SEYFEDDÎN-İ FÂRÛKÎ
Hindistan'ın büyük velîlerinden. İnsanlara İslâmiyetin emir ve yasaklarını
anlatarak, onların dünyâda ve âhirette, saâdete, mutluluğa kavuşmalarına vesîle
olan ve kendilerine "Silsile-i aliyye" adı verilen âlim ve velîlerin yirmi
beşincisidir. İmâm-ıRabbânî hazretlerinin torunu ve Urvetü'l-Vüskâ Muhammed
Ma'sûm-i Fârûkî hazretlerinin beşinci oğludur. İsmi, Muhammed Seyfeddîn, nisbesi
Fârûkî'dir. Muhyissünne lakabıyla meşhûr olmuştur. 1639 (H.1049) senesinde
Hindistan'ın Serhend şehrinde doğdu. l684 (H.1096) senesinde aynı yerde vefât
etti. Kabri, babası Muhammed Ma'sûm-i Fârûkî'nin türbesinin yakınındaki
türbededir.
Muhammed Seyfeddîn-iFârûkî hazretlerinin doğumundan îtibâren büyük bir zât ve
insanlara hidâyet rehberi olacağı belliydi. Nakledilir ki: Doğum zamânında bir
melek görünüp; "Doğduğu gün, öldüğü gün ve tekrar dirildiği gün Allah'ın selâmı
üzerine olsun" meâlindeki, Meryem sûresi on beşinci âyet-i kerîmeyi okuyarak
müjde vermişti.
Seyfeddîn-i Fârûkî küçük yaşından îtibâren ilme yönelip ders okuyabilecek yaşa
geldiği zaman, Kur'ân-ı kerîmi ezberledi. Sonra amcası Muhammed Saîd'den aklî ve
naklî ilimleri tahsîl edip kısa zamanda çok şeyler öğrendi. Zamânının bir tanesi
ve mârifet deryâsı olan babası Muhammed Ma'sûm-i Fârûkî'nin teveccüh ve
sohbetleriyle, Nakşibendiyye yolunun usûl ve âdâbı üzere tasavvuf yolunda
ilerleyip, kısa müddet
içinde
Vilâyet-i hâssa-i Muhammediyye'ye kavuştu. Birçok hâller ve kerâmetler sâhibi
oldu. Önce ve sonra gelenlerin olgunluk ve üstünlükleri ile güzel ahlâkını
üzerinde topladı. Mânevî derecelere kavuşup, ârifler semâsının ayı ve âlimlerin
baştâcı oldu.Kendisine, İlâhî hazînelerin kapıları aralanıp, birçok ihsânlara
kavuştu.
Zâhiren
ve bâtınen olgunlaştıktan sonra yüksek babasının emriyle insanlara, Allahü
teâlânın dînini, sevgili Peygamberimizin sallallahü aleyhi ve sellem güzel
ahlâkını anlatmak ve vaktin sultânı Evrengzîb Âlemgîr Hanın dînî terbiyesi için
vazifelendirilip Delhi'ye gitti.
Ömrünün
her saatini,Emr-i bil-mârûf ve Nehy-i anil-münker yapmakla geçiren Seyfeddîn-i
Fârûkî hazretleri, Delhi'ye vardığı zaman, şehrin kapısında iki azgın fil ve
bunları zabt etmeye çalışan iki heybetli pehlivanın resimlerinin asılı olduğunu
gördü. Sultâna o resimleri indirtip yok edinceye kadar şehre girmeyeceğini
bildirdi. Sultan resimleri indirtip yok ettirince şehre girdi. Sultan Âlemgîr
Han, kendi isteğiyle ve samîmî olarak Seyfeddîn-i Fârûkî hazretlerine talebe
oldu. Sohbetleriyle şereflendi. Yaşı ilerlemiş olmasına rağmen Kur'ân-ı kerîm
okumayı öğrenip ezberledi. Sohbetlerinin bereketiyle Hindistan'da yayılmış
birçok bid'at ve sapıklık, Sultan Âlemgîr Han tarafından ferman çıkartılarak
ortadan kaldırıldı ve Peygamber efendimizin sallallahü aleyhi ve sellem
unutulmuş ve kaybolmuş sünnetleri ortaya çıkarıldı. Diğer vezirler, vâliler ve
devlet adamları da Seyfeddîn-i Fârûkî hazretlerinin sohbetleriyle şereflenip
hidâyete kavuştular. Ona son derece saygı duyup huzûrunda ayakta dururlardı.
