|
SIBGATULLAH ARVÂSÎ
Osmanlı
âlim ve velîlerinden. Büyük âlim ve evliyâ Seyyid Tâhâ-i Hakkârî hazretlerinin
talebelerindendir. İsmi Sıbgatullah olup "Gavsü'l-Âzam", "Gavsu Hizânî" veya
"Gavs" lakablarıyla meşhûr olmuştur. "Arvâsî" nisbesiyle bilinir. Peygamber
efendimizin neslinden olup seyyiddir. Babası, Seyyid LütfullahEfendi, dedesi
SeyyidAbdurrahmân Kutub'dur. Doğum târihi bilinmemektedir. 1870 (H.1287)
senesinde vefât etti. Kabri, Hizân'ın Gayda köyündedir.
Seyyid
Tâhâ hazretlerinin "Abdurrahmân Nîgûnam= Abdurrahmân iyi isimli, yüce şanlıdır",
yâhut "Kutb-ı Arvâsî" buyurarak medhettiği Abdurrahmân Kutub'un torunu olan
SıbgatullahArvâsî küçük yaştan îtibâren ilim tahsîline başladı. Babası Seyyid
Lütfullah Efendi onun yetişmesi için husûsî gayret sarf etti. Çok zekî olan
SeyyidSıbgatullah Arvâsî, kısa zamanda kelâm, tefsîr, hadîs, fıkıh gibi zâhirî
ilimleri tahsil etti. Zamânının fen bilgilerinde de mütehassıs oldu. Bid'atten
uzak olup, Peygamber efendimizin sünnetine uygun bir hayat yaşamaya
çalıştı.Tasavvufa karşı büyük alâka duydu. Birçok âlim ve velî zâtın ilim
meclislerinde ve sohbetinde bulundu. Van'a giderek Seyyid Muhyiddîn Efendinin
hizmetine girdi. Seyyid Sıbgatullah, hocasının verdiği vazîfeleri yapmak için
canla başla çalıştı. Ağır riyâzetler ve mücâhedeler çekti. Yâni nefsinin
istediklerini yapmayıp, istemediklerini yaparak nefsini terbiye etti. Uzun
yıllar hocasının hizmet ve sohbetiyle şereflendi. Nihâyet bir gün hocası ona;
"Vefât etmiş velîlerden istifâde edecek, faydalanacak makâma geldin." buyurdu.
Seyyid Muhyiddîn vefât edince, Şeyh Hâlid-i Cezrî'ye gitti. Bu mübârek zâtın
vefâtına kadar sohbetleriyle şereflendi. Sonra Seyyid Tâhâ'nın, Molla Murâd
Hurûsî'yle gönderdiği; "Kendi yuvana dön!" haberiyle, Tâhâ-i Hakkârî'nin şerefli
hizmetine koşup, hakîkî ve esas yuvaya kavuştu. Onun paha biçilmez sohbetlerini,
çölde susuz kalmış kimseler gibi ruhuna hayât verici buldu. Seyyid Tâhâ
hazretleri,Resûlullah efendimizden mürşidleri vâsıtası ile gelen feyz ve
bereketleri onun kalbine akıttı. Kalb gözü açılıp yüksek makamlara kavuştu. Öyle
ki, Hızır aleyhisselâm ile görüşür, sohbet ederdi. Mürşidi Seyyid Tâhâ
hazretleri vefât edince, onun yerine geçen Seyyid Sâlih hazretlerinin sohbetine
devâm etti. Seyyid Tâhâ'nın huzûrunda kemâl ve ikmâl mertebelerine ulaşan Seyyid
Sıbgatullah, Hizân ve Gayda'da halkı irşad eyledi ve insanlara İslâmiyetin emir
ve yasaklarını anlattı. Sohbetinde bulunup bir teveccühüne mazhar olanın
kalbinde, Allahü teâlânın muhabbeti yerleşirdi. Dînin emirlerine son derece
uyar, yasaklarından sakınırdı.
