CİLD       ALFABE       KONU       KABR-İ ŞERİFLER

ALFABE - CİLD                      1.   2.   3.   4.   5.   6.
     
 

SÜNNET-İ SENİYYE

Meşhûr velîlerden Ahmed bin Ebü’l-Havârî (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: "Sünnet-i seniyyeye uymadan amel edenin ameli bâtıl olur."

Mısır evliyâsından Ali Havâs Berlisî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerine sünnet hakkında bir soru sorulunca buyurdular ki; "Ey Oğlum! Bilmiş ol ki, sünnet, Kur'ân-ı kerîmin hükümlerini açıklayan beyânlardır. Çünkü Resûl-i ekrem bize Kur'ân-ı kerîmin hükümlerini, mübârek sözleri ile bildirendir. Kur'ân-ı kerîmde, Necm sûresinin 3 ve 4. âyet-i kerîmelerinde meâlen; "O boşuna konuşmaz. Hep, vahy olunanı söyler.", Nisâ sûresi elli dokuzuncu âyet-i kerîmesinde meâlen; "Allah'ın kitâbına ve Resûlün hadîslerine mürâcaat edin!" buyruluyor.

Sünnet, bize Kur'ân-ı kerîmdeki icmâlleri, kapalı mânâları bildirmeseydi, âlimlerden hiçbiri, fıkıhdaki sular ve abdest bahislerindeki hükümleri çıkaramaz, sabah namazının farzının iki, öğle, ikindi ve yatsının farzlarının dört, akşam namazının farzının üç olduğunu bilemezdi. Aynı şekilde hiçbir kimse, kıbleye dönüldükte, yapılan duâda, iftitahda ne söyleneceğini bilemezdi. Tekbîrin nasıl olduğunu, rükû ve secde tesbîh lerini, tâdîl-i erkânı, teşehhüde oturdukta ne okunacağını bilemezdi. Aynı şekilde, bayram namazlarının nasıl kılınacağını, cenâze ve istiskâ namazları gibi daha birçok şeyleri kimse bilemezdi."

Kendilerine “Silsile-i aliyye” denilen büyük âlim ve velîlerin beşincisi olan Sultân-ül-Ârifîn Bâyezîd-i Bistâmî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerine bir gün yakınları; "Efendim, filan yerde büyük bir zât var. Fazîlet ve kerâmet sâhibi bir velîdir." dediler ve daha başka sözlerle o zâtı çok medh ettiler. Bunun üzerine Bâyezîd-i Bistâmî; "Madem öyledir. O halde o büyük zâtı ziyârete gitmemiz lâzım oldu." buyurdular. Talebelerinden bâzıları ile birlikte onun bulunduğu yere geldiler. Bâyezîd-i Bistâmî bildirilen zâtın, mescide gitmekte olduğunu ve kıbleye karşı tükürdüğünü gördü. Görüşmekten vazgeçip derhal geri döndü. Sonra o kimse hakkında şöyle buyurdu: "Dînin hükümlerini yerine getirmekte, sünnet-i seniyyeye uymakta ve edebe riâyette zayıf birisine, nasıl olur da kerâmet sâhibi denilir. Böyle bir kimsenin, Allahü teâlânın evliyâsından olması mümkün değildir." buyurdular.

Tanınmış büyük evlîyadan Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: "Sünnet-i seniyyeye harfiyen uymak lâzımdır."

"Helâl kazanıp helâlden yemeli, giyinmeli, çalışmalıdır. Her hareketi Resûlullah efendimize uydurmalıdır."

"Dargınlar barışmalıdır. Önce davranan önce Cennet'e girer."

"Tenhâda yalnız kalınca da günahtan sakınmalıdır."

Evliyânın büyüklerinden Ebû Ali Cürcânî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerine; "Allah'a giden yol nasıldır?" diye sorulunca, şöyle buyurdular: "Kulu, Allah'a kavuşturan yollar çoktur. En açık ve şüpheden uzak olanı; sözüyle,işiyle, niyetiyle ve maksadıyla sünnete uymaktır. Zîrâ Allahü teâlâ, Nûr sûresinin 54. âyet-i kerîmesinde meâlen; "Eğer Resûlüme uyarsanız, hidâyete erersiniz." buyuruyor."

