|
SEVGİ –
GADAB
İskenderiye'de yetişen büyük
velîlerden Dâvûd-i İskenderî (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki:
"Bir kimse birini severse, onun bu sevgisi, bu sevgiye kavuşmasına sebeb olanı
da sevmeyi gerektirir."
Evliyânın büyüklerinden
Ebû Ali Rodbârî (rahmetullahi teâlâ aleyh) bir sohbetinde " Sevgi, kendini
büsbütün sevgiliye hîbe ettiğin için sana senden hiçbir şeyin kalmamasıdır."
buyurdular.
Tâbiînin meşhurlarından ve
büyük velî, fıkıh âlimi Ebû İdrîs Havlânî (rahmetullahi teâlâ aleyh) bir
gün Muaz bin Cebel “radıyallahü anh” hazretleri'ne; "Ben seni Allah için
seviyorum." dedi. Muaz bin Cebel de ona; "Müjdelerim. Müjdelerim. Resûlullah'tan
duydum. O; "İnsanlardan bir topluluk için, kıyâmet günü Arş'ın etrâfında
kürsüler vardır. Onların ise, yüzleri dolunay gecesindeki ay gibidir. İnsanlar
korku içindedirler. Fakat onlar korkmazlar. Onlar; Allahü teâlânın kendilerine
korku vermediği velî kullarıdır. Onlar mahzûn olmazlar." buyurdu. Peygamber
efendimize; "Onlar kimlerdir, yâ Resûlallah?" diye sorulduğunda; "Allahü teâlâ
için birbirini sevenler." buyurdu." diye müjde verdi.
Evliyânın büyüklerinden
Fudayl bin İyâd (rahmetullahi teâlâ aleyh) bir gün küçük çocuğunu kucağına
aldı, okşayıp bağrına bastı. Çocuk; "Babacığım beni seviyor musun?" dedi. Fudayl
hazretleri; "Evet." dedi. Çocuk; "Peki Allahü teâlayı seviyor musun?" dedi.
Hazret-i Fudayl; Tâbiî seviyorum." dedi. Çocuk; "Peki kaç tane kalbin var?"
dedi. Fudayl; "Bir tane." deyince, çocuk; "Ey babacığım! Bir kalbe iki sevgiyi
nasıl sığdırabiliyorsun?" dedi. Hazret-i Fudayl, küçük çocuğunun bu derin mânâlı
sözleri, kendi kendine söylemediğini, Allahü teâlânın söylettiğini anlayarak
yavrusunu kucağından bırakarak eliyle başını dövmeye başladı ve bundan sonra her
an Allahü teâlâ ile meşgûl olacağına söz verdi. Oğluna da; "Ey oğlum! Sen ne
güzel vâizsin." deyip bağrına bastı ve; "Seni hakîki sevgilinin izni ve emri ile
seviyordum." buyurdu.
Fudayl bin İyâd hazretleri
buyurdular ki: "Yüce Allah'ı seviyor musun?" diye sana sorsalar, sükût et. Zîrâ
eğer, hayır, dersen kâfir olursun. Evet, dersen, hareketlerin O'nu sevenlerin
hareketlerine benzememektedir. Onun için sahtekâr olursun."
Hindistan'da yetişen büyük
velîlerden Hâce Kutbüddîn-i Bahtiyâr Kâkî (rahmetullahi teâlâ aleyh)
Dehlî'den, Ecmîr'de bulunan hocası Hâce Muînüddîn'e, ayrılık ateşine
dayanamadığını, huzûruna varıp elini öpmek, mübârek huzûrları ile şereflenmek
için müsâade istediğini bildiren bir mektup yazdı. Talebesini çok seven Hace
Muînüddîn de, o günlerde Dehlî'ye doğru yola çıkmıştı. Onun geldiğini haber alan
Sultan ve ahâli, kendisini karşılamak ve evlerine buyur etmek için şehrin dışına
kadar çıktılar. Necmeddîn-i Sugrâ ise, Hâce Muînüddîn'in gelişi ile hiç alâkadar
olmamıştı. Buna rağmen Hâce Muînüddîn, şehre geldikten sonra, Necmeddîn-i
Sugrâ'yı evinde ziyâret etti. Sohbet esnâsında, Necmeddîn, kendisinin
Şeyhülislâmlık makâmında bulunduğu hâlde, herkesin Hâce Kutbüddîn'e rağbet
ettiğinden, kendisinin îtibârının kalmadığından yakınarak bâzı şeyler söyledi.
