|
SÜNNET-İ
SENİYYE
Meşhûr velîlerden Ahmed
bin Ebü’l-Havârî (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: "Sünnet-i
seniyyeye uymadan amel edenin ameli bâtıl olur."
Mısır evliyâsından Ali
Havâs Berlisî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerine sünnet hakkında bir
soru sorulunca buyurdular ki; "Ey Oğlum! Bilmiş ol ki, sünnet, Kur'ân-ı kerîmin
hükümlerini açıklayan beyânlardır. Çünkü Resûl-i ekrem bize Kur'ân-ı kerîmin
hükümlerini, mübârek sözleri ile bildirendir. Kur'ân-ı kerîmde, Necm sûresinin 3
ve 4. âyet-i kerîmelerinde meâlen; "O boşuna konuşmaz. Hep, vahy olunanı
söyler.", Nisâ sûresi elli dokuzuncu âyet-i kerîmesinde meâlen; "Allah'ın
kitâbına ve Resûlün hadîslerine mürâcaat edin!" buyruluyor.
Sünnet, bize Kur'ân-ı
kerîmdeki icmâlleri, kapalı mânâları bildirmeseydi, âlimlerden hiçbiri,
fıkıhdaki sular ve abdest bahislerindeki hükümleri çıkaramaz, sabah namazının
farzının iki, öğle, ikindi ve yatsının farzlarının dört, akşam namazının
farzının üç olduğunu bilemezdi. Aynı şekilde hiçbir kimse, kıbleye dönüldükte,
yapılan duâda, iftitahda ne söyleneceğini bilemezdi. Tekbîrin nasıl olduğunu,
rükû ve secde tesbîh lerini, tâdîl-i erkânı, teşehhüde oturdukta ne okunacağını
bilemezdi. Aynı şekilde, bayram namazlarının nasıl kılınacağını, cenâze ve
istiskâ namazları gibi daha birçok şeyleri kimse bilemezdi."
Kendilerine “Silsile-i
aliyye” denilen büyük âlim ve velîlerin beşincisi olan Sultân-ül-Ârifîn
Bâyezîd-i Bistâmî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerine bir gün yakınları;
"Efendim, filan yerde büyük bir zât var. Fazîlet ve kerâmet sâhibi bir velîdir."
dediler ve daha başka sözlerle o zâtı çok medh ettiler. Bunun üzerine Bâyezîd-i
Bistâmî; "Madem öyledir. O halde o büyük zâtı ziyârete gitmemiz lâzım oldu."
buyurdular. Talebelerinden bâzıları ile birlikte onun bulunduğu yere geldiler.
Bâyezîd-i Bistâmî bildirilen zâtın, mescide gitmekte olduğunu ve kıbleye karşı
tükürdüğünü gördü. Görüşmekten vazgeçip derhal geri döndü. Sonra o kimse
hakkında şöyle buyurdu: "Dînin hükümlerini yerine getirmekte, sünnet-i seniyyeye
uymakta ve edebe riâyette zayıf birisine, nasıl olur da kerâmet sâhibi denilir.
Böyle bir kimsenin, Allahü teâlânın evliyâsından olması mümkün değildir."
buyurdular.
Tanınmış büyük evlîyadan
Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki:
"Sünnet-i seniyyeye harfiyen uymak lâzımdır."
"Helâl kazanıp helâlden
yemeli, giyinmeli, çalışmalıdır. Her hareketi Resûlullah efendimize
uydurmalıdır."
"Dargınlar barışmalıdır.
Önce davranan önce Cennet'e girer."
"Tenhâda yalnız kalınca da
günahtan sakınmalıdır."
Evliyânın büyüklerinden
Ebû Ali Cürcânî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerine; "Allah'a giden yol
nasıldır?" diye sorulunca, şöyle buyurdular: "Kulu, Allah'a kavuşturan yollar
çoktur. En açık ve şüpheden uzak olanı; sözüyle,işiyle, niyetiyle ve maksadıyla
sünnete uymaktır. Zîrâ Allahü teâlâ, Nûr sûresinin 54. âyet-i kerîmesinde
meâlen; "Eğer Resûlüme uyarsanız, hidâyete erersiniz." buyuruyor."
