CİLD       ALFABE       KONU       KABR-İ ŞERİFLER

ALFABE - CİLD                      1.   2.   3.   4.   5.   6.
     
 

ZULÜM

Bir kimse evliyânın büyüklerinden Ahmed bin Hadraveyh (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerine gelip, "Fakir ve bitkin bir kimseyim, sıkıntıdan kurtulmam için bana bir yol gösterir misiniz?" dedi.

Onun bu arzusu üzerine; "Git bütün mesleklerin ve yapılan işlerin isimlerini ayrı ayrı yaz. Bir torbaya doldur bana getir." dedi.

Fakir kimse söylenilen şeyi yapıp tekrar huzuruna geldi. Yanına gelince, getirdiği torbaya elini sokup bir kâğıt çıkardı. Kâğıdın üzerinde "vurgunculuk" yazıyordu.

Kâğıdı adama verip; "Senin vurgunculuk yapman gerekiyor." dedi.

Adam önce şaşırdı sonra da; "Madem ki bu zat böyle söyledi, bunu çâresiz yapmam gerekiyor." dedi. Sonra yolkesen harâmilerin yanına gidip, kendisinin de yol kesip vurgunculuk yapmak istediğini söyledi.

"Kabul! Ancak bir şartımız var ne dersek yapacaksın. O zaman seni aramıza alırız" dediler. "Peki bu şartınızı kabul ettim." diyerek onlara katıldı.

Birkaç gün yolkesicilerin arasında kaldı. Bir gün bir kervanın önüne çıkıp, soymak istediler. Kervanda çok zengin bir tüccar vardı. Bu adamı yakalayıp, aralarına yeni katılan kimseye; "Bunun başını kes!" dediler. Bu teklif karşısında şaşırıp durakladı. Kendi kendine; "Şu eşkiyânın reisi haksız yere kan döküyor. Tüccarı öldüreceğime onu öldüreyim daha iyi olur." diye düşündü.

Eşkiyâ reisi ise ona ısrarla; "Eğer iş yapmak için geldiysen, işin budur bunu yapman lazım. Yoksa git kendine başka bir iş bul." dedi. Bu sözler üzerine kılıcını çekip eşkıyâ reisinin başını kesti. Diğer vurguncular reislerinin öldüğünü görünce, kaçıp dağıldılar. Böylece kervan soyulmaktan kurtuldu. Ölümden ve soyulmaktan kurtulan zengin tüccar, onun yaptığı işten çok memnun olup, ona pek çok altın ve gümüş verdi. Böylece zengin oldu fakirlikten ve vurguncu olmaktan kurtuldu.

Evliyânın büyüklerinden Alâeddîn Âbizî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerine birgün Abdülkâdir-i Yemenî hazretleri "Zulüm nedir?" diye sorunca; "Bir şeyi lâyık olduğu yerden başka bir yerde kullanmaktır." cevâbını verdi.

Tâbiînin meşhurlarından, tefsîr, hâdîs ve fıkıh âlimlerinden Alkame bin Kays (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri Âyet-i kerîmeleri tefsîr ederken hadîs-i şerîflere mürâcaat ederdi. En'âm sûresi seksen ikinci âyet-i kerîmesinin tefsîri hakkında İbn-i Mes'ûd'dan şöyle rivâyet etmiştir: Meâlen; "Îmân edip de, îmânlarını bir zulm ile karıştırmayan kimseler yok mu? İşte korkudan emin olmak onlara mahsustur, hidâyete erenler de onlardır." âyet-i kerîmesi nâzil olunca Eshâb-ı kirâm; "Hangimiz zulüm etmiş bulunuyoruz?" diye Resûlullah'a sordular. Resûl-i ekrem; "Bu sizin hakkınızda değildir." dedi ve sonra; "Hani Lokman da oğluna nasîhat ederek demişti ki: "Oğlum, Allah'a şirk koşma! Şüphe yok ki bu şirk pek büyük bir zulümdür." (Lokman sûresi: 13) meâlindeki âyetini okudular. Bu âyet-i kerîme ile En'âm sûresi 82. âyetindeki zulmün, Allah'a ortak koşmak olduğunu bildirmiştir.

Evliyânın meşhurlarından Ebû Bekr Verrâk (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: "Günahlara baktık, îmânın gitmesine sebeb olan en kötü günahın, Allahü teâlânın kullarına zulmetmek olduğunu gördük."

