CİLD       ALFABE       KONU       KABR-İ ŞERİFLER

1.   2.   3.   4.   5.   6.   7.   8.   9.   10.   11.   12.
     
 

SEYFEDDÎN-İ FÂRÛKÎ

Hindistan'ın büyük velîlerinden. İnsanlara İslâmiyetin emir ve yasaklarını anlatarak, onların dünyâda ve âhirette, saâdete, mutluluğa kavuşmalarına vesîle olan ve kendilerine "Silsile-i aliyye" adı verilen âlim ve velîlerin yirmi beşincisidir. İmâm-ıRabbânî hazretlerinin torunu ve Urvetü'l-Vüskâ Muhammed Ma'sûm-i Fârûkî hazretlerinin beşinci oğludur. İsmi, Muhammed Seyfeddîn, nisbesi Fârûkî'dir. Muhyissünne lakabıyla meşhûr olmuştur. 1639 (H.1049) senesinde Hindistan'ın Serhend şehrinde doğdu. l684 (H.1096) senesinde aynı yerde vefât etti. Kabri, babası Muhammed Ma'sûm-i Fârûkî'nin türbesinin yakınındaki türbededir.

Muhammed Seyfeddîn-iFârûkî hazretlerinin doğumundan îtibâren büyük bir zât ve insanlara hidâyet rehberi olacağı belliydi. Nakledilir ki: Doğum zamânında bir melek görünüp; "Doğduğu gün, öldüğü gün ve tekrar dirildiği gün Allah'ın selâmı üzerine olsun" meâlindeki, Meryem sûresi on beşinci âyet-i kerîmeyi okuyarak müjde vermişti.

Seyfeddîn-i Fârûkî küçük yaşından îtibâren ilme yönelip ders okuyabilecek yaşa geldiği zaman, Kur'ân-ı kerîmi ezberledi. Sonra amcası Muhammed Saîd'den aklî ve naklî ilimleri tahsîl edip kısa zamanda çok şeyler öğrendi. Zamânının bir tanesi ve mârifet deryâsı olan babası Muhammed Ma'sûm-i Fârûkî'nin teveccüh ve sohbetleriyle, Nakşibendiyye yolunun usûl ve âdâbı üzere tasavvuf yolunda ilerleyip, kısa müddet

içinde Vilâyet-i hâssa-i Muhammediyye'ye kavuştu. Birçok hâller ve kerâmetler sâhibi oldu. Önce ve sonra gelenlerin olgunluk ve üstünlükleri ile güzel ahlâkını üzerinde topladı. Mânevî derecelere kavuşup, ârifler semâsının ayı ve âlimlerin baştâcı oldu.Kendisine, İlâhî hazînelerin kapıları aralanıp, birçok ihsânlara kavuştu.

Zâhiren ve bâtınen olgunlaştıktan sonra yüksek babasının emriyle insanlara, Allahü teâlânın dînini, sevgili Peygamberimizin sallallahü aleyhi ve sellem güzel ahlâkını anlatmak ve vaktin sultânı Evrengzîb Âlemgîr Hanın dînî terbiyesi için vazifelendirilip Delhi'ye gitti.

Ömrünün her saatini,Emr-i bil-mârûf ve Nehy-i anil-münker yapmakla geçiren Seyfeddîn-i Fârûkî hazretleri, Delhi'ye vardığı zaman, şehrin kapısında iki azgın fil ve bunları zabt etmeye çalışan iki heybetli pehlivanın resimlerinin asılı olduğunu gördü. Sultâna o resimleri indirtip yok edinceye kadar şehre girmeyeceğini bildirdi. Sultan resimleri indirtip yok ettirince şehre girdi. Sultan Âlemgîr Han, kendi isteğiyle ve samîmî olarak Seyfeddîn-i Fârûkî hazretlerine talebe oldu. Sohbetleriyle şereflendi. Yaşı ilerlemiş olmasına rağmen Kur'ân-ı kerîm okumayı öğrenip ezberledi. Sohbetlerinin bereketiyle Hindistan'da yayılmış birçok bid'at ve sapıklık, Sultan Âlemgîr Han tarafından ferman çıkartılarak ortadan kaldırıldı ve Peygamber efendimizin sallallahü aleyhi ve sellem unutulmuş ve kaybolmuş sünnetleri ortaya çıkarıldı. Diğer vezirler, vâliler ve devlet adamları da Seyfeddîn-i Fârûkî hazretlerinin sohbetleriyle şereflenip hidâyete kavuştular. Ona son derece saygı duyup huzûrunda ayakta dururlardı.