Muhammed Seyfeddîn-i Fârûkî hazretlerinin himmet ve bereketiyle, Hindistan'ın
her tarafında İslâmiyet yayılıp müslümanlar kuvvetlendi. Bid'at sâhipleri ve
kâfirler perişân olup, hiçbir yerde kabûl görmediler. Hindistan hiçbir zaman
böyle bir devir görmemişti.
Muhammed Seyfeddîn-i Fârûkî hazretleri, Delhi'deki bu gelişmeleri ve Sultan
Âlemgîr Hanın sevindirici hâlini babasına mektup yazarak bildirdiği zaman,
babası çok sevinip duâ etti.
Sultan
Âlemgîr Hân, bir gün MuhammedSeyfeddîn Fârûkî'yi husûsî bahçesine dâvet etti. Bu
bahçenin ortasında gâyet süslü bir havuz, havuzun içinde, gözleri elmastan,
bedeni altından yapılmış balık şekilleri vardı. Seyfeddîn Fârûkî buraya gelince;
"Önce altından yapılmış bu balıkları kırın." buyurdu. Hepsini kırıp yok ettiler.
Sultan; zekî, kâbiliyetli, tasavvuf ehline ve Allah adamlarına karşı muhabbet
beslediği için, bu durumlara memnun oluyor, Allahü teâlâya şükredip; "Benim
saltanatım zamânında böyle evliyâ yetiştiği için, Rabbime sayısız şükürler
olsun." diyordu.
Delhi'de, onun sohbet meclisleri çok bereketli ve kalabalık olurdu. Kâfirler,
fâcirler, fâsıklar da onun sohbet meclisine gelip, yüksek huzûruyla
şereflenince, hidâyete kavuşup eski günahlarına tövbe edip, istigfâr ederek geri
dönerlerdi. Onun sohbeti bereketiyle, binlerce kişi hidâyete ve kemâle kavuşup,
yüksek derecelere ulaşmıştı. Dergâhına her gün binlerce kişi gelir feyz alırdı.
Bir gün
Şehzâde Muhammed Âzam Şâh, teveccühüne kavuşmak ve sohbetiyle şereflenmek için
Muhammed Seyfeddîn hazretlerinin dergâhına geldi. Dergâh kapısının önü çok
kalabalık olduğundan buradan geçip huzura gelmekte güçlük çekti. Bu sırada
başından sarığı düşüp, kaftanı kenara takıldı. Muhammed Seyfeddîn'in feyzli ve
bereketli sohbetiyle şereflendikten sonra babasının yanına döndü. İnsanların,
Muhammed Seyfeddîn hazretlerine karşı duyduğu iştiyâkı, arzuyu ve gösterdiği
rağbeti anlatınca, Sultan çok sevinip; "Allahü teâlâya hamd olsun ki, benim
zamânımda sultanların bile huzûruna zorlukla çıkabileceği evliyâ kullar
yarattı." diye şükr etti.
Muhammed Seyfeddîn, insanların haklarına ve kardeşlerine karşı hürmet eder,
haklarını gözetirdi. Bir gün aynı Şehzâde kendisini dâvet edince,
kardeşlerinden, yaşca kendinden büyük olanını da berâberinde götürmüştü.
Şehzâde, bu velî kardeşlerin ellerine su dökmek için leğen ve ibriği almış
bekliyordu. Muhammed Seyfeddîn hazretleri şehzâdenin elinden ibriği ve leğeni
alıp, ağabeyinin eline su döktü. Sonra ibriği şehzâdeye verdi.Şehzâde de onun
eline su döktü.
Dünyâyı
sevenler ve dünyâlık isteyenlerle arkadaşlık etmekten ve berâber oturmaktan
şiddetle kaçınırdı. Yüksek sohbet meclisinde bulunanlar onun bir an evvel
gelmesini şevkle beklerlerdi. Meclisinde olanlardan birisi, "Allah" ismi
celâlini söylese, Muhammed Seyfeddîn (rahmetullahi aleyh) dehşete düşerek,
kendinden geçip, kuş gibi çırpınırdı. Elinde olmayarak kendilerinden pekçok
hâller ve kerâmetler zuhûr ederdi.
