|
ŞEMSEDDÎN PÂNİ-PÜTÎ (Hâce
Şemseddîn Türk)
Hindistan’ın büyük velîlerinden. Hidâyet semâsının güneşi, mârifet denizinin
kabaran dalgası, ilim deryâsı, hayâ ve hilm, yumuşaklık hazînesi, insanların
kılavuzu, ünsiyet meclisinin açıcısı, darda kalanların sığınağı, yolda
kalmışların delîli, yol göstericisi, kutb-i âzam, Hâce Şemseddîn Türk Pâni-pütî
hazretlerinin babasının ismi Seyyid Ahmed’dir. Şems-ül-Evliyâ, velîler güneşi ve
Müşkül-ül-küşâ, zorlukların çözücüsü olarak tanınır. Türkistan’da bulunan
Verşâne vilâyetindendir.
Doğum
târihi tesbit edilemeyen Şemseddîn Pâni-pütî, 1336 (H.736) senesinde vefât etti.
Seyyid olup hazret-i Hüseyin’in neslindendir.
Âilesi
tarafından tam bir islâm terbiyesi ile yetiştirildi. Kalbine İslâm âlimlerinin
sevgisi yerleştirildi. Kendisi büyüdükçe, kalbindeki muhabbet ateşi alevlenip
fazlalaşıyordu. Bu muhabbet dayanılamayacak hâle gelince, kendisine irşâd edici,
yol gösterici bir mürşid-i kâmil aramak üzere, bulunduğu Verşâne şehrinden
çıkıp, kasaba kasaba, şehir şehir dolaşmaya başladı. Mültan şehri civârına
geldiğinde, Kutb-ül-kâmilîn hazret-i Hâce Ferîdüddîn-i Genc-i Şeker ile
karşılaştı. O büyük zâtın sohbetlerinde bulunup, icâzet aldı. Bundan sonra,
Genc-i Şeker hazretlerinin izni, işâreti ve emri ile, Kalyar şehri tarafına
gitti. Orada, Tâc-ül-Evliyâ Gavs-ı Samedânî Hâce Alâüddîn Ali Ahmed Sâbir
hazretlerini bulup, onun bereketli sohbetlerine kavuştu. Hazret-i Hâce onu
görünce çok sevinip; “Şemseddîn! Sen benim mânevî oğlumsun. Bizim bu yolumuzun,
silsilemizin senden devâm etmesini ve uzun zaman ayakta kalmasını Allahü
teâlâdan diledim. Demek ki, Allahü teâlâ bu arzumu kabul etti.” buyurup, onu
talebeliğe kabûl etti. O yüksek huzûrda, kıymetli sohbetlerde ve husûsî
hizmetlerde bulunarak, orada onbir sene kaldı. Çetin riyâzetler ve mücâhedeler
ile çok gayret ederek, evliyâlık yolunda üstün derecelere, anlaşılamayan
yüksekliklere kavuştu. Ondan icâzet ve hilâfet alıp mezun oldu. Zâhirî ve bâtınî
ilimlerde, diğer talebe arkadaşlarından ileride idi. Nitekim yüksek hocası onun
için; “Bizim Şems’imiz evliyâ içinde güneş gibidir.” buyurup, ona Şems-ül-evliyâ
lakabını vermiştir. Alâüddîn Sâbir, çok sevdiği bu talebesini, insanları irşâd
etmesi vazifesiyle Pâni-püt şehrine gönderdi. Hocasından aldığı vilâyet nûru ile
o tarafları aydınlatan Şems-ül-evliyâ, binlerce kişiyi evliyâlık mertebelerine
kavuşturdu. Fevâid-ül-Füâd ve Zâd-ül-Ebrâr isimli çok kıymetli kitapların
sâhibi olan Celâleddîn-i Hindî bunun talebelerindendir. Her tarafta tanınıp
meşhûr oldu. Zühd, verâ, takvâ, tecrid ve uzlet sâhibi idi. Haramlardan, şüphelilerden
son derece sakınır, dünyâya zerre kadar meyletmezdi. İnsanlardan ayrı, kendi
hâlinde bulunurdu. Her ân ibâdet ve tâat ile meşgûldü. Öyle ki, sanki bambaşka
bir âlemde, bambaşka hâller içinde yaşıyordu. Menkıbeleri, kerâmetleri çok,
fazîletleri sayısızdır.
