|
SÜNBÜL SİNÂN EFENDİ
İstanbul’un büyük velîlerinden. İsmi Yûsuf bin Ali’dir. Dedesine Kaya Bey
derlerdi. Lakabı Sinânüddîn ve Zeynüddîn’dir. Sünbül Sinân diye şöhret buldu.
Zamânının büyüklerinden oldu.
Merzifon’da 1452 (H.856) yılında doğan Sünbül Sinân, bülûğ çağına kadar
Isparta’nın Borlu kasabasında ilim tahsîl etti. Oradan İstanbul’a geldi. Fâtih
Sultan Mehmed Hân ve Sultan İkinci Bâyezîd Hân devrinin meşhûr âlim ve
velîlerinden olan Efdalzâde Hamîdüddîn Efendiden ders aldı. Ayrıca Çelebi Halîfe
ismi ile şöhret bulan Muhammed Cemâleddîn Efendinin de derslerine katılmak
istedi. Sultan İkinci Bâyezîd Hânın da hocası olan Çelebi Halîfe, o sırada
Vezîr-i âzam Koca Mustafa Paşa’nın Yedikule’de yaptırdığı dergâhın hocalığını
yapıyordu. Sünbül Sinân, Çelebi Halîfe’nin huzûruna gelip talebesi olmak
istediğini bildirdi. Çelebi Halîfe kabûl buyurunca, ondan ilim öğrenmeye feyz ve
teveccühlerine kavuşarak kemâle gelip olgunlaşmaya başladı.
Sünbül
Sinân bir gece rüyâsında, bir kuyu gördü. Kuyunun başı çok kalabalıktı. Herkes
su almak için uğraşıyordu. Kuyunun suyu çok derindeydi ve azdı. Bu sebeple suyu
çıkarmak zor oluyordu. İnsanlar böyle su almak için uğraşıp dururken, Sünbül
Sinân kalabalığın arasına karışarak, kuyunun yanına geldi. Gelir gelmez, kuyunun
suları ağzına kadar yükselip çoğaldı. Hem kendisi, hem de etrâfındakiler kolayca
sularını doldurdular ve bol suya kavuştular. Sabahleyin rüyâsını, hocası Çelebi
Halîfe’ye anlattı. O da; “Ey Sünbül Sinân! Senin gönlünün, ilâhî feyzlerle dolu
olduğu görülüyor. Böyle bir kalbe sâhib olduğun hâlde, kendindeki bu feyzleri
neden etrâfa saçmıyorsun?” diyerek, Sünbül Sinân’ı kucaklayıp alnından öptü.
Sonra da; “Ey Sinân! Senin kalbin, Allahü teâlânın muhabbetiyle doludur.”
buyurdu. Bu hâdiseden sonra, Sünbül Sinân vazifesine daha çok ve sıkı sarıldı.
Nefsini terbiye etmek için riyâzet ve mücâhedeye girişti. Nefsinin istediklerini
yapmayıp, istemediklerini yapmaya başladı. Çelebi Halîfe onu sık sık odasına
çağırır, başbaşa sohbetlerde bulunurdu. Sünbül Sinân’a bol bol teveccüh eder,
kalbinde bulunan feyzleri, onun kalbine akıtırdı. Zâhirî ilimlerde de bildiği ne
varsa, hepsini Sünbül Sinân’a öğreterek, halîfesi olacak şekilde yetiştirdi. Bu
bilgileri pekiştirmesi için Sünbül Sinân’ı Mısır’a gönderdi. Sünbül Sinân, Mısır
halkına Ehl-i Sünnet îtikâdını bildirmek, Allahü teâlânın emir ve yasaklarını
öğretmek üzere emredilen yere gitti.
Mısır
hükümdârı Kaçmaz Sultan, Sünbül Sinân hazretlerine büyük hürmet gösterdi. Kendi
yaptırdığı câmide, halkı irşâd etme, hak ve hakikati anlatma vazifesi verdi.
Mısır ulemâsı ve evliyâsı, Sünbül Sinân’ın yaptığı sohbetlerden, onun büyük bir
âlim ve velî olduğunu anladılar. İlmine hayran kaldılar. Kur’ân-ı kerîme,
sünnet-i seniyyeye olan bağlılığını, âlimlerin ictihâdlarına uymaktaki gayretini
pek beğendiler. Bu sebeple ona saygı ve hürmette kusûr etmemeye âzamî gayret
gösterdiler.