"Sünnete tâbi olmanın yolu nedir?" diye soranlara şöyle buyurdular: "Sünnete giden yol; bid'atten kaçmak, Eshâb-ı kirâmın icmâ'ına yâni söz birliğine uymak, bozuk din adamlarından uzaklaşmak, bir tasavvuf büyüğünü tanımak ve eserlerini okumaktır."

Ebû Ali Cürcânî hazretleri buyurdular ki: "Allahü teâlâya ulaşan en emin yol; bütün iş, hareket ve ibâdetlerde Peygamber efendimizin sünnetine tâbi olmaktır."

"Peygamber efendimizin sünnetine tâbi olmak, bid'atlerden kaçmak, İslâm âlimlerinin gittiği yoldan gitmekle olur."

İran'da yaşayan büyük velîlerden Ebû Bekr Tamistânî (rahmetullahi teâlâ aleyh) bir sohbetinde, İslâm dîninin emirlerine uyma ve yasaklarından sakınma husûsunda da şöyle buyurdular: "Kim kitaba yâni Kur'ân-ı kerîme ve Peygamber efendimizin sünnetine tâbi olursa ve bir de bütün işlerinde Eshâb-ı kirâma uyarsa, sevab alma işinde hemen hemen Eshâb-ı kirâm ile bir olur. Eshâb-ı kirâmın üstünlüğü Peygamber efendimizi görmüş olmaları sebebiyledir.

Endülüste'te ve Mısır'da yetişmiş olan büyük velîlerden Mâlikî mezhebi fıkıh âlimi Ebü'l-Abbâs-ı Mürsî (rahmetullahi teâlâ aleyh) Peygamber efendimizin sünnet-i seniyyesine titizlikle bağlı idi. Sohbet arkadaşlarına ve talebelerine; "İçinizde, Peygamber efendimize verdiği selâma, O'nun tarafından yapılan mukâbeleyi kulağı ile işiteniniz var mı?" dedi. Arkadaşları; "Hayır." diye cevap verdiler. "O halde Allah ve Resûlünden yana perdelenmiş kalpler için ağlayınız." buyurdu ve ilâve ederek; "Vallahi ben, kırk seneden beri Resûlullah ile berâberim. Gecede ve gündüzde Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellemden bir an perdelenmiş olsam, kendimi müslüman saymam." buyurdular.

Ebü'l-Abbâs-ı Mürsî hazretleri, "(Ey Resûlüm) deki: "Bu (tevhîde) Allahü teâlâya dâvet benim (memuriyetim, apaçık) yolumdur. Ben ve bana (îmân ve tasdîk ile) tâbi olanlar basîret üzereyiz." (Yûsuf sûresi: 108) meâlindeki âyet-i kerîmede geçen "Bana tâbi olanlar"dan maksadın; "Her hususta benim gösterdiğim yolda bulunan, bana uyan ve gittiğim yolda gidendir." demek olduğunu bildirmiştir.

Tebe-i tâbiînden meşhur fıkıh âlimi ve velîlerden Evzâî (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: "Sünnete uymakta sabırlı ol. Daha önce yaşamış olan büyüklerin durduğu yerde dur. Söylediklerini söyle, sakındıklarından sen de sakın. Onların yoluna gir. Îmân sözle, söz amelle, bunların üçü (îmân-söz-amel) ise ancak Peygamberimizin bildirdiklerine uygun ise doğrudur. Büyüklerimiz, îmânı amelden, ameli de îmândan ayırmazlardı. Îmân bunların hepsini içine alan bir isimdir. Amel de îmânı doğrular. Kim diliyle inandığını söyler, fakat, kalbiyle inanmaz, ameliyle de inancını ve sözünü doğrulamazsa, onun îmânı kabûl edilmez. Âhirette zarara uğrıyanlardan olur."