Seyyid
Sıbgatullah hazretleri, geceleri hep ibâdetle geçirirdi. Uykusunu, öğleye yakın
kısa bir müddet kaylûle yaparak telâfi ederdi. Hep kıbleye dönerek otururdu;
buna son hastalığında dahî çok dikkat etti. Dostlarıyla sohbetinden sonra
murâkabe hâlinde olur, Allahü teâlânın mahlûkâtı hakkında tefekkür ederdi.
Yakın
talebelerinden biri anlattı: "Abdürrahmân Tâhî (Tâgî), henüz hocamıza bağlanıp
talebesi olmak şerefine kavuşmamıştı. Hocamızın, zamânın gavsı olup olmadığı
hakkında tereddüdü vardı. Bir gün gavslık alâmetlerini kitaptan okuyarak
huzûruna gitmeyi, bu alâmetlerin üzerinde olup olmadığını görmeyi arzu etti.
Kitapta; "Gavs olanın üzerine yağmur yağmaz." ibâresi vardı. O, kitaplarla
meşgûl iken evine bir talebe geldi ve; "Hocam Sıbgatullah hazretlerinin selâmı
var; "Misâfirlerimin kalabalık olması sebebiyle ziyâretine gelemiyorum. Lütfen
kendisi buraya kadar zahmet etsin." buyurdu." dedi. Abdürrahmân Tâhî de; "Ben de
onu ziyâret etmeyi düşünüyordum. Bugün bizde misâfir ol da yarın berâber
gideriz." dedi. Sabahleyin yola çıktılar. Seyyid Sıbgatullah, onların gelmekte
olduklarını haber alınca, talebeleriyle kasabanın dışına çıkıp, bir tepenin
başında beklemeye başladılar. Mevsim ilkbahardı, gökyüzünde hiç bulut yoktu.
Nihâyet beklenen misâfirler geldiler. Tepenin başında güzel bir sohbet başladı.
Bu sırada masmâvi olan gökyüzünde bulutlar birikmeye, şimşekler çakıp gök
gürlemeğe başladı. Derken sağnak halinde şiddetli bir yağmur başladı.
Abdürrahmân Tâhî, kitaptan okuduğu gavs olanın alâmetlerini hatırladı ve
dikkatle Sıbgatullah hazretlerini tâkib etmeye başladı. Semâdan inen yağmur
tâneleri mübârek Seyyid'in üzerine inmeden etrâfına meylederek yere düşüyor, hiç
üzerine yağmıyordu. Herkes sırılsıklam ıslandığı hâlde onun üzeri kupkuru idi.
Abdürrahmân Tâhî, bu hâli görünce bir anda kendini kaybederek bayıldı.
Oradakiler telâşa kapıldılar ve; "Herhâlde öldü." diyorlardı. Seyyid Sıbgatullah
ise; "Korkmayın, telâşa kapılmayın, Allahü teâlânın sevdiği velî kullarının
himmeti bereketli, yardımı kuvvetlidir." buyurdu. Biraz sonraAbdürrahmân Tâhî
kendine geldi ve hocamın büyüklüğünü kabûl ederek, en önde gelen talebelerinden
oldu.
Seyyid
Sıbgatullah'ın talebelerine teveccühü, sohbetinden daha ziyâde ve faydalı idi.
Onun için sohbet süresi çok az olurdu. Talebeleriyle sessiz otururken
talebelerinden pek çoğu cezbeye kapılır, kendinden geçerdi. Bir defâsında oğlu
Behâeddîn, babasından izin alarak vâza başladı. İki saat kadar kalpleri
aydınlatan güzel sözler söyledi. Fakat hiç kimsede muhabbet ve cezbe eseri
yoktu. Sohbet bittikten sonra, Seyyid Sıbgatullah; "Haydi kalkınız, ikâmet
getiriniz de namazımızı kılalım." der demez, cemâat cereyâna kapılmış gibi
cezbeye tutuldu.
Sevdiği
talebelerinden biri anlattı: "Hocamız bir gün murâkabe hâlinde otururken
tebessüm ettiler. Bu hâli daha önce hiç görmediğimiz için merak ettik ve;
"Tebessüm etmenizin hikmeti ne idi efendim?" diye suâl ettik. Buyurdular ki:
"Bir talebemiz Botan Çayı'nda başını yıkamış, saçını tararken, tarak saçına
takıldı. Canı acıyınca bizden yardım istedi. Onun için tebessüm ettim."