Sünbül
Sinân, Mısır’da insanlara üç yıl kadar dînin emir ve yasaklarını öğretti. Hasta
kalblere, irfân pınarlarından şifâlar sundu. Allahü teâlânın kendisine ihsân
ettiği feyz ve bereketlerden, onları da hissedâr etti. Başta hükümdâr olmak
üzere, bütün Mısırlılar onu çok sevdiler. Bu sırada İstanbul'da bulunan hocası
Çelebi Halîfe’den bir mektub aldı. Mektubunda, bu sene hacca gitmek üzere yola
çıktığını, Şam’dan Mekke-i mükerremeye giden yol güzergâhını tâkib edeceğini
yazıyordu. Bu hac yolculuğuna, Sünbül Sinân’ın da iştirâk etmesini arzu
ediyordu. O sene İstanbul'da büyük bir zelzele olmuştu. Zelzeleyi tâkiben de
tâûn, vebâ hastalığı baş göstermişti. Bu hastalıktan yüzlerce İstanbullu
ölmüştü. Bu derdin bir çâresi olarak, Pâdişâh İkinci Bâyezîd Hân, Çelebi
Halîfe’nin Mekke-i mükerremeye gidip, bu derdin üzerlerinden kaldırılması için
duâ etmesini ricâ etti. Çelebi Halîfe de hazırlıklarını yapıp, hacca gitmek
üzere yola çıktı. Üsküdâr’ı geçtiğinde, Allahü teâlânın izniyle vebâ salgını
âniden durdu, eseri bile kalmadı. Buna Pâdişâh çok memnûn oldu ve Çelebi
Halîfe’ye; “Gitmenize lüzûm kalmamıştır. İsterseniz geri dönebilirsiniz.”
buyurdu. Çelebi Halîfe de; “Sultânım! Mâdem ki, bu hayırlı yolculuğa niyet
ettik, bu hac vazifemizi yapıp, Devlet-i Âliyye-i Osmâniye’nin selâmeti için duâ
ve niyazda bulunalım. Allahü teâlânın, siz sultânımıza hayırlı uzun ömürler
ihsân etmesi için yalvaralım.” dedi. Sultânın müsâadesiyle yola çıktı.
Sünbül
Sinân, mektubu alır almaz; “Allahü teâlânın bütün işleri hikmetlidir. Kimbilir
bu yolculukta ne hikmetler gizlidir.” diyerek, hazırlıklarını yapıp Mısırlılarla
helâllaştı. O sene hacca gideceklerle yola çıktı. Uzun bir yolculuktan sonra
Mekke-i mükerremeye vardılar. Sünbül Sinân hac vazifesini yaparken, İstanbul’dan
gelen hacılarla görüştü. Onlar, Şam’dan dokuz konak mesâfede Tebük veya Hasâ
korusunun olduğu yere geldiklerinde, Çelebi Halîfe’nin vefât ettiğini
söylediler. Bir de vasiyeti olduğunu ve; “Bu vasiyeti Sünbül Sinân’a veriniz”
diye emrettiğini bildirdiler. Sünbül Sinân hazretleri, hocası Çelebi Halîfe
Muhammed Cemâleddîn Efendinin vefâtına çok üzüldü. Kur’ân-ı kerîm hatmi ve
Hatm-i tehlîl (yetmiş bin defâ Kelime-i tevhîd) okuyarak hocasının rûh-i
şerîflerine gönderdi. Sünbül Sinân, hocasının vasiyetinde şöyle buyurduğunu
gördü: 1- Kendisinin Kâbe-i muazzamaya gidecek hacıların yolu üzerine
defnedilmesini, 2- Sünbül Sinân’ın İstanbul’a gidip, Kocamustafapaşa’daki
dergâhında talebelere ders vermeye başlamasını, 3- Sünbül Sinân’ın, kızı Safiye
Hâtun ile evlenmesini istiyordu. Sünbül Sinân Hac vazifesini tamamladıktan
sonra, bu vasiyeti yerine getirmek üzere İstanbul’a hareket etti.