"Sünnete tâbi olmanın yolu
nedir?" diye soranlara şöyle buyurdular: "Sünnete giden yol; bid'atten kaçmak,
Eshâb-ı kirâmın icmâ'ına yâni söz birliğine uymak, bozuk din adamlarından
uzaklaşmak, bir tasavvuf büyüğünü tanımak ve eserlerini okumaktır."
Ebû Ali Cürcânî hazretleri
buyurdular ki: "Allahü teâlâya ulaşan en emin yol; bütün iş, hareket ve
ibâdetlerde Peygamber efendimizin sünnetine tâbi olmaktır."
"Peygamber efendimizin
sünnetine tâbi olmak, bid'atlerden kaçmak, İslâm âlimlerinin gittiği yoldan
gitmekle olur."
İran'da yaşayan büyük
velîlerden Ebû Bekr Tamistânî (rahmetullahi teâlâ aleyh) bir sohbetinde,
İslâm dîninin emirlerine uyma ve yasaklarından sakınma husûsunda da şöyle
buyurdular: "Kim kitaba yâni Kur'ân-ı kerîme ve Peygamber efendimizin sünnetine
tâbi olursa ve bir de bütün işlerinde Eshâb-ı kirâma uyarsa, sevab alma işinde
hemen hemen Eshâb-ı kirâm ile bir olur. Eshâb-ı kirâmın üstünlüğü Peygamber
efendimizi görmüş olmaları sebebiyledir.
Endülüste'te ve Mısır'da
yetişmiş olan büyük velîlerden Mâlikî mezhebi fıkıh âlimi Ebü'l-Abbâs-ı Mürsî
(rahmetullahi teâlâ aleyh) Peygamber efendimizin sünnet-i seniyyesine
titizlikle bağlı idi. Sohbet arkadaşlarına ve talebelerine; "İçinizde, Peygamber
efendimize verdiği selâma, O'nun tarafından yapılan mukâbeleyi kulağı ile
işiteniniz var mı?" dedi. Arkadaşları; "Hayır." diye cevap verdiler. "O halde
Allah ve Resûlünden yana perdelenmiş kalpler için ağlayınız." buyurdu ve ilâve
ederek; "Vallahi ben, kırk seneden beri Resûlullah ile berâberim. Gecede ve
gündüzde Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellemden bir an perdelenmiş olsam,
kendimi müslüman saymam." buyurdular.
Ebü'l-Abbâs-ı Mürsî
hazretleri, "(Ey Resûlüm) deki: "Bu (tevhîde) Allahü teâlâya dâvet benim
(memuriyetim, apaçık) yolumdur. Ben ve bana (îmân ve tasdîk ile) tâbi olanlar
basîret üzereyiz." (Yûsuf sûresi: 108) meâlindeki âyet-i kerîmede geçen "Bana
tâbi olanlar"dan maksadın; "Her hususta benim gösterdiğim yolda bulunan, bana
uyan ve gittiğim yolda gidendir." demek olduğunu bildirmiştir.
Tebe-i tâbiînden meşhur
fıkıh âlimi ve velîlerden Evzâî (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki:
"Sünnete uymakta sabırlı ol. Daha önce yaşamış olan büyüklerin durduğu yerde
dur. Söylediklerini söyle, sakındıklarından sen de sakın. Onların yoluna gir.
Îmân sözle, söz amelle, bunların üçü (îmân-söz-amel) ise ancak Peygamberimizin
bildirdiklerine uygun ise doğrudur. Büyüklerimiz, îmânı amelden, ameli de
îmândan ayırmazlardı. Îmân bunların hepsini içine alan bir isimdir. Amel de
îmânı doğrular. Kim diliyle inandığını söyler, fakat, kalbiyle inanmaz, ameliyle
de inancını ve sözünü doğrulamazsa, onun îmânı kabûl edilmez. Âhirette zarara
uğrıyanlardan olur."