Bir
sohbeti sırasında buyurdu ki: "Açlık ve mücâhede, hârika ve kerâmeti arttırır.
Evliyânın sohbeti ise kalbe zikri yerleştirir. Sünnete tâbi olmayı
kolaylaştırır. Yetecek kadar yiyiniz. Zîrâ yolumuzun büyükleri, bu yolu kalbde
dâimâ Allah sevgisini bulundurmaya devâm ve sohbet üzerine kurmuşlardır. Zühd
(dünyâdan uzaklaşmak) ve şiddetli mücâhedenin (nefsin istemediği şeyleri yapmak)
netîcesi, kerâmet ve tasarruftan ibârettir. Biz bunları işden bile saymayız.
Bizim maksadımız ancak zikre devâm, Allahü teâlânın yasaklarından kaçınıp
emirlerine uymak, Resûlullah efendimizin sünnet-i şerîfine tâbi olmak, bir de
çok feyz ve bereketlere kavuşmaktır."
Bir gün
Muhammed Seyfeddîn hazretlerinin meclisinde bulunan kimselerden birisinin
hatırından; "Şeyh çok büyükleniyor." diye geçti. Bu durum, Muhammed Seyfeddîn'e
Allahü teâlânın yardımıyla zâhir olunca, ona; "Benim bu hâlim, Allahü teâlânın
kibriyâ sıfatının tecellîsidir." buyurdu.
Cüzzâm
hastalığına yakalanmış biri, Muhammed Seyfeddîn hazretlerine gelip şifâ için duâ
istedi. O duâ edince hasta iyileşti.
Her
hâli İslâmiyete ve sevgili Peygamberimizin sünnet-i seniyyesine uygun olan
Muhammed Seyfeddîn-i Fârûkî hazretleri bir sohbeti sırasında buyurdu ki:
"Sonsuz
nîmetlerin sâhibi Allahü teâlâya hamd olsun. Peygamberlerin efendisine salât ve
selâm olsun. Allahü teâlâ hepimizi dâimâ kendisiyle bulundursun ve mâsivâ ile
meşgûl olmaktan bizleri korusun.
Beyt:
Allah
sevgisinden başka ne varsa,
Hepsi
câna zehirdir, şeker dahî olsa.
Allahü
teâlâ sonsuz ihsânıyla kendi rızâsına uygun yaşamamızı nasîb eylesin. Çok eski
bir düşman olan bu alçak dünyâ, ister dostu, ister düşmanı olsun hiç kimseyi
kendi hâline bırakmaz ve hiç kimseye acımaz. En sonunda herkesi aldatarak
vefâsızca ebediyyen terk eder. Akıllı o kimsedir ki, şu birkaç günlük ömründe
Allahü teâlâya kulluk ederek, O'nun vâd ettiği sonsuz saâdet yolunu tutar.
Beyt:
Saâdet
topu ortaya kondu,
Topu
kapan yok, erlere n'oldu?
Bütün
hareketlerde, yemede, uyumada, konuşmada, ahkâm-ı İslâmiyyeye tam uymalı,
bilhassa bu zamanda, giyinmede dikkatli olmalıdır. Erkeklere ipek elbise giymek
haramdır. Âdet hâlini almış olan bu tehlikeye düşmemek için çok uyanık
olmalıdır. Allahü teâlâdan başka hiçbir şeyin aslâ kalbinize gelmemesi için
zikre çok devâm ediniz. Bu hâle bu yolun büyükleri "kalbin fâni olması"
demişlerdir.
