SİRÂCEDDÎN ÖMER HALVETÎ
Büyük
velîlerden. İsmi Ömer bin Ekmelüddîn, künyesi Ebû Abdullah, lakabı
Sirâcüddîn'dir. Geylan kasabalarından Labîcan'da doğdu. Doğum târihi
bilinmemektedir. 1397 (H.800) târihinde Tebriz yakınlarında Mîr Ali Kapısı ile
anılan yerde vefât etti ve oraya defnedildi.
Ömer
Halvetî, Harezm'e gelip orada Muhammed Harezmî hazretlerinin sohbetlerinde
yetişti. İcâzet, diploma alıp, Tebriz'den Herat'a giderek tâliblere ilim ve edep
öğretti.
Evliyâlık yoluna girişi şöyle anlatılır: Gençliğinde ata binme hevesi vardı.
Âlim ve velî bir zât olan babalarının yolu üzere değil de asker olmak sevdâsında
idi. Bu sebeple bir müddet askerle birlikte seferlere katıldı. Bir harpte
birliği dağıldı ve herkes bir tarafa kaçtı. Kendisi de atını bilmediği bir yöne
sürdü. Giderken bir kısım eşkıyâ peşine takılıp etrâfını kuşattı. Ölümle
karşıkarşıya kalmıştı. Birden velîlerden olan ceddi, karşısında beliriverdi ve
ona hitâben; "Ey Ömer! Ya yolumuzda olursun veya bu eşkıyâlar senin başını
keser. İkisinden birini seç!" buyurdular. Ömer Halvetî yaptıklarına pişman olup,
ilim ve edep yolunu seçtiğini bildirdi ve ceddinden yardım istedi. O sırada
haydutların bir kısmı anlaşılmayan bir şekilde yere yıkıldı. Diğerleri selâmeti
kaçmakta buldular. Ömer Halvetî o gece sabaha kadar at sürdü. Seher vakti bir
şehir kenarında bağlık ve bahçelik bir yere geldi. Bahçenin içinde bir zât,
talebeleriyle birlikte sohbet ediyordu. Yanlarına gitti. Talebelerin arasına
oturdu. Tam o sırada o zât ona döndü ve; "Elhamdülillah, seni bize bağışladılar.
Biz de seni velîliğe lâyık gördük." buyurdu. Talebeliğe kabûl edip ona nefsiyle
mücâdele yollarını öğrettiler.
Ömer
Halvetî hocasının emrini can ve başla dinledi. Nefsinin arzu ve isteklerini
yapmadı. Nefsiyle uğraşması o dereceye ulaştı ki, insanlardan uzaklaşıp dağlara
gitti. Bir ağaç koğuğunu kendisine mekân edinip orada ibâdet ve tefekkürle
meşgûl oldu.
Necmüddîn Hasan anlatır:
"Ömer
Halvetî hazretleri, birbiri ardınca kırk erbaîn yâni kırk kere kırk gün bir yere
kapanıp ibâdetle meşgûl oldu. Bu sırada rüyâda kendisine, Resûlullah efendimiz
tarafından mânevî taçlar giydirildi. Pîr Ömer Halvetî hazretleri tevhîd
kelimesini dâimâ söylerdi. Ne zaman tevhîd kelimesini okusa, dağlardaki vahşî
hayvanlar ve kuşlar dergâhının etrâfına gelip halka olur, onun tevhîd okuyuşunu
dinlerlerdi.
Muhammed Harezmî hazretleri vefât edeceklerinde yerine Pîr Ömer Halvetî'yi tâyin
etti ve; "Yüksek sırları ve mânâları bilen ve akranından önde olan Pîr Ömer
Halvetî vekîlimizdir." buyurdular.
Pîr
Ömer Halvetî hazretleri hocasının vefâtından sonra, insanlara hak yolun
bilgilerini öğreterek kalplerine Allah aşkını yerleştirdi. Nefisle ilgili şu
nasîhatını çok söyler; "Kişi dâimâ nefsine muhâlefet etmeye devâm etmeli ve onun
arzularını yerine getirmemeli, sıkıntılara göğüs germeli, açlığı sevmelidir. Hak
yolun yolcusu kendisine lâzım olanı bilmeli, lâzım olmayanı terk etmelidir."
buyururdu.
