|
YÂKÛT-İ ARŞÎ
Âriflerin ve evliyânın büyüklerinden ve meşhûrlarından. Ebü’l-Abbâs-ı Mürsî
hazretlerinin talebelerinin büyüğü olup, Habeşistanlıdır. 1307 (H. 707)
senesinde Mısır’da İskenderiyye şehrinde vefât etti. Rivâyet edildiğine göre,
Ebü’l-Abbâs-ı Mürsî hazretleri İskenderiyye’de bulunduğu sırada, sıcak bir yaz
günü, kış günlerine mahsus olan asîde yemeğini pişirip, talebelerine ve
dostlarına ikrâm etmişti. Herkes hayret edip, bu sıcak yaz gününde kış yemeğinin
ikrâm edilmesinin sebeplerini merak ederek hikmetini suâl ettiklerinde buyurdu
ki: “Bu, Habeşistan’da bugün dünyâya gelen kardeşiniz Yâkût’un doğum yemeğidir.
O inşâallah bizim oğlumuz olacaktır.” Dinleyenlerden bir çoğu, bu sözlerden bir
şey anlamamakla berâber, hocalarının sözlerinde mutlakâ bir hikmet bulunduğunu
bilen talebeler, bu hâdisenin târihini not ettiler.
Diğer
taraftan Yâkût, Habeşistan’da büyüyüp yetişti. Bir zaman köle oldu. Mısırlı bir
tüccâr bunu satın alıp, memleketi olan Mısır’a götürmek üzere yola çıktı. Gemi
ile gelirken, denizde bir fırtına çıktı. Gemi batacak hâle geldi. Ebü'l-Abbâs-ı
Mürsî hazretlerinin büyük bir zât olduğunu duymuş olan tüccâr, Allahü teâlâya
duâ edip; “Yâ Rabbî! Eğer sağ sâlim karaya çıkarsak, köle olarak aldığım bu
genci (Yâkût’u) Ebü’l-Abbâs hazretlerine hibe edeceğim” diye nezretti (adadı).
Allahü teâlânın izni ile fırtına sâkinleşti. Selâmetle karaya çıktılar.
İskenderiyye’ye gelen tüccâr, nezrettiği şeyi yerine getirecekti. Fakat, Yâkût
ismindeki bu köle de çok kıymetli idi. Kendi kendine; “Ben Ebü’l-Abbâs
hazretlerine “Yâkût’u” vermeyi adamıştım. Bu Yâkût ismindeki genç çok kıymetli
olduğuna göre, ben, çarşıdan kıymetli bir yâkût taşı alıp, Ebü’l-Abbâs’a hediye
ederim. Böylece adağımı yerine getirmiş olurum.” diye düşündü. Dediği gibi
yaptı. Çarşıdan kıymetli bir yâkût taşı alarak Ebü’l-Abbâs’ın huzûruna vardı.
Bunu kendisine hediye getirdiğini bildirdi. Ebü'l-Abbâs-ı Mürsî ona; “Bize bu
yâkûtu değil, bizim için vâdettiğin asıl Yâkût’u getir! Sözünden dönme!”
buyurunca, tüccâr hatâsını anladı ve gidip Yâkût’u getirerek teslim etti. O da
bunu talebeliğe kabûl etti. Habeşistan, Mısır’a çok uzak olduğu için, herkes bu
yeni arkadaşlarını merak ettiler. İsmini ve memleketini öğrenince, hocalarının
yıllarca önce verdiği doğum yemeğini hatırladılar. Tuttukları târihe baktılar.
Yeni gelen arkadaşlarının doğum târihi, aynen hocalarının bildirdikleri gündü.
Hocalarının senelerce önce gösterdiği bir kerâmetini böylece anlamış olan
talebelerin, Ebü’l-Abbâs’a olan muhabbet ve bağlılıkları daha da arttı. Yeni
gelen arkadaşlarını da çok sevdiler. Yâkût-i Arşî, Ebü'l-Abbâs-ı Mürsî
hazretlerinin sohbetlerinde, huzûrunda ve hizmetinde bulundu. İlim öğrenmek
arzusu pek fazlaydı. Bunun için gece-gündüz çalışırdı. Kısa zamanda çok
yükselip, ilim ve velîlik bakımından çok üstün derecelere kavuşarak, o büyük
zâtın en büyük talebesi oldu. Kalbi, dâimâ Allahü teâlânın Arş-ı âlâsında olur,
yeryüzünde sâdece cismi bulunurdu ve Hamale-i Arş’ın (Arş-ı a’lâyı taşımakla
vazifeli olan meleklerin) okudukları ezanları işitirdi. Bunun için kendi hocası
bu zâtı, Yâkût-i Arşî diye isimlendirdi. Yâkût-i Arşî hazretleri bundan sonra
Mısır’dan ayrılmadı. Hocasının vefâtından sonra, onun yolunu yaymaya devâm etti.
