ZÂHİD İSFEHÂNÎ
Tebe-i
tâbiînin âlim ve velîlerinden. İsmi, Muhammed bin Yûsuf’tur. İbâdete çok
düşkündü. Dünyânın, Allahü teâlânın rızâsı için olmayan her şeyinden el
çekmişti. Çok büyük evliyâdan olmasına rağmen, kendisini büyüklerden başkası
tanımazdı.
Künyesi
Ebû Abdullah’dır. Ez-Zâhid, el-Âbid lakabları ile tanınırdı. Aslen İsfehanlıdır.
Doğum tarihi bilinmemektedir. İlim tahsili için uzun zaman Mekke’de bulundu.
Basra’da ve değişik yerlerde ikâmet etti. Tanındığı yerden kaçmanın yollarını
arardı. Geceleri hiç uyumazdı. Devamlı ibâdet ederdi. İnsanlardan bir şey
istemez, hâcetini Allahü teâlâdan dilerdi. 804 (H.188)’de veya daha sonraki bir
tarihte, otuz yaşlarında vefât etti. Basra’nın Mesîse kasabasında Ebû İshâk
el-Fezârî’nin yanına defnedildi. Ziyâret edenler feyz ve bereketinden istifâde
etmektedir.
Yûnus
bin Ubeyd, Hammâd bin Seleme, Hammâd bin Zeyd, Süleymân bin Mihrân, el-A’meş,
Süfyân-ı Sevrî ve Sâlih el-Müzenî’den (r.aleyhim) hadîs rivâyet etti.
Kendisinden ise; İmâm-ı Evzâî, Âmir bin Hammâd İsfehânî ve Zübeyr bin Abbâd
(r.aleyhim) ilim tahsil edip, hadîs-i şerîf rivâyet ettiler.
Yahyâ
bin Saîd el-Kettân hazretleri; “Birçok âlimin sohbetinde bulundum. Fakat,
Muhammed bin Yûsuf İsfehânî’den daha fazîletli birini görmedim. Benim nazarımda
o, Süfyân-ı Sevrî’den daha üstündür.” deyince, Ahmed bin Hanbel; “İlim ve
fazîletteki üstünlüğünü mü kastediyorsun?” diye sordu. O da; “Evet ilim ve
fazîletteki üstünlüğünü kastediyorum.” buyurdu.
Abdurrahmân bin Mehdî; “Muhammed bin Yûsuf’un benzerine rastlamadım” buyurdu.
Züheyr
el-Benânî; “Onun gibi çok ibâdet edip, dünyâya rağbet etmeyen bir daha gelmez.”
buyurdu.
Talebelerinden Dirhem, “Meclislerinde çok kaldım. Onun Allah için olmayan
birşeyden bahsettiğini hiç duymadım” dedi.
Atâ bin
Müslim Halebî hazretleri buyurdu ki: “Muhammed bin Yûsuf İsfehânî, her gün garip
bir şekilde kapının önüne gelir, çok garip bir şekilde öğrenmek istediğini
sorar, benden suâlinin cevâbını alınca da, yine çok garip bir şekilde kapımdan
ayrılırdı. Bu hâli yirmi sene devam etti. Ben ona kim olduğunu hiç sormamıştım.
Ama ben Muhammed bin Yûsuf'un ismini işitiyor, ona hayranlık duyuyordum. Bir gün
biz câmideyken, o da geldi. Onu ta- nıyanlardan biri; “İşte Muhammed bin Yûsuf
bu gelen zâttır.” dedi. Yirmi senedir bu zât her gün benim kapıma gelir, fakat
ne ben ona kim olduğunu sordum, ne de o bana kim olduğunu söyledi.”
Abdullah bin Mübârek; “İbn-i İdris’e Basra’da kimden daha çok istifâde
edebileceğimi sordum. Ben, sana Muhammed bin Yûsuf İsfehânî hazretlerinden
başkasını tavsiye edemem. Ona git, çok istifâde edersin. Onu lütûf ve ihsân
yerlerinde bulursun. O, Basra’nın Mesîse kasabasında oturur” dedi. Ben de
Basra’yı ziyâret ettiğim zaman Mesîse’ye gittim. Orada Muhammed bin Yûsuf
hazretlerini sordum. Onu kimse tanımıyordu. Tanınmaması, onun takvâ ve
fazîletinin üstünlüğündendi. Ben, Muhammed bin Yûsuf hazretlerini üstâdımın
dediği gibi lütûf ve ihsân yerleri olan câmilerden birinde buldum. Onun âbid ve
zâhidlerin ileri gelenlerinden olduğunu gördüm” buyurdu.
Abdullah bin Mübârek, Muhammed bin Yûsuf hazretlerinin yaşının çok genç
olmasından dolayı onun için; “Âbidler ve zâhidler arasında bir gelindir.”
buyururlardı.
