|
SEYFEDDÎN MENÂRÎ
Şâh-ı
Nakşibend Muhammed Behâeddîn-i Buhârî'nin yetiştirdiği büyük velîlerden. Taşkend
ile Semerkand arasında bulunan Ferket kasabasına bağlı Menâr köyünde doğdu.
Orada yetişti. Oraya nisbetle Menârî denilmiştir. Kaynak eserlerde doğum ve
vefât târihleri tesbit edilememiş ise de, on beşinci asrın başlarında vefât
ettiği bilinmektedir.
Seyfeddîn Menârî, Behâeddîn-i Buhârî'nin yüksek talebelerindendir. Şâh-ı
Nakşibend bu yüksek talebesine husûsî ihtimâm ve sevgi gösterirdi. O da, Şâh-ı
Nakşibend vefât edinceye kadar sohbet ve hizmetinden ayrılmadı. Şâh-ı Nakşibend
hazretleri, vefâtına yakın bu kıymetli talebesine, kendisinin vefâtından
sonra Alâüddîn-i Attâr'a bağlanmasını, onun hizmet ve himmet kanatları altında
bulunmasını işâret etti. O da hocasının vefâtından sonra, Hâce Alâüddîn'in
hizmetine girdi.
Seyfeddîn Menârî, ilk zamanlarında Hâce Hamîdüddîn'den fıkıh ilmi okuyordu.Lüzûmu
kadar fıkıh öğrendikten sonra, Şâh-ı Nakşibend hazretlerinin sohbet ve hizmetine
devâm etmeye başladı. Hâce Hamîdüddîn ise, fıkıh ilmini ilerletmesi arzusunda
olduğundan, onun bu ayrılışını hoş karşılamadı. Hattâ onu kötülemeye kadar
gitti.
Seyfeddîn Menârî şöyle anlatır: "İlk hocam Hamîdüddîn vefât ederken yanında
bulundum. Büyük bir ızdırap içinde idi. Ona; "Çektiğiniz bu acı ve ızdırap
nedir? Tahsîl etmeyi bıraktığımızdan dolayı bizleri kötülediğiniz o ilim
hazîneleriniz nereye gitti." dedim. Bunun üzerine; "Bizden gönül istiyorlar.
Yâni selim kalb istiyorlar. Bizde ise ondan eser yok. Izdırâbım bundandır."
dedi."
Seyfeddîn Menârî, o zamanda bulunan himmet ehli velîlerden idi.Bir defâsında
şöyle anlattı: "Eğer insan sıhhatte iken, kalb huzûruna varamıyacak ve ondan bir
meleke elde edemeyecek olursa, hastalık vaktinde kuvvetler eksilmeye başlayınca
huzûru bulmak son derece zor olur. Sâlihlerin böyle hastaları ziyârete gelmesi,
hastaya rûhânî bir kuvvet kazandırmak içindir. Bu yolda yükseklik iddiâsında
bulunan, bir şey bildiğini zannedip parlak kelimelerle millete vâz ve nasîhat
edenlerin çoğunun âhirete intikâllerini gayet âciz ve dağınık gördüm.
Böylelerinin bütün ilimleri, bu müthiş ânda silinip gidiyor. Elde edilmesi
sunîlikle olan bu şeyler, çeşitli hastalıkların hücûmu ve insan tabiatinin zaafı
olan ölüm ânında hiçbir fayda vermiyor. Bilhassa şiddet ve mihnetlerin en büyüğü
olan rûhun bedenden ayrılışı zamânında sunîliğe hiç yer kalmaz." Şâh-ı Nakşibend
hazretlerinin, Seyfeddîn isminde dört talebesi vardı. Biri mahbûb (sevilen),
biri makbûl, biri makhûr (kahra uğramış) ve biri de merdûd (kovulmuş). Burada
hâl tercümesini verdiğimiz Seyfeddîn Menârî, mahbûb (sevilen) olanı idi. Makbûl
olan Seyfeddîn Hoşkan'ın, Şâh-ı Nakşibend'e bağlanması şöyle olmuştu. Seyfeddîn
Hoşkan, ticâret ile uğraşırdı. Bir gün, ticâret maksadıyla, Buhârâ'dan, Harezm'e
geldi. Orada Alâüddîn-i Attâr'ın sohbetine kavuştu. Sonra Buhârâ'ya döndü.