Evliyânın büyüklerinden
Hâris el-Muhâsibî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hakkında Ahmed bin Hanbel
hazretlerine dediler ki: "Hâris el-Muhâsibî tasavvuf ile alâkalı
mevzûlardan bahsediyor. Bunlara âyet-i kerîme ve hadîs-i şerîflerden delil
getiriyor. Onu dinlemek istemez misin?" Ahmed bin Hanbel: "Evet, dinlemek
isterim." dedi. Nihâyet bir gece yanına gitti. Gece sabaha kadar sohbetini
dinledi. Hâris el-Muhâsibî'de ve yanında bulunanlarda dînen münâsib olmayan bir
şeye rastlamadı. Ahmed bin Hanbel hazretleri burada gördüklerini şöyle
anlatmaktadır: "Akşam ezânı okununca, öne geçip namazı kıldırdı. Namaz
kılındıktan sonra, yemek geldi. Yemeğe oturdular. Hâris el-Muhâsibî, hem
konuşuyor hem yemek yiyordu. Zâten yemek yerken güzel şeylerden bahsetmek
sünnete de uygundur. Yemek yendikten sonra, ellerini yıkadılar. Sonra, berâberce
oturdular. Herkes yerini alınca, bir suâli olan var mı? diye sordu. Riyâ, ihlâs
ve muhtelif hususlarda, suâller sordular. Suallere cevap verdi. Ayrıca
delillerini de söyledi. Bu sırada gece bir hayli ilerlemişti. Birisine, Kur'ân-ı
kerîm okumasını söyledi. Kur'ân-ı kerîm okundukça ağlıyor, inliyor ve göz
yaşları döküyorlardı. Kur'ân-ı kerîm okunması bitince, Hâris el-Muhâsibî hafifce
duâ yaptı, sonra namaza kalktı." Sabah olunca, Ahmed bin Hanbel hazretleri Hâris
el-Muhâsibî'nin fazîletli bir zât olduğunu söyleyip, takdirlerini bildirdi.
Tâbiînden, İslâm âleminde
Eshâb-ı kirâmdan sonra yetişen evliyânın ve âlimlerin en büyüklerinden İmâm-ı
A'zam Ebû Hanîfe rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin büyüklüğünü
çekemeyenler, onun Peygamber efendimizin sünnet-i seniyyesini bırakıp sâdece
kendi aklıyla ve kıyas yoluyla hareket ettiği dedikodusunu yayıyorlardı.
Söylenenler Peygamber efendimizin torunlarından Muhammed Bâkır hazretlerinin
kulağına ulaştı. Seyyid Muhammed Bâkır hazretleri İmâm-ı A'zam'la görüştüğü
zaman ona buyurdular ki: Sen, ceddim Resûlullah'ın (sallallahü aleyhi ve sellem)
dînini kıyasla değiştiriyormuşsun? deyince, İmâm-ı A'zam: Allah korusun, böyle
şey nasıl olur? Lâyık olduğunuz makâma oturunuz benim size hürmetim var dedi.
Bunun üzerine, Muhammed Bâkır oturunca, İmâm-ı A'zam da onun önüne diz çöktü ve
aralarında şu konuşma geçti. İmâm-ı A'zam şöyle dedi: "Size üç suâlim var, cevap
lütfediniz?" Kadın mı daha zayıftır, erkek mi? diye sordu. O da, kadın daha
zayıf dedi. Kadının mirâsda hissesi kaç? Erkek iki hisse, kadın ise bir hisse
alır, deyince; Bu, ceddin Resûlullah'ın (sallallahü aleyhi ve sellem) kavli
değil mi? Eğer ben bozmuş olsaydım, erkeğin hissesini bir, kadınınkini iki
yapardım. Fakat ben kıyas yapmıyorum, nassla (âyet ve hadîs ile) amel ediyorum.
İkincisi: Namaz mı daha
fazîletli, yoksa oruç mu? Namaz daha fazîletli, diye cevap verdi. Eğer ben
ceddinin dînini kıyasla değiştirseydim, kadın hayızdan temizlendikten sonra,
namazını kazâ etmesini söylerdim. Orucu kazâ ettirmezdim. Fakat ben kıyasla
böyle bir şey yapmıyorum.
