmûd) o makamdır ki, onda ümmetime şefâat edeceğim. (Hadîs-i şerîf-Sahîh-i Buhârî)

Allahü teâlâ insanları diriltecek. Bana da yeşil bir hulle (elbise) giydirecek. Ondan sonra Allahü teâlâ, neler söylemekliğimi dilerse söyleyeceğim; işte makâm-ı Mahmûd bu makamdır. (Hadîs-i şerîf-Sahîh-i Buhârî)

MAKÂMÂT-I AŞERE:

Fenâ (Allahü teâlâdan başka her şeyi unutmak) makâmının başlangıcında olan ve fenâ makâmına kavuşmak için lâzım olan on şey.

Makâmât-ı aşere şunlardır: Tövbe; haram işledikten sonra pişman olup, Allahü teâlâdan korkmak ve bir daha yapmamaya azmedip, karar vermektir. Zühd; şüpheli olmak korkusu ile mübâhların çoğunu terk etmektir. Tevekkül; meşrû sebeblere yapışarak, bütün işleri Hakk'a ısmarlamaktır. Kanâat; nafakada yâni yeme-içme, giyinme, barınacak yerde zarûret miktârından çok istememektir. Uzlet; dîni, ahlâkı bozan kimselerden, kitablardan sakınmak, uzak durmak. Zikr; kendini gafletten kurtarmak yâni Allahü teâlâyı anmak, hatırlamaktır. Teveccüh; bütün arzû ve isteklerinden sıyrılarak Allahü teâlâya yönelmektir. Sabır; haramdan sakınıp nefsin kötü arzularını yapmamaktır. Murâkabe; kendini hesâba çekmek ve rızâ ise, Allahü teâlâdan gelen her şeyden hoşnud olmak, boyun eğmektir. (Ahmed Fârûkî)

MAKÂMÂT-I SÜLÛK:

Tasavvuf yolunda ilerlerken geçilmesi gereken dereceler.

İslâm-ı hakîkî (hakîkî İslâm); makâmât-ı sülûkun geçilmesinden ve nefsin itmînânından (şüphe ve tereddüdlerden kurtulmasından) sonra hâsıl olur (meydana gelir). (Muhammed Ma'sûm)

MAKSAD (Maksûd):

Niyet, kasd.

Allahü teâlâ yersiz güleni, bir ideâli, maksâdı olmadan yola çıkanı sevmez. (Kâ'bü'l-Ahbâr)

Bid'atler (Peygamber efendimiz ve dört halîfe devrinde olmayıp, dinde sonradan çıkarılan şeyler) yayılıp, sünnetler terkedildiği zulmetli, karanlık zamanda, İslâm ilimlerinin öğrenilmesi ve yayılması en mühim işlerdendir. Muhammed aleyhisselâmın sünnetini (İslâm dînini) yaymak ise en büyük maksaddandır. (Muhammed Ma'sûm Fârûkî)

İnsanın yaratılmasından maksad, kulluk vazîfelerini yerine getirmektir. (Ubeydullah-ı Ahrâr)

Maksadı hayr olanın, âkibeti (sonu) hayr olur. (Abdülhakîm Arvâsî)

Dünyâyı maksad edinmemeli. Dünyâ, nefsin arzularına yardımcıdır. Dünyâ ve âhiret bir arada olmaz. (Abdülhakîm Arvâsî)

Akıllı kimsenin ilimle uğraşmasından maksadı, onunla amel etmektir. Çünkü bundan başka bir gâye için ilim öğrenen kişi, şöhretini ve kibrini artırmış olur. (İbn-i Hibbân)

MAKTÛL:

Kâtil tarafından öldürülen.

İki müslüman, kılıçları ile karşılaştıkları zaman, kâtil de, maktûl de, Cehennem'dedir. Zîrâ maktûl de karşısındaki adamı öldürmeyi murâd etmişti. (Hadîs-i şerîf-Müslim)

Maktûlün velîlerinden biri affederse veya velî ile kâtil belli bir mal, para ile uyuşursa, kısas yapılmaz, uyuşulan mal alınır. (İbn-i Âbidîn)

MA'KÛL İLİMLER:

His organları ile duyularak, akıl ile incelenerek, tecrübe (deney, gözlem) ile ve hesâb edilerek elde edilen ilimler, fen bilgileri.

Ma'kûl ilimler, matematik, mantık, fizik ve kimyâ gibi tecrübî ilimlerdir. İslâmiyet bunları men etmez, emreder. Ma'kûl ilimler din bilgilerinin anlaşılmasına ve onların tatbîk edilmesine yardımcıdırlar. Bu bakımdan lüzûmludurlar. Bunlar zamanla, artar, değişir, ilerler. Bunun içindir ki: "Tekmîl-i sınâ'ât telâhuk-ı efkâr iledir, yâni san'atın, fennin, tekniğin ilerlemesi, fikirlerin, deneylerin, birbirine eklenmesi ile olur" denmektedir. İslâmiyet, her ilmi, her fenni ve her tecrübeyi emr eden bir dindir. Müslümanlar fenni sever ve fen adamının tecrübelerine inanır. (Abdülhakîm Arvâsî)

MÂL:

İnsanın arzuladığı, ihtiyâç, yâni lâzım olunca, kullanmak için saklanabilen ayn, yâni madde, cisim.

Allahü teâlâ bir kuluna mal ve ilim verir, bu kul da; haramlardan kaçınır, akrabâsını sevindirir, malından hakkı olanları bilip verirse, Cennet'in yüksek derecesine kavuşur. (Hadîs-i şerîf-Et-Tergîb vet-Terhîb)

Mal ve şöhret hırsının insana zarârı, koyun sürüsüne giren iki aç kurdun zarârından daha çoktur. (Hadîs-i şerîf-Mârifetnâme)

Âhir zamanda dînin korunması, mal ile olacaktır. (Hadîs-i şerîf-Tasvîr-i Ahlâk)

Kur'ân-ı kerîmde zemmedilen yâni kötü denilen dünyâ; haramlar ve mekrûhlardır. Mal, kötülenmemiştir. Çünkü cenâb-ı Hak, mala hayr adını vermektedir. Malın, Allah yolunda harcananı güzeldir. Hazret-i İbrâhim'in çok malı vardı. Yalnız yarım milyonu sığır olmak üzere davarları, ova ve vâdileri dolduruyordu. (Ahmed Fârûkî)

Malı zarardan korumanın ilâcı, zekât vermektir. (İmâm-ı Rabbânî)

Mal, mevkî peşinde koşanlardan hiçbiri murâdına (isteğine) kavuşamamıştır. Malı, hayr için isteyen ve hayırlı işlerde kullanan, râhata, huzûra kavuşmuştur. Mal, bir deryâya benzer, çok kimse bu denizde boğulmuştur. (Muhammed Hâdimî)

İnsanın izzeti (şerefi), îmân ve mârifet (Allahü teâlâyı bilme, tanıma) iledir. Mal ve mevkî ile değildir. (Muhammed Ma'sûm)

Mal, para peşinde koşmak, Allahü teâlânın emirlerini unutturursa, bundan büyük felâket olmaz. (Muhammed Hâdimî)

Hanım, çocuklar, mal ve mülk; Allahü teâlânın emânetleridir. Emânetlerini dilediği (istediği) zaman alır. (Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî)

Senden daha çok malı ve parası olan kimseyi kıskanma!O, malına ve parasına hasretle ölür. İbâdeti ve tâati çok olan kimselere gıpta et yâni onlar gibi ibâdet etmeyi iste. Yaşayanlar da sonunda ölecekleri için, onların dünyâlıklarına özenmeye değmez. (İmâm-ı Şâfiî)

Malı helâlden kazanırsan suâli; haramdan kazanırsan cezâsı vardır. (İmâm-ı Rabbânî)

Mâl-ı Habîs:

Zor ile gasb edilen ve rüşvet olarak alınan, çalınan mallar ve kendine emânet olan mallar, izinsiz ticârette kullanılarak elde edilen kârlar ve dâr-ül-harbde yâni kâfir memleketlerine gidenin (tüccârın, seyyâhın), kafirlerden, rızâsı olmadan aldığı mallar.

Mâl-ı habîsi kullanmak, haramdır. Sâhiplerine geri verilmeleri, sâhipleri bilinmiyorsa, fakirlere sadaka verilmeleri lâzım olur. Başkasının mülkünü, ondan izinsiz kullanmak haramdır. (Abdülganî Nablüsî)

Mâl-ı Mütekavvim:

Kıymetli mal. İslâm'a göre yenilmesi, içilmesi, kullanılması ve faydalanılması mümkün olan mal.

Müslümanlar için; şarab, domuz ve besmelesiz kesilen veya kesmeden öldürülen hayvan, mâl-ı mütekavvim değildirler. Alış-verişin sahîh (doğru) olması için malın da mütekavvim olması lâzımdır. (İbn-i Âbidîn)

MÂLÂYA'NÎ:

Dünyâ ve âhirete faydası olmayan iş, boş söz, lüzumsuz şey.

Allahü teâlânın, bir kulunu sevmemesinin alâmeti, onun mâlâya'nî ile vakit geçirmesidir. (Hadîs-i şerîf-Mektûbât-ı Rabbânî)

Bir kimsenin müslümanlığının güzelliği, mâlâya'nîden kaçması ve lüzûmlu şeyleri yapması ile anlaşılır. (Hadîs-i şerîf-Mektûbât-ı Rabbânî)

Ben bu mertebeye; doğru söz söylemek, emânete riâyet etmek ve mâlâya'nîyi terk etmekle ulaştım. (Lokman Hakîm)

Câbir bin Sümre buyurdu ki: "Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem az konuşurdu. Lüzumlu olduğu zaman veya bir şey sorulunca söylerdi." Bundan anlaşılıyor ki, her müslümanın mâlâya'nî, faydasız şey söylememesi, susması lâzımdır. (Muhammed Rebhâmî)

Bir kimse, ibâdetlerini ihlâs ile (sırf Allah için) yaparsa, Allahü teâlâ da, ona mâlâya'nîden kurtulmak nîmetini ihsân eder. (Cüneyd-i Bağdâdî)

Îtikâdı (inancı) düzeltmeden önce ahkâm-ı şer'iyyeyi (helâli, haramı, farzı, vâcibi) öğrenmenin hiç faydası olmaz. Bu ikisi birlikte düzeltilmedikçe de, ibâdetlerin faydası yoktur. Bu üçü birlikte yapılmadıkça, kalbin tasfiyesi (temizlenmesi) ve nefsin tezkiyesi (süslenmesi) hiç yapılamaz. Bu dört temel vazîfe, yardımcıları ve tamamlayıcıları ile birlikte yapılmalıdır. Meselâ, farzlar, sünnetleri ile birlikte yapılmalıdır. Farzların yardımcısı ve tamamlayıcısı, sünnetlerdir. Bunlardan biri yapılmadıkça, geriye kalan her şey lüzumsuz ve faydasızdır. Böyle lüzumsuz şeylere mâlâya'nî denir. Bir farzı yapmayıp, bunun yerine, nâfile ibâdet yapmak, mâlâya'nî ile vakit geçirmek olur. (İmâm-ı Rabbânî)

MÂLİK:

1.               Sâhib olan, mülk edinen.

İsmini duyduğunuz kimselerden, yeryüzüne dört kişi mâlik oldu. İkisi mü'min ikisi de kâfir idi. Mü'min olan iki kişi, Zülkarneyn ile Süleymân (aleyhimesselâm) idi. Kâfir olan ikisi de Nemrûd ile Buhtunnasar idi. Beşinci olarak yeryüzüne benim evlâdımdan biri, yâni Mehdî de, mâlik olacaktır. (Hadîs-i şerîf-Alâmet-ül-Mehdî)

Her müslüman, mâlik olduğu zekât malının miktârını, her zaman düşünmeli, nisâb miktârı olduğu günü, bir yere yazmalıdır. (Senâullah Dehlevî)

Yüzlerce dile mâlik olsa da vücûdum, Lütfunun şükrünü nasıl yapabilirim. (İmâm-ı Rabbânî)

2.               Cehennem meleklerinin en büyüğü, âmiri, bekçisi.

Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyurdu ki:

Muhakkak ki kâfirler, Cehennem azâbında devamlı kalacaklardır. Kendilerinden o azâb hafifletilmez. Onlar bunun için (kurtulmaktan) ümidi kesmişlerdir. Biz onlara zulüm etmedik, fakat kendileri zâlim idiler. (Mâlike şöyle) çağrışıyorlar: Ey Mâlik! (İste de) Rabbin bizi öldürsün, (azâbdan kurtulalım.) Mâlik de; "Siz (azâb içinde) kalacaksınız" der. (Zuhrûf sûresi: 74-77)

Cehennem'e atılan kâfirler, orada ayakları boyunlarına bağlı, günâhtan yüzleri kararmış bir hâlde; feryâd ve figân ederler ve; "Ey Mâlik cezâmızı bulduk. Bu ateşten bukağılar (ayak bağları) bize ağır geldi ve derilerimiz eriyip aktı. Ne olur bizi buradan çıkarın. Biz bir daha isyân etmeyiz" derler. Mâlik de; "Kurtuluş ümidleri geçti. Siz buradan daha çıkamazsınız. Sesinizi kesin ve konuşmayın. Çünkü siz, buradan çıkarılsanız da yine eski hâlinize, küfür ve isyânınıza döneceksiniz" der. (İmâm-ı Gazâlî)

Mâlik-ül-Mülk:

Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (güzel isimlerinden). Yaratılmışların ve onlarda bulunan her şeyin sâhibi olan.

Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyurdu ki:

(Habîbim) de ki: "Ey Mâlik-ül-mülk olan Allah'ım! Sen mülkü kime dilersen ona verirsin, mülkü kimden dilersen ondan alırsın. Kimi dilersen onun kadrini yükseltir, kimi dilersen onu alçaltırsın. Hayır yalnız senin elindedir. Şüphesiz ki sen, her şeye hakkıyla kâdirsin. (Âl-i İmrân sûresi: 26)

Kim Mâlik-ül Mülk ism-i şerîfine devâm ederse, Allahü teâlâ ona çok mal ve mülk ihsân eder. Onu kimseye muhtaç etmez. (Yûsuf Nebhânî)

MÂLİKÎ:

Ehl-i sünnetin ameldeki dört hak mezhebinden biri olan Mâliki mezhebine tâbi olan, bağlı olan kimse. (Bkz. İmâm-ı Mâlik)

Ehl-i sünnetin (Peygamber efendimiz ve Eshâbının bildirdiği îtikâd üzere bulunanların) amelde ( yapılması ve kaçınılması gerekli işlerdeki) mezhebi dörttür. Hanefî, Mâlikî, Şâfiî, Hanbelî. Bu dört mezhebden herhangi birine uymak câizdir. Dört mezheb de haktır. (Muhammed bin Kutbüddîn İznikî)

İbâdetlerin en kıymetlisi, farz-ı ayn olanlardır. Farzlardan sonra en kıymetlisi, Şâfiî mezhebinde sünnet namazlar, Hanbelî mezhebinde cihâd (Allah yolunda harb etmek)dır. Hanefî ve Mâlikî mezheblerinde ise, ilim öğrenmek ve öğretmek ve sonra cihâddır. (M. Tâhir Sünbül Mekkî)

Sivâd-ı a'zam yâni müslümanların çoğu, fıkh âlimlerinin yolundadır. Bunların yolundan ayrılanlar Cehennem ateşinde yanacaklardır. Ey mü'minler! Cehennem'den kurtulmuş olan tek fırkaya tâbi olunuz. Bu da Ehl-i sünnet vel-cemâat denilen fırkadır. Allahü teâlânın yardımı, koruması ve muvaffak kılması bu fırkada olanlaradır. Allahü teâlânın gadabı ve azâbı bu fırkadan ayrılanlaradır. Bu fırka-i nâciye (Cehennem'den kurtulacak olan fırka, topluluk) bugün dört mezhebde toplanmıştır. Bu dört hak mezheb, Hanefî, Mâlikî, Şâfiî ve Hanbelî mezhebleridir. Bu zamanda bu dört mezhebden birine tâbi olmayan kimse, bid'at (bozuk îtikâd) sâhibi olup Cehennem'e gidecektir. (Tahtâvî)

Mâlikî Mezhebi:

Ehl-i sünnetin ameldeki dört hak mezhebinden biri. Kurucusu İmâm-ı Mâlik bin Enes'tir. (Bkz. İmâm-ı Mâlik)

MÂLİYYET (Mâliyet):

Alış fiyatı ile birlikte taşıma ile işçilik ücretleri, vergi gibi masrafların hepsi.

Semenin (bedelin) cinsi söylenmedi ise, söz kesilirken orada kullanılan semen anlaşılır. Burada, piyasadaki paraların mâliyeti ve revâcı, yâni geçer kıymeti eşit ise alış veriş sahîh, geçerli olur. (İbn-i Nüceym)

MA'LÛM:

Bilinen şey.

Allahü teâlânın bâzı kimselerin îmâna gelmeyeceğini bildiğini Kur'ân-ı kerîmde bildirmektedir. Allahü teâlâ onların kendi arzûları ile küfür (îmânsızlık) üzere kalmaya niyet edip, îmân etmek istemeyeceklerini ezelî (başlangıcı olmayan) ilmi ile biliyordu. İlim, mâlûma tâbidir. Yoksa, bunların kâfir olması, Allahü teâlânın onları kâfir bildiği ve böyle haber verdiği için değildir. Böyle olsaydı, mâlûm ilme tâbi olurdu. O hâlde kâfirler kendi istek ve ihtiyârlarıyla (tercihleriyle) kâfir olmuşlardır. (Seyyid Şerîf Cürcânî)

Belli olan şeyi isbât etmeye lüzûm yoktur. İnsana en mâlûm olan şey, kendi varlığıdır. İnsan bir an kendini unutmaz. Uykuda iken, serhoş iken de rûh kendini unutmaz. İnsanın kendi kendini tanıması için, bir şey isbât etmeye lüzûm yoktur. (Ali bin Emrullah)

MA'NÂ (Mânâ):

Lafızdan (sözden) anlaşılan, kastedilen şey.

Mânâ asl olup, kelime ve lafız (söz) kalıbları içerisinde ifâde olunurlar. Kelimeler ve lafızlar, bu mânâların ortaya çıkmasında vâsıtadırlar. Mânânın çok çeşitleri vardır. Meselâ, lugat (sözlük) mânâ bir dilde konuşulan, herkes tarafından bilinen, anlaşılan meşhûr, yaygın olan mânâdır. Istılâhî (terim) mânâ, bir lafzın sözlük mânâsından çıkarılarak belli bir ilim dalında kullanıldığı husûsî mânâdır. Meselâ, Arabçada "salât" kelimesinin lugat (sözlük) mânâsı duâ olduğu hâlde, fıkıh ilmindeki mânâsı namaz demektir. Kelimeler, değişik ilimlerde başka başka mânâ ifâde ederler. Bunun içindir ki, yalnız konuşma Arabçasını bilen, fıkıh, tefsîr ve hadîs kitablarını okuyup anlayamaz. Ayrıca, o ilmin ıstılahlarını da bilmesi ve pekçok ilmi senelerce okuyup öğrenmesi lâzımdır. (M. Sıddîk bin Saîd)

Müslümanlar, Kur'ân-ı kerîmi, Allahü teâlânın indirdiği gibi okumalıdır. Mânâsını bilmeden okumak da sevâbdır. Mânâsını anlıyarak okumak elbette daha çok sevâb ve daha iyidir. (İmâm-ı Gazâlî)

Kur'ân-ı kerîmin hakîkî mânâsını anlamak, öğrenmek isteyen bir kimse din âlimlerinden kelâm, fıkıh ve ahlâk kitablarını okumalıdır. Bu kitapların hepsi Kur'ân-ı kerîmden ve hadîs-i şerîflerden alınmış ve yazılmıştır. Kur'ân tercümesi diye yazılan kitablar, doğru mânâ veremez. Okuyanları, bunları yazanların fikirlerine, düşüncelerine ve maksadlarına esir eder ve dinden ayrılmalarına sebeb olur. (S. Abdülhakîm Arvâsî)

Mânây-ı İltizâmî:

Bir lafzın (sözün) asıl konulduğu mânânın lâzımı olan (ondan ayrılmayan) mânâ.

İnsan sözünün mânâsı ve mâhiyeti, hayvân-ı nâtık (konuşan, düşünen canlı)dır. Düşünen canlının lâzımı olan, pekçok mânâlar vardır. Meselâ, ilim öğrenme ve yazı yazma kâbiliyeti insanın mâhiyetini meydana getiren bir mânâ değildir, fakat bu mâhiyetin lâzımı, ondan ayrılmayan bir mânâdır. Bu mâhiyeti taşıyan kimsede, ilim öğrenme ve yazı yazmaya kâbiliyeti olma husûsiyetinin bulunması da lâzım gelir. Dolayısıyle, ilim öğrenme ve yazı yazma insan lafzının mânây-ı iltizâmîsi olmaktadır.

Mânây-ı Murâdî:

Bir sözde anlatılmak, ifâde edilmek istenilen, kastedilen mânâ.

Müctehîd olmak (Kur'ân-ı kerîmden ve hadîs-i şerîften hüküm çıkarabilmek) için, Arabî yüksek ilimleri tamâmen öğrenip Kur'ân-ı kerîmi ezbere bilmek, her âyet-i kerîmenin mânây-ı murâdîsini, âyet-i kerîmelerin geldikleri zamanları ve gelme sebeblerini ve ne hakkında geldiklerini, fıkıh ilminin usûl ve kâidelerini, yüz binlerce hadîs-i şerîfi ezberden bilmek gibi daha pekçok şartlara sâhib olduktan başka, Kur'ân-ı kerîmin ve hadîs-i şerîflerin açık ve kapalı mânâlarını kavramak, bu mânâlar kalbinde yer etmiş olmak, kuvvetli îmâna, sâf, temiz bir kalbe sâhib olmak lâzımdır. (Abdülhakîm Arvâsî)

Bir âyetin mânâsını anlamak demek, Allahü teâlânın, bu âyette, ne irâde ettiğini anlamak demektir. Bir âyetin herhangi bir tercümesini okuyan kimse mânây-ı murâdîyi öğrenemez. Tercüme edenin, bilgi derecesine göre yaptığı meâlini öğrenir. Bu sebebden Kur'ân-ı kerîmin mânâsını anlamak için tercümesini okumamalıdır. (Abdülhakîm-i Arvâsî ve Hasan Hüsnü Erdem)

Mânây-ı Mutâbıkî:

Bir lafzın asıl konulduğu mânânın tamâmı, hepsi.

Hayvân-ı nâtık (düşünen canlı) sözünün mânâsı, insan lafzının mânây-ı mutâbıkîsidir.

Çünkü hayvân-ı nâtık, insan lafzının tam karşılığıdır.

Mânây-ı Zâhirî:

Bir lafzın görülen, anlaşılan, meşhûr mânâsı.

Âl-i İmrân sûresinin başında bildirildiği üzere, Kur'ân-ı kerîmin âyetleri iki türlüdür. Biri muhkemât olup, mânâsı açık, meydanda olan âyetlerdir. İkincisi, müteşâbihat denilen, mânâsı kapalı olan âyetlerdir. Bunlara mânây-ı zâhirîsini vermeyip, meşhûr olmayan mânâ verilir. Bunların mânây-ı zâhirîsini vermek, akla ve şerîate (dîne) uygun olmazsa, meşhûr olmayan mânâyı vermek yâni te'vîl etmek îcâbeder. Mânây-ı zâhirîsini vermek günâh olur. Meselâ tefsîr âlimleri, Allahü teâlâ hakkında "yed" kelimesine mânây-ı zâhirîsi olan "el" mânâsını vermeyip, meşhûr olmayan kudret ve gücü yetmek mânâsını vermişlerdir. (Abdülhakîm Arvâsî)

Mânây-ı Zımnî:

Bir lafzın konulduğu mânânın tamâmının içerisindeki cüz'î, husûsî mânâlardan herbiri.

İnsan lafzının tam mânâsı, karşılığı hayvân-ı nâtık (konuşan, düşünen canlı)dır. Bu mânâyı meydana getiren nâtık (düşünen) ve hayvân (canlı) mânâlarından her biri, insan lafzının mânây-ı zımnîsidir. (Molla Fenârî, Teftezânî)

Kur'ân-ı kerîmin mânâsını anlayabilmek için, ilm-i lugat, ilm-i metn-i lugat, ilm-i bedî', ilm-i beyân, ilm-i me'ânî, ilm-i belâgat, ilm-i usûl-i tefsîr gibi çeşitli ilimleri iyi öğrenmek, sarf, nahv, mantık gibi âlet olan bilgilerde derinleşmek, âyet-i kerîmelerin mânây-ı zâhirîsini, mânây-ı zımnîsini, mânây-ı murâdîsini, mânây-ı iltizâmîsini ve her âyet-i kerîmenin ne zaman, ne sebeble ve kimler için nâzil olduğunu (indiğini), âyet-i kerîmelerin hangi hadîs-i şerîfle ve nasıl açıklandığını iyi bilmek lâzımdır. Ancak böyle bir İslâm âlimi, Kur'ân-ı kerîmi tefsîr edebilir, âyet-i kerîmelerdeki murâd-ı ilâhîyi, Allahü teâlânın buyurmak istediği mânâyı anlıyabilir. (Abdülhakîm Arvâsî)

MANASTIR:

Hıristiyanlıkta ibâdet edilen ve din adamlarından bir râhib veya râhibenin idâre edip, barındığı binâ.

Eskiden manastırlar, kendi mülkleri olan bir arâzî üzerinde kurulur ve bu arâziyi işleterek elde ettikleri mahsûllerle kapalı bir ekonomi içinde yaşarlardı. Manastırda başrâhibden başka çeşitli görevliler bulunurdu. Manastırlar bâzan cezâlı din adamları için nezârethâne, hapishâne olarak kullanılırdı. Orta çağda manastırların zenginliği ve kudreti artarak önemli derebeylik merkezleri hâline geldi. Başlangıçta bölge piskoposunun rûhânî yetkisine bağlı olan manastırlar, daha sonra papalığa bağlandılar. (Yeni Rehber Ansiklopedisi)

Peygamber efendimiz sallallahü aleyhi ve sellem; müslümanların, hıristiyanlara ve yahûdîlere yapmakla mükellef oldukları muâmele şeklini bildirdiği mektûbunda buyurdu ki: "Onların dînî reislerini, (başkanlarını) makamlarından indirmeyin. Onları ibâdet ettikleri yerden çıkartmayın. Bunlardan seyâhat edenlere mâni olmayın. Bunların manastırlarının hiçbir tarafını yıkmayın. Bunların kiliselerinden mal alınıp müslüman mescidleri için kullanılmasın..." (Hadîs-i şerîf-Mecmua-i Münşeât-üs-Salâtin)

MA'NEVÎ:

Mânâya, rûha ve gönüle âit olan, inançla ilgili. Maddî olmayan.

Târih boyunca, îmânlılar ile îmânsızlar çarpışmakta, kuvvetli, çalışkan olan taraf, gâlib ve hâkim olmakta, inançlarını, düşüncelerini yaymaktadır. Bu çarpışma, harb vâsıtaları ile olduğu gibi, neşr (yayın) yolu ile de yapılmaktadır. Îmânsızlar, müslüman şekline girerek, din adamı görünerek, İslâmiyet'i içerden yıkmaya uğraşıyorlar. Bu mânevî yıkıntıyı durdurabilmek için, Ehl-i sünnet âlimlerinin (Resûlullah efendimiz ve O'nun sohbetinde yetişmiş kıymetli arkadaşlarının gösterdiği yolda yürüyenlerin), doğru bilgilerini yaymaktan başka kurtuluş yolu yoktur. (S. Abdülhakîm Arvâsî)

Ma'nevî Bağ:

1.               Herhangi bir şekilde, iki şey arasında zihinde kurulan irtibat, ilgi. Buna mânevî râbıta da denir.

Her şeyden, her mahlûktan (yaratılandan) Allahü teâlâya giden bir yol vardır. Çünkü her mahlûkun kendisi ve sıfatları, O'nun kudretinin (kuvvetinin, gücünün) eseridir. Bu eserin sâhibini bulan uyanık bir kimse, o gizli yolu ve o mânevî bağı görür, anlar. İnsan, her şeyin bir yapıcısı olduğunu, hiçbir şeyin kendiliğinden meydana gelmediğini düşünerek, âleme ve içindekilere baktığı zaman, bunların da bir yaratıcısı vardır şeklinde mânevî bir bağ kurarak, her şeyin yaratıcısının Allahü teâlâ olduğunu kolayca anlar. (Muhammed Ma'sûm)

2.               Büyüklere hürmet, küçüklere şefkat, dînine bağlılık gibi mânevî değerler.

Türkleri maddeten ezmek ve yıkmak imkânsızdır. Çünkü Türkler, müslüman oldukları için çok sabırlı ve mukâvemetli (dayanıklı) insanlardır. Îmân sâhibidirler. Türkleri yıkmak için, evvelâ itâat, söz dinleme duygusunu kırmak ve mânevî râbıtalarını (bağlarını) parçalamak, dînî metânetlerini (sağlamlıklarını) zayıflatmak îcâb eder. (Patrik Gregoryus)

Ma'nevî Fâide:

Rûha, kalbe ve gönüle âit fâide.

Oruç, insanlara hem maddî, hem de mânevî faydalar sağlar. Bütün bir sene çeşitli yemekleri eritmek için, yorulan insan mîdesi ve bağırsakları, senede bir ay dinlenerek sağlığını korumuş olur. Bu, orucun maddî faydasıdır. Mânevî faydası da şudur: Oruç tutan insan, aç kalmış bir insanın çektiği ızdırâbı, bizzat hissederek, fakir insanlara yardım etmek ihtiyâcını duyar. Bu da insanların, birbirlerine yardım etmelerine sebeb olur. (Hayri Aytepe)

Ma'nevî Hastalık:

Kalbe gelen yanlış îtikâd (inanç); insanın doğruyu, gerçeği görmesine mâni olan perde; îtikâdî bozukluk ve düşünce. Dünyâya ve haramlara düşkün olma; kibir ve riyâ gibi kalb hastalığı.

Allahü teâlânın var ve bir olduğu, Muhammed aleyhisselâmın, O'nun resûlü olduğu ve hattâ O'nun getirdiği her emrin ve haberlerin doğru olduğu, güneş gibi meydandadır. Düşünmeğe, isbât etmeye hiç lüzum yoktur. Fakat bunu görmek için müdrike yâni anlayış hâssası bozuk olmamak ve mânevî hastalığı bulunmamak lâzımdır. Müdrike (anlayıcı) kuvveti hasta ve bozuk olunca, düşünmek, incelemek lâzım olur. Fakat kalb hastalıktan kurtulur, gözden mânevî perdeler kalkarsa, bunları açık olarak görür. Meselâ, safrası bozuk olan kimse, şekerin tadını duymuyor. Şekerin tatlı olduğunu ona anlatmak, isbât etmek lâzım olur. Fakat, hastalıktan kurtulunca, isbât etmeye lüzûm kalmaz. (Ahmed Fârûkî)

Ma'nevî Huzûr:

Allahü teâlâyı anarak emirlerini yapıp, yasaklarından kaçınmak sûretiyle kalbde meydana gelen rahatlık.

Kalbler, Allahü teâlâyı zikr ederek, mânevî huzûra kavuşur. (İmâm-ı Gazâlî)

Ma'nevî Kuvvet:

Müdrike (anlayıcı) kuvvetlerinin üçüncüsü olup, insanların havâssına, seçilmişlerine mahsûs anlayıcı kuvvet.

Müdrike (anlayıcı) kuvvetlerin üçüncüsü mânevî kuvvettir. Mânevî kuvvetle anlaşılan şeyler, akıl ve his kuvvetleriyle anlaşılamaz. İnsan akıl kuvveti ile anlaşılan şeyleri hayvanların en üstünü olan ata, senelerce uğraşsa anlatamaz. Bunun gibi, mânevî kuvvetle anlaşılanları, meselâ mârifetullah'ı (Allahü teâlâyı tanımayı, bilmeyi) seçilmiş âlimler, başka insanlara senelerce söylese, onlar anlayamaz. (Abdülhakîm Arvâsî)

Ma'nevî Mîrâs:

Âlem-i emrdeki (gözle görülmeyen âlemdeki) şeyler yâni îmân, mârifet (tanıma, bilme), rüşd (doğru yolda olmak) gibi nîmetler (güzellikler, iyilikler).