Evliyânın büyüklerinden Hâris el-Muhâsibî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hakkında Ahmed bin Hanbel hazretlerine dediler ki: "Hâris el-Muhâsibî tasavvuf ile alâkalı mevzûlardan bahsediyor. Bunlara âyet-i kerîme ve hadîs-i şerîflerden delil getiriyor. Onu dinlemek istemez misin?" Ahmed bin Hanbel: "Evet, dinlemek isterim." dedi. Nihâyet bir gece yanına gitti. Gece sabaha kadar sohbetini dinledi. Hâris el-Muhâsibî'de ve yanında bulunanlarda dînen münâsib olmayan bir şeye rastlamadı. Ahmed bin Hanbel hazretleri burada gördüklerini şöyle anlatmaktadır: "Akşam ezânı okununca, öne geçip namazı kıldırdı. Namaz kılındıktan sonra, yemek geldi. Yemeğe oturdular. Hâris el-Muhâsibî, hem konuşuyor hem yemek yiyordu. Zâten yemek yerken güzel şeylerden bahsetmek sünnete de uygundur. Yemek yendikten sonra, ellerini yıkadılar. Sonra, berâberce oturdular. Herkes yerini alınca, bir suâli olan var mı? diye sordu. Riyâ, ihlâs ve muhtelif hususlarda, suâller sordular. Suallere cevap verdi. Ayrıca delillerini de söyledi. Bu sırada gece bir hayli ilerlemişti. Birisine, Kur'ân-ı kerîm okumasını söyledi. Kur'ân-ı kerîm okundukça ağlıyor, inliyor ve göz yaşları döküyorlardı. Kur'ân-ı kerîm okunması bitince, Hâris el-Muhâsibî hafifce duâ yaptı, sonra namaza kalktı." Sabah olunca, Ahmed bin Hanbel hazretleri Hâris el-Muhâsibî'nin fazîletli bir zât olduğunu söyleyip, takdirlerini bildirdi.

Tâbiînden, İslâm âleminde Eshâb-ı kirâmdan sonra yetişen evliyânın ve âlimlerin en büyüklerinden İmâm-ı A'zam Ebû Hanîfe rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin büyüklüğünü çekemeyenler, onun Peygamber efendimizin sünnet-i seniyyesini bırakıp sâdece kendi aklıyla ve kıyas yoluyla hareket ettiği dedikodusunu yayıyorlardı. Söylenenler Peygamber efendimizin torunlarından Muhammed Bâkır hazretlerinin kulağına ulaştı. Seyyid Muhammed Bâkır hazretleri İmâm-ı A'zam'la görüştüğü zaman ona buyurdular ki: Sen, ceddim Resûlullah'ın (sallallahü aleyhi ve sellem) dînini kıyasla değiştiriyormuşsun? deyince, İmâm-ı A'zam: Allah korusun, böyle şey nasıl olur? Lâyık olduğunuz makâma oturunuz benim size hürmetim var dedi. Bunun üzerine, Muhammed Bâkır oturunca, İmâm-ı A'zam da onun önüne diz çöktü ve aralarında şu konuşma geçti. İmâm-ı A'zam şöyle dedi: "Size üç suâlim var, cevap lütfediniz?" Kadın mı daha zayıftır, erkek mi? diye sordu. O da, kadın daha zayıf dedi. Kadının mirâsda hissesi kaç? Erkek iki hisse, kadın ise bir hisse alır, deyince; Bu, ceddin Resûlullah'ın (sallallahü aleyhi ve sellem) kavli değil mi? Eğer ben bozmuş olsaydım, erkeğin hissesini bir, kadınınkini iki yapardım. Fakat ben kıyas yapmıyorum, nassla (âyet ve hadîs ile) amel ediyorum.