Üçüncüsü: Bevil mi daha pis,
yoksa meni mi? Bevil daha pisdir diye cevap verdi. Eğer ben ceddinin dînini
kıyasla değiştirseydim bevilden sonra gusül, meniden sonra abdest alınmasını
bildirirdim. Fakat ben hadîse aykırı rey kullanarak, kıyas yaparak Resûlullah
efendimizin dînini değiştirmekten Allahü teâlâya sığınırım. Böyle şeyden beni
Allah korusun dedi. Nass (Kitapdan ve sünnetden delil) olan yerde kıyas
yapmadığını, delili bulunmayan meseleleri, delili bulunan meselelere benzeterek
kıyas yaptığını söyleyince, Muhammed Bâkır onu kucaklayıp alnından öptü.
Hindistan'da yetişen en
büyük velî, âlim müceddid ve müctehid İmâm-ı Rabbânî (rahmetullahi teâlâ
aleyh) buyurdular ki: Sünnet ile bid'at birbirinin zıddıdır. Birini yapınca
öteki yok olur.
Hindistan evliyâsının
büyüklerinden Kayyûm-i Zaman Muhammed Sibgatullah (rahmetullahi
teâlâ aleyh) hazretleri'nin gündüz ve gecedeki bütün amelleri tamâmen sünnete,
yâni dînimizin her emrine tam uygundu. Bir sünneti yerine getirememek endişesi,
gözünde gönlünde dağ gibi görünürdü. Yemekte, içmekte, oturmakta, kalkmakta,
yolculuk ve ikâmet hâlinde, giyinmede, her zaman okunması îcâbeden duâlarda ve
diğer duâlarda, dil ve kalb ile yapılan zikrlerde, oruç, namaz, hac, umre,
zekât, güzel ahlâk, ihsân, tevekkül, hilm (yumuşaklık), ilim, cömertlik, iyilik
yapmak, sabır, tahammül ve diğer güzel huylarda pek ilerideydi. Bu güzel
huyların îcâblarını yerine getirmekte o kadar dikkatliydi ki kıl ucu kadar
gevşeklik ve ayrılık görülmezdi. Gündüz ve gece yaptıklarından, inceden inceye
kendini hesâba çekerdi. İhlâs ve ibâdette ve her edebe riâyet etmekte pek
ilerideydi. Bununla berâber niyet ve amellerini, kâmil olmaktan uzak, ayıp ve
kusurlu görürdü. Bunun için pişmân olur, istigfâr ederdi. Bu sebepten dâimâ
mahzûn ve üzüntülü dururdu. "Amel ve istigfâr et!" kelâmını kendine düstur
edinmişti. Dînimizin emirlerine uygun görünmeyen keşf ve kerâmetlere kıymet
vermez, îtibâr etmezdi.
Mübârek yüzünde öyle bir nûr
vardı ki, güzel yüzünü bir kat daha güzelleştiriyor ve yüzüne bakanlara, lisân-ı
hâl ile; "Bu görünen, insanlar gibi insan değil, bir güzel melektir."
dedirtiyordu.
Evliyânın büyüklerinden ve
kendilerine “Silsile-i aliyye” denilen âlim ve velîlerin yirmi dokuzuncusu olan
Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî (rahmetullahi teâlâ aleyh) bir sohbeti sırasında
talebelerine ve sevenlerine buyurdular ki: "Size önemle sünnet-i seniyyeye
yapışmanızı; câhiliye âdetlerinden ve pek aşağı olan bid'atlerden sakınmanızı;
gösterişe kapılmamanızı; halktan, bedeni beslemeye çok ehemmiyet verenlere,
kendilerinden bir şey beklemek sûretiyle makam ve mevkî sâhipleri ile görüşmeyi
terk etmenizi tavsiye ederim. Çünkü bu şekilde onlarla görüşmek, onların
lekelendiği şeylerle sizin de lekelenmenize sebeb olur. Yapmak mecburiyetinde
olduğunuz iki bozuk işle karşılaştığınızda en hafif olanını yapmak lâzımdır.