Talebelerinden biri anlattı: "Molla Abdülgafûr isminde, hocamızın büyüklüğüne
inanmayan biri vardı ki, değil kendisiyle, bizimle bile namaz kılmaya tahammül
edemezdi. Cumâ günleri namazını kılar kılmaz câmiden hemen çıkıp giderdi. Bir
gün câminin kapısında Seyyid Sıbgatullah ile karşılaştı. Seyyid Sıbgatullah ona;
"Molla Abdülgafûr! Sen bizden ne kötülük gördün ki, arkamızdan konuşup
gıybetimizi yaparsın?" buyurdu. O da Seyyid Sıbgatullah'ın kolundan tutarak itti
ve; "Bunca insanı aldatıp peşinde koşturduğun yetmez mi ki, beni de onların
arasına katmak istersin." diyerek itmeye devâm etti. Kolunu onun elinden
kurtaran Seyyid Sıbgatullah, ona öyle bir celâl ile baktı ki, Abdülgafûr,
yıldırım isâbet etmiş çınar ağacı gibi yere yıkıldı. Sonra da kalkıp hocamın
elini öpmeye başladı. Bir taraftan da; "Ne olur efendim beni affediniz. Kötü ve
yalancı benim. Yaptıklarıma pişmân oldum. Sizin büyüklüğünüzü anlayamadım, beni
affediniz." diyordu. Sonra Abdülgafûr'a; "Ne gördün ki, böyle birdenbire
değiştin?" diye sordular. O da; "Gavs bana öyle celâlli bakınca, yemîn ederim
ki, başım tâ Arşa kadar yükseldi, sonra tekrar yere düştüm. Gavs'ın büyük
kerâmetini gördükten sonra, nasıl pişmân olmam?" dedi.
Seyyid
Sıbgatullah hazretleri bir gün talebelerine; "Filân tepeye çıkalım, orada sohbet
edelim." buyurdular. O gün talebeleriyle yola çıktılar. Tepenin eteklerine
gelince, talebelerden bâzıları önden yürüyüp, oturulacak yerleri, hocaları
tepeye çıkıncaya kadar düzeltmek istediler. Seyyid Sıbgatullah, oğlu ve yakın
talebesi Abdürrahmân Tâhî, en arkada ve aşağıda idi. Önden giden talebelerin
birinin ayağının altından koca bir taş yuvarlandı. Gittikçe hızlanıyor, hocaları
Seyyid hazretlerinin üzerine doğru geliyordu. Bütün talebeler korkuya
kapıldılar. Abdürrahmân Tâhî ise birden hocasının önüne geçerek, taşın Seyyid
hazretlerine değmesine engel olmak istedi. Taş, hikmet-i ilâhî tam önlerindeki
bir kayaya çarparak arkasında kaldı. Hâdiseyi seyretmekte olan Seyyid
Sıbgatullah, Abdurrahmân Tâhî'nin, canı pahasına yaptığı bu hareketten son
derece memnun oldu.
Seyyid
Sıbgatullah hazretleri, Allahü teâlânın bütün mahlûkâtı üzerine çok
merhâmetliydi. Sıla-i rahm yapardı. Dostları vefât ettiğinde onların çocuklarını
arar, gözetir ve tâziyede bulunurdu. Sohbetlerinde kendisine karşı çıkanlara çok
şefkatli ve nâzik davranırdı. Kendisine kötülük yapanlara iyilik yapardı.
Yemekte kendisinden evvel kimsenin sofradan kalkmamasını emrederdi. Kalkan
olursa onu men ederdi. Allahü teâlânın emirlerine ve sevgili Peygamberimizin
sünnetine tam olarak uyardı. Hattâ bir gün çoraplarını giyerken unutarak önce
sol ayağından başlayan bir talebesini şiddetle azarlamıştı. İslâmiyetin
emirlerini okumadın veya duymadın mı da böyle yaparsın. Bir şey giyerken önce
sağ taraftan başlanılacağını ve çıkarırken de sol taraftan başlanılacağını
bilmez misin? buyurdu. Teheccüd ve Evvâbin namazlarına devâm ederdi.