Allahü
teâlâdan gelen belâ ve musîbetlere sabretmek husûsunda da yazdığı bir tâziye
mektûbunda buyurdu ki: "Allahü teâlâ Bekara sûresi 156. âyet-i kerîmesinde
meâlen; "Ey Resûlüm! Belâya ve musîbete sabredenlere müjdele ki, onlar belâ
ve musîbet gelince dediler ki: "Biz hayâtımızda Allahü teâlânın kuluyuz ve
öldükten sonra da yine O'na döneceğiz." buyruldu. Üzüntümü nasıl
anlatacağımı ve ne yazacağımı bilemiyorum. Herkesin sevdiği ve Allahü teâlânın
sonsuz affına muhtaç, Seyyid Emîr Hanın insanı ürperten ölüm haberini işitince
ne kadar elemlere gark olduğumuz, ne türlü gam ve sıkıntılara düştüğümüz, söz ve
yazıya sığmaz. Bir gün bu haber gelince, bütün ev halkı dayanılmaz acılara ve
hüzne kapıldılar. Hastalık gibi bâzı mâniler olmasaydı, bu fakîr bizzat gelerek
başsağlığı dileyecektim. Bu acı yalnız sizin değil, hepimizin, bütün
dostlarımızın müşterek acısıdır. Lâkin elden ne gelir. Hiç kimse ölümden
kurtulamıyacaktır. Enbiyâ (aleyhimüsselâm) ve evliyâ (kaddesallahü esrârehum) bu
ölüm köprüsünden geçince başka insanlar ne yapabilir ki? Zümer sûresi 30. âyet-i
kerîmesinde meâlen; "Ey Resûlüm! Elbette sen öleceksin ve Mekke müşrikleri de
ölecektir." buyruldu. Bu âyet-i kerîme sözümüze katî delildir. Sizin için de
bizim için de ölüm hemen önümüzdedir, gelecektir. Nâziât sûresi 7. âyet-i
kerîmesinde meâlen; "Kıyâmet günü birinci sûr ile bütün gökler harekete
geçecek, bütün mahlûkât yok olacak, herkes ölecektir. İkinci sûr ile bütün
mahlûkât yeniden hayat bulacaktır." buyruldu. Hazret-i müceddîd-i elf-i sânî
rahmetullahi aleyh, İmâm-ı Nevevî'nin rahmetullahi aleyh Hilyet-ül-Ebrâr
kitabından naklen buyurmuşlardı ki: "Abdullah ibni Zübeyr radıyallahü anh
zamânında insanlar üç gün tâûn hastalığına yakalandılar. Bu salgın hastalıkta,
Peygamberimize sallallahü aleyhi ve sellem hizmet eden Enes'in (radıyallahü anh)
seksen üç oğlu ve torunu ve Abdurrahmân ibni Ebî Bekr'in (radıyallahü anh) ise
kırk oğlu ve torunu vefât etmiştir." İnsanların en hayırlısı Peygamber
efendimize, Eshâb-ı kirâmına (radıyallahü anhüm) öyle muâmele yapılınca, bizim
gibi âsîler hangi hesâba dâhil edileceğiz? Yine yüksek dedemiz ve mânevî
rehberimiz Müceddîd-i elf-i sânî hazretleri, Muhammed Sâdık (rahmetullahi aleyh)
amcamın tâûndan vefâtı esnâsında Mahdûmzâde Kilân'a yazdıkları mektupta
buyurmuşlar ki: "En azîz oğlumdan ayrılık, en büyük musîbet ve belâlardandır.
Başka bir kimseye bunun gibi bir musîbet isâbet ettiğini bilemiyorum. Ammâ
Allahü teâlâ hazretlerinin bu musîbet esnâsında, bu zayıf kalbe ihsân ettiği
sabır ve şükürler, O'nun en büyük nîmetlerindendir. Allahü teâlâ hazretlerinden
bu belânın mükâfâtını âhirette vermesini dilemeliyiz. Bir hadîs-i kudsîde
buyrulmuştur ki: "Ey insanoğlu! Gönderdiğim belâ ve musîbete sabredersen, ben
de âhirette senin için Cennet'e girmenden başka bir mükâfâta râzı olmayacağım."
vesselâm."
Seyfeddîn-i Fârûkî hazretleri insanlara maddî ve mânevî her türlü yardımı
yapardı. Yardımlaşmanın önemini belirterek buyurdu ki:
"Allahü
teâlâya hamd olsun. İki cihânın efendisi Muhammed aleyhisselâma salât ü selâm
olsun. Allahü teâlâya vâsıl olanların imâmı, hadîs âlimlerinin önderi; yüz bin
hadîs-i şerîfi ezbere bilen Hâfız Abdülazîm Münzirî, Kırk Hadîs-i Şerîf
adlı kitâbında, İbn-i Ömer'den (radıyallahü anh) rivâyet ediyor: "Resûlullah
sallallahü aleyhi ve sellem efendimiz buyurdular ki: "Kim ki bir mümin
kardeşinin ihtiyâcını temin ederse, mahşer günü ameller tartılırken terâzinin
başında duracağım. Benden imdâd isteyince, o zâta mutlaka şefâat edeceğim."