Hâce Muînüddîn bu kimsenin hâline ve mânâsız düşmanlığına üzülerek, tatsızlığın
ortadan kaldırılması için, talebesi Kutbüddîn'in Dehlî'den ayrılarak kendisiyle
berâber Ecmîr'e gelmesini emretti. Bunu haber alan Sultan ve ahâli şaşkına
döndüler. Çok üzüldüler. Nihâyet, Hâce Kutbüddîn hocası ile berâber Ecmîr'e
gitmek üzere yola çıktı. Fakat Sultan ve ahâli, Hâce Kutbüddîn'i çok
sevdiklerinden bu ayrılığı bir türlü kabûl edemiyorlardı. Hepsi yollara
döküldüler. Feryâd ü figân ediyorlar, ağlâyıp sızlayarak Hâce Muînüddîn'e, Hâce
Kutbüddîn'i götürmemesini, Dehlî'de bırakmasını isteyerek yalvarıyorlardı. Hâce
Muînüddîn de ahâlinin Kutbüddîn-i Bahtiyâr'a olan muhabbetini anlayarak ve
ısrârlarına dayanamayarak, Hâce Kutbüddîn'e burada kalabileceğini söyledi ve;
"Seni buradan alıp götürmekle, bu kadar çok insanın üzülmelerini, gönüllerinin
yaralanmasını istemiyorum. Onları kendime tercih ediyorum. Kendim, senin
ayrılığına tahammül etmeye çalışacağım. Sen burada kal! İnsanlara Muhammed
aleyhisselâmın doğru yolunu anlatarak, onların ebedî felâkete gitmelerine mâni
ol! Allahü teâlâ yardımcın olsun." buyurdu. Her ikisi de göz yaşları içinde
ayrıldılar. Biraz önce ayrılık gözyaşları döken Sultan ve ahâli, şimdi
sevinçlerinden ağlıyorlardı. Bu hâdise, onların Kutbüddîn hazretlerini daha çok
sevmelerine, kendisine daha çok bağlanmalarına vesîle oldu.
Medîne-i münevverede yaşayan
âlim ve velîlerden İmâm-ı Mâlik bin Enes (rahmetullahi teâlâ aleyh)
müslümanlar arasında Allahü teâlânın rızâsına uygun sevgi ve muhabbetin
bulunmasının gerektiğini bildirerek; "Müsâfeha ediniz, aranızdaki kin gider.
Birbirinize hediye veriniz ki, sevişirsiniz ve aranızdaki düşmanlık gider."
hadîs-i şerîfini naklederdi.
İmâm-ı Mâlik bin Enes
hazretlerinin Peygamber efendimize karşı olan sevgi, saygı ve edebi sınırsızdı.
Resûlullah efendimizin ismi anıldığı zaman, rengi değişir, yüzü sararırdı. Bu
durum orada bulunanlara ağır gelirdi. Bir gün ona bu husûs söylenince, buyurdu
ki: "Eğer siz benim gördüğümü görseydiniz, bu hâlimi hoş karşılardınız. Ben,
Muhammed bin Münkedir'i gördüm. O hâfızların efendisi idi. Ona ne zaman bir
hadîs-i şerîf sorulsa ağlamaya başlardı. Câfer bin Muhammed, güler yüzlü bir
zâttı. Yanında Resûlullah anıldığı zaman yüzü sararırdı. O, Resûlullah'tan
bahsettiği zaman mutlaka abdestli olurdu."
Büyük velîlerden Mansûr
el-Betâihî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri hakkında Ahmed Rıfâî
hazretleri şöyle anlatır: "Dayım Mansûr'dan işittim. Buyurdu ki: "Seven dâimâ
kendinde değildir. Bu kendinden geçme hâlinden çıkamaz. Çıkarsa hayret hâline
girer. Hayretten kurtulursa, sarhoşluğa (kendinden geçmeye) döner."
Tâbiînden, meşhûr hadîs
hâfızlarından ve velî Mekhûl eş-Şâmî (rahmetullahi teâlâ aleyh)
buyurdular ki: “Sâlih bir zâtı seven, dolayısıyla, Allahü teâlâyı sevmiş olur.
İlim öğrenmeye giden kimse, dönünceye kadar, Cennet yolunda sayılır.”