Rivâyet
edilir ki, her kimin mühim bir işi, derdi, sıkıntısı, müşkili bulunduğunda,
abdest alıp, Hâce Şemseddîn’in mübârek ismini yüz bin defâ okusa, bunu yapmak
zor geliyorsa, bir miktar kimse toplanıp, bölüşerek okusalar ve yüz bine
tamamlasalar, Allahü teâlâ, Şemseddîn Pâni-pütî’nin mübârek ismi hürmetine, o
kimsenin sıkıntısını, ihtiyâcını giderir. Şu kadar var ki, bunu yapanların Ehl-i
sünnet îtikâdında olup, haramlardan sakınmaları ve bunu abdestli olarak, sıdk ve
ihlâs ile okumaları şarttır. Hâce Şemseddîn çok mal ve servete kavuştu ise de,
bunların hiçbirine meyletmedi. Her ân gönlü Allahü teâlâ ile berâberdi.
Bir
gün, yanında bulunan atını duâ ederek salıverdi. At oradan süratle uzaklaştı. Bu
sırada, Şemseddîn Pâni-pütî’nin bulunduğu yere uzak bir yerde, dul bir kadın ve
bir de kızı vardı. O kadıncağız kızını evlendirecekti. Fakat hiçbir
hazırlıkları, malları ve paraları da yoktu. Şemseddîn Pâni-pütî, Allahü teâlânın
izni ile onların bu hâline vâkıf olup, atını bunun için göndermiş ve bunun için
duâ etmişti. O duâ bereketi ile, o at gelip, o dul kadının yanında durdu. Kadın
bu hâle bir mânâ veremeyip hayretle bakarken, gâibden bir sesin kendisine; “Ey
ihtiyar hanım! Bu atı sat! Kızının masraflarına ihtiyaçlarına harca!” dediğini
duydu. Kadın bildirileni yaptı. Böylece rahatlamış, büyük bir sıkıntıdan
kurtulmuş oldu. Hâce Şemseddîn kalan malını da bu şekilde Allah rızâsı için
dağıtıp, kendisi Pâni-püt şehrine geldi; orada talebelerine ders okutmakla
meşgûl oldu.
Şems-ül-evliyâ hazretleri bir gün, şehrin ileri gelenlerinin de bulunduğu bir
meclisde oturuyordu. Kendisinin seyyid olduğunu iddiâ eden bir kimse de orada
idi. Bu kimse Şems-ül-evliyâ’ya; “Sizin seyyid olduğunuz nereden belli? Bunu
nasıl isbât edersiniz?” dedi. Bu münâsebetsiz suâle üzülen Şems-ül-evliyâ;
“Babamdan ve dedelerimden duyduğum gibi, bunu isbât eden şecere de yanımda
saklıdır.” dedi. O kimse daha da ileri giderek; “Bu tam bir isbât değil. Daha
katî bir şey göstermeniz lâzım.” dedi. Şemseddîn hazretleri buna daha çok
üzüldü. Celâllendi, Hâşimî damarı harekete geldi ve; “Gerçi bu isbât şekli
şimdiye kadar tatbik edilmiş değil ama, şimdi bundan daha katî bir yol kalmadı.