İbn-i Abbâs Peygamber efendimizden şöyle rivâyet etmiştir: "Hayır ve şer
Allahü teâlâ hazretlerindendir. Hayır anahtarları ellerine verilmiş olanlara
müjdeler olsun. Şer anahtarları ellerine verilen kimselere yazıklar olsun."
Enes bin Mâlik'ten (radıyallahü anh) rivâyet olunmuştur; "Bütün mahlûkâtı Allahü
teâlâ yaratmıştır. Onların her türlü ihtiyâcını irâde ederek, yaratıp
göndermektedir. Allahü teâlânın rızâsı için O'nun kullarına kim daha çok hizmet
ederse, Allahü teâlâ da o kullarını o kadar çok sever." Afv el-Müzenî babasından
o da dedesinden (rıdvânullahi aleyhim ecmaîn) şöyle rivâyet eder: "Peygamber
efendimiz buyurdular ki: "Allahü teâlâ, insanların ihtiyaçlarını gördürmek
için öyle kullar yaratmıştır ki, onlara Cehennem azâbı yoktur. Kıyâmet günü
olunca onlar için nûrdan kürsüler hazır olur. İnsanlar hesâba çekilirken onlar
Allahü teâlâ ile sohbet ederler." Ali ibni Ebî Tâlib (radıyallahü anh)
rivâyet etti.Peygamber efendimiz buyurdular ki: "Kim ki bir mümin kardeşine
yardım ve ihtiyâcını temin etmek için harekete geçip yürürse, Allahü teâlânın
yolunda harb eden mücâhidler sevâbı verilir." Ebû Hüreyre (radıyallahü anh)
şöyle rivâyet etti. Peygamber efendimiz buyurdular ki: "Kim ki bir müslüman
kardeşinin ihtiyâcını temin ederse, Allahü teâlânın yakın dostu ve velî kulu
olur. Bir kimse mümin kardeşinin sıkıntısını gidererek sevindirirse, Allahü
teâlâ o mümine mahşerde, sırâtı geçerken iki tâne nûrdan ışık verir. Bu iki
nûrun ziyâsının kudretini yalnız Allahü teâlâ verir." Vesselâm
evvelen ve âhiren."
Allah
adamlarını ve evliyâyı sevmenin önemiyle ilgili olarak da buyurdu ki:
"...Bu
büyükleri sevme saâdetiyle, hiçbir üstünlük ölçülemez. Bu büyüklere muhabbet,
bir kimsenin en üstün vasfı olmalıdır. Bu sebeple sonsuz derecelere yükselmek
ümîd edilir. Allah adamlarını sevmenin insana kazandıracağı üstünlükler ve
dereceler, ifâde edilemez, kitaplara sığdırılamaz. Vesselâm."
Seyfeddîn-iFârûkî hazretleri çeşitli zamanlardaki sohbetlerinde buyurdu ki:
Hadîs-i şerîfte buyruldu
ki: "İslâm ve sultan ikiz kardeş gibidir. O ikisinden birisi
ancak diğeri ile iyi olur. Temeli olmayan bir şey yıkılır. Muhâfızı olmayan bir
şey de zâyi olur."
Bekara sûresi 201. âyet-i
kerîmesinde meâlen; "Kimi de; "Ey Rabbimiz! Bize dünyâda
da iyi hâl ver, âhirette de iyi hâl ver ve bizi o ateş (Cehennem)
azâbından koru" der." buyruldu. İmâm-ı Fahreddîn-i Râzî bu âyet-i kerîmenin tefsîrinde buyurdu
ki:
"Allahü
teâlâya duâ edenler iki kısımdır: Birinci kısım, sâdece dünyâlık elde etmek için
duâ ederler. İkinci kısım hem dünyâ, hem de âhiret için duâ ederler. Üçüncü bir
kısım daha vardır ki, onlar sâdece âhiret için duâ ederler. Sâdece âhiret için
duâ etmenin doğru olup olmadığı husûsunda âlimler ihtilâf ettiler. Âlimlerin
ekserîsi, sırf böyle duâ etmenin doğru olmayacağını söylediler. Çünkü insan
muhtâç ve zayıf bir varlıktır. Ne dünyânın elem ve acılarına, ne de âhiretin
sıkıntı ve meşakkatlarına güçleri yetmez. En uygun olanı dünyâ ve âhiretteki
kötülüklerden Allahü teâlâya sığınmak, her iki âlemde de iyi hâl üzere
bulunmayıO'ndan istemektir."