Devlet reislerine dil uzatmayınız, onların iyilikleri için duâ ediniz. Çünkü
onların iyiliği, sizin iyiliğinize vesîle olur. Şunu iyi biliniz ki, sizin bana
en sevgiliniz; dünyâ ehline alâkası en az olanınız, başkasına yük olmayanınız,
fıkıh ve hadîsle meşgûl olanınızdır."
Büyük evliyâdan. Tefsîr,
hadîs ve fıkıh âlimi Mevlânâ Hasan-ı Berkî hazretlerine, İmâm-ı
Rabbânî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin yazdığı mektuplardan biri
şöyledir:
“Bu mektubumu yazmaya,
Besmele ile başlıyorum. Allahü teâlâya hamd, seçtiği iyi insanlara selâm ve duâ
ederim. Kardeşim, Şeyh Hasan’ın mektubunu okuyunca, çok sevindim. Kıymetli
bilgiler ve mârifetler yazılı idi. Bunları anlayınca, pek hoşuma gitti. Allahü
teâlâya şükürler olsun ki, yazdığınız bilgilerin, keşiflerin hepsi doğrudur.
Hepsi, Kur’ân-ı kerîme ve hadîs-i şerîflere uygundur. Ehl-i sünnet âlimlerinin
doğru îtikâdları böyledir. Cenâb-ı Hak, doğru yolda bulundursun. Yüksek
derecelere eriştirsin! Yayılmış olan bid’atlerin ortadan kalkmasına
çalıştığınızı yazıyorsunuz. Bid’at karanlıklarının ortalığı kapladığı böyle bir
zamanda, bid’atlerden bir bid’atin ortadan kalkmasına sebep olmak, unutulmuş
sünnetlerden bir sünneti meydana çıkarmak, pek büyük bir ni’mettir. Sahîh olan
hadîs-i şerîfde, Peygamber efendimiz buyuruyor ki: “Unutulmuş bir sünnetimi
meydana çıkarana yüz şehîd sevâbı vardır!” Bu işin büyüklüğünü, bu hadîs-i
şerîften anlamalıdır. Fakat, bu işi yaparken, gözetilecek mühim bir incelik
vardır. Yânî bir sünneti meydana çıkarayım derken, fitne uyanmasına sebep
olmamalı, bir iyilik, çeşitli kötülüklere, zararlara yol açmamalıdır. Çünkü,
âhır zamandayız. Müslümanlığın zaîf, garîb olduğu bir asırdayız.
Merhûm Mevlânâ Ahmed'in
çocuklarının okumalarına, terbiyeli, bilgili yetişmelerine çok gayret ediniz.
Zâhirî ve bâtınî edebleri öğretiniz. Görüştüğünüz herkesin, hattâ orada bulunan
bütün din kardeşlerimizin İslâmiyete uymalarına, sünnete yapışmalarına ön ayak
olunuz! Bid’at işlemenin, dinsizliğin zararlarını herkese anlatınız! Cenâb-ı Hak
hepimize iyi işler yapmak nasîb eylesin! Dîn-i İslâmın yayılmasına, gençlere
öğretilmesine çalışanlara başarılar versin! Dîn-i İslâmı yıkmak için, temiz
gençliğin îmânını, ahlâkını çalmak için uğraşan, yalan ve iftirâlarla gençleri
aldatmaya çalışan din ve fazîlet düşmanlarına aldanarak kötü yola sapmaktan,
yavrularımızı korusun! Âmîn.” (3. cild, 105. mektup)
Hanefî mezhebi fıkıh âlimi,
üçüncü Osmanlı şeyhulislâmı ve velî Molla Hüsrev (rahmetullahi teâlâ
aleyh) buyurdular ki: Allahü teâlâ Peygamber efendimizi, Peygamberlerin
sonuncusu ve doğru yolu gösterici olarak gönderdi. O'ndan sonra da O'nun
ümmetinden büyük âlimler yarattı. Bu âlimler de, O'nun bildirdiklerini,
insanların anlayacakları bir şekilde îzâh ettiler. Allahü teâlâ, bu âlimlerden
dört mezheb imâmını seçti. Bu büyüklerin ihtilâfını rahmet kıldı. Diğer fıkıh
âlimleri de bu âlimlerin mezheblerine göre fetvâ verdiler. Allahü teâlâ, bu
büyük âlimler arasında da, en büyük imâm ve yüksek himmet sâhibi, ümmetin ve
dînin kandili İmâm-ı A'zam Ebû Hanîfe Nu'mân bin Sâbit'i seçti. Onun yaptığı
hizmet sebebiyle, Allahü teâlâ onun makâmını Cennet'in en yüksek derecesinden
eylesin. Şüphesiz ki, Ebû Hanîfe'nin dînî hükümlere dâir bildirdiği şeyler,
dalgaları birbirlerine çarpan bir deniz, hattâ sapıklığın karanlığını gideren
parlak bir kandildir."