Gavs
hazretleri talebeleriyle olan sohbeti sırasında; "Bizim yolumuzun esâsı sohbet
ve muhabbettir. Sohbet muhakkak lâzımdır." buyurdu.
"Sohbet, dünyâ bağlılıklarını keser ve hakîkî îmânı kazandırır. Eshâb-ı kirâmdan
bâzılarının; "Gelin bir saat îmân edelim." sözlerindeki îmândan maksat,
sohbettir. (Yâni bir saat sohbet edelim de îmânımız yenilensin, kuvvetlensin.)"
"Talebe, tavus gibi olmalıdır. Güzel kanatlarına, renk renk tüylerine değil,
siyah bacaklarına bakmalıdır. Nefsini son derece kusurlu görmedikçe istikâmet
ele geçmez. Bu şekilde görmemek büyük günâhtır. Muhabbet, ihlâslı amel ve gayret
talebeliğin şartıdır. Bunlardan birinin eksik olması mânevî felâket alâmetidir."
"Nefsin
katli ve ölümü, müslüman olmasından ve kötü sıfatlarının değişmesinden
ibârettir."
Komşu
kasabadaki talebelerinden biri hastalanmıştı. Ölüm döşeğinde iken; "Himmetinizi
istirham ediyorum, yâ mübârek hocam!" diyerek yardım istedi. Seyyid Sıbgatullah,
o anda talebeleriyle sohbet ediyorlardı. Bir ara sohbeti yarıda keserek,
Abdurrahmân Tâhî'yi o talebesine gönderdi. Hemen yola çıkan Abdurrahmân, kısa
bir zaman sonra hasta talebenin evine vardı, onu iyileşmiş oturuyor gördü.
Bâzı
sohbetlerinde uzun zaman konuşmazdı. Bu yüksek zümrenin hâllerini bilmeyen bâzı
zâhir âlimleri, acabâ Şeyh niçin bize bir şeyler anlatmıyor dediklerinde;
"Sükûtumuzdan istifâde edemeyen, konuşmamızdan da edemez." buyururdu.
"Bu
zamanda diğer yollardan istifâde edilememesi, kâmil velîlerin kalmamasından mı,
yoksa bid'atler sebebiyle midir?" suâline, şu cevâbı verdiler:"Bid'atler
karışması sebebiyledir. Zîrâ bu zamanda bid'atler çoğaldı. Bu bid'atlere karşı
koyabilecek bir yol, ancak fayda verir."
Kabir
azâbıyla ilgili olarak buyurdu ki:
Kabir
azâbı, dünyâ sevgisini âhiret sevgisine tercih edenlere olur. İkisinin sevgisi
müsâvî, yâhut âhireti dünyâdan çok sevene kabir azâbı yoktur."
Bid'atlerden ve kötülüklerden sakınmak husûsunda buyurdu ki:
"Bid'atlerin
hepsi karanlıktır. Onlarda güzellik yoktur. Bizim yolumuzun üstünlüğü, bid'at
karışmamış olmasıdır. Ortadan kalkan her yol, bid'at yüzünden kalkmıştır.
Farzlarla yetinip, bid'atlerden kaçınan kimse, bir bid'at işleyip, birçok
tâatler yapıp hâl ve mevâcide kavuşandan üstündür."
"Bu son
zamanlarda sünnet, bid'atler arasında, gece karanlığında ışık saçan inci
gibidir. Zaman, dînin garîb olduğu zamandır. Bunun için bu zamanda talebeye az
bir gayretle, orta zamanlardaki çetin mücâhedelerle elde edilenden daha çok
sevâb verilir."
"Bir
şey için olan hırs ve gayret, ona olan sevginin netîcesidir."
"Müminin kabrinde yüzünün kıbleden çevrilmiş görünmesi, dünyâ sevgisi üzerine
ölmesindendir."