Evliyânın büyüklerinden
Sadreddîn Hayâvî (rahmetullahi teâlâ aleyh) anlatır: "İzzeddîn Türkmânî'yi
öyle bir hâl kapladı ki, heybetine tahammül edemeyip, feryâd ettim. O zaman
yanıma geldi ve; "Sadreddîn bu ne hâl? Bizim buraya gelişimiz senin içindir."
buyurdu. Sonra sâkinleştim. Gönülden ona sevgi bağı ile bağlandığımı anladım."
Hindistan evliyâsının
büyüklerinden Sâlih Gülâbî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerine,
hocası İmâm-ı Rabbânî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin yazdıkları bir
mektub:
"Allahü teâlâya hamd olsun.
O'nun seçtiği kullarına selâm olsun!
Kıymetli kardeşim Mevlânâ
Muhammed Sâlih! Biliniz ki, sevilen şey, sevenin gözünde, hattâ aslında, her
zaman ve her hâlinde sevgilidir. İncitirse de sevilir. İyilik ederse de sevilir.
Sevmek nîmeti ile şereflenenlerin, sevmenin tadını alanların çoğu, sevgilinin
iyiliklerine kavuşunca, sevgileri artar. Yahut incitmesinde de, iyiliğinde de,
sevgileri değişmez. Hâlbuki, sevenler içinde pek azı vardır ki, sevgilinin
incitmesi, sevgilerini arttırır. Bu en kıymetli nîmete kavuşmak için, sevgiliye
hüsn-i zan etmek lâzımdır. Hattâ, sevgili, bıçağını, sevenin boğazına dayasa ve
her uzvunu parça parça etse, seven bunun kendi için hayırlı olduğunu bilmeli,
bunu büyük iyilik ve saâdet görmelidir. İşte, böyle hüsn-i zan ele geçerse,
sevgilinin hiçbir hareketi çirkin gelmez ve "Muhabbet-i zâtiyye" ile şereflenir.
Arada hiçbir sıfat, hiçbir nisbet, hiçbir îtibâr olmaksızın, yalnız zât-ı
ilâhiyyeyi sevmek, Habîb-i Rabbil'âlemîne mahsustur. Böyle sevmekle
şereflenenlere, sevgilinin verdiği elemler, iyiliklerinden daha çok lezzet verir
ve ferahlandırır. Sanıyorum ki, bu makam, Rızâ makâmından daha üstündür. Çünkü
Rızâ makâmında olan, sevgilinin yaptığı elemi çirkin görmez. Bu makamda ise,
elemden lezzet almaktadır. Mahbûbun cefâsı arttıkça, sevenin ferâhı ve sevinci
artmaktadır. Bu ikisi birbirine benzer mi? Sevgili, sevenin gözünde, belki
aslında, her zaman her halde sevgili olduğu için sevenin gözünde, belki aslında
mahbûb olur. Her zaman ve her hareketinde medhedilir, hamdolunur. Seven, onun
elemini de, nîmetini de, hep medheder. Bunun için, sâdık âşıkların; "Elhamdülillahi
Rabbil'âlemîn alâ küll-i hâl" demeleri doğru olur. Sıkıntılı ve neş'eli
zamanlarında hep hamd eden, hâmidlerden olur. Hamd etmenin şükretmekten daha
kıymetli olmasının sebebi belki budur. Çünkü şükretmekte, sevgilinin nîmetleri
göz önündedir ki, sıfatlarından, hattâ işlerinden meydana gelmektedir. Hamd
ederken ise, sevgilinin hüsn-i cemâli, yâni kendisi göz önündedir. Yâni zâtı da,
sıfatları da, işleri de, nîmetleri de elem vermesi de, hep sevilmekte,
metholunmaktadır. Çünkü, Allahü teâlânın verdiği elemler, nîmetleri gibi
güzeldir. Görülüyor ki hamd, senâ etmenin, övmenin en üstün şeklidir ve hüsn-i
cemâli, en toplu olarak göstermektedir. Sevinç hâlinde de, sıkıntı hâlinde de
hamd edilmektedir. Şükür ise, nîmet zamanlarında olup, devamlı değildir. Nîmet
kalmayınca, ihsân bitince, şükür de kalmaz.
Suâl: Bâzı mektuplarda, rızâ
derecesinin, sevmekten ve sevgi derecesinden üstün olduğunu bildirmiştiniz.