Büyük velîlerden Ebû Osman Mağribî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin Nişâbûr'da bulunduğu sırada Karâmita sapıklarının Mekke'de müslümanlara yaptıkları mezâlimi ânında haber verip, "Onların önlerinde siyah bir köle, başlarında kırmızı sarık vardır. Din bilgisi olan kimselerle konuşmaktan çekinirler, müslümanları aldatmak için önce herkesin inandığı şeyleri müdâfaa edip, sonra da ibâdetlere lüzûm yoktur, iş, kalbin temiz olmasıdır derler." buyurdular.

Evliyânın büyüklerinden İbrâhim Gülşenî (rahmetullahi teâlâ aleyh) zamanında Sultan Hasan, oğlu Halil'i iyi bir idâreci olabilmesi için Fars vilâyetine vâli tâyin etti. Halil gittiği vilâyette halka zulüm etmeye başladı. Zulmünden bıkan halk, durumu Sultana anlattı. Sultan, buna çok üzülüp, İbrâhim Gülşenî ile Kâdı Hasan'ı huzûruna istedi. Sonra; "Oğlum Halil zulme başlamış. Yazdıracağım emri ona götürüp, insanların içinde korkmadan okuyun." dedi. Sultan Hasan'ın hanımı, durumu acele oğluna bildirdi. Halil haberi alınca, yollara adamlarını koyup; "Gelenleri yakalayıp derhal huzûruma getirin." diye emir verdi. Bu sırada İbrâhim Gülşenî ile Kâdı Hasan yola çıkmışlardı. O yere yaklaştıklarında, Halîl'in adamları onları yakalayıp vâlinin huzûruna çıkardılar. Halîl, İbrâhim Gülşenî'ye hürmet eder görünmeye çalıştı. Herkesin bulunduğu bir sırada İbrâhim Gülşenî'ye: "Efendim! Tebrîz'den çıkalı kaç gün oldu?" diye sordu. O da; "On yedi gün" deyince, Halîl alay ederek; "Efendim! Tebrîz'den buraya bir ayda ancak gelinir. Hele bu kış mevsiminde yollar buzlu ve karlıdır. Daha uzun zamanda gelmek gerekmez mi?" deyip, inanmadı. İbrâhim Gülşenî hazretleri; "Biz ömrümüzde hiç yalan söylemedik. Yalan söyleyeni de sevmeyiz. Fakat şunu iyi biliniz ki, Allahü teâlânın sevdiği kulların himmeti dağları eritir. Bizim bir aylık yolu on yedi günde gelmemiz şaşılacak şey değildir ki... İnanmıyorsanız işte mektup. Bugünkü târihe, bir de mektuptaki târihe bakınız." buyurdu. Bu hal karşısında, duraklayan Halîl, mektubu aldı ve yanındaki dîvân beyine verdi. Târihi okudular, tam on yedi gün olduğunu gördüler. Mahcûb olan Halîl; "Efendim! Bu, sizin kerâmetinizden başka bir şey değildir." dedi. İbrâhim Gülşenî de; "Mâdemki evliyânın tasarruf etme gücüne inanıyorsunuz, öyle ise babanıza karşı gelmemelisiniz." Eğer bozuk niyetinizi düzeltmezseniz, sizi bu gece cezâlandırırız." dedi. O sırada Vâli Halîl; "Yarın İbrâhim Gülşenî'yi öldürteyim." diye düşünüyordu. O gece rüyâsında, İbrâhim Gülşenî'nin kendi boğazını sıkarak; "Bre zâlim! Yaptığın zulümler yetmez mi ki, cenâb-ı Hakk'ın hâlis kullarına da kötülük düşünürsün?" dedi. Halîl boğulacak gibi oldu. Yattığı yerde ellerini kaldırarak tövbe etti. Uyandığında ter içinde kalmış, çok korkmuştu. Yatağından kalkıp düşünmeye başladı. İbrâhim Gülşenî, o gece Kâdıasker Alâyi'nin evinde misâfirdi. Gece yarısı olunca, ev sâhibini uyandırdı ve; "Haydi Vâli Halîl'in konağına gidelim." buyurdu. Gece yarısı Halîl'in konağına girdiler. Yattığı yerin kapısına gelince, yüksek sesle; "Ey Halîl! Tövbe ettin mi, yoksa hâlâ beni öldürme fikrinde misin?" dedi. Vâli Halîl, ağlıyarak kapıdan çıktı ve İbrâhim Gülşenî'ye; "Efendim! Yaptıklarıma pişmân oldum. Tövbe ettim. Yalvarıyorum bana duâ buyurunuz. Bundan sonra hiç kimseye zulüm etmiyeceğim." dedi.