"Hasedden zararlı kalb hastalığı yoktur. Âlimlerin âfeti de ondandır."
Evliyânın hallerini anlatmak ve dinlemek husûsunda buyurdu ki:
"Evliyânın menkıbelerini dinlemek, muhabbeti artırır, Eshâb-ı kirâmın
menkıbeleri îmânı kuvvetlendirir, günahları mahveder."
SeyyidSıbgatullah'ın hocası Tâhâ-i Hakkârî hazretleri kendisine; "Ne kendin
sesli zikret, ne de başkasına ettir." buyurdu. O da ona uydu. Öyle ki, insanlar
sesle olan bütün zikirleri mezmûm (kötülenmiş) sandılar. Seyyid Sıbgatullah
hazretleri gönüllerinden geçeni anlayıp şöyle buyurdu: "Bütün zikirler mezmûm
değildir. Teşrik tekbirleri, ölüye telkin, aksırıp "elhamdülillah" diyene,
"yerhamükellah" demek derin vâdiye inerken, yükseğe çıkarken okunacak tesbihler
ve benzerlerini sesli söylemek sevâb olup, eserde gelmemiş ve sâbit olmamış
olanlar mezmûmdur."
Seyyid
Tâhâ hazretleri kendisine yazdığı mektûbda; "Talebenin hocasına ihlâs ve
muhabbeti tam, tâbiliği dürüst olup, hâl sâhibi olmasa zararı yoktur. Bu üçünden
birinde noksanlık olup, hâl var ise Allah korusun istidractır. Şekâvet
alâmetidir." diye yazdı. Bu mektûbdaki mânâ o kadar büyüktür ki, bir sene
sohbete bu sözlerle başlamıştır.
Gavs
hazretleri, ömrü boyunca İslâmiyeti öğrendi, öğretti. İnsanlara anlatarak
onların iki cihân saâdetine kavuşmaları için çalıştı. Bir gün talebelerine şöyle
anlattı: "Sırrî-yi Sekatî buyurdu ki: "Korku, küfürden başka kalb hastalıklarını
giderir. Muhabbet bunu da siler." Bunun için biz yolumuzda muhabbeti esas aldık.
Talebelerinden Abdurrahmân Tâhî; "Muhabbet ve ihlâstan hangisi üstündür?" diye
sorunca; "Bu ikisi yemek ve su gibidir. Yâni bu ikisi olmadan tasavvuf yolculuğu
olmaz." buyurdu.Abdurrahmân Tâhî; "Hangisi asıldır?" dedi. Ona cevâben; "İhlâs"
buyurdu.
Tasavvuf yolcusunun durumuyla ilgili olarak buyurdu ki: "Fıkıhta bir mezhebe
uyup amel edenin ictihâd derecesine varmadıkça, imâmından ayrılıp nasslara
uyması doğru olmadığı gibi, tasavvuf yoluna intisâb eden bir kimsenin de,
hocasının ve hocasının halîfelerinin koyduğu usûl ve edeplerden dışarı çıkması
uygun değildir. Bununla meclisinde bulunan ve ayağını öpmek isteyen bir
talebesine mâni olmak istedi. Abdurrahmân Tâhî; "Bu hususta hadîs-i şerîf
vardır. Birisi Resûlullah'tan elini öpmek için izin istedi, müsâde buyurdu.
Ayağını öpmek istedi, müsâde buyurdu.Secde için izin istedi, müsâde etmedi."
dedi. Bunun üzerine Gavs buyurdu ki: "Bu yolun geçmiş büyüklerinin birinden ve
kendi hocası Seyyid Tâhâ-i Hakkârî hazretlerinden bahs edip; "Bu işe mâni
olurlardı. Şöyle ki, Muhammed Pârisâ hazretleri vefât edince, oğlu babasının
ayağını öpmek için eğildiğinde, öptürmemek için ayağını çekmiştir." buyurdu.
Vefât
etmeden önce; "Amel ediniz?" buyurdu. "Amel nedir?" diye sordular. "Amelden
maksâd râbıtadır, yâni mürşidini düşünüp ona bağlanmaktır." buyurdu. Devâm
ederek; "Maksad, İslâmiyet'in bildirdiği yönde istikâmet üzere olmaktır.