Âlem-i halktan (gözle görülen âlemden) olup, görünen nîmetlere şükr etmek, mânevî mîrâsa kavuşmakla olur. Mânevî mîrâsa kavuşmak ise, o yüce Peygamber efendimize tam uymakla olabilir. Bunun için O'na tâbi olmağa çalışmalıdır. Emirlerine yapışıp, yasaklarından kaçınmalıdır. (İmâm-ı Rabbânî)

Ma'nevî Temizlik:

İnsanın iç temizliği, kalb temizliği; kalbini her türlü bozuk inanış ve düşüncelerden fenâ huylardan arındırmak.

Müslümanlık, maddî ve mânevî temizliktir; vücûd temizliği ve kalb temizliği emreder. Müslümanlık, dünyâ ve âhiret seâdetini (mutluluğunu) sağlayan tek yoldur. İnsanın kendisine gelen her hayr (iyilik) ve şer (kötülük) Allahü teâlâdandır. Müslümanlığın emirlerini yapan bir insan, dünyâda her türlü kötülükten ve her türlü zarardan kendisini korumuş olur. (Hayri Aytepe)

MÂNİ' (El-Mâni'):

Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (güzel isimlerinden). Din ve dünyâya âit zararları gideren, men' eden.

El-Mâni' ism-i şerîfini söyleyen kimse, kendisine gelecek belâdan korunmuş olur. (Yûsuf Nebhânî)

MANTIK:

1.               Konuşma, düşünce, söz.

Bir adamın mantığı düzgün olursa, diğer amelleri de düzgün olur. Fakat bir kimsenin mantığı bozuk olursa, diğer amelleri de bozuk olur. (Yahyâ bin Ebî Kesir)

Müslüman mantıklı hareket eder. Çünkü o kendi fikrine göre değil, büyük İslâm âlimlerinin bildirdiklerine göre hareketlerini ayarlar. (M. Sıddîk Gümüş)

2.               Doğru muhâkeme ve doğru düşünmeyi öğreten ilim.

Mantık üzerine yazılan kıymetli kitaplardan biri Îsâgûcî olup, yüzyıllar boyu medreselerde okutuldu ve üzerine birçok şerhler, açıklamalar yazıldı. (Taşköprüzâde)

MARAZ:

Hastalık.

Taâmın (yemeğin) evvelinde, Besmele-i şerîfeyi söylemeyen kimse için üç zarar vardır: Şeytan, kendisiyle birlikte taâm yer. Yediği taâm, bedenine maraz olur. Taâmda bereket olmaz. (Kudûrî)

Maraz-ı Kalbî:

Kalb hastalığı, bozuk îtikâd; kibir, hased (kıskançlık), kin ve riyâ (gösteriş) gibi kalb hastalıkları. Kalbin Allahü teâlâdan başka şeylere tutulması.

Allahü teâlâ, âyet-i kerîmede meâlen buyurdu ki:

Onların kalblerinde maraz vardır. Cenâb-ı Hak (Kur'ân-ı kerîm âyetlerini indirmekle onların şüphe, kin ve nifak) marazlarını artırmıştır. Yalan söylemeleri sebebiyle onlar için şiddetli bir azâb vardır. (Bekara sûresi: 10)

Maraz-ı kalbîye tutulmuş olanların hiçbir ibâdet ve tâati faydalı olmaz. (İmâm-ı Rabbânî)

Maraz-ı Mevt:

Ölüm hastalığı, insanı iş görmekten men eden ve başladığı târihten îtibâren en az bir yıl içinde ölüme götüren hastalık.

Ömer bin Abdülazîz, maraz-ı mevtinde; "Allah'ım, ben o kimseyim ki, bana emirlik verdin. Ben kusûr ettim. Yanlış işleri yapmaktan beni nehyettin (sakındırdın). Ben ise isyân ettim" diye üç defâ söyledi ve sonra da; "Lâ ilâhe illallah, ibâdete lâyık olan ancak Allahü teâlâdır" dedi ve başını göklere çevirip; "Ben öyle kimseleri görüyorum ki, onlar ne insan ne de cindir" buyurdu ve bir müddet sonra rûhunu teslîm etti. (İbn-ül-Cevzî)

MA'RİFET (Mârifet):

Bilme, tanıma, gönülle bilme. Allahü teâlânın sıfatlarını ve isimlerini hakkıyla bilme, tanıma. Ma'rifetullah.

Mârifetin hakîkati, Allahü teâlâyı kalb ile sevmek, dil ile anmak, O'ndan başka her şeyden ümidini kesmektir. (Ahmed bin Hadreveyh)

Ma'rifet sâhibi dünyâya değer vermez; nefse âit düşünceleri kesilir, yok olur. Ma'rifetin alâmetlerinden biri, ma'rifet sâhibinde Allahü teâlâ tarafından bir heybetin meydana gelmesidir. Ma'rifeti artanın heybeti de artar. (Seyyid Abdülhakîm Arvâsî)

Mârifet, her durumda kulun, Allahü teâlânın verdiği nîmetlere şükretmede, âciz kaldığını, genç ve kuvvetli zamanlarında zayıf olduğunu bilmesiyle ele geçer. (Ebû Hasan bin Saî)

Ma'rifet ve Allahü teâlâya yakın olma hâli, farzları edâ etmekle ve sünnet-i seniyyeye tâbi olmakla ele geçer. (Ebü'l-Kâsım Nasrâbâdî)

İnsanın izzeti, îmân ve ma'rifet iledir. Mal ve mevki ile değildir. (Muhammed Ma'sûm)

MA'RİFETULLAH:

Allahü teâlâyı tanıma, bilme. (Bkz. Ma'rifet)

İlimlerden öyleleri vardır ki, onları ancak ma'rifetullaha sâhip olanlar bilirler. Onlar bu ilimlerden haber verdikleri zaman, ma'rifetullaha sâhib olmayanlardan başkası onları inkâr etmez. (Hadîs-i şerîf-Sülûk-ül-Ulemâ)

Ma'rifetullah, keşfle, kalb gözünün açık olmasıyle, ilhâm ve kalbe gelen mânevî bilgilerle hâsıl olur. Hocadan öğrenilmez. İbâdetlerin yapılması ve bütün şerîat (İslâm) bilgileri ise, üstâddan öğrenmekle elde edilir. İlhâm ile elde edilemez. Şerîat bilgileri, ilhâm ile hâsıl olsaydı, Allahü teâlânın peygamberler ve kitâblar göndermesine lüzum olmazdı. (Hâdimî)

Bu dünyâda en kıymetli şey ma'rifetullaha kavuşmaktır. (Muhammed Ma'sûm)

Kalbinde hardal tânesi kadar dünyâ sevgisi bulunan kimse ma'rifetullaha kavuşamaz. (İmâm-ı Rabbânî)

MA'RÛF (Mârûf):

Dînin ve aklın beğendiği şey.

Allahü teâlâ, âyet-i kerîmelerde meâlen buyuruyor ki:

İçinizden, insanları hayra çağıracak, ma'rûfu emredecek, kötülükten alıkoyacak bir topluluk bulunsun. İşte onlar, kurtuluşa erenlerdir. (Âl-i İmrân sûresi: 104)

Mü'minler, ma'rûf olan şeyleri emr eder. (Âl-i İmrân sûresi: 114)

Ma'rûfu ve (o ma'rûfu) yapanı sevin. Nefsim yed-i kudretinde olan Allah'a yemin ederim ki, bereket ve âfiyet onlarla berâberdir. (Hadîs-i şerîf-Râmûz-ül-Ehâdîs)

Zâlim kimselere, söz ile ma'rûfu emretmek, cihâdın en kıymetlisidir. (Muhammed Hâdimî)

MÂSİVÂ:

Allahü teâlâdan başka her şey. Âlem, tabîat, mahluklar.

Allahü teâlâyı tanıyan, mâsivâdan yüz çevirir. (Ca'fer-i Sâdık)

Akla hayâle gelen, düşünülen, görülen her şey mâsivâdır. (İmâm-ı Rabbânî)

Dervişlik, yalnız bir yere çekilip oturmak, gökte uçmak, dağda ve mağarada bulunmak değildir. Dervişlik; gönlü, mâsivâdan çevirmektir. Kalb bir ayna gibidir. Karşısına gelen her şeyi gösterir. Kalbden mâsivâ silinip atıldığı zaman, kalbde Allah sevgisinden başka hiçbir şey kalmaz. (Kâdı Muhammed Semerkandî)

Bize ve size her şeyden önce lâzım olan şey, kalbi Allahü teâlâdan başka şeylerin hepsinden kurtarmaktır. Kalbin bu selâmete erebilmesi için, Hak teâlâdan başka hiçbir şeyin kalbden geçmemesi lâzımdır. Kalbden hiçbir şeyin geçmemesi için de mâsivâyı unutmak lâzımdır. Bunları unutmağa fenâ denir. (Bkz. Fenâ) (İmâm-ı Rabbânî)

MA'SİYYET (Mâsiyet):

İtâatsizlik, isyân. Günâh olan işler, Allahü teâlânın beğenmediği şeyler; Allahü teâlânın emrettiği şeyi yapmamak veya yasak ettiğini yapmak, haramlar. Allahü teâlânın yasak ettiği şeyler, günahlar.

Ma'siyet, insanı küfre sürükler. (Hadîs-i şerîf-Mektûbât-ı Ma'sûmiyye)

Nefse sükûnet ve kalbe ferahlık veren iş, iyi iştir. Nefsi azdıran, kalbe heyecan veren iş ma'siyettir. (Hadîs-i şerîf-Mektûbât-ı Ma'sûmiyye)

İyiler de, kötüler de, iyilik yapar. Fakat yalnız sıddîklar (iyiler), ma'siyetten sakınır. (İmâm-ı Rabbânî)

Ma'siyet yapınca, hemen tövbe etmelidir. Gizli işlenen günâhın tövbesi gizli, açık işlenen günâhın tövbesi de açık olur. Tövbeyi geciktirmemelidir. (Ma'sûm-i Fârûkî)

Ma'siyete tövbe etmemek, bu günâhı yapmaktan daha kötüdür. (Ca'fer bin Sinân)

Her izzet ve her nîmet, Allahü teâlâya itâat ve ibâdet etmekten; her kötülük ve sıkıntı da, ma'siyetten hâsıl olur. Herkese dert ve belâ, günâh yolundan gelir. Râhat ve huzûr da, itâat yolundan gelmektedir. (Ahmed bin Yahyâ Münîrî)

İnsanın günâhından korkması, tâat; korkmaması ise, ma'siyettir. En büyük günâh, bir ma'siyetin ma'siyet olduğunu bilmemektir. Bundan daha kötüsü, ma'siyet olan bir şeyi, tâat, Allahü teâlânın beğendiği şey olarak bilmektir. Onun için dînî bilgileri lâzım olduğu kadar mutlaka öğrenmelidir. (Ahmed bin Âsım Antâkî)

MASLAHAT:

Bir işin hayırlı, iyi olmasına vesîle olan şey. Çoğulu, mesâlih'tir. Maslahatın zıddı mefsedet yâni bozukluktur.

İslâm hukûku, maslahatları nazar-ı îtibâra almış, hükümleri bunların üzerine koymuştur. Bir maslahatın dînen makbûl olabilmesi için şu şartların bulunması lâzımdır: 1- Bir şeyin maslahat olduğu kat'î (kesin) olarak bilinmelidir. 2- Umûmî (genel) olmalı, husûsî ve şahsî menfaatler maslahat olamaz. 3- Maslahatta mefsedet (bozukluk) olan bir şey bulunmamalı veya mefsedet bulunsa bile maslahat tarafı ağırlıkta olması lâzımdır. 4- Nasslara (âyet-i kerîme ve hadîs-i şerîflere) ve icma'a aykırı olmamalı. Nasslarda, umûmî veya husûsî sûrette de olsa, maslahat olduğu anlaşılan şeyle hüküm edilebileceğine dâir bir delâlet, işâret olmalıdır. (Şâtıbî)

Şarabın haram kılınmasındaki maslahat; aklın, malın, insanın şerefinin korunmasıdır. Aynı maslahat diğer müskirâtın (sarhoş edici şeylerin) haram kılınmasında da mevcuttur. (Serahsî)

MA'SÛM:

Suçsuz, günahsız. Günâh işlemekten korunmuş kimse. (Bkz. İsmet)

Peygamberler hakkında bilip inanmamız gereken sıfatlardan birisi de İsmet'tir. Yâni Peygamberler büyük ve küçük günâhlardan ma'sûmdurlar. Hiç günâh işlemezler. İnsanlardan ma'sûm olan yalnız peygamberlerdir. (Kutbüddîn-i İznikî)

İnsanlar içinde ruhları en yüksek ve en olgun olanlar peygamberlerdir. Bunlar hatâ etmekten, şaşırmaktan, gafletten, hıyânet etmekten, taassup ve inattan, nefse uymaktan, garaz, kin bağlamaktan, ma'sûmdurlar. Peygamberler Allahü teâlânın kendilerine bildirdiği şeyleri söylerler ve açıklarlar. (Muhammed Bahît-ül-Mutî)

MÂŞÂALLAH:

Beğenilen şeyler görüldüğünde söylenilen; "Bu, Allahü teâlânın dilediği ve ihsân ettiği şeydir" mânâsına mübârek bir söz.

Nazarı değen kimse, hattâ herkes, beğendiği bir şeyi görünce, mâşâallah demeli, ondan sonra söylemelidir. Önce mâşâallah denirse nazar değmez. Nazar değmesi haktır. Yâni göz değmesi doğrudur. Bâzı kimseler bir şeye bakıp, beğendiği zaman gözlerinden çıkan şuâ zararlı olup, canlı ve cansız her şeyin bozulmasına sebeb oluyor. Bunun misâlleri çoktur. Fen, belki bir gün bu şuâları ve tesirleri anlıyabilecektir. (Mevlânâ Muhammed Osman)

MÂTEM:

Ölünün arkasından ağlama; yas tutma.

Mâtem tutan kimse, ölmeden tövbe etmezse, kıyâmet günü şiddetli azâb görecektir. (Hadîs-i şerîf-Müslim)

İnsanı küfre sürükleyen iki şey vardır. Birisi, bir kimsenin soyuna sövmek, ikincisi, ölü için mâtem tutmaktır. (Hadîs-i şerîf-Müslim)

İslâmiyet'te mâtem tutmak yoktur. Peygamber efendimiz mâtem tutmayı yasak etti. Eğer mâtem tutmak olsaydı, Resûlullah efendimizin Tâif'de mübârek ayaklarının kana boyandığı ve Uhud'da mübârek dişinin kırılıp, mübârek yüzünün kanadığı ve vefât ettiği gün mâtem tutulurdu. Sonra hazret-i Ömer, hazret-i Ali ve hazret-i Hüseyn şehîd edildikleri için mâtem tutardık. Bunların hepsini çok seviyoruz. Şehîd edildikleri için çok üzülüyoruz. Fakat mâtem yapmıyoruz. (Abdülhakîm bin Mustafâ)

MATERYALİZM:

Allahü teâlâyı inkâr ve maddeyi her şeyin esâsı kabûl eden görüş, düşünce; toplum hayâtını ve fertler arasındaki münâsebetleri ve davranışları belirleyen tek faktörün madde olduğunu savunan felsefe akımı; maddecilik.

Materyalizm, beşerî değer ölçülerini yoketmek için ne mümkünse yapmaktadır. İnsanın değerini, sahib olduğu madde ile tâyin etmektedir. İslâm'ın; "Yüksek bir izzete, şerefe sâhib olarak" yaratıldığını haber verdiği insanı, yıkmak peşindedir. Mânevî ve ulvî (yüksek) değerlerin hor görüldüğü ve gözden düşürüldüğü cemiyetler, madde karşısında daha hırslı duruma gelmekte, birer dünyâperest kesilen insan yığınları, mânevî ve mukaddes değerlerin yerine maddeyi, parayı, lüksü, isrâfı, maddî zevk ve eğlenceleri koymaktadırlar. Yâni materyalizm, insanın idealist karakterini çökertmeye çalıştıkça, ondaki rûhî boşluğu büyültmektedir. Böylece madde karşısında derin bir mânevî açlık duygusuna itilen kişi ve kitleler, mâbedlerin yerine batakhânelere ilgi duymaktadır. (S. Ahmed Arvâsî)

İslâm âlimleri, binlerce yazdıkları kitaplarda tabiiyyecilerin, materyalizmi savunanların sözlerini ve müslüman olmıyanların İslâmiyet'e sokmak istedikleri uydurmaları deliller ve tartışmalar ile reddederek hepsini susturmuşlar, din düşmanlarının fitne ve fesâd ateşlerini söndürmüşlerdir. (Seyyid Abdülhakîm Arvâsî)

MATLÛB:

Kavuşmak istenilen, aranılan şey, maksat. (Bkz. Maksad)

Tâlib (isteyen, arayan), matlûba tam bağlanınca, rehber aradan büsbütün kalkar. Böylece tâlibi matlûba aracı olmadan kavuşturur. (İmâm-ı Rabbânî)

"Lâ ilâhe illallah" kelimesinin iki makâmı vardır. Birinci bakımdan bâtıl tanrıların ibâdete hakları yok edilmekte ve hak olan ma'bûdun ibâdete hakkı var olduğu bildirilmektedir. İkinci bakımdan ise, maksûd olmayan ve matlûb olmayan maksadlara (gâyelere) olan bağlantıları yok edilmekte ve hakîkî matlûba olan bağlılığın varlığı bildirilmektedir. (Muhammed Bâkibillah)

Matlûb-ı Hakîkî:

Gerçekte taleb olunacak, kavuşmak istenilecek ve gönül bağlanacak olan Allahü teâlâ. Hakîkî Matlûb.

Hakîkî matlûbdan başka hiçbir şeye gönül bağlamamalı, faydası olmayan şeylerle uğraşmamalıdır. (Muhammed Ma'sûm Fârûkî)

MÂTÜRÎDÎ:

1. Ehl-i sünnetin (Peygamber efendimiz ve Eshâbının yolunda olanların) îmânla ilgili bilgilerde tâbi olduğu iki imâmından biri. Ebû Mansur-ı Mâtürîdî.

İmâm-ı Mâtüridî'nin kendisinin ve babasının ismi Muhammed'dir. Ebû Mansûr künyesiyle bilinir. Semerkand'ın Mâturîd kasabasında doğduğu için Mâtürîdî diye meşhûr oldu. Doğum târihi kesin olarak bilinmemekte olup, 852 (H.238)'de doğduğu tahmin edilmektedir. 944 (H.333)te Semerkand'da vefât etti. (Kefevî Taşköprüzâde)

İmâm-ı a'zam Ebû Hanîfe fıkıh bilgilerini toplayarak kısımlara kollara ayırdığı ve usûller, metodlar koyduğu gibi, Resûlullah'ın sallallahü aleyhi ve sellem ve Eshâb-ı kirâmın (Peygamberimizin arkadaşlarının) bildirdiği îtikâd, îmân bilgilerini de topladı ve yüzlerce talebesine bildirdi. Bu talebelerinden İmâm-ı Muhammed Şeybânî'nin yetiştirdiklerinden Ebû Süleymân Cürcânî ve bunun talebelerinden Ebû Bekr-i Cürcânî meşhûr oldu. Bunun talebesinden de Ebû Nasr-ı İyâd kelâm ilminde (îmân bilgilerini anlatan ilimde) Ebû Mansûr Mâtürîdî'yi yetiştirdi. Ebû Mensûr Mâtürîdî, İmâm-ı a'zam'dan gelen îmân bilgilerini kitaplara yazdı. Yoldan sapmış olanlarla mücâdele ederek, Ehl-i sünnet îtikâdını kuvvetlendirdi, her tarafa yaydı (Ahmed Zühdü Paşa, Taşköprüzâde, Seyyid Abdülhakîm)

Îtikâdda imâm olan İmâm-ı Eş'arî ve İmâm-ı Mâtürîdî; hocalarının îtikâddaki müşterek olan mezheblerinden dışarı çıkmamış, mezheb kurmamıştır. Bu ikisinin, hocalarının ve dört mezheb îmâmının tek bir îtikâdı (îmânı) vardır. Bu da Ehl-i sünnet vel cemâat ismi ile meşhûr olan îtikâddır. (Taşköprüzâde, Seyyid Abdülhakîm)

Her müslümanın, îtikâdda (îmânla ilgili bilgilerde) Ehl-i sünnetin iki imâmından birine yâni Mâtürîdî veya Eş'arî'ye tâbi olması lâzımdır. Bu iki imâmdan birine tâbi olmak insanı bid'at (bozuk) îtikâddan (inanıştan) korur. (Muhammed Hâdimî)

2. Îmân bilgilerinde Ebû Mansûr Mâtürîdî'nin bildirdiği gibi inanan kimse.

MÂ'ÛN SÛRESİ:

Kur'ân-ı kerîmin yüz yedinci sûresi.

Mâ'ûn sûresi Mekke-i mükerremede nâzil oldu (indi). Yedi âyet-i kerîmedir. Son âyet-i kerîmesinde Mâ'ûn kelimesi sûreye isim olmuştur. Sûrede, İslâm dînini tekzîb eden (yalanlayan) ve Allahü teâlânın emirlerine karşı gelerek cimrilikte bulunan kimselerin, uygunsuz hareketlerinden bahsedilmektedir. (İbn-i Abbâs, Taberî) Allahü teâlâ Mâ'ûn sûresinde meâlen buyuruyor ki:

Dîni (müslümanlığı) yalan sayanı gördün mü? İşte yetimi şiddetle iten, yoksulu doyurmayı teşvik etmeyen odur. İşte (bu vasıflarla berâber) namaz kılan (münâfık) ların vay hâline ki, onlar namazlarından gâfildirler. Onlar riyâkârların (inanmış görünenlerin) tâ kendileridir. Onlar, zekâtı da men'ederler. (Âyet: 1-7)

Kim Mâ'ûn sûresini okursa, eğer zekâtını vermiş ise, Allahü teâlâ onu mağfiret eder. (Hadîs-i şerîf-Kâdı Beydâvî Tefsîri)

MAZLÛM:

Zulme, haksızlığa uğramış kimse.

Üç kimsenin duâsı muhakkak kabûl olur. Mazlûmun, misâfirin ve ana babanın. (Hadîs-i şerîf-Zevâcir)

Kafir bile olsa, mazlûmun duâsı red olmaz. (Hadîs-i şerîf-Zevâcir)

Mazlûmun bedduâsından korkunuz. Çünkü onunla Allahü teâlânın arasında bir perde yoktur. (Hadîs-i şerîf-Zevâcir)

İyi bir müslüman olarak ölüme hazır ol! Mazlûmların bedduâsından çok sakın ve hiç kimseye zulmetme! (Muâz bin Cebel)

Aldatmasın seni, diktatörün sarayları, kumaşı,

Saray bahçesini, sular dâim, mazlûmların göz yaşı. (İmâm-ı Rabbânî)

Alma mazlûmun âhını, Çıkar âheste âheste. (Atasözü)

MAZMAZA:

Abdest ve gusül alırken ağzı su ile yıkamak.

Hanefî mezhebinde mazmaza guslün farzlarından ve abdestin sünnetlerindendir. (Halebî)

Mazmaza ve istinşakta (suyu burna çekmek) mübâlağa etmek (dolu dolu yıkamak) guslün (boy abdestinin) sünnetidir. (Kutbüddîn-i İznikî)

MEÂL:

Tefsîr âlimlerinin yaptıkları tefsirlerin (açıklamaların) ışığı altında, âyet-i kerîmelere verilen mânâ, açıklama.

Kur'ân-ı kerîm gibi ilâhî belâgat ve î'câzı (kimsenin benzerini söyleyemeyeceği bir vasfı, özelliği) hâiz (sâhib) bir kitâb yalnız Türkçe'ye değil, hiçbir dile hakkıyle çevrilemez. Kur'ân-ı kerîmin nazm-ı celîlini, aslındaki i'câz ve belâgatını muhâfaza ederek tercüme etmek mümkün değildir. Mûteber tefsîr kitablarının ışığı altında verilen mânâlara da tercüme değil, meâl demek uygundur. (Hasan Hüsnü Erdem)

ME'ÂNÎ İLMİ:

Sözün yerinde kullanılmasından, hâle, duruma göre uğrayacağı değişikliklerden bahseden ilim. (Bkz. İlm-i Meânî)

MEÂRİC SÛRESİ:

Kur'ân-ı kerîmin yetmişinci sûresi.

Meâric sûresi, Mekke'de nâzil oldu (indi). Kırk dört âyet-i kerîmedir. Üçüncü âyet-i kerîmede geçen el-Meâric kelimesinden dolayı Sûret-ül-Meâric denilmiştir. Meâric, ma'recin çoğulu olup yükselme dereceleri demektir. Sûrede, kıyâmetin nasıl olacağı ve hâlleri ile Cehennem azâbı bildirilmektedir. (İbn-i Abbâs, Taberî, Râzî) Allahü teâlâ Meâric sûresinde meâlen buyuruyor ki:

Melekler ve ruh oraya (arş-ı ilâhîye) bir günde varırlar. Bu günün uzunluğu (dünyâ senesi ile) elli bin senelik yoldur. (Âyet: 4)

Kim Meâric sûresini okursa, Allahü teâlâ ona emânetlerini ve vâdlerini gözetenlerin sevâbını verir. (Hadîs-i şerîf-Kâdı Beydâvî Tefsîri)

MEÂRİF:

Kalb bilgileri. Çokluk şekli ma'rifet'tir. (Bkz. Ma'rifet)

MEBDE-İ TEAYYÜN:

İlâhî kemâllerin, yüksekliklerin ilm-i ilâhîde başlangıcı ve ilk kaynağı.

Allahü teâlâdan gelen feyzler, nîmetler hep mebde-i teayyünden gelir. (İmâm-ı Rabbânî) Mebde-i teayyün âşık ile ma'şûk arasında berzahtır (yâni köprüdür) (M. Ma'sûm)

MEBDE' VE MEÂD:

Başlangıç ve sonuç, dünyâ ve âhiret; mahlûkların (yaratılmışların) nereden ve nasıl vücûda geldiği, onları kimin yarattığı, yaratılış hikmetleri, sonunda ne olacakları ve ölümden sonraki hâlleri.

Kelâm; Allahü teâlânın zât ve sıfatlarından, nübüvvet (Peygamberliğe âit mes'elelerden) ve mebde' ve meâd bakımından yaratılmışların hâllerinden bahseden ilimdir. Tecrübî ilimler de mahlûkların hâllerinden bahseder fakat mebde' ve meâd bakımından değil. Sâdece, onların hissedilebilen, tecrübe ve müşâhede olunabilen (deney ve gözleme) tabiî durumlarını ele alır. Meselâ ana karnındaki çocuğun nasıl teşekkül edip, meydâna geldiğini ve doğuncaya kadar geçirdiği safhaları inceler. Fakat onu kimin yarattığından, yaratılış hikmetinden, dünyâya gelip îmânla ölürse Cennet'e, îmânla ölmezse Cehennem'e gireceğinden bahsetmez. Mebde' ve meâd hâlleri olan bu hususlardan kelâm ilmi bahseder. Kelâm ilmi gibi, felsefe de, mahlûklardan mebde' ve meâd îtibâriyle bahseder. Ancak, kelâm ilmi, bunda nakli yâni Kur'ân-ı kerîmi ve hadîs-i şerîfi esas aldığı hâlde, felsefe aklı esas alır. Söylediklerinin dîne uygun olup olmadığına bakmaz. Bu yüzden, dîne aykırı pekçok fikir ortaya atar. (Abdüllatîf Harpûtî)

MEBÎ':

Satılan veya satın alınan mal.

Mebî', akd yâni sözleşme yapılınca, müşterinin mülkü olur ise de, teslim alınmadan önce kullanılması câiz değildir. Bunun için teslim almadan önce tam mülkü değildir. Teslim almadan zekât hesâbına katılmaz. (İbn-i Nüceym)

Mebî' tâyin (belli) edilince teayyün eder yâni belirtilen malın kendisinin verilmesi, teslim edilmesi lâzım olur. Benzerini vermek olmaz. (Mevkûfâtî)

MECÂZ:

Bir münâsebet, ilgi sebebiyle konulduğu asıl mânâdan başka bir mânâda kullanılan lafız (söz) veya mânâ.

Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyruldu ki: "İstersen köye sor." (Yûsuf sûresi: 82) Âyet-i kerîmede mecâz vardır. Çünkü, bir yer olan "köy" zikredilmesine rağmen, içerisinde yaşayan insanlar kasdedilmiştir. (Şeyhzâde)

Peygamber efendimiz sallallahü aleyhi ve sellem Medîne-i münevvereye hicret ettikleri zaman O'nu gören Medîneliler; "Üzerimize bedr (dolunay) doğdu" dediler. Burada bedr kelimesinde mecâz vardır. Çünkü, bedr gökteki yıldızlardan birisi olduğu hâlde, onunla Peygamber efendimiz kastedilmiştir. (Sekkâkî, Teftâzânî)

Kelâmda asl olan mânây-ı hakîkattır. Mânây-ı hakîki (ilk konulduğu mânâ) kastedilmesi mümkün olmadığı zaman mecâzî mânâ ele alınır. Evlâd (çocuklar) lafzı, sözü asıl mânâsı îtibâriyle ahfâd (torunlar) lafzını içerisine almaz. Fakat bir kimse malını evlâdına vakfetse, ancak evlâdı bulunmasa, bu takdirde, evlâdından ahfâdı kastedilir. (Ali Haydar Efendi)

MECELLE:

Tanzîmât'ın îlânından sonra, Ahmed Cevded Paşa'nın başkanlığında bir komisyon tarafından hazırlanan; İslâm hukûkunun muâmelâta (alışveriş, şirketler, hibe v.b.) âit hükümlerinin Hanefî mezhebine göre maddeler hâlinde tertibinden meydana gelen kânunlar veya bu kânunları içerisine alan mecmûa.

Günlük işlerde dînin emirlerine uygun davranabilmek için her müslümanın Mecelle kitabının başındaki yüz maddeyi iyi bilmesi ve anlaması lâzımdır. Kitabda bir başlangıç ile on altı kısım vardır. Hepsi bin sekiz yüz elli bir (1851) maddedir. (M. Sıddîk Gümüş)

Tanınmış hukukçulardan Ali Haydar Bey, Âtıf Bey ve Hâcı Reşîd Paşa (rahmetullahi teâlâ aleyhim ecmâin) Mecelle'yi ayrı ayrı şerh etmişlerdir. Her biri çeşitli cildler hâlinde basılmıştır. Bunları okuyan garb bilginleri, İslâm hukûkuna ve ondaki bilgilerin inceliğine ve çokluğuna hayran kalmaktadır. (M. Sıddîk Gümüş)

Mecelle'nin içerisindeki maddelerden bâzıları şöyledir: 1) Kendi malı sanarak, başkasının malını telef eden öder. 2) Birinin ayağı kayıp, başkasının malını telef etse öder. 3) Başkasının elbisesini çekip de yırtan tamam kıymetini öder. Elbiseyi tutup, sâhibi çekmekle yırtılsa, yarısını öder. 4) Mazlum olanın, başkasına zulm etmeğe hakkı yoktur. 5) Birinin malının telef olmasına sebeb olan öder. Ahırın kapısını açıp, hayvan kaçarak zâyi olsa öder.

MECÎD (El-Mecîd):

Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (güzel isimlerinden). Büyüklüğü, yüceliği ve işlerinin güzelliği ile tanınan, övülen.

Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyruldu ki:

Allahü teâlâ, nîmetler vermesi sebebiyle övülendir, Mecîd'dir. (Hûd sûresi: 73)

Yâ Rabbî! İbrâhim aleyhisselâm ve âlinin (akrabâsının) şerefini ve şânını yükselttiğin gibi Muhammed aleyhisselâmın, dünyâda nâmını âli (yüce) ve meşhûr, güzel dînini dâim, ümmetini çok, âhirette sevablarını sonsuz, kendisini, herkese şefâatçi, Cennet'te yüksek ve nûrlu bir yer olan Vesîle makâmına kavuşturmakla O'nun şânını ve şerefini, derecesini yükselt. O'nun âlinin (akrabâlarının) ve eshâbının (mübârek arkadaşlarının) derecelerini yükselt. (Yâ Rabbî!) Sen Hamîd'sin. Yâni her insanda ve her kalbde övülensin, bütün hamdler yani övgüler sanadır. Sen Mecîd'sin. (Hadîs-i şerîf-Kitâb-üs-Salât)

Yâ Rabbî! İbrâhim aleyhisselâmın ve âlinin feyz ve bereketini artırdığın gibi, Muhammed aleyhisselâmın mübârek isminin anılmasını, O'na tâbi olanları (uyanları), ümmetini (inananları) çoğalt, yolunu dâim eyle. Âlinin ve eshâbının feyz ve bereketini, iyiliklerini artır. (Yâ Rabbî) Sen Hamîd'sin, Mecîd'sin. (Hadîs-i şerîf-Kitâb-üs-Salât)

Baras hastası, Eyyâm-ı Biydde kamerî ayın on üç, on dört ve on beşinde oruç tutup iftar vaktinde de, el-Mecîd ism-i şerîfini söylerse, Allahü teâlâ ondan sebebli veya sebebsiz olarak bu hastalığı giderir. (Yûsuf Nebhânî)

MECNÛN:

Deli. (Bkz. Cünûn ve Deli)

İmâm-ı Ali Rızâ hazretleri Nişâpûr'a gelince, Ehl-i sünnetten yirmi binden çok âlim ve talebe kendisini karşıladı. Dedelerinden gelen bir hadîs-i şerîf okuması için yalvardılar. İmâm hazretleri, bütün dedelerinin isimlerini sayarak, şu kudsî hadîsi okudu: "Lâ ilâhe illallâh kal'amdır. Bunu okuyan, kal'ama girmiş olur. Kal'ama giren de, azâbımdan kurtulur."

İmâm-ı Ahmed ibni Hanbel hazretleri buyurdu ki: "Bu hadîs-i kudsî, râvîlerinin (bildirenlerin) isimleri ile berâber, mecnûna okunursa aklı başına gelir. Hastaya okunursa şifâ bulur." (İbn-i Esîr)

Mecnûn olanlar ibâdet için ehil değildirler. (Molla Hüsrev)

ME'CÛC:

Çok eski zamanlarda, bir duvar arkasında bırakılmış, kıyâmete yakın, yeryüzüne yayılacak olan Nûh aleyhisselâmın oğlu Yâfes'in soyundan gelecek olan kötü bir millet. Yüzleri yassı, gözleri küçük, kulakları çok büyük, boyları kısadır. (Bkz. Ye'cûc ve Me'cûc)

MECÛSİ:

Ateşe tapan.

Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyuruyor ki:

O îmân edenler, o yahûdîler, o yıldızlara tapanlar, o hıristiyanlar, o mecûsîler, o Allah'a ortak koşanlar (var ya), muhakkak ki Allah, kıyâmet günü aralarında hükmünü verecek, hak ve bâtılı ayıracaktır. Çünkü Allah her şeye şâhid bulunuyor. (Hac sûresi: 17)

Bütün çocuklar müslümanlığa uygun ve elverişli olarak dünyâya gelir. Bunları sonra anaları, babaları, hıristiyan, yahûdî ve mecûsî yapar. (Hadîs-i şerîf-İhyâ-u ulûmiddîn)

Mecûsîler, Kisrâ denilen Acem şahlarından Küştüseb zamânında yaşayıp yaşamadığı tam bilinmeyen Zerdüşt adlı birinin uydurduğu bâtıl bir dîne bağlıdırlar. Mecûsîler ölülerini gömmezler. Kulelerde saklarlar ve akbabalara yedirirler. (Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî)

MECZÛB:

1.               Allahü teâlânın sevgisi ile kendinden geçmiş olan.

Evliyâdan bir kısmı öldükten sonra Huzûr-i ilâhîde her şeyi unuturlar. Dünyâdan ve dünyâda olanlardan haberleri olmaz. Duâları duymazlar. Bir şeye vâsıta, sebeb olmazlar. Dünyâdaki, diri olan evliyâ arasında da böyle meczûblar bulunur. (Ahmed Saîd-i Dehlevî)

2.               Cezbeye tutulmuş, çekilmiş tasavvuf yolcusu.

Tasavvuf yolunda ilerlemek isteyenlerin, arada vâsıta olmadan maksada kavuşmaları çok güçtür. Bunlara bütün tasavvuf derecelerini geçmiş olan bir Ehl-i sünnet âliminin yardımı lâzımdır. Onun sözleri, ölmüş kalbleri diriltmek için devâdır. Bakışları şifâdır. Böyle devletli bir rehber ele geçmezse, meczûb olan sâlik (tasavvuf yolcusu) de böyle bir nîmettir. Bu da tâlibleri (tasavvuf yolunda ilerlemek isteyenleri) yetiştirebilir. (İmâm-ı Rabbânî)

MED:

Uzatmak, çekmek, Kur'ânı kerîmde uzatan harflerden (elif, vav, yâ) biriyle kendilerinden önceki harfleri çekmek.

Kur'ân-ı kerîm okurken yapılan hatâ dört şekilde olabilir. Birinci şekil, i'râbda hatâdır. Yâni harekelerde ve sükûnda(cezm, şedde de) olabilir. Meselâ şeddeyi hafif okur veya medleri kısa okur veya bunların aksini yapar. İkincisi, harflerde, üçüncüsü kelimelerde ve cümlelerde olur. Dördüncü olarak vakf ve vasılda yâni durulacak veya geçilecek yerde olur. İlk üç şekilde mânâ değişip, küfre sebeb olacak mânâ hâsıl olursa, namaz bozulur. Dördüncüde mânâ değişse de namaz bozulmaz. (Alâüddîn Haskefî)

MEDENÎ:

1.               Topluluk hâlinde yardımlaşarak yaşayan, kibâr, nâzik, terbiyeli, görgülü kimse.

İnsan medenî olarak yaratılmıştır. Hayvanlar medenî yaratılmadı. Şehirde birlikte yaşamağa mecbûr değildirler. İnsan, nâzik zayıf yaratıldığı için, pişmemiş yemek yiyemez. Gıdâ elbise ve binânın hazırlanması lâzımdır. Yâni san'atlara ihtiyâcı vardır. Bunun için de araştırmak, düşünmek, tedkîk etmek (incelemek), tecrübe yapmak (denemek) ve çalışmak lâzımdır. Fen ve san'at, insanlığa yaratılış îcâbı lâzımdır. (Kınalızâde Ali Efendi)

2.               Medîne'de nâzil olan âyet-i kerîmeler ve sûreler.

Kur'ân-ı kerîmdeki sûrelerin seksen yedisi Mekkî (Mekke'de nâzil oldu, indi), yirmi yedisi Medenî'dir. (Übeyd bin Ka'b)

Kur'ân-ı kerîmdeki hudûd (cezâlar) ve mîrâs paylarını (ferâizi) bildiren sûrelerle, kafirlerle cihâda izin veren ve cihâd (muhârebe) hükümlerini bildiren ve münâfıklardan bahseden sûreler Medenî'dir. (Zerkeşî)

MEDENİYYET:

Memleketleri îmâr edip, insanları râhat ve huzûra kavuşturmak.

Medeniyyet; tâmir-i bilâd ve terfih-i ibâddır, yâni beldeleri îmâr etmek, binâlar, fabrikalar yaparak, memleketleri kalkındırmak ve fenni ve her çeşit gelirleri milletlerin hürriyetleri, râhat ve huzûr içinde yaşamaları için kullanmak demektir. Bütün insanları rûh, düşünce ve beden bakımlarından râhat yaşatmaktır. Medeniyet, yalnız ilim ve fen demek değildir. İlim ve fen, medeniyyet için, ancak bir âlet bir vasıtadır. İlimde, fende çok ileri olan milletlere, fen vâsıtalarını ne yolda kullandıklarını incelemeden medenî demek büyük gaflettir. Pek yanlıştır. Fabrikaların, motorlu vâsıtaların, gemi, tayyâre, atom cihazlarının çok olması, gözleri kamaştıran yeni buluşların artması, medeniyeti ve medenî olduklarını göstermez. Bunları medeniyet sanmak her silâhlıyı gâzi, mücâhid sanmaya benzer. Mücâhid olmak için en yeni harp vâsıtalarına mâlik olmak lâzımdır, fakat, bunlara mâlik olan, eşkıyâlık da yapabilir. Medenî insan ve medeniyyet sâhibi toplum olmak için İslâmiyet; îmân, ibâdet, iş, ahlâk ve cemiyet hayâtında uyulması gereken her şeyi bildirmiştir. Bunlar; Allahü teâlânın bildirdikleri, Peygamberimiz Muhammed aleyhisselâmın öğrettikleri, Eshâb-ı kirâmın naklettikleri ve İslâm âlimlerinin açıkladıklarıdır. İnsanlığın bunaldığı her şeyin, çözüm ve çâresi bunların içinde vardır. (İmâm-ı Rabbânî)

MEDH:

Övme, iyi taraflarını anlatma; bir kimse hakkında iyi şeyler söyleme.

Medh olunmağı sevmek, insanı kör ve sağır eder. Kabâhatlerini, kusurlarını görmez olur. Doğru sözleri, kendisine yapılan nasîhatları işitmez olur. (Hadîs-i şerîf-Berîka)

Şâyet biriniz diğerini mutlaka medh edecek olursa; "Öyle sanırım ki, o şöyle iyidir, böyle iyidir..." desin ve bu sözü de medh ettiği adamda, bu sıfatların bulunduğunu zannederek söylesin. (Hadîs-i şerîf-Riyâz-üs-Sâlihîn)

Kalb hastalıklarından biri de medh ve senâ olunmağı sevmektir. Medh olunmağı sevmenin sebebi, insanın kendini beğenmesi, yüksek, iyi sanmasıdır. Medh olunmak, böyle kimseye tatlı gelir. Bunun hakîkî üstünlük, iyilik olmadığını, olsa da geçici olduğunu düşünmelidir. (Muhammed Hâdimî)

Oğlum! Kaş göz işâretleri ile, hiç kimseyi küçük düşürecek hareketlerde bulunma! Başkasının yanında kendini veyâ âileni medhetme! (Lokman Hakîm)

Sizde olmayan meziyetlerle sizi medheden kimsenin, bir gün, sizde olmayan kötülüklerle kötüleyeceğini de unutmayınız. (İmâm-ı Ahmed bin Hanbel)

MEDÎNE-İ MÜNEVVERE:

Peygamber efendimizin sallallahü aleyhi ve sellem Mekke-i mükerremeden hicret ettikten sonra, yerleştiği, ilk İslâm devletini kurduğu ve kabr-i şerîfinin bulunduğu şehir. Hicretten önceki adı Yesrib olup, hicretten sonra Medînet-ür-Resûl (Peygamber şehri) veya Medîne-i münevvere (nurlu şehir) adıyla anılmıştır.

Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyurdu ki:

Onlar (münâfıklar); "Eğer Medîne'ye dönersek, andolsun en şerefli ve kuvvetli olanımız oradan en hakir ve zaîf olanı muhakkak çıkaracaktır" diyorlardı. Hâlbuki şeref, kuvvet ve gâlibiyet Allah'ındır, Peygamberinindir, mü'minlerindir. Fakat münâfıklar bunu bilmezler. (Münâfikûn sûresi: 8)

Sizden biriniz Medîne-i münevverede vefât etmeğe gücü yetiyorsa, orada vefât etsin. Çünkü ben Medîne-i münevverede vefât edenlere şefâat ederim. (Hadîs-i şerîf-Mir'ât-ül-Haremeyn)

Medîne-i münevvereye Mesîh Deccâl'in (değil kendisi) kokusu bile giremeyecektir. O fitne günlerinde Medîne'nin yedi kapısı olacak ve her kapıda muhâfız iki melek bulunacaktır. (Hadîs-i şerîf-Ahbâru Mekke)

Medîne-i münevvere, Mekke-i mükerremenin batısında ve Kızıldeniz'in doğusunda yer alan kuzeye doğru meyilli çölün ve güneye doğru uzanan az dalgalı bir ovanın bittiği yerde kurulmuştur. Çok verimli ve tarıma elverişli topraklarında her çeşit sebze, çeşitli meyveler ile muz ve hurmanın en iyileri yetişir. Arabistan yarımadasının diğer bölgelerine göre serin bir iklime sâhibdir. (Eyyûb Sabri Paşa)

Peygamberimiz sallallahü aleyhi ve sellem Mekke-i mükerremede insanları on üç sene müddetle İslâm dînine dâvet ettikten sonra Allahü teâlânın emri ile Medîne-i münevvereye 622 senesi Rebî-ul-evvel'in sekizinci Pazartesi günü hicret etti. Burada İslâmiyet'i her tarafa yaydı. On sene sonra yâni 632 senesi Haziran'ında, Rebî-ul-evvelin on ikinci Pazartesi günü Medîne-i münevverede vefât etti. (Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî)

Peygamber efendimizin yaptırdığı Mescid-i Nebî içerisinde yer alan "Kabrim ile minberim arası Cennet bahçelerinden bir bahçedir" buyurarak medh ettiği Ravza-i mütahhera (Cennet bahçesi), Peygamber efendimizin kabr-i şerîfi, Uhûd şehidliği, başta hazret-i Osman olmak üzere pekçok Sahâbe-i kirâmın (Peygamberimizin arkadaşları) kabirlerinin bulunduğu Cennet-ül-Bakî' kabristanı gibi mübârek yerler Medîne-i münevverededir. (Eyyûb Sabri Paşa)

MEDLÛL:

Delîlin (alâmet ve işâretin) delâlet ettiği, gösterdiği şey.

Delîl bulunmayınca, medlûlün de bulunmayacağı söylenemez. Çünkü, Allahü teâlânın varlığına delîl olan âlem (Allahü teâlâdan başka her şey) yaratılmadan önce, medlûl olan yaratanın yok olduğu söylenmiş olur ki, bu bâtıldır, hükümsüzdür. Çünkü, Allahü teâlâ, âlem yaratılmadan önce de vardı. O'nun başlangıcı ve sonu yoktur. Ezelîdir, ebedîdir. O halde delîl olmadan da medlûl olabilir. Duman olmadığı hâlde ateşin bulunması gibi. (Fahreddîn Râzî)

MEDRESE:

İslâm medeniyetinde üniversite seviyesindeki eğitim ve öğretim müesseseleri.

İnsanlığın bugün sâhib olduğu ilim ve teknik seviyedeki en büyük pay, İslâm memleketlerinde kurulan medreselerde yetişen müslüman âlimlerindir. (İslâm Târihi Ansiklopedisi)

Din ilimlerinden başka, hey'et (astronomi), hesab (matematik), hendese (geometri), hikmet, tıb gibi ilim dallarına da mühim yer veren medreseler; din ve dünyâ ilimlerini, birlikte yürütürdü. İnsanı dünyânın esiri yapmadan, dünyânın fâtihi ve sâhibi yapmak maksadıyla, devletin temel taşı olan din ve devlet adamlarını en mükemmel şekilde yetiştirmeyi sağlardı. (İslâm Târihi Ansiklopedisi)

İmâm-ı Rabbânî, zamânının fen bilgilerinde en mütehassıs idi. Bir mektûbunda; "Oğlum Muhammed, bu günlerde Şerh-i mevâkıf kitâbını tamamladı. Yunan felsefecilerinin hatâlarını anladı" buyuruyor. Bu kitab, İslâm medreselerinin yüksek kısmında son zamanlara kadar okutulan bir fen kitabıdır. (M. Sıddîk Gümüş)

MEDYÛN:

Borçlu, borçlanmış kimse.

Dâyine (alacaklıya), medyûnun medyûnu hasm olmaz. Yâni bir kimse ölendeki alacağını, ölene borçlu olandan isteyemez. (Mecelle) Medyûna zekât verilir. (İbn-i Âbidîn)

MEFHAR-İ MEVCÛDÂT:

Mahlûkâtın (yaratılmışların) övündüğü Muhammed aleyhisselâm.

Mefhar-i mevcûdât efendimizin, güzel huylarından, edeblerinden bâzıları şunlardır:

İnsanların en rahat davrananı, en kahramanı, en adâletlisi, en çok affedeni, en cömerdi idi.

Kendisinden bir şey istendiğinde, "yok" dediği görülmemiştir.

İnsanların en doğru konuşanı idi.

Kendi evinde iken, tek başına kalkar, yiyeceğini alır yerdi. İstediği bir şeyi yemek için evdekileri zorlamazdı.

Suyu oturarak, üç yudumda ve süzerek içerdi. Ağzını doldura doldura yutmazdı. Bunun için şöyle buyururdu: "Ciğer hastalığı ağzını doldurup yutmaktan gelir." (El-Hadâik-ul-Verdiyye, Abdülmecîd Hânî)

Mefhar-i mevcûdât efendimiz, bir hadîs-i şerîflerinde şöyle buyurdular: "Peygamberlere minberler kurulacak üzerine oturacaklar. Benim minberim olacak, ben üzerine oturmayacağım. Rabbimin huzûrunda ayakta dikileceğim. Bunun üzerine Allahü teâlâ şöyle buyuracak; "Ümmetine ne yapmamı istiyorsun?" "Yâ Rabbî! Hesâblarını hemen görüver" diyeceğim. Hemen çağrılıp hesapları görülecek; kimi O'nun rahmetiyle, kimi de benim şefâatimle Cennet'e girecek. Şefâat etmeye öylesine devâm edeceğim ki, elime isimleri Cehennemliktir diye yazılı bir liste verilecek ve Cehennem hâzini (bekçisi) şöyle diyecek: "Ey Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)! Ümmetin hakkında Rabbimin gazabı için, hiçbir şey bırakmadın." (Şifâ-i Şerîf, Menâhil)

Mefhar-i mevcûdât Muhammed-i Mustafâ'ya salevât. (Süleymân Çelebi)

MEFHÛM-I MUHÂLİF:

Lafızda zikredilmeyen mânânın, bizzat zikredilen mânâya, hükümde zıt olan mânâ. Mefhûm-ı muhâlif; Şâfiîlere göre, hüküm için sahîh, mûteber bir delîl olduğu hâlde, Hanefîlere göre böyle değildir.

Mefhûm-ı muhâlifi kabûl edenlerin delîllerinden birisi şudur: Peygamber efendimiz sallallahü aleyhi ve sellem: "Sâimede (yılın ekserisini çayırlarda otlayarak beslenen deve, koyun gibi hayvanlara) zekât vardır" buyurmuştur. (Hadîs-i şerîfe göre Sâime olmayanlarda zekât yoktur. Böyle olduğunu Hanefîler dâhil, bütün âlimler kabûl etmiştir. Ancak, İmâm-ı Mâlik (r.aleyh), sâime olmayan hayvanlar için de zekât lâzım geldiğini söylemiştir. (Serahsî)

MEFHÛM-I MUVÂFIK:

Lafızda (sözde) zikredilmeyen mânânın bizzat zikredilen mânâya hükümde uygunluğu.

Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyruldu ki:

Ana-babaya öf bile deme. (İsrâ sûresi: 23)

Âyet-i kerîmede zikredilen ana-babaya öf demek yasaklandığı gibi mefhûm-ı muvâfık ile onları dövmek ve sövmek de yasaklanmıştır. (Molla Hüsrev)

MEGÂZÎ:

Harp tarihi, gazâlara (savaşlara) dâir bilgiler, menkıbeler, hikâyeler.

Megâzî kitabları, dînin temeline âit kitablardan değildir. İslâm dîninin sağlamlığı megâzî kitaplarının doğruluğuna bağlı değildir. Bu kitaplarda mübâlağa (abartma) bulunur. Bunlar, târih kitabı gibidir. (Abdülhakîm-i Arvâsî)

Megâzî sâhasında ilk yazılan kitap Vâkıdî'nin Megâzî'sidir. (Kâtib Çelebi)

MEHÂRİC-İ HURÛF:

Kur'ân-ı kerîm harflerinin herbirinin ağızdan ses olarak çıktığı yer.

Kur'ân-ı kerîmi tecvîd üzere okumasını bilmek farz olup, tecvîdi bilmeyen mehâric-i hurûfu gözetemez. Harflerin ağzındaki yerlerini gözetemeyen bir kimsenin okuduğu Kur'ân-ı kerîm ve kıldığı namaz sahîh (doğru) olmaz. (Ebüssü'ûd Efendi)

MEHDÎ:

Kıyâmete yakın geleceği, Peygamber efendimiz tarafından haber verilen ve İslâmiyet'i ve adâleti yeryüzüne hâkim kılacak olan mübârek zât.

Yeryüzünü küfür kaplamadıkça ve her yerde küfür ve kâfirlik yayılmadıkça hazret-i Mehdî gelmez. (Hadîs-i şerîf-El-Kavl-ül-Muhtasar)

Mehdî ile müjdelenmiş olun. Mehdî, Kureyş kabîlesinden ve benim Ehl-i beytimden biridir. O, insanların ihtilâf içinde oldukları ve ictimâî sarsıntılar içinde bulundukları bir zamanda çıkar. Mehdî, daha önce zulüm ve cevr ve eziyet ile dolu olan dünyâyı adâlet ve insaf ile doldurur. (Hadîs-i şerîf-El-Kavl-ül-Muhtasar fî Alâmât-il Mehdî)

Mehdî'nin başı hizâsında bir bulut olacaktır. Buluttan bir melek; "Bu Mehdî'dir. Sözünü dinleyiniz" diyecektir. (Hadîs-i şerîf-El-Kavl-ül-Muhtasar)

Beklenilen Mehdî, hazret-i Fâtıma'nın soyundan olacaktır. Mekke'de ortaya çıkacaktır. O zaman müslümanlar halîfesiz olacaktır. O istemediği halde, zor ile halîfe yapılacaktır. Ortaya çıkacağı zaman, yaşı ve ömrü kesin olarak bildirilmiş değildir. (Ahmed Zeyni Dahlan)

Allahü teâlâ, İslâmiyet'i nasıl Resûlullah efendimizle sallallahü aleyhi ve sellem başlatmışsa, hazret-i Mehdî ile sona erdirecektir. Sayıları Bedr gazasında bulunan Eshâb-ı kirâm kadar olan bir grup insan hazret-i Mehdî'ye bî'at edecek (emrine girecek) ve her zâlim onun karşısında mağlûb olacaktır. Zamânı son derece imrenilecek bir şekilde adâletle dolacaktır. (İbn-i Hacer-i Mekkî)

MEHR (Mehir):

Erkeğin evlenirken kadına vereceği ve kadının hakkı olan altın, gümüş veya her hangi bir mal yâhut menfaat.

Allahü teâlâ âyet-i kerîmede meâlen buyurdu ki:

Nikâh ettiğiniz kadınların mehirlerini seve seve verin. Şâyet ondan bir kısmını gönül hoşluğu ile kendileri size bağışlarsa, onu âfiyetle, râhatça yiyin. (Nisâ sûresi: 4)

Mehr vermemek niyyeti ile nikâh yapan kimse, kıyâmet günü hırsızlar arasında haşr olunacaktır (bulunacaktır). (Hadîs-i şerîf-Riyâdünnâsihîn)

En bereketli kadın, mehri az olandır. (Hadîs-i şerîf-İhyâ)

Mehrin en azı on dirhem yâni yedi miskal ağırlığındaki gümüş değerinde olan bir miskal (beş gram yâni üçte iki lira) altından az olmamalıdır. Mehrin en çoğu ise tahdîd edilmemiştir (sınır konmamıştır). (B. Mergınânî)

Zevcesinin (hanımının) mehrini vermemek ve insanların dinlerini öğrenmelerine mâni olmak kul haklarının en büyüğüdür. (Hâdimî)

İslâmiyet'te mehr parası evlenmek için değildir. Evliliğin düzenli, mes'ûd olarak devâm etmesi, kadının hak ve hürriyetlerinin korunması, din câhili huysuz erkeğin elinde oyuncak olmaması içindir. Mehr parasını vermek ve çocukların nafaka paralarını her ay ödemek korkusundan erkek zevcesini boşayamaz.

Mehr-i Misl:

Mehir söylenmeden veya mehir vermemek şartı ile yapılan bir nikahtan sonra, kadının, baba tarafından akrabâsının kadınlarına bakılarak bunlara verilen mehir kadar verilmesi kararlaştırılan altın, gümüş, mal veya herhangi bir menfeat.

Mehr-i Muaccel:

Miktarı tesbit edilen (belirlenen) ve nikâh sırasında erkeğin evleneceği kadına peşin olarak ödemesi gereken altın, gümüş, kâğıt para veya herhangi bir mal yâhut bir menfaat.

Mehr-i muaccelin verilmesi, nikâh yapılınca vâcib olur. (Abdurrahmân Cezîrî)

Zevci (kocası) ölen kadın mehr-i muaccelin bir kısmını almadığını söylerse, bunu mîrâstan alır. (İbn-i Âbidîn)

Mehr-i muaccel, çehiz masrafı olarak düğünden önce verilir. (Feyzullah Efendi)

Nikâh yapılırken, muaccel ve müeccel mehrlerin miktarları tesbit edilir. Bir kağıda yazılıp dâmâd ve mevcûd (bulunan) iki şâhid imzâlayıp zevceye (hanıma) teslim edilir. (Abdullah Mûsulî)

Mehr-i Müeccel:

Miktarı nikah yapılırken tesbit edilip, ödenmesi daha sonraya bırakılan yâni erkeğin evleneceği kadına sonra ödeyeceği altın, gümüş, kâğıt para veya herhangi bir mal yâhut bir menfeat.

Mehr-i müeccel, nikâh yapılırken belli edilirse de, verilmesi üç şeyden biri meydana gelince, yâni vaty (hanıma yakın olma hâli) halvet (başbaşa bir odada yalnız kalmaları) ve ikisinden birinin vefâtı ile ödemesi vâcib olur. Zevce (hanım) ölünce, zevc (koca) mehr-i müecceli vârislerine (yakınlarına) verir. Zevc (koca) ölünce, mîrâsından (geriye kalan malından) zevcesine (hanımına) verilir. (Abdurrahmân Cezîrî)

Zevc (koca) zevcesine (hanımına) olan mehr-i müeccel borcunu ayırmalı, öldükten sonra zevcesine verilmesi için vasiyet etmelidir. Vasiyet etmedi ise ölünce mîrâs taksim edilmeden (paylaşılmadan) önce mehrin hepsinin mîrâstan zevcesine hemen ödenmesi lâzımdır. Zevcesini boşayınca, mehrini ödemeyen kimse, dünyâda hapis, âhirette azâb olunur. (Muhammed Hâdimî)

Mehr-i muaccel veya mehr-i müeccel nikahta bildirilmedi ise, kadına mehr-i misl verilmesi vâcib olur. (Abdurrahmân Cezîrî)

MEJDEK:

Mîlâdî dördüncü asırda İran'da komünizmi ilk kuran şahıs.

Komünistliği mîlâdî dördüncü asırda ilk çıkaran Mejdek adında bir İranlıdır. Mecûsî idi. Peygamber olduğunu söylerdi. Ona göre; ateşe tapılacaktır. Her şey herkesin malıdır. Zevceleri (kadınları) değiştirmek helâldir. Herkesin malları ve yaşayışları eşittir. Şahsî tasarruf yoktur. Bütün insanlar eşit ve her şeyde ortaktırlar. Biribirinin zevcesini (hanımını) isterse ona vermesi lâzımdır. Zenginler mallarını fakirlere vermelidir. (Ahmed Âsım Efendi)

Mejdek'in kurduğu bozuk yol, tembellerin, serserilerin ve kadına düşkün olan aşağı kimselerin işine geldiğinden çabuk yayıldı. Acem (İran) Şahı Kubâd Şâh da zevkine düşkün biri idi. Bu da Mejdek'in fikirlerini kabûl etti. Kubâd Şâh'ın oğlu Nû'şirevân idâreyi ele alınca Mejdek'i seksen bin adamı ile birlikte kılıçtan geçirterek komünizm belâsını ortadan kaldırdı. (Hüseyin bin Halef)

MEKÎL:

Kile ve ölçek ile yâni hacim ile ölçülen mal.

Buğday, arpa, hurma ve tuz dâimâ mekîldir. Tartı ile kullanılmaları mekîl olmalarını değiştirmez. Müsâvî (eşit) olmaları lâzım olduğu zaman hacimlerinin müsâvî olması lâzım olur. (İbn-i Âbidîn)

MEKKE-İ MÜKERREME:

Müslümanların kıblesi olan Kâbe-i muazzamanın bulunduğu, Peygamber efendimizin sallallahü aleyhi ve sellem doğduğu mübârek şehir.

Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyurdu ki:

O (Allahü teâlâ) sizi Mekke'nin batnında (hudûdu içinde), onlara (kâfirlere) karşı muzaffer kıldıktan sonra onların ellerini sizden, sizin ellerinizi onlardan çekti. Allahü tealâ ne yaparsanız hakkıyla görendir. (Feth sûresi: 24)

Şüphesiz âlemler için bereket ve hidâyet kaynağı olarak insanlar için kurulan ilk ev (mâbed) Mekke'deki (Kâbe)dir. (Âl-i İmrân sûresi: 96)

Peygamber efendimiz sallallahü aleyhi ve sellem hicret esnâsında Mekke-i mükerremeden ayrılırken Kusvâ adlı devesini harem-i şerîfe doğru döndürüp mahzûn bir halde "(Ey Mekke!) Vallahi sen Allahü teâlânın yarattığı yerlerin en hayırlı, Rabbim katında en sevgili olanısın. Senden çıkarılmamış olsaydım, çıkmazdım. Bana senden daha güzel, daha sevgili yurt yoktur. Kavmim beni senden çıkarmamış olsaydı çıkmaz, senden başka bir yerde yurt yuva kurmazdım" dedi. (Hadîs-i şerîf-Halebî, Abdülhak-ı Dehlevî)

Mekke-i mükerreme Arabistan Yarımadasının batısında, Kızıldeniz'in doğusunda 21°-30° kuzey enlem, 20°-40° doğu boylamları arasında yer alır. Karataşlı sıradağlar arasında uzun ve kavisli bir vâdide yer almıştır. Şehrin uzunluğu üç, genişliği bir kilometredir. Etrafı taşlık olup, zirâate (tarıma) elverişli arâzisi yoktur. Şehrin ortasında Mescid-ül-Haram denilen büyük câmi ve Kâbe-i muazzama vardır. Mekke-i mükerremenin târihi, İbrâhim ve oğlu İsmâil (aleyhisselâm) zamânına kadar uzanır. (İslâm Târihi Ansiklopedisi)

Yeryüzünün en kıymetli yeri kabr-i seâdet (Peygamber efendimizin kabr-i şerîfi), bundan sonra Kabe-i muazzama ve bunun etrâfındaki Mescid-i Haram denilen câmidir. Bundan sonra Medîne'deki Mescid-i Nebevî (Peygamberimizin mescidi) içindeki Ravda-i mukaddese denilen meydandır. Daha sonra Mekke-i mükerreme şehridir. Görülüyor ki; Ravda-i mütahhera (temiz Cennet bahçesi) Mekke'den daha üstündür demek doğrudur. (İmâm-ı Rabbânî)

Yeryüzünde bir tâne Kâbe vardır. O da Mekke-i mükerreme şehrindedir. Mü'minler hac etmek için Mekke-i mükerreme şehrine gider ve orada Allahü teâlânın emr ettiği şeyleri yaparak hacı olurlar. (Eyyûb Sabri Paşa)

MEKKÎ:

Peygamber efendimizin Mekke-i mükerremeden, Medîne-i münevvereye hicretinden (göç etmesinden) önce nâzil olan (inen) âyet-i kerîmeler. Âyet-i kerîmelerin Mekkî olmalarında âlimlerin arasında meşhûr olan görüş budur. Bu hususta başka görüşler de vardır.

Mekkî ve Medenî (Medîne-i münevvereye nisbet edilen, yâni hicretten sonra nâzil olan) âyet-i kerîmelerin kendilerine mahsus husûsiyetleri vardır. Mekkî âyet-i kerîmeler, umûmiyetle; Allahü teâlâya, meleklerine, kitablarına, peygamberlere (aleyhimüsselâm) âhiret gününe (öldükten sonraki hayâta) îmân gibi İslâmiyet'in esâsı, temeli olan hususlar, ferdin ve milletin terbiyesi, şirkin (Allahü teâlâya eş, ortak koşmanın) putlara tapmanın bozukluğu, yanlışlığı, delillerle açıklanması v.s. gibi hususlardan bahseder. Mekkî âyet-i kerîmeler kısadırlar. Medenî âyet-i kerîmelerde ise, îmânla ilgili konuların yanında daha çok İslâmiyet'in yaşanması, ibâdetler, insanların birbirleri ile muâmeleleri, âile ve cemiyet içindeki durum ve vazîfeleri gibi hususlar bildirilir. (Zerkeşî)

Mekkî sûreler:

İçerisindeki âyet-i kerîmelerin çoğunun Mekkî (hicretten önce inmiş) yâhut, baş kısmı Mekkî âyet-i kerîmeler olan sûreler.