Şimdi ise, sevmek makâmının rızâ derecesinden üstün olduğunu söylüyorsunuz. Bu
iki söz arasını bulmak nasıl olur?
Cevap: Şimdi bildirdiğimiz
muhabbet makâmı, o mektuplarda yazmış olduğumuz muhabbet makâmından başkadır. O
sevgide, az da olsa, çok da olsa, başka bağlılıklar ve görüşler de vardır. O
sevgiye de her ne kadar muhabbet-i zâtiyye diyorlar ve yalnız kendisini
sevmekdir biliyorlar ise de, yalnız zâta, kendine sevgi değildir. Çünkü, o sevgi
makâmında bulunan bağlılıklardan başka şeyler de görmekten kurtulamıyor. Bu
makamda ise, hiçbir bağlılık, hiçbir başka görüş yoktur. Bâzı mektuplarda, rızâ
makâmının üstünde, ancak, Peygamberlerin sonuncusuna yol vardır. Başka kimse
buradan ileri geçemez demiştik. Her şeyin doğrusunu, özünü, Allahü teâlâ bilir.
Şunu bilmelidir ki, herhangi
bir şeyin, zâhire (nefse, bedene) çirkin gelmesi, bâtınının, kalbin beğenmemesi
demek olmaz. Görünüşte acı olması, hakîkatte tatlı olmasına mâni olmaz. Çünkü,
olgun bir ârifin şeklini, görünüşünü, herkes gibi bırakmışlardır. İnsanlık
sıfatlarını, ondan almamışlardır. Böylece, onun kemâlini, başkalarının gözünden
örtmüşlerdir. Dünyânın, tecrübe, imtihan yeri olmasını sağlamışlardır. Doğru
yolda olan ile, yoldan çıkan, birbirine karışmakta, benzemektedir. Kâmil olan
ârifin, görünüşü ve şekli yanında, içi ve özü tıpkı bir insanın, üzerindeki
elbisesine bağlılığı gibidir. İnsanın kıymeti yanında, elbisenin ne kıymeti
vardır? Onun sûretinin, hakîkati yanındaki kıymeti de böyledir. Câhiller, ârifin
sûretini, dağ gibi görür. Kendi hakîkatsiz, özsüz sûretleri, görünüşleri gibi
sanır. Bunun için, bu büyükleri inkâr eder, inanmazlar, bunlardan istifâde
edemez, mahrûm kalırlar. Allahü teâlâ, doğru yolda gidenlere ve Muhammed
Mustafâ'nın izine yapışanlara selâmet versin! Âmîn." (İkinci cild, otuz üçüncü
mektup)
Hindistan'ın büyük
velîlerinden Seyfeddîn-i Fârûkî (rahmetullahi teâlâ aleyh) Allah
adamlarını ve evliyâyı sevmenin önemiyle ilgili olarak da buyurdular ki: "...Bu
büyükleri sevme saâdetiyle, hiçbir üstünlük ölçülemez. Bu büyüklere muhabbet,
bir kimsenin en üstün vasfı olmalıdır. Bu sebeple sonsuz derecelere yükselmek
ümîd edilir. Allah adamlarını sevmenin insana kazandıracağı üstünlükler ve
dereceler, ifâde edilemez, kitaplara sığdırılamaz. Vesselâm."
Osmanlı âlim ve velîlerinden
Sıbgatullah Arvâsî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri buyurdular ki:
"Bir şey için olan hırs ve gayret, ona olan sevginin netîcesidir."
"Müminin kabrinde yüzünün
kıbleden çevrilmiş görünmesi, dünyâ sevgisi üzerine ölmesindendir."
Büyük velîlerden Süfyân-ı
Sevrî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin arkadaşları "Ey Süfyân! Güç
ve tâkatınızın üzerinde ibâdet ve nefsinizle mücâdele ediyorsunuz. Nefsinize
biraz merhamet etseniz yine murâdınıza erersiniz." dediler. Süfyân-ı Sevrî
onlara; "Ey kardeşlerim! Âlimlerden duydum ki; "Kıyâmet günü Cennet ehli
Cennet'e girip, makamlarına vardıklarında bir nur görürler. Öyle ki o nur
Cennet'in yedi katını da aydınlatır. Bu durumda zannederler ki, bu nur Allahü
teâlânın cemâlinin nûrudur. Onun için secdeye kapanırlar. Sonra Allahü teâlâ
tarafından bir ses gelir; "Siz başınızı secdeden kaldırın. Bu nur, Allahü
teâlânın cemâlinin nûru değildir. Bir hûrinin, sâhibinin yüzüne karşı güldüğünde
meydana gelen ve bu kadar yükselen nurdur." Bu hûrileri isteyenler
kınanmazlarsa, Rabbini istiyenler nasıl kınanabilirler." buyurdular.