Bid'atten ve İslâmiyet'e aykırı olarak yapılan amellerden feyz alınmaz.
Tasavvuf, İslâmiyete uymak demektir. Molla Yûsuf Ali; "Evliyâlık, İslâmiyetin
emirlerini yapmakla kazanılır." buyurdu. Fakat kalb hastalıklarının izâlesi için
hocasıyla sohbet de şarttır. İslâmiyete uymadan vilâyete, yâni velîliğe
kavuşulur diyen sapıktır, zındıktır. Namazlardan hemen sonra istigfâr ediniz.
İslâmiyetin bildirdiği hususlara uymayan ve sünneti terk eden mürşid, yol
gösterici olamaz." buyurdu.
HalîfelerindenAbdurrahmân Tâhî'ye vasiyet ederken; "Büyüklerin yolunu
değiştirme. Ben hocamın bana emrettiği gibi değiştirmedim. O da hocasından
aldığı gibi hiç değiştirmedi. Rüyâda hocam Seyyid Tâhâ hazretlerini gördüm,
buyurdu ki: "Talebenin hocasına saygılı olmasının faydası, onun büyüklüğünün
ortaya çıkması ve olabilecek edepsizliklerden kurtulmasıdır."
Seyyid
Sıbgatullah hazretleri Bitlis'de bulunduğu sırada bir gün sabah namazından
sonra; "Ölümüm sonbaharın sonuna doğru olacak." Başka bir zaman Abdurrahmân
Tâhî'nin de bulunduğu bir sırada oturduğu odanın boşaltılmasını emir buyurdu ve
vasiyetini yazdıracağını bildirdi. Abdurrahmân Tâhî; "Efendim bu vasiyet de ne
oluyor?" dedi. "Bana ilhâm yoluyla yaşamayı veya ölmeyi tercih etmem istendi.
Rûhum âhireti diledi." buyurdu. Abdurrahmân Tâhî hazretleri; "Efendimiz sizin
hayatta olmanız insanların hayrını çoğaltır. Sadaka veriniz, zîrâ sadaka kaderin
hükmünü önler. Kaderin hükmünün kesin olmayıp, sadaka verip vermemeye bağlı
olması muhtemeldir." dedi. Bunun üzerine Sıbgatullah Arvâsî hazretleri emir
verip çokça sadaka dağıttırdı. Fakat ertesi gün sâlihâ bir kadın gelip; "Eyvâh!
Eyvâh! Gavs-ı Âzam şu alçak dünyâdan ayrılıp, Hakk'a kavuşma yolculuğunun
eşiğindedir." dedi. "Bunu nereden biliyorsun?" diye sordular. Kadın; "Gavs bana
dedi ki: Daha önce hastalanınca sadaka veriliyor ve ecel tehir ediliyordu.
Halbuki bu sefer ecelim kesindir. Zîrâ Kazâ-i mübremdir. Ona hiçbir şey engel
olamaz, buyurdu." dedi.
Hazret-i Gavs'a halîfesi Abdurrahmân Tâgî, Teşrin-i sânînin (Kasım ayının)
dokuzunda; "Daha önce belirttiğiniz ecelinizin vakti geçti." dedi. "Hayır
geçmedi. Çünkü Kânun-ı evvelin (Aralık ayının) ilk on günü de sonbahardan
sayılır." buyurdu. Bir gün; "Cumâ günü, ölüm için güzel bir gündür. Fakat
Peygamberimiz sallallahü aleyhi ve sellem Pazartesi günü vefât etmiştir. Şeyhim
Seyyid Tâhâ iseCumartesi günü vefât etti." buyurdu. "Cumartesi günü" sözünü bir
kaç kere tekrar etti. Kendisinin bu günde vefât edeceğini tahmin etti.