Mushafların (Kur'ân-ı kerîmlerin) bir çoğunda, sûrelere başlık olarak yapılan dikdörtgen içinde şu bilgiler görülür: Bu sûre Mekkî'dir. Şu âyet-i kerîmeler müstesnâ. Onlar Medenîdir veya bu sûre Medenîdir. Şu âyet-i kerîmeler müstesnâ. Onlar, Mekkîdir. (Zerkeşî)

MEKR:

1.               Bir kimseye, hiç beklemediği, ummadığı yerden hîle yapmak, tuzak kurmak sûretiyle zarar vermeye çalışmak.

Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyruldu ki:

(Habîbim) onların (kâfirlerin) seni tekzîbine (yalanlamalarına) ve senden yüz çevirmelerine mahzûn olma, üzülme. Onların sana yaptıkları mekrden dolayı, gönlün daralmasın. (Çünkü, Allah seni, onların mekrinden muhâfaza eder, korur, onlara karşı sana yardım eder.) (Neml sûresi: 70)

2.               İstidrâc yâni Allahü teâlânın bir kimseye bir müddete kadar devamlı olarak hakkında hayırlı olmayan nîmetler verip, onun da bunu Allahü teâlânın bir lütfu ve ihsânı, tuttuğu yolun kendisi için iyi olduğunu zannederek aldandığı, gururlandığı, gaflette bulunduğu, taşkınlık yaptığı ve günahlara daha da daldığı bir sırada, Allahü teâlânın onu âniden azâbı ile yakalayıvermesi.

Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyruldu ki:

Allahü teâlânın mekrinden emîn mi oldular. Hüsrâna uğrayanlardan (küfr yâni îmânsızlık ve günâhlar ile, ibret almamak ve tefekkürü terk etmek sûretiyle zararda olanlardan) başkası Allahü teâlânın mekrinden emîn olmaz. (A'râf sûresi: 99)

İnsanın, işine göre, ömür ve rızkı değişir. İyiler kötü, kötüler iyi olarak değiştirilebilir.

Böylece birine, ölümüne yakın iyi işler yaptırıp, son nefeste îmân ile gönderir. Başkasına kötü amel işletip, îmânsız gönderir. Bunun için, Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem her zaman; "Allahümme yâ mukallibelkulûb, sebbit kalbî alâ dînik" duâsını okurdu (ki, Ey Büyük Allah'ım! Kalbleri iyiden kötüye, kötüden iyiye çeviren, ancak sensin. Kalbimi, dîninde sâbit kıl, yâni dîninden döndürme, ayırma! demektir). Eshâb-ı kirâm aleyhimürrıdvân bunu işitince: "Yâ Resûlallah! (sallallahü aleyhi ve sellem) Sen de, dönmekten korkuyor musun?" dediklerinde: "Allahü teâlânın mekrinden beni kim te'mîn eder? (bana kim garanti, güven verebilir?)" buyurdu. Çünkü, hadîs-i kudsîde: "İnsanların kalbi Rahmân'ın kudretindedir. Kalbleri, dilediği gibi çevirir" buyrulmuştur. Yâni, Celâl ve Cemâl sıfatları ile kötüye ve iyiye çevirir. (İbn-i Kemâl Paşa)

Şükrünü yerine getirmediği halde kendisine çok dünyâlık, mal, mülk v.s. verilen ve bunların kendisi için Allahü teâlânın mekri olduğunu bilmeyen kimsenin aklında bozukluk vardır. (Hazret-i Ali)

Allahü teâlâdan yüz çeviren birçok kimsenin dünyâ nimetleri içinde yaşadığı görülüp, mahrûm kalmadıkları zan olunuyor ise de, bunlara dünyâ için çalışmalarının karşılığını vermektedir. Yalnız dünyâ için çalışanlara verdiği dünyâlıklar, hakîkatte azâb ve felâket tohumlarıdır. Allahü teâlânın mekridir. Nitekim, Mü'minûn sûresi, elli beş ve elli altıncı âyetinde meâlen; "Kafirler, mal ve çok evlâd gibi dünyâlıkları verdiğimiz için, kendilerine iyilik mi ediyoruz, yardım mı ediyoruz sanıyor. Peygamberime (sallallahü aleyhi ve sellem) inanmadıkları ve dîn-i İslâmı beğenmedikleri için, onlara mükâfât mı ediyoruz, diyorlar. Hayır öyle değildir. Aldanıyorlar. Bunların nîmet olmayıp, musîbet olduğunu anlamıyorlar" buyruldu. Kalblerini Hak teâlâdan yüz çevirenlere verilen dünyalıklar, hep harâblıktır, felâkettir. Şeker hastasına verilen tatlılar, helvalar gibidir. (Senâullah Dehlevî)

3. Allahü teâlânın, mekr yapanların mekrini kendilerine çevirmesi, kötülüklerini, kurdukları tuzakları bozması, mekrlerine karşılık onları cezâlandırması. Buna mekr-i ilâhî de denir.

Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyruldu ki:

(Yâ Muhammed aleyhisselâm!) Hani bir zaman kâfirler seni habsetmeleri yâhut öldürmeleri, yâhut seni Mekke'den çıkarmaları için mekr yapıyorlardı. Onlar mekr yaptılarsa da Allahü teâlâ onların mekrlerini kendi üzerlerine çevirdi (mekr-i ilâhîsi ile muâmele etti. Onları Bedr'e getirdi. Müslümanları gözlerine az gösterdi. Onlar da müslümanlara hücûm ettiler. Fakat mağlûb oldular, yenildiler, hezîmete uğrayıp, öldürüldüler). (Enfâl sûresi: 30)

Allahü teâlânın mekri insanların mekrinden başkadır. Çünkü onların mekrinde başkasına kötülük ve zarar vermek esastır. Mekr-i ilâhî böyle değildir. Allahü teâlânın mekri, mekr yapanların mekrini bozmak, mekrlerine karşı onları cezâlandırmak sûretiyle umûma hayır ve iyilik olduğu gibi, onlara hadlerini ve mekr yapmanın fenâlığını bildirmek ve bâzılarının tövbelerine sebeb olmak bakımından da mekr yapanların bizzat kendileri için de hayr ve hikmettir. Allahü teâlâ mekr yapanların mekrine, onların beklemedikleri, ummadıkları bir şekilde mukâbele ettiği, karşılık verdiği, bozduğu, gaflet hâlinde iken onları ansızın yakaladığı için, Allahü teâlânın bu fiiline mekr denmiştir. Yoksa Allahü teâlâya doğrudan mekr isnâd edilemez, mâkir (mekir yapan) denilemez. İnsanların mekri ile lafız (söz) bakımından bir benzerlik vardır. Esasta insanlarınkinden başkadır. (Râzî, Senâullah Dehlevî)

Mekr-i İlâhî:

Allahü teâlânın mekr (hîle) yapanların mekrini kendilerine çevirmesi, kötülüklerini, kurdukları tuzaklarını bozması, mekrlerine karşılık onları cezâlandırması.

MEKRÛH:

Hoş görülmeyen, beğenilmeyen şey. Peygamber efendimizin beğenmediği ve ibâdetin sevâbını gideren şeyler. Yasak olduğu haram gibi kesin olmamakla berâber, Kur'ân-ı kerîmde, şüpheli delil ile, yâni açık olmayarak bildirilmiş veya bir sahâbînin (Peygamber efendimizin arkadaşlarının) bildirmesi ile anlaşılmış olan yasaklar.

Mekrûh olduğu bildirilen yasak işleri özürsüz yapmak günahtır. (Seyyid Abdülhakîm)

Küçük ve büyük abdesti sıkıştırırken ve yel zorlarken namaza durmak mekruhtur. Namaz arasında zorlarsa, namazı bozmalıdır. Bozmaz ise günâha girer. Cemâati kaçırsa bile, bozması iyi olur. Kerâhetle kılmaktan ise, cemâat sünnetini kaçırmak evlâdır. Namaz vaktini veya cenâze namazını kaçırmamak için mekrûh olmaz. (İbn-i Âbidîn)

MEKTÛBÂT:

Din büyüklerinin yakınlarına ve sevdiklerine gönderdiği, nasihat mektublarından meydana gelen kitap.

Muhammed Ma'sûm-i Fârûkî hazretleri Mektûbât kitâbında buyuruyor ki: "Bu kısa ömrde, en mühim işleri yapınız. Geceleri ibâdet yapmağı ve seher vakitlerinde ağlamağı büyük nîmet biliniz. Karanlık geceleri, Allahü teâlâyı hatırlamak ile aydınlatınız. Ticârette doğru ve güvenilir olunuz. Fâizden, dîne uygun olmayan alış verişlerden sakınınız."

Gel kardeşim dinle benden hoş sözü

Söylüyorum sana, esrârı özü.

Ahmed-i Serhendî bunu şerh eyledi

Gör de Mektûbât'ı bak neyledi.

İlm-i nâfi cümle Mektûbâttadır

Her ne varsa mahzende hepsi andadır.

O kitabdır seâdet hazînesi,

Onda tevhîd madde mânâ bilgisi.

(M. Sıddîk Gümüş)

Mektûbât-ı Rabbânî:

Büyük âlim ve velî İmâm-ı Rabbânî Ahmed Fârûkî hazretlerinin îmân, îtikâd ve tasavvuf bilgilerini öğreten mektublarından meydana gelen pek kıymetli kitab.

Allahü teâlânın kitabından ve Resûlullah'ın hadîslerinden sonra İslâm kitablarının en üstünü, en fâidelisi, Mektûbât(-ı Rabbânî)dır. (Seyyid Abdülhakîm Arvâsî)

MELÂHİME:

Geçmiş ve gelecek devirlere âit haberler, târihî bilgiler ve bunları anlatan kitablar. Harb târihi.

Melâhime kitabları dînin temeline âit kitablardan değildir. Böyle kitablarda mübâlağa bulunur. İslâm dîninin sağlamlığı melâhime kitablarının doğruluğuna bağlı değildir. Bu kitablar târih gibidir. (Seyyid Abdülhakîm Arvâsî)

MELÂİKE:

Allahü teâlânın nûrdan yarattığı latîf, mâsum ve günah işlemeyen kulları. Melekler. (Bkz. Melek)

MELÂMÎ:

Allahü teâlânın rızâsını kazanmak için çalışan, bu yolda farzları yapıp, haramlardan sakınan, şöhretten kaçındıkları için nâfile ve sünnetleri gizli yapan kimse. Nefislerini kınadıkları için melâmî adı ile anılmışlardır.

Melâmîler sıdk (doğruluk) ve ihlâsı (yaptıklarını yalnız Allahü teâlânın rızâsı için yapma hâlini) kazanmağa çalışır. İbâdetlerini, yaptığı iyilikleri gizler, sünnetleri ve nâfile ibâdetleri çok yaparlar. Bu ibâdetlerin görünmesinden korkarlar. (Molla Câmî)

Melâmîlerin doğru yolda olanlarına kalender denir. Melâmîlerin yalancı taklidcileri, zındıklardan, dinsizlerden bir kısımdır ki, her türlü günâhı işlerler. Kalblerimiz temizdir, her işi Allah rızâsı için yapıyoruz derler. Riyâdan, gösterişten kurtulup, hâlis Allah adamı olmak için günâh işliyoruz, derler. Allahü teâlânın ibâdete ihtiyâcı yoktur. Kulların günâh işlemesi O'na zarar vermez. Asıl günâh mahlûkları incitmek, can yakmaktır. İbâdet de insanlara iyilik, ihsân etmektir derler. Bunlar zındık, dinsizlerdir. (Seyyid Abdülhakîm Arvâsî)

Çeşitli kıymetli isimler altında saklanan dinsizler, az değildir. Meselâ melâmî ismi böyledir. Hiç ibâdet yapmayan, her çeşit günâhı, kötülüğü işleyen, İslâmiyet'e uymayan sapıklar, kendilerine melâmî dediler. Hâlbuki melâmîler, beş vakit namaz gibi farzları câmide kılarlar, haramlardan kaçınıp, nâfile ve sünnetleri evlerinde gizli kılar ve şöhretten sakınırlar. (Seyyid Abdülhakîm Arvâsî)

MELE-İ A'LÂ:

En yüksek topluluk, meleklerden veya onların büyüklerinden meydana gelen cemâat, topluluk. Melekler âlemi.

Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyruldu ki:

Biz size yakın olan göğü yıldızların ziyâsı ile süsledik. Onu itâattan çıkan her şeytandan koruduk. Ki onlar mele-i a'lâ-yı dinleyemezler. (Sâffat sûresi: 6-9)

Allahü teâlânın râzı olduğu, beğendiği kimseler, sâlihler, dünyâda iken iyi işler yapmış olanlar, vefât ettikten sonra ruhları mele-i a'lâ arasına katılır. Mele-i a'lânın işi, Rablerine yönelmiş olarak devamlı O'nu anmaktır. (Şâh Veliyyullah Dehlevî)

Mele-i a'lâ, Allah ile kulları arasında elçilik vazîfelerini görürler, insanların kalblerine hayır, iyi şeyleri ilhâm ederler, onlar da herhangi bir sebeble hayır düşüncelerinin uyanmasına vesîle olurlar. Allahü teâlânın dilediği yerlerde toplanırlar. (Şâh Veliyyullah Dehlevî)

MELEK:

Allahü teâlânın nûrdan yarattığı gözle görülmeyen mâsum (kötülüklerden korunmuş) varlıklar. Çokluk şekli, melâike'dir.

Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyurdu ki:

Melekler Allah'ın sözünün önüne geçmezler. Hep O'nun emri ile hareket ederler. (Enbiyâ sûresi: 27)

O'nun (Allahü teâlânın) katındaki melekler, kendisine ibâdet etmekten ne kibirlenirler ne de yorulurlar. Gece gündüz hep Allahü teâlâyı tesbîh ederler, usanmazlar. (Enbiyâ sûresi: 19,20)

Bir kimse bir mü'minin ihtiyâcını karşılamak için yürüse, Allahü teâlâ yetmiş bin meleği ona sâyebân eder. Eğer sabah vakti ise akşama kadar, akşam vakti ise sabaha kadar ona rahmet ile duâ ederler. Allahü teâlâ her bir ayağını kaldırdıkta onun bir günâhını affeder ve bir derece yükseltir. (Hadîs-i şerîf-İbn-i Hibbân)

Melekler, nûrdan, cinler, dumanı olmayan hâlis bir ateşten yaratıldı. (Hadîs-i şerîf-Müsned-i Ahmed bin Hanbel)

Melekten gelen ilhâm İslâmiyete uygun olur. Şeytandan gelen vesvese İslâmiyetten ayrılmaya sebeb olur. (Hadîs-i şerîf-Berîka)

Melekler, Allahü teâlânın kıymetli kullarıdır. Allahü teâlânın emirlerine isyân etmezler.

Emr olunduklarını yaparlar. Evlenmezler, doğurmazlar, çoğalmazlar. Allahü teâlânın azameti, celâli ve büyüklüğünden korkudadırlar. Kendilerine verilen emirleri yapmaktan başka işleri yoktur. (İmâm-ı Rabbânî)

Melekler nûrânî cisimlerdir. Muhtelif şekillere girebilirler. Melek ile cin yaratılış bakımından birbirine yakındır. Melekler, muhteremdir, kıymetlidir. Cin hakirdir, kıymetsizdir. Melekte nûr (ışık) kısmı, cinde ise alev maddesi fazladır. Elbette nûr, zulmetten efdâldir, daha kıymetlidir. Meleklerin, cinnîlere yakınlığı, insanın hayvana yakınlığı gibidir. (Seyyid Abdülhakîm Efendi)

Sayısı en çok mahlûk, meleklerdir. Bunların sayılarını Allahü teâlâdan başka kimse bilmez. Göklerde, meleklerin ibâdet etmedikleri boş bir yer yoktur. Göklerin her yeri, rükûda veya secdede olan meleklerle doludur. Göklerde, yerlerde, otlarda, yıldızlarda, canlılarda, cansızlarda, yağmur damlalarında, ağaçların yapraklarında, her molekülde, her atomda, her reaksiyonda, her harekette, her şeyde meleklerin vazîfeleri vardır. Her yerde Allahü teâlânın emirlerini yaparlar. (Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî)

Melek-ül-Mevt:

Ölüm meleği, Azrâil aleyhisselâm. (Bkz. Azrâil Aleyhisselâm) Allahü teâlâ Kur'ân-kerîmde meâlen buyurdu ki:

(Ey Resûlüm onlara) de ki: Sizin canınızı almaya vekil kılınan Melek-ül-mevt canınızı alacak; sonra döndürülüp Rabbinize götürüleceksiniz. (Secde sûresi: 11)

Melek-ül-mevt, rûhunu almağa geldiği zaman, tövbe edinceye kadar izin iste! O meleği kovamazsın. Kudretin var iken, o gelmeden önce tövbe et! O da, bu saattir. Zîrâ,

Melek-ül-mevt, âni gelir. (İbrâhim bin Edhem)

Yavrucuğum! Tövbeni tehir etme! Zîrâ melek-ül-mevt âni gelir. (Lokman Hakîm)

Melek-ül-Mukarreb:

Huzûru ilâhide bulunan melekler.

... Kıyâmet, Cumâ günü kopar. Melek-ül-mukarreb, yer ve gökler, o günün dehşetinden korkarak feryâd ederler. (Hadîs-i şerîf-Müsned-i Ahmed ibni Hanbel)

MELEKE:

Yerleşmiş huy, alışkanlık, tabiat.

Din bilgisini öğreniniz. Geliş-gidişlerinizde, oturup kalkmalarınızda, kısaca her vakit kalbinizi Allahü teâlâyı anmak ve hatırlamakla meşgul ediniz. Böylece dâimâ Allahü teâlâyı hatırlama melekesi hâsıl olur. (Ebü'l-Hayr Fârûkî)

Dünyâda ve âhirette seâdete kavuşmak, rahat etmek isteyen kimse bütün uzuvlarının günâh işlemesine mâni olmalıdır. Günâh işlememek kalbinde meleke hâlini almalıdır. Bunu başarabilen kimseye müttekî veya sâlih denir. (Hâdimî)

MELEKÛT ÂLEMİ:

Gözle görülmeyen âlem, ruh ve mânâ âlemi. Buna yalnız Melekût da denir. (Bkz. Âlem)

Eğer şeytanlar, âdem-oğlunun (insanoğlunun) kalblerinde dolaşmasaydı; onlar melekût âlemine bakarlardı. (Hadîs-i şerîf-Ahmed bin Hanbel)

Mîdesini dolduran kimse, melekût âlemine yükselemez. (Hadîs-i şerîf-İhyâu Ulûmiddîn)

Kadir gecesi, melekût âleminin esrârından (sırlarından) bâzı sırların keşf olduğu gecedir. Allahü teâlânın; "Muhakkak O'nu (Kur'ân-ı kerîmi) kadr gecesinde indirdik" buyurmaktan murâdı da budur. (İmâm-ı Gazâlî)

İlmin kaynağı ve hidâyetin (doğru yolun) ışığı olunuz. Evinizde oturun, gece ibâdetle evinizi nûrlandırın. Gönüllerinizden mâsivâyı (Allahü teâlâdan başka her şeyi) çıkarın, fazla süslenmeyin, iki eski elbise yeter. Böyle yapmakla, mülk (madde) âleminden saklanır (gizlenir), melekût âleminde bilinmiş (tanınmış) olursunuz. (Abdullah ibni Mes'ûd)

MELİK (El-Melik):

1.Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (güzel isimlerinden). Zâtında, sıfatlarında, hiçbir şeye muhtaç olmayan, her şey varlığında ve varlıkta kalmasında O'na muhtaç olan, her şeyin sâhibi, yaratıcısı.

Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyruldu ki:

O Allahü teâlâ hak ma'bûd'dur. O'nun ortağı yoktur. O melik'tir, mülkü hiç yok olmaz... (Haşr sûresi: 23)

Her gün öğle vakti kim el-Melik ism-i şerîfini yüz kere söylerse, kalbi temizlenir ve üzüntüsü gider. (Yûsuf Nebhânî)

2. Pâdişâh, hükümdar.

Peygamber efendimizin (sallallahü aleyhi ve sellem) Habeşistan meliki Necâşi'ye gönderdiği dâvet mektubunun bir kısmı şöyledir:

"Bismillâhirrahmânirrahim!

Allahü teâlânın resûlü Muhammed (aleyhisselâm)den Habeş meliki Necâşî Eshame'ye!..

Ey melik! Ben seni, eşi ortağı olmayan Allahü teâlâya îmâna, O'na ibâdet etmeye, ve bana tâbi olmaya, Allahü teâlânın bana gönderdiklerine inanmaya dâvet ediyorum. Çünkü ben; Allahü teâlânın bunları tebliğ etmeye me'mûr resûlüyüm. Şimdi ben sana lâzım olan tebligâtı yapmış, dünyâ ve âhiret seâdetini sağlayacak nasihatı etmiş bulunuyorum. Nasihatımı kabûl ediniz. Hidâyete eren, doğru yola kavuşanlara selâm olsun. (Kastalânî, İbn-i Hişâm)

Melik-i Adûd:

Hükûmeti, idâreyi kuvvet zoru ile ele geçiren kimse, sultan. Buna halîfe-i câire de denir.

Biz bu işe peygamberlikle ve Allah'ın rahmeti ile başladık. Bundan sonra hilâfet ve rahmet olur. Ondan sonra, melik-i adûd olur. Ondan sonra da, ümmetimde zulm, işkence ve fesâd olur. İpekli giymek, içki içmek ve zinâ helâl yapılır ve yardımcıları çok olur. Kıyâmete kadar böyle gider. (Hadîs-i şerîf-İzâlet-ül-Hafâ)

Hazret-i Muâviye'nin melik (sultan, devlet başkanı) olacağına hadîs-i şerîfle de işâret vardır. Bunun için hazret-i Muâviye, hazret-i Hasen hilâfeti (halîfeliği) kendisine teslim ettikten ve Eshâb-ı kirâm oy verdikten sonra, halîfe-i âdil olmuştur. Bu büyük sahâbiye melik-i adûd demek ve bu kelimeye zâlim gibi ağır mânâlar vermek büyük iftirâdır. Hele melik-i adûdu azgın kral diye tercüme etmek ise, büyük bir hatâ ve yanlıştır. (Şâh Veliyyullah Dehlevî)

MEL'ÛN:

Lânetlenmiş, tard olunmuş, kovulmuş. (Bkz. La'net)

Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyuruyor ki: Ey mel'ûn! Âdem'e niçin secde etmedin? (buyurunca) İblis dedi ki: Ben ondan daha hayırlıyım. Beni ateşten onu ise topraktan yarattın. (A'râf sûresi: 12)

Dünyâ (Allahü teâlânın râzı olmadığı, âhirete zarar veren şeyler) mel'ûndur. Dünyâda, Allahü teâlâ için olanlardan başka her şey mel'ûndur. (Hadîs-i şerîf-Hadîka)

Dünyâlık (haram ve mekrûh) olan şeyler mel'ûndur. Allah için olan şeyler, Allahü teâlânın râzı olduğu şeyler, mel'ûn değildir. (Hadîs-i şerîf-Hadîka)

Ahlâkını, hareketlerini, sözlerini ve şeklini kadınlara benzeten kimseye muhannes denir. Böyle yapanlar mel'ûndur. Bunlar için hadîs-i şerîfte; "Kendilerini kadınlara benzeten erkeklere ve erkeklere benzeten kadınlara Allahü teâlâ la'net etsin." buyruldu. (Abdülhak-ı Dehlevî)

MEMLÛK:

Hür olmayan insan. İslâm hukûkunda harbde esir alınıp, İslâm memleketine getirilen kimse, köle. (Bkz. Köle)

MEMNÛ':

Yasak. Dînen yasak edilmiş.

Almak memnû' olan şeyi vermek dahi memnû' olur. Meselâ rüşvet almak, alan hakkında memnû' olduğu gibi, vermek dahi veren hakkında memnû'dur. (Mecelle: 34)

İşlenmesi memnû' olan şeyin istenmesi dahi memnû' olur. Yâni bir şeyin işlenmesi yasak ise, o şeyin yapılmasını başkasından istemek ve yapılmasına vâsıta ve âlet olmak dahi memnû'dur. Meselâ, bir kimsenin başkasına eziyet ve mal veya canına zarar vermesi ve rüşvet alması ve yalan yere şâhitlik yapması memnû' işlerden olduğu gibi, bunları başkasına yaptırması veya teşvik etmesi ve zorlaması da memnû'dur. (Mecelle: 35)

Zarûretler, memnû' olan şeyleri mubâh kılar. Mâni zâil, yok oldukta memnû' avdet eder (geri gelir). Meselâ bir kimsenin avret mahalline (yerine) bakmak memnû' ise de, yara ve başka hastalık hâlinde zarûret hâli sebebiyle hekim (doktor) ve cerrâh ebe gibi kimselerin bakması mubâh olur. (Mecelle: 21)

MEN VE SELVÂ:

Mûsâ aleyhisselâmın duâsı ile Allahü teâlânın İsrâiloğullarına gökten yağdırdığı kudret helvası (men) ve bıldırcın eti (selvâ).

Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyruldu ki:

Biz Tîh sahrâsında sizin üzerinize bulutla gölge yaptık. Size men ve selvâ gönderdik ve dedik ki:Size rızık olarak verdiğimiz bu helâl, güzel şeylerden yiyin (fakat sonrası için biriktirmeyin dedik. Biriktirdikleri ise kurtlandı, yiyemediler. Böyle yaparak itâatsizlikte bulunmakla) onlar bize zarar vermediler, bize zulmetmediler. Bilâkis kendi nefislerine zulmettiler. (Bekara sûresi: 57)

İsrâiloğulları Tîh sahrâsına düştüklerinde yiyecek istediler. Mûsâ aleyhisselâmın duâsı bereketiyle Allahü teâlâ onlara men indirdi. Men'in ne olduğu husûsunda değişik rivâyetler vardır. Demişlerdir ki: "Allahü teâlâ bu men'den her gece yapraklar üzerine her kişi için yetecek miktârda yağdırdı. Bunu yiyen İsrâiloğulları; "Ey Mûsâ! Tatlı yemekten usandık. Allahü teâlâya duâ et de bize yiyecek et versin" dediler. Mûsâ aleyhisselâm duâ etti. Allahü teâlâ onlara selvâ indirdi. Her kişi men ve selvâdan bir gece ve bir gün yiyeceği kadar alırdı. İsrâiloğulları bu nîmetin de kıymetini bilmediler. Men ve selvâdan bıktık; bakla, soğan, gibi şeyler isteriz dediler. Nîmete şükretmediler. Men ve selvâyı da depo edip biriktirmeye başladılar. Fakat bunlar kurtlanıp bozuldu, yiyemediler. (Sa'lebî, Kisâî, Nişancızâde)

MENÂKIB:

Menkıbeler. Velîlerin, Allahü teâlânın sevgili kullarının güzel iş, hareket, söz ve kerâmetlerini konu edinen hikâye ve hâtıralar, bu hususta yazılmış kitapları. Menkabenin çokluk şeklidir. (Bkz. Menkıbe)

Menâkıb, Allahü teâlânın ordularından bir ordudur. Allahü teâlâ onunla tasavvuf yolcularının (müridlerin) kalblerini kuvvetlendirir. Bu sözümüzün delîli; "Biz sana peygamberlerin kıssalarını anlatıyoruz, bununla kalbini tesbit ve takviye ediyoruz" meâlindeki Hûd sûresi 20. âyet-i kerîmesidir. (Cüneyd-i Bağdâdî)

Evliyânın menâkıbını dinlemek, onlara olan muhabbeti, sevgiyi artırır; Eshâb-ı kirâmın (Peygamber efendimizin arkadaşlarının) menkıbeleri îmânı kuvvetlendirir. (Seyyid Sıbgatullah)

MENÂSİK:

Nüsükler. Hacda belli yerlerde ve belli zamanlarda yapılan belli ibâdetler, vazifeler.

Nüsük kelimesinin çoğuludur. (Bkz. Nüsük)

Haccın menâsikini benim yaptığım gibi yapın. (Hadîs-i şerîf-Müslim)

Tavâf (Kâbe etrâfında yedi kere dönmek) ve sa'y (Safâ ve Merve arasında gelip gitmek) hac ve ömrenin menâsikindendir. (M.Zihni Efendi, A.Haskefî)

Menâsik-i Hac:

Haccın nüsükleri.

Âdem aleyhisselâm menâsik-i haccı yaptığında, melekler gelerek kendisini tebrik etti ve haccın mebrûr (kabûl) olsun; biz burayı senden iki bin sene evvel ziyâret ettik dediler. (İmâm-ı Gazâlî)

MENDÛB:

Yapılması hâlinde sevâb, yapılmazsa günâh olmayan şeyler. Edeb ve müstehab da denir.

Namaz vakti girmeden önce abdest almak mendûbdur. (İbrâhim Halebî)

Abdest alıp namaz kıldıktan sonra bu abdest bozulmadan tekrar abdest almak mendûbdur. (Muhammed bin Kutbüddîn İznikî)

Mendûbları yapmak sevâb olur, yapmamak, suç değildir. Sevâbından mahrûm kalınır. (Alâüddîn Haskefî)

MENFEAT:

Fayda, çıkar.

Bir malı, bir evi kirâya vermek; menfeatini belli bir karşılıkla satmak demektir. (Abdullah Mûsulî)

Her menfeat getiren borç ribâ (fâiz)'dir. (İbn-i Âbidîn)

Bir kimse ibâdetlerini dünyâ menfeati düşünmeden yaparsa, ihlâsla amel edenlerden olur. (Hâdimî)

Bir kimse dünyâ menfeati için sana yaklaşırsa, ondan uzak dur. Menfeatini düşünen kimseyi kendin için tehlikeli kabûl et. (Ebüssü'ûd el-Bâzinî)

MENHÎ:

Nehyedilen, yasaklanan şey.

Abdest alırken bâzı menhîler vardır. Bunları yapmak haram veya mekrûhtur. Sağ el ile sümkürmek, kıbleye ve mushafa karşı ayak uzatmak mekrûhtur. Mushaf yüksekte ise, mekrûh olmaz. Tahâretlenmek için birinin yanında avret (ayıb) mahallini açmak haramdır. (Halebî)

Dîn-i İslâm'ın temeli, îmânı, farzları ve haramları öğrenmek ve öğretmektir. Ayrıca dînimizce bildirilen bâzı menhîler vardır ki, bütün müslümanların bunları iyi öğrenmesi lâzımdır. (Yûsuf Sinânüddîn)

MENÎ:

Yerinden şehvetli (lezzetli) veya şehvetsiz olarak kopup, ayrılıp, erkekten koyu beyaz, kadından akıcı sarı olarak gelen sıvı.