Yine
Fahreddîn-i Râzî tefsîrinde, Enes bin Mâlik'in şöyle anlattığını haber veriyor:
"Bir defâsında Resûlullah efendimiz bir zâtın ziyâretine gitti. Hastalık
sebebiyle o kimse gâyet zayıf ve hâlsiz düşmüştü. Resûlullah
efendimiz o kimseye; "Sen Allahü teâlâya nasıl duâ ederdin?" diye sordu. O da; "Ben;
"Allah'ım! Âhirette eziyette olmayayım da dünyâda nasıl olursam olayım. Âhirette
sıkıntı çekeceksem onu bana dünyâda ver." diye duâ ederdim." dedi. Bunun üzerine
Resûlullah buyurdu ki: "Senin buna gücün yetmez. Sen şöyle de: "Rabbimiz!
Bize dünyâda da âhirette de iyilik ver. Bizi Cehennem azâbından koru!" Sonra
Resûlullah efendimiz o kimseye duâ etti. O kimse Allahü teâlânın izni ile şifâ
buldu.
Eğer
Allahü teâlâ kullarına, hiç dert ve elem vermemiş olsa veya çok az vermiş
olsaydı, insanlar O'na ibâdet etmekten ve O'nu zikretmekten gâfil olurlardı.
İnsanın, dünyâ ve âhiret saâdetine, Allahü teâlânın rahmetine kavuşabilmesi
için, ibâdet ve tâatten ve zikrden geri kalmaması şarttır. Buna göre herkes
Allahü teâlânın rahmetine muhtactır. Bu durumda iyi düşünce, dert ve
sıkıntıların, aslında birer nîmet ve insanı Allahü teâlâya çeken birer kemend
oldukları anlaşılır."
Ömrünü,
İslâmiyetin emir ve yasaklarını öğrenmek, öğretmek ve insanlara anlatarak
onların dünyâda ve âhirette saâdete, kurtuluşa ermeleri için sarf eden Muhammed
Seyfeddîn hazretleri bin dört yüz velî yetiştirdi. Bir çok velî ve mürşid-i
kâmil yetiştirip, insanların hidâyete kavuşmalarına vesîle oldu. Seyyid Nûr
Muhammed Bedâyûnî, yetiştirdiği talebelerinin en büyüğü ve kâmilidir. Sekiz oğlu
vardı. Üçü kendi huzûrunda kemâle geldi. Beşi henüz küçüktü. Büyük olan oğulları
Şeyh Muhammed A'zam, Şeyh Muhammed Hüseyin ve Şeyh Muhammed Şuayb'dır. Diğer
oğulları; Muhammed Îsâ, Muhammed Mûsâ, Muhammed Kelimetullah, Muhammed Osman ve
Abdurrahmân'dır. Altı kızı vardı. Bunlar; Cennet, Habîbe, Sâire, Şehrî,
Refîunnisâ ve Zehrâ'dır.
Mektûbât-ı Seyfiyye
adlı bir eseri olup, içinde
yüz doksan mektup vardır. Bu kıymetli eseri, oğlu Muhammed A'zam toplayıp kitap
hâline getirmiş, Hindistan'ın Haydarâbâd şehrinde basılmıştır.
KERÂMET ve MENKÎBELERİ
İNKÂR MI
EDİYORSUN
Halktan
birisi Seyfeddîn-i Fârûkî'nin büyüklüğünü inkâr ederek kabul göstermemişti. O
gece rüyâsında bir grup gece bekçisi gelip onu şiddetli bir şekilde döğmeye
başladılar ve; "Allahü teâlânın sevgilisi olduğu hâlde, sen Muhammed Seyfeddîn
hazretlerinin üstünlüğünü inkâr ediyorsun öyle mi?" dediler. Bu korkuyla uyanıp,
yaptığına tövbe etti ve onun talebeleri arasına girdi.
