CİLD       ALFABE       KONU       KABR-İ ŞERİFLER

1.   2.   3.   4.   5.   6.   7.   8.   9.   10.   11.   12.
     
 

ZİYÂEDDÎN NAHŞEBÎ

Hindistan âlim ve velîlerinden. Bedâyûnlu idi. Bedâyûnî, Nahşebî, Dehlî ve Hindî nisbet edildi. Şeyh Hamîdeddîn Nâgûrî’nin torunu ve halîfesi olan Şeyh Ferîd’in talebesi olup seyyiddir. Ondan ilim öğrenip, feyz aldı. Hindistan’da onun devrinde Ziyâ isminde üç kimse vardı. Biri Nahşebî diğerleri, Ziyâ Semnânî ve Ziyâ Bernî idi. Ziyâ Semnânî, zamânın büyük evliyâsı Nizâmüddîn Evliyâ’ya muhâlifti. Ziyâ Bernî, Nizâmüddîn Evliyâ’yı çok severdi ve onun talebesiydi. Ziyâ Nahşebî ise, Nizâmüddîn Evliyâ’ya muhâlif olmadığı gibi, talebesi de değildi. Herkesten uzak bir hayat yaşardı. Kimseyi beğenmemezlik etmez, kimseye de gönül bağlamazdı. Bedâyûn’daki, isimsiz ve ıssız zâviyesinde kitap yazmakla meşgûl olurdu. Silk-üs-Sülûk, Aşere-i Mübeşşere, Külliyât, Cüz’iyyât, Tûtinâme adlı eserlerinden başka, daha birçok telifleri vardır. Eserleri daha çok, açıklanması zor meselelere dâirdir. Silk-üs-Sülûk adlı eseri, güzel ve tesirli bir dille yazılmış olup, evliyânın hikâyelerini ve sözlerini ihtivâ etmektedir. Eserlerinde, kendi yazdığı pekçok şiiri de vardır. 1350 (H.751) yılında Bedâyûn’da vefât etmiştir.

Ziyâüddîn Nahşebî buyurdu ki: Büyüklerden biri, bir kadınla evlendi. Gece olunca ona; “Ey hanım, pijamamı hazırla yatacağım.” dedi. Hanımı; “Efendim, senin Mevlâ’n (sâhibin) yok mu?” dedi. “Vardır” buyurdu. “Senin Mevlâ’n uyur mu, uyumaz mı?” dedi. “Uyumaz” buyurdu. “Mevlâ’n uyanık iken sen uyumaktan hayâ etmez misin?” dedi.

İnsan, ölüm, fakr ve ateşin (Cehennem'in) yarış meydanındadır. Allahü teâlâ onun terbiyecisi, peygamberler sürücüsü, kitaplar öncüsüdür, o ise serkeştir, söz dinlemez.

Kardeşim, eskiden öyle insanlar vardı ki, başkalarının günah işlediklerini duysalar, sıtmalı gibi titrerlerdi. Senin ise kendi günâhından için yanmıyor. Eskiden bir âdet vardı; güller açınca, insanlar oyun oynarlar, eğlenirlerdi. Bu sebebtendir ki, her sene güllerin yetişme, açılma zamanı gelince, Ma’rûf-i Kerhî hazretleri üzülür; “Gül açtı, şimdi insanlar oyunla meşgûl olacaklar” derdi.

Büyüklerimiz diyorlar ki, bir kimsenin başkasının emri altında olması, nefsinin emri altında olmasından iyidir. Dervişlerden biri, Cuma günleri dışarı çıkar, kimi görse; “Mescide hangi yoldan gitmeli?” diye sorardı. Birisi ona; “Senelerdir mescide gidersin, yolu öğrenemedin mi?” dedi. “Bilmiyorum, ama gittiğimiz yolda mahkûm olmak, hâkim olmaktan daha iyidir” derdi.

Dinle, iyi dinle! Vehb bin Münebbih anlatır: Ka’b-ül-Ahbâr, mescidde arka saflarda durur. Ona; “Bunun altında hangi sır gizlidir?” diye sordular. Buyurdu: “Tevrât’ta okudum ki, Muhammed aleyhisselâmın ümmetinden öyle insanlar vardır ki, onlardan biri başını secdeye koyunca, başını secdeden iyice kaldırıncaya kadar, Allahü teâlâ onun arkasında olanı magfiret eder. Ben de hepsinden geride dururum, umarım ki, öyle birisinin secdesiyle benim işim görülsün.”

Büyük şeyh Abdullah ibni Hafîf (kuddise sirruh) hastalanmıştı. Bir doktor geldi ve; “Ey Şeyh hastalığın nedir?” dedi. “Vücûd gidince, hastalık da gider” buyurdu.

Cihânı, karıncanın gözünden daha küçük gören Muhammed Vâsi buyurdu: “Eğer günâhın kokusu olsaydı, hiç kimse benim yanımda oturamazdı.”

Hâce Ebü'l-Hasan Harkânî buyurdu: “Yakınların yakını, bizim maksadımız olanın yanında uzak kalır. Kardeşim, suya daha yakın olan, daha çok batar; ateşe daha yakın olan, daha çok yanar.”