Muhammed Seyfeddîn-i Fârûkî hazretlerinin himmet ve bereketiyle, Hindistan'ın her tarafında İslâmiyet yayılıp müslümanlar kuvvetlendi. Bid'at sâhipleri ve kâfirler perişân olup, hiçbir yerde kabûl görmediler. Hindistan hiçbir zaman böyle bir devir görmemişti.

Muhammed Seyfeddîn-i Fârûkî hazretleri, Delhi'deki bu gelişmeleri ve Sultan Âlemgîr Hanın sevindirici hâlini babasına mektup yazarak bildirdiği zaman, babası çok sevinip duâ etti.

Sultan Âlemgîr Hân, bir gün MuhammedSeyfeddîn Fârûkî'yi husûsî bahçesine dâvet etti. Bu bahçenin ortasında gâyet süslü bir havuz, havuzun içinde, gözleri elmastan, bedeni altından yapılmış balık şekilleri vardı. Seyfeddîn Fârûkî buraya gelince; "Önce altından yapılmış bu balıkları kırın." buyurdu. Hepsini kırıp yok ettiler. Sultan; zekî, kâbiliyetli, tasavvuf ehline ve Allah adamlarına karşı muhabbet beslediği için, bu durumlara memnun oluyor, Allahü teâlâya şükredip; "Benim saltanatım zamânında böyle evliyâ yetiştiği için, Rabbime sayısız şükürler olsun." diyordu.

Delhi'de, onun sohbet meclisleri çok bereketli ve kalabalık olurdu. Kâfirler, fâcirler, fâsıklar da onun sohbet meclisine gelip, yüksek huzûruyla şereflenince, hidâyete kavuşup eski günahlarına tövbe edip, istigfâr ederek geri dönerlerdi. Onun sohbeti bereketiyle, binlerce kişi hidâyete ve kemâle kavuşup, yüksek derecelere ulaşmıştı. Dergâhına her gün binlerce kişi gelir feyz alırdı.

Bir gün Şehzâde Muhammed Âzam Şâh, teveccühüne kavuşmak ve sohbetiyle şereflenmek için Muhammed Seyfeddîn hazretlerinin dergâhına geldi. Dergâh kapısının önü çok kalabalık olduğundan buradan geçip huzura gelmekte güçlük çekti. Bu sırada başından sarığı düşüp, kaftanı kenara takıldı. Muhammed Seyfeddîn'in feyzli ve bereketli sohbetiyle şereflendikten sonra babasının yanına döndü. İnsanların, Muhammed Seyfeddîn hazretlerine karşı duyduğu iştiyâkı, arzuyu ve gösterdiği rağbeti anlatınca, Sultan çok sevinip; "Allahü teâlâya hamd olsun ki, benim zamânımda sultanların bile huzûruna zorlukla çıkabileceği evliyâ kullar yarattı." diye şükr etti.

Muhammed Seyfeddîn, insanların haklarına ve kardeşlerine karşı hürmet eder, haklarını gözetirdi. Bir gün aynı Şehzâde kendisini dâvet edince, kardeşlerinden, yaşca kendinden büyük olanını da berâberinde götürmüştü. Şehzâde, bu velî kardeşlerin ellerine su dökmek için leğen ve ibriği almış bekliyordu. Muhammed Seyfeddîn hazretleri şehzâdenin elinden ibriği ve leğeni alıp, ağabeyinin eline su döktü. Sonra ibriği şehzâdeye verdi.Şehzâde de onun eline su döktü.

Dünyâyı sevenler ve dünyâlık isteyenlerle arkadaşlık etmekten ve berâber oturmaktan şiddetle kaçınırdı. Yüksek sohbet meclisinde bulunanlar onun bir an evvel gelmesini şevkle beklerlerdi. Meclisinde olanlardan birisi, "Allah" ismi celâlini söylese, Muhammed Seyfeddîn (rahmetullahi aleyh) dehşete düşerek, kendinden geçip, kuş gibi çırpınırdı. Elinde olmayarak kendilerinden pekçok hâller ve kerâmetler zuhûr ederdi.