Alâüddîn-i Attâr'dan aldığı feyz ile Şâh-ı Nakşibend hazretlerinin sohbetine
devâm etti. Şâh-ı Nakşibend'den yolun edeb ve usûlünü öğrendi. Bu yola sımsıkı
sarıldı.
Şâh-ı
Nakşibend'in kahrına uğrayan Seyfeddîn ise, Seyfeddîn Bâlâhâne idi. Bu Seyfeddîn
ile Muhammed Pârisâ'nın amcası Hüsâmeddîn Yûsuf Seyfeddîn Hoşkan, gece-gündüz
berâber sohbet edip, birbirinden ayrılmazdı. Seyfeddîn Hoşkan, Şâh-ı
Nakşibend'in yoluna girince, birgün Seyfeddîn Hoşkan'ın evinde toplandılar. Şâh-ı
Nakşibend'in yüksekliği, kemâli üzerinde konuştular. Seyfeddîn Hoşkan,
arkadaşlarına, kendilerinin de Şâh-ı Nakşibend'in yoluna girmeleri ve büyük
saâdete ermeleri için ısrârda bulundu. Seyfeddîn Bâlâhâne de şöyle anlattı: "Bir
gün Şâh-ı Nakşibend hazretlerine rastladım. Üzerlerinde yeni bir hırka vardı.
Gönlüm o güzel hırkaya meyletti. Kalbimden o hırkayı bana verse diye geçirdim.
İçimden geçeni keşfedip, o hırkayı bana verdi. O zâtın evliyâlık yolunda kemâl
derecede olduğuna ben de şâhidim. Lütfedip bana vâsıta olun beni Şâh-ı
Nakşibend'in sohbetine eriştirin." dedi. Bunun üzerine, berâberce Şâh-ı Nakşibend'in
huzûruna gittiler. Kabûl edilmesi için yalvardılar. Şâh-ı Nakşibend, bu
yalvarmaları üzerine onu kabûl etti. Fakat bir müddet sonra, Seyfeddîn Bâlâhâne,
Şâh-ı Nakşibend ve birkaç talebesi ile berâber Buhârâ sokaklarından gidiyordu.
Birden karşılarına yüksek tanınan, fakat Şâh-ı Nakşibend'in üstünlüğünü inkâr
eden biri çıktı. Şâh-ıNakşibend, yükseklikleri ve yaratılışları îcâbı o kimseyi
gâyet nâzik ve güleryüzle karşıladı. İltifât etti. Hattâ birkaç adım da yanında
yürüyerek uğurladı. Fakat Seyfeddîn Bâlâhâne, Şâh-ı Nakşibend geri döndüğü
hâlde, birkaç adım uğurlama ile kalmayıp, o bid'at sâhibi kimseyi tâkib etti.
Şâh-ı Nakşibend, bu edebe uymayan işten dolayı çok müteessir oldu.Seyfeddîn
Bâlâhâne geri dönünce; "O kimseyi uğurlamakta mübâlağa gösterdin. Bu hatâ
yüzünden kendini rüzgâra verdin. Belki Buhârâ'yı da harâb ettin!" buyurdu. Şâh-ı Nakşibend'in
bu üzüntüsünden, Seyfeddîn Bâlâhâne o gün öldü. Özbekistan taraflarından gelen
bâzı kimseler de Buhârâ ve çevresini yağmalayıp, her tarafı harâb ettiler.
Birçok mâsum insanı da öldürdüler.
Diğer
Seyfeddîn ise; başlangıçta, Şâh-ı Nakşibend hazretlerini severdi. Ticâretle
uğraşır, bütün zamânını para kazanmaya sarf ederdi. Bu sebeple kendisinde
hasislik alâmetleri başgöstermişti. Bir gün Şâh-ıNakşibend hazretlerini,
talebeleri ile berâber evine yemeğe dâvet etti. Şâh-ı Nakşibend hazretleri dâimâ
yemeğin sonunda tatlı veya meyve yerlerdi. Meyvesiz veya tatlısız ziyâfetlere
ise, latîfe ederek; "Bu ziyâfetin demi yok" derdi. O günde yemek yenilip,
yemeğin sonunda tatlı veya meyve gelmeyince; Seyfeddîn'e latîfe yollu; "Verdiğin
yemek demsiz oldu." buyurdu. Bu söz Seyfeddîn'e çok ağır geldi. Kalbinde Şâh-ı
Nakşibend hazretlerine karşı bir soğukluk meydana geldi. Bu hâl, Şâh-ı Nakşibend
hazretlerine de mâlûm olunca, üzüldü ve hep parayı hesâb eden bu Seyfeddîn'e;
"Nasıl, on iki bin altın sermâyen olsa yeter mi?" buyurdu. Meğer, Seyfeddîn'in
bütün maksadı, on iki bin altın sermâye sâhibi olmak imiş. Bundan sonra
Seyfeddîn de dünyâ menfaatleri hırsına düşüp, sohbetlere gelmez oldu.