İkincisi: Namaz mı daha fazîletli, yoksa oruç mu? Namaz daha fazîletli, diye cevap verdi. Eğer ben ceddinin dînini kıyasla değiştirseydim, kadın hayızdan temizlendikten sonra, namazını kazâ etmesini söylerdim. Orucu kazâ ettirmezdim. Fakat ben kıyasla böyle bir şey yapmıyorum.

Üçüncüsü: Bevil mi daha pis, yoksa meni mi? Bevil daha pisdir diye cevap verdi. Eğer ben ceddinin dînini kıyasla değiştirseydim bevilden sonra gusül, meniden sonra abdest alınmasını bildirirdim. Fakat ben hadîse aykırı rey kullanarak, kıyas yaparak Resûlullah efendimizin dînini değiştirmekten Allahü teâlâya sığınırım. Böyle şeyden beni Allah korusun dedi. Nass (Kitapdan ve sünnetden delil) olan yerde kıyas yapmadığını, delili bulunmayan meseleleri, delili bulunan meselelere benzeterek kıyas yaptığını söyleyince, Muhammed Bâkır onu kucaklayıp alnından öptü.

Hindistan'da yetişen en büyük velî, âlim müceddid ve müctehid İmâm-ı Rabbânî (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: Sünnet ile bid'at birbirinin zıddıdır. Birini yapınca öteki yok olur.

Hindistan evliyâsının büyüklerinden Kayyûm-i Zaman Muhammed Sibgatullah (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri'nin gündüz ve gecedeki bütün amelleri tamâmen sünnete, yâni dînimizin her emrine tam uygundu. Bir sünneti yerine getirememek endişesi, gözünde gönlünde dağ gibi görünürdü. Yemekte, içmekte, oturmakta, kalkmakta, yolculuk ve ikâmet hâlinde, giyinmede, her zaman okunması îcâbeden duâlarda ve diğer duâlarda, dil ve kalb ile yapılan zikrlerde, oruç, namaz, hac, umre, zekât, güzel ahlâk, ihsân, tevekkül, hilm (yumuşaklık), ilim, cömertlik, iyilik yapmak, sabır, tahammül ve diğer güzel huylarda pek ilerideydi. Bu güzel huyların îcâblarını yerine getirmekte o kadar dikkatliydi ki kıl ucu kadar gevşeklik ve ayrılık görülmezdi. Gündüz ve gece yaptıklarından, inceden inceye kendini hesâba çekerdi. İhlâs ve ibâdette ve her edebe riâyet etmekte pek ilerideydi. Bununla berâber niyet ve amellerini, kâmil olmaktan uzak, ayıp ve kusurlu görürdü. Bunun için pişmân olur, istigfâr ederdi. Bu sebepten dâimâ mahzûn ve üzüntülü dururdu. "Amel ve istigfâr et!" kelâmını kendine düstur edinmişti. Dînimizin emirlerine uygun görünmeyen keşf ve kerâmetlere kıymet vermez, îtibâr etmezdi.

Mübârek yüzünde öyle bir nûr vardı ki, güzel yüzünü bir kat daha güzelleştiriyor ve yüzüne bakanlara, lisân-ı hâl ile; "Bu görünen, insanlar gibi insan değil, bir güzel melektir." dedirtiyordu.

Evliyânın büyüklerinden ve kendilerine “Silsile-i aliyye” denilen âlim ve velîlerin yirmi dokuzuncusu olan Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî (rahmetullahi teâlâ aleyh) bir sohbeti sırasında talebelerine ve sevenlerine buyurdular ki: "Size önemle sünnet-i seniyyeye yapışmanızı; câhiliye âdetlerinden ve pek aşağı olan bid'atlerden sakınmanızı; gösterişe kapılmamanızı; halktan, bedeni beslemeye çok ehemmiyet verenlere, kendilerinden bir şey beklemek sûretiyle makam ve mevkî sâhipleri ile görüşmeyi terk etmenizi tavsiye ederim. Çünkü bu şekilde onlarla görüşmek, onların lekelendiği şeylerle sizin de lekelenmenize sebeb olur. Yapmak mecburiyetinde olduğunuz iki bozuk işle karşılaştığınızda en hafif olanını yapmak lâzımdır. Devlet reislerine dil uzatmayınız, onların iyilikleri için duâ ediniz. Çünkü onların iyiliği, sizin iyiliğinize vesîle olur. Şunu iyi biliniz ki, sizin bana en sevgiliniz; dünyâ ehline alâkası en az olanınız, başkasına yük olmayanınız, fıkıh ve hadîsle meşgûl olanınızdır."