Daha
önce giden hacılar tarafından, Çelebi Halîfe’nin vefât ettiği ve Sünbül Sinân
Efendiyi yerine halîfe bıraktığı haberi İstanbul’a gitmişti. İstanbullular,
Sünbül Sinân’ı büyük bir kalabalık hâlinde karşıladılar. Kocamustafapaşa’daki
dergâhta bulunan talebeler de, yeni hocaları Sünbül Sinân hazretlerine büyük bir
hürmetle bağlandılar. Sünbül Sinân, burada, talebelerini yetiştirmek için
elinden gelen bütün gayretini gösterdi. Onların, nefslerini terbiye etmek ve
tasavvufta üstün derecelere vâsıl olmaları için çok çalıştı. Bu şekilde binlerce
talebe yetiştirdi. Talebeyi yetiştirmekte çok dikkat ve îtinâ gösterirdi.
Huzûruna gelip de istiyeni boş göndermezdi. Talebelerinin içinde Merkez Efendiyi
çok severdi. Onu, teveccühleri ile yetiştirip, olgunlaştırdı. Ona kızını
vererek, kendisine dâmâd eyledi. Allahü teâlânın emir ve yasaklarını, otuz yedi
yıl İstanbullulara duyurdu. Pâdişâhlar dahi Sünbül Sinân hazretlerinin huzûruna
gelir, onun feyz ve bereketlerinden istifâdeye çalışırlardı. Sünbül Sinân, Cumâ
günü ve kıymetli gecelerde, İstanbul’un büyük câmilerinde vâz ve nasîhatlerde
bulunurdu.
Şeyh
Yâkûb anlattı: “Sünbül Efendi, talebelerin mücâhededeki yâni nefsin
istemediklerini yapmadaki tenbelliğini görünce; “Biz on sekiz yıl sırtımızı yere
koymadık ve bir yere de dayamadık. Tehiyyata oturduğumuz gibi oturarak uyurduk.”
buyurdu.
Habîb
Kâsımoğlu Ali; “Şeyh Sünbül Efendi, zamânımızın Cüneyd’idir. Onun zamânına
erişmemiz, bizim için büyük bir nîmettir” derdi.
Osmanlı
İmparatorluğunun en büyük şeyhülislâmlarından Ahmed ibni Kemâlpaşa, Sünbül
Sinân’a büyük bir hürmet gösterir, geldiği zaman, kendisini en üst tarafa
oturturdu.
Muhammed Çelebi isminde bir talebesi anlattı: “Sünbülî tarîkatının şeyhi olan
Sünbül Sinân hazretlerine talebe olmuştum. Dergâhında bulunuyor, onun hizmetiyle
şerefleniyordum. Bir gün kendisinden izin alarak Gelibolu'ya gitmiştim. Orada
bir haram işleme durumu ile karşı karşıya kalmıştım, nefsim harama meyletti. Tam
onu işlemek üzere idim ki, yanımda hocam Sünbül Sinân’ı gördüm. Onu görür
görmez, utancımdan kıpkırmızı oldum. Ne yapacağımı şaşırmış bir hâlde haramdan
uzaklaştım. Bir gemiye binerek İstanbul’a geldim. Hemen dergâha koştum. Hocam
Sünbül Sinân ile kapıda karşılaştım. Beni görünce; “Ey Çelebi! Sen mürşid-i
kâmili ne zannedersin? O, talebesini gözetmez ise, şeytan ve nefs, onu hevâsına
uydurup helâk eder, çabucak tövbe-i nasûh eyle. Bir daha da böyle işleri yapmaya
kalkma." buyurdu. Bundan böyle nerede bir haram ile karşılaşsam, hemen hocam
hatırıma gelir, onun himmeti bereketi ile haramlar gözüme çok kötü hâlde
görünürdü.”
Osmanlı
Pâdişâhı Yavuz Sultan Selim Hân, Şâh İsmâil’i Çaldıran’da mağlûb ettikten sonra,
Mısır’ı fethetmek üzere yola çıktı. Şam’a geldiğinde, Mısır’ın fethinin
kendisine nasîb olup olamıyacağı düşüncesi zihnini kurcalıyordu. Bunu çok
sevdiği Hasan Can’a anlattıktan sonra; “Bizi bu hususta ferahlatacak, Allahü
teâlânın dostlarından bir velî varsa, ona niyetimizi anlatalım. Aceb ne
buyuracaktır, merâk eder dururum.” buyurdu. Hasan Can da; “Devletlü Sultânım!