Hindistan'ın büyük
velîlerinden Seyfeddîn-i Fârûkî (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki:
"Açlık ve mücâhede, hârika ve kerâmeti arttırır. Evliyânın sohbeti ise kalbe
zikri yerleştirir. Sünnete tâbi olmayı kolaylaştırır. Yetecek kadar yiyiniz.
Zîrâ yolumuzun büyükleri, bu yolu kalbde dâimâ Allah sevgisini bulundurmaya
devâm ve sohbet üzerine kurmuşlardır. Zühd (dünyâdan uzaklaşmak) ve şiddetli
mücâhedenin (nefsin istemediği şeyleri yapmak) netîcesi, kerâmet ve tasarruftan
ibârettir. Biz bunları işden bile saymayız. Bizim maksadımız ancak zikre devâm,
Allahü teâlânın yasaklarından kaçınıp emirlerine uymak, Resûlullah efendimizin
sünnet-i şerîfine tâbi olmak, bir de çok feyz ve bereketlere kavuşmaktır."
Evliyânın büyüklerinden
Şerefüddîn Ahmed bin Yahyâ Münîrî (rahmetullahi teâlâ aleyh)
Peygamber efendimizin sünnetlerine o kadar sarılırdı ki, âlimler onun hakkında;
"Şerefüddîn'in ahlâkı, Resûl aleyhisselâmın bir kopyasıdır." derlerdi. Herkese
karşı güler yüzlüydü. Başkalarının haklarına çok saygı gösterir, kalbi kırık
garîblerin yardımına koşardı. Ahlâk bakımından Peygamber efendimize çok
benzerdi. Nitekim Mektûbât'ının 50. mektubunda; "Bu da göstermektedir ki, kibir,
gurûr ve bilgisizlik sebebiyle, Peygamber efendimizin yolunu tâkib etmeyen câhil
insanlar, onun mübârek nûrlarının pırıltılarını bulamazlar. Bunların, bir rehber
yol gösterici olmadan mânevî makamların yüksek derecelerine gidecek doğru
(hakîkî) yolu bulmaları imkânsızdır. Bunun içindir ki; "Kör, elinde değnek
olmadan aslâ yolunu bulamaz" demişlerdir. Ey genç, yolun uzundur ve tehlikelerle
doludur, o yüzden bir yol gösterene sarıl!" buyurmaktadır.
Şerefüddîn Ahmed Münîrî,
Peygamber efendimize uymakta çok titiz olması sebebiyle, dindeki her bid'atten
sakınırdı. Bu mevzûda o kadar dikkatliydi ki, bir defâsında talebelerine;
"Peygamberimizin herhangi bir hareketini bid'atlerle karışmış görürseniz, o
sünneti terketmeniz daha iyidir." buyurdular.
Ahmed Münîrî, sünnet-i
şerîfe uymanın bereketiyle, Allahü teâlânın kendisini affedeceğini ümîd ederdi.