DUÂ ORDUSU
Seyfeddîn-i Fârûkî hazretleri, Mektûbât'ında yer alan ve zamânın sultânına
yazdığı mektupta şöyle buyurdu:
"Sûre-i
Hacc'ın 40. âyet-i kerîmesinde meâlen; "Allahü teâlânın dînine kim yardım
ederse, Allahü teâlâ da o kimseye yardım eder." buyrulmaktadır. Peygamber
efendimiz buyurdular ki: "İstihâre yapan ümidsizliğe düşmez. İstişâre eden de
pişmân olmaz."Mektûbunuzda yazmış olduğunuz yukarıdaki âyet-i kerîme ve hadîs-i
şerîf tarafımızdan okunarak anlaşıldı. Bu fakîr, duâların kabûl olduğu ve
fakîrlerin sohbet ettiği zamanlarda, âfâkî ve enfûsî (içteki ve dıştaki) bütün
düşmanlarınıza gâlib gelmeniz ve büyük zaferlere kavuşmanız için Allahü teâlâya
yalvarıyor ve O'ndan yardım diliyorum. Çünkü Hind yarımadasında ve Asya
kıtasında İslâmın kuvvetlenmesi ve yayılması, duâ ordusunun yardımıyla,
kazanacağınız kesin zaferlere ve netîcede devletinizin güçlenmesine bağlıdır.
Yardım
iki kısımdır: Birinci kısmı, görünen sebeplere bağlı kılmışlardır. Bu ise
yardımın sûreti, zâhiri ve bedeni gibidir. Zaferin maddî sebebini ve zâhirini
teşkil eden sebep, muhârebe meydanlarında harb eden gazâ ordularıdır.
İkinci kısım ise, yardımın mânevî kısmını ve rûhunu teşkil eden, gözle
görülmeyen duâ ordularıdır. Mânevî ordular, maddî ordulardan daha kıymetlidir ve
yardımın özü ve rûhudur. Yardımları, sebepleri, fethi ve zaferi isteyip yaratan Allahü
teâlâdır. Enfâl sûresi 10. âyet-i kerîmesinde meâlen; "Yardım, yalnız Allahü
teâlâdan gelmektedir." buyrulmaktadır."
Duâ
ordusu, hakîkî yardımı gönderen Allahü teâlâ ile yine O'nun
yarattığı zâhirî sebep olan gazâ ordusu arasında vâsıta ve delîldir. Ayrıca
duâlar, kazâyı ve belâyı def eder. Hep doğru söyleyici Peygamber efendimiz
buyurdular ki:
"Kazâyı hiç bir şey geri çeviremez. Yalnız duâ geri çevirebilir." Duâdaki bu
tesir bu kudret, silâhlarda aslâ yoktur. Duâ ordusu görünüşte zayıf, âciz olsa
da, gazâ ordusundan daha kuvvetlidir. Aynı şekilde duâ ordusu rûh gibidir, gazâ
ordusu da maddî beden gibidir. Gazâ ordusunun duâ ordusuna sığınmasından başka
çaresi yoktur. Çünkü, rûhsuz beden, kuvvet alamaz, zaferler elde edemez. Nitekim
sevgiliPeygamberimiz, Muhâcirînin fakirlerini vesîle ederek, Allahü teâlâya duâ
ederlerdi. Her ne kadar bu fakîr, duâ ordusundan sayılmaya lâyık değilsem de,
yalnız ismim fakîr olduğu için duâlarımın kabûl olma ihtimâlini düşünerek, dâimâ
ümidliyim ve devamlı sizin zaferiniz için duâ ediyorum. Hazırlandığınız Dekken
seferinde, Allahü teâlâ sizlere gâlibiyet ve zaferler nasîb eylesin. Bekara
sûresi 127. ayet-i kerîmesinde meâlen; "Yâ Rabbî! Sen duâlarımızı işitirsin,
arzularımızı bilirsin, duâlarımızı kabûl eyle."
buyrulmaktadır. Vesselâm."