Tâbiînin ve âlimlerin büyüklerinden veli Ebû Eyyûb Meymûn bin Mihrân (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri, “Kişi hem namaz kılar, hem de kendisine lânet edebilir.” buyurdular. “Bu nasıl olur?” dediler. Bunun üzerine; “Bilin ki Allahın la’neti zâlimlerin üzerine olsun.” meâlindeki âyet-i kerîmeyi okudu ve buyurdu ki, “Bâzı kimseler, hem namaz kılar, hem de bâzı günahları işlemek sûretiyle kendilerine zulmederler. Başkasının malını, izinsiz olarak almak, haklarına riâyet etmemekle onlara zulmetmiş yâni zâlim olmuştur.”

Evliyânın büyüklerinden ve kendilerine “Silsile-i aliyye” denilen büyük âlim ve velîlerin yirmi ikincisi olan Muhammed Bâkî-billah (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri'nin komşularından birine, doğruluktan ve mürüvvetten uzak bir asker, eziyet ediyordu. Muhammed Bâkî-billah hazretleri, bu zulmü görerek, rahat edemeyip, askere nasîhat etti. Fakat o zâlim asker nasîhatlerini kabûl etmedi. Bâkî-billah, mazluma merhametinin çokluğundan, o zâlime şöyle dedi: "Merhameti gibi gayreti de çok olan büyük velîlerin komşularına yaptığınız bu iş sizi helâk eder. Haberiniz olsun!" İki, üç gün sonra o zâlim askeri açıkça hırsızlık yapma suçundan yakaladılar ve öldürdüler.

Oniki imâmın dokuzuncusu, tanınmış büyük velîlerden Muhammed Cevâd (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: "Zulüm yapan, zâlime yardım eden ve bu zulme râzı olan, bu zulme ortaktır. Zâlimin adâletle geçen günü, kendisine, mazlumun zulüm gördüğü günden daha ağır gelir."

Muhammed bin Eslem Tûsî (rahmetullahi teâlâ aleyh)

 

AZÂB ÇOK ÇETİN

 

Muhammed bin Eslem ki, evliyâyı kirâmdan,

Pek ziyâde kaçardı, şüpheli ve haramdan.

 

Riyâdan da çok fazla, sakınırdı kendini,

Hep gizli yapıyordu, gece ibâdetini.

 

Allah için ağlayıp, yaş dökerdi gözünden,

Rabbinden çok korktuğu, okunurdu yüzünden.

 

Yemezdi başka bir şey, arpa ekmeği hâriç,

Devamlı hüzünlüydü, kahkaha etmezdi hiç.

 

Nişâbur’a gelmişti, bir işini görmeğe,

Koşuştu herkes ondan, bir şeyler dinlemeye.

 

Sohbetini dinleyen, insanlardan nihâyet,

Tam elli bin kişiye, nasîb oldu hidâyet.

 

Abdullah bin Tâhir ki, Horasan vâlisiydi,

Çok güzel, yakışıklı, nûr yüzlü birisiydi,

 

Bir ara Horasan’dan, gelmişti Nişâbur’a,

Halk onu görmek için, dökülmüştü yollara.

 

Bu mübârek vâliyle, görüştü hep ahâli,

Sonunda bir husûsu, merak etti bu vâli.

 

Dedi: “Beni görmeye, bu gelenlerden hâriç,

Tanınmış kimselerden, gelmeyen kaldı mı hiç?”

 

Dediler ki: “Gelmeyen, iki zât kaldı ki hem,

Ahmed ibni Harb ile, Muhammed ibni Eslem.”

 

“Ne için gelmediler?” diye sordu o vâli,

Dediler: "Bu ikisi, âlimdir hem de velî,

 

Allah adamıdırlar, ibâdet ederler hep,

Rablerinden gayriyi, etmezler aslâ talep,

 

Halk ile ilgileri, olmuyor pek o kadar,

Dünyâ adamlarıyla, olmazlar alâkadar.”

 

Vâli dedi: “Öyleyse, biz gidelim onlara.”

Gittiler berâberce, İbn-i Harb’e evvelâ.

 

O, vâliyi görünce, buyurdu ki: “Evet, siz,

İşittiğimizden de, daha güzelmişsiniz.

 

Duymuştum sîmanızın, çok güzel olduğunu,

Şimdi de hakkul-yakîn gördüm ve bildim bunu.

 

Şimdi size yakışan, şudur ki, güzelsiniz,

Bunu, günah kiriyle, sakın kirletmeyiniz!