Emevî Câmiinin bir köşesinde, sabah akşam Allahü teâlâyı zikreden bir derviş
var. Belki sizin meselenizi halleder.” dedi. Bunun üzerine Sultan Selim Hân,
sabahın erken saatlerinde câmiye gitti. Târif edilen bu zâtı, Allahü teâlâyı
zikreder buldu. Yanına varıp selâm verdi. Selim Hân daha bir şey sormadan; “Ey
muzaffer Sultan! İnşâallahü teâlâ, cenâb-ı Hak Mısır’ın fethini sana müyesser
edecektir. Allahü teâlânın bütün sevdikleri seninle berâberdir. Allahü teâlâ
muînin, yardımcın olsun. Mısır’ın fethinden sonra İstanbul’a döndüğünde, oradaki
Sünbül Sinân'dan gâfil olma sakın!” dedi. Yavuz Sultan Selim Hân, bu müjdeye
ziyâdesiyle memnun oldu. Şükür secdesine kapandı.
Sünbül
Sinân hazretleri, 1529 (H.936) senesinde Allahü teâlânın izni ile vefâtının
yaklaştığını anlayarak, dostlarıyla ve talebeleriyle vedâlaştı, helâlleşti.
Talebeleri başucunda, Kur’ân-ı kerîmden Yâsîn-i şerîf sûresini okudular. Sünbül
Sinân Efendi, son nefesinde Kelime-i şehâdet getirerek vefât etti. Vefât
ettiğinde seksen yaşındaydı. Kabrini, Kocamustafapaşa’daki dergâhının ortasına
kazdılar. Cenâzesini Fâtih Câmiine getirdiler. Âlimler, velîler, devlet erkânı
ve binlerce İstanbullu, cenâze namazını Şeyhulislâm Ahmed ibni Kemâl Paşa'nın
imâmetinde kıldılar. Sonra tekrar cenâzesini dergâhına getirdiler. Şimdi de
mevcud olan türbesine defnettiler. O zamandan beri, binlerce âşığı ziyâret
ederek, onun feyz ve bereketlerine kavuşmaktadır.
Ahmed
ibni Kemâl Paşa’nın, onun hakkında yazdığı manzûme, türbesi dışındaki çini
üzerine işlenmiştir. Çini üzerinde şunlar okunmaktadır:
Pîşvây-ı sâhib-i ehl-i edeb,
Muktedâ-i tâlib-i Rûm-u -Areb,
Rehber-i ehl-i tarîk-ı Halvetî,
Ebülvefâ kim şeyh Sünbül’dür lakab.
Mülk-i
fânîden bekâ iklimine,
Gitti
tevhîd ede o şirin leb,
Eyledi
şehr-i Muharrem’de sefer,
Leylet-ül-isneynde ol zünneseb.
Ağladı
ol gün yolup saçın başın,
Döktü
gözler yaşın her İbn-ü-eb.
N’ola
münkir dökmese gözyaşını,
Senki
hardan çıkar mı şu aceb.
Yerde
gökte kamu ins-ü-melek,
Cem
olup kıldı namazın bîtab,
Hâtif-ü-gaybî dedi târihini,
Nûr ola
Sünbül Sinân’ın kabri hep.
Sünbül
Sinân’ın vefâtından sonra, talebeleri okutmak üzere dâmâdı Merkez Efendi yerine
geçti.
Sünbül
Sinân hazretlerinin söylediği bir kıt’a şudur:
Sarây-ı
vahdet olmuşken makâmım,
Bu
kesret âlemin seyrâna geldim.
Çü
birdir Sünbülî mârûfü ârif,
Edip
dâvâ, deme irfâna geldim.
Sünbül
Sinân hazretlerinin, Sünbülî tarîkatının usûl ve erkânı hakkında
yazdığı Risâlet-ül-Etvâr adlı eserinden başka, Risâle-i Tahkîkiyye
adlı bir eseri daha vardır.