Erkek olsun kadın olsun menî şehvetle çıkınca veya ihtilâm ile yâni rüyâda şehvetlenip uyandığı zaman menî veya mezy akmış olduğunu gören kimse, cünüp olur yâni gusül (boy) abdesti alması lâzım gelir. (İbn-i Âbidîn)

Dayak yemek, ağır bir şey kaldırmak veya bir yerden düşmek gibi sebeplerle (şehvetsiz) menî çıkınca, Hanefî ve Mâlikî mezheblerinde gusül abdesti almak lâzım olmaz. Şâfiî mezhebinde ise, lâzım olur. Şâfiî mezhebini taklid eden Hanefî'nin, buna da dikkat etmesi lâzımdır. (İbn-i Âbidîn)

Hanefî mezhebinde menî, mezy ve idrârdan sonra çıkan vedî ismindeki beyaz, bulanık, koyu sıvı, kaba necâsettir. (İbn-i Âbidîn)

MENKIBE (Menkabe):

Bir zâtın güzel iş, söz ve hallerini, hayâtını konu edinen hikâye ve hâtıralar. Çoğulu menâkıbdır. (Bkz. Menâkıb)

Ebû Bekr'in radıyallahü anh bir menkıbesinde şöyle anlatılır: Hazret-i Ebû Bekr bir defâsında şüpheli bir şey yemişti. Bunu anlayınca, hemen zorla istifrâ edip (kusup), mîdesini boşalttı ve sonra şöyle duâ etti: "Allah'ım! Bilmeden yaptım. Çıkarabildiğim kadarını çıkardım. Beni bundan ve damarlarımda kalanlardan hesâba, sorguya çekme" diye yalvardı. (A. Şa'rânî)

Osman radıyallahü anh hakkında bir menkıbe de şöyledir: Bir gün hazret-i Osman, kölesinin kulağını biraz şiddetli çekmişti. Sonra bu yaptığına pişmân oldu. Kölesine; "Ben senin kulağını nasıl çekmişsem, sen de benim kulağımı öyle çek" buyurdu. Kölenin edebinden yapmak istemediğini görünce ısrâr etti. Aynısını yaptırıp, onunla helâllaştı. (Yûsuf Nebhânî)

Hazret-i Ebû Bekr'in menkıbeleri, tevâzuu ve cömertliği dillerde destan olmuştur. 142 hadîs-i şerîf bildirmiştir. Kur'ân-ı kerîmi toplayarak İslâmiyete en büyük hizmeti yapmıştır. Ensâb ilminde çok ileri olup eşi yok idi. (M. Sıddîk Gümüş)

MENKÛL:

1.Nakledilebilen, taşınabilen.

Menkûl malların kabz edilmeden önce satılması câiz değildir. (Mecelle)

Vakıf veya mîrî yer üzerindeki ağaçlar ve binâlar menkûl kabûl edilir. (Mecelle)

2.Başkasından bildirilen, ulaşan haber, söz. (Bkz. Nakil)

MENNÂN (El-Mennân):

"Çok ihsân eden" mânâsına Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (güzel isimlerinden).

MENSÛH:

Hükmü yürürlükten kaldırılmış. Sonraki hükümle değiştirilmiş dînî hüküm. (Bkz. Nesh)

Dört mezheb imâmının ve bunların yetiştirdiği büyük âlimlerin bir hadîs-i şerîfi görmemelerine imkân ve ihtimâl yoktur. Onlardan hiçbirinin bir hadîs-i şerîfe uymaması bu hadîsin mensûh veya tevili, îzâhı olduğuna icmâ hâsıl olur. (Senâullah Dehlevî)

Mezheb imâmının bildirdiği bir meseleye muhâlif bir hadîs-i şerîf görülürse, bunu mezheb imâmı veya talebesi olan müctehidler görmüş olup, mensûh olduğu veya delîli noksan olup, sıhhati (doğruluğu) sâbit olmadığı bilinmeli. Bu meselenin başka sahîh hadîsten alınmış olduğu düşünülmelidir. (Dâvûd bin Süleyman)

Ehl-i sünnet âlimleri, Kur'ân-ı kerîmdeki muhkem (hüküm bildiren), müteşâbih (mânâsı kapalı), nâsih (hükmü kaldıran) ve mensûh âyet-i kerîmeleri ayırmışlardır. Mukallid olanların bu hususta müctehid imâmlara tâbi olmaları lâzımdır. (İbn-i Hümâm)

MERDÛD:

1. Reddedilen, kabûl edilmeyen.

Bir kimse, dinde olmıyan bir şey, bir yenilik meydana çıkarırsa, bu şey merdûddur. (Hadîs-i şerîf-Hadîka)

Allahü teâlânın düşmanlarını sevmek, insanı Allahü teâlâdan uzaklaştırır. Teberrî etmedikçe, tevellî olmaz; yâni düşmandan uzaklaşmadıkça, dosta dostluk olmaz. Düşmanlık, düşmanlara yapılmalıdır. Dostlara düşmanlık merdûddur. (İmâm-ı Rabbânî)

"Peygamber efendimizi rüyâda gördüm. Hazret-i Ebû Bekr-i Sıddîk da yanında idi. Resûlullah efendimiz buyurdu ki: "Yâ Ebâ Bekr! Ahmed'in (İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin) makbûlü (Kabûl ettikleri, beğendikleri) benim makbûlümdür ve Allahü teâlânın makbûlüdür. Ahmed'in merdûdünü ben ve Allahü teâlâ sevmeyiz." (Ahmed Fârûkî)

İnsanoğlu son nefeste rûhunu teslim edeceği zaman, susayarak ve yüreği yanıp tutuşarak dört yanına bakar. İnsan bu hâldeyken, şeytan fırsat bulup, îmânını almak için, başının ucuna gelir. O merdûd, elinde bir kadeh tutar. İçinde buzlu su, hastanın başının ucunda o kadehi çalkalar ve; "(Hâşâ) Âlemlerin yaratıcısı yoktur dersen, bu suyu sana veririm" der. (İmâm-ı Gazâlî)

2. Allahü teâlânın huzûrundan kovulmuş, reddedilmiş mânâsına, şeytan.

MERFÛ' HADÎS:

Sahâbe-i kirâmın (Resûlullah efendimizin sohbetinde yetişmiş mübârek arkadaşlarının); "Resûlullah'tan işittim, böyle buyurdu" diyerek haber verdikleri hadîs-i şerîf. Buna, hadîs-i mevsûl de denir. (Bkz. Hadîs)

MERHABA:

1."Hoş geldiniz" mânâsına iltifât tâbiri.

Fakîrler, bir adamı Resûlullah efendimize gönderdiler. Adam; "Ben, fakirlerin sana gönderdikleri bir elçiyim (görevliyim)" deyince; Peygamber efendimiz; "Sana ve seni gönderenlere merhabâ, onlar benim sevdiğim kimselerdir" buyurdu. (Hadîs-i şerîf-İhyâu Ulûmiddîn)

Buhârî ve Müslim'in rivâyet ettiği (naklettiği, bildirdiği) mîrâc (Peygamberimizin göklere çıkarıldığı, bilinmeyen yerlere götürüldüğü gece) ile ilgili hadîs-i şerîfte, Resûl aleyhisselâm, mîrâc yolculuğunda yedi semâ (gök) katında da; "Merhabâ" diyerek karşılanmıştır. (Abdülhak-ı Dehlevî)

Kelime-i şehâdet getirmenin (Eşhedü en lâ ilâhe illallah ve eşhedü enne Muhammeden abdühû ve resûlüh demenin) yüz otuz kadar faydası vardır. Bunlardan ölürken olan faydasından birisi de; Merhabâ ey mü'min! Sen cennetliksin" denmesidir. (M. Ali Nâsıf)

Merhabâ ey uşşâka sâkî merhabâ

Merhabâ ey âli sultân merhabâ

Merhabâ ey derde dermân merhabâ

Merhabâ ey şefî'-i rûz-i cezâ

Merhabâ sen rahmetenli'l-âlemîn.

(Süleymân Çelebi)

2."Râhat oturun" mânâsına bir iltifat tâbiri.

MERHALE:

Menzil, konak. İki konak arası. Bir kimsenin bir günde yürüdüğü yol.

Merhale otuz dört kilometre ve beş yüz altmış beş metredir. Bir kimsenin bir günde yürüdüğü yoldur. Akşama kadar hep yürümesi şart değildir. Kısa günde sabah namazından, öğleye kadar yürümesi kâfidir. (İbn-i Âbidîn)

MERHAMET:

Şefkat, acıma, bağışlama.

Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyurdu ki:

... Allahü teâlâ kullarına çok merhamet edicidir. (Bekara sûresi: 207)

... Allahü teâlâ sonsuz mağfiret ve nihâyetsiz merhamet sâhibidir. (Zümer sûresi: 53)

Birbirlerine merhamet edenlere Allahü teâlâ merhamet eder. O, merhamet edicidir. Yeryüzündekilere merhamet ediniz ki, gökte olanlar da size merhamet etsin. (Hadîs-i şerîf-Mişkât)

Allahü teâlâ merhameti yüz parçaya ayırdı. Doksan dokuzunu kendi katında alıkoydu. Yeryüzüne birtek parça indirdi. Bu bir parça yüzünden mahlûkât (yaratıklar) birbirine merhamet ederler. (Hadîs-i şerîf-İbn-i Mâce)

Şeytan; "Allahü teâlâ rahîmdir, affeder" diyerek insanı günâh işlemeğe sürükler. Hâlbuki kıyâmet günü düşmanlara merhamet olunmayacaktır. (İmâm-ı Rabbânî)

Ey oğlum! Merhamet eden merhamet bulur. Sükût eden selâmete erer. Hayır söyleyen kâr eder, kazanır. Kötü konuşan, günâhkâr olur. Diline hâkim olmayan pişman olur. (Lokman Hakîm)

Gençlikte Allahü teâlânın kahrından, azâbından korkmak, titremek lâzımdır. İhtiyarlıkta affına, merhametine sığınmalıdır. (Ahmed Fârûkî)

MERTEBE:

Derece, makam.

Mukarreb olan büyükler nefislerine köle olmaktan kurtulmuşlardır. Allahü teâlâ için hâlis kul olmuşlardır. Bu mertebe mukarreblerin en üstün derecesidir. (İmâm-ı Rabbânî)

Vilâyet yâni evliyâlık mertebelerinin sonu, en yükseği Abdiyyet makâmıdır. Vilâyet derecelerinde, Abdiyyet makâmının üstünde hiçbir derece yoktur. (İmâm-ı Rabbânî)

Mertebe-i Vehm:

Var olmadığı halde, var görünen.

Bir ipin ucuna bir taş bağlayıp, öteki ucundan tutup, ipi elimiz etrâfında çevirirsek, dönen taş, karşıdan dâire şeklinde görünür. Dönen taş, nokta-i cevâledir (dönen noktadır). Görünen dâire de vehmîdir, hayâlîdir. Aslında dâire yoktur. Yalnız bir görünüştür. İşte Allahü teâlâ bütün mahlûkları mertebe-i vehmde yaratmıştır. Fakat görünüşlerini devâm ettirmektedir. Âlem mevhumdur sözünün mânâsı budur. (İmâm-ı Rabbânî)

Hâriçte mevcûd olan yalnız Allahü teâlâdır. Mehlûkların hepsi mertebe-i vehmde olup, O'nun kudretinin görünüşleridir. (İmâm-ı Rabbânî)

Hak teâlâ eşyâyı his ve mertebe-i vehmde yaratmıştır. Onları varlıkta durdurmaktadır. Ebedî işleri ve sonsuz azâb ve nîmetleri bunlara bağlı kılmıştır. (İmâm-ı Rabbânî)

MERVE:

Kâbe-i muazzamanın yakınında bulunan ve hacda, aralarında sa'y denilen ibâdetin yapıldığı iki tepeden biri. (Bkz. Safâ ve Merve)

Son yapılan asfalt caddelere göre, Mina ile Mekke arası dört buçuk, Mina ile Müzdelife arası 3.3 ve Müzdelife ile Arafat arası 5.4 kilometre, Safâ ile Merve arası üç yüz otuz metre, Safâ tepesindeki kemer ile Kâbe arası yetmiş metre oldu. (M. Sıddîk Gümüş)

MERYEM SÛRESİ:

Kur'ân-ı kerîmin on dokuzuncu sûresi.

Meryem sûresi, Mekke-i mükerremede nâzil oldu (indi). Doksan sekiz âyet-i kerîmedir. Hazret-i Meryem ve onun Îsâ aleyhisselâmı dünyâya getirmesi anlatıldığından, sûre bu ismi almıştır. Sûrede; Îsâ aleyhisselâmın, hazret-i Meryem'den babasız olarak dünyâya gelmesi kıssası, Mûsâ, İsmâil, İdrîs peygamberlerin aleyhimüsselâm medhi ve bunlardan sonra gelen bâzı kavimlerin kötülükleri, inkârcıların kıyâmet günü uğrayacakları azâb bildirilmektedir. (İbn-i Abbâs, Senâullah Dehlevî, Muhammed bin Hamza)

Allahü teâlâ Meryem sûresinde meâlen buyuruyor ki:

(Mü'minler) orada (Cennet'te) boş söz işitmezler, ancak (meleklerden veya birbirlerinden) selâm işitirler. Orada, sabah-akşam rızıkları da (ayaklarına) gelecektir. (Âyet: 62)

MESÂNÎD:

Meşhûr ve çok kıymetli hadîs kitablarından; İmâm-ı Ahmed bin Hanbel'in "Müsned'i", Ebû Ya'lâ'nın "Müsned'i", Abdullah Dârimî'nin "Müsned'i" ve Ahmed Bezzâr'ın "Müsned'i"nin hepsine birden verilen isim. (Bkz. Müsned)

MESBÛK:

Cemâatle namaz kılınırken imâma birinci rek'atte yetişemeyen yâni ilk rek'atin rükûundan sonra imâma uyan kimse.

İmâm iki tarafa selâm verdikten sonra, mesbûk ayağa kalkarak yetişemediği rek'atleri kazâ eder (kılar) ve kırâatleri (okumayı) birinci, sonra ikinci, sonra üçüncü rek'at kılıyormuş gibi okur. Oturmağı ise, dördüncü, üçüncü ve ikinci rek'at sırası ile yâni sondan başlamış olarak yapar. (Halebî)

MESCİD:

Müslümanların ibâdet yaptıkları yer.

Allahü teâlâ âyet-i kerîmelerde meâlen buyurdu ki:

De ki: "Rabbim adâleti emr buyurdu. Her mescidde yüzünüzü kıble tarafına çevirin ve dinde samîmi olarak O'na ibâdet edin. İlkin sizi nasıl O yarattı ise, yine O'na döneceksiniz. (A'râf sûresi: 29)

Ey âdemoğulları! Her mescid huzûrunda namaz kılacağınız zaman zînetinizi (avretinizi örten elbisenizi) giyiniz. Yiyin-için, ama isrâf etmeyin. Çünkü Allahü teâlâ isrâf edenleri sevmez. (A'râf sûresi: 31)

Mescidleri yol yapmayınız! Mescidlere zikr ve salât (namaz) için giriniz. (Hadîs-i şerîf-Künûz-ül-Hakâyık)

Her kim Allahü teâlânın rızâsını umarak küçük veya büyük bir mescid yaparsa, Allahü teâlâ da ona Cennet'te köşk yapar. (Hadîs-i şerîf-Tirmizî)

Arz kıtalarının efdali (kıymetlisi) mescidlerdir. Câmi ehlinin de en efdali, ilk girip son çıkandır. İlk cemâate gelen, ilk müslüman olan gibidir. (Hadîs-i şerîf-Râmûz-ül-Ehâdîs)

Mescidler yeryüzünde Allahü teâlânın evleridir. Mescidde namaz kılanlar, Allahü teâlânın misâfirleridir. (Hazret-i Ömer-ül-Fârûk)

Mescide giren münâfıklar, kafesteki serçe kuşlarına benzer. Kafesin kapısı açılır açılmaz uçarlar, kaçarlar. (İmâm-ı Mâlik)

Mescidde oturan kimse, Allahü teâlânın huzûrunda demektir. (Hazret-i Ömer-ül-Fârûk)

Ne mutlu evlerini mescid yapanlar. Mescidler, takvâ sâhiplerinin (haramlardan ve günâhlardan sakınanların) evleridir. (Ka'b-ül-Ahbâr)

Mescid-i Aksâ:

Kudüs'te Süleymân aleyhisselâm tarafından yaptırılan mescid. Beyt-i Mukaddes (Makdis).

Allahü teâlâ âyet-i kerîmede meâlen buyurdu ki:

(Her türlü noksanlıktan) münezzeh bulunan (Allah), kulunu (Muhammed sallallahü aleyhi ve sellemi) geceleyin (Mekke'deki) Mescid-i Harâm'dan alıp, kendisine âyetlerimizi gösterelim diye; etrâfını mübârek kıldığımız Mescid-i Aksâ'ya götürdü. Muhakkak O Semî'dir (işitendir) ve Basîrdir (görendir). (İsrâ sûresi: 1)

Resûlullah efendimiz yatağında iken uyandırılıp, mübârek bedeni ile Mekke şehrinden Kudüs'teki Mescid-i Aksâ'ya ve oradan göklere ve yedinci gökten sonra Allahü teâlânın dilediği yerlere götürüldü. Mîrâca böyle inanmak lâzımdır. (M. Hâlid-i Bağdâdî)

Resûlullah efendimiz Mîrâc gecesi, Mescid-i Aksâ'da peygamberlere imam olup, yatsı yâhut sabah namazını kıldırdı. (M. Hâlid-i Bağdâdî)

1099 yılında haçlı ordusu Kudüs'e girdi.Şehirdeki halkın hepsini kılınçtan geçirdi. Mescid-i Aksâ'ya sığınmış olan yetmiş binden ziyâde müslüman öldürdü. Bunlar içinde âlimler, zâhidler, eli silah tutmaz ihtiyarlar çoktu. (Ahmed Cevdet Paşa)

Mescid-i Dırâr:

Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem efendimiz zamânında münâfıkların (inanmadıkları hâlde, müslüman görünenlerin) fitne, fesâd yuvası ve silah deposu olarak Kubâ'da yaptırdıkları mescid.

Allahü teâlâ âyet-i kerîmede meâlen buyuruyor ki:

Bir de şunlar var ki, küfür için, mü'minlerin arasına tefrika (ayrılık) sokmak için ve bundan evvel Allah ve Resûlü ile harb edeni (râhip Ebû Amr'ın gelmesini) beklemek ve gözetmek için Mescid-i Dırârı yaptılar. Bununla berâber, hüsn-i niyetten başka bir murâdımız yoktu diye yemîn de ederler. Fakat Allah şâhid ki, bunlar şeksiz şüphesiz yalancıdırlar. (Tevbe sûresi: 107)

Mescid-i Harâm:

Ka'be-i muazzamanın etrâfında üstü açık olan câmi.

Allahü teâlâ âyet-i kerîmede meâlen buyurdu ki:

(Namazda) yüzünü Mescid-i Harâm tarafına çevir. Bu emir Rabbinden gelen bir gerçektir. Allah sizin yaptıklarınızdan gâfil değildir. (Bekara sûresi: 149)

Mescid-i Harâm'da namaz kılmanın fazîleti, benim bu mescidimde (Mescid-i Nebî) yüz namaz kılmaktan daha fazîletlidir. (Hadîs-i şerîf-Müsned-i Ahmed bin Hanbel)

Kâbe ve etrâfındaki Mescid-i Harâm, müslümanların namazda kıblesidir. Buraya dönmeleri farzdır. Yeryüzünde ilk mescid, Ka'be etrâfındaki Mescid-i Harâmdır. Her tavâftan sonra Mescid-i Harâm içinde iki rek'at namaz kılmak sünnettir. (Eyyûb Sabri Azrakî, İbn-i Âbidîn)

Hazret-i Ömer zamânından önce Mescid-i Harâmın duvarları yıkıktı. Ka'be'nin etrâfında bir meydancık ve sonra evler vardı. Halîfe Ömer, Ka'be etrâfına bir metreye yakın yükseklikte duvar çevirerek Mescid-i Harâm meydana geldi. Sonra da muhtelif zamanlarda yenilendi. Bugünkü şekli on yedinci Osmanlı Pâdişâhı Dördüncü Sultan Murâd Han tarafından yapılmıştır. (Eyyûb Sabri)

Mescid-i Harâm, Arabistan'daki Mekke-i mükerreme şehrinde olup, etrâfında üç sıra kubbe vardır. Kubbeleri beş yüz adettir. Kubbelerinin altında 462 direk vardır. Mescid-i Harâm dikdörtgen gibi olup, kuzey duvarı 164, güneyi 146, doğu duvarı 106, batısı 124 metre uzunluğundadır. Mescid-i Harâmın 19 kapısı olup, doğu duvarında dört, batıda üç, kuzeyde beş, güneyde yedidir. Yedi minâresi vardır. (M. Sıddîk Gümüş)

Mescid-i Hîf:

Yetmiş peygamberin namaz kıldığı bildirilen Minâ'daki mescid.

Mescid-i Hîf'te yetmiş peygamber namaz kıldı. Onlardan birisi Mûsâ aleyhisselâmdır, sanki ben onu katvani iki aba giymiş gibi deve üzerinde ihramlı görür gibiyim. (Hadîs-i şerîf-Râmûz-ül-Ehâdîs)

Eğer Mekkeli olsaydım, her Cumartesi Minâ'ya gidip, Mescid-i Hîf'te namaz kılardım. (Ebû Hüreyre)

Mescid-i Kıbleteyn:

Peygamber efendimiz Medîne-i münevverede öğle veya ikindi namazında iken kıblenin Kudüs'ten Kâbe'ye döndürülmesi emrinin geldiği mescid.

Mescid-i Kubâ:

Resûlullah efendimizin Mekke'den Medîne'ye hicret ederken Kubâ köyünde yaptıkları mescid.

Câmilerin efdali (en üstünü) Kâbe-i muazzama, sonra bunun etrâfındaki Mescid-i Harâm, sonra Medîne-i münevveredeki Mescid-i Nebî, sonra Kudüs'teki Mescid-i Aksâ ve sonra Medîne-i münevvere şehri yanındaki Mescid-i Kubâ'dır. (Alâlüddîn Haskefî)

Mescid-i Nebî:

Peygamber efendimizin, hicretten sonra Eshâb-ı kirâm (mübârek arkadaşları) ile birlikte Medîne-i münevverede inşâ ettiği mescid, câmi. Mescid-i Resûl, Mescid-i Saâdet ve Mescid-i Şerîf de denilmektedir.

Yalnız üç mescide ziyâret için gidilir. Mescid-i Harâm, Mescid-i Nebî, Mescid-i Aksâ. (Hadîs-i şerîf-Minhat-ül-Vehbiye, Şevâhid-ül-Hak)

Sultan Abdülmecîd Han, Mescid-i Nebî'nin eski şeklini, İstanbul'da Hırka-i Şerîf Câmiinde bulundurmak için emir buyurmuş, bunun için, 1267 senesinde, mühendis mektebi hocalarından binbaşı ressam Hacı İzzet Efendi Medîne'ye gönderilmiştir. İzzet Efendi, her yeri ölçerek elli üç defâ küçültülmüş bir modelini yapıp İstanbul'a gönderdi. Sultan Abdülmecîd Han'ın yaptırdığı Hırka-i Şerîf Câmiine kondu. (Eyyûb Sabri Paşa)

Medîne'de yaşayanların, kuraklık olduğu zaman yağmur duâsı için Mescid-i Nebî'de toplanmaları daha iyi olur. Çünkü orada Resûlullah efendimizden başka bir şey vâsıtasıyla Allahü teâlâdan bir şey istenmez ve bir şeye kavuşulmaz. Resûlullah efendimizin de, Mescid-i Nebî içinde yağmur duâsı yapmış olduğu Buhârî'de ve Müslim'de yazılıdır. Duâ edilen yer, ne kadar şerefli ise, rahmet yağması o kadar çok olur. (Hasen Şernblâlî)

Resûlullah'ın sallallahü aleyhi ve sellem âşıklarının temiz kalblerinden çıkan sözler, edebe, saygıya uygunsuz görünürse, bunlara bir şey dememeli, susmalıdır. Buradaki edeblerden, saygılardan biri de susmaktır. Âşıklardan biri, Kabr-i seâdetin yanında her sabah ezân okur, namaz uykudan daha iyidir derdi. Mescid-i Nebî hizmetçilerinden birisi, Resûlullah'ın huzûrunda terbiyesizlik yapıyorsun diyerek, bunu dövdü. Bu da; "Yâ Resûlallah! Yüksek huzûrunuzda adam döğmek, söğmek, edebsizlik sayılmaz mı?" dedi. Biraz sonra döğen kimsenin felç olduğu, eli ayağı tutmadığı görüldü. Üç gün sonra da öldü. (Hâfız Ebü'l-Kâsım, Sâbit bin Ahmed Bağdâdî)

Mescid-i Seâdet:

Mescid-i Nebî.

Mescid-i Seâdeti tâmir ve tezyîn için Sultan Abdülmecîd Han kadar çok para harcayan ve gayret eden hiçbir kimse olmamıştır. Harameyni tâmir için yedi yüz bin altın sarfetmiştir. Tâmir 1277 (m. 1861)de tamam olmuştur. Her gün Resûlullah'a bir hizmette bulunmuştur. Bu yolda keşf ve kerâmetleri de görülmüştür. (Eyyûb Sabri Paşa)

Ahmed bin Muhammed Sofî (rahimehullahü teâlâ) diyor ki, Hicaz çöllerinde varlığım kalmadı. Medîne'ye Mescid-i Seâdete geldim. Hücre-i Seâdet yanında Resûlullah'a selâm verdim. Bir yana oturup uyudum. Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) görünüp; "Ahmed geldin mi?Avucunu aç!" buyurdu. Avucumu altınla doldurdu. Uyandım. Ellerim altın dolu idi. (Merrâkûşî)

Mescid-i Şerîf:

Mescid-i Nebî.

Medîne şehrindeki Mescid-i şerîf'i hicretin birinci senesinde Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem), Eshâb-ı kirâm ile birlikte yaptılar. Hicretin ikinci senesi, Receb ayında, kıblenin Kudüs'ten Kâbe'ye dönmesi emrolununca, mescidin Mekke'ye karşı olan kapısı kapatılıp karşı tarafa, yâni Şam tarafına yeni bir kapı açıldı. Şimdi bu kapıya Bâb-üt-tevessül denmektedir. Medîne'de, Kudüs'e karşı on altı ay kadar namaz kılındı. Mekke'de iken, önce Kâbe'ye karşı namaz kılınırdı. Hicretten az bir zaman önce, Kudüs'e karşı kılınması emrolundu. Mescid-i Şerîf'in kıblesi değiştirilirken, Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) Kâbe'yi mübârek gözleri ile görerek, kıblenin cihetini tâyin eyledi. Resûlullah'ın (sallallahü aleyhi ve sellem) namaz kıldığı yer, minber ile Hücre-i Seâdet arasında olup, minbere daha yakındır. Haccâc'ın Medîne-i münevvereye gönderdiği mıshaf, büyük bir sandık içinde olduğundan, bu sandık, bu yerin önündeki direğin sağ tarafına konulmuştu. Buraya ilk mihrâbı Ömer bin Abdülazîz koymuştur. (Eyyûb Sabri Paşa)

Fıkıh âlimlerimiz (rahimehümullahü teâlâ) hac vazifesini yaptıktan sonra, Medîne-i münevvereye gelerek Mescid-i Şerîf'te namaz kılarlardı. Sonra Ravda-i Mutahhera ile minber-i münîri ve Arş-ı a'lâdan efdal olan Kabr-i şerîfi, sonra oturdukları, yürüdükleri, dayandıkları yerleri, vahy geldiği zaman dayandıkları direği ve mescid yapılırken ve tâmir edilirken çalışan ve para vermekle şereflenen Eshâb-ı kirâmın ve Tâbiînin (radıyallahü teâlâ anhüm ecmâîn) geçtikleri yerleri ziyâret ederler, görmekle bereketlenirlerdi. Onlardan sonra gelen âlimler, sâlihler de, hacdan sonra Medîne'ye gelirler, fıkıh âlimlerimiz gibi yaparlardı. Bugüne kadar hacılar da, bunun için Medîne-i münevverede ziyâret yapmaktadırlar. (M. Sıddîk Gümüş)

MES'ELEDE MÜCTEHİD:

Mezheb reîsinin bildirmediği mes'eleler için, mezhebin usûl ve kâidelerine bağlı kalarak, dînî delillerden hüküm çıkaran âlimler.

Tahâvî, Hassâf, Kerhî, Şems-ül-eimme Halvânî,Şems-ül-eimme Serahsî, Fahr-ül-islâm Pezdevî, Kâdıhân ve benzerleri mes'elede müctehid âlimlerdir. (İbn-i Kemâl Paşa)

MESH:

1.Mest denilen ayakkabıyı abdestle giydikten sonra, abdest bozulup, yeniden alırken, ayakları yıkamayıp elleri ıslatarak, sağ elin yaş beş parmağını sağ mest, sol elinkini de sol mest üzerine boylu boyunca yapıştırıp ayak parmakları ucundan bacağa doğru çekme.

Resûlullah efendimiz abdest almak istediklerinde ben su döktüm. Abdest aldılar ve mestleri üzerine meshettiler. (Mugîre bin Şu'be)

Mest üzerine mesh müddeti mukîm (yolcu olmayan) için yirmi dört saat, misâfir için üç gün üç gece yâni yetmiş iki saattir. Bu müddet, mesti giydiği zaman değil, mest giydikten sonra abdesti bozulduğu zaman başlar. (İbn-i Âbidîn)

Mest üzerine mesh etmeyi Eshâb-ı kirâmdan yetmişin üzerinde sahâbî bildirmiştir. Bunlardan biri de hazret-i Ali'dir. (Abdullah-ı Süveydî)

Gusül (boy) abdesti alırken veya teyemmüm ederken mest üzerine mesh edilmez. (Halebî)

2.Bir uzva veya sargıya ıslak eli sürme.

İmâme, yâni sarık ve kalensüve, yâni takke ve her başlık ve bürka' yâni peçe ve maske üstüne ve eldiven üstüne mesh etmek câiz değildir. (İbn-i Âbidîn)

Cebîre yâni kırık kemiğin iki yanına bağlanan tahtalar üzerine mesh câizdir. (Halebî)

MESÎH:

1. Îsâ aleyhisselâmın isimlerinden.

Allahü teâlâ, âyet-i kerîmelerde meâlen buyuruyor ki:

Meryem oğlu Mesîh bir peygamberden başka bir şey değildir. Ondan evvel de peygamberler gelip geçmiştir. Anası çok sâdıka (doğru) bir kadındı... (Mâide sûresi: 75)

Meryem oğlu Mesîh, Allah'ın kendisidir diyenler, şüphesiz kâfir olmuşlardır. Hâlbuki (Bizzât) Mesîh şöyle demişti: "Ey İsrâiloğulları! Benim de Rabbim, sizin de Rabbiniz olan Allah'a kulluk edin. Zîrâ kim Allah'a ortak (eş) koşarsa, (hiç şüphesiz) Allah, ona Cennet'i haram kılar. Onun varacağı yer ateş (Cehennem) dir. Zâlimlerin hiçbir yardımcısı yoktur. (Mâide sûresi: 72)

Ve: "Biz, Allah'ın peygamberi Meryem oğlu Mesîh Îsâ'yı öldürdük" demeleri sebebiyle (dir ki, kendilerini rahmetimizden) kovduk. Hâlbuki onlar onu öldürmediler, onu asmadılar da. Fakat (öldürülen ve asılan adam) kendilerine (Îsâ) gibi gösterildi. Esâsen, Îsâ'nın katli (öldürülmesi) husûsunda ihtilâfa düştüler. (Bu konuda) kesin bir şek (şüphe) içindedirler. Onların buna (onun öldürülmesine) âit hiçbir bilgileri yoktur. Ancak kuru bir zan peşindedirler. Onu gerçekten öldürmemişlerdir. (Nisâ sûresi: 157)

Azîz ve celîl olan Allahü teâlâ, diğer peygamberlerden mîsâklarını (sözleşmelerini) aldığı gibi, benden de mîsâk aldı. Meryem oğlu Mesîh Îsâ, beni müjdeledi ve Peygamberinizin annesi, rüyâsında, iki ayağının arasından bir nûr çıktığını ve o nûr ile Şam'ın köşklerinin aydınlandığını gördü. (Hadîs-i şerîf-Râmûz-ül-Ehâdîs)

Îsâ aleyhisselâma niçin Mesîh dendiği husûsunda tefsîr âlimlerinden çeşitli rivâyetler (nakiller) gelmiş olup, bâzıları şunlardır:

a) Her türlü pisliklerden uzak, günâhlardan temizlenmiş olduğu için bu isim verilmiştir.

b) Hangi hastaya dokunsa, Allahü teâlânın izni ile hasta iyi olurdu. Bunun için mesîh denilmiştir.

c) Îsâ aleyhisselâmın yeryüzünde çok seyâhat etmesi sebebiyle bu isim verilmiştir.

d) Mesîh, İbrânî dilinde mübârek mânâsındadır. Hazret-i Îsâ'nın şeref ve fazîletinin üstünlüğünü bildirmek için bu mânâya işâretle Mesîh denilmiştir. (Fahreddîn-i Râzî)

2. Kıyâmete yakın yeryüzünde çıkacağı bildirilen, son derece kıvırcık saçlı, gözü dışarı fırlamış kâfir bir genç olan Deccâl'e verilen isim.