Kendilerine “Silsile-i
aliyye” denilen büyük âlim ve velîlerin otuz birincisi olan Seyyid Tâhâ-i
Hakkârî hazretleri'ne, hocası Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî (rahmetullahi teâlâ
aleyh) hazretleri'nin yazdığı bir mektubunda buyurdular ki: "Allahü teâlâ
kalbimin sevgilisi Seyyid Tâhâ'yı fenâ ve bekâ makamlarının nihâyetine
kavuşturmakla şereflendirsin. Bu fakîre muhabbet ve ihlâs bağı ile bağlılığınızı
bildiren mektubunuz geldi. Yüksek Nakşibendiyye yoluna hizmet için çalıştığınız
ve Kur'ân-ı kerîmi bir usûl ile hatmetme haberinize çok sevindik. İhlâslı olmak
şartı ile insanlar sizin vâsıtanızla Allahü teâlâya ibâdet etmek, Peygamber
efendimizin sün-net-i seniyyesine uymak gibi her ne yaparlarsa onların kazandığı
sevâb kadar sizin de amel defterinize yazılacaktır. "İyi bir çığır açan müslüman
kimseye, açtığı o çığırın sevâbı verileceği gibi, o yolda gidenlerin sevâbı da
verilir. Bununla berâber onların sevâbından da hiçbir şey eksilmez." hadîs-i
şerîfi bu sözümüze açık delildir. Allahü teâlânın selâmı, rahmet ve bereketi
üzerinize olsun. Kulların en zayıfı Hâlid-i Nakşibendî."
Musul taraflarında şeyhlik
iddiâsında bulunan bir kimse, talebesinden birini Anadolu'da yaşayan büyük âlim
ve velîlerden Seyyid Tâhâ-i Hakkârî hazretlerinin yanına gönderdi ve; "Seyyid
Tâhâ'ya, sünnete uymayan bir iş işletmeden, buraya dönme!" dedi. O da kalkıp
Nehrî'ye geldi. Bir ikindi namazından sonra, Seyyid Tâhâ hazretlerinin mescidin
kapısında duran ayakkabılarından sol ayağınınkini uzağa koydu. Bununla mescidden
sağ ayakla çıkmasını ve sünnete uygun olmayan bir iş yapmasını düşünmüştü. Fakat
Seyyid Tâhâ hazretleri, kalabalık içerisinde, o kişiye hitâb edip; "Aldığın
ayakkabıyı yerine koy! Senin aradığın şey, bu kapıda yoktur." buyurdu.
Büyük velîlerden Ya’kûb
Germiyânî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin ölüm hastalığı sırasında,
hastalığın elem ve şiddetinin fazlalığı sebebiyle, gözleri kapalı ve lisânı
söylemez oldu. İhtiyâc gidermek için kaldırdıklarında, mecbûriyet karşısında,
kıbleye karşı durdurdular. O, hastalığın şiddetiyle kendisinde değildi. Fakat o
hâldeyken; “Helâda, kırda abdest bozarken, kıbleyi öne ve arkaya
getirmemelidir.” hükmü icâbı kıbleye karşı abdest bozmadı. Bu hâlin, onun bir
kerâmeti olduğu anlaşıldı. Bu şiddetli ve sıkıntılı hâlde bile, sünnete aykırı
bir harekette bulunmadı.
Osmanlı âlim ve velîlerinden
Ziyâeddîn Nurşînî (rahmetullahi teâlâ aleyh) bir sohbeti sırasında
Peygamber efendimize tâbi olmanın önemini işâret ederek buyurdu ki: “Ey
dostlarım! Hakîkî saâdet ve olgunluk, iki cihânın efendisi olan Peygamber
efendimize tâbi olmak, O’nun tebliğ ettiği İslâmiyetin boyasıyla boyanmak,
bizzat emirlerine uyarak yasakladığı şeylerden sakınmakla mümkündür. Ayrıca
bunları başkalarına da yaptırmalıdır. Bir kimse başkasını İslâmiyetin emir ve
nehiylerine muhâlefetten men edecek kudrette olup da onu men etmezse, o kimsenin
ortağıdır yâni o işi birlikte yapmış sayılırlar. Bir kimse Peygamber efendimizin
sünnetini ve İslâmiyetin hükümlerini başkasına yaptırsa, ona hâsıl olacak ecir
ve sevâbından hiçbir şey noksan olmaksızın kendisine de hâsıl olur.” |
|