Mecbûren, “Seyyidlerin kılı ateşte yanmaz.” kâidesini göstereceğiz. Hemen büyük
bir tandır hazırlasınlar. Mâdem sen de seyyid olduğunu söylüyorsun, birlikte o
tandıra gireriz.” buyurdu. O kimse daha önce cüretkâr sözler söylediği için,
şimdi bu sözlere îtirâz edemedi yakınında bulunan büyük bir tandır yakılıp,
kızdırıldı. Şems-ül-evliyâ, hiç çekinmeden o kızgın tandıra girdi. Fakat, o
girer girmez, Allahü teâlânın izni ile tandırın sıcaklığı geçti. Elbisesinden
bir iplik bile yanmadı. Tandırın içinde gaybdan bir pınar peydâ oldu. Şemseddîn,
o pınardan abdest aldı. İki rekat namaz kıldı. Sonra dışarıda bekleyen o kimseye
seslenip; “Ey Seyyid(!) kardeşim. Niçin tandıra girmiyorsun. Beklemen çok
uzadı.” dedi. O kimse, mahcûbiyetinden biraz daha ilerledi, ateşi gördü. Pek
yakıcı ve korkunç idi. Kalbine dokundu, yüzünün rengi değişti. Buna rağmen iki
adım daha atıp, tandırın başına geldi. Yükselen alev, pardesüsünün eteğini
tutuşturunca, feryâd etmeye başladı. Sonra, Şems-ül-evliyâ hazretleri tandırdan
çıkıp, o kimsenin tutuşan pardesüsünü söndürdü. Bu hâdiseyi başından beri tâkib
edenler, hayretler içerisinde kaldılar. O zâtın seyyid olmadığı, yalancı birisi
olduğu anlaşılmış oldu. Orada bulunanların, Şems-ül-evliyâ hazretlerine olan
muhabbetleri, böylece daha çok arttı.
Hâce
Şemseddîn Türk’e, hocası Alâüddîn Sâbir hazretleri senelerce önce;
“Şems-ül-evliyâ (Evliyânın güneşi)” lakabını vermişti. Buradaki harflerin
sayılarının toplamı, Ebced hesâbına göre 736 etmekte, bu ise, o büyük zâtın
hicrî vefât senesine karşılık gelmektedir. Hâce Alâüddîn hazretlerinin bu ismi
vermesinin bir kerâmet ve Hâce Şemseddîn’in, evliyânın güneşi olmasının, Allahü
teâlâ tarafından kabûl edilmesine bu uygunluğun bir işâret olduğunu âlimler
bildirmişlerdir.
KERÂMET ve MENKÎBELERİ
ERİYEN BUZ
Bir
defâsında Sultan Gıyâseddîn, bir kaleyi fethetmek için kuşattı. Çok zaman
geçtiği hâlde, bir türlü kale düşmedi. Bir gece hava birden değişti. Şiddetli
yağmur ve rüzgâr başladı. Öyle ki; rüzgâr, çadırları yerinden söküp
fırlatıyordu. Sultanın hizmetçisi, elinde ibrik, sultâna abdest suyu ısıtabilmek
için ateş arıyordu. Ateş yoktu. Nihâyet bir çadırda kandil yandığını farkedip,
oraya koştu. Bu, Şemseddîn hazretlerinin çadırı idi ve kendisi içeride Kur’ân-ı
kerîm okuyor, sanki, şiddetli yağmur ve rüzgâr, ona ve etrâfına hiç tesir
etmiyordu. Kendisi, velîlik hâlleriyle çok heybetli bir zât olduğundan, sultânın
hizmetçisi yanına yaklaşamadı ve hiçbir şey söyleyemedi. Uzakta durup beklemeye
başladı. Şemseddîn Pâni-pütî, biraz sonra başını kaldırıp; “Gel kardeşim! Ateş
istiyordun. Alıp götürebilirsin” dedi. Hizmetçi ateş alıp gitti. İbrikte bulunan
suyu ısıtıp, acele ile sultana yetiştirdi. Bu hâl, hizmetçinin dikkatini çok
çekmişti. Su lâzım olduğunda, hizmetçi etrafta su bulamadı. Hizmetçi, o zâtın
çadırında ateş bulduğuma göre, su da bulurum diye düşündü. Sabah olduğunda, o
çadıra gitti. Çadıra vardığında akşamki zâtın yerinde bulunmadığını gördü. Geri
dönerken, ordugâhın dışında bulunan havuzun yanından geçiyordu. Akşam çadırda
gördüğü zatın havuzda abdest aldığını gördü. Bir kenarda durup abdestini
bitirmesini bekledi. O büyük zât abdestini tamamladı, namazını kıldı. Hizmetçi
de oraya yaklaşıp su tulumunu doldurdu. Bir taraftan da çok hayret ediyordu.