Bir sohbeti sırasında buyurdu ki: "Açlık ve mücâhede, hârika ve kerâmeti arttırır. Evliyânın sohbeti ise kalbe zikri yerleştirir. Sünnete tâbi olmayı kolaylaştırır. Yetecek kadar yiyiniz. Zîrâ yolumuzun büyükleri, bu yolu kalbde dâimâ Allah sevgisini bulundurmaya devâm ve sohbet üzerine kurmuşlardır. Zühd (dünyâdan uzaklaşmak) ve şiddetli mücâhedenin (nefsin istemediği şeyleri yapmak) netîcesi, kerâmet ve tasarruftan ibârettir. Biz bunları işden bile saymayız. Bizim maksadımız ancak zikre devâm, Allahü teâlânın yasaklarından kaçınıp emirlerine uymak, Resûlullah efendimizin sünnet-i şerîfine tâbi olmak, bir de çok feyz ve bereketlere kavuşmaktır."

Bir gün Muhammed Seyfeddîn hazretlerinin meclisinde bulunan kimselerden birisinin hatırından; "Şeyh çok büyükleniyor." diye geçti. Bu durum, Muhammed Seyfeddîn'e Allahü teâlânın yardımıyla zâhir olunca, ona; "Benim bu hâlim, Allahü teâlânın kibriyâ sıfatının tecellîsidir." buyurdu.

Cüzzâm hastalığına yakalanmış biri, Muhammed Seyfeddîn hazretlerine gelip şifâ için duâ istedi. O duâ edince hasta iyileşti.

Her hâli İslâmiyete ve sevgili Peygamberimizin sünnet-i seniyyesine uygun olan Muhammed Seyfeddîn-i Fârûkî hazretleri bir sohbeti sırasında buyurdu ki:

"Sonsuz nîmetlerin sâhibi Allahü teâlâya hamd olsun. Peygamberlerin efendisine salât ve selâm olsun. Allahü teâlâ hepimizi dâimâ kendisiyle bulundursun ve mâsivâ ile meşgûl olmaktan bizleri korusun.

Beyt:

Allah sevgisinden başka ne varsa,

Hepsi câna zehirdir, şeker dahî olsa.

 

Allahü teâlâ sonsuz ihsânıyla kendi rızâsına uygun yaşamamızı nasîb eylesin. Çok eski bir düşman olan bu alçak dünyâ, ister dostu, ister düşmanı olsun hiç kimseyi kendi hâline bırakmaz ve hiç kimseye acımaz. En sonunda herkesi aldatarak vefâsızca ebediyyen terk eder. Akıllı o kimsedir ki, şu birkaç günlük ömründe Allahü teâlâya kulluk ederek, O'nun vâd ettiği sonsuz saâdet yolunu tutar.

Beyt:

Saâdet topu ortaya kondu,

Topu kapan yok, erlere n'oldu?

 

Bütün hareketlerde, yemede, uyumada, konuşmada, ahkâm-ı İslâmiyyeye tam uymalı, bilhassa bu zamanda, giyinmede dikkatli olmalıdır. Erkeklere ipek elbise giymek haramdır. Âdet hâlini almış olan bu tehlikeye düşmemek için çok uyanık olmalıdır. Allahü teâlâdan başka hiçbir şeyin aslâ kalbinize gelmemesi için zikre çok devâm ediniz. Bu hâle bu yolun büyükleri "kalbin fâni olması" demişlerdir.