Büyük evliyâdan. Tefsîr, hadîs ve fıkıh âlimi Mevlânâ Hasan-ı Berkî hazretlerine, İmâm-ı Rabbânî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin yazdığı mektuplardan biri şöyledir:

“Bu mektubumu yazmaya, Besmele ile başlıyorum. Allahü teâlâya hamd, seçtiği iyi insanlara selâm ve duâ ederim. Kardeşim, Şeyh Hasan’ın mektubunu okuyunca, çok sevindim. Kıymetli bilgiler ve mârifetler yazılı idi. Bunları anlayınca, pek hoşuma gitti. Allahü teâlâya şükürler olsun ki, yazdığınız bilgilerin, keşiflerin hepsi doğrudur. Hepsi, Kur’ân-ı kerîme ve hadîs-i şerîflere uygundur. Ehl-i sünnet âlimlerinin doğru îtikâdları böyledir. Cenâb-ı Hak, doğru yolda bulundursun. Yüksek derecelere eriştirsin! Yayılmış olan bid’atlerin ortadan kalkmasına çalıştığınızı yazıyorsunuz. Bid’at karanlıklarının ortalığı kapladığı böyle bir zamanda, bid’atlerden bir bid’atin ortadan kalkmasına sebep olmak, unutulmuş sünnetlerden bir sünneti meydana çıkarmak, pek büyük bir ni’mettir. Sahîh olan hadîs-i şerîfde, Peygamber efendimiz buyuruyor ki: “Unutulmuş bir sünnetimi meydana çıkarana yüz şehîd sevâbı vardır!” Bu işin büyüklüğünü, bu hadîs-i şerîften anlamalıdır. Fakat, bu işi yaparken, gözetilecek mühim bir incelik vardır. Yânî bir sünneti meydana çıkarayım derken, fitne uyanmasına sebep olmamalı, bir iyilik, çeşitli kötülüklere, zararlara yol açmamalıdır. Çünkü, âhır zamandayız. Müslümanlığın zaîf, garîb olduğu bir asırdayız.

Merhûm Mevlânâ Ahmed'in çocuklarının okumalarına, terbiyeli, bilgili yetişmelerine çok gayret ediniz. Zâhirî ve bâtınî edebleri öğretiniz. Görüştüğünüz herkesin, hattâ orada bulunan bütün din kardeşlerimizin İslâmiyete uymalarına, sünnete yapışmalarına ön ayak olunuz! Bid’at işlemenin, dinsizliğin zararlarını herkese anlatınız! Cenâb-ı Hak hepimize iyi işler yapmak nasîb eylesin! Dîn-i İslâmın yayılmasına, gençlere öğretilmesine çalışanlara başarılar versin! Dîn-i İslâmı yıkmak için, temiz gençliğin îmânını, ahlâkını çalmak için uğraşan, yalan ve iftirâlarla gençleri aldatmaya çalışan din ve fazîlet düşmanlarına aldanarak kötü yola sapmaktan, yavrularımızı korusun! Âmîn.” (3. cild, 105. mektup)