Salt
bin Zekeriyyâ anlatır: Muhammed bin Yûsuf hazretleriyle Ehvas’a gidiyorduk. Bir
handa sabahladık. Bana; “Kervancıbaşını yanıma çağır, çok çabuk hazırlansınlar.
Hemen yolumuza devam edelim” buyurdu. Kervancıbaşının yanına gittim. Ayağını bir
akrep sokmuş kalkamıyordu. Muhammed bin Yûsuf hazretlerine durumu arz ettim.
“Yanıma muhakkak gelmeli” buyurdular. Kervancıbaşının koltuğuna girdim,
beraberce geldik. Kervancıbaşının elini akrebin soktuğu yere koydurup, sessizce
bir şeyler okuyarak oraya üfledi. Adam hemen kalktı ve hiçbir şey olmamış gibi
yürüdü, gitti. Muhammed hazretlerine, içinden ne okuduğunu sordum;
“Ümmü’l-Kitâb”ı okudum, buyurdular. “Ümmü’l-kitâb” nedir? diye sorunca;
“Fâtiha’dır. Ben Fâtiha sûresini okudum” buyurdular. Ben ondan sonra, Fâtiha
sûresi okuyup hastaların üzerine üflerdim. Lâkin benim okumamla hiçbir hasta
şifâ bulmadı.
Muhammed bin Hilâl hazretleri anlatır: Muhammed bin Yûsuf hazretleri ile Fudayl
bin Iyâd hazretleri çok arzu etmelerine rağmen birbirlerini görüp
tanışamamışlardı. Bir gün Basra çarşısında karşılaştılar:
“Sen
Muhammed bin Yûsuf musun?” “Sen Fudayl bin Iyâd mısın?” Bir ağızdan “Evet”
derken ikisi de aynı anda birer nâra atarak bayıldılar. Tanıyanları, bir müddet
sonra Fudayl bin Iyâd’ı baygın olarak evine götürdüler. Muhammed bin Yûsuf ise
ayılıncaya kadar güneşin altında yattı. Çarşıda kimse tanımadığı için “uyuyor”
zannedildi.
Sâlih
bin Mehdî anlatır: Muhammed bin Yûsuf ile beraber Yahûdiyye beldesine
gidiyorduk. Yolda bir hıristiyanla karşılaştık. O, hıristiyanın selâmını çok
güzel bir şekilde aldı. Ona çok hürmet etti. “Nasıl olur da bir İslâm âlimi ve
velî, bir kâfire böylesine hürmet eder?” diye düşündüm. Hıristiyan yanımızdan
ayrılınca bunun sebebini sordum. “Bu nasrânî gözüken kimse, gizlice îmân
etmiştir. Müderris olan kardeşim, dokuz talebesiyle birlikte bunun köyüne geldi.
Bu adam da hizmetçisini gönderip köyde misâfir olup olmadığını araştırdı. Durumu
anlayınca, bizzat kendisi gidip onları evine dâvet etti. Onlara izzet ve ikrâmda
bulundu. Ayrıca içinde yüz bin dirhem bulunan bir keseyi yol harçlığı vermek
istedi. Ama onlar; “Bizim ihtiyâcımız yoktur.” diyerek kabûl etmediler.”
buyurdu.
İsfehanlı biri anlatır: Bir grup eşkıyâ, çobanlarımızı bağlayarak hayvanlarımızı
çaldı. İçinde Muhammed bin Yûsuf’un hayvanları da vardı. Bizden biri onlarla
görüşmek üzere gitti. Şakîlerin reisi Ona; “Muhammed bin Yûsuf’un hayvanlarını
bize göstermek şartıyla, kendi hayvanlarını götür. O, büyük velîdir. Biz, onun
bedduâsından korkarız. Onun hayvanlarının hepsini geri göndereceğiz” dedi. Ama,
daha sonra göndermedi. Bir müddet sonra çaldıkları hayvanların hepsi telef oldu.
Onlardan bir fayda göremediler. Yalnız Muhammed bin Yûsuf hazretlerine âit
hayvanlardan hiçbiri telef olmadı.
Talebelerinden biri, Muhammed bin Yûsuf hazretlerinden nakleder: Kazvîn
beldesinde ikâmet ederken, o şehrin ileri gelen zenginlerinden biri de sohbetime
devam ederdi. Bir gün ikimiz yalnız kalınca, bana bir teklifi olduğunu söyledi
ve devamla; “Dünyâda yalnız bir çocuğum var. O da, evlenecek çağda, dînine bağlı
bir kızcağızdır. Onu bütün mallarımla birlikte sana vermek ve daha sonra da
Mekke veya Medîne’de ikâmet etmek isterim.” dedi. Ben de ona; “Allahü teâlâ
senden râzı olsun. Eğer benim evlenmek gibi bir niyetim olsaydı, kabûl ederdim.