Büyük velîlerden Şâh
Şücâ Kirmânî (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: “Evliyâyı sevmekten
daha kıymetli ibâdet olamaz. Evliyâyı sevmek, Allahü teâlâyı sevmeğe yol açar.
Allahü teâlâyı seveni Allahü teâlâ da sever.”
Şam'ın büyük velîlerinden
Ukayl el-Münbecî (rahmetullahi teâlâ aleyh) bir gün sefer hazırlığını yapıp
evinden çıktığında, kendisini uğurlamak için bekleyen büyük bir topluluğu ve
talebelerini gördü ve; "Bak senin için ayakta bekliyorlar." diye içinden
geçirdi. Sonra da ağlamaya başlayıp şu meâldeki şiiri söyledi: "Sizi sevmekte
ben haddimi aştım. İnandım ki, sizin sebebinizle ben merhamet olunurum.
Büyükleri seven, seven kerîm olmasa bile, onları sevmek sebebi ile ikrâma
kavuşur."
Hindistan evliyâsının
büyüklerinden Abdülazîz Dehlevî (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki:
Allahü teâlâ, hayvanların yaşamaları, üremeleri için muhtaç oldukları şeyleri
her tarafta, bol bol yaratmış, bunlara kolayca kavuşmalarını ve bulduklarını
kolayca kullanabilmelerini ihsân etmiştir. Allahü teâlâ, insanlarda da şehvet ve
gadab kuvvetlerini yaratmış ise de, insanların muhtâc oldukları şeylere
kavuşmaları, bulduklarını kullanabilmeleri ve korktuklarına karşı
savunabilmeleri için, bu kolaylığı ihsân etmemiştir. Yalnız, en lüzûmlu olan
havayı her yerde yaratmış, ciğerlerine kadar kolayca girmesini insanlara da
ihsân etmiş, ikinci derecede lüzûmlu olan suyu, her yerde bulmalarını ve kolayca
içmelerini ihsân etmiştir. Bu iki nîmetten daha az lüzumlu olan ihtiyaç
maddelerini elde etmeleri ve elde ettiklerini kullanabilecekleri hâle
çevirmeleri için, insanları çalışmaya mecbûr kılmıştır. İnsanlar çalışmazlarsa,
muhtaç oldukları, gıdâ, elbise, mesken, silâh, ilaç gibi şeylere kavuşamazlar.
Yaşamaları, üremeleri çok güç olur. Bir insan, muhtaç olduğu bu çeşitli
maddeleri yalnız başına yapamayacağı için, birlikte yaşamaya, iş bölümü yapmaya
mecbûr olmuşlardır. Allahü teâlâ, merhamet ederek, seve seve çalışabilmeleri,
çalışmaktan usanmamaları için, insanlarda üçüncü bir kuvvet daha yarattı. Bu
kuvvet, Nefs-i emmâre kuvvetidir. Bu kuvvet, şehvetlere kavuşmak ve gadab
edilenlerle döğüşmek için insanı zorlar."
Tâbiînin meşhurlarından ve
büyük velî, fıkıh âlimi Ebû İdrîs Havlânî (rahmetullahi teâlâ aleyh)
buyurdular ki: "Allahü teâlâ: Ey Âdemoğlu! Kızdığın zaman beni hatırlarsan,
gazablandığım zaman ben de seni hatırlar, helâk ettiğim kimselerle berâber seni
helâk etmem." buyurdu.
Şam'ın büyük velîlerinden
Rislan Dımeşkî (rahmetullahi teâlâ aleyh) kızmak ve öfkenin zararlarını
anlatırdı. Bu hususta; "Hiddet (kızgınlık), şerrin (kötülüklerin) anahtarıdır.
Gadab (kızgınlık), seni öyle bir hâle sokar ki, artık orada özür zelîldir,
geçmez."