Dikkat ediniz! Deccâl Mesîh'in sağ gözü şaşıdır. Onun gözü sanki salkımındaki emsâlinden dışarı çıkmış, iri bir üzüm tânesi gibidir. (Hadîs-i şerîf-Buhârî)

Deccâle de Mesîh denir ki, onun hâşâ fazîletlerle (güzelliklerle, iyiliklerle) hiçbir ilgisi yoktur. Ona Mesîh denmesinin sebebi, gözünün birinin silik olup, tek gözlü olduğu veya kendisinden hayır silindiği, yâhut ortaya çıktığında, yeryüzünü kısa zamanda dolaşacağı içindir. (Ahmed Nâim Efendi)

MESKÛKÂT:

Belli ağırlıkta basılmış olan altın ve gümüş paralar.

Meskûkâttan altın paralara (dînâr); gümüş paralara (dirhem) denir. (Eyyûb Sabri Paşa)

MESNEVÎ:

1.Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî'nin (kuddise sirruh) yirmi altı bin beytten meydana gelen ve altı defter olan meşhûr eseri.

Mesnevî'deki hadîs-i şerîfte, Peygamber efendimiz şöyle buyurdu: "İçinizde gizli olan düşmanı anlatsam, yiğitlerin ödü patlar, akıllıların aklı mahv olurdu. Ne gönlünüzde duâ edip yalvarmaya, ne oruç tutmaya ve ne de namaz kılmaya kuvvet bulabilirdiniz."

Bir tasavvuf âliminin huzûrunda, senelerce dirsek çürütüp, emek verip pişmeden, olgunlaşmadan Mesnevî okutmak, tasavvuf kitablarını yalnız kendi bilgisine göre açıklamaya kalkışmak zararlı olur. (Abdülhakîm Arvâsî)

İslâm dînine inanmayanlar, vaktiyle Allahü teâlânın Tevrât ve İncîl kitaplarını değiştirdikleri gibi, zaman zaman din büyüklerinin kitablarına da el uzattılar. Kitaplara bâzı şeyler karıştırdılarsa da az zamanda meydana çıkarıldı. Celâleddîn-i Rûmî hazretleri bu sebepten dolayı Mesnevî'sini nazm şeklinde yazarak, düşmanlarının değiştirmesine imkân bırakmamıştır. (M. Sıddîk bin Saîd)

2. Edebiyâtta bir nazım şekli olup, iki mısrânın bir biri ile kâfiyeli hâli. Bu sebeple her beyti kâfiyeli olan eserlere mesnevî denir.

MEST:

Abdest alırken ayağın yıkanması farz olan yerini yâni topuklarla birlikte ayakları örten deriden yapılmış su geçirmez ayakkabı.

Hazret-i Ebû Bekr ve hazret-i Ömer'i sevip üstün tutmak, hazret-i Osman ve Ali'yi sevmek ve mest üzerine mesh etmek; Ehl-i sünnet (Peygamber efendimiz ve arkadaşlarının yolunda olanların) alâmetlerindendir. (Muhammed Rebhâmî)

Mestin, bir saat yol yürüyünce, ayaktan çıkmayacak şekilde sağlam ve ayağa uygun olması lâzımdır. Ağaçtan, camdan, mâdenden mest olmaz. (İbn-i Âbidîn)

Mestli kimsenin, abdesti bozulunca, bu abdestsizlik, abdest uzuvlarına yayılırken ayaklara değil, mestlere yayılır. Mestlerin hadesten (mânevî kirlilikten) temizlenmesi de mesh etmekle olur. (Halebî)

Hanefî mezhebinde ayağın üç parmağı sığacak kadar yırtığı bulunan bir mest üzerine mesh etmek câiz değildir. (İbn-i Âbidîn)

MESTÛRE:

Örtünmüş, örtülü.

Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem zamânında, hür kadınlar mestûre idiler. Bir kadının, hizmetçi olmayıp, hür hanım olduğu mestûre olmasından belli olurdu. (Abdülhakîm Arvâsî)

Kadınlar, cihâda mestûre olarak zevci veya mahremi (nikah düşmeyen akrabâsı) ile gider. (İbn-i Âbidîn)

Mestûre hanımlar sokak başlarında birbirleriyle mecburiyet olmadıkça konuşmamalı, harama düşmemeye çok dikkat etmelidir. (Senâullah Dehlevî)

MEŞAKKAT:

Zorluk, güçlük, zahmet.

Babanın evlâdı üzerinde hakkı, baba kızdığı zaman ondan korktuğunu gösterip ona boyun eğmek, açlık ve meşakkat esnâsında önce babasını düşünüp onu kurtarmaktır. Çünkü iyiliğe karşı iyilikle karşılık veren, akrabâlık hakkını yerine getirmiş değildir. Belki akrabâları sıla-i rahmi (ilgiyi) kestiği zaman onları arayıp soran kimse akrabâlık hakkını îfâ etmiş (yerine getirmiş) olur. (Hadîs-i şerîf-Edeb-üd-Dünyâ ve'd-Dîn)

Bir işte meşakkat görülünce ruhsat (izin) ve vüs'at (genişlik kolaylık) gösterilir. Meselâ meşakkat sebebiyle borcunun tamâmını birden ödemek imkânı bulunmayan borçluya, borcunu taksitle ödemesi için müsâade edilir. (Mecelle, Ali Haydar Efendi)

MEŞ'AR-ÜL-HARÂM:

Mekke-i mükerremede, Arafât ile Minâ arasında bulunan Müzdelife'nin sonunda Cebel-i kuzah yakınında bir yer. Meş'ar, şiâr (alâmet) yeri demektir. Meş'ar denmesi; ibâdet yeri olması; haram diye vasıflandırılması ise, hürmeti ve kıymeti sebebiyledir.

Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyurdu ki:

(Hac mevsiminde ticâretle) Rabbinizden rızık istemenizde bir günâh yoktur. Arafât'tan (orada vakfeden sonra seller gibi) boşanıp (hep birlikte) aktığınız zaman Meş'ar-ül-harâmın yanında Allah'ı zikr edin. O size nasıl hidâyet ettiyse siz de O'nu öyle anın..." (Bekara sûresi: 198)

Haccın sünnetlerinden biri; Müzdelife'de vakfeye fecr (tan yeri) ağardıktan sonra durmaktır. Gece Müzdelife'de yatıp, fecr açılırken sabah namazını hemen kılıp Meş'ar-ül-harâm denilen yerde ortalık aydınlanıncaya kadar vakfeye durulur. Güneş doğmadan önce Minâ'ya hareket edilir. (Alâüddîn Haskefî)

MEŞÂYIH:

Şeyhler, velîler, evliyâ. Şeyh kelimesinin çoğuludur.

Bir kimse, meşâyıhın ervâhı (ruhları) hep hâzırdır, bilirler dese, îmânı gider. Allahü teâlânın izni ile hâzır olurlar dese küfr olmaz. (Muhammed bin Kutbüddîn İznikî ve İmâm-ı Birgivî)

Peygamber efendimizin sallallahü aleyhi ve sellem; "Hesâba çekilmeden evvel, hesâbınızı görünüz" emirleri sebebi ile bâzı meşâyıh her gün ve her gece yaptıkları işlerden kendilerini hesâba çekerdi. (Muhyiddîn-i Arabî)

Meşâyıh-ı Kirâm:

Büyük velîler, büyük zâtlar.

Meşâyıh-ı kirâmın büyüklerinden biri diyor ki: Diri iken tasarruf (himmet, yardım) yaptıkları gibi, öldükten sonra da tasarruf, yardım yapan dört büyük velî gördüm. Bunlardan ikisi, Ma'rûf-i Kerhî ile Abdülkâdir-i Geylânî hazretleridir. (Ahmed Hamevî)

Meşâyıh-ı Müstakîm-ül-Ahvâl:

Hâlleri İslâmiyet'in emirlerine uygun olan zâtlar.

Evliyâya hâsıl olan hâller, keşfler, eğer Peygamberimize sallallahü aleyhi ve sellem tâbi olmakla berâber ise, nûr üstüne nûr olur ve şerîatin (İslâmiyet'in) incelikleri onda hâsıl olmağa başlar.Sahâbe-i kirâmın (Peygamber efendimizin arkadaşları) hepsi ve Selef-i sâlihin (ilk asrın müslümanları) ve Meşâyıh-ı müstakîm-ül-ahvâl böyle idi. (İmâm-ı Rabbânî)

MEŞHÛR HADÎS:

İslâm'ın ilk asrında bir kişi bildirmişken, ikinci asırda şöhret bulan, yâni bir kimsenin Resûl-i ekremden, o kimseden de, çok kimselerin ve bunlardan dahî, başka kimselerin işittiği hadîs-i şerîfler. (Bkz. Hadîs)

Meşhûr hadîse inanmayanın îmânı kalmaz, müslümanlıktan çıkar. (İbn-i Âbidîn)

MEŞÎHAT-I İSLÂMİYYE:

Bâb-ı fetvâ (fetvâ kapısı). Şeyhülislâmın bulunduğu yer.

İlmiye teşkilâtının en yüksek makâmı meşîhat-ı İslâmiyye idi. Meşîhat dâiresinin en büyük vazifelisi şeyhülislâm idi. (Ahmed Cevdet Paşa)

Ulemâdan Ahmed ibni Kemâl Paşa, Kânûnî Sultan Süleymân Han zamânında 1526'dan, 1534 senesine kadar meşîhat-ı İslâmiyye makâmında idi. Cinnîlere de fetvâ verirdi. Bunun için Müftî-yüs sakaleyn (insan ve cinlere fetvâ veren müftî) adı ile meşhûr oldu. (Mecdî Efendi)

MEŞİYYET:

İrâde, dileme, isteme. (Bkz. İrâde)

MEŞREB:

Yaratılış, tabiat, huy.

İnsanların akılları değişik, anlama kâbiliyetleri farklı olduğundan, herkes yaratıcıyı aradığında O'nu kendi tabîatına, meşrebine, ilim ve idrâkine (anlayışına) uygun bir tarzda tasavvur etmiştir. Çünkü insan, aklının aczi ve noksanlığı sebebi ile anlamadığını, bilmediğini bildikleri gibi sanmıştır. Hakîkati bulduk dedikleri çoğu zaman, mecûsîlik, putperestlik gibi şerrin, bâtıl (asılsız) şeylerin tam içine dalmış, bu sebeple şirk (ortak koşma) ve dalâlete düşmüşlerdir. İnsan kendi başına yaratıcıyı lâyıkiyle anlayamayacağından; merhâmetlilerin en merhâmetlisi olan Allahü teâlâ her asırda, her kavme peygamberler göndermiştir. Böylece işin hakîkatini, doğrusunu insanlara öğretmiştir. (Harputlu İshâk Efendi)

Muhammed Ma'sûm Fârûkî hazretlerinin keşfleri çok doğru ve çok kuvvetli olup, uzak memleketlerdeki talebesinin evliyâlığın hangi mertebesinde olduğunu, meşrebinin nasıl olduğunu haber verirdi. (Bedreddîn Serhendî)

MEŞRÛ':

Şerîate (İslâmiyet'e) uygun şey.

Tevekkül, sebeblere yapışmayıp, tembel oturmak değildir. Çünkü böyle olmak Allahü teâlâya karşı edepsizlik olur. Müslümanın meşrû bir sebebe yapışması lâzımdır. Sebebe yapışıp çalışmaya başladıktan sonra tevekkül edilir. (Muhammed Bâkî-Billah) Ana-babanın meşrû emirlerine âsî olanlar mel'ûndur. (Süleymân bin Cezâ)

Bedendeki bütün âzâlar birer emânettir. Bu nîmetleri meşrû şekilde ve meşrû yerlerde kullanırsan, emin kimselerden olur, cenâb-ı Hakk'a karşı tam şükretmiş olursun. Bu emânetleri gayri meşrû yerlerde kullanan insan, Allahü teâlâya isyân ve hıyânet etmiş olur. (Süleymân bin Cezâ)

Humûd huylu olan kimse, helâl olan zevkleri, meşrû olan arzulara terk eder. Ya kendi helâk olur, yâhut nesli kesilir. (Ali bin Emrullah)

MEŞVERET:

Aklı, fikri kuvvetli, ileriyi gören kimse ile bir konu üzerinde fikir alış-verişinde bulunma; danışma. (Bkz. Müşâvere)

Allahü teâlâ âyet-i kerîmede meâlen buyurdu ki:

Onlar ki, Rableri için dâvete icâbet etmekte namazı dosdoğru kılmaktadırlar. Ve işlerinde meşveret eder, kendilerine verdiğimiz rızıktan (hak yolunda) sarfederler. (Şûrâ sûresi: 38)

Eğer ben bir kimseyi meşveret etmeksizin âmir tâyin edecek olsa idim, elbette İbn- i Mes'ûd'u tâyin ederdim. (Hadîs-i şerîf-Müsned-i Ahmed)

Meşveret etmek, insanı pişman olmaktan koruyan bir kal'a gibidir. (Muhammed Hâdimî)

Meşveret olunan kimsenin, bilmediğini veya bildiğinin aksini söylemesi günâhtır. (Sâdî-i Şîrâzî)

Herhangi bir işini bahîl yâni hasîs kimselere danışma. Çünkü, seni sonra insanlar arasında rezîl ve rüsvâ eyler. Sâlih kimseler ile meşveret et. (Süleymân bin Cezâ)

Meşveret etmek sünnettir. Zîrâ danışarak iş yapan zarar etmez. Peygamber efendimiz eshâbı ile çok meşveret ederdi. Bir iş için akıl, takvâ (haramlardan sakınma), hikmet (ilim ve fen) ve tecrübe sâhibi on kişiye danışırdı. (Muhammed bin Ebû Bekr)

METÂ':

Faydalanılan şey.

Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyruldu ki:

Dünyâ hayâtı ancak insanları aldatıcı metâ'dır. (Âl-i İmrân sûresi: 185)

Kadın erkek, hiçbir çekinme ve kaçınma olmaksızın berâber oturmak, konuşmak ve görüşmek sûretiyle kadınlara hürmet ediyoruz ve haklarını yerine getiriyoruz diyenler; hakîkatte kadınları tahkîr etmekte, aşağılamakta ve ticâret metâı olarak kullanmaktadırlar. (Harputlu İshak Efendi)

METAFİZİK:

Fizik ve akıl ötesi. Beş duyu organıyla ve tecrübeyle anlaşılamayan şeyler. Fizik ötesini araştıran ilim, ilâhiyyât.

Metafizik bilgilerden çürük bozuk olanları dîne uymaz. Bu ilimler öğrenilince, din bilgilerinin aklî ilimlere uyan ve aklî bilgilerle çözülmeyen yerleri ve sebebleri meydana çıkar. Akla uygun sanılmayan, aklın erişemediği mes'elelerin inkâr edilemeyeceği anlaşılır. (Seyyid Abdülhakîm Arvâsî)

Bütün nutuklarımda, atomdaki enerjiden nasıl istifâde edilebileceğini anlattım. Şimdi aklımıza haklı olarak şu suâl gelmektedir. Bu muzzam kudreti küçücük yere kim ve nasıl koydu? Buna ancak metafizik cevap verecektir. Ben ve arkadaşım atom bilgini Hahn bu cevâbı İslâm dîninin verdiği fikrindeyiz. (W. Heisenberg)

METÂNET:

Sağlamlık, dayanıklı olma.

Türklerde önce, itâat (söz dinlenme, emre uyma) duygusunu kırmak ve mânevî râbıtalarını (bağlarını) parçalamak, dînî metânetlerini zayıflatmak îcâb eder. Bunun da en kısa yolu, an'anât-ı milliyye (millî geleneklerine) ve mâneviyyelerine (mânevî değerlerine) uymayan hâricî (dış) fikirler (düşünceler) ve hareketlere alıştırmaktır. (Patrik Gregoryus)

Kadınların hayâsı, erkeklerden daha çok sabırlı ve metânetli olmalarını sağlar. Onların birçok ağır işlere atılmalarını da önler. (M. Sabri Efendi)

METBÛ':

Kendisine tâbî olunan, uyulan.

Peygamber efendimize uymanın en yüksek derecesi; insan vücûdunun her zerresinin tâbi olmasıdır. Tâbi, metbû'a o kadar benzer ki, tâbi olmaklık aradan kalkar. Bunlar da, sanki Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem gibi, aynı kaynaktan her şeyi alır. (İmâm-ı Rabbânî)

İlim amelden (işten) şu husûslarda efdâldir (üstündür). Zîrâ ilim metbûdur, amel ise ona tâbîdir. İlim lâzımdır (gereklidir), amel ise, melzûmdur (ilme bağlı olarak meydana gelir). İlim yalnız olduğu hâlde nef' (menfeat, fayda) verebilir; amel ise, ilimsiz fayda veremez. (Kudbüddîn İznikî)

METÎN (El-Metîn):

1.Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (güzel isimlerinden). Kudretli, kâmil (kusursuz, noksansız) olan, hiçbir sûrette za'fiyet, âcizlik, güçsüzlük meydana gelmeyen.

Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyruldu ki:

Mahlûkâtına (yarattıklarına) rızık verici yalnız Allahü teâlâdır. (O), kuvvet sâhibidir, metîndir. (Zâriyât sûresi: 58)

2. Hadîs-i şerîfi rivâyet eden (nakleden) râvîlerin (zâtların) sıra ile isimleri demek olan sened kısmından sonra gelen hadîs-i şerîfin bizzat kendisi, lafızları, sözleri.

Hadîs-i şerîfin sâdece metin kısmı, hadîs âlimlerinin incelemesine pek nâdir hâllerde mevzû (konu) olur. Hadîs-i şerîflerin sahîh, zayıf veya ikisi arasında bir derece ile vasıflandırılması, senette yer alan râvîlerinin, gerekli şartları taşıyıp taşımamaları, râvi sayısının çokluğu veya azlığı veya senedin muttasıl (kesintisiz) ve munkatı (kesintili) olması v.s. gibi durumlardan dolayı olmaktadır. İşte hadîs-i şerîf seneddeki bu durumlara göre; sahîh, hasen, zayıf, mütevâtir, meşhûr ve âhad vb. çeşitlerine ayrılır. (Seyyid Şerîf Cürcânî)

METRÛKÂT:

1.               Özürsüz, tembellikle kılınmayan, terk edilen namazlar.

Farz namazları özür ile kaçırmak günah olmaz ise de, hemen kazâ edilmesi lâzımdır. Özür ile kaçırılan namaza fâite denir. Özürsüz, bir namazın vaktini geçirmek büyük günâh olup, kazâ etmekle ortadan kalkmaz; ayrıca tövbe de etmelidir. Fıkıh kitaplarında, müslümana hüsnü zân (iyi zan) edilerek kazâya kalan namazların hepsine fâite denmiş, metrûkât denmemiştir. Çünkü müslüman, tembellik ederek namazı terk etmez. (Alâüddîn Haskefî-İbn-i Âbidîn)

2.               Vefât eden kimsenin geriye bıraktığı şeyler. Mîrâslar, terikeler. (Bkz. Terîke ve Mîrâs)

ME'VÂ CENNETİ:

Sekiz Cennet'ten üçüncüsü.

Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyurdu ki:

Îmân edip de sâlih amel işleyenler için, yapmış oldukları iyi amellere karşılık konak olmak üzere Me'vâ Cennetleri vardır. (Secde sûresi: 18)

MEVÂCİD:

Kalbe gelen zevkler, vecdler (mânevî coşkunluk halleri). (Bkz. Vecd)

Tasavvuf yolcularının, bu yolculukta gördükleri ahvâl (hâller), mevâcid, ulûm (ilimler) ve mârifetler; imrenilecek, istenilecek şeyler değildir. Hepsi evhâm (vehimler) ve hayâlât (hayaller) gibi geçici şeylerdir. Bunlar o yolcuları ilerletmek için vâsıtadan başka bir şey değillerdir. (İmâm-ı Rabbânî)

İhlâs (herşeyi Allahü teâlânın rızâsı için yapma) makâmına ve (tasavvufun en yüksek derecelerinden) rızâ mertebesine kavuşmak için ahvâl ve mevâcidden vaz geçmek, ilim ve mârifetler edinmek lâzımdır. Bunlar gâyeye götüren yoldur. Maksadın başlangıcıdır. (Muhammed Bâkî-billah)

Ahvâl (hâller) ve mevâcid; matlûbun yâni ele geçirilmek istenilenlerin başlangıçlarıdır. Maksad (gâye) değildir. (İmâm-ı Rabbânî)

İslâmiyet'ten kıl ucu kadar bile ayrılan bir kimsede ahvâl (hâller) ve mevâcid hâsıl olursa, bunlara istidrâc (fâsıklarda ortaya çıkan hârikulâde haller) denir ki onu dünyâda ve âhirette rezil olmaya sürükler. (İmâm-ı Rabbânî)

Bütün ahvâl (kalbde meydana gelen güzel değişiklikler) ve mevâcidi bize verseler, fakat Ehl-i sünnet vel-cemâat îtikâdını içimize yerleştirmeseler, kendimi mahvolmuş bilirim. Eğer Ehl-i sünnet (Peygamber efendimiz ve arkadaşlarının yolunda olanların) îtikâdını verseler, ahvâl ve mevâcid hiç vermeseler, hiç üzülmem. (Ubeydullah-ı Ahrâr)

MEVÂT ARÂZİ:

Ölü arâzi (Bkz. Arâzi). Bir kimsenin mülkünde bulunmayan, mer'a, baltalık ve harman yeri olarak kimseye verilmemiş olan ve gür sesli bir kimsenin köy ve kasaba evlerinin son bulduğu yerden bağırıp sesi duyulmayacak derecede köy ve kasabadan uzak yâni tahmînen yarım saatlik uzaklıkta olan dağlık, taşlık, kıraç, otlak ve boş yerler.

Kim bir mevât arâziyi ihyâ ederse (ekilebilir hâle getirirse) o, onun (mülkü) olur. (Hadîs-i şerîf-Kitâb-ül-Harâc)

MEVCÛDÂT:

Var olan şeyler, mahlûklar, yaratıklar.

Bütün mevcûdât; cansızlar, nebâtât (bitkiler) ve hayvânât olmak üzere üç cinse ayrılır. Bütün bunları yaratan Allahü teâlâdır. Hayvan cinsinin en kıymetlisi, en şereflisi insandır. Her cinsin nev'ileri (türleri, çeşitleri) arasında üstünlük sırası vardır. Meselâ nebâtâttan hurma ağacı, hayvan gibi his ve hareket eder. Hurma ağaçlarından bir kısmı erkek, bir kısmı dişidir. Erkek ağaç, dişi tarafına eğilmektedir. Erkek ağaçtan, bir madde dişiye gelmeyince, dişide meyve hâsıl olmaz. Gerçi bütün nebâtâtlarda (bitkilerde) bu iki organ vardır. Fakat hurma ağacında, hayvanlar gibi görünmektedir. Hattâ hurma ağacının başında beyaz bir şey vardır. Hayvanların yüreği gibi iş görür. Bu şey yaralanırsa veya suda kalırsa, ağaç kurur. (Ali bin Emrullah)

MEVDÛ HADÎS:

Bir hadîs imâmının (üç yüz binden daha çok hadîs-i şerîfi, râvîleri ve senedleri ile birlikte ezbere bilen âlimin) şartlarına uymayan hadîs-i şerîfler. (Bkz. Hadîs)

Mevdû hadîs, uydurma hadîs demek değildir. (Abdülhakîm-i Arvâsî)

İbn-i Teymiyye aşırı giderek tasavvuf büyüklerine, Sadreddîn Konevî'ye Muhyiddîn ibni Arabî'ye İbn-i Fârıd'a insafsızca saldırmıştır. İmâm-ı Gazâlî'nin kitablarında mevdû hadîs doludur derdi. Onun bu tür iftirâlarına zamânındaki âlimler gerekli cevâbı vermişlerdir. (Abdülhakîm Arvâsî)

İslâmiyet'in temel kitablarında hiçbir mevdû hadîs ve düşmanların, câhillerin dîne soktukları bozuk inanışlar ve yanlış işler yoktur. (M. Sıddîk bin Saîd)

Ehl-i sünnet âlimleri hadîs-i şerîfleri incelerken kılı kırk yarmışlar, mevdû hadîslerin hepsini elemişlerdir. Farzları helâl ve harâmları yalnız sahîh ve meşhûr hadîslerden çıkarmışlardır. (Dâvûd-i Karsî)

MEVHİBE:

İhsân, bağış, Allahü teâlânın kuluna ihsânı.

İlim iki çeşittir. Biri verâset, biri de ledün ilmidir. Verâset ilmi çalışarak elde edilir. İlm-i ledün ise, Allahü teâlânın ihsânıdır. Çalışmadan elde edilir. İlâhî bir mevhibedir. Kullarından dilediğine verir. (Ubeydullah-ı Ahrâr)

MEVHÛM:

Vehmolunmuş, aslı esâsı yokken zihinde kurulmuş olan, kuruntuya dayanan. Hayâlî. (Bkz. Vehm)

Dışarıda bir şeyi görmek tatlı geldiği gibi, onun aynadaki hayâlini görmek de tatlı gelmekte, sevilmektedir. Hâlbuki, o şeyin kendisi dışarda vardır. Aynada görmek ise, hayâl ve vehim olup, kendisi değildir. Fakat tesirleri ve işleri birbirlerine benzemektedir. Allahü teâlâ, lutf ve ihsân ederek, mevhûm olan şeylerin tesirlerini, mevcûd (var olan) şeylerin tesirlerine, işlerine benzettiği için, mevhûm olanlarda, mevcûda ihsân edilen (verilen) nîmetlerden pay almak ümidi meydana geldi. (Ahmed Fârûkî)

MEVKÎ':

Yer, mahâl, makam.

Suyun bakliyâtı yetiştirmesi gibi, mal ve mevkî sevgisi de, kalbde nifâkı münâfıklığı yâni için dışa uymamasını) yetiştirir. (Hadîs-i şerîf-İhyâu Ulûmiddîn)

İki aç kurdun saldırdıkları zaman, koyun sürüsüne verdikleri zarar, mal ve mevkî sevgisinin, müslümanın dînine verdiği zarardan daha çok değildir. (Hadîs-i şerîf-İhyâu Ulûmiddîn)

İnsanın izzeti (şerefi), îmân ve mârifet (Allahü teâlâyı bilmesi) iledir. Mal ve mevkî ile değildir. (Muhammed Ma'sûm)

Mevkî ve şöhret sâhibi olmak arzûsu, insanlarda üç şeyden meydana gelir: Birinci sebeb; nefsin arzûlarına kavuşmaktır. Nefis, arzûlarının haram yollardan elde edilmesini ister. İkincisi; kendinin ve başkalarının haklarını zâlimlerden kurtarmak ve müstehâb olan meselâ, sadaka vermek için ve hayrât (hayır, iyilikler) yapmak için, yâhut mübâh olan işler yapmak için, meselâ, iyi yimek, iyi giyinmek, iyi evlerde oturmak ve çoluk-çocuk sâhibi olup, râhat ve mes'ûd (huzurlu) yaşamak için veya zâlimleri mazlûmlardan kurtarmak için veya İslâm dînine ve müslümanlara hizmet için mevkî sâhibi olmak istenir. Bu niyet ile mevkiye kavuşurken, İslâmiyet'in yasak ettiği şeyleri yapmaz ve vâcibleri, sünnetleri terk etmezse, bunun mevkî sâhibi olması câizdir. Üçüncü sebeb; nefsini eğlendirmektir. Nefis, maldan olduğu gibi, mevki'den de lezzet almaktadır... (Muhammed Hâdimî)

MEVKIF:

Durak, durulacak yer; kıyâmette ölülerin diriltildikten sonra toplanacakları yer; Arasât meydanı, mahşer yeri. (Bkz. Mahşer)

Âhirette, peygamberlerin, kendilerine inen kitâblarını okumaları tamâm olduktan sonra, bir nidâ (ses) gelir ki: "Ey mücrimler (kâfirler) ayrılınız!" (Yâsîn sûresi: 59) denir. Bu nidâ üzerine, mevkıf yâni Arasât meydanı harekete geçer. O zaman, herkesi büyük bir korku alır. Birbirine girift olurlar (karışırlar). Melekler cinler ile ve cinler insanlar ile karışır. (İmâm-ı Gazâlî)

MEVKÛF SATIŞ:

Sözleşme, alıcı ve verici açısından İslâmiyet'e uygun olduğu hâlde; başkasının hakkı karışmış olan alış-veriş.

Mevkûf satış, bâyiden başka bir kimsenin hakkı da bulunan bir malın satılması, o kimsenin izin vermesine mevkûftur. İzin vermezse müşteri o mala mâlik, sâhib olamaz. (İbn-i Âbidîn)

MEVLÂ:

1.Yardımcı ve koruyucu olan Allahü teâlâ.

Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyruldu ki:

... Biliniz ki Allah sizin mevlânızdır. O, ne güzel mevlâ, ne güzel yardımcıdır. (Enfâl sûresi: 40)

De ki: Allah'ın bizim için yazdığından başkası bize aslâ erişmez. O, bizim mevlâmızdır. Onun için mü'minler yalnız Allah'a güvenip, dayanmalıdır. (Tevbe sûresi: 51)

Dünyâyı anlayan onun sıkıntısından üzülmez. Dünyâyı anlayan ondan sakınır. Ondan sakınan nefsini tanır. Nefsini tanıyan Rabbini bulur. Mevlâsına hizmet edene, dünyâ hizmetçi olur. (İbrâhim Hakkı Erzurumî)

Hak şerleri hayr eyler

Zannetme ki gayr eyler

Mevlâ görelim neyler

Neylerse güzel eyler

(İbrâhim Hakkı Erzurumî)

2. Sevgili, sevilen.

Ben kimin mevlâsı isem Ali de onun mevlâsıdır. (Hadîs-i şerîf-Kurret-ül-Ayneyn)

3. Âzâd edilmemiş, serbest bırakılmamış köle ve câriyenin sâhibi, efendisi.

4.               Âzâd edilmiş köle.

5.               Kölesini âzâd etmiş olan kimse.

Bir köle âzâd edildikten yâni serbest bırakıldıktan sonra sâhibi ile arasında velâ (yakınlık) ve yardımlaşma devâm eder. Bu bakımdan her ikisine de mevlâ denmiştir. (İbn-i Âbidîn)

MEVLÂNÂ:

1.               "Efendimiz" mânâsına bir büyüğe karşı söylenen hürmet ve saygı ifâdesi.

Tahrîmen yâni harama yakın mekrûh olan şeyi terk etmek vâcibdir. Mevlânâ Bahr-ul-ulûm, Erkân-ül-erbea kitabında diyor ki: "Tahrîmen mekrûh olan şeyi terk etmek vâcibdir. Bu mekrûhu yapmak, bu vâcibi terk etmek olur. (Abdülhay Lûknevî)

Sözü başka tarafa çevirelim. Duâlarımı bildiren mektubumu size getiren Mevlânâ Muhammed Hâfız, ilim sâhibi olup, çoluk çocuğu fazladır. Geçim darlığından askere geldi. Eğer yardım elinizi uzatır, emîr nakîb Seyyid Şeyh Ciyû'ya maaş alması veya yardım etmesi için söylerseniz kerem etmiş olursunuz. (İmâm-ı Rabbânî)

2.               Evliyânın büyüklerinden Celâleddîn Rûmî'nin ve Hâlid-i Bağdâdî'nin ve bâzı büyüklerin lakabı.

MEVLEL-MUVÂLÂT:

Bir zımmînin yâni gayr-i müslim (müslüman olmayan vatandaşın) veya harbî yâni vatandaş olmayan pasaportlu bir kâfirin bir müslümanın yardımı ile îmâna gelerek, bu müslümanı velî kabûl edip ona; "Sen benim mevlâmsın (velîmsin), şâyet ben bir cinâyet (suç) işlersem diyetini (borcunu) sen ver, ben ölünce de sen malıma vâris ol" diyerek bir mukâvele (sözleşme) teklifinde bulunması.

Velâ yâni başkasının yakınlığı ve velîliği altında bulunan kimse, hiçbir yakını bulunmaksızın ölse, mîrâsının tamâmı mevlel-muvâlâta kalır. Velâ altında bulunan vefât ettiğinde yalnız zevcesini (hanımını) veya ölen kadın olup da yalnız zevcini (kocasını) geride bırakırsa, bunlar muayyen (belirli) hisselerini aldıktan sonra geri kalan mal mevlel-muvâlâta âid olur. Beyt-ül-mâle kalmaz. (Sirâciyye)

Meyyitin (ölünün) bıraktığı maldan ferâiz ilmindeki sıra tâkib edilerek Zevilerhâmdan kimse yoksa mevlel-muvâlât denilen kişiye verilir. (M. Mevkûfâtî)

MEVLEVİYYE:

Evliyânın büyüklerinden Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî hazretlerinin tasavvuftaki yolu.