Hanefî mezhebi fıkıh âlimi, üçüncü Osmanlı şeyhulislâmı ve velî Molla Hüsrev (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: Allahü teâlâ Peygamber efendimizi, Peygamberlerin sonuncusu ve doğru yolu gösterici olarak gönderdi. O'ndan sonra da O'nun ümmetinden büyük âlimler yarattı. Bu âlimler de, O'nun bildirdiklerini, insanların anlayacakları bir şekilde îzâh ettiler. Allahü teâlâ, bu âlimlerden dört mezheb imâmını seçti. Bu büyüklerin ihtilâfını rahmet kıldı. Diğer fıkıh âlimleri de bu âlimlerin mezheblerine göre fetvâ verdiler. Allahü teâlâ, bu büyük âlimler arasında da, en büyük imâm ve yüksek himmet sâhibi, ümmetin ve dînin kandili İmâm-ı A'zam Ebû Hanîfe Nu'mân bin Sâbit'i seçti. Onun yaptığı hizmet sebebiyle, Allahü teâlâ onun makâmını Cennet'in en yüksek derecesinden eylesin. Şüphesiz ki, Ebû Hanîfe'nin dînî hükümlere dâir bildirdiği şeyler, dalgaları birbirlerine çarpan bir deniz, hattâ sapıklığın karanlığını gideren parlak bir kandildir."

Hindistan'ın büyük velîlerinden Seyfeddîn-i Fârûkî (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: "Açlık ve mücâhede, hârika ve kerâmeti arttırır. Evliyânın sohbeti ise kalbe zikri yerleştirir. Sünnete tâbi olmayı kolaylaştırır. Yetecek kadar yiyiniz. Zîrâ yolumuzun büyükleri, bu yolu kalbde dâimâ Allah sevgisini bulundurmaya devâm ve sohbet üzerine kurmuşlardır. Zühd (dünyâdan uzaklaşmak) ve şiddetli mücâhedenin (nefsin istemediği şeyleri yapmak) netîcesi, kerâmet ve tasarruftan ibârettir. Biz bunları işden bile saymayız. Bizim maksadımız ancak zikre devâm, Allahü teâlânın yasaklarından kaçınıp emirlerine uymak, Resûlullah efendimizin sünnet-i şerîfine tâbi olmak, bir de çok feyz ve bereketlere kavuşmaktır."

Evliyânın büyüklerinden Şerefüddîn Ahmed bin Yahyâ Münîrî (rahmetullahi teâlâ aleyh) Peygamber efendimizin sünnetlerine o kadar sarılırdı ki, âlimler onun hakkında; "Şerefüddîn'in ahlâkı, Resûl aleyhisselâmın bir kopyasıdır." derlerdi. Herkese karşı güler yüzlüydü. Başkalarının haklarına çok saygı gösterir, kalbi kırık garîblerin yardımına koşardı. Ahlâk bakımından Peygamber efendimize çok benzerdi. Nitekim Mektûbât'ının 50. mektubunda; "Bu da göstermektedir ki, kibir, gurûr ve bilgisizlik sebebiyle, Peygamber efendimizin yolunu tâkib etmeyen câhil insanlar, onun mübârek nûrlarının pırıltılarını bulamazlar. Bunların, bir rehber yol gösterici olmadan mânevî makamların yüksek derecelerine gidecek doğru (hakîkî) yolu bulmaları imkânsızdır. Bunun içindir ki; "Kör, elinde değnek olmadan aslâ yolunu bulamaz" demişlerdir. Ey genç, yolun uzundur ve tehlikelerle doludur, o yüzden bir yol gösterene sarıl!" buyurmaktadır.

Şerefüddîn Ahmed Münîrî, Peygamber efendimize uymakta çok titiz olması sebebiyle, dindeki her bid'atten sakınırdı. Bu mevzûda o kadar dikkatliydi ki, bir defâsında talebelerine; "Peygamberimizin herhangi bir hareketini bid'atlerle karışmış görürseniz, o sünneti terketmeniz daha iyidir." buyurdular.

Ahmed Münîrî, sünnet-i şerîfe uymanın bereketiyle, Allahü teâlânın kendisini affedeceğini ümîd ederdi.