Zîrâ mevsim kış olduğu için, havuzun donması gerekiyordu. Bu düşünceler içinde
suyu götürdü. O gün bu durumdan hiç kimseye bahsetmedi. Ertesi sabah erkenden, o
zâtın havuza abdest almaya gelme vaktinden evvel oraya gelip baktı. Havuz donmuş
vaziyette idi ve su alınacak gibi değildi. Bir ağacın kenarına çekilip beklemeye
başladı. Bu işteki inceliği anlıyabilmek için soğukta beklemeye râzı oldu.
Nihâyet Hâce Şemseddîn geldi. Abdest almaya başlayacağı zaman, havuzun buzu
birdenbire eridi. Ateş üzerinde ısınan bir kaptaki su misâli, havuzdan buhar
yükselmeye başladı. O zât abdest alıp gittikten sonra, havuzun yanına gelen
hizmetçi, biraz önce buz tabakası hâlinde bulunan suyun, şimdi eli yakacak
derecede sıcak olduğunu gördü. Bu hâlin Şemseddîn hazretlerinin kerâmeti
olduğunu anlamıştı. Su tulumunu o sıcak sudan doldurup sultânın yanına geldi.
Sultâna, yalnız olarak arzetmesi îcâb eden bir husus olduğunu bildirdi. Sultan,
otağında oturmakta idi. Hizmetçinin arzusunu kabûl etti. Hizmetçi gördüklerini
etraflıca anlatınca, sultan çok hayret içinde kaldı. Hizmetçiye kendisini sabaha
yakın uyandırmasını, berâberce oraya gideceklerini söyledi. Hizmetçi gece
sultânı uyandırıp, berâberce havuzun yanına gittiler. Baktılar, havuzun suyu buz
tutmuş hâlde idi. Bir kenara çekilip beklemeye başladılar. Biraz sonra Hâce
Şemseddîn gelip abdest aldı. Orada namaz kıldı ve gitti. Sultan, olduğu yerden
çıkıp suya baktığında, onun gâyet sıcak olduğunu gördü. Onun kerâmet sâhibi
büyük bir zât olduğunu anladı. Hemen o zâtın çadırının bulunduğu yere geldi.
Şemseddîn Pâni-pütî, çadırına gelmiş, Kur’ân-ı kerîm okuyordu. Sultan, geride
edeble durup, ayakta dinlemeye başladı. Okumayı bitirince, sultânın karşısında
ayakta beklemekte olduğunu görünce hayret etti. Ayağa kalkıp selâm verdi. Sultan
daha çok hürmet edip; “Ne kadar mesûd bir kimseyim ki, Hak teâlâ sizin gibi
sevgili bir kulunu, benim zamânımda ve yakınımda bulundurdu. Uzun zamandır
muhâsara ediyoruz, kaleyi fethedemedik. Lütfen duâ edin de, kale artık
fetholunsun” dedi. Bunları söylerken, büyük bir edeb ile yalvarırcasına
konuşuyordu. Şems-ül-evliyâ Şemseddîn hazretleri, tevâzu edip, kendisini duâya
lâyık görmediğini söyledi. Sultan çok ısrâr etti. Bunun üzerine ellerini açıp
Fâtiha-i şerîfe okudu ve; “Şimdi atınıza binip gidiniz. İnşâallah fetih
gerçekleşecektir.” buyurdu. Sultan, sevinçle ve içi ferahlamış olarak otağına
geldi. Komutanlarını toplayıp, konuştular. Bütün hazırlıklar tamamlanıp, son bir
hücûma geçildi ve Allahü teâlânın izni ile kale fetholundu.
Bu
fethin, Şemseddîn hazretlerinin duâları bereketiyle olduğunu bilen sultan,
ertesi gün, büyük bir sevinçle ve yüksek bir edeble, yalın ayak onu ziyârete
gelmek istedi. O ise, kendisine böyle davranılmasını istemiyor, tanınmaktan,
meşhûr olmaktan hoşlanmıyordu. Kalb gözüyle, sultânın bu düşüncesini anladı ve
sessizce oradan ayrıldı.
KAYNAKLAR
1)
Siyer-ül-Aktâb; s.184
2)
İslâm Âlimleri Ansiklopedisi; c.11, s.53
|
|