Şehrin
vâlisi ava çıkmıştı. Vâlinin önüne bir ceylan çıktı. Vâli avı görünce, ardına
düştü ve atını peşinden sürdü. Bir zaman tâkib etti. Fakat yakalayamadı. Önüne
bir ırmak çıktı. Avını yakalamak için atını ırmağa sürdü. Irmağı geçmek
üzereyken sular yükseldi ve vâli boğulmak tehlikesiyle karşı karşıya kaldı. O
esnâda kıyıdan Ömer Halvetî, vâliye seslenerek; "Bize âid olan yerlerde
hayvanları niçin incitirsiniz. Bir daha böyle yapmayın." deyip elini uzattı.
Tuttuğu gibi vâliyi atıyla birlikte çıkarıverdi. Vâli bunu görünce, af dileyip
talebeleri arasına girdi.
Pîr
Ömer Halvetî hazretlerine hak yolun yolcusunda ne gibi özellikler olur diye
soruldu. O; "Kişi akıllı ve idrâk sâhibi olmalı. Sükût etmeli. İnsanlarla az
görüşmelidir." buyurdu.
Ömer
Halvetî hazretleri bir ara Mısır'a gidip, orada kaldı. Yedi kerre hac yaptı.
Mısır SultanıFerec bin Berkuk kendisine çok hürmet ederdi. Celâyirli Sultânı
Üveys'in arzusu üzerine Tebriz'e geldi.Çok talebe yetiştirdi. Talebelerinin önde
gelenleri Seyfeddîn, Ebû Yezîd, Zâhirüddîn ve Ehî Mîrîm'dir. Vefâtlarından sonra
yerlerine Ehî Mîrîm geçmiştir.
KERÂMET ve MENKÎBELERİ
ODUN
TAŞIRDI
Ömer
Halvetî hazretleri talebeliği yıllarında hocasının dergâhına odun taşırdı. Bir
gün yine erkenden dağa gitti. Ormanda yemyeşil çimenli bir yer bulup; "Buradan
daha güzel namaz kılacak bir yer yoktur." diyerek orada birkaç rekat namaz
kıldı. O sırada gönlüne bir düşünce gelip; "Elhamdülillah! Nice kimseler vardır
ki, şu anda gaflet uykusundadır. Onlar ne ibâdet eder, ne Allahü teâlânın
emirlerine uyar, ne de haramlardan sakınırlar. Biz ise çok şükür gücümüz yettiği
kadar ibâdet yapıyoruz." deyiverdi. Sonra kalkıp bir müddet gezindi. Birden
kulağına Allahü teâlâyı zikreden sesler geldi.Etrâfı dinledi.Bu sesler çok
hoşuna gitti. Hemen sesin geldiği tarafa yöneldi. Gördü ki, bir adam baş aşağıya
durmuş diliyle Allahü teâlâyı anıyor, zikrediyor. Onun yanına yaklaştı, selâm
verdi ve böyle durmaktaki maksadını sordu. O kimse; "Vücûdum bir zaman kıyam
üzere ayakta idi. Lâkin ona alıştı. Sonra rükû üzere kaldım, ona da alıştı. Bir
zaman da secdede kaldım. Onun da lezzetini alamaz oldum. Şimdi ben ibâdet
ediciler ve hamdedenler zümresine katılmak için bu şekilde zikir ve hamdetmeyi
bedenime lâyık gördüm. Ben yatsı namazını kıldıktan sonra buraya gelir, bu
hâlimle Rabbimi zikrederim." buyurdu. Ömer Halvetî bunları işitince, kendini
beğenme hâlini hatırlayıp, tövbe etti ve; "Allahü teâlânın zikreden nice sâlih
kulları varmış." diyerek pişmanlık içinde hocasının dergâhına döndü. Hâlini
hocasına anlatmak istedi. O sırada hocası talebelere vâz etmeye başlamıştı. Bu
durumu kendisi şöyle anlatır:
"Hocam
bir müddet vâzla meşgûl oldu. Benim hâlimi anlamış olacak ki: "Bâzı insanlar
vardır ki, hemen kendisinin yetiştiğini ve çok ibâdet ettiğini söyler. Bir-iki
rekat namaz kılmakla öğünür, mânevî dereceler ümîd ederler. Halbuki öyle Hak
âşıkları vardır ki, onlar akşamdan sabaha başı üzere durup Rabbini tahmîd
(Elhamdülillah), tekbir (Allahü ekber) ve temcîd (Lâ havle velâ kuvvete illâ
billah) ederler." buyurdu." Sonra Ömer Halvetî, hocasının yardımı ile dağlarda
bu hâl ile hallenip, Allahü teâlâyı zikreder oldu.
KAYNAKLAR
1)
Lemezât, Üniversite Kütüphânesi, No: 1894, v.128
2)
Tıbyân-ül-Vesâil
|