Mevleviyye yolunun büyüğü Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî, ney ve başka hiçbir çalgı çalmadı. Mûsikî dinlemedi ve raks yâni dans etmedi. Mevlânâ Câmî; Mesnevî'nin birinci beytinde bahs edilen ney'in, İslâm dîninde yetişen kâmil (olgun) yüksek insan olduğunu bildirmiştir. Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî'den sonra Mevlevî şeyhlikleri câhillerin eline düştüğünden, ney'i çalgı sanarak; ney, dümbelek gibi şeyler çalmağa, dans etmeğe başlamışlar, ibâdete haram karıştırmışlardır. İslâmiyet'in ve Celâleddîn-i Rûmî'nin beğenmediği bu oyun âletleri, o tasavvuf üstâdının türbesine konunca, türbeyi ziyâret edenlerden bir kısmı bunları onun kullandığını zannederek aldanmaktadır. Osmanlılar zamânında gelişen ve yayılan, çok büyük hizmetlere vesîle olan Mevlevîlik, câhil ve ehliyetsiz kimselerin eline düştü. İbâdete haramlar karıştırıldı. Sultan İkinci Mustafa Han'ın hocası olan Vânî Muhammed Efendi, Mevlevîlerin simâlarını (âletsiz, çalgısız olan ses) ve Halvetîlerin rakslarını (dans) yasak ettirdi. (M. Sıddîk Gümüş)

Mevleviyye şeyhleri de âlim ve sâlih kimseler idi. Bunlardan Osman Efendi, Tezkiye-i Ehl-i Beyt kitabında râfizîlerin iftirâlarına vesikalarla cevab vererek İslâmiyet'e büyük hizmet etmiştir. (Abdülhakîm Arvâsî)

MEVLİD:

Dünyâya gelme; doğum yeri ve zamânı. Peygamber efendimizin dünyâya gelişini, mi'râcını ve mübârek hayâtını anlatan eser.

Mevlid okumak, Resûlullah'ın sallallahü aleyhi ve sellem dünyâya gelişini, mi'râcını ve hayâtını anlatmak; O'nu hatırlamak, O'nu övmektir. (İbn-i Hacer-i Heytemî)

Resûlullah efendimizin mevlidine dâir yazılanların okunması için bir dirhem harcayan, Cennet'te bana arkadaş olur. (Hazret-i Ebû Bekr)

Resûlullah efendimizin mevlidine kıymet veren, İslâma kıymet vermiştir. (Hazret-i Ömer)

Resûlullah efendimizin mevlidine kıymet verip mevlid-i şerîf okunmasına sebeb olan dünyâdan îmânla gitmesi umulur. (Hazret-i Ali)

Mevlid okunan yerden belâlar sıkıntılar gider. (Mevlânâ Celâleddîn Rûmî)

Hâfızlar, Kur'ân-ı kerîm ve mevlid okumakla geçinmemeli, bunları para düşünmeden Allah rızâsı için okumalıdır. (Muhammed Hâdimî)

Süleymân Çelebi'nin Mevlid'inden bir beyt şöyledir:

Âmine Hâtun Muhammed Ânesi,

Ol sadeften doğdu ol dür dânesi

Mevlid Gecesi:

Peygamberimiz Muhammed Mustafâ sallallahü aleyhi ve sellemin doğduğu Rebî'ul-evvel ayının on birinci ve on ikinci günleri arasındaki gece.

Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) mevlîd gecelerinde Eshâbına ziyâfet verir, dünyâyı teşrif ettiği ve çocukluğu zamânında olan şeyleri anlatırdı. Müslümanlar bu geceye çok önem vermiştir. Bu geceyi bütün mahlûklar, melekler, cinler, hayvanlar ve cansız maddeler, birbirlerine müjdelemekte, Peygamber efendimiz dünyâya geldi diye sevinmektedirler. (İbn-i Hacer-i Heytemî)

Mevlîd günü ve gecesinin şerefi, kıymeti çoktur. Resûlullah'ın varlığı, vefâtından sonra O'na tâbi olanlar için, kurtuluş vesîlesidir. O'nun doğumu için sevinmek Cehennem azâbının azalmasına sebeb olur. Bu geceye hürmet etmek, sevinmek, bütün senenin bereketli olmasına sebeb olur. Mevlid gününün fazîleti, Cumâ günü gibidir. Cumâ günü, Cehennem azâbının durdurulduğu, hadîs-i şerîfte bildirildi. Bunun gibi, mevlîd gününde de azâb yapılmaz. Mevlid geceleri, sevindiğini göstermeli, çok sadaka, hediye vermeli, dâvet olunan ziyâfetlere gitmelidir. (İmâm-ı Celâlüddîn Abdurrahmân bin Abdil-Melîk Kettânî)

Mevlid gecesinde sadaka vermek, müslümanları toplayıp câiz olan şeyleri yedirmek ve câiz olan şeyleri okutup dinlemek, sâlih kimseleri giydirmek bu geceye hürmet etmek olur. Bunları Allah rızâsı için yapmak câizdir ve çok sevâb olur. Bunları yalnız fakirler için yapmak şart değildir. Ancak muhtaç olanları sevindirmek daha sevâb olur. (İbn-i Battâl)

Mevlid gecesi Kadr gecesinden sonra en kıymetli gecedir. Bu gece Peygamber efendimiz doğduğu için sevinenler affolur. (Muhammed Rebhâmî)

Her sene mevlid gecesinde müslümanlar sadaka veriyorlar, seviniyorlar, hayr ve hasenât yapıyorlar. Toplanıp Mevlid kasîdesi okutup dinliyorlar. (Şemseddîn Sehâvî)

MEVT:

Ölüm; rûhun bedenden ayrılması. (Bkz. Ölüm)

MEVZÛN:

Ölçülü, tartılı, ağırlıkla ölçülen, tartılan mal.

Birkaç kimse arasında müşterek (ortak) olan mekîl (ölçek ile ölçülen) veya mevzûn olan bir malı ölçmeden paylaşmak fâiz olur. (Ömer Nesefî)

MEYL-İ TABÎ'Î:

İç güdü. İnsanın irâdesi dışında, yaratılıştan olan meyl, bedenin istemesi.

Allahü teâlâdan başka bir şeyi sevmek iki türlü olur: Birincisi; bir mahlûku, varlığı kalb ile ve beden ile birlikte sevmek, ona kavuşmak istemektir. Câhillerin sevmeleri böyledir. Tasavvuf yolunda çalışmak, kalbi bu sevgiden kurtarmak içindir. Böyle kalbde yalnız Allahü teâlânın sevgisi kalır, kalb O'ndan başkasına tutulmaktan, gönül bağlamaktan kurtulur. İkincisi; meyl-i tabiî olup, bedendeki maddelerin ve enerjinin özelliklerinden, ihtiyâçlarından ileri gelen bir istektir. Tasavvufun en son mertebesine kavuşan ve Allahü teâlânın sevdiği kulları olan evliyâda, mahlûklara (yaratılmışlara) karşı bu sevgi bulunabilir. Hattâ hepsinde vardır. Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem serin ve tatlı içmeği severdi. Nefs itminâna kavuşup, artık kötülükleri istemez hâle gelince, yalnız bedendeki maddelerin ısı ve hareket enerjisinin kötü isteklerine karşı cihâd edilir, savaşılır. (Muhammed Ma'sûm)

Meyl-i tabî'î olan istekler, nefsin istekleri değildir.Nefsle ilgileri yoktur. Tabîat kânunlarından hâsıl olan istekler yasak edilmemiştir. Bunları istemek nefse uymak olmaz. Bu istekleri yapmak mübâhtır. Nefs ya mübâhların fazlasını veya şüpheli ve haram şeyleri ister. (İmâm-ı Rabbânî)

MEYTE:

Ölmüş veya besmelesiz kesilen yâhut kesilmeyip başka sûretle öldürülen hayvan. (Bkz. Leş, Murdar)

MEYYİT:

Vefât etmiş, ölü.

Bir kimse mü'min kardeşinin kabrini ziyâret eder ve kabir yanında oturursa ve selâm verirse, meyyit onu tanır ve selâmına cevab verir. (Hadîs-i şerîf-Kitâbü Şerh-us-Südûr)

Meyyitin mezardaki hâli, imdâd diye bağıran denize düşmüş kimseye benzer. Boğulmak üzere olan kimse kendisini kurtaracak birini beklediği gibi, meyyit de babasından, anasından, kardeşinden, arkadaşından gelecek bir duâyı gözler. Kendisine bir duâ gelince, dünyânın hepsi kendisine verilmiş gibi sevinmekten daha çok sevinir... (Hadîs-i şerîf-Mektûbât-ı Rabbânî)

Meyyit, ehlinin, evlâdının ağlamalarından azâb duyar. (Hadîs-i şerîf-Minhet-ül-Vehbiyye)

Âdet olarak, riyâ, gösteriş olarak değil de, Allah rızâsı için, fakirlere yemek, sadaka verip, sevâblarını meyyitin rûhuna göndermek iyi olur ve büyük ibâdet olur. (Muhammed Ma'sûm)

Meyyit için duâ, Fâtiha, sadaka ve istiğfâr ile imdad ve yardım lâzımdır. (Abdülhakîm-i Arvâsî)

MEZÂR:

Kabir, ölünün gömüldüğü yer.

Türbelere bez, iplik bağlamak, mezârlara mum yakmak dînimizde yoktur. Bunları hıristiyanlar yapar. Mezâra mum yakılmaz. Türbeye hizmet eden, orada ibâdet eden fakirlere mum götürülürse, sadaka sevâbı olur. Bu sevab ölüye bağışlanır. Mezârın yanında adak hayvanı da kesilmez. (İbn-i Âbidîn)

MEZHEB:

Gitmek, tâkib etmek, gidilen yol. Mutlak müctehîd denilen dinde söz sâhibi âlimlerin, müslümanların yapmaları gereken hususlarla ilgili olarak dînî delîllerden (Kur'ân-ı kerîm, hadîs-i şerîfler ve İcmâ'dan) hüküm çıkarma usûlleri ve çıkarıp bildirdikleri hükümlerin hepsi.

Ehl-i sünnetin (Peygamber efendimiz ve Eshâbının yolu) yüzlerce mezhebinden bugün dört tânesi kitâblara geçmiş olup, diğerleri kısmen unutulmuştur. Bu dört mezheb; Hanefî, Şâfiî, Mâlikî ve Hanbelî mezhebleridir. Müctehîd olmayanların bütün hareketlerinde ve ibâdetlerinde bir müctehîde tâbi olması yâni bu dört mezhebden birinde bulunması lâzımdır. (Tahtâvî, Hamdullah Decvî, Muhammed Bâvâ Viltorî)

Eshâb-ı kirâmın (Peygamberimizi gören müslümanların) hepsi derin âlim, birer müctehîd idiler. Din bilgilerinde, siyâsette, idârecilikte, zamanlarının fen bilgilerinde ve tasavvufta (ahlâk ilminde) birer deryâ idiler. Bu bilgilerinin hepsini, Resûlullah'ın sallallahü aleyhi ve sellem mübârek yüzünü görmekle ve kalblere işleyen, rûhları çeken sözlerini işitmekle az zamanda edindiler. Müctehîde kendi ictihâdı ile amel etmek lâzım geleceğinden her birinin mezhebi vardı.Mezhebleri az veya çok farklı idi. Tâbiîn (Eshâb-ı kirâmı görenler) ve Tebe-i tâbiîn (Tâbiîn'i görenler) arasında da müctehidler vardı. Bu müctehidlerin mezheblerinden yalnız dördü kitaplara geçip dünyânın her yerine yayıldı. Diğerlerinin mezhebleri unutuldu. (Seyyid Abdülhakîm, Hamdullah Decvî)

Her müslümanın; bir ibâdet, bir iş yaparken dört mezhebden birine uyması lâzımdır. Dört mezhebden başka bir mezhebe uymak câiz değildir. Dört mezhebden birine tâbi olmak için bu mezhebin fıkıh bilgilerini iyi öğrenmek lâzımdır. Bu da o mezhebde yazılmış fıkıh ve ilmihâl kitâblarından öğrenilir. (Muhammed Abdurrahmân Silhetî)

Dört mezhebin îtikâdları yâni îmânları birdir, ayrılıkları yoktur. Dördü de Ehl-i sünnet îtikâdında (inanışında)dır. Ehl-i sünnet îtikâdında olmayanlara bid'at ehli denir. (Şehristânî, Tahtâvî)

Dört mezhebden birine uymak Kur'ân-ı kerîme ve Resûlullah sallallahü aleyhi ve selleme uymaktır. Çünkü, mezheb imâmları Kur'ân-ı kerîmde açıkça bildirilen hükümleri, Peygamber efendimizin Kur'ân-ı kerîm ile ilgili açıklamalarını bildirdikleri gibi, Kur'ân-ı kerîmde ve hadîs-i şerîflerinde açıkça bildirilmeyen hususların hükümlerini yine Kur'ân-ı kerîm ve hadîs-i şerîflerin ışığı altında ortaya koymuşlardır. (Abdülganî Nablûsî)

Mezheb İmâmı:

Kur'ân-ı kerîmde ve hadîs-i şerîflerde açıkça bildirilmiş olan din bilgilerini, Eshâb-ı kirâmdan işiterek veya nakl ile toplayan, açıkça bildirilmemiş olanları da, kendi koydukları usûllere (metod) göre açıkça bildirilmiş olanlara benzeterek çıkaran derin âlim, mutlak müctehîd. (Bkz. Müctehid)

Bilinen dört mezheb imâmından başka mezheb imâmları da vardı. Fakat bunların mezheblerinde olanlar azala azala bugün hiç kalmadı. Eshâb-ı kirâmın hepsi derin âlim ve müctehid idi. Her biri kendi mezhebinde idi. Hepsi de mezheb imâmlarımızdan daha üstün idi. Fakat bunların kitabları olmadığı için mezhebleri unutuldu. (Şa'rânî)

Mezheb Taklidi:

1. Amelde yapılacak işlerde bir müctehidin ictihâdlarına, fetvâlarına tâbi olma. Mevcût dört hak mezhebden birini öğrenip, kabûllenip, onunla amel etme.

Her müslüman vücud yapısına, yaşadığı iklim şartlarına, iş hayâtına göre kendisine daha kolay gelen ve meşhûr olan dört mezhebden birini seçer. Yâni bu mezhebin ilmihâl kitâbını okuyup, öğrenir, ibâdetlerini ve bütün işlerini bu mezhebi taklîd ederek yapar. Böylece bu mezhebe girmiş olur. Dört mezhebden birini taklîd etmeyen kimse, Ehl-i sünnetten (Peygamber efendimiz ve Eshâb-ı kirâmın yolunda olanlardan) ayrılmış olur. (Şernblâli)

Mezheb taklîdi demek; kitâb (Kur'ân-ı kerîm) ve sünnetten ayrılmış olmak değildir. Bilakis mezheb imâmının kitâb ve sünnetten bildirdiklerine uymak, yâni kitâb ve sünnete uymak demektir. (Abdurrahmân Silhetî, Nablüsî)

Bugün din bilgilerini bu dört mezhebden birinin ilmihâl kitablarından öğrenmekten başka çâre yoktur. Herkes kendine kolay gelen mezhebi seçer. Onun kitablarını okur, öğrenir. Her işini bu mezhebe uygun yapar. O mezhebi taklîd etmiş olur. (Yûsuf Nebhânî)

2.Dört mezhebden birine uyan kimsenin bir işi yapmada ihtiyâç veya zarûret (başka hiçbir çâre bulunmama) veya meşakkat (güçlük) bulunduğunda, diğer mezheblerden birinin bu mes'eleyle ilgili şartlarına uyarak faydalanma.

Bir kimse bağlı olduğu mezhebde, kendi anlayışına göre değil, dinde bildirilen ölçüler çerçevesinde bir hususta mecbur kalınca, diğer üç mezhebden birini taklîd edebilir. Fakat o mezhebin o hususla ilgili bildirdiği şartların hepsini de yapması lâzımdır. Meselâ Hanefî mezhebinde olan bir kimsenin Şâfiî mezhebini taklîd ederek necâset (pislik) bulaşmış kulleteyn (küçük havuz) miktârı sudan abdest alırsa, yüzü yıkarken niyet etmesi ve tertibe riâyet etmesi ve imâm arkasında Fâtihâ okuması ve namazda tâdil-i erkânı muhakkak yapması lâzımdır. Bunları yapmazsa namazın bozulacağı söz birliği ile bildirilmiştir. (Abdurrahmân İmâdî, Abdülganî Nablüsî)

Bir kimse bir mezhebe tâbi olunca, ihtiyâc olmadıkça başka mezhebi taklîd etmez. Fakat bir işi yapmakta kendi mezhebine uymak güç olursa, o işi başka mezhebi taklîd ederek yapması câiz olur. (Muhammed Hâdimî)

MEZHEBDE MÜCTEHİD:

Mezheb imâmının koyduğu usûl ve kâidelere uyarak, dînî delîllerden (kaynaklardan) yeni hükümler çıkarabilen İslâm âlimi. Buna müctehid-i mukayyed ve müctehid-i müntesib de denir. (Bkz. Müctehid)

İmâm-ı Muhammed Şeybânî, fıkıh âlimlerinin ikinci tabakasından olup, mezhebde müctehiddir. Hanefî mezhebini, yüzlerce kitab yazarak nakleden ve yayan odur. Güzel ahlâkı ve üstün hâlleri ile meşhûr idi. (İbn-i Âbidîn)

MEZHEBSİZ:

Müctehid (dînî delîllerden hüküm çıkarabilen büyük âlim) olmadığı hâlde, dört hak mezhebden birine tâbi olmayan, mezhebleri kabûl etmeyen ve dînî delillerden kendi anlayışına göre hüküm çıkarıp, buna göre amel eden veya böyle birine uyan kimse.

İbâdetlerin doğru olarak yapılmasını bildiren dört mezheb vardır. Bunlardan dördü de haktır, doğrudur. Bu dört mezheb; Hanefî, Şâfiî, Mâlikî, Hanbelî mezhebidir. Her müslümanın bu dört mezhebden birinin fıkıh kitâbını okuyup ibâdetlerini bu kitâba uygun yapması lâzımdır. Böylece bu mezhebe girmiş olur. Mezhebsiz olan, Ehl-i sünnet (Peygamber efendimizin ve Eshâb-ı kirâmın yolunda bulunanlardan) değildir. (Tahtâvî, Hamdullah Decvî)

Hak olan, doğru olan dört mezhebin îtikâdları yâni îmânları aynıdır. Îmânda ayrılıkları yoktur. Dördü de Ehl-i sünnet îtikâdındadır. Ehl-i sünnet îtikâdında olmayan ve dört hak mezhebden birine uymayan, bid'at (sapıklık) ehli veya mezhebsizdir.Bunlar kendilerine beşinci mezheb diyorlar. Beşinci mezheb diye bir şey yoktur. (Şehristânî ve Yûsuf Nebhânî)

Mezhebsizler, mezheb imâmı olan büyük âlimlerin üstünlüklerini kabûl etmezler. Kendilerinin de Kur'ân-ı kerîmden ve hadîs-i şerîflerden hüküm çıkarabileceklerini söylerler. Mezheblerden birisine tâbi olan kimseleri câhillikle ithâm ederler. Bin seneden beri gelmiş hâlis müslümanları ve mezheb imâmlarına uyan âlimleri küçük görerek kendilerini gerçek müslüman ve asrın ihtiyâçlarını kavramış geniş kültür sâhibi bir İslâm âlimi olarak tanıtırlar. (Seyyid Abdülhakîm Arvâsî)

Mezhebsizlik, dinsizliğe giden bir köprüdür. (Zâhid-ül-Kevserî)

Mezhebsiz; eğer Kur'ân-ı kerîmde ve hadîs-i şerîflerde açıkça bildirilen bir şeye inanmamış veya şüphe etmiş ise, kâfir (îmânsız) olur. Açık olarak bildirilmemiş şüpheli olan delîlleri te'vîl ederek (kendine göre yorum yaparak) yanlış mânâ vermiş ise, ehl-i bid'at (sapık) olur. (Hamdullah Decvî)

MEZMÛM:

Yerilen, kötülenen, beğenilmemiş, çirkin.

Kâfirlerin yaptıkları ve kullandıkları şeyler iki kısımdır: Birisi âdet olarak yâni her kavmin her memleketin âdet olarak yaptıkları şeylerdir. Bunlardan haram olmayıp, insanlara faydalı olanları yapmak ve kâfirlere benzemeği düşünmeyerek kullanmak günâh değildir. Pantolon, fes ve çeşitli ayakkabı, çatal, kaşık kullanmak, yemeği masada yemek ve herkesin önüne tabaklar içinde koymak ve ekmeği bıçaklarla dilimlere ayırmak ve çeşitli eşyâ ve âletleri kullanmak, hep âdete bağlı şeyler olup, mübâhtır, serbesttir. Bunları kullanmak, bid'at olmaz, günah olmaz. Bunlardan faydalı olmayanları, mezmûn olanları kullanmak ve yapmak harâm olur. Kâfirlerin kullandıkları şeylerin ikinci kısmı, onların ibâdet olarak yaptıkları, kâfirlik alâmeti olan şeylerdir ki, bunları yapmak ve kullanmak küfr (îmânsızlık) olur, haramdır. (İbn-i Âbidîn, İmâm-ı Birgivî)

MEZY (Mezî):

Dokunma, bakma ve düşünme gibi sebeplerle erkekten gelen beyaz şeffâf sıvı.

Hanefîde ve Şâfiî'de bir kimseden vedî (idrardan sonra gelen beyaz bulanık koyu sıvı) ve mezî çıkınca cünüp olmaz yâni boy abdesti alması gerekmez. Fakat abdest bozulur. (M. Mevkûfâtî)

Mezî ve vedî, Hanefî ve Mâlikî mezhebinde kaba necâsettirler. (İbn-i Âbidîn)

Vedî, mezî çıkınca dört mezhebde de abdest bozulur. Hanbelî'de gusl (boy abdesti) de lâzım olur. (Ekmelüddîn Bâbertî)

MIRDAR:

Leş. (Bkz. Leş)

MISHAF:

Kur'ân-ı kerîmin tamâmının yazılı olduğu mübârek kitab. (Bkz. Mushaf)

MISKA:

Şifâ âyet-i kerîme ve duâlarının yazılı olduğu kâğıt, muska. (Bkz. Rukye)

Kur'ân-ı kerîm ile ve duâ ile olan mıskaları yapmak ve kullanmak câizdir ve insanı korurlar. Kur'ân-ı kerîm maddî ve mânevî her derde şifâdır ve her harfi mübârektir, muhteremdir. (İbn-i Âbidîn)

MİHRÂB:

Mescid, câmi vb. ibâdet yerlerinin kıble tarafında imâmın namaz kıldığı yer.

İmâmın mihrâb içinde durması mekrûhtur. Ayakları, mihrâbın dışında olunca, mihrâb içine secde etmesi mekrûh olmaz. (Halebî)

Mihrâbı bulunmayan, hesab, yıldız gibi şeylerle de anlaşılmayan yerlerde, kıbleyi bilen, sâlih müslümanlara sormak lâzımdır. Kâfire, fâsıka (açıkça günah işleyene) ve çocuklara sorulmaz. (Dâmâd, İbn-i Âbidîn)

MİHRİCÂN GÜNÜ:

Eylül ayının yirmi üçüncü gününe rastlayan mecûsî bayramı.

Nevruz (Mart'ın yirmi birinci) ve mihricân günlerinde, bunların isimlerini söyleyerek hediye vermek haramdır. Bu günleri bayram bilerek hediye vermek, îmânı götürür. Bu günlerde hürmet için kâfire yumurta bile verenin îmânı gider. (Alâüddîn Haskefî)

MÎKÂİL ALEYHİSSELÂM:

Dört büyük melekten biri. Ucuzluk, pahalılık, kıtlık, bolluk yapmak, ferah ve huzûr getirmek ve her maddeyi hareket ettirmekle görevli melek.

Resûlullah efendimiz sallallahü aleyhi ve sellem Cebrâil'e; "Ey Cebrâil! Mîkâil'in güldüğünü hiç görmedim, bunun sebebi nedir?" diye sorduğunda, Cebrâil (aleyhisselâm; "Cehennem ateşinin tutuşturulduğu günden bugüne dek Mîkâil gülmemiştir" diye cevap verdi. (Muînüddîn Hirevî)

Allahü teâlâ, Muhammed aleyhisselâma gökte iki ve yerde iki yardımcı yaratmıştır. Bunlar gökte Cebrâil ve Mikâil, yerde hazret-i Ebû Bekr ve hazret-i Ömer'dir. (Nişancızâde)

MÎKÂT:

Hac ve umre için gelenlerin ihrâma girdikleri mevki, yer.

Mîkâtlar şunlardır:

Zülhuleyfe, Zât-i irk, Cuhfe, Karn (Karen) ve Yelemlem. Medîneliler, Zülhuleyfe'den; Bağdâd-Basra ahâlisi Zât-ı irk'ten, Şam ahâlisi Cuhfe'den ve Necid halkı Karen'den ve Yemen ahâlisi, Yelemlem'de ihrâma girerler. (M. Zihni Efendi)

Bir kimse ihrâmsız olarak mîkâtı geçtikten sonra ihrâma girerse, yasak olan şeyi işlediği için bir kurban lâzım olur. (M. Mevkûfâtî)

Olunca vâsıl-ı haddî mîkât

İki ihrâmdan aç; iki kanat.

(Nâbî)

(Mîkât'a gelince iki kanadını açarak, uçan bir kuş misâli iki parçadan ibâret olan ihrâmını giy.)

MİL:

Bin dokuz yüz yirmi metre olan bir uzunluk ölçüsü.

Abdest ve gusül (boy abdesti) almak için su bulamayan ve sudan bir mil uzak olan kimse, niyyet etmek şartıyla teyemmüm eder. (Molla Hüsrev)

MÎLÂD:

Doğum günü, Îsâ aleyhisselâmın doğum günü olduğu iddiâ edilen noel gecesi. (Bkz. Noel Gecesi)

Noel gecesi doğru olarak Mîlâd'ın, Aralık'ın 25'i veya Ocak'ın altıncı günü veya başka gün olduğu sanıldığı gibi, bugünkü Mîlâdî senenin bir veya dört sene az olduğu çeşitli dillerdeki kitablarda yazılıdır. (Hasib Bey)

Sorbon üniversitesi profesörlerinden Gungvebert, hazret-i Îsâ'nın mîlâdî târihinden on beş sene önce veya sonra doğduğu isbat edilemez diyor. Doğum senesi tahmin edilemeyince doğduğu gün elbette hesaplanamaz. (Yeni Rehber Ansiklopedisi)

MÎLÂDÎ YIL:

Hazret-i Îsâ'nın doğduğu iddiâ edilen yılı başlangıç kabûl eden ve 365,242 günlük güneş yılını esas alan takvim senesi.

Hicrî kamerî yılbaşı, hicrî şemsî ve mîlâdî yılbaşılarından on gün önce gelmektedir. Bundan dolayı müslümanların mübârek günleri veya geceleri, şemsî senelere nazaran her yıl on gün önce gelmektedir. Çünkü müslümanların mübârek günleri, güneş aylarına göre değil, hicrî kamerî aylara göre yapılır. Dînimiz böyle emretmektedir. (M. Sıddîk Gümüş)

Mîlâdî yıl altıncı yüzyıla kadar hiç kullanılmadı. İlk olarak Danyı adında bir râhip altıncı yüzyılın başlarında mîlâdî târih kullandı. (Yeni Rehber Ansiklopedisi)

Mîlâdî yıl kat'î olmayıp, günü de, senesi de şüpheli ve yanlıştır. Büyük âlim, İmâm-ı Rabbânî ve Burhân-ı Kâtı'ın yazarı mütercim Âsım Efendi'nin bildirdiklerine göre, Îsâ aleyhisselâm ile Peygamberimiz arasındaki zaman, bin seneden az değildir. (M. Sıddîk Gümüş)

MİLHAFE:

Kadının sokağa çıkarken giydiği manto ve ferâce gibi uzun geniş örtü.

Senede, biri yazlık biri kışlık olmak üzere iki milhafe alması, erkeğin zevcesine (hanımına) olan nafakasındandır. (İbn-i Nüceym)

MİLLET:

1.               Din, dil ve târih berâberliği bulunan insan cemâati, topluluğu, kavim.

Bugün dünyâdaki kâfirler iki türlüdür. Birincisi kitâblı kâfirler yâni hıristiyan ve yahûdîler olup, öldükten sonra dirilmeğe, âhiretteki sonsuz hayâta inanıyorlar. Avrupa ve Amerika milletleri kitablıdır. İkincisi kitabsız kâfirler yâni müşrikler olup, her şeyi yapan bir Allah'ın bulunduğuna inanmazlar. (M. Sıddîk Gümüş)

2.               Din; kullarının dünyâda ve âhirette râhat ve huzûra kavuşmaları için Allahü teâlânın peygamberleri vâsıtasıyla gösterdiği yol.

Allahü teâlâ, âyet-i kerîmede meâlen buyurdu ki:

Kendini bilmeyenden başka İbrâhim'in (aleyhisselâm) milletinden kim yüz çevirir. Gerçekten biz onu dünyâda seçtik. O, âhirette dahi gerçek sâlihlerdendir. (Bekara sûresi: 130)

(Ehl-i kitâb); bir de "Yahûdî veya hıristiyan olun ki, hidâyet bulasınız" derler. Sen de, deki: "Hayır biz hak yol üzere bulunan İbrâhim (aleyhisselâm) milletiyiz. O, hiçbir zaman müşriklerden (puta tapanlardan) olmadı. (Bekara sûresi: 135)

(Yûsuf aleyhisselâm dedi ki:) Atalarım İbrâhim, İshâk ve Yâkub'un milletine uydum. Bizim, Allah'a ortak koşmamız olacak şey değildir. Bu bize ve insanlara Allah'ın bir lütfudur. Lâkin insanların çoğu şükretmezler. (Yûsuf sûresi: 38)

Milletim, millet-i İslâm'dır. Îtikâdda Ehl-i sünnet ve cemâat, amelde Hanefî mezhebindenim. Âdem aleyhisselâmın zürriyetindenim. (Muhammed bin Kudbüddîn İznikî)

MİLLİYETÇİLİK (Milliyet):

Aynı vatanda aynı toprakta doğup yetişenlerin din, örf-âdet ve menfeat birliği.

İslâmiyet "posa ırkçılığını" ve ırk ve kavim üstünlüğü iddiâlarını câhiliyye devri âdetleri olarak reddetmekle birlikte, aslâ, müslümanları, soyunu, kavmini ve ırkını red ve inkâr etmeye dâvet etmemektedir. Aksine böyle bir fiili harâm saymaktadır. Kaldı ki; "Vatan sevgisi îmândandır", "Kişi kavmini sevmekle suçlanamaz" ve "Kavminin efendisi, kavmine hizmet edendir" diye buyuran Resûlullah efendimizin dînini; kavimlerin, milletlerin ve milliyetçiliğin aleyhine kullanmak mümkün değildir. İslâmiyet bunları yok etmez, kardeş olmaya dâvet eder. (S. Ahmed Arvâsî)

MİNÂ:

Mekke-i mükerremenin doğusundaki dağların eteğinden Arafât'a giden yol üzerinde bulunan yer. Hac ibâdeti esnâsında kurban kesmek ve cemre (şeytan) taşlamak için buraya gidilir. İbrâhim aleyhisselâm, kurban etmek için, oğlu İsmâil'i buraya götürmüştü.