Fakat böyle bir niyetim yok” diye cevap verdim. “Bu teklifi niçin kabûl
etmediniz?” diye soran bir talebesine de; “Ben mal-mülk sâhibi olsaydım, onlarla
meşgûl olurdum. Şimdi ise daha kıymetli şeylerle meşgûlüm. Beni bu kıymetli
şeylerden alıkoyacak hiçbir şeyi istemem” buyurdu.
Ali bin
Ezher anlatır: Muhammed bin Yûsuf hazretleri bir ara Mesise’ye geldi. O
sıralarda Ebû İshâk hazretleri vefât etmişti. Bizden onun kabrini sordu.
Kabrinin başına gittik. Kur’ân-ı kerîm okuyup duâ ettikten sonra, Ebû İshâk
el-Fezârî hazretlerinin kabrinin bitişiğindeki boş yeri göstererek “Burası bir
müslümana ne güzel kabir olur” buyurdu. Biz burasını kendisi için temennî
ettiğini anladık. Mesise’ye geri döndük. Kısa bir müddet sonra hastalandı ve on
iki-on üç gün sonra vefât etti. Biz de işâret ettiği gibi kendisini Ebû İshak
hazretlerinin yanındaki boş yere defnettik.
Saîd
bin Gaffâr’a hitâben buyurdu ki: “Ey Saîd, en kıymetli vaktin olan şu ânını, en
kıymetli şeyle değerlendir.”
Dostlarına; “Bu zaman fazîleti arama zamânı değil, bilakis kurtuluşu arama
zamânıdır.” buyurdular.
Kardeşi
Zürâre’ye yazdığı mektupta;
Besmele
ve hamd ü senâdan sona, “Ey kardeşim! İşittim ki, ticârete başlamışsın. Bilmiş
ol ki, senden önceki bütün tüccârlar ölmüşlerdir. Vesselâm” buyurup, altına
şöyle not düştüler:
“Ey
kardeşim Zürâre! Allahü teâlâdan kork ve ona itâat et! O’nun azâbını unutma!
O’nun azâbına kimse karşı koyamaz. Şartlarına sâhib olunca hacca git! Zîrâ
hadîs-i şerîfte Resûlullah efendimiz; “Her kim ki helâlden kazandığı mal
ile Allahü teâlânın rızâsı için hac etse, anasından doğduğu gün gibi günahsız
olur” buyurdu.
Bir
sohbetlerinde: “Şu gördüğünüz arâzilerin hepsini iki kuruş karşılığında bana
verseler hiç sevinmem. Zîrâ bu dünyâdaki bütün mal ve mülk geçicidir. Yok olmaya
mahkûmdur. Biz öleceğiz, malımız ve mülkümüz dünyâda kalacaktır” buyurdular.
Mekke
yolunda, Abdurrahmân bin Ömer’in elinden tutup buyurdular ki:
“Ey
Abdurrahmân! Sen zevk ve keyfiyle uğraşanların kapıları önünden geçtiğinde
onlara; “O yüksek köşkleri ve kaleleri yaptıranlar hani, bu muhteşem köşk ve
muazzam kalelerde sizden önce zevk ve sefâ sürenler, bütün dünyâ bizimdir
diyenler nerede?” diye sor. Muhakkak ki, onların hepsi ölüp gittiler. Sen, çok
ibâdet edenlerin yanlarına varırsan onlara; “Ey âbidler! Ölüm vaktiniz gelip,
âhirete göçtüğünüz zaman, istirahatin en güzeli sizin içindir” dersin.”
Süleymân bin Mihrân’dan duydum, Abdullah bin Mes’ûd buyurdu ki:
“Cumâ
günü bin defa Allahümme salli alâ Muhammedin sallallahü aleyhi ve sellem demeyi
terketme!”
KERÂMET ve MENKÎBELERİ
BENİ
TANIMASINLAR
Yûsuf
bin Zekeriyyâ anlatır: Biz Harran’da idik. Muhammed bin Yûsuf hazretleri
yanımıza geldi. Oradaki hadîs âlimleri etrafını çevirdiler. Hemen Harran’dan
ayrılıp Resûleyn denilen yere gitti. Bir ay orada kaldıktan sonra geri geldi.
Orada neden çok kaldıklarını sordum. “Resûleyn’de bir ay kaldım. Ne kimse beni
tanıdı, ne de ben kimseyi tanıdım” buyurdu. Dikkat ettim; Muhammed bin Yûsuf
hazretleri, ekmeğini her zaman değişik fırından alırdı. Sebebini sorduğumda;
“Her zaman aynı fırından alırsam, belki fırın sâhibi beni tanır ve bana hürmet
eder, ben de o zaman dînimi dünyâya âlet etmiş olmaktan korkarım. Muhtelif
fırınlardan alınca beni hiçbiri tanımaz” buyurdu.
KAYNAKLAR
1)
Hilyet-ül-Evliyâ; c.8, s.225
2)
İslâm Âlimleri Ansiklopedisi; c.2, s.318
|