KERÂMET ve MENKÎBELERİ
MOLLA HABİB
Maksûd
Dede anlattı: “Tokat’ta sanat ehli bir kimse idim. Kendi işimle uğraşır,
kimsenin işine karışmazdım. Bir Cumâ günü Tokatlılar acele ile Büyük Câmiye
doğru koşuyorlardı. Birine; “Böyle hızlı hızlı gitmenizin sebebi nedir?” diye
sordum. “Bugün büyük bir velînin Büyük Câmi’de vâz vereceğini duyduk. Onun için
acele ediyoruz.” dedi. Hemen hazırlığımı yapıp câmiye koştum. O mübârek zâtın
nasîhatleri kalbime öyle tesir etti ki, o andan îtibâren talebesi olmağa karar
verdim. Vâzından sonra yanına yaklaştım, elini öptüm ve; “Efendim! Zât-ı
âlinizin talebesi olmakla şereflenmek istiyorum. Lütfen kabûl buyurmanızı
istirhâm ediyorum” dedim. Bana; “Seni yetiştirecek bir velî, daha bu ilmi
öğretmeye başlamadı.” buyurdu. Yanından ayrıldıktan sonra etraftakilere; “Bu
zâtın ismi nedir?” diye sordum. “Molla Habîb’dir.” dediler. Aradan on beş yıl
geçti. İstanbul’a gittim. İstanbul’da çeşitli yerlerde on beş sene daha
çalıştım. Bir Cumâ günü Ayasofya Câmiine gitmiştim. Biri vâz ediyordu.
Sözlerinden çok etkilendim. Kalbimden geçen pekçok suâllerimi cevaplandırdı. Onu
dinlemekle bütün endişelerimden kurtuldum. Kalbimi bir nûrun doldurduğunu
hissettim. Etrâfımdakilere; “Bu vâzı kim yapıyor?” diye sorunca; “Sünbül Sinân
hazretleri” dediler. Vâz bitince hocanın huzûr-i şerîfine varıp elini öptüm.
Daha bir şey söylemeden; “Tokat’ta, Molla Habîb’in eline yapıştığın zaman, onun
sana söylediklerini hatırlıyor musun?” diye sordu. O anda hayretten dona kaldım.
Bundan tam otuz sene öncesini soruyordu. “Efendim! Bunu size kim söyledi?” diye
sordum. O da; “Allahü teâlânın yolunda olanlara bunları bilmek güç değildir.
Fakat asıl maksad Allahü teâlânın rızâsına kavuşmaktır.” buyurdu. Beni
talebeliğe kabûl etti. Kısa zamanda teveccühlerine kavuşup, halîfesi olmakla
şereflendim. Beni Rumeliye göndererek, insanlara dîni öğretmekle vazifelendirdi.
Oradaki insanlara Sünbülî tarîkatını öğretecek, hak yolu bildirecektim.
Hazırlığımı yaparak Hayrabolu kasabasına gittim. Câmiye gidip iki rekat namaz
kıldıktan sonra, câmiye bir genç girdi ve; “Hoş geldiniz, safâlar getirdiniz
Maksûd Dede!” deyiverdi. Hayret etmiştim. Burası hiç gelmediğim bir yerdi. Beni
nereden tanıyordu. Sordum; “Ey delikanlı! İsmimin Maksûd olduğunu nereden
biliyorsun?” dedim. Cevap olarak; “Ben aslında iyi bir kimsenin oğlu idim. Babam
vefât ettiğinde küçüktüm. Birkaç arkadaşımla Allahü teâlânın zâtına ve
sıfatlarına âit ilimlerde mârifet sâhibi olmak için seyahate çıkmak istedik. O
sırada babamın arkadaşlarından biri bana nasîhat etti ve bu iş için istihâre
yapmamı tavsiye etti. O gün istihâre namazı kıldım ve duâ ettim. Yattıktan sonra
rüyâmda, nûr yüzlü bir ihtiyar gördüm. Bana; “Filân gün câmiye şu kıyâfette bir
kimse gelecektir. İsmi Maksûd Dede’dir. Ona yardımcı ol, emrine uygun hareket
et!” diye buyurdu. Bu sebeple buraya geldim. Bütün emirlerinize âmâdeyim.” dedi.
“Rüyâda gördüğün nûr yüzlü kimseyi bana târif edebilir misin?” dedim. Târif
etti, aynen hocam Sünbül Sinân’ın şemâline uyuyordu. Meğer o gece rüyâda, o
gence benim geleceğimi bildiren hocammış.”
KAYNAKLAR
1)
Şakâyik-ı Nu’mâniyye Tercümesi (Mecdî Efendi); s.371
2) Tam
İlmihâl Seâdet-i Ebediyye; 49 Baskı s.1146
3)
Sefînet-ül-Evliyâ; c.3, s.232
4)
İslâm Âlimleri Ansiklopedisi; c.14, s.350
5)
Tezkiret-ül-Halvetiyye
6)
Lemezât
|
|