Ölüm
öncesi hastalığı sırasında kendisini ziyârete gelen kimselere hastalığının
şiddetinden bahsetmediği gibi, aksine iyi olduğundan bahsederdi. Hattâ vefât
ettiği gün, akrabâları izin isteyip köylerine gittiler. Çünkü sıhhatinin yerinde
olduğunu gördüler. O günlerde çorba suyundan başka bir şey yemiyordu. Hastalığı
sırasında hiç uyumuyor, sâdece kıbleye karşı oturuyor, bâzan sağına, bâzan sol
tarafına yaslanarak murâkabede bulunuyordu. Ölüm hastalığı sırasında hiç
inlemedi. Sekerât-ı mevtinden önce yerine halîfe bıraktığı oğlu
SeyyidBehâeddîn'i yanına çağırdı. "Evlâdım! Talebelerim sana emânet. Onları
büyük bir îtinâ ile yetiştir. Gözün gibi koru. Sohbet ve teveccühlerini
üzerlerinden esirgeme. Sakın şöhret isteme. Allahü teâlânın emirlerini yap,
yasaklarından kaçın. Dîne muhâlif iş yapma. Seni yetiştiren hocanı ve Allahü
teâlânın dostlarını incitme, onların her zaman gönüllerini almayı ihmâl etme."
buyurdu. Dostlarıyla vedâlaştıktan sonra da; "Ben ölünce arkamdan ağlamayınız."
buyurdu. Sonra bir müddet murâkabe hâlinde kaldı.
İki
küçük oğlunu Seyyid Nûr Muhammed ve Seyyid Burhan'ı zâhirî ve mânevî terbiyeleri
için Molla Abdurrahmân-ı Meczûb'a teslim etti. Seyyid Tâhâ hazretlerinden
naklederek; "Kılıç kınından çıkmadıkça, bir şey kesemez." buyurdu. Vefât ettiği
Cumartesi günü öğleden sonra Sekerât-ı mevt hâline girdi. Bu hâlinde yanına
giren Abdurrahmân Tâgî ve MollaAbdurrahmân Meczûb, sessizce "Yâsîn" sûresini
okudular. "Beni doğrultun." buyurdu. Doğrulttular. Tekrar; "Beni yatağıma
uzatın." buyurdu. Birkaç defâ doğrulttular ve tekrar yatağa uzattılar. Ölüm
hastalığının ızdırabı fazlalaşınca, Abdurrahmân Tâgî'ye bakarak; "Böyle olsun
bakalım." dedi ve ölümü tercih ettiğini belirtti. Sarığını çıkardı. Göğsüne buz
koydular. Yâsîn-i şerîf sûresini yüksek sesle okumalarını tavsiye buyurdu.
Rabbine bir an evvel kavuşması ve ecelinin çabuk son bulması için duâ edilmesini
ve bunun için, oğluna sadaka vermesini emretti. Bu sırada yanına girenlere
oturmalarını söyledi. Ağır sekerâta girip rûhunu teslim edeceği zaman, sekerâtın
şiddet ve ağır hallerinden hiç şikâyetçi olmadı. Kendisini yatağına koymalarını
isteyince, kollarından tuttular. Lâkin yatağa kadar yürüyerek gitti. Yüksekliği
bir dirsek boyu olan sedirine kendisi çıktı. Sağ yanına yaslandıktan sonra
tebessüm eder bir vaziyette Kelime-i şehâdet getirerek rûhunu teslim etti. O
anda odanın içine bir güzel koku yayıldı. Bu kokuyu odanın dışında duran diğer
talebeleri de duydular. Bu koku defin esnâsına kadar devâm etti.
Oğlu
Celâleddîn Efendi, cenâzesini yıkadı. Yıkama esnâsında yakın hizmetçisi Ali
Efendi ve Abdurrahmân Tâgî ona yardım ettiler. Techiz ve kefenlenmesi
yapıldıktan sonra talebeleri ve sevenleri tarafından cenâze namazı kılındı ve
Gayda'da defnedildi.Mübârek kabri sevenleri tarafından ziyâret edilmekte feyz ve
bereketlerinden istifâde edilmektedir.