Allahü teâlâdan gelen belâ ve musîbetlere sabretmek husûsunda da yazdığı bir tâziye mektûbunda buyurdu ki: "Allahü teâlâ Bekara sûresi 156. âyet-i kerîmesinde meâlen; "Ey Resûlüm! Belâya ve musîbete sabredenlere müjdele ki, onlar belâ ve musîbet gelince dediler ki: "Biz hayâtımızda Allahü teâlânın kuluyuz ve öldükten sonra da yine O'na döneceğiz." buyruldu. Üzüntümü nasıl anlatacağımı ve ne yazacağımı bilemiyorum. Herkesin sevdiği ve Allahü teâlânın sonsuz affına muhtaç, Seyyid Emîr Hanın insanı ürperten ölüm haberini işitince ne kadar elemlere gark olduğumuz, ne türlü gam ve sıkıntılara düştüğümüz, söz ve yazıya sığmaz. Bir gün bu haber gelince, bütün ev halkı dayanılmaz acılara ve hüzne kapıldılar. Hastalık gibi bâzı mâniler olmasaydı, bu fakîr bizzat gelerek başsağlığı dileyecektim. Bu acı yalnız sizin değil, hepimizin, bütün dostlarımızın müşterek acısıdır. Lâkin elden ne gelir. Hiç kimse ölümden kurtulamıyacaktır. Enbiyâ (aleyhimüsselâm) ve evliyâ (kaddesallahü esrârehum) bu ölüm köprüsünden geçince başka insanlar ne yapabilir ki? Zümer sûresi 30. âyet-i kerîmesinde meâlen; "Ey Resûlüm! Elbette sen öleceksin ve Mekke müşrikleri de ölecektir." buyruldu. Bu âyet-i kerîme sözümüze katî delildir. Sizin için de bizim için de ölüm hemen önümüzdedir, gelecektir. Nâziât sûresi 7. âyet-i kerîmesinde meâlen; "Kıyâmet günü birinci sûr ile bütün gökler harekete geçecek, bütün mahlûkât yok olacak, herkes ölecektir. İkinci sûr ile bütün mahlûkât yeniden hayat bulacaktır." buyruldu. Hazret-i müceddîd-i elf-i sânî rahmetullahi aleyh, İmâm-ı Nevevî'nin rahmetullahi aleyh Hilyet-ül-Ebrâr kitabından naklen buyurmuşlardı ki: "Abdullah ibni Zübeyr radıyallahü anh zamânında insanlar üç gün tâûn hastalığına yakalandılar. Bu salgın hastalıkta, Peygamberimize sallallahü aleyhi ve sellem hizmet eden Enes'in (radıyallahü anh) seksen üç oğlu ve torunu ve Abdurrahmân ibni Ebî Bekr'in (radıyallahü anh) ise kırk oğlu ve torunu vefât etmiştir." İnsanların en hayırlısı Peygamber efendimize, Eshâb-ı kirâmına (radıyallahü anhüm) öyle muâmele yapılınca, bizim gibi âsîler hangi hesâba dâhil edileceğiz? Yine yüksek dedemiz ve mânevî rehberimiz Müceddîd-i elf-i sânî hazretleri, Muhammed Sâdık (rahmetullahi aleyh) amcamın tâûndan vefâtı esnâsında Mahdûmzâde Kilân'a yazdıkları mektupta buyurmuşlar ki: "En azîz oğlumdan ayrılık, en büyük musîbet ve belâlardandır. Başka bir kimseye bunun gibi bir musîbet isâbet ettiğini bilemiyorum. Ammâ Allahü teâlâ hazretlerinin bu musîbet esnâsında, bu zayıf kalbe ihsân ettiği sabır ve şükürler, O'nun en büyük nîmetlerindendir. Allahü teâlâ hazretlerinden bu belânın mükâfâtını âhirette vermesini dilemeliyiz. Bir hadîs-i kudsîde buyrulmuştur ki: "Ey insanoğlu! Gönderdiğim belâ ve musîbete sabredersen, ben de âhirette senin için Cennet'e girmenden başka bir mükâfâta râzı olmayacağım." vesselâm."