Derler ki, bir gün bir genç, zengin bir kadının kapısına geldi ve; “Ben ona âşık oldum” dedi. Bu haberi kadına ulaştırdılar. Kadın onu çağırdı ve onunla konuşmaya başladı. “Sakın bir daha bu sözü söyleme!” dedi. “Edemem ki” dedi. “İki bin gümüş vereyim” dedi. “Yapamam” dedi. On bin gümüşe kadar çıkardı. Genç, on bin gümüşü duyunca râzı oldu. Kadın bu durumu görünce, onun dilini kesmelerini emretti ve; “Bizi sevdiğini iddiâ edip de, bize değil malımıza râzı olanın cezâsı budur.” dedi.

Râbia-i Adviyye’ye sordular ki: “Sen şeytana düşman mısın?” “Hayır” dedi. “Niçin?” dediler. “Ben dostla o kadar meşgûlüm ki, başkası hâtırıma gelmiyor” buyurdu.

Büyüklerden birine; “Dünyâ neye benzer?” dediler. “Dünyâ, benzeri olmaktan daha aşağıdır” buyurdu.

Bir kimse, bir dervişe gidip; “Birkaç gün seninle berâber olayım” dedi. "Ben olmasam kiminle olacaktın?” diye sordu. “Allahü teâlâ ile” dedi. “Benim olmadığımı kabûl et ve şu anda Allah ile ol” buyurdu.

Bir gün dünyâ ehli zengin birisi, bir dervişin evinden su istedi. Ona tatsız, ılık bir su verdiler. “Bu su, sıcak tatsızdır” dedi. O derviş; “Ey efendi, biz zindandayız. Zindanda olan iyi su içmez” dedi. Yahyâ bin Muâz-ı Râzî’yi öldükten sonra rüyâda gördüler. “Yüksek âlemde sana ne yaptılar?” diye sordular. Buyurdu ki: “Dünyâdan ne getirdin?” dediler. “Zindandan geliyorum; zindandan ne getirilir?” dedim.

Şiblî hazretlerini, öldükten sonra rüyâda gördüler. “Münker ve Nekîr’in suâllerinden nasıl kurtuldun?” dediler. “Siz orada olsaydınız da, benim yanımdan nasıl gittiklerini bir görseydiniz. Bana, “Rabbin kimdir?” dediler. “Rabbim öyle birisidir ki, size, bütün meleklerle birlikte babamın önünde secde etmenizi emretti; biz onda babamın sülbünde, bütün kardeşlerimle birlikte sizi görüyorduk.” dedim. Melekler; “Biz buradan çekilip gidelim. Biz ona suâl soruyoruz, o ise hazret-i Âdem’in bütün zürriyetinin cevâbını veriyor.” dediler.

Ey insan, bir gün sabahtan akşama kadar nefsinle harb et. Neler zâhir olacağını bir gör. Merd, nefsinde bir eksik görüp de onunla harb edendir.

Cüneyd-i Bağdâdî hazretlerini vefâtından sonra rüyâda görüp; “İşin nereye vardı?” dediler. “Âhiret işi, bizim dünyâda zannettiğimizden daha zordur.” buyurdu.

 

KERÂMET ve MENKÎBELERİ

KAVUŞMAK İSTERSEN

Ziyâeddîn Nahşebî hazretleri buyurdu ki: Dinle, iyi dinle! Büyüklerden biri, hiç sağına soluna bakmazdı. Bir gün Kâbe’yi tavâf ederken, birisi ona seslendi. Onun tarafına bakmak istedi. Gâibden bir ses işitti: “Bizden başkasına bakan, bizden değildir.” Kardeşim, bu yolda bin sene yürüsen ve hâtırından; “Bunu kabûl ederler.” düşüncesi geçse, hâlâ makam arzusunda olup, hâlâ istek yolunun yolcusu olduğun anlaşılır. Ey kardeşim, eğer bu yoldan menzile kavuşmak istersen, sakın kendini arada görme! Tâat zenginliğine kavuşmuş olan büyükler, kendilerini dâimâ müflis olarak, düşünmüşlerdir. Her zaman müflis olanlar ise, kendilerini nasıl zengin yaparlar.

Dinle, iyi dinle! İbrâhim aleyhisselâm ateşe eriştiğinde, ateş ona selâmet oldu. Zîrâ onun kalbi, hakîkî ateşle yanmıştı. Bunun içindir ki, “Sen olmasaydın, sen olmasaydın kâinâtı yaratmazdım.” makâmının sâhibi, yâni Resûl-i ekrem efendimiz; “Benim kadar hiç kimse eziyet çekmedi. Hazret-i İbrâhim’in ateşe atılması belâ değildi. Hazret-i Zekeriyyâ’nın parça parça edilmesi sıkıntı değildi. Belâ ve sıkıntı, bizim başımıza dökülendir. Bizi, gök ve yer ehlinin önüne geçirdiler ve Âdem aleyhisselâmın zürriyetinin günahlarını, benim şefâat eteğime bağladılar.” buyurdu.

 

KAYNAKLAR

1) Ahbâr-ul-Ahyâr; s.111

2) Hediyyet-ül-Ârifîn; c.1, s.429