Minâ Mekke'nin, Müzdelife Minâ'nın, Arafât da Müzdelife'nin kuzeyindedir. Son yapılan asfalt caddelere göre Minâ ile Mekke arası 4,5, Minâ ile Müzdelife arası 3,3 ve Müzdelife ile Arafât arası 5,4 kilometredir. (M. Sıddîk Gümüş)

Haccın sünnetleri on birdir. Bunlardan biri de imâmın üç yerde hutbe okumasıdır. Birisi Zilhicce ayının yedinci günü Mekke'de, ikincisi, dokuzuncu günü öğle namazı, öğle ve ikindi namazlarından önce Arafât'ta, üçüncüsü, on birinci (kurban bayramının ikinci) günü Minâ'da okunur. (İbn-i Nüceym)

Kurban bayramının birinci günü güneş doğmadan önce Meş'aril-haram denilen yerden Minâ'ya hareket edilir.Minâ'ya gelince, Mescid-i Hîf'e en uzak olan Cemre-i akabe denilen yerde sağ elin baş ve şehâdet parmaklarıyla iki buçuk metreden veya daha uzaktan Cemre yerini gösteren duvarın dibine nohut kadar yedi taş atılır. Sonra hiç durmadan buradan gidilip kurban kesilir. Bayramın birinci günü Minâ'da olanlar ve bütün hacılar bayram namazı kılmaz. (İbn-i Âbidîn)

Mekke-i mükerremede Minâ pazarında, genç bir tâcir aşağı yukarı elli bin altın değerinde alış veriş yapıyordu. O esnâda, kalbi, Allahü teâlâyı bir an unutmuyordu. (Hâce Behâeddîn-i Buhârî)

MİNÂRE:

Câmilerde, müezzinlerin çıkıp ezân okuduğu yüksek yer.

Minâre ilk defâ Mısır vâlisi Mesleme bin Mahled tarafından hazret-i Muâviye'nin emri ile yaptırılmıştır. (İbn-i Âbidîn)

Minâre yapmak, müstehâbdır. Çünkü müezzinin, ezânı yükseğe çıkıp okuması sünnettir.Minâre, bu sünnete yardım etmektedir. (Abdülganî Nablüsî)

Mezar üzerine mum yakmak, minârede kandil yakmak ve câmilerde şarkı ve oyun havaları şeklinde mevlîd okutmak gibi adaklar adak olmaz. (İbn-i Âbidîn)

MİNBER:

Câmilerde hatiplerin hutbe okumaları için yapılmış merdivenli yüksek yer.

Kabrim ile minberim arası Cennet bahçelerinden bir bahçedir. (Hadîs-i şerîf-Minhet-ül-Vehbiyye)

İmâm hutbe okumak için minbere çıkınca, cemâatin namaz kılması ve konuşması haram olur. (Kâşânî)

Minber-i Nebevî:

Resûlullah efendimizin hutbe okudukları minber.

MİNNET:

1.               Yapılan bir iyiliği, verilen bir şeyi başa kakma. Minnetin bu kısmı İslâmiyet'te yasaklanmıştır.

Kur'ân-ı kerîmde meâlen şöyle buyruldu:

Sadakalarınızın sevâbını minnet ve ezâ ile heder etmeyin, boşa çıkarmayın. (Bekara sûresi: 264)

Minnet edenin sadakasını Allahü teâlâ kabûl etmez. (Hadîs-i şerîf-İhyâ)

Minnet akıl ve iz'andan soyunmuş özü-vicdânı çürük kişilere yaraşır. Böyleleri bir kimseye bir iyilik ettikleri zaman onu ya söz veya davranışlarla açıklamaya kalkışarak zavallıyı mahcub eder ve gönlüne ızdırap yüklerler. (Ahmed Rıfat)

2.               Görülen iyiliğe karşı teşekkür etme.

Gaflet ve şaşkınlığa kapılarak, ana-babanın kalbini kırarsan derhal onların rızâsını almaya çalış, yalvar, minnet eyle ve her ne sûretle olursa olsun, onların gönlünü al. Ana-babanın evlâdı üzerinde hakları çok büyüktür. (Süleymân bin Cezâ)

Allahü teâlâya hamdü senâlar olsun ki, üç seneden beri müslümanım.Mes'ûd bir hayâta kavuştum. Bana İslâmiyet'i anlatıp müslüman olmama vesîle olanlara minnet borcum çoktur. (Ömer Mita-Japon)

3.               Allahü teâlâya hamd ve senâ etmek, şükretmek.

Allahü teâlâya hamd ve minnet ederiz ve O'nun Peygamberine sonsuz salât ve selâm ederiz. Selâmette ve âfiyette olmanız ve doğru yolda bulunmanız ve ilerlemeniz için Allahü teâlâya duâ ederiz. Kıymetli ve merhametli efendim! Kazanç zamânı geçip gidiyor. Her geçen an, ömrümüzü azaltmakta, ecel zamânı yaklaşmaktadır. Bugün aklımızı başımıza toplamazsak, yarın âh etmekten ve pişmanlıktan başka elimize bir şey geçmez. Bu birkaç günlük sağlık zamânında dînin emirlerine uygun yaşamaya çalışmalıyız! Ancak böylece kurtulmamız umulur. (İmâm-ı Rabbânî)

Minnet Allahü teâlâya ki, O'na tâatte bulunmak, beğendiği işleri yapmak, O'na yakınlaştırır. O'na şükretmekle nîmet artar. Alınan her nefes, hayâtın devâmını sağlar. Verilen nefes, insanı rahatlatır. O halde, her nefeste iki nîmet vardır. Her nîmete bir şükür lâzımdır. (Sâdî-i Şîrâzî)

Hayat yolunda bizim taşıyabileceğimiz ve öteki dünyâya da götürebileceğimiz biricik servet; Allahü teâlâya hamd ve senâ etmek (O'na minnet bildirmek) ve O yüce kudret sâhibine sevgi ile bağlanmak, O'na ibâdet etmektir. (William Pickhard-İngiliz)

4.               Nîmete kendi eliyle, kendi çalışmasiyle kavuşmadığını, Allahü teâlânın lütfu ve ihsânı olduğunu düşünmek. Ucbun (kendini ve işlerini beğenme hâlinin) zıddı.

MİNNETDÂR:

Birinden gördüğü iyileğe karşı mahcup ve müteşekkir kalan.

Kur'ân-ı kerîmi toplayan, Şeyhayn'dır (hazret-i Ebû Bekr ve hazret-i Ömer'dir). Bugün bilinen İslâm ilimlerinin hepsini, Şeyhayn ortaya koydu. Arabı, Acemi hidâyete getiren, Şeyhayn'dır. Şeyhayn'a bütün insanlar minnetdârdır. Bunu anlayamamak, güneşi görmemeye benzer. (Veliyyullah-ı Dehlevî)

Din bilgilerinde ve dünyâ işlerinde kendisine minnetdâr olduğum bir kişi vardır. O da İmâm-ı Muhammed'dir. (İmâm-ı Şâfiî)

Mİ'RÂC:

1. Merdiven.

Resûlullah efendimiz, Mekke şehrinden, Kudüs'teki Mescid-i Aksâ'ya geldikleri zaman, peygamberlerin rûhları, insan şekillerinde orada hazır bulundu. Bir anda Kudüs'ten yedinci göke kadar, bilinmeyen bir mîrâc ile çıkarıldı. (Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî)

2.Peygamber efendimizin sallallahü aleyhi ve sellem elli iki yaşında uyanık iken, beden ile, hicretten altı ay önce Receb ayının yirmi yedinci gecesi, Mekke-i mükerremede Mescid-i Harâm'dan Kudüs'e ve oradan göklere ve bilinmeyen yerlere götürülüp, getirilmesi.

Mi'râc gecesi bir cemâate uğradım. Önlerine nefis yemekler koymuşlar. Bir yanda da leş duruyor. O nefis yemekleri bırakmış, leş yiyorlardı. "Bunlar kimlerdir?" dedim. Cebrâil aleyhisselâm; "Bunlar, helâli terk edip, harama meyl eden erkek ve kadınlardır.

Helâl malları varken, haram yiyen kimselerdir" dedi. (Hadîs-i şerîf-Meâric-ün-Nübüvve)

Mi'râca götürüldüğüm gece, Cennet'te bir seviyeden yüksek yapılmış köşkler gördüm. Dedim ki: "Yâ Cebrâil! Bunlar kimin içindir?" Buyurdu ki: "Öfkesini yutanlar ve insanları affedenler içindir. (Hadîs-i şerîf-Râmûz-ül-Ehâdîs)

Mi'râc gecesi, çok fecî ve elîm bir şekilde kendi kendilerine azâb eden bir takım insanlar gördüm. Cebrâil aleyhisselâma sordum ki: "Yâ Cebrâil! Bunların günâhı nedir? Niçin böyle kendi kendilerine azâb ederler?" Cebrâil aleyhisselâm dedi ki: "Bunlar, başkalarının ayblarını (kusûrlarını) açığa çıkaranlardır. (Hadîs-i şerîf-Meâric-ün-Nübüvve)

Allahü teâlânın Muhammed aleyhisselâma olan ihsânlarının en şereflilerinden biri de, O'na mi'râc mûcizesini vermesidir. Bu mûcizeyi O'ndan başka hiçbir peygambere vermemiştir. Resûlullah'ın Mekke'den Mescid-i Aksâ'ya götürüldüğü, Kur'ân-ı kerîmde İsrâ sûresinin birinci âyet-i kerîmesinde açıkça bildiriliyor (mi'râcın bu kısmına isrâ' denir). Buna inanmıyan kâfir olur. Mescid-i Aksâ'dan göğe çıkarıldığını meşhûr hadîsler haber veriyor. Buna inanmıyan ise, bid'at ehli, sapık ve fâsık (günahkar) olur. Mîrâcın uyanık iken ve cesed ile olduğunu, Eshâb-ı kirâmın ve Tâbiînin ve hadîs âlimlerinin ve fıkıh âlimlerinin ve kelâm âlimlerinin çoğunluğu haber vermişlerdir. Böyle olduğunu sahîh hadîsler bildirmektedir. Mi'râc çok defâ olmuştu. Bunlardan biri uyanık iken ve cesed ile idi. Ötekiler yalnız rûh ile idi. Âişe (r.anhâ) rüyâda rûh ile olan mi'râclardan birini haber vermektedir. Onun bu haberi, uyanık iken cesed ile olan mi'râcın yok olduğunu göstermez. (Abdülhak Dehlevî, İsmâil Hakkı Bursevî, Muhammed Behâüddîn)

Beş vakit namaz mi'râc gecesi farz oldu. Peygamber efendimiz sallallahü aleyhi ve sellem, mi'râcda cennetleri ve cehennemleri ve Allahü teâlâyı gördü. Yalnız bu görmesi, dünyâ görmesi ile değil, âhiret görmesi ile oldu. Çünkü o gece zaman ve mekân çevresinden dışarı çıktı. Bu görmeğe dünyâda gördü demek, mecâz olarak denilmiştir. Dünyâdan gidip gördüğü ve yine bu dünyâya geldiği için böyle denilmiştir. (İmâm-ı Rabbânî)

MÎRÂS:

Vefât eden kimsenin, geride kalan akrabâlarına bıraktığı mal ve haklar.

Allahü teâlâ, Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyurdu ki:

(Ey Resûlüm!) babası ve çocuğu olmıyanın mîrâsı hakkında senden dînin hükmünü istiyorlar. De ki, Allah, babası ve çocuğu olmayan için şöyle beyân eder: Eğer bir kimse ölür de çocuğu bulunmazsa ve geride ana-baba bir veya baba bir olan tek bir kız kardeşi olursa, terikenin yarısı bunundur. Eğer ölen bir kadının geride çocuğu kalmaz da erkek kardeşi bulunursa, o, terikenin tamâmına vâris olur. Ölenin iki veya daha çok kız kardeşi varsa, bunlara terikenin üçte ikisi vardır. Eğer kardeşler erkek ve kadın olurlarsa erkek için iki kadın payı vardır. Şaşırırsınız diye Allah size dîninizin hükümlerini açıklıyor. Allah her şeyi hakkıyla bilendir. (Nisâ sûresi: 176)

Küçük çocukları olan veya mîrâsa muhtaç bâliğ (ergen) ve sâlih çocukları bulunan hastanın, malından nâfile hayrât ve hasenâtı (iyilik yapılmasını) vasiyyet etmeyip çocuklarına bırakması daha iyidir. (İbn-i Âbidîn)

Malını, hayrâta (iyi yerlere) sarf edip, fâsık (haram ve günah işleyen) çocuğuna mîrâs bırakmamalıdır. Çünkü günâha yardım etmek olur. (Kerderî)

MÎRÎ TOPRAK:

Beytülmâle yâni devlete âit toprak. (Bkz. Arâzi)

MÎSÂK:

Söz verme, sözleşme, andlaşma.

1. Allahü teâlânın, Âdem aleyhisselâma ve bütün zürriyetine (ondan gelecek insanlara); "Ben sizin Rabbiniz değil miyim?" diye hitâb buyurması, onların da; "Evet, sen Rabbimizsin" diye cevab vermeleri. (Bkz. Ahd)

Hadîs-i şerîfte buyruldu ki: "Kur'ân-ı kerîm hüzün ile inmiştir. Onu okurken kusurlarınıza ve ilerdeki tehlikelere karşı üzüntünüzü gösteriniz." Üzüntüsünü açıklamanın yolu, oradaki korkutucu, azâb verici, mîsâk ve muâhede âyetlerini düşünmekle, sonra da nehy (yasaklarına) ve emirlerine karşı kusurlarını hatırlamakla olur. Şüphesiz bunları gereği gibi düşünen insan hem mahzûn olur, hem de ağlar. Şâyet ağlıyamıyorsa, ağlıyamadığına üzülmelidir. Çünkü Kur'ân'ın bu gibi âyetlerinden üzüntü duymamak büyük musîbettir. (İmâm-ı Gazâlî)

2.Yemîn ile kuvvetlendirilen söz verme.

Allahü teâlâ için yemîn ediyorum demek, yemîn olur. Allah'a ahd ediyorum (söz veriyorum), Allah'a mîsâk ediyorum demek, yemîn olur... (Alâüddîn-i Haskefî, Halebî)

MİSKAL:

Bir çeşit ağırlık ölçü birimi.

Bir miskal; Hanefî mezhebinde 4,8 gram, Şâfiî mezhebinde ise 3,45 gramdır. (Süleymân bin Cezâ)

Üzerine bulaşan necâset, bir miskalden az ise yıkamak sünnettir. Bir miskal bulaşmış ise yıkamak vâcib, fazlasını yıkamak farzdır. (Kutbüddîn İznikî)

Altının, zekât verilmesi farz olan miktârı yirmi miskaldir. (Kâşânî)

MİSKÎN:

1. Bir günlük nafakasından (yiyeceğinden, giyeceğinden) fazla bir şeyi olmayan müslüman.

Allahü teâlâ, âyet-i kerîmelerde meâlen buyurdu ki:

... Fazla ihtiyarlık ve devamlı hastalık gibi sebeblerle oruç tutmaya güç yetiremeyenler üzerine, bir miskîn doyuracak kadar fidye vermek lâzımdır... (Bekara sûresi: 184)

Akrabâya, miskîne ve yolda kalmışa hakkını ver. Bununla berâber (malını) büsbütün saçıp savurma! (İsrâ sûresi: 26)

Her şeyin bir anahtarı vardır. Cennet'in anahtarı da, fakîr ve miskînleri sevmektir. Fakîr ve meskînler, sabırları sebebiyle kıyâmet günü Allahü teâlâya yakın bulunacaklardır. (Hadîs-i şerîf-Dâre Kutnî)

Bir kimse, kalbinde katılık bulunduğundan şikâyet edince, Resûlullah efendimiz ona; "Yetimin başını okşa ve miskîni doyur!" buyurdular. (Hadîs-i şerîf-Dimyâtî) Zekât verilecek yedi sınıf kimseden birisi de miskîndir. (İbn-i Âbidîn) 2. Dervîş.

Miskîn Yûnus var yârına, Koma bugünü yârına, Yârın Hakk'ın dîvânına, Varam Allah deyü deyü!.. (Yûnus Emre)

MİSLÎ:

Çarşıda, pazarda aynı evsâfta, özellikte benzeri bulunan, fiyatları farklı olmayan mal.

Ağırlıkla, hacim ve uzunlukla ölçülenlerden fabrikada, tezgâhta yapılan şeyler ve sayı ile ölçülenlerden, aynı büyüklükte olanlar ve aynı büyüklükteki yumurta ve karpuz mislî maldır. (İbn-i Âbidîn)

Mislî malı telef eden, benzerini, mislî olmıyan malı telef eden, kıymetini öder. (İbn-i Âbidîn)

MİSVÂK:

Bir karış büyüklüğünde kesilmiş, dişleri temizlemek için kullanılan ve Erak denilen ağaçtan veya zeytin dalından yapılan ağaç fırça.

Misvâk; ağzı temizlemeye, cenâb-ı Hakk'ın rızâsına kavuşmaya vesîledir. (Hadîs-i şerîf-Beyhekî)

Misvâk kullanarak kılınan namaz, misvâk kullanmadan kılınan namazdan yetmiş kat üstündür. (Hadîs-i şerîf-Reddülmuhtâr)

Abdest alırken misvâk kullanmak sünnet-i müekkededir (kuvvetli sünnettir). Misvâk, düz ve ikinci küçük parmak kalınlığında, bir karış boyunda olmalıdır. Misvâk, Arabistan'da yetişen Erak ağacının dalıdır. (Düzgün ucundan iki santimetre kadar, kabuğu soyulup, burası birkaç saat suda tutulur. Sonra ezilince, fırça gibi açılır). Erak ağacı bulunmazsa, zeytin dalından yapılır. Nar ağacından yapılmamalıdır. (İbn-i Âbidîn)

Misvâk kullanmanın on beş faydası vardır. Bunlar; sekerât-ı mevtte (son nefeste) Kelime-i şehâdeti söylemeye sebeb olur, dişlerin etlerini pekiştirir, safrayı keser, balgamı ve ağız kokusunu giderir, Allahü teâlâ ondan râzı olur, baş damarlarını kuvvetlendirir, gözleri nûrlanır, hayrı ve hasenâtı (iyilikleri) çok olur, sünnet ile amel etmiş olur, ağzı temiz olur, fasîh-ul-lisân yâni güzel konuşmaya vesîle olur, şeytan gamlanır, misvâklı olarak kılınan iki rek'at namazın sevâbı, misvâksız olarak kılınan yetmiş rek'at namazın sevâbından daha çok olur. (Muhammed bin Kutbüddîn İznikî)

Hazret-i Ömer zamânında Şam civârında bir kal'a muhâsara edildi. Öğleye kadar kal'a feth edilemedi. Hazret-i Ömer gadaba geldi. İslâm askerlerini huzûruna çağırdı. "Kal'a feth edilemedi. Kâfirler İslâm askeri karşısında bu kadar dayanamazdı. Aramızda birisi bir kusur işlemiş olmasın" buyurdu. Askerler hayret edip, tövbe ve istiğfâr etmeye başladılar. O sırada bir kişi ağlayarak hazret-i Ömer'in huzûruna geldi. "Ey mü'minlerin emîri! Bu gece teheccüde kalktığım zaman karanlık olduğu için misvâkımı aradım, fakat bulamadım. Bu sebeble misvâksız namaz kıldım. Sizin aradığınız kusuru ben işledim" dedi. Hazret-i Ömer ona; "Tövbe ve istiğfâr etmeye devâm et" buyurdu. O da tövbe ve istiğfar okumaya başladı. Bir saat sonra kal'a fetholundu. (Evliyâlar Ansiklopedisi)

MİSYONERLİK:

Propaganda yaparak belirli bir fikir ve inancı yayma işi. Dar anlamda, henüz hıristiyanlığı kabûl etmemiş ülkelerde veya hıristiyan ülkelerde çeşitli isimler altında hıristiyanlığı yayma ve hıristiyanlık propagandası yapma faâliyeti. Bu çalışmaları yürüten râhib, papaz ve din adamlarına misyoner, bu çalışmaları yapan teşkîlâta da Misyonerlik teşkîlâtı adı verilir.

Avrupalılar, hıristiyanlık inancını yaymak ve milletleri hıristiyanlaştırmak için misyoner teşkîlâtını kurdular. İktisâdî (ekonomik) bakımdan dünyânın en kuvvetli teşkîlâtı hâline gelen kilise ve misyoner teşkîlâtları akıl almaz bir çalışmanın içine girdiler. Hıristiyanlığı İslâm memleketlerinde yayabilmek için korkunç bir İslâm düşmanlığı başlattılar. İslâm memleketlerinin her yerine hıristiyanlığı öven binlerce kitap, mecmûa ve broşür gönderdiler. Bugün de güzel memleketimizde durmadan hıristiyanlığı anlatan kitap, mecmûa (dergi) ve broşürler, misyonerlik teşkîlâtı tarafından dağıtılmakta, posta ile yurt dışından adreslere gönderilmektedir. (Muhammed Sıddîk bin Saîd)

Târih göstermiştir ki, misyonerler gâyelerine erişmek için her türlü vâsıtayı mübâh (sakıncasız) gören bir zihniyete sâhib olmuşlardır. Asya ve Afrika milletlerini, asırlar boyu sömüren devletlerin en büyük yardımcıları misyonerler ve misyonerlik teşkîlâtları olmuştur. Misyonerler, girdikleri memlekette sâdece kendi dinlerini yaymakla meşgûl olmazlar. O memleketteki milleti meydana getiren maddî ve mânevî değerleri tahrib ederler. Tahrîb ettikleri millî duyguların enkazı üzerine kendi inançlarını binâ etmeye çalışırlar. Ellerinde bulunan bütün imkânlarını bu yolda kullanırlar. (Yeni Rehber Ansiklopedisi)

MİŞNÂ:

Yahûdîlerin Tevrât'tan sonra mukaddes kabûl ettikleri Talmûd kitâbının iki kısmından biri.

Mişnâ, İbrânice "tekrar" demektir. Sözlü emirlerin kânun hâline getirilmiş ilk hâlidir. Yahûdî îtikâdına göre, Allahü teâlâ Mûsâ aleyhisselâma, Tûr dağında Tevrat kitabını (Yazılı emirleri) verdiği gibi, bâzı ilimleri yâni (sözlü emirleri) de söyledi. Mûsâ aleyhisselâm bu ilimleri Hârûn, Yûşâ ve Elîazar'a aleyhimüsselâm bildirdi. Bunlar da kendilerinden sonra gelen peygamberlere bildirdiler. Elîazar, Şuayb aleyhisselâmın oğludur. Bu bilgiler hahamlardan hahamlara rivâyet edildi. Mîlâddan önce 538 ve mîlâddan sonra 70 senelerinde çeşidli Mişnâlar yazıldı. Bunlara Yahûdîlerin âdetleri, kânun müesseseleri, hahamların bir mevzudaki tartışmaları ve şahsî görüşleri de karıştırıldı. Böylece Mişnâlar, hahamların indî görüş ve münâkaşalarını ifâde eden kitablar hâline geldi. Diğer Mişnâları içinde toplayan en son ve en meşhur Mişnâ, mîlâdın ikinci asrında yahûdî hahamlarından Yehûda tarafından yazıldı. Yehûda'dan sonra gelen hahamlar, Mişnâ'ya ilâveler ve şerhler yapmışlardır. Mişnâ'nın lisanı, kendisinde Yunanca ve Latincenin tesiri görülen Yeni İbrânicedir. Mişnâ'nın yazılmasından maksat, yazılı emr kabûl edilen Tevrat'ı tamamlayıcı olan sözlü emirleri tanıtmaktır. Mişnâlar, Tevratlardan daha basît olup, kelime ve cümle şekilleri onlardan çok farklıdır. Emirler, umûmî kâideler şeklinde bildirilmiştir.Dikkat çekici misâller verilmiştir. Vâki' olmuş hâdiselere bâzan rastlanır. Emirler beyan edilirken kaynak olarak Tevratların âyetleri verilir. Mişnâ altı kısımdan meydana gelir: 1) Zerâim (tohumlar), 2) Moed (Mübârek günler. Bayram ve oruç günleri gibi), 3) Nâşim (Kadınlar), 4) Nezikin (Zararlar), 5) Kedaşim (Mukaddes şeyler), 6) Tehera (Tahâret, temizlik). Bunlar altmış üç risâleye, risâleler de cümlelere ayrılmıştır. (Harputlu İshâk Efendi)

Mİ'YÂR:

1-Ölçü âleti.

Akıl; his kuvveti ile anlaşılabilen veya hissedilenlere benzeyen ve onlara bağlılıkları bulunan şeyleri birbirleri ile ölçerek, iyilerini kötülerinden ayırmaya yarayan bir mi'yârdır. O hâlde, peygamberlerin bildirdikleri şeylere, akla danışmaksızın inanmaktan başka çâre yoktur. Peygamberlere tâbi olmak, aklın gösterdiği bir lüzûmdur ve aklın istediği, beğendiği bir yoldur. (İmâm-ı Gazâlî)

2.Kendisinde yalnız bir vâcibin (farzın) edâ edildiği, başka bir vâcibin edâ edilemediği vakit.

Ramazan ayı bu aydaki farz orucun mi'yârıdır. Bu ayda Ramazân orucundan başka bir oruç tutulamaz. Bunun içindir ki, Hanefîlere göre bir kimse Ramazân-ı şerîfte nâfile oruca niyet etse, o yine Ramazan orucundan sayılır. (Serahsî)

MİZÂC:

Huy, tabîat, bir kimsenin yaratılıştan gelen özelliklerinin hepsi. (Bkz. Huy)

Gadaba gelen (kızan, öfkelenen) insan, aklın kontrolünden çıkmış olduğundan; bu kimsede basîret (kalb gözü, derin ve ince anlayış), düşünce, irâde (kendine hâkim olma) ve fikir diye bir şey kalmaz. Nice insanlar var ki, yaratılış îtibâriyle çabuk kızarlar. Hattâ, yüzünden gadab (kızgınlık) akar. Kalbin harâret mizâcı da buna yardımcı olur. Zîrâ gadab, ateştendir. Nitekim, Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur: "Mizâcın burûdeti (soğukluğu); gadabı (kızgınlığı) söndürür ve şehveti kırar. (İmâm-ı Gazâlî)

MİZÂH:

Latîfe, şaka.

Ben mizâh konuşurum, fakat doğru konuşurum. (Hadîs-i şerîf-İhyâu Ulûmiddîn)

Alay, şaka ve mizâhtan kaçınınız. Zîrâ insanın şerefini kırar, vekarını (ağırbaşlılığı) azaltır. (Hazret-i Ömer)

Az olmak şartı ile arada bir mizâh mübâhtır (serbesttir). Ancak mizâhı âdet ve meslek hâline getirmemeli ve doğru söylemelidir. Çünkü fazla şaka, mizâh vakti öldürür ve çok güldürür. Çok gülmek ise, kalbi karartır. Heybet ve vekarı giderir. (İmâm-ı Gazâlî)

Mizâhın azı kötü değildir. Çünkü mizâh, gönül açıcı ve kalb temizleyicidir. Mizâhta aşırılığa kaçmamalı ve devamlı olmamalıdır.Mizâhta aşırılığa kaçılırsa, çok gülmeğe sebeb olur. Çok gülmek ise kalbi karartır. (Muhammed Hasan Can)

MÎZÂN:

1.Terâzi, ölçü âleti.

Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyuruyor ki:

... (Şuayb aleyhisselâm), Kavmine şöyle dedi: Rabbiniz tarafından size açık mûcize geldi. Artık kileyi, mîzânı tam tutun. İnsanların haklarını yerine getirmekte noksanlık yapmayın. (Peygamberler ve onlara tâbi olanların vâsıtasıyla) ıslâh olan yeryüzünü (küfür ve hîlelerinizle) fesâda vermeyin. Eğer benim sözümü tasdîk ederseniz, (bu söylediklerim) sizin için hayırlıdır." (A'râf sûresi: 85)

Şuayb aleyhisselâm Eyke halkını; ölçüyü ve mîzânı tam yapmaya, insanların hukûkuna riâyet etmeye, yeryüzünde fesâd çıkarmamaya, Allahü teâlâdan korkmaya ve takvâ üzere olmaya dâvet etti. (Fahrüddîn-i Râzî)

2. Kıyâmet günü insanların günâh ve sevâbını tartan ve nasıl olduğu bilinmeyen terâzi. Alahü teâlâ, Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyuruyor ki:

Biz kıyâmet gününe mahsûs adâlet mîzânları kurarız. Artık hiç kimse hiçbir şeyle haksızlığa uğratılmayacaktır. (Yapılan amel) hardal tânesi kadar bile olsa, onu getiririz (mîzâna koyarız). Hesâb gören olarak biz (herkese) yeteriz. (Enbiyâ sûresi: 47)

Artık kimin (sevâb) mîzânı ağır gelirse onlar korktuklarından emîn, umduklarına kavuşanların tâ kendileridir. Kimin de mîzânı hafif gelirse, onlar kendilerine yazık edenlerdir. (Onlar) Cehennem'de ebedî kalıcıdırlar. (Mü'minûn sûresi: 102, 103)

Mîzânda güzel ahlâktan daha ağır gelecek hiçbir şey yoktur. (Hadîs-i şerîf-Edeb-ül-Müfred)

Bir kimse kıyâmette mîzâna getirilir. Sonra her birinin büyüklüğü, gözün görebileceği uzunlukta olan doksan dokuz amel defteri getirilir. Bu defterlerde o kimsenin iyilik ve kötülükleri yazılıdır. Günâhı sevâbından çok gelip, Cehennem'e gönderilir. Cehennem'e giderken, Allahü teâlâ katından bir ses duyulur; "Acele etmeyiniz. Onun tartılmayan bir şeyi vardır" der. Baş parmağı ucu kadar bir şey getirilir. Üzerinde Lâ ilâhe illallah Muhammedün Resûlullah yazılı olur. Sevâb kefesine konur. Böylece sevâbı, günâhından ağır gelir ve Cennet'e gitmesi emrolunur. (Hadîs-i şerîf-Ahlâk-ül-Ulemâ)

İyi ameller güzel sûretlerle, kötü ameller de çirkin kıyâfetlerle gelecek, mîzâna konacaktır. (İbn-i Abbâs)

Ömür tamam olup defter dürülür

Sırat Köprüsü ve mîzân kurulur

Hakk'ın dergâhında elbet durulur

Buyruğu tutulur ferman eğlenmez. (Aziz Mahmûd Hüdâyî)

MİZMÂR:

1.               Her türlü çalgı âleti, ney türünden, biri kamış, diğeri ağaçtan olmak üzere iki parçadan meydana gelmiş olan âlet, düdük, kaval, fülüt.

Bir zaman gelir ki, müslümanlar birbirlerinden ayrılır, parçalanırlar. İslâmiyet'i bırakıp kendi düşüncelerine, görüşlerine uyarlar. Kur'ân-ı kerîmi mizmârlardan yâni çalgılardan şarkı gibi okurlar. Allah için değil, keyf için okurlar. Böyle okuyanlara ve dinleyenlere hiç sevâb verilmez. Allahü teâlâ bunlara lânet eder, azâb verir. (Hadîs-i şerîf-Müsâmere)

Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem kıyâmet alâmetlerini sayarken buyurdu ki: "Hâkimler rüşvet alarak haksız karar verir. Adam öldürmek çoğalır. Gençler ana-babalarını, hısım-akrabâsını aramaz, saymaz olur. Kur'ân-ı kerîm mizmârdan, yâni çalgı âletlerinden okunur. Tecvîd ile güzel okuyanları, İslâmiyet'e uyan hâfızları dinlemeyip, mûsikî ile şarkı gibi okuyanları dinlerler." (Hadîs-i şerîf-Tergîb-üs-Salât)

Keyf ve eğlence için her mizmârı çalmak ve dinlemek haramdır. Çalgı, içki içenlerin âdetidir. İçki ise, nefsin arzûlarını yâni şehveti harekete getirir. Yalnız muhârebede (savaşta) askerin moralini kuvvetlendirmek için bando, mızıka çalmak ve bunlara sulh zamânında da hazırlanmak ve düğünlerde davul def çalmak, her müslümana câizdir. (İmâm-ı Gazâlî)

2.               Güzel ses.

Bir gün Resûlullah efendimiz sallallahü aleyhi ve sellem Ebû Mûse'l-Eş'arî'nin Kur'ân-ı kerîm okumasını dinledi ve buyurdu ki: "Ebû Mûsâ'ya Âl-i Dâvûd'un mizmârlarından verilmiştir. (Hadîs-i şerîf-İhyâu Ulûmiddîn)

Kur'ân-ı kerîmi mizmâr ve tecvîd ile okumalıdır. Tegannî ile yâni kelimeleri değiştirip nağmeye uydurarak okumak haramdır. (Abdullah-ı Dehlevî)

M harfi devam sayfası