Seyfeddîn-i Fârûkî hazretleri insanlara maddî ve mânevî her türlü yardımı yapardı. Yardımlaşmanın önemini belirterek buyurdu ki:

"Allahü teâlâya hamd olsun. İki cihânın efendisi Muhammed aleyhisselâma salât ü selâm olsun. Allahü teâlâya vâsıl olanların imâmı, hadîs âlimlerinin önderi; yüz bin hadîs-i şerîfi ezbere bilen Hâfız Abdülazîm Münzirî, Kırk Hadîs-i Şerîf adlı kitâbında, İbn-i Ömer'den (radıyallahü anh) rivâyet ediyor: "Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem efendimiz buyurdular ki: "Kim ki bir mümin kardeşinin ihtiyâcını temin ederse, mahşer günü ameller tartılırken terâzinin başında duracağım. Benden imdâd isteyince, o zâta mutlaka şefâat edeceğim." İbn-i Abbâs Peygamber efendimizden şöyle rivâyet etmiştir: "Hayır ve şer Allahü teâlâ hazretlerindendir. Hayır anahtarları ellerine verilmiş olanlara müjdeler olsun. Şer anahtarları ellerine verilen kimselere yazıklar olsun." Enes bin Mâlik'ten (radıyallahü anh) rivâyet olunmuştur; "Bütün mahlûkâtı Allahü teâlâ yaratmıştır. Onların her türlü ihtiyâcını irâde ederek, yaratıp göndermektedir. Allahü teâlânın rızâsı için O'nun kullarına kim daha çok hizmet ederse, Allahü teâlâ da o kullarını o kadar çok sever." Afv el-Müzenî babasından o da dedesinden (rıdvânullahi aleyhim ecmaîn) şöyle rivâyet eder: "Peygamber efendimiz buyurdular ki: "Allahü teâlâ, insanların ihtiyaçlarını gördürmek için öyle kullar yaratmıştır ki, onlara Cehennem azâbı yoktur. Kıyâmet günü olunca onlar için nûrdan kürsüler hazır olur. İnsanlar hesâba çekilirken onlar Allahü teâlâ ile sohbet ederler." Ali ibni Ebî Tâlib (radıyallahü anh) rivâyet etti.Peygamber efendimiz buyurdular ki: "Kim ki bir mümin kardeşine yardım ve ihtiyâcını temin etmek için harekete geçip yürürse, Allahü teâlânın yolunda harb eden mücâhidler sevâbı verilir." Ebû Hüreyre (radıyallahü anh) şöyle rivâyet etti. Peygamber efendimiz buyurdular ki: "Kim ki bir müslüman kardeşinin ihtiyâcını temin ederse, Allahü teâlânın yakın dostu ve velî kulu olur. Bir kimse mümin kardeşinin sıkıntısını gidererek sevindirirse, Allahü teâlâ o mümine mahşerde, sırâtı geçerken iki tâne nûrdan ışık verir. Bu iki nûrun ziyâsının kudretini yalnız Allahü teâlâ verir." Vesselâm evvelen ve âhiren."

Allah adamlarını ve evliyâyı sevmenin önemiyle ilgili olarak da buyurdu ki:

"...Bu büyükleri sevme saâdetiyle, hiçbir üstünlük ölçülemez. Bu büyüklere muhabbet, bir kimsenin en üstün vasfı olmalıdır. Bu sebeple sonsuz derecelere yükselmek ümîd edilir. Allah adamlarını sevmenin insana kazandıracağı üstünlükler ve dereceler, ifâde edilemez, kitaplara sığdırılamaz. Vesselâm."

Seyfeddîn-iFârûkî hazretleri çeşitli zamanlardaki sohbetlerinde buyurdu ki:

Hadîs-i şerîfte buyruldu ki: "İslâm ve sultan ikiz kardeş gibidir. O ikisinden birisi ancak diğeri ile iyi olur. Temeli olmayan bir şey yıkılır. Muhâfızı olmayan bir şey de zâyi olur."

Bekara sûresi 201. âyet-i kerîmesinde meâlen; "Kimi de; "Ey Rabbimiz! Bize dünyâda da iyi hâl ver, âhirette de iyi hâl ver ve bizi o ateş (Cehennem) azâbından koru" der." buyruldu. İmâm-ı Fahreddîn-i Râzî bu âyet-i kerîmenin tefsîrinde buyurdu ki:

"Allahü teâlâya duâ edenler iki kısımdır: Birinci kısım, sâdece dünyâlık elde etmek için duâ ederler. İkinci kısım hem dünyâ, hem de âhiret için duâ ederler. Üçüncü bir kısım daha vardır ki, onlar sâdece âhiret için duâ ederler. Sâdece âhiret için duâ etmenin doğru olup olmadığı husûsunda âlimler ihtilâf ettiler. Âlimlerin ekserîsi, sırf böyle duâ etmenin doğru olmayacağını söylediler. Çünkü insan muhtâç ve zayıf bir varlıktır. Ne dünyânın elem ve acılarına, ne de âhiretin sıkıntı ve meşakkatlarına güçleri yetmez. En uygun olanı dünyâ ve âhiretteki kötülüklerden Allahü teâlâya sığınmak, her iki âlemde de iyi hâl üzere bulunmayıO'ndan istemektir."