Seyyid
Sıbgatullah Arvâsî hazretlerinin yolu, başta halîfesi ve oğlu Seyyid Behâeddîn
hazretleri, diğer halîfeleri Abdurrahmân Tâgî, Şeyh Hâlid-i Şirvânî, Şeyh
Abdurrahmân Behtânî, Sofî Mustafa Kûlâtî, Ali Can Külpikî gibi zâtlar tarafından
devâm ettirildi.
Seyyid
Sıbgatullah hazretlerinin on kardeşi vardı. Bunlardan birisi; zâhid yâni dünyâya
ehemmiyet vermeyen, cömert ve velî bir zât olan Seyyid Molla Resûl Zeki idi.
Diğerleri; Seyyid Cemâleddîn, Seyyid Nûreddîn, Seyyid Abdülmelik, Seyyid
Abdülkahhâr, Seyyid Abdülgaffâr, Seyyid Muhammed, Seyyid Âbid, Seyyid Abdülganî,
Seyyid Mevlânâ'dır. Bunların hepsi âlim ve zâhid olup, zamanlarını medreselerde
geçirirlerdi.
Seyyid
Sıbgatullah hazretlerinin, Seyyid Celâleddîn, Seyyid Behâeddîn, Seyyid Hamzâ,
Seyyid Nûr Muhammed ve Seyyid Hasan adlı oğulları vardı. Ayrıca Seyyid Bahrî,
Sultan Veled ve Burhâneddîn adlı üç oğlu ise küçük yaşta vefât etmişlerdir.
KERÂMET ve MENKÎBELERİ
GERÇEK İLİM
Şeyh
Hâlid isminde büyük bir âlim vardı. Şark vilâyetinin adliye müfettişliğini
yapardı. Tefsîr, hadîs ve fıkıh gibi zâhirî ilimlerde, İbn-i Hacer ve Seyyid
Şerîf Cürcânî hazretleri kadar âlim olduğunu iddiâ ederdi. "Bütün din kitapları
ortadan kalksa, bu ilimleri yeniden ihyâ ederim." derdi. İşte bu Şeyh Hâlid,
Seyyid Sıbgatullah hazretlerinin ismini ve nâmını işitmiş, gidip görmeyi niyet
etmişti. Giderken de bâzı zor sorular hazırlayıp sormayı ve onu müşkil durumda
bırakmayı düşündü. Şeyh Hâlid geldiğinde, Seyyid Sıbgatullah onu yolda
karşıladı, güzelce misâfir edip ağırladı. Sohbet esnâsında da Seyyid
Sıbgatullah; "Bir kimse bir talebemize şöyle bir suâl sorsa, talebemiz o sorana
şu şekilde cevap verir diyerek, Şeyh Hâlid'in gelirken hazırladığı bütün
soruları teker teker, pek güzel cevaplandırdı. Son soruyu cevaplandırdığında,
Hâlid; "Üstâdım! Beni affediniz, tövbe ettim." diyerek ellerine sarılıp öptü.
Birkaç gün sonra müfettişlik gibi dünyâ makamlarını terkederek, Seyyid
Sıbgatullah hazretlerinin huzûrunda diz çöktü. Pek çetin riyâzet ve mücâhedeler
çekerek nefsini terbiye etmeye başladı. Nefsinin kötülüklerinden kurtulmak için
nefsin istediklerini hiç yapmaz, istemedikleri yapardı. Seyyid Sıbgatullah ata
binerken, sırtıma basarak binsin diyerek koşar, önünde eğilirdi. Sıbgatullah
hazretleri ise, onu bundan meneder, bir daha böyle yapmamasını tenbih ederdi.
Şeyh Hâlid bu ihlâslı hareketleri ile pekçok teveccühlere kavuşarak, evliyâlıkta
yüksek makamlar sâhibi oldu.
KAYNAKLAR
1)
Eshâb-ı Kirâm; (6. Baskı) s.288, 399, 401
2)
El-Kelîmâtü'l-Kudsiyye; s.1, 69
3)
İşâretler; s.26-36
4)
İslâm Meşhurları Ansiklopedisi; c.3, s.1812
5)
İslâm Âlimleri Ansiklopedisi; c.18, s.212
6)
Osmanlı Târihi Ansiklopedisi; c.6, s.103
|
|