 

Nice güzel yüzlüler, vardır ki böyle işte,

Günahı sebebiyle, yanacaktır ateşte.”

 

Abdullah bin Tâhir’e, İbn-i Harb’ın sözleri,

Öyle tesir etti ki, yaşla doldu gözleri.

 

Oradan da Muhammed bin Eslem’in evine,

Gittiyse de o kapı, açılmadı kendine.

 

Dedi ki: “Yâ İlâhî, ben günahkar bir kulum,

O ise çok sevdiğin, bir zâttır, biliyorum.

 

Biz, dünyâya bulaştık, o, dünyadan kaçtı hep,

Onun yükselmesine, bu oldu zâten sebep.

 

Ben onu, senin için, seviyorum pek fazla,

Hizmetçisi olmaya, lâyık değilim aslâ.

 

Onun hürmeti için, yâ Rabbî affet beni,

Nasîb et, işiteyim, tek bir nasîhatini.”

 

Cumâ namazı için, çıkar çıkmaz evinden,

Kapıda bekliyordu, öptü iki elinden.

 

Buyurdu ki: “Ey vâli, öleceksin sen dahî,

Hiç günah işleme ki, azâb çetin vallahi.

 

Her ne ki işledinse, dünyâda sevap, günah,

Hepsinin hesâbını, soracak senden Allah.

 

Bakmazlar âhirette, senin vâliliğine,

Hesabı veremezsen, yazık olur hâline.”

 

Osmanlı âlim ve velîlerinden Muslihuddîn Tavîl (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri, Sultan İkinci Bâyezîd'e saltanatı zamânında bir mektup gönderip, bu mektubun baş tarafında Arş ve Kürsî ile ilgili bilgi verdikten sonra, mektubun sonuna doğru; "Bir yerde zulüm ve bid'atler, dînimizde olmayıp da sonradan ibâdet olarak konan şeyler, hurâfeler yaygınlaşsa, o beldenin sâlihleri ve âlimleri Peygamber efendimizi rüyâsında üzgün ve hüzünlü bir şekilde görseler, mübârek yüzlerinin bu hâli gazab işâretidir. Resûlullah efendimizi rüyâmda üzüntülü ve hüzünlü gördüm. Zulüm ve bid'at karanlığından kalblerin karardığını, Küre'de birçok zulüm ve bid'atin yaygınlaştığını anladım." diye yazıp, Pâdişâha genişçe bildirdi. Bunun üzerine Pâdişâh, zulüm ve bid'at azgınlıklarını adâlet ve ihsânla yok edip, haksızlıkları ortadan kaldırdı.

Anadolu'da yetişen ve Anadolu'yu aydınlatan evliyânın meşhurlarından Mustafa Sâfî Âmidî Bolevî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin zamânında Gerede'de halka zulmeden bir kaymakam vardı. Sâfî Efendinin talebelerinden Muhammed Efendi bu kaymakamın vazifesinden alınması için gizli gizli duâ ediyordu. Mustafa Sâfî Efendi durumu anlayıp; "Sen vazîfe olarak verdiğim işine bak, kelime-i tevhîdi söylemeye devâm et! Köpeği bir köpek parçalar!" dedi. Mustafa Sâfî Efendi talebesine bu sözleri söylediği sırada kaymakam çarşıda bir dükkanda oturuyordu. Aniden ortaya çıkan siyah bir köpek üzerine saldırdı, parçalayarak öldürdü.

Tâbiînin büyüklerinden, oniki İmâm’ın dördüncüsü ve Hazret-i Hüseyin’in oğlu olan İmâm-ı Zeynelâbidîn (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri ile ilgili olarak, Minhal bin Amr şöyle anlatır: “Hacca gitmiştim. Zeynelâbidîn’e rastladım. Halka zulmüyle meşhur Huzeyme bin Kâhil’i sordu. “Ben Kûfe’de iken hayatta idi.” dedim. Ellerini kaldırıp; “Yâ Rabbi! Huzeyme’ye demirin ve ateşin hararetini göster!” diye duâ etti. Kûfe’ye geri dönerken yolda eski bir dostum olan Muhtar bin Ebî Ubeyd’i gördüm. Huzeyme’yi sordum. Ellerinin kesildiğini ve cesedinin yakıldığını söyledi. Bunu duyunca; “Sübhânallah!” dedim. Muhtar sebebini suâl etti. Ben de Zeynelâbidîn’in duâsını anlattım. Hemen iki rekat namaz kıldım. Halkın Huzeyme'nin zulmünden kurtulduğu için şükrettim.