BEYİTLER
SULTAN
HÜRMET EDERDİ
İmâm-ı
Rabbânî’nin, torunu olan bu zât,
Serhend
şehrinde doğup, orada etti vefât.
Beşinci
oğlu idi, o, Muhammed Ma’sûm’un,
Çok
kişi yola geldi, sohbetiyle sırf onun.
Uzun
boylu ve esmer, iri gözlü, heybetli,
Zât
olup, sakalının, iki yanı seyrekti.
O
dünyâya gelince, gök yüzünden bir melek,
Müjdeledi doğumu, herkese görünerek.
Henüz
küçük yaşında, ezberledi Kur’ânı,
Hep
ilim öğrenmekle, geçiyordu her ânı.
Mübârek
babasından, tahsîl görüp, sonunda,
Çıktı
çok yükseklere, o tasavvuf yolunda.
Zamânın
sultânını, dînî yönden terbiye,
Etmek
için emîrle, gitti sonra Delhi’ye.
Lâkin
şehre girmeden, yanlarından kapının,
Put’a
benzer heykeller, görüp durdu ansızın
Buyurdu
ki: Sultana, gidip haber veriniz.
Bu
heykeller kalkmadan, bu şehre girmeyiz biz.”
Âlemgir
Hân da bunu, emir telâkkî edip,
Kaldırttı o putları, aynı gün emir verip.
Talebesi oldu ve gösterdi saygı, hürmet.
Verdi
dînî sahada, yetki ve selâhiyyet.
Hindistan’da yayılmış, her bid’at ve kötü hâl,
Onun
bereketiyle ortadan kalktı derhâl
Unutulmuş sünnetler, çıkarıldı ortaya,
İslâmiyet bu yerde, yeniden oldu ihya.
Çok
devlet adamları, kumandanlar, vezirler,
Onun
sohbetleriyle, hidâyete erdiler.
Ona
öyle saygılı, olurlardı ki hattâ,
O otur
demedikçe, beklerlerdi ayakta.
Sohbetinde binlerce, fâsık, fâcir ve kâfir,
Hidâyete ererek, kalbleri oldu tenvîr.
Öyle
çok kalabalık, idi ki sohbetleri,
İzdihamdan kolayca, girilmezdi içeri.
Hattâ
bir gün sultanın, oğlu şehzâde A’zam,
Geldiğinde gördü ki, kapıda bir izdiham.
Kalabalık içinden, zor geçerek, o bile,
Güçlükle şereflendi, onun sohbeti ile.
Hattâ
öyle oldu ki, sarık düştü başından,
Çıkacak
gibi oldu, kaftanı arkasından.
Akşam
avdet edince, babasının yanına,
Gördüğü
izdihamı, anlattı aynen ona.
Sultan
bunu duyunca, çok sevinip dedi ki:
“Allahü
teâlâya, şükürler ederim ki,
Öyle
büyük bir velî, nasîb etti ki bana,
Zor
girebiliyoruz, bizler bile yanına.”
Ve
lâkin o devirde, biri vardı mâlesef,
Hiç
onun sohbetiyle, olmamıştı müşerref
Kendini
bir şey sanan, o câhil ve bî-edeb,
Bu
büyük evliyâyı, inkâr ediyordu hep.
Bir
gece rüyâsında, bekçilerden bir grup,
Sopalarla bu zâtı, dövdüler hayli vurup.
Dediler
ki: “Allah'ın, bir sevgili kulunu,
Nasıl
inkâr edip de, sevmezsin hem de onu?”
Bu
korkuyla uyanıp, nazar etti kalbine,
Gördü
ki sevgi dolmuş, o düşmanlık yerine.
KAYNAKLAR
1)
Umdetü'l-Makâmât; s.392
2)
Mektûbât-ı Seyfiyye
3)
Reşâhât Zeyli; s.46-49
4)
Câmiu Kerâmâti'l-Evliyâ; c.1, s.204
5)
İrgâmü'l-Merîd; s.75
6)
Hadâikü'l-Verdiyye; s.199
7) Tam
İlmihâl Seâdet-i Ebediyye; (49. Baskı) s.1141
8)
Makâmât-ı Ahyâr; s.57
9)
Hadîkatü'l-Evliyâ; s.112
10)
Âdâb; s.63
11)
İslâm Âlimleri Ansiklopedisi; c.16, s.173
|