Yine Fahreddîn-i Râzî tefsîrinde, Enes bin Mâlik'in şöyle anlattığını haber veriyor: "Bir defâsında Resûlullah efendimiz bir zâtın ziyâretine gitti. Hastalık sebebiyle o kimse gâyet zayıf ve hâlsiz düşmüştü. Resûlullah efendimiz o kimseye; "Sen Allahü teâlâya nasıl duâ ederdin?" diye sordu. O da; "Ben; "Allah'ım! Âhirette eziyette olmayayım da dünyâda nasıl olursam olayım. Âhirette sıkıntı çekeceksem onu bana dünyâda ver." diye duâ ederdim." dedi. Bunun üzerine Resûlullah buyurdu ki: "Senin buna gücün yetmez. Sen şöyle de: "Rabbimiz! Bize dünyâda da âhirette de iyilik ver. Bizi Cehennem azâbından koru!" Sonra Resûlullah efendimiz o kimseye duâ etti. O kimse Allahü teâlânın izni ile şifâ buldu.

Eğer Allahü teâlâ kullarına, hiç dert ve elem vermemiş olsa veya çok az vermiş olsaydı, insanlar O'na ibâdet etmekten ve O'nu zikretmekten gâfil olurlardı. İnsanın, dünyâ ve âhiret saâdetine, Allahü teâlânın rahmetine kavuşabilmesi için, ibâdet ve tâatten ve zikrden geri kalmaması şarttır. Buna göre herkes Allahü teâlânın rahmetine muhtactır. Bu durumda iyi düşünce, dert ve sıkıntıların, aslında birer nîmet ve insanı Allahü teâlâya çeken birer kemend oldukları anlaşılır."

Ömrünü, İslâmiyetin emir ve yasaklarını öğrenmek, öğretmek ve insanlara anlatarak onların dünyâda ve âhirette saâdete, kurtuluşa ermeleri için sarf eden Muhammed Seyfeddîn hazretleri bin dört yüz velî yetiştirdi. Bir çok velî ve mürşid-i kâmil yetiştirip, insanların hidâyete kavuşmalarına vesîle oldu. Seyyid Nûr Muhammed Bedâyûnî, yetiştirdiği talebelerinin en büyüğü ve kâmilidir. Sekiz oğlu vardı. Üçü kendi huzûrunda kemâle geldi. Beşi henüz küçüktü. Büyük olan oğulları Şeyh Muhammed A'zam, Şeyh Muhammed Hüseyin ve Şeyh Muhammed Şuayb'dır. Diğer oğulları; Muhammed Îsâ, Muhammed Mûsâ, Muhammed Kelimetullah, Muhammed Osman ve Abdurrahmân'dır. Altı kızı vardı. Bunlar; Cennet, Habîbe, Sâire, Şehrî, Refîunnisâ ve Zehrâ'dır.

Mektûbât-ı Seyfiyye adlı bir eseri olup, içinde yüz doksan mektup vardır. Bu kıymetli eseri, oğlu Muhammed A'zam toplayıp kitap hâline getirmiş, Hindistan'ın Haydarâbâd şehrinde basılmıştır.

 

KERÂMET ve MENKÎBELERİ

İNKÂR MI EDİYORSUN

Halktan birisi Seyfeddîn-i Fârûkî'nin büyüklüğünü inkâr ederek kabul göstermemişti. O gece rüyâsında bir grup gece bekçisi gelip onu şiddetli bir şekilde döğmeye başladılar ve; "Allahü teâlânın sevgilisi olduğu hâlde, sen Muhammed Seyfeddîn hazretlerinin üstünlüğünü inkâr ediyorsun öyle mi?" dediler. Bu korkuyla uyanıp, yaptığına tövbe etti ve onun talebeleri arasına girdi.