Bir gün
bu Seyfeddîn'i bir kervan ile giderken, konakladıkları çimenlik ve yeşillik
üzerinde yuvarlanırken görmüşler. Dünyâ malına düşkün olmak hâli onu o kadar
kaplamış ki, hem yuvarlanıyor, hem de; "Oh! Oh! Birisine bağlanmamak ne tatlı,
ne tatlı!" diye bağırıyormuş. Hâce Ubeydullah-i Ahrâr hazretleri: "Bu Seyfeddîn
ne nasîbsiz kimseymiş. Hâce Behâüddîn gibi bir zâtın sohbetlerinden ayrılıyor
da, bundan zevk alıyor. Böylelerine yazıklar olsun!" buyurdu.
KERÂMET ve MENKÎBELERİ
SUYU
BAĞLAYAMADIM
Seyfeddîn Menârî anlatır: Şâh-ıNakşibend hazretlerinin sohbetinden
uzaklaştırılanlardan birisi de, kız kardeşimin oğluŞemsüddîn idi. Bir gün Şâh-ı
Nakşibend hazretlerinin evine, hatırı sayılır misâfirler gelmişti. Şâh-ı
Nakşibend bu Şemseddîn'e; "Nehre git de suyu bu tarafa bağla" buyurdu. Şemseddîn
emri yerine getirmekte gevşeklik gösterdi. Biraz sonra da gelip, Şâh-ı
Nakşibend'e; "Vücûdumda bir hâlsizlik meydana geldi. Su yoluna suyu
bağlayamadım." dedi. Bu ihmâl, Şâh-ı Nakşibend hazretlerini çok üzdü. Mevlânâ
Şems; "Kendini boğazlayıp da su yerine kanını akıtsaydın. Senin için bu sözü
söylemekten daha hayırlı olurdu." buyurdu.
Ondan
sonra Şemsüddîn'e bir hastalık musallat oldu. Çâresini bulamadılar. Bir ara
benim yanıma geldi. Hâlini anlattı: Kendisine; "Hâce Alâüddîn-i Attâr'a git.
Hâlini arz et. Senin için, Şâh-ı Nakşibend hazretlerine gidip, şefâat etmelerini
ricâ et! Belki merhamet edip kabahatini bağışlar" dedim. Yeğenim Şemseddîn,
Alâeddîn Attâr'a gitmeyip, Muhammed Pârisâ'ya gitmeyi tercih ederek, onun yanına
gitmiş, o da; "Senin derdin bizim tarafımızdan şifâya kavuşturulamaz. Senin
başvuracağın yer, Alâüddîn-i Attâr'ın kapısıdır." demiş. Yeğenim Şemsüddîn yine
gitmemiş. Gelip olanları bana anlattı. Ben de kendisine; "Sana Alâüddîn-i Attâr
hazretlerine git demedim mi? Başka yol kalmadı..." dedim. Yine Alâüddîn Attâr'a
gitmedi.Tekrar Muhammed Pârisâ'ya gitti. Bundan sonra, Şemsüddîn öyle hastalandı
ki insanları bile tanıyamaz hâle geldi. Çocuklarının isimlerini bile unuttu.
Sâdık talebelerin, şu üç edebe uymaları mecbûriyeti vardır: Hocasına makbûl
sayılacak ne hizmet yapsa, bundan dolayı aslâ gurûra düşmemeli, nefse pay
çıkarmamalıdır. Kendisinden makbûl olmıyan bir iş zuhûr etse, ümitsizliğe
düşmemeli, ayrılmayı aslâ aklına getirmemelidir. Hocasının verdiği emri muhâkeme
ve münâkaşa etmeden yerine getirmek için canla başla gayret göstermelidir."
KAYNAKLAR
1)
Reşehât Ayn-ül-Hayât (Arabî); s.63
2)
Reşehât Ayn-ül-Hayât (Osmanlıca); s.110
3)
İslâm Âlimleri Ansiklopedisi; c.13, s.18
|
|