Yine; "Gadabın (öfkenin)
sebebi, kendinden üstün birinin, hoşlanmadığı bir şekilde hücûm etmesidir. Öfke,
insanın içinden dışına doğru çıkar. Hüzün ise, dışından içine doğru işler.
Öfkeden güç ve intikam hırsı, hüzünden ise dert ve hastalık doğar." buyurdu.
Kendisine eziyet edenleri
affeder, başkalarına da böyle davranmayı tenbih ederdi. Bu hususta; "Eğer
kendinde, sana düşman olan kimseyi yenmeye bir güç bulursan; bulduğun bu güce,
kuvvete şükür olarak onu affet."
"Kerim olan kimse,
eziyetlere dayanır, belâlardan şikâyetçi olmaz."
HAKÎKÎ
SEVGİ NASILDIR?
Yahyâ bin Muâz
ki, evliyânın büyüğü,
Verâ ile takvâda, vardı çok
üstünlüğü.
Meşhurdu insanlara, vâz ile
nasîhati,
Çok insan o sâyede, buldular
hidâyeti.
Buyurdu: "Ey insanlar,
gafleti atın artık,
Dünyâ uyku gibidir, âhiret
uyanıklık.
Uyuyup rüyâsında, ağlarsa
biri şâyet,
Uyanınca sevinir, ferâhlanır
o gâyet."
Öyleyse Allah için, ağlayın
ki bu demde,
Rahata eresiniz o ebedî
âlemde.
Buyurdu ki: "Bir sevgi,
hakîkî ise şâyet,
Bir iyilik görmekle, hiç
artmaz o muhabbet,
Ve yine bir kötülük, görse
de sevdiğinden,
Ona olan sevgisi, azalmaz
eskisinden."
Buyurdu: "Sen ne kadar,
edersen Hakk'a tâat,
İnsanlar da o kadar, sana
eder itâat.
Sen Allah'a ne kadar,
eylersen günah, isyân,
Sana dahi o kadar, karşı
gelir çok insan."
.
Ve yine buyurdu ki: "Doğru,
hâlis âlimler,
Sana, ebeveyninden, daha
şefkatlidirler.
Zîrâ onlar katarak, gündüze
gecesini,
Cehennem ateşinden, kurtarır
en son seni,
Ve lâkin ebeveynin, sana
merhametinden,
Kurtarır ancak seni, dünyâ
felâketinden."
Buyurdu ki: "Dünyâya,
aldanma, iyi tanı,
O hep dolup boşalır, sanki
bir yolcu hanı.
Bugün dünyâda isen, olmazsın
belki yarın,
Hazırla azığını, gaflete
gelme sakın!
Elini çabuk tut da, hazırlan
bir an evvel,
Zîrâ yaşayanlara, âni gelir
hep ecel.
Eğlenmeyi bırak da, ibâdet
yapmaya bak,
Zevk ü safâ sürmeyi, gel
âhirete bırak."
Buyurdu: "Bir âlimde, varsa
dünyâ sevgisi,
Onun, hiçbir kimseye, olmaz
bir fâidesi.
Zîrâ kendine bile, hayrı
olmaz ki zâten,
Nerde kaldı gayriyi,
kurtarsın felâketten."
Buyurdu: "Şâyet ölüm, konsa
idi pazara,
Ehlullah, başka şeye,
vermezlerdi hiç para.
Cehennem'e götüren, amelleri
işleyip,
Sonra kalkıp Cennet'e, tâlip
olmak ne garip.
Ahmak şu kimsedir ki, çok
günah işlerde hep,
Sonra Hak teâlânın, affını
eder talep.
Akıllı da şudur ki, dünyâyı
terk etmeden,
Âhiret azığını, hazır eder
gitmeden.
Bilir ki âhiretin,
tarlasıdır bu dünyâ,
Eker tohumlarını çalışır
ekseriyâ.
Kabire girmeden önce oraya
hazırlanır,
Bilir ki her mümine, orada
suâl vardır.
O, ölmeden öğrenir, cevabını
onların,
Bilir ki kendisine, sorulur
bunlar yarın."
Buyurdu ki: "Îmânın, tam
doğruysa Allah'a,
Sana, bundan kıymetli, bir
nîmet olmaz daha.
Öyleyse kork ve titre îmânın
gitmesinden,
Zîrâ bir kelimeyle,
gidebilir o senden." |
|