 

DUÂ ORDUSU

Seyfeddîn-i Fârûkî hazretleri, Mektûbât'ında yer alan ve zamânın sultânına yazdığı mektupta şöyle buyurdu:

"Sûre-i Hacc'ın 40. âyet-i kerîmesinde meâlen; "Allahü teâlânın dînine kim yardım ederse, Allahü teâlâ da o kimseye yardım eder." buyrulmaktadır. Peygamber efendimiz buyurdular ki: "İstihâre yapan ümidsizliğe düşmez. İstişâre eden de pişmân olmaz."Mektûbunuzda yazmış olduğunuz yukarıdaki âyet-i kerîme ve hadîs-i şerîf tarafımızdan okunarak anlaşıldı. Bu fakîr, duâların kabûl olduğu ve fakîrlerin sohbet ettiği zamanlarda, âfâkî ve enfûsî (içteki ve dıştaki) bütün düşmanlarınıza gâlib gelmeniz ve büyük zaferlere kavuşmanız için Allahü teâlâya yalvarıyor ve O'ndan yardım diliyorum. Çünkü Hind yarımadasında ve Asya kıtasında İslâmın kuvvetlenmesi ve yayılması, duâ ordusunun yardımıyla, kazanacağınız kesin zaferlere ve netîcede devletinizin güçlenmesine bağlıdır.

Yardım iki kısımdır: Birinci kısmı, görünen sebeplere bağlı kılmışlardır. Bu ise yardımın sûreti, zâhiri ve bedeni gibidir. Zaferin maddî sebebini ve zâhirini teşkil eden sebep, muhârebe meydanlarında harb eden gazâ ordularıdır. İkinci kısım ise, yardımın mânevî kısmını ve rûhunu teşkil eden, gözle görülmeyen duâ ordularıdır. Mânevî ordular, maddî ordulardan daha kıymetlidir ve yardımın özü ve rûhudur. Yardımları, sebepleri, fethi ve zaferi isteyip yaratan Allahü teâlâdır. Enfâl sûresi 10. âyet-i kerîmesinde meâlen; "Yardım, yalnız Allahü teâlâdan gelmektedir." buyrulmaktadır."

Duâ ordusu, hakîkî yardımı gönderen Allahü teâlâ ile yine O'nun yarattığı zâhirî sebep olan gazâ ordusu arasında vâsıta ve delîldir. Ayrıca duâlar, kazâyı ve belâyı def eder. Hep doğru söyleyici Peygamber efendimiz buyurdular ki: "Kazâyı hiç bir şey geri çeviremez. Yalnız duâ geri çevirebilir." Duâdaki bu tesir bu kudret, silâhlarda aslâ yoktur. Duâ ordusu görünüşte zayıf, âciz olsa da, gazâ ordusundan daha kuvvetlidir. Aynı şekilde duâ ordusu rûh gibidir, gazâ ordusu da maddî beden gibidir. Gazâ ordusunun duâ ordusuna sığınmasından başka çaresi yoktur. Çünkü, rûhsuz beden, kuvvet alamaz, zaferler elde edemez. Nitekim sevgiliPeygamberimiz, Muhâcirînin fakirlerini vesîle ederek, Allahü teâlâya duâ ederlerdi. Her ne kadar bu fakîr, duâ ordusundan sayılmaya lâyık değilsem de, yalnız ismim fakîr olduğu için duâlarımın kabûl olma ihtimâlini düşünerek, dâimâ ümidliyim ve devamlı sizin zaferiniz için duâ ediyorum. Hazırlandığınız Dekken seferinde, Allahü teâlâ sizlere gâlibiyet ve zaferler nasîb eylesin. Bekara sûresi 127. ayet-i kerîmesinde meâlen; "Yâ Rabbî! Sen duâlarımızı işitirsin, arzularımızı bilirsin, duâlarımızı kabûl eyle." buyrulmaktadır. Vesselâm."

 

BEYİTLER

SULTAN HÜRMET EDERDİ

İmâm-ı Rabbânî’nin, torunu olan bu zât,

Serhend şehrinde doğup, orada etti vefât.

 

Beşinci oğlu idi, o, Muhammed Ma’sûm’un,

Çok kişi yola geldi, sohbetiyle sırf onun.

 

Uzun boylu ve esmer, iri gözlü, heybetli,

Zât olup, sakalının, iki yanı seyrekti.

 

O dünyâya gelince, gök yüzünden bir melek,

Müjdeledi doğumu, herkese görünerek.

 

Henüz küçük yaşında, ezberledi Kur’ânı,

Hep ilim öğrenmekle, geçiyordu her ânı.

 

Mübârek babasından, tahsîl görüp, sonunda,

Çıktı çok yükseklere, o tasavvuf yolunda.

 

Zamânın sultânını, dînî yönden terbiye,

Etmek için emîrle, gitti sonra Delhi’ye.

 

Lâkin şehre girmeden, yanlarından kapının,

Put’a benzer heykeller, görüp durdu ansızın

 

Buyurdu ki: Sultana, gidip haber veriniz.

Bu heykeller kalkmadan, bu şehre girmeyiz biz.”

 

Âlemgir Hân da bunu, emir telâkkî edip,

Kaldırttı o putları, aynı gün emir verip.

 

Talebesi oldu ve gösterdi saygı, hürmet.

Verdi dînî sahada, yetki ve selâhiyyet.

 

Hindistan’da yayılmış, her bid’at ve kötü hâl,

Onun bereketiyle ortadan kalktı derhâl

 

Unutulmuş sünnetler, çıkarıldı ortaya,

İslâmiyet bu yerde, yeniden oldu ihya.

 

Çok devlet adamları, kumandanlar, vezirler,

Onun sohbetleriyle, hidâyete erdiler.

 

Ona öyle saygılı, olurlardı ki hattâ,

O otur demedikçe, beklerlerdi ayakta.

 

Sohbetinde binlerce, fâsık, fâcir ve kâfir,

Hidâyete ererek, kalbleri oldu tenvîr.

 

Öyle çok kalabalık, idi ki sohbetleri,

İzdihamdan kolayca, girilmezdi içeri.

 

Hattâ bir gün sultanın, oğlu şehzâde A’zam,

Geldiğinde gördü ki, kapıda bir izdiham.

 

Kalabalık içinden, zor geçerek, o bile,

Güçlükle şereflendi, onun sohbeti ile.

 

Hattâ öyle oldu ki, sarık düştü başından,

Çıkacak gibi oldu, kaftanı arkasından.

 

Akşam avdet edince, babasının yanına,

Gördüğü izdihamı, anlattı aynen ona.

 

Sultan bunu duyunca, çok sevinip dedi ki:

“Allahü teâlâya, şükürler ederim ki,

 

Öyle büyük bir velî, nasîb etti ki bana,

Zor girebiliyoruz, bizler bile yanına.”

 

Ve lâkin o devirde, biri vardı mâlesef,

Hiç onun sohbetiyle, olmamıştı müşerref

 

Kendini bir şey sanan, o câhil ve bî-edeb,

Bu büyük evliyâyı, inkâr ediyordu hep.

 

Bir gece rüyâsında, bekçilerden bir grup,

Sopalarla bu zâtı, dövdüler hayli vurup.

 

Dediler ki: “Allah'ın, bir sevgili kulunu,

Nasıl inkâr edip de, sevmezsin hem de onu?”

 

Bu korkuyla uyanıp, nazar etti kalbine,

Gördü ki sevgi dolmuş, o düşmanlık yerine.

 

KAYNAKLAR

1) Umdetü'l-Makâmât; s.392

2) Mektûbât-ı Seyfiyye

3) Reşâhât Zeyli; s.46-49

4) Câmiu Kerâmâti'l-Evliyâ; c.1, s.204

5) İrgâmü'l-Merîd; s.75

6) Hadâikü'l-Verdiyye; s.199

7) Tam İlmihâl Seâdet-i Ebediyye; (49. Baskı) s.1141

8) Makâmât-ı Ahyâr; s.57

9) Hadîkatü'l-Evliyâ; s.112

10) Âdâb; s.63

11) İslâm Âlimleri Ansiklopedisi; c.16, s.173