Yâkût-i
Arşî, insanlara olduğu gibi, hayvanlara karşı da çok merhamet sâhibiydi. Kuşlar
ve diğer hayvanlardan bâzıları gelerek, ona bâzı şeyler sorarlardı. Allahü
teâlânın izni ile onların ne söylediklerini anlar ve yardım ederdi. Bir
defâsında dostları ile birlikte otururlarken, bir güvercin gelerek Yâkût-i
Arşî’nin omuzuna kondu. Bir şeyler söylüyormuş gibi sesler çıkardı. Yâkût
hazretleri bu güvercine; “Senin yanına dervişlerden birini katayım mı? Onunla
gider misin?” dedi. (Sonradan anlaşıldığına göre) güvercin; “Senden başka
kimseyi kabûl etmem” diyerek ısrâr ediyordu. Yâkût hazretleri kalkıp hayvanına
bindi. İskenderiyye’den Eski Mısır denilen yere gitti. Oradan Amr bin As Câmiine
vardı. Orada bulunanlara; “Bana filân müezzini çağırır mısınız?” dedi.
Çağırdılar. O müezzine; “Ey müezzin kardeş! Bu güvercin İskenderiyye’ye kadar
gelip bana şikâyette bulundu ki, minârede bu güvercinin bir yuvası varmış.
Güvercin yavrulayıp, yavruları biraz büyüyünce, sen bunun yavrularını kesip
yermişsin.” dedi. Müezzin bu hâlini îtirâf edip; “Doğrudur. Bu hâl birkaç defâ
oldu” dedi. Yâkût hazretleri müezzine, bu hâlin bir daha tekrarlanmamasını
tenbih etti. Müezzin tövbe etti. Bir daha yapmamaya söz verdi. Yâkût hazretleri
de hayvanına binerek tekrar İskenderiyye’ye döndü.
Bir
defâsında zamânın sultânı bu zâtı ziyârete gelmişti. Geldiğinde, Yâkût
hazretlerini, Habeşli siyâhî bir kimse olarak görüp, kalbinden; “Bu siyah bir
köledir. Bu kimse büyük bir zât olabilir mi?” diye geçirdi. Yâkût hazretleri,
kerâmet olarak sultânın bu düşüncelerini anlayarak, onun yanına yaklaştı. Başına
yedi defâ dokundu; “Ama bu, nîmetlendirilmiş bir köledir.” buyurdu. Sultan
hatâsını anlayıp, Allahü teâlânın velî kulları hakkında görünüşe göre hüküm
vermenin veyâ görünüşe aldanarak onları aşağı görmenin ne kadar çirkin ve
tehlikeli olduğunu anlayıp, önceki düşüncelerine pişmân oldu. Bu hâdiseden sonra
sultan, yedi ay daha yaşayıp vefât etti. Böylece, Yâkût hazretlerinin sultânın
başına yedi defâ vurmasının hikmeti anlaşılmış oldu.
Yâkût-i
Arşî’nin kerâmetlerinden biri de şuydu: Kendisine yemesi için bir yemek
getirilse ve o yemek şüpheli olsa, o yemeğin üzerinde bir zulmet ve ağırlık
olduğunu hissederek, aslâ yemezdi ve terkederdi.
KERÂMET ve MENKÎBELERİ
YÂKÛT’UN
HÜRMETİNE
Rivâyet
edilir ki, İbn-ül-Lebbân isminde bir kimse, Seyyid Ahmed-i Bedevî hazretlerini
üzmüştü. Bunun cezâsı olarak, ne kadar ilmi varsa, hepsi hâfızasından
silinmişti. Seyyid hazretlerini üzdüğü için bu hâlin başına geldiğini düşündü ve
yaptığına çok pişmân oldu. Yâkût-i Arşî hazretlerine sığındı. O da
İskenderiyye’den çıkarak, hazret-i Seyyid’in bulunduğu Tanta şehrine geldi. Bu
kimse adına ondan özür dileyerek, bu kimsenin pişmân olup, tövbe ettiğini,
yaptığı hatâdan büyük üzüntü duyduğunu ve sıkıntıda olduğunu bildirdi. Seyyid
Ahmed-i Bedevî, Yâkût hazretlerinin hürmetine o kimsenin özrünü kabûl etti ve
kabahatini affetti. Bundan sonra İbn-ül-Lebbân, eski ilminin tekrar hâfızasında
bulunduğunu hissetti. Yâkût-i Arşî hazretlerinin yanından ayrılmadı. Onun
talebesi oldu. Sonra Yâkût hazretleri bunu, kızı ile evlendirdi. İbn-ül-Lebbân,
ilimde ve velîlik yolunda ilerleyip, üstün derece sâhibi oldu. Hocası Yâkût-i
Arşî’yi çok severdi. Bu sevgisinin çokluğu sebebiyle, vefâtına yakın, hanımının
(Yâkût-i Arşî'nin kerîmesinin) ayak ucuna defnedilmesini vasiyet etti.
KAYNAKLAR
1)
Câmiu Kerâmât-il-Evliyâ; c.2, s.283
2)
Tabakât-ül-Kübrâ; c.2, s.20
3)
İslâm Âlimleri Ansiklopedisi; c.11, s.181
|
|