Kendilerine “Silsile-i aliyye” denilen büyük âlim ve velîlerin otuz birincisi olan Seyyid Tâhâ-i Hakkârî hazretleri'ne, hocası Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri'nin yazdığı bir mektubunda buyurdular ki: "Allahü teâlâ kalbimin sevgilisi Seyyid Tâhâ'yı fenâ ve bekâ makamlarının nihâyetine kavuşturmakla şereflendirsin. Bu fakîre muhabbet ve ihlâs bağı ile bağlılığınızı bildiren mektubunuz geldi. Yüksek Nakşibendiyye yoluna hizmet için çalıştığınız ve Kur'ân-ı kerîmi bir usûl ile hatmetme haberinize çok sevindik. İhlâslı olmak şartı ile insanlar sizin vâsıtanızla Allahü teâlâya ibâdet etmek, Peygamber efendimizin sün-net-i seniyyesine uymak gibi her ne yaparlarsa onların kazandığı sevâb kadar sizin de amel defterinize yazılacaktır. "İyi bir çığır açan müslüman kimseye, açtığı o çığırın sevâbı verileceği gibi, o yolda gidenlerin sevâbı da verilir. Bununla berâber onların sevâbından da hiçbir şey eksilmez." hadîs-i şerîfi bu sözümüze açık delildir. Allahü teâlânın selâmı, rahmet ve bereketi üzerinize olsun. Kulların en zayıfı Hâlid-i Nakşibendî."

Musul taraflarında şeyhlik iddiâsında bulunan bir kimse, talebesinden birini Anadolu'da yaşayan büyük âlim ve velîlerden Seyyid Tâhâ-i Hakkârî hazretlerinin yanına gönderdi ve; "Seyyid Tâhâ'ya, sünnete uymayan bir iş işletmeden, buraya dönme!" dedi. O da kalkıp Nehrî'ye geldi. Bir ikindi namazından sonra, Seyyid Tâhâ hazretlerinin mescidin kapısında duran ayakkabılarından sol ayağınınkini uzağa koydu. Bununla mescidden sağ ayakla çıkmasını ve sünnete uygun olmayan bir iş yapmasını düşünmüştü. Fakat Seyyid Tâhâ hazretleri, kalabalık içerisinde, o kişiye hitâb edip; "Aldığın ayakkabıyı yerine koy! Senin aradığın şey, bu kapıda yoktur." buyurdu.

Büyük velîlerden Ya’kûb Germiyânî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin ölüm hastalığı sırasında, hastalığın elem ve şiddetinin fazlalığı sebebiyle, gözleri kapalı ve lisânı söylemez oldu. İhtiyâc gidermek için kaldırdıklarında, mecbûriyet karşısında, kıbleye karşı durdurdular. O, hastalığın şiddetiyle kendisinde değildi. Fakat o hâldeyken; “Helâda, kırda abdest bozarken, kıbleyi öne ve arkaya getirmemelidir.” hükmü icâbı kıbleye karşı abdest bozmadı. Bu hâlin, onun bir kerâmeti olduğu anlaşıldı. Bu şiddetli ve sıkıntılı hâlde bile, sünnete aykırı bir harekette bulunmadı.

Osmanlı âlim ve velîlerinden Ziyâeddîn Nurşînî (rahmetullahi teâlâ aleyh) bir sohbeti sırasında Peygamber efendimize tâbi olmanın önemini işâret ederek buyurdu ki: “Ey dostlarım! Hakîkî saâdet ve olgunluk, iki cihânın efendisi olan Peygamber efendimize tâbi olmak, O’nun tebliğ ettiği İslâmiyetin boyasıyla boyanmak, bizzat emirlerine uyarak yasakladığı şeylerden sakınmakla mümkündür. Ayrıca bunları başkalarına da yaptırmalıdır. Bir kimse başkasını İslâmiyetin emir ve nehiylerine muhâlefetten men edecek kudrette olup da onu men etmezse, o kimsenin ortağıdır yâni o işi birlikte yapmış sayılırlar. Bir kimse Peygamber efendimizin sünnetini ve İslâmiyetin hükümlerini başkasına yaptırsa, ona hâsıl olacak ecir ve sevâbından hiçbir şey noksan olmaksızın